hazirlayan alİ ersoy kontaciacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik...
TRANSCRIPT
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ANAYASA HUKUKU)
ANABİLİM DALI
AVRUPA ANAYASASI YOLUNDA YAŞANAN
GELİŞMELER
ve TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
HAZIRLAYAN
ALİ ERSOY KONTACI
ANKARA – 2004
Giriş I. Bölüm
TEK AVRUPA DÜŞÜNCESİ VE ANAYASACILIK;
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
A) Tek Avrupa Düşüncesi 5
1) Bir Gelişim Çizgisi Olarak “Batı” 5
2)“Avrupa”; Bir Kıta’dan, Bir “İdeal”e 8
B) Anayasacılık ve Anayasalar 16
1) Büyük Dönüşümde Birinci Sahne: Rönesans ve Reform 20
2) Büyük Dönüşümde İkinci Sahne: Burjuva Aydınlanması 25 3) Devrimler Çağı, Anayasacılık ve Anayasalar 32
4) Anayasacılık; Dönüşen ve Değişen Anlamlar 42
a) Klâsik (Negatif) Anayasacılık 42
b) Negatif Anayasacılıktan “Pozitif” Anayasacılığa 46
II. Bölüm “AVRUPA ANAYASASI”NIN GERİLİM EKSENLERİ:
KAVRAM VE AÇMAZLAR
A) “Avrupa Kamu Hukuku” Kavramı ve Avrupa Anayasası’nın Normatif
Temelleri 59
B) Avrupa Anayasası Kavramı ve Temel Tartışma Eksenleri 64
1) Bir Avrupa Anayasası Gerekli mi? 64
a) Avrupa Anayasası Lehindeki Görüşler 64
i-) Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Deklarasyon
(Laeken Deklarasyonu) 64
ii-) Bilimsel Görüşler 66
b) Anayasa Aleyhindeki Görüşler 72
2) Bir Avrupa Anayasası Mümkün mü? 75
a) Anayasa ve Halk; “Kurucu İrade”den “Kurucu İktidar”a 76
b) Avrupa Anayasası; “İrade”sini Arayan İktidar 77
i-) “No Demos” Tezi ve Avrupa Anayasası’nın Kavramsal
Düzeyde Reddi 80
ii-) Bir “Avrupa Halkı” Yaratmak 87
iii-) “Çoğul Kimlikler” ve Yeni bir Toplum Tasarımı 92
C) Anayasa Yapım Süreci ve Avrupa’nın Geleceği
Konvansiyonu 98
1) “Kurucu Organ”ın Yapısı ve Oluşum Şekli 100
2) Anayasa Yapım Üslubu 104
3) Anayasanın Yürürlüğe Girişi; Referandum 110
III. Bölüm TASLAK AVRUPA ANAYASASI; DEĞERLER VE KURALLAR A) Klâsik (Negatif) Anayasacılık 117
1) Kuvvetler Ayrılığı 117 2) Hukuk Devleti 129
B) Pozitif Anayasacılık 144
1) Yasama Fonksiyonu 147 a) Birlik Yasama Faaliyetleri ve İkincil Mevzuat Türleri 147
b) Yasama Prosedürleri 150
2) Yürütme Fonksiyonu 153
a) Avrupa Konseyi Başkanlığı ve Birlik Dışişleri
Bakanlığı Kurumları 154
b) Güçlendirilmiş İşbirliği Mekanizması 157
3) “Yetki Kataloğu” Sorunu ve Konsey’in Karar Alma Yöntemleri 162
a) Yetki Kataloğu 165
b) Bakanlar Konseyi ve Nitelikli Çoğunluk Sistemi 171
C) Demokrasi 184
1) Kavram ve Tanım Sorunu 184
2) Avrupa Birliği’nde Demokrasi Arayışları 189
3) Avrupa Demokrasisi ve Taslak Avrupa Anayasası 195
a) Avrupa Demokrasisi; Yeni bir “Boyut” için Yeni
“Biçimler” İhtiyacı 195
b) Taslak Avrupa Anayasası: Demokrasiye Doğru
Bir Adım mı? 200
i) Taslak Anayasa’daki Demokrasi Açılımları 201
ii) Birlik Vatandaşlığı ve Demokratik Katılım 202
D) Değerlendirmeler 209
IV. Bölüm TASLAK AVRUPA ANAYASASI VE TÜRK ANAYASAL DÜZENİ
A) Kurumsal Sorunlar 216 1) 1982 Anayasası ve Egemenliğin Devri Sorunu 216
2) 1982 Anayasası ve Birlik Hukukunun Üstünlüğü Sorunu 222
a) Birincil Hukukun (Avrupa Anayasası’nın) Üstünlüğü
Sorunu 223
b) İkincil Hukukun (Birlik Organlarınca Yapılan İşlemlerin) Üstünlüğü
Sorunu 227
3) 1982 Anayasası’nın Taslak Avrupa Anayasası ile Çelişen
Hükümleri Sorunu 231
B) Anayasal Değerler Çatışması Sorunu 234
Kaynakça 242
Giriş
İnceleme konusu “Avrupa Anayasası” olarak belirlenen bir çalışmada, konunun
sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için, her şeyden önce, ele alınan kavramı oluşturan
bileşenlerin açıklanması gerekmektedir. Bu anlamda, elimizde, incelediğimiz kavramı
oluşturan bileşenler olarak “Avrupa” ve “anayasa” terimleri yer almaktadır.
Her biri sayısız araştırmaya konu olmuş bu terimler ve arkalarında yatan
siyasî/kültürel birikim, elbette ki bu çalışmanın temel konusu değildir ve bu kapsamdaki bir
çalışmada tüm yönleriyle ele alınmaları olanaksızdır. Ancak bunların, “Avrupa Projesi”nin
bugün geldiği noktanın anlaşılabilmesi için vazgeçilmez oldukları ölçüde tanımlanmaları ve
çalışmamıza ışık tutan yönlerinin açığa çıkarılması gerekmektedir.
Bu bakış açısı bizi bir yandan, siyasî bir ifade ve ideal olarak “Avrupa” fikrinin
oluşumuna ve zaman içinde geçirdiği dönüşümlere; diğer yandan da kavramın ikinci bileşeni
olan “anayasa” teriminin ortaya çıkışına ve günümüze uzanan süreçte edindiği yeni
anlamların çözümlenmesine götürmektedir. Bununla birlikte, bilimsel incelemelerin
doğasından kaynaklanan bu analitik (çözümlemeci) bakış açısına mutlak şekilde bağlı kalmak,
bu çalışma kapsamında birçok çıkmazla karşılaşma tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Zira günümüzde, birbirinden ayrı olarak varolan bir “Avrupa” ve bir “anayasal gelenek”
bulunmadığı gibi, geçmişe bakıldığında da birbirinden tamamen bağımsız olarak gelişen bir
“Avrupa düşüncesi tarihi” ve bir “anayasacılık tarihi” görmenin imkânı yoktur. Bu kavramlar,
aynı tarihsel birikimin ürünü olup, res publica christiana’dan Aydınlanma Avrupa’sına
dönüşen Batı Uygarlığı’nı, geçmişinden gelen temelleri üzerinde bir kez daha; ama bu sefer
tamamen lâik bir düzlemde tasarlamak ve kurmak çabası olarak biçimlenen süreçleri ifade
etmektedir. Daha açık bir anlatımla; hem “tek Avrupa düşüncesi”, hem de “anayasacılık
hareketleri”, varlıklarını Batı Uygarlığı’nın tarihinden gelen deneyim ve birikimlere borçlu
olup; bunun karşılığında günümüz Avrupa’sı da, aynı kökten türeyen bu iki akımın ve bunları
yaratan sınıfsal/felsefî dinamiklerin çocuğudur. Özetle, bu çalışmada ele alındığı şekliyle bu
iki kavram, Ortaçağ’dan “modern zamanlar”a geçişte Avrupa’nın yaşadığı büyük dönüşümün,
kronolojik ve mantıksal açıdan birbiriyle iç içe geçmiş iki ayağını ifade etmektedir.
Konuya bu bütünsellik çerçevesinde yaklaşıldığında, bahsedilen bu büyük dönüşümü
ve bu dönüşüme giden yoldaki adımları lâyıkıyla değerlendirebilmek için, anılan kavramların
birbirleriyle olan ilişkileri bağlamında konumlandırılmaları kaçınılmaz bir ihtiyaç haline
gelmektedir. Ancak, bir tarih incelemesi veya bir tarih yorumu olmayan böyle bir çalışmada,
söz konusu kavramların karşılıklı etkileşimlerini ve süreç içindeki gelişimlerini incelerken,
değinilen bu kavramların ikincisine; yani anayasacılık düşüncesine ve anayasalara öncelik
vermek gerekeceği de tabiîdir. İşte bu gerçekten hareketle, çalışmanın ilk bölümünde,
öncelikle siyasî bir ifade ve ideal olarak “Avrupa” fikrinin ortaya çıkışına ve günümüze
uzanan süreçte geçirdiği dönüşümlere kısaca değinilecek; bunun sonrasında ise, “tek Avrupa
düşüncesi”nin taraftarlarıyla karşıtları arasında varolan tarihsel ikilemin, günümüzde “Avrupa
Anayasası” tartışmaları ekseninde somutlaştığına işaret edilecektir. Bölümün devamında ise,
çalışmanın asıl konusunu oluşturan anayasacılık hareketlerinin ve bunların ürünü olan
anayasaların üzerinde yoğunlaşılacak ve klâsik anayasacılıktan günümüze uzanan süreçte,
anayasa kavramının geçirdiği dönüşümlere ve kazandığı yeni anlamlara dikkat çekilecektir.
Bu inceleme sonucunda elde edilecek değerler ve prensipler ise, ilerleyen bölümlerde Taslak
Avrupa Anayasası’nın kurum ve kurallarını incelerken başvuracağımız “ölçü norm”lar
işlevini görecektir.
Çalışmanın ikinci bölümünde, ilk bölümde “bileşenleri” yönünden incelenen Avrupa
Anayasası kavramının kendisi üzerinde durulacak ve kavramın, bir bütün olarak ifade ettiği
anlamlar üzerinde yoğunlaşılacaktır. Bu kapsamda, bir “ulus-üstü anayasacılık” denemesi
olan Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmalara ve ortaya çıkan temel gerilim
eksenlerine işaret edilecek ve “Avrupa Kamu Hukuku” kavramından “Taslak Avrupa
Anayasası”na giden yol; hem anayasa yapım süreci, hem de söz konusu anayasanın
“muhatapları” açısından değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu bölümde cevap aranan asıl
sorular ise; Avrupa Anayasası’nın kavramsal düzeydeki varlığı ve gerekliliğiyle, böyle bir
girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır.
Üçüncü bölümde ise, doğrudan doğruya Avrupa Anayasası’nın kurumsal tahliline
girişilecek ve anayasacılık düşüncesinden gelen değerlerle, Avrupa Anayasası’nın içeriğini
oluşturan kurallar arasındaki bağlantı üzerinde durulacaktır. Değerler ve kurallar arasındaki
bu bağlantıda görülecek kopma ve aksamalar ise, Taslak Anayasa’nın yürürlüğe girmesi
durumunda dahi, onun, Avrupa halklarının gözündeki meşruiyetini ve Avrupa’nın karşı
karşıya olduğu sorunları çözme kapasitesini olumsuz etkileyen boşluklar olarak
tanımlanacaktır.
Çalışmanın son bölümündeyse, önceki üç bölümde tarihsel, kavramsal ve kurumsal
açıdan incelenen Taslak Avrupa Anayasası ile Türk anayasal düzeninin karşı karşıya gelmesi
durumunda yaşanabilecek sorunlara dikkat çekilecektir. Bu karşılaştırmada öncelik, çok daha
yakın ve direkt etkilerin görüleceği kurumsal sorunlara ve Birlik üyeliğinin önündeki anayasal
engellere verilecektir. Daha sonra ise, her iki anayasal düzenin dayandığı değerler arasında
yaşanabilecek temel çatışma eksenlerine değinilecek ve Türkiye’nin kısa ve orta vadede
yaşayabileceği gerilim noktalarına işaret edilmeye çalışılacaktır.
I. Bölüm Tek Avrupa Düşüncesi ve Anayasacılık;
Geçmişten Günümüze
A) Tek Avrupa Düşüncesi
1) Bir Gelişim Çizgisi Olarak “Batı”
“Batı”nın neresi olduğu sorusu, gündelik hayata hakim olan dil ve anlamlar dünyası
açısından gereksiz bir soru olarak görülebilir. Bununla birlikte, bilimlerin —ve özellikle de
sosyal bilimlerin—kavramlara dayanan ve kavramlarla çalışan bir düşünce disiplini olduğu
düşünüldüğünde, böyle bir incelemenin konusu olmaya aday her kavram gibi, “Batı
Uygarlığı” kavramının da çerçevesinin net olarak çizilmesi ve sınırlarının belirlenmesi
ihtiyacı hasıl olmaktadır. Bu anlayıştan hareket edildiğinde ise, bu tez kapsamında çözülmesi
gereken ilk sorun, “tek Avrupa düşüncesi”nin ve “anayasacılık hareketleri”nin kaynaklarını
arayacağımız “Batı”nın neresi olduğu sorunu olarak belirginleşmektedir.
Bu konuda alışılagelen yaklaşım, Türkiye ve daha doğusundaki toplumların
penceresinden bakıldığında, Batı’nın, kendi konumlarının “değili”ni ifade eden yekpare bir
bütün olarak algılanmasıdır. Ancak bu çalışma kapsamında; Batı’nın, genel olarak Antik
Çağlar’dan, Hıristiyanlık’tan ve Aydınlanma’dan gelen kökleriyle kendi içinde eş ve uyumlu
bir birliktelik olarak tanımlanmasının ve farklılıkların sadece dünyanın geri kalan kısmıyla
Batı arasında aranmasının, anılan kavramın net bir tanımına ulaşmayı zorlaştıran başlıca
faktörlerden biri olduğu savunulmaktadır.
Batı Uygarlığı, coğrafî bir terimle ifade edilemeyecek kadar büyük bir alana karşılık
gelmektedir. Bu uygarlık, Avrupa’nın batısında doğmuş olmakla birlikte, oradan Avrupa’nın
diğer bölgelerine, Amerika Birleşik Devletleri’ne, Kanada’ya ve hattâ Avustralya’ya kadar
uzanmıştır.1 Ancak bu geniş kapsam, Batı Uygarlığı’nın doğuşunda ve gelişimimde, etkileri
bugün dahi devam eden farklı çizgilerin mevcudiyetini görmezden gelmeyi haklı
kılmamaktadır. Bu anlamda, Batı Uygarlığı’nın geneline hakim olan bir takım ortak niteliklerin
varlığı sabit olmakla birlikte, çalışma alanımızı ilgilendiren boyutuyla bu farklı çizgiler,
Ortaçağ’dan tek Avrupa düşüncesine ve anayasacılığa giden yolda, daha ziyade Doğu ve
Batı Avrupa arasında uzanmaktadır. Gerçekten, Doğu ve Batı Avrupa arasında, kökenleri
395 yılında Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesine kadar giden kültürel farklılaşma
süreci, 1054 yılında Doğu ve Batı Kiliseleri’nin ayrılmasıyla hızlanarak devam etmiş2 ve
Rönesans ile birlikte bu ayrım, daha da derinleşerek günümüze kadar ulaşmıştır.3 Bu
anlamda, Rönesans’ı ve dolayısıyla Yeniçağ’ı yaratan da, Avrupa kültür çevresinin, ancak
Batı Roma İmparatorluğu’nun varisi olan Latin-Cermen bölümü olabilmiştir. Buna karşılık
Doğu Roma’nın mirasçısı olan Orta ve Doğu Avrupa toplumları, Rönesans ve Yeni Çağ’ın
olgunlaştırdığı değerleri ancak daha sonraları benimseyebilmişlerdir.4 Yine, Roma’nın 1 TANİLLİ, Server: Uygarlık Tarihi, Çağdaş Dünyaya Giriş, Say Yayınları, İstanbul 1981, s. 15. Batı
Uygarlığı’nın tarihî, siyasî ve kültürel gelişim aşamalarını içeren doyurucu bir kaynak için bkz.
2 GÖNENÇ, Levent: Prospects For Constitutionalism in Post-Communist Countries, Kluwer Law
International, The Hague-The Netherlands 2002, s. 37.
3 Nitekim, özellikle mezhep farklılıklarına dayanan bu bölünme sürecinin, bugün dahi değişmeden devam ettiği
görülmektedir. Hıristiyan dünyasını tam ortasından ikiye bölen bu ayrımın kökenleri, Batı Avrupa’daki Reform
hareketinden ve Protestan Kilisesi’nin kurulmasından çok daha öncelere; Doğu ve Batı Kiliseleri’nin ayrılmasına
ve doğuda Ortodoks Kilisesi’nin kurulmasına kadar uzanmaktadır. Doğu Kiliseleri, Roma’dan kopmalarının
ardından, temel referans noktaları olarak Vatikan’ı değil, 451 yılında Khalkedon (günümüzde Kadıköy)
Konsili’nde belirlenmiş öğretinin kural ve kalıplarını almaya başlamışlardır. (Bkz. Dictionnaire Larousse,
Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Yayınları, İstanbul 1994, C. 5, s. 1825.) Bununla birlikte, 1962 yılından
başlayarak Papa XXIII'in Johannes’in gayretleriyle Ortodoks ve Katolik Kiliseleri’nin birleştirilmesi yönünde
çeşitli çalışmalar yapılmış ve bu yaklaşım, 1963 yılında Rodos'ta toplanan Ortodoks Kiliseleri konferansında da
kabul görmüştür. Neticede, Ortodoks Kiliseleri Baş Patriği Athenagoras ile Papa VI. Paulus, Ocak 1964 ve
Aralık 1965 tarihlerinde Kudüs'te buluşarak 900 yıl önce konulan aforozu geri almışlardır. (Bkz.
HANÇERLİOĞLU, Orhan: İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 474, 475.) Ancak bütün bu
gelişmelere rağmen, bugün Batı’da her üç Kilise de varlıklarını birbirlerinden bağımsız olarak sürdürmekte ve
özellikle kürtaj gibi kırılgan meselelerdeki tutumlarıyla, Avrupa halkları arasında uzlaşmaz fikir ayrılıkları
oluşturmaya devam etmektedirler.
4 GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998, s. 161.
dağılmasından sonra doğuda ve batıda karşılaşılan farklı koşullar, o tarihten sonraki yüzyıllar
boyunca izlenen gelişme seyirlerini de önemli ölçüde etkilemiştir. Her ne kadar Polonya,
Macaristan, Bohemya-Moravya (bugünkü Çek Cumhuriyeti bölgesi) ve Slovenya gibi bir
takım ülkeler, Batı Avrupa’nın Ortaçağ siyasî kültürünü ve anayasal geleneklerini belli ölçüde
paylaşmışlarsa da, bu bölgede merkezî bir iktidar biçimi olarak Bizans’ın varlığı, kilise-devlet
ilişkilerinde Batı Avrupa’ya damgasını vuran bazı temel tutumların ve özellikle sözleşme-rıza
ekseninde gelişerek iktidarın keyfî kullanımını sınırlayan bir “sivil toplum” anlayışının Doğu
Avrupa’da tekrarlanmasını büyük ölçüde engellemiştir. Buna ek olarak, 20. yüzyılın önemli bir
bölümünde S.S.C.B.’nin uydusu olarak totaliter bir yapıya dahil olan Orta ve Doğu Avrupa
toplumları, bugün Avrupa Anayasası’nın temelinde yattığını iddia ettiğimiz liberal-demokratik
anayasacılık geleneğini ve bunun yarattığı çağdaş siyasî kurumları daha geç bir dönemde ve
gelgitlerle dolu bir süreç içinde tecrübe edebilmiştir.
Bütün bunlardan sonra, bu tez kapsamında “Batı” derken, yalnızca dünyanın
batısından değil; Avrupa’dan, ama daha da özel olarak, Avrupa’nın da batısından
bahsettiğimizi ifade etmenin zamanı gelmiş sayılabilir. Böylece, bu çalışmada, tek Avrupa
düşüncesinin tarihî ve kültürel oluşumunu açıklamaya çalışırken özellikle ağırlık vereceğimiz
çizgi, siyasî liberalizmin ve klâsik anayasacılığın gelişim çizgisiyle örtüşen Batı Avrupa
geleneği olarak belirlenmektedir.
2) “Avrupa”; Bir Kıta’dan, Bir “İdeal”e
Danys HAY, Avrupa düşüncesinin doğumunu incelediği kitabında, Avrupa’da 17.
yüzyılın sonlarından 18. yüzyıla doğru yol alınırken, bir yandan “Hıristiyanlık”ın, siyasî bir
kavram ve ideal olarak kadim sözcüklerin karanlık dünyasına evrildiğine, diğer yandan da bu
çöküşe paralel olarak bir diğer kavramın —“Avrupa”nın—giderek artan sayıda insanın
sadakât sembolü olarak önlenemez yükselişinin başladığına dikkat çekmektedir.5 Bu
dönüşüm, aynı zamanda “Avrupa” kelimesinin coğrafî bir sözcük olmaktan çıkıp, modern
5 HAY, Denys: Europe, The Emergence of an Idea, Edinburgh University Press, Edinburgh 1968, s. 35.
dünyanın fikirler dünyasında konumlanan bağımsız bir siyasî ifadeye dönüşmesinin de
başlangıcını ifade etmektedir.
Aslında “Avrupa” kelimesinin, coğrafî bir kavram olarak bin yıllara dayanan bir tarihi
olmakla birlikte; kavramın, 18. yüzyılın öncesinde de, salt coğrafî çağrışımları aşan şekillerde
kullanıldığı bilinmektedir.6 Ancak kavram, o tarihe kadarki “coğrafya ötesi” kullanımlarında,
kendisinin dışındaki bazı kavramların içinde eritilmiş ve söz konusu kavramların
“tamamlayıcısı” olarak algılanmıştır. Bu anlamda “Avrupa”, Antik Çağlar boyunca Persler’e
karşı girişilen savaşta özgürlük fikrinin, Ortaçağ’ın büyük kısmındaysa Hıristiyanlık’ın ve
Hıristiyan dünya görüşünün tamamlayıcısı olarak anlaşılmıştır. 17. yüzyılın sonlarından 18.
yüzyıla doğru yol alınmaya başlandığındaysa, ilk olarak kavramın kendi içinde bir gerçeklik
ve bunun da ötesinde; bir çok unsuru kapsayan ve bütünleştiren bir üst terim olarak
değerlendirilmesinin yolu açılmıştır.
Bu dönüşüme giden yolda, Avrupa’da Reform ve onu takip eden gelişmeler sonucunda
tüm kıtayı kasıp kavuran ve Otuz Yıl Savaşları’nda (1618-1648) doruğa ulaşan bir şiddet
dönemi yaşanmış, bunun sonucunda Batı dünyasına hakim olacak nihaî düzenin ifadesi olarak
Pax Christianae fikri, artık tamamen oyun alanının dışına atılmıştır. Çok yüksek bedeller
ödenerek alınan bu dersin sonucunda, Batı’da bir yandan Unitas Reipublicae Christianae
düşüncesi tarihe gömülürken, diğer yandan da Avrupa’ya hakim olacak üç ayaklı yeni bir
düzenin temelleri atılmıştır.
6 Bu kapsamda, kavramın “salt coğrafî bir anlamı aşan” ilk kullanımına Antik Yunan’da rastlanmaktadır. M.Ö.
5. yüzyıldan itibaren İyonya’da (bugünkü Batı Anadolu kıyıları) kurulan Yunan kolonileriyle Persler arasındaki
karşılaşma neticesinde, “Helen - Helen olmayan” ayrımı önem kazanmış ve “Avrupa”, klâsik Yunan kültürüyle
bu “yabancı” uygarlık arasındaki toplumsal-idarî farklılıkları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştı. Bkz.
BOER, Pim Den, Peter BUGGE ve Ole WÆVER: The History of the Idea of Europe, The Open University,
Routledge 1996, s. 16.
Kurulmakta olan yeni Avrupa’nın temellerini oluşturan bu üç ayaktan birincisi; Otuz
Yıl Savaşları’nı sona erdiren ve Papalık’ı barış antlaşmasından dışlayarak Kutsal Roma
İmparatorluğu’nun dağıldığını kabul eden Westphalia Antlaşması ve bu Antlaşma’da dile
getirilen yeni egemenlik teorisiydi.7 Antlaşmanın kurumsallaştırdığı bu yeni teoride,
Avrupa’nın mutlak monarşileri sistemin merkezine oturtuluyor ve bunlar arasındaki dengeye
dayanan bir uluslararası sistem fikri savunuluyordu.8 Kurulmakta olan bu yeni düzenin ikinci
ayağı; geride kalan şiddet döneminin etkisiyle yaygınlaşan dinsel hoşgörü anlayışı ve üçüncü
ayak da; Avrupa’da 13. yüzyıldan beri sürekli büyüyen ve gelişen ticarî hayatın
şekillendirdiği değerlere ve yaşam tarzına olan bağlılıktı.
Bununla birlikte, din savaşlarının çeşitli toplumlar arasındaki temel mücadele ekseni
olmaktan çıkması, zihinlerden de aynı hızla silinmesi sonucunu doğurmadı. Özellikle XIV.
Louis yönetiminde hâlâ Avrupa’nın en güçlü Katolik Monarşisi olan Fransa, İngiltere başta
olmak üzere tüm Protestan ülkelerin bilinçaltında bir korku odağı olarak varlığını sürdürmeye
devam ediyordu. Fransa’nın, tüm Avrupa’yı hakimiyeti altına alacak bir “Evrensel Katolik
Monarşi” kurma peşinde olduğu yönündeki inanış, İngiltere başta olmak üzere bir çok
Protestan ülkede, dinsel özgürlükler, bağımsız devletler arasındaki güç dengelerinin
sürdürülmesi ve serbest ticaretin korunmasıyla iç içe geçen bir “Avrupa” kavramının
doğumuna ve bu ülkelerde etkin olan fikir çevrelerince, varolduğuna inanılan bu tehdit
karşısında verilecek mücadelenin bayrağı olarak yükseltilmesine yol açtı. Bu fikrî dönüşümün 7 UYGUN, Oktay: “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı,
S. 20, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 2003, s. 250.
8 “ ‘Vestfalyacı ya da Vattelci egemenlik’ kavramı, otoritenin dış kaynaklarının hem hukukî hem de fiilî olarak
dışlanmasını ifade eder. Devlet, kendi sınırları içerisinde otoriter karar alma mekanizmaları üzerinde bir tekele
sahiptir. Bu durum, milletlerarası seviyede (ise); devletlerin, diğer (devletlerin) içişlerine karışılmaması kuralına
riayet etmeleri gerektiğine işaret etmektedir.” KRASNER, Stephen D: “Tarihî Miyopluğun Hedef Tahtası:
Egemenlik”, (Çev. Akif BOZOK), Türkiye ve Siyaset, S. 5 (Kasım/Aralık 2001),
(http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi5/0517.htm). Makalenin orijinali için bkz. International Political
Science Review, Vol. 22, No. 3 (2001), s. 229-251.
başını çeken İngiltere’de, kamuoyu karşısında akımın sözcülüğünü üstlenen İngiliz liberalleri
(Whig) ile Kraliyet’in resmi politikaları arasında giderek artan gerilim, 1672 yılında
Fransa’nın Protestan Hollanda’ya karşı giriştiği saldırılarla patlama noktasına ulaştı. Bu
saldırılar sonrasında Protestan ülkelerde giderek şiddetlenen muhalefet, özellikle siyasî
kitapçıklar ve broşürler yoluyla yayıldı. Bu propaganda mücadelesinde Louis’in rakipleri,
genellikle “Avrupa” terimini bir üst kavram olarak benimserlerken, Fransız propaganda
makinesi buna “Hıristiyan Prensler’in en güçlüsü olan Güneş Kral” ve “respublica
christiana’nın büyük koruyucusu” kavramlarıyla cevap vermeyi tercih etti.9 “Avrupa” ve
“Hıristiyanlık” kavramlarının birbirine karşıt içeriklerini daha da belirginleştiren bu süreç ile,
akımın başını çeken İngiltere’de tutucu İngiliz Kralı ve muhafazakârların bu saldırılar
karşısında takındığı tutum,10 İngiliz Liberalleri’nin, dinsel çağrışımlardan arınmış bir
“Avrupa” ideali odağındaki muhalefetlerini giderek şiddetlendirmesine neden oldu. Bu
muhalefet sürecinde hatları iyice belirginleşen düşünce, zaman içinde İngiltere’den başlayarak
Avrupa’nın tüm Protestan kamuoyunca benimsendi.11 Böylece, siyasî bir kavram ve ideal
olarak “Avrupa”, ilk olarak İngiltere’de, özellikle 1680 ve 1681 yıllarında hakim olan güçlü
Whig muhalefetince oluşturuldu ve buradan tüm kıtaya, XIV. Louis’e karşı girişilen
mücadelenin ifadesi ve bu mücadeleye olan sadakâtin “yüce sembolü” olarak yayıldı.12
Bu tarihsel irdelemenin de ortaya koyduğu üzere, “Avrupa” kavramının siyasî bir ifade
ve ideal olarak benimsenmesiyle, Avrupa’da toplumsal ve siyasî alanın sekülerleşmesi
9 BOER, BUGGE ve WÆVER (1996): s. 42.
10 İngiliz İç Savaşı boyunca XIV. Louis’in sarayında himaye ve eğitim görmüş olan Kral II. Charles, bu olaylar
karşısında Fransa’ya tepki göstermek yerine, 21 Ekim 1680’de “İngiltere’nin güvenliği ve Hıristiyanlık’ın
huzuru için”, Hollanda ile kurulmuş olan ittifakın sona erdiğini ilân etmiştir.
11 SCHMIDT, H.D.: “The Establishment of ‘Europe’ as a Political Expression”, The Historical Journal, Vol .
IX, No. 2 (1966), s. 174.
12 SCHMIDT (1966): s. 175 ve 178; LOCK, Grahame: “Impossible Europe? Problems and Contradictions in the European Idea”, Nederlands Tijdschrift voor Rechtsfilosofie en Rechtstheorie, Vol. 13 (1995), s. 177.
arasında güçlü bir mantıksal ve kronolojik bağ vardır. Yine bu irdeleme göstermektedir ki bu
kavram, daha ilk ortaya çıkışından itibaren belli değerlerle özdeşleştirilmiş ve içerdiği
varsayılan bu değerler çerçevesinde savunulmuştur.13 İşte “Avrupa”, bu tez kapsamında ele
alındığı şekliyle, Batı Uygarlığı’nın 17. ve 18. yüzyıllar boyunca yaşadığı büyük dönüşümde,
bir üst siyasî kimlik ve kapsayıcı bir bütünsellik odağı olarak “Hıristiyanlık”ın yerini alan ve
takip eden süreçte kendine özgü bir anlamlar dünyası kuracak olan kavramdır.
Bununla birlikte, tek Avrupa düşüncesi, ortaya atıldığı dönemden bu yana bir çok
farklı idealin somutlaştığı mekân olarak tasavvur edilmiş ve birbiriyle çatışan pek çok söylem
arasında sürekli el değiştirmiştir. Gerçekten, yukarıda da görüldüğü üzere, XIV. Louis’nin
Katolik Fransa’sına karşı girişilen mücadelenin bayrağı olarak yükseltilen Avrupa ideali,
ilerleyen zamanla birlikte, erken dönem Aydınlanma düşüncesinin zihninde özgürlükler ve
serbest ticaretle özdeşleşen bir mekân tasarımına dönüşmüş; takip eden Napoléon
Dönemi’nde ise, Devrim’in ideallerini, yine Devrim’in namluları ucunda tüm Kıta’ya
yaymayı amaçlayan radikal bir “birleştirme” arzusu haline gelmiştir. Napoléon Dönemi
sonrasında Avrupa’ya tekrar hakim olan “Kutsal İttifak”ın Avrupa tasarımı ise, kadim
monarşileri bir kez daha merkeze oturtmuş; buna tepki olarak yükselen milliyetçi-liberal
devrimlerse, ulus devletlerin ve ulusal çıkar çatışmalarının tohumlarını ekerek, tek Avrupa
düşüncesinin geri plâna itildiği bir siyasî iklime zemin hazırlamıştır.
İdeolojilerin yükselme çağında uyanan kitlelerin siyasî kimliklerde yarattığı devasa
dönüşümler ve bunun yansıması olan büyük sınıf mücadeleleri, evrenselciliğe ilişkin
13 Her ne kadar, “Avrupa”nın daha önceki “coğrafya ötesi” kullanımlarında da, kendisi dışındaki bazı
kavramların içinde eritildiğine değinmiş olsak da, kanımızca bu tarihten sonraki özdeşleştirmelerin, daha
öncekilerden kalın çizgilerle ayrılması mümkündür. Zira, yine yukarıda değinildiği üzere, bu dönüşümle birlikte
Avrupa, kendisi dışındaki bir takım değerlerin—örneğin Hıristiyanlık’ın—bir alt bileşeni ve tamamlayıcısı
olarak değil; bilakis, bu değerlerin bütünleştiricisi ve omurgası olarak algılanmaya başlanmıştır.
bambaşka bir bakış açısını gündeme getirmiş ve tüm Avrupa’yı; “komünizm hayaleti”nin,
Kıta’yı saran kapitalist üretim ilişkilerine karşı siperler kazdığı bir savaş alanı olarak tasavvur
etmiştir. Ne var ki, 20. yüzyılın hemen başında, evrenselci idealizme dayanan bu çekişmeler,
ulusal çıkarlara dayanan çatışma eğilimleri karşısında bir kez daha mağlup olmuş ve iki büyük
dünya savaşına giden yolda Avrupa düşüncesi, büyük felaketlerin ve yıkımların gölgesinde
unutulmaya terk edilmiştir.
Bununla birlikte Avrupa ideali, yaşanan bütün bu hayâl kırıklıklarına ve dönem dönem
gölgesinde kaldığı farklı ihtiraslara rağmen; felsefecilerin, devlet adamlarının ve çeşitli
düşünürlerin arasında hep tartışılan bir konu olarak kalmayı başarmıştır.
Bu anlamda, modern çağ felsefecileri arasında Avrupa düşüncesine en büyük katkıyı
yapan isim, kuşkusuz Immanuel KANT olmuştur. Aydınlanma’nın ürünü olan yeni
entelektüel sınıfın tipik bir temsilcisi olarak KANT, bir ahlâk felsefecisi yaklaşımıyla,
“evrensel doğru/gerçek” olarak betimlediği Avrupa’yı, tüm insanlarca benimsenmesi mümkün
olan asgarî müştereklerin kesişme noktası olarak ele almış ve tamamı “cumhuriyetçi
anayasalar”la yönetilen devletlerden oluşan bir “halklar federasyonu” önerisiyle, Avrupa’da
nihaî barışın sağlanabileceğine inanmıştır. Ancak, bu çarpıcı yaklaşımına rağmen KANT,
Avrupa’yı ortak bir kültür temeline dayanan yeni bir toplum modeli olarak değil; temellerini
genel-geçer ahlâk kalıplarından alan evrenselciliğin bir yansıması olarak tasarlamıştır.
Bu dönem, aynı zamanda, Avrupa fikrinin taraftarları ve karşıtları arasındaki ayrımın
belirginleşmeye başlamasına da sahne olmuştur. Gerçekten, KANT’ın tek Avrupa
düşüncesine dair ortaya koyduğu bu iyimser yaklaşıma büyük bir meydan okumayı gündeme
getiren Wilhelm Friedrich HEGEL, Avrupa’nın özünün, onun evrenselliği olduğu fikrini
benimsemiş; ancak, bu “öz”ün, tüm farklılıkları kabul etmekte yattığını ve Avrupa’nın
evrenselliğinin, başta Almanya olmak üzere hiçbir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını
ortadan kaldırmaması gerektiğini savunmuştur. Bu çerçevede HEGEL, Avrupa kavramını
kategorik olarak reddetmemiş; ancak, bir “halk”tan; bir “ulusal ruhtan” yoksun kalmaya
mahkum bir Avrupa Birliği perspektifine yönelik güçlü karşı çıkışıyla, aynı eksende
günümüzde de devam eden eleştirilerin ilk temsilcilerinden biri olmuştur.
Bu dönemde, tek Avrupa düşüncesine yapılan bir diğer önemli katkı ise, çok farklı bir
anlayıştan; Friedrich NIETZSCHE’den gelmiştir. Ulus-devlet yapılanmasına ve demokrasi
başta olmak üzere ulus devletle özdeşleşen tüm değerlere karşı şiddetli muhalefetinin
arkasında NIETZSCHE, BISMARCK’ın yükselen Alman İmparatorluğu’na karşı birleşmiş
bir Avrupa fikrini gündeme getirmiş ve tek bir mutlak gücün hegemonyasının hüküm sürdüğü
bir Kıta perspektifi yerine, asgarî müştereklerde birleşen bir birlik vizyonuyla—farkında bile
olmadan—tek Avrupa düşüncesinin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki yol haritasının ipuçlarını
vermiştir.
Bu şekilde, 300 yıldan uzun bir süre boyunca Avrupa’yı bir uçtan diğerine saran
çatışmalara rağmen varlığını sürdüren bu ve benzeri düşünceler, Avrupa’nın geçirdiği bütün
yıkımların en büyüğü olan İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ise, bambaşka bir gözle
değerlendirilmeye başlanmıştır. Avrupa’nın devlet adamları, çekilen onca acının ardından,
milliyetçiliğin yıkıcı potansiyelinin ve sonu gelmez mücadelelerin bedelinin ne olduğu
konusunda dehşet verici bir manzarayla karşılaşmışlardır. Bu manzaranın da etkisiyle tek
Avrupa düşüncesi, “kurucu babalar”ın (founding fathers)14 elinde, dünyanın merkezi ve süper
gücü olma niteliğini kaybeden Avrupa’yı, bir daha asla çıkmamak üzere tekrar eski
yörüngesine oturtmanın aracı olarak benimsenmiştir. Böylece Avrupa ideali, en sonunda bir
14 Bu terim, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasına yol açan “Schumann Plânı”nın mimarları;
zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Robert SCHUMANN ve plânın esin kaynağı olan Jean MONNET ile İtalyan
Federalist Altiero SPINELLI gibi kişileri anlatmak için kullanılmaktadır. Bu konuda bkz. BOZKURT, Enver,
Mehmet ÖZCAN ve Arif KÖKTAŞ: Avrupa Birliği Hukuku, Nobel Yayın-Dağıtım, Ankara 2001, s. 7, 8;
CLAYTON, Jess: “A History of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F.
GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 14.
ütopya olmaktan çıkarak, Paris ve Roma Antlaşmaları’yla ilk adımları atılan yolda, somut ve
gerçek bir barış ve refah projesi halini almıştır.
Bugün gelinen noktada ise tek Avrupa düşüncesi, Avrupa Anayasası ile birlikte, tarih
boyunca geçirdiği dönüşümlerin en cüretkâr olanının eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Bu
çerçevede Avrupa Anayasası üzerine yürütülen tartışmalar, Avrupa’nın tarihinden gelen bütün
uyuşmazlıkları ve birleşmiş bir Avrupa fikrinin taraftarları ile karşıtları arasındaki kadim
anlaşmazlıkları buluşturan bir platform işlevini görmektedir. Bu bağlamda tek Avrupa
düşüncesi, günümüzde Avrupa Anayasası’nın simgesel varlığıyla bütünleşmiş olup, bu
noktadan sonra yapılacak olan tercihler, gelecekte de birleşmiş bir Avrupa’nın varolup
olmayacağını; varolacaksa da, bunun sıkı ekonomik ilişkiler üzerine kurulu bir ortaklıktan mı
ibaret olacağı, yoksa salt bir “pazar” olmanın ötesine geçerek, gerçekten de bir “değerler
topluluğu” haline mi geleceği hakkındaki soruların da nihaî yanıtlarını oluşturacaktır.
B) Anayasacılık ve Anayasalar
Anayasalar, gerçek anlamıyla modern çağın ve modern toplumsal düşüncenin ürünü
olmakla birlikte, anayasacılığın felsefî temelleri Batı Uygarlığı’nın gelişimindeki çok eski
zamanlara kadar uzanmaktadır. Bu anlamda, anayasacılık düşüncesinin özü olan sınırlı iktidar
ve özgür birey anlayışları, Batı’da çağlar içinde yaşanan dönüşümlerin ürünü olup, siyasî
iktidar ile insanlar arasındaki ilişkinin doğasına dair biçimlenen özgün anlayışları
yansıtmaktadır.
Gerçekten, daha Antik Yunan’dan başlayarak hukuk, Batı toplumsal düşüncesinde
önemli bir yer sahibi olmuştur. Özü itibariyle birer “vatandaşlar topluluğu” olan kent
devletlerinde15 hukuk, Antik Çağ’ın devlet adamlarının gözünde, topluluklarını bir arada
tutabilmenin yegâne aracı olarak benimsenmiş16; hukukun insanlar arasındaki birliğin esas ve
vazgeçilmez temeli olduğuna dair inançlarıyla Yunanlılar, Doğu’da örnekleri sıkça görülen
“sınırsız takdir hakkına sahip iktidar” düşüncesine yabancılaşmışlardır. Benzer şekilde, tarihî
ve toplumsal olarak Antik Yunan’ın mirasçısı olan Roma’da da hukuk, toplum ve devlet
yaşamında merkezî bir rol oynamış; güçlenen askerî otoritesini bir sosyal düzen aracı olarak
15 MÖ. 5. yüzyılda en parlak dönemini yaşayan Antik Yunan’dan günümüz Batı Uygarlığı’na devrolunan siyasî
mirasın şekillenmesindeki en önemli etken, kuşkusuz “kent devleti” denen örgütlenme ve yaşam biçimleri
olmuştur. Burada bu yapılanmaları tanımlarken, “idari örgütlenmeler” kavramının yanında, “yaşam biçimi” de
sözcüklerini kullanmamız, kuşkusuz ki bir edebî kaygının çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Gerçekten de kent
devletleri, ya da Yunanlılar’ın özgün isimlendirmesiyle “polis”ler, birer idari birim olmanın çok ötesinde;
sanatsal, ekonomik, entelektüel, ahlâkî, siyasî ve dinî boyutlarıyla bütünsel bir kimlik, bir varoluş şekliydi.
Yunanlılar için polis, kelimenin tam anlamıyla, başlı başına bir yaşam biçimiydi. Bkz. MORROW, John:
History of Political Thought, A Thematic Introduction, Macmillan Press LTD, Malaysia 1998, s. 5.
16 WATKINS, Frederick: The Political Traditions of The West, Harvard University Press, Cambridge-
Massachusetts 1967, s. 6.
hukukun yerine ikâme etmeyen Romalılar, giderek yükselen ve teknikleşen bir değer olan
hukuku, toplumsal barışı ve düzeni sağlamanın aracı haline getirmeyi başarmışlardır.17
Roma’nın yıkılışıyla başlayan ve yaklaşık 1000 yıl süren bir zaman dilimi olan
Ortaçağ ise, bu döneme atfedilen bütün olumsuz değerlendirmelere rağmen18, anayasacılık
düşüncesinin oluşumuna katkı yapan bir çok unsurun ortaya çıkışına şahit olmuştur.
Gerçekten, bu dönemin hakim öğesi olan Hıristiyanlık’ın, zaman içinde Roma’nın giderek
zayıflamasına paralel olarak dünyevî iktidara rakip bir güç haline gelmesi, Batı siyasî
geleneğinde bambaşka bir anlayışın doğumuna yol açmıştır. Zira, değinilen bu gelişme ile
birlikte, tarihte ilk defa, siyasî iktidara bir sınır çizen ve onu, belli ölçülerde de olsa,
öngörülebilir ve hesaplanabilir kurallar çerçevesinde davranmaya iten bir dışsal denge faktörü
17 McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-I, Ancient and Medieval, Harcourt Brace
Jovanovich, Inc., U.S.A. 1968, s. 98. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki; bütün bu gelişmelere rağmen, Antik
Çağlar’ın anayasacılık düşüncesi bağlamındaki önemini abartmamak lazımdır. Zira, değinilen her iki uygarlığın
kurduğu sistemin de, anayasacılığın özünü oluşturan hususlarda büyük eksiklerinin olduğu açıktır. Bu anlamda,
örneğin Antik Yunan’da, tüm vatandaşların devlet yönetimiyle bizzat ilgilendiği; yani “kamu”nun bizzat
kendisinin iktidarda olduğu bir sistemde “kamuoyu”, iktidarın işleyişine anayasal bir çerçeve çizmenin
imkânsızlığıyla karşılaşmış ve yönetimde etkin olmayı başaran grubun önünde, karşıtlarını mahvetmek için
hiçbir ahlâki veya yasal engel kalmamıştır. [WATKINS (1967): s. 17] Benzer şekilde, Roma’nın devlet ve
toplum anlayışının iflasının altında yatan sebep de; iktidarın, kendisi dışında bir denetim mekanizmasına tâbi
tutulamaması olmuştur. Roma Kamu Hukuku, POLYBIUS’un anayasa çalışmalarında da dile getirildiği gibi,
“karma anayasa” anlayışının ve iktidara hakim olacak güçler arasındaki denge arayışlarının sonucu olarak dikkat
çekici ilerlemeler kaydetmiş, ancak Roma Anayasası hiçbir zaman iktidarın iç işleyişini düzenleyen dar bir
kurallar kümesi olma boyutunu aşamamış ve “iktidarın halk karşısında sınırlandırılması” gibi bir açılımı
gerçekleştirememiştir. Kısacası, kişiler arası ilişkileri ve devletin iç işleyişini düzenleme hususunda son derece
etkin olan hukuk, gerek Yunan, gerek Roma Dönemi boyunca, bireylerle iktidar arasında gerçek bir tampon
vazifesi görmekten uzak kalmış; bu da, bugün anladığımız anlamda bir anayasa fikrinin Antik Çağlar boyunca
oluşmasını engellemiştir.
18 “Aslında bu dönemi adlandırmak üzere kullanılan terimin kendisi bile, bu döneme bakıştaki tereddütleri gözler
önüne sermektedir. Zira, zaman gibi, sonu belli olmayan ve net olarak ölçülemeyen bir doğrultunun “orta”sının
neresi olduğu belli olmayacağına göre, bu döneme Ortaçağ denmesinin ideolojik nedenleri olduğu açıktır...
Aydınlanmacı bilinçaltına göre Ortaçağ, uzun sürmüş bir kuluçka dönemi, koza içinde geçmiş bir zaman
dilimidir.” Bkz. BELGE, Murat: “Ortaçağ”, Doğu Batı, S. 14 (2001), s. 77, 78.
ortaya çıkmıştır. Roma’nın yıkılışından sonra ise Batı’da merkezî bir otoritenin yokluğunda,
farklı iktidar odaklarının görece bağımsız varlıklarından kaynaklanan yeni bir yapılanma
oluşmuş ve bu yapılanmayı herkes açısından makul ve sürdürülebilir bir dengeye oturtmanın
aracı olarak şekillenen “sözleşme” fikri ile, çeşitli feodal otoriteler arasındaki danışma ve
ortak karar organı haline gelen “feodal meclisler”, bu dönemin anayasacılık düşüncesinin
gelişimine sunduğu özgün katkılar olmuştur. Buna ek olarak, toprakların giderek daha fazla
feodal bey arasında bölünmesi, sistemin siyasî ağırlık merkezini giderek daha aşağıya
çekerken19; çoğalan ve denetimsizleşen bu merkezler arasındaki anarşik mücadeleler, feodal
unsurlar arasında “adil” ve “adil olmayan” davranışların daha dikkatle izlenmesine ve bu
kavramların, iktidarın meşruluk ölçütü olarak benimsenmesine yol açmıştır. Bu değer yargısı
da, iktidarın kullanımının bir takım adalet ilkelerine uygun olması gerektiği yolundaki tipik
Batı düşünce tarzına önemli katkılar sağlamıştır. Bütün bunlara ek olarak, dünyevî iktidarlar
ile Kilise arasında sürüp giden mücadeleler, toplumun, kendisiyle iktidar odakları arasında
tampon vazifesi görecek bir takım “ikincil yapılanmalar” üretmesine de imkân sağlamıştır.
Bir bilimsel ilerleme sürecinin, bir ticari gelişme sürecinin ve bu alanların somutlaştığı yaşam
çevresi olarak şehirlerin yaratılması20, Kilise ile dünyevî iktidarlar arasındaki mücadelenin,
Batı Uygarlığı’na öngörülmemiş ve hesaplanmamış katkıları olmuştur.21 Görece serbest bir
yaşam biçiminin hüküm sürdüğü bu şehirlerde giderek güç kazanan “şehir meclisleri” de,
Avrupa’nın anayasacılık geleneğine önemli katkılar sunan bir diğer kaynak olmuştur. Zira bu 19 POGGI, Gianfranco: Çağdaş Devletin Gelişimi; Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev. Şule KUT ve Binnaz
TOPRAK), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 46.
20 SCHÖPFLIN, George: “The Political Traditions of Eastern Europe”, Daedalus, Vol. 119, No. 1 (Winter
1990), s. 58. Aynı makale için ayrıca bkz. Eastern Europe… Central Europe…Europe, Stephen
GRAUBARD (Ed.), Westview Press, Boulder 1991, s. 59-92.
21 Burada tipik bir söylem olarak iktidarın sınırlanmasından değil, öngörülmemiş ve hesaplanmamış süreçler
neticesinde oluşan kısmi özgürlük alanlarından bahsedilmesi gerektiği hakkında bir diğer görüş için bkz.
ZABUNOĞLU, Yahya Kazım: Bir Hukuk ve Siyasal Bilim Problemi Olarak Devlet Kudretinin
Sınırlandırılması, A.Ü.H.F. Yayınları No: 185, Ankara 1963, s. 19-20.
meclisler sayesinde, dinsel aktörler olmaksızın da iktidarların talepleriyle toplumun ihtiyaçları
arasında bir dengenin kurulabileceğine ve iktidarın, birbirini sınırlayan farklı güç odakları
arasında bölünebileceğine dair ilk kanıtların elde edilmesi mümkün olmuştur.22
Başta da belirtildiği gibi, buraya kadar değinilen bu dönemlerin her birinin,
anayasacılık düşüncesinin beslendiği fikrî temellerin oluşumuna önemli katkılar sağladığına
kuşku yoktur. Bununla birlikte, anayasacılık ve anayasalar, esas itibariyle, Batı’da 15.
yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına uzanan dönemde yaşanan büyük bir toplumsal dönüşümün ve
bu dönüşümün hakim aktörleri arasındaki ilişkilerin sonucu olarak biçimlenmiştir. Dolayısıyla
bu kavramların ne anlama geldiğini sağlıklı bir biçimde değerlendirebilmek için, öncelikle
anılan bu dönüşümün üzerine eğilmek gerekmektedir.
1) Büyük Dönüşümde Birinci Sahne: Rönesans ve Reform 23
15. ve 16. yüzyıllar boyunca Batı’da yaşanan iki büyük gelişme, Avrupa’nın
görünümünü baştan sona değiştirecek bir dönüşümün kapılarını açtı. Bunlar; bir kültür, sanat
ve yaşam anlayışı devrimi olan Rönesans ile, bunun dinsel alandaki yoldaşı olan Reform
hareketleriydi.
Binyılın başından beri Avrupa’da yaşam, ticaret ve endüstri ekseninde giderek
canlanırken, sürekli olgunlaşan merkezî iktidar karşısında Kilise, dünyevî iktidar savaşında
22 POGGI (1991): s. 58. İktidarın, farklı güç odakları arasında bölüşülerek sınırlanması anlamındaki bu denge, bu
“sosyal düalizm”; aktörleri ve ifade ediliş tarzı değişse de, o tarihlerden bu yana Batı Uygarlığı’nın
tanımlanmasındaki en ayırt edici özellik olarak kalmıştır. Zira aşağıda inceleneceği üzere, ağırlıklı olarak
Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışı sonrasında şekillenen bu anlayış, gelişen yeni toplumsal güçlerin baskısıyla
karşılaştığı zaman ortadan kalkmamış, aksine, temel esaslarının korunduğu lâik bir söylem çerçevesinde yeni
çağlara aktarılmıştır. Bu konuda bkz. BLUHM, William T.: Ideologies and Attitudes: Modern Political
Culture, Prantice-Hall Inc., Englewood-Cliffs-New Jersey 1974, s. 27.
23 Buradaki bölümlememize temel oluşturan ve Ortaçağ Avrupa Siyasî Kültürü’nün geçirdiği büyük dönüşümü,
iki büyük adım ve bu adımları oluşturan evreler halinde çözümleyen daha ayrıntılı ve analitik bir çözümleme için
bkz. GÖNENÇ (2002): s. 43-45, 49-51 ve 72 vd.
yorgun ve parçalanmış haldeydi. Uhrevi uğraşlarındaki çözülmeye paralel olarak,
yüzyıllardan beri tekelinde tuttuğu eğitimde ve sanatlarda da dünyevî aklın güçlenmesine
karşı koyamayacak kadar meşguldü. Buna ek olarak, özellikle İtalya’da, Floransa gibi güçlü
kentlerde yaşayan ve entelektüel kapasitesi yüksek olan orta sınıf, bilimde, eğitimde ve
sanatlardaki bu coşkulu akımın itici gücü olmaya devam ediyordu. Yükselsen bu yeni sınıf,
yalnızca entelektüel faaliyetlerdeki ilerlemelerle de yetinmeyip, tüm Ortaçağ’ı kaplayan
Kilise yasası yerine, pazar toplumunun gereksinimlerine daha uygun olan Roma Hukuku’nu
canlandırmaya başlamıştı. Böylece olgunlaşan bu şartlar; insana, doğaya ve yaşamın
anlamlandırılmasına dair bambaşka bir anlayışın; insancıllığın ve insana baskı yapan her şeyin
reddiyle dünyevî mutluluğu temel alan yeni bir düşüncenin oluşumunun yolunu açtı.
Bununla birlikte, Rönesans’ın bizi ilgilendiren yönü, sanatlarda, bilimde ve teknik
gelişmelerde sağlanan bu başarılardan ziyade, iktidarın belirlenmesi sürecinde Reform’la
birlikte tamamlanacak olan bir dönüşümün başladığı ve Niccolo MACHIAVELLI gibi
düşünürlerce, modern siyasetin temeli olan “merkezî egemen devlet” kuramının oluşturulduğu
dönem olmasıdır. Gerçekten, Antik çağlar boyunca siyasetin temel sorunu, “en iyi” yönetim
biçiminin ne olduğunun belirlenmesi olmuştu. Ahlâki bir vurgu çerçevesinde ele alınan bu
sorun, siyaseti ve bunun konusu olan iktidarı, düşünsel düzeyde ifade edilen bir takım
değerlere bağlı ikincil bir konumda ele alıyordu. Ortaçağ boyunca ise siyaset, Kilise’nin din
merkezli evrensel iktidarının meşrulaştırılması ve korunması üzerinde yoğunlaşmıştı.
Rönesans ve MACHIAVELLI ile birlikteyse siyaset ve ahlâk sorunları birbirinden ayrılarak
merkezî iktidar, siyaset sorununun temeline oturtuldu.24 Böylece bu dönemden sonra siyaset
24 Aslında MACHIAVELLI’in ahlâk ile siyaset sorunlarını birbirinden mutlak olarak ayırdığını söylemek, biraz
kolaycı bir yaklaşım olmaktadır. Burada söz konusu olan, o güne kadar ahlâkî vurgulardan veya “olması
gereken”e ilişkin bir takım varsayımlardan türetilen siyasetin, MACHIAVELLI ile birlikte artık ahlâkın önüne
geçirilmesidir. Bu anlamda MACHIAVELLI, siyasetin kendi özerk alanının oluşumuna önemli katkılarda
bulunmuş ve onu, esas konusu olan merkezî egemen iktidarla birlikte, dinin, ahlâkın ve diğer tüm toplumsal
sorunu; “iktidarın nasıl ele geçirileceği, sağlamlaştırılacağı ve korunacağı” biçiminde ifade
edilmeye başlandı. Ancak, Batı siyasî düşüncesinde başlayan bu büyük dönüşümü
tamamlayan ve siyasetin doğasındaki farklılaşmayı resmîleştiren adım ise, Reform hareketiyle
birlikte atıldı.
Savunduğu değerler ve eylemleri arasındaki fark, artık sıradan insanların bile
görebileceği kadar belirginleşen ve üzerinde büyük bir nefret toplayan Kilise’ye karşı gittikçe
büyüyen bir tepki, tüm Avrupa’da 1300’lerin başından beri sürekli birikmekteydi. 1500’lerin
başında gelinceye kadar bu tepkiler doğrultusunda pek çok başkaldırılar yaşanmış, ancak o
tarihe kadar yaşanan ayaklanmalarda reformcular, dinden başka şeylerde de reform isteme
hatasına düşmüşler ve başarısız olmuşlardı.25 Ama 31 Ekim 1517’de bir Alman Papazı olan
Martin LUTHER’in, ünlü 95 Tez’ini Wiltenberg’deki Saray Kilisesi’nin kapısına asmasıyla
başladığı kabul edilen bu son dalga harekette her şey bambaşka bir şekilde gelişti.
Din, Avrupa coğrafyasının büyük bölümünün Kilise tarafından sistemli bir biçimde
sömürülmesini meşrulaştıran en büyük kılıftı. Bu kılıfın altında Kilise, şehirli orta sınıflardan
merkezîleşen iktidar odaklarına kadar birçok kesimle rekâbet halindeydi. Bu yüzden Reform,
Kilise’yi, aslında ait olduğu kutsal ve temiz yere çekme çabası olarak başlamasına rağmen,
kendisine hiç ummadığı destekçiler buldu ve bu destekçiler onu, başlangıçta öngörmediği ve
oluşumların kendisinden türediği bir kaynak haline getirmiştir. Bkz. AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali ve Levent
KÖKER: Tanrı Devlerinden Kral-Devlete, İmge Kitabevi, Ankara 2001, s.197-207.
25 Örneğin, İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nden bir dinbilim profesörü olan John WYCLIF (1320-1384)
Papa’yı sert bir dille eleştirirken aynı zamanda köylü ayaklanmalarının manevi önderi konumuna gelmişti.
Bohemya’da Ioannes HUS (1369-1415) sadece Roma’yı protesto etmekle yetinmemiş, soyluların iktidarını ve
ayrıcalıklarını tehdit eden komünistçe bir köylü hareketi yaratmıştı. Dolayısıyla bu hareketler, karşılarında yalnız
Kilise’yi değil, dünyevî otoriteleri de bulmuşlar ve ezilmişlerdi. Bkz. McDONALD, Lee Cameron: Western
Political Theory Part-II, From Machiavelli to Burke, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., U.S.A. 1968, s. 221
vd.
hesaplamadığı duraklara taşıdı. Böylece Protestan Reformu26, dinler tarihi içindeki bir aşama
olmaktan ziyade, dünya siyasî tarihindeki bir dönemeç olarak anlam kazandı.27
Kilise’nin ancak bir congregatio fidelium28 olarak anlaşılmasını savunan Lutherci
görüş, zaman ilerledikçe Avrupa coğrafyasındaki dünyevî otoritelerce, dinî ve dünyevî
iktidarlar arasındaki ilişkinin “olması gereken” biçimi olarak benimsendi.29 Aynı şekilde, tüm
Avrupa’da refahın ve gücün yeni talibi olan burjuvazi de, Kilise’nin dolaşımdaki kârdan
aldığı ölçüsüz paydan fazlasıyla rahatsızdı. Bu yüzden, Luther’in çıkışı, onlar için de içlerinde
biriken tepkinin bir ifadesi oldu.
Aslında Reformcular’ın, Kilise-Devlet ilişkileri hakkında, Hıristiyanlık’ın
doğumundan miras kalan ve Kilise’nin siyasî iktidar karşısındaki özerkliği ve eşdeğerliliğini
savunan fikre sıkı sıkıya bağlı olduklarına şüphe yoktu. Ancak Katolik Kilisesi’nin şiddetli
karşı saldırısından ve baskılarından korunmak için en büyük güvenceleri Kilise ile rekabet
halindeki bölgesel hükümdarlar olan Reform önderleri, bu fikirlerini, onları koruyan prens
dostlarını kızdırmamak için hiç bir zaman yüksek sesle ifade edemediler.30 Böylece gelinen
noktada, hem gücü bölünen ve dünyevî iktidarlar karşısında zayıflayan Katolik Kilisesi, hem
de sürekli karşı karşıya olduğu tehditler yüzünden prenslerin koruyuculuğunun devamına
26 “Protestan” sözcüğü, Luther’i destekleyen bir grup Alman Prens’in, bir İmparatorluk buyruğunun
kaldırılmasına karşı, Spires Diet’ine resmî bir protesto bildirisi sundukları 19 Nisan 1529 tarihinden itibaren
kullanılmaya başlanmış ve o tarihten sonra, bu yeni öğretinin, yaygın kabul gören adı haline gelmiştir. Bkz.
BRINTON, Crane, John B. CHRISTOPHER ve Robert Lee WOLFF: 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve
Çağdaş Uygarlık, (Çev. Mete TUNÇAY), Cem Yayınevi, İstanbul 1982, C. 1, s. 68.
27 McDONALD (Part-II/1968): s. 219.
28 LUTHER’in, Kilise’nin o tarihteki gibi, siyasî ve ekonomik talepleri olan bağımsız bir kurumsal kimlik olarak
değil, sadece iman edenlerin (Tanrı’ya inananların) dinsel birliği olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunurken
kullandığı kavram.
29 SKINNER, Quentin: The Foundations of Modern Political Thought, Volume Two: The Age of
Reformation, Cambridge University Press, Great Britain 1992, s. 81.
30 WATKINS (1967): s. 70.
ihtiyaç duyan Protestan Kilisesi, iktidarı etkili bir biçimde sınırlayan güçler olmaktan
uzaklaştı. Bu anlamda Reform’la birlikte gelişen olgunun adı, dinsel olanla (Kilise ile)
dünyevî olanın (devletin) ayrılması anlamında bir “laikleşme” değil, dinsel olanın dünyevî
olana bağımlı hale gelmesi anlamında bir “dünyevîleşme” (secularisation) olarak
biçimlendi.31
Reform hareketinin yarattığı etki, bu gelişmelerle de sınırlı kalmadı. Bu dönemde
Avrupa’da yaygınlaşan dinsel şiddet32, Protestanlar arasında “Monarkomaklar” olarak bilinen
ve dinsel temelli bir direnme hakkı kuramı oluşturan bir akımın doğmasına yol açtı. Despot
(Katolik) kralların meşruluğunu tartışmaya açan ve onların ortadan kaldırılmasını meşru
gören bu anlayış, kısa sürede yaygın kabul gördü ve Katoliklerce de kendi pozisyonlarına
uyarlandı. Böylece Avrupa, 17. yüzyılın hemen başında, çalışmanın başında da değinilen Otuz
Yıl Savaşları’yla şiddetinin zirvesine ulaşacak bir kaos dönemine girdi. Avrupa nüfusunun
neredeyse yarısının ölümüne yol açan bu vahşet yüzyılı, giderek daha fazla insanın dinsel
fanatizmin her türlüsünden nefret etmesine ve mutlak iktidarı bir daha kimsenin meydan
okuyamayacağı kadar güçlendirmeyi, bu kısırdöngüden çıkışın tek yolu olarak görmesine yol
açtı. Böylelikle gelinen noktada Kilise, Batı Uygarlığı’nın yönünün tayin edilmesi sürecinde,
devletle eşit söz hakkına sahip bir kurum olarak kabul edilme şansını sonsuza dek yitirmiş
oldu.
31 AĞAOĞULLARI ve KÖKER (2001): s. 150.
32 Kuzey Avrupa’nın Katolik hükümdarları, sınırları içindeki dinsel farklılıkları barışçı bir biçimde uzlaştırma
konusunda başarısız olunca, dinsel birliği güç siyasetiyle sağlama politikasına yöneldiler. Böylece, önce
Almanya’da 1543 yılından itibaren V. Charles’in “sapkınlara” karşı giriştiği kutsal savaş, sonra İngiltere’de 1553
yılında Kraliçe Mary’nin başa geçmesiyle Protestanlar’a karşı girişilen toplu saldırılar ve daha sonra da
Fransa’da 1572’de Huguenot’lara (Fransız Protestanlarına) karşı girişilen kıyımlar gibi çeşitli tasfiye hareketleri
Avrupa’ya hakim oldu. Bu dönemde yaşanan şiddet olaylarının ve bunların siyasî yansımalarının ayrıntılı bir
incelemesi için bkz. TILLY, Charles: Avrupa’da Devrimler 1492-1992, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995, s.
213-219.
Yaşanan bütün bu olayların sonucunda Avrupa, 1000 yıldan uzun bir zaman önce Batı
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şahit olduğu mutlaklaşma sürecini, bir kez
daha; ama bu sefer ağırlıkların terazinin diğer kefesinde toplandığı bir şekilde yaşamaya
başladı. Gerçekten, 5. yüzyılın sonlarında, tüm dünyevî iktidar odaklarının dağıldığı bir
ortamda Kilise, Avrupa’ya hükmedecek tek gerçek otorite olarak kalmıştı. 16. yüzyılın
sonlarına gelindiğinde ise Avrupa’da ayakta kalan tek güç, feodal rakiplerini de saf dışı etmiş
olan merkezî krallıklardı. Böylece, Yeni Çağ’a girilirken Avrupa, hem dinî ve dünyevî
otoriteler arasındaki düalizmden kaynaklanan dengelerini, hem de bir dönem boyunca yerel
ve bölgesel meclislerle hükümdar arasındaki ilişkiden türeyen dengelerini yitirmiş oldu.
Sonuç; Avrupa’nın, Batı Uygarlığı’nın o tarihe kadarki gelişimi boyunca, çoğulcu toplum
anlayışı ve özgürlükler adına edinilen tüm birikimlerin yadsındığı; mutlak ve kontrolsüz
güçlerin hakimiyeti altında ezilen bir kıtaya dönüşmesiydi.
2) Büyük Dönüşümde İkinci Sahne: Burjuva Aydınlanması
16. ve 17. yüzyıllar, Avrupa’da iki önemli olgunun gelişimlerini tamamlayarak dünya
tarihine ağırlığını koymasına sahne oldu. Bu olgulardan ilki, geride kalan yüzyıllar boyunca
oluşan altyapısıyla merkezî mutlak monarşi, diğeri de bu oluşumun en büyük dinamiklerinden
olan burjuva sınıfı ve bu sınıfın ekonomik temelli toplum görüşüydü. Bu iki unsur arasında,
feodalitenin ve en büyük feodal güç odağı olan Kilise’nin tasfiyesi sürecinde kurulmuş olan
ittifak, Avrupa’nın 17. yüzyılına da damgasını vurdu ve en olgun meyvelerini bu yüzyılda
verdi.33 Bu dönem boyunca burjuva sınıfı, en yetkin beyinlerini çeşitli alanlarda iktidarın
33 Bu noktada, merkezî krallıkların ayrıcalıklı şehirlerle olan mücadelesini ve burjuvazinin toplumsal rolünü
birbirine karıştırmamak lazımdır. Zira POGGI’nin de belirttiği gibi, merkezî hükümdarlar, şehirli tüccarlara,
başka hiçbir kurumun—ve hattâ şehir meclislerinin—sunamayacağı yeni olanaklar ve ulaşılabilecek yeni ticarî
sınırlar sunuyordu. Bu yüzden, bu grubun önde gelen temsilcileri, salt şehirli olmaktan veya lonca üyeliğinden
kaynaklanan ayrıcalıklar yerine, bireysel sermaye sahibi sıfatıyla sahip olunabilecek yeni çıkarları tercih ettiler.
[POGGI (1991): s. 72,73.] Başka bir ifadeyle, burjuvazinin ayrıcalıklı şehirlerini yitirmesi, bir tür “yumuşak
hizmetine sunarken, Avrupa’daki merkezî monarşiler buna, merkantilizm denen ve ulusal
burjuvazilerin erken dönem gelişme süreci için hayati öneme sahip korumacı politikalarla
cevap verdiler.
18. yüzyıla gelindiğinde ise, Avrupa bambaşka bir yaşam tarzının doğumuna sahne
oldu. Bir yandan gittikçe gelişen teknoloji ve bunun üretim sürecine uygulanması sanayî
devriminin ön adımlarını oluşturuyor, diğer yandan da ticaret ve sömürgelerden gelen
katkılarla birlikte giderek zenginleşen Avrupa’da burjuvazi, gücünün ve üretkenliğinin
doruğuna ulaşıyordu. Fırsatlarla dolu bu yeni dönemde, zaman ilerledikçe eskiden dayanışma
içinde oldukları mutlak iktidarlar ve ihtirasla korudukları sınırları, artık yükselen bu yeni sınıf
için korunma duvarlarından ziyade aşılması gereken engeller görünümüne girmeye başladı.
Aynı şey, yeni çağın bu dinamizmi karşısında hâlâ Ortaçağ’ın donmuş ilişki kalıplarının
izlerini taşıyan toplumsal ahlâk ve değerler için de geçerliydi. Ancak, Avrupa nüfusunun
sayıca az ve o dönem için pek de saygı görmeyen bir kesimi olarak burjuvazinin, varolan
iktidar odaklarına karşı bir meydan okuma için, elinde tuttukları ticarî ve entelektüel
birikimden daha fazlasına; karşı karşıya kaldıkları engelleri aşmaya yetecek bir güce ihtiyacı
vardı. Bu da, aynı Ortaçağ’da Hıristiyan Kilisesi’nin yaptığı gibi, tüm hedef kitleyi peşinden
sürükleyecek—ki bu hedef kitle, burjuvazi için öncelikle orta sınıfın tümüydü—onlara ilham
ve inanç aşılayacak yeni bir öğretinin, yeni bir yaşam anlayışının ve dünyayı yeni baştan
formüle edecek bir yaklaşımın oluşturulmasını gerektiriyordu. İşte Aydınlanma34, bu arayışın
ifadesi olarak biçimlenen yeni sürecin adıydı.
geçiş” süreciyle tamamlandı ve mutlak monarkla burjuvazi arasındaki ittifak, daha geniş bir düzleme taşınarak
devam etti.
34 “Aydınlanma, 18. yüzyılın başarılı sanatçısı Daniel Chodowiecki’nin, bakır üzerine yapılmış bir gravürünün
adıdır. Resmin ön planında; ağaçların arkasında biri büyük, diğeriyse daha küçük iki kulesi görünen şato benzeri
bir yerleşime ait karanlık ormanın gölgesindeki şose yolda, bir yaya ve tek başına bir atlının peşi sıra bir yük
arabası ilerlemektedir. Yerleşim yeri, uzak sıradağların arkasında ortaya çıkan güneşten; ışınlarını henüz
ağarmakta olan gökyüzüne gönderen ve yerleşim yerinin ardındaki sis perdesini dağıtmak üzere olan sabah
Aslında Aydınlanma’nın, bir sınıf olarak burjuvaziyle ne ölçüde ilişkilendirileceği
konusu, halen tartışmalı bir konudur. Örneğin, BUHR, SCHROEDER ve BARCK,
Aydınlanma üzerine yazdıkları kitaplarına, “Aydınlanma, burjuvazinin bir sınıf olarak kendini
gerçekleştirebilmesi için giriştiği kurtuluş (özgürleşme) hareketinin … adıdır”35 diye
başlarken, Aydınlanmanın burjuvaziyle olan iç içeliği konusunda daha çekingen davranan ve
onu, daha çok aristokrasinin içinden çıkan düşünürlerle (Les Philosophes) özdeşleştiren
görüşler de mevcuttur.36 Ancak her durumda açık olan bir şey vardır ki; Aydınlanma,
“...düşmanlarla dolu bir dünyaya karşı savaşan militan bir tutumun ifadesidir.”37 Konuya bu
pencereden bakıldığında ise, 18. yüzyılın Avrupa’sında “düşman çevre”yi oluşturan en büyük
güç, mutlak monarşi ile Ortaçağ kalıntısı toplumsal yapılanmalar olduğuna ve bu kurumlara
karşı girişilebilecek herhangi bir mücadelenin altını dolduracak tek gerçek güç de, burjuvazi
olduğuna göre, bizce Aydınlanma’nın, bir burjuva ideolojisi olarak betimlenmesinde hiçbir
sakınca yoktur. Zira Les Philosophes’nin içinde, MONTESQUIEU gibi aristokrat kökenli bir
çok düşünür olmasına rağmen, son tahlilde çeşitli sınıflardan gelen tüm bu düşünürlerin
ürettiği fikirleri işleyen ve kendine uyarlayan, yine burjuvazi olmuştur. Bu yüzden, bu
çalışmada Aydınlanma, daha çok burjuvazinin 18. yüzyılın Avrupa’sındaki değişen konumu
çerçevesinde anlaşılmış ve çözümlenmeye çalışılmıştır.
Esasen, birbirinden bağımsız bir çok alanda gerçekleşen entelektüel bir sıçrama ve bir
özgürlük hareketi olarak Aydınlanma’nın temel argümanı, akla verdiği önem ve bu yolla
güneşinden gelen aydınlanmaya bürünmüştür.” Bkz. HOF, Ulrich Im: Avrupa’da Aydınlanma, (Çev. Şebnem
SUNAR), AFA Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 11.
35 BUHR, M., W. SCHROEDER ve K. BARCK: Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, (Çev. ve Düz. Veysel
ATAYMAN), Birim Yayınları No: 6, İstanbul 1984, s. 5.
36 Bu yaklaşımın bir örneği için bkz. ÇİĞDEM, Ahmet: Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul
1997, s. 21.
37 PORTER, Roy: The Enlightenment; Studies in the European History, The Macmillan Press Ltd., Hong
Kong 1992, s. 7.
insanlığın dünyevî mutluluğunu engelleyen tüm sorunların çözülebileceğine olan inançtı. Bu
inanç, 17. yüzyılın hemen başında, Newton’un klâsik fizik teorisinin tüm evreni sabit ve
hesaplanabilir bir takım kuralların etrafında tanımlayan bakış açısından ilham alıyor ve doğa
bilimlerinin, tüm evreni değişmez kurallar çerçevesinde açıklayan yaklaşımının toplum
bilimlerine yansımasını ifade ediyordu. Ancak kitleleri böyle bir kapsamlı dönüşüm projesine
ortak etmek için, onlara yalnızca yeni bir anlayış sunmak değil, onları bu anlayışın sunduğu
vaatlerin gerçekleşebilirliğine de inandırmak gerekiyordu. İşte, bu inancı topluma mâletme
yolunda ortaya atılan “gelişme” fikri (progress) ile, bu anlayışın mantıksal uzantısı olan
doğrusal tarih anlayışı38, Aydınlanma ideologlarının kitlelere sunduğu yeni “din” oldu.
Aydınlanma, burjuva değerleriyle kesişen özgürlükçü bir akım olarak, doğası gereği
bireyci yönü ön plânda olan tezler üzerine inşa edilmişti. Ancak büyük çaplı bir dönüşüm
projesi olarak, savunduğu bireysel fikirler ile toplumsal yaşamın asgarî gereklerini
uzlaştırmak zorundaydı. İşte “serbest piyasa” fikri de, Ortaçağ boyunca Kilise’nin sağladığı
bu uyumu, bu sefer tamamen lâik bir düzlemde gerçekleştirmenin aracı olarak ortaya atılan
çözüm oldu.39 Aslen eski bir kurum olan özgür pazarlık ve mübadele fikri, bu andan itibaren
yalnızca mal değişiminin optimum koşullarını oluşturan bir yapılanma olarak değil, tüm
sosyal ilişkilerin, ilişkinin tüm taraflarına en fazla mutluluk verecek şekilde düzenlenmesinin
aracı olarak ele alınmaya başlandı. Böylece serbest piyasa fikri, hem lonca tekellerine, yerel
gümrüklere ve aşılmaz ulusal sınırlara karşı savaşan burjuvazinin ekonomik kulvarını
genişletecek; hem de girişeceği bu mücadelede yalnızca kendi adına değil, tüm toplum adına
hareket ettiğini kanıtlayacak sihirli bir formül olarak benimsenmiş oldu. Bu düşüncenin bir
yansıması olarak da “serbestlik” fikri, ekonomik düzlemden sonra, sosyal ilişkilerin bir diğer
38 “İnsanlık tarihi, artık dünyanın sonuna ve mahşer gününe giden bir yol olarak değil, gittikçe gelişen bir varoluş
içinde ilkel başlangıçların yavaş yavaş ilerleyişi olarak görülmektedir.” Bkz. HOF (1995): s. 15.
39 WATKINS (1967): s. 139.
düzlemi olan düşünsel hayata da nakledildi. Zira bir çok baskı ve tehditle karşı karşıya olan
bu yeni sınıfın aydınları, kendi hareketlerini meşrulaştırmak ve özgürlük alanlarını çoğaltmak
için, tüm fikirlerin özgürce ifade edildiği ve dolaşıma sokulduğu bir “serbest düşünce
piyasası”nın varlığına ihtiyaç duyuyorlardı. Böylece, burjuva ideolojisinin mutlak ve
sorgulanmaz otorite fikriyle uyuşması mümkün olmayan yapısında bir boyut daha
belirginleşmiş oldu.
Bununla birlikte, orta sınıf önderleri için asıl sorun, kendi yaşam alanlarını, eski
değerlerin savunucusu olan mutlak iktidarın kontrolsüz müdahalelerinden kurtarmak
olduğundan, serbest piyasa fikri çerçevesinde optimum işleyişinin kurallarını koyduğu
toplumu, şimdi de iktidarın müdahalelerinden soyutlamak zorundaydılar. Zira Antik
Çağlar’dan o güne aktarılan deneyimlerden öğrenilen şeylerin en önemlilerinden biri de; bir
toplumdaki iktidarı, ister siyasî, ister ahlakî, isterse de ekonomik sebeplerle sınırlanmayı
arzulayan her düşüncenin, iktidarı sınırlamanın aracı olarak sunduğu aktörleri, mutlaka
iktidardan bağımsız bir kişiliğe kavuşturmak zorunda olduğuydu. Zira, iktidardan
kaynaklanan veya onun türevi olan hiçbir güç, içinden çıktığı iktidarı etkili biçimde
sınırlamanın aracı olamazdı. Ortaçağ boyunca bu çıkmaz, Hıristiyanlık tarafından, Kilise-
devlet ayrımı çerçevesinde aşılmış ve siyasî iktidarın karşısına, en az onun kadar meşru ve
kurumsallaşmış bir yapı konulabilmişti. İşte Aydınlanma’nın da bu sonuca varabilmek için
yaptığı şey; öngördüğü toplumsal sistemin, bireysel aklın ve özgür tercihlerin bileşkesi
sonucu ortaya çıkan doğal bir süreç olduğunu vurgulamak ve sistemin işleyişine yapılabilecek
“doğal olmayan” tüm müdahaleleri yadsıyarak, onları insanlığın gelişiminin önündeki
engeller olarak betimlemek oldu. Elbette ki 18. yüzyıl Avrupa’sında en büyük “doğal
olmayan” müdahale de; devlet müdahalesiydi.
İşte bu yaklaşımla birlikte, Batı’da Kilise’nin etkili bir sosyal denge aracı olma işlevini
kaybetmesinden sonra ilk defa, toplumun işleyişinin doğal seyrine bir özerklik kazandırılarak,
“siyasî iktidarın müdahale etmemesi gereken bir alan” düşüncesi oluşturuldu. Böylece, Batı
Uygarlığı’nın tarihsel gelişiminde, ilk önce dinî-dünyevî iktidar ayrımıyla sağlanan, ancak
Kilise’nin etkili bir sosyal denge unsuru olarak ortadan kalkmasıyla bozulan sosyal düalizm,
fikrî temelde de olsa, bir kez daha, ama bu sefer tamamen dünyevî aktörler esas alınarak
kurulmuş oldu.40
Buna karşın, Aydınlanma düşüncesi, topluma ve toplumun işleyişine siyas^İ iktidar
karşısında özerklik kazandırdıktan sonra, yine Ortaçağ Kilisesi’nin yaptığına benzer bir
biçimde, devleti kuramsal bazda da reddeden düşünceler geliştirmedi. Bunun yerine
Aydınlanma önderleri, devlete araçsal bir gözle bakmayı ve onu, kurdukları serbest piyasa
düzeninin koruyucusu olarak görmeyi seçtiler. Bu tutum, otoritenin ve istikrarın olmadığı
yerde kendisine de hayat hakkı olamayacağını bilen burjuvazinin tarihsel deneyimleriyle de
örtüşüyordu. Bu tutumun bir diğer nedeni de, Avrupa’nın neredeyse tamamında halkın, cahil
köylülerden, işçilerden ve hattâ serflerden oluşmasıydı.41 Aydınlanma önderlerine göre, bu
tarz bir kitlenin aklın ışığını görebilmesi ve bu yolda eğitilmesi neredeyse olanaksızdı. Ama
bunların, aydınlanmanın prensipleri doğrultusunda bilgece yönetilmeleri pekalâ mümkün
olabilirdi! Bu bilgeliğin kaynağı da, elbette ki, hükümdarlara danışmanlık yapacak olan
filozoflar olacaktı.42 Eğitimsiz geniş kitlelerle uğraşmaktansa, az sayıdaki belli otoriteyi
aydınlatmak, aydınlanmacılar için, kadim düzene karşı girişilen savaşta çok daha cazip bir yol
olarak görünüyordu.
Böylece Aydınlanmacılar, sınırladıklarına ve özerk toplumsal yaşam alanının dışına
ittiklerine inandıkları iktidarı, şimdi de ehlileştirme peşine düşmüşlerdi. 18. yüzyılda
neredeyse bütün Avrupa monarşilerinde birbiri ardına kurulan ve krallık sarayının organik bir
40 WATKINS (1967): s. 143.
41 PORTER (1992): s. 26.
42 Théma Larousse (1994): C. 1, s. 412.
parçası haline gelen Kraliyet Akademileri43 ile, Aydınlanmacılar’ın sunduğu prensiplerden,
ordularını, mali sistemlerini ve devlet bürokrasilerini reforma tabi tutmak için geniş ölçüde
faydalanan monarkların varlığı, bu ilişkiyi güçlendiren faktörlerdi. Böylece “Aydın Despot”
fikri, burjuvazinin siyaset sorununa getirdiği ilk çözüm oldu.44 Ancak 18. yüzyılın sonlarında
batıda yaşanan iki büyük devrim, orta sınıf Aydınlanması ile mutlak iktidarlar arasındaki
ilişkiyi bir daha geri dönmemek üzere kopardı ve sonu Anayasacılık düşüncesine varacak
bambaşka yolların kapılarını açtı.
3) Devrimler Çağı, Anayasacılık ve Anayasalar
18. yüzyılın sonlarında Avrupa, Antik Çağ’dan o tarihlere taşınan değerler ve
deneyimlerin eşliğinde, bünyesinde uzun zamandan beri biriken gerilimlerin çözüleceği ve 50
yıldan fazla sürecek olan bir devrimler dönemine girdi. Yüzyılın son çeyreğinde Amerikan ve
Fransız Devrimleri’yle açılan perde, Avrupa’da 1830 ve 1848 İhtilalleri’yle kapandı ve bu
süreç, yalnızca yazılı anayasaların ortaya çıkışına değil; buna ek olarak, anayasaların içini
vazgeçilmez bir takım değer ve ilkelerle dolduran “anayasacılık” kavramının da oluşumuna
sahne oldu.
1787 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimleri, aydınlanmış orta sınıflarla mutlak
iktidarlar arasındaki bağı koparan ve orta sınıflara, iktidarı öngörülen sınırlar içinde tutmanın
tek yolunun, onu elverişli siyasî kurumlar vasıtasıyla dengelenmek olduğunu öğreten asıl 43 Almanya’da II. Friedrich zamanında, 1740-1770 yılları arasında tipik bir Aydınlanma akademisi olan Berlin
Kraliyet Akademisi ve Fransız Châlons sur Marne Taşra Akademisi, bu yapılanmaların tipik örnekleri olarak
gösterilebilir.
44 Bu yaklaşım, siyaset teorisyenlerinde olduğu kadar ekonomik kuramcılarda da görülüyordu. Örneğin, yukarıda
anlatılan yaklaşımın tipik bir anlatımını, 1776 yılından yayınladığı “Ulusların Zenginliği” isimli eseriyle Adam
SMITH’te görebilmekteyiz. Gerçekten SMITH, merkantilist politikaların eleştirisini gündeme getirirken,
bunların yerine serbest ticaretin yararlarını son derece akılcı çıkarımlarla savunuyor ve hitap ettiği kitle olarak,
devrimci halk yığınlarını değil, aydınlatılmış iktidarı seçmekte hiçbir sakınca görmüyordu. (Bkz. WATKINS,
Frederick: The Age of Ideology – Political Thought, 1750 to the Present, Prentice-Hall, Inc., Englewood-
Cliffs-New Jersey 1964, s. 13.)
süreç oldu. Bu dönem, ayrıca Batı düşünce tarihinin derinliklerinden süzülüp gelen “anayasa”
kavramının da içeriğinin yeniden belirlenmesine ve kavramın, kendisini savunan toplumsal
güçler arasında “el değiştirmesine” şahit oldu. Zira bu döneme kadar anayasa, kralların
gittikçe güçlenen iktidarı karşısında yitirdiği ayrıcalıklı pozisyonunu tekrar elde etmeyi
arzulayan aristokrasinin ve diğer ayrıcalıklı sınıfların kadim düzene duydukları özlemi ifade
ederken45; “egemenlik” ve “mutlak otorite” kavramları da, bu eskimiş yapılara karşı savaşan
burjuvazinin özlemlerini dile getiriyordu.46 Amerikan ve Fransız Devrimleri’yle birlikte ise,
anayasa kavramı ve içerdiği değerler büyük bir dönüşüme uğradı ve bambaşka bir dünya
görüşünün ve devrimci bir atılımın manifestosu haline geldi.
Özü itibariyle, bölünmüş ve dolayısıyla sınırlanmış iktidarı ifade eden anayasal
geleneğin doğum yeri, kuşkusuz ki İngiltere olmuştur. 16. yüzyılda VIII. Henry ve
Elizabeth’in feodal yapıyla olan mücadelesinde “Taç”ın arkasında yer alan burjuvazi,
feodalizmin tasfiyesini takip eden iki nesil boyunca monarka karşı büyük bir mücadeleye
girişmiş ve en sonunda iktidarın, Taç, lordlar (aristokrasi) ve avam (burjuvazi önderlerince
temsil edilen halk) arasında paylaşılmasına muvaffak olmuştu. Esasen Taç ile avam
arasındaki dengeye dayanan bu sistem, 18. yüzyıla gelindiğinde de parlamentoda
kurumsallaşan iktidar-muhalefet dengesine dönüşerek devam etmekteydi.47 Egemenliğin
mutlak monarktan burjuvaziye geçişini, bu şekilde uzun zamana yayılan küçük adımlarla
45 Fransa’da, Saray çevresi ve aristokrasi tarafından sıkça dile getirilen “Kraliyet’in Temel Yasaları” gibi.
46 İşte, devrimler öncesi dönemde kavramlara yüklenen bu farklı anlamlardır ki; kuvvetler ayrılığı gibi bir
teorinin, burjuvazinin gerçek ideologu olan LOCKE’un yanı sıra, gerçek bir aristokrat olan MONTESQUIEU
tarafından da gündeme getirilmesini anlaşılır hale getirmektedir. Zira LOCKE’un kuvvetler ayrılığı teorisi—orta
sınıf amaçlarıyla tutarlı bir biçimde—egemenliği halka dayandırma söyleminin arkasında, sadece yasama erkinin
burjuvazinin kontrolüne verilmesini öngörürken, MONTESQUIEU, 18. yüzyılın başlarındaki toplumsal
mücadele eksenini yanlış okuyarak, aynı teoriyi, bu sefer aristokrasiyi kralın karşısına bir denge unsuru olarak
çıkarmak suretiyle tekrarlıyordu.
47 FRIEDRICH Carl, J.: Constitutional Government and Democracy: Theory and Practice in Europe and
America, Ginn and Company, Blaisdell 1968, s. 28.
gerçekleştiren İngiltere, bu süreçteki kazanımlarını “Anayasa” adı verilen tek bir belgede
somutlaştırma yoluna gitmedi. Bunun yerine bu ülkede ortaya çıkan oluşum; hepsi bir arada
değerlendirildiğinde anayasal bir içerik kazanan bir dokümanlar ve gelenekler silsilesi oldu.48
İngiltere’nin bu son derece ayrıksı tarihsel serüveni, bu süreci çok yakından takip eden
Avrupa’da bir çok öykünmeye yol açsa da, bu arayışlar, MONTESQUIEU’nun çalışmalarında
olduğu gibi, entelektüel düzeydeki çabalarla sınırlı kaldı. Zira gerek Avrupa monarşilerinin
devam eden gücü, gerekse İngiltere’nin kopyalanmaya müsait olmayan gelişim çizgisi, bu
örneğin Kıta Avrupa’sında tekrarlanmasını engelledi. Ancak yine de bu durum, İngiltere’nin
anayasal geleneklerinin anayasacılık hareketlerine dönüşmesine engel olamadı. Zira
İngiltere’nin bu birikiminin Batı Uygarlığı’nın genel gelişim sürecine aktarılması, hiç
beklenmedik—ve belki de istenmedik—bir şekilde; kolonileri aracılığıyla gerçekleşti.
Dünyadaki diğer koloni yerleşimlerinden farklı olarak, ağırlıklı nüfusu yerel halk
yerine anavatandan gelen göçmenlerden oluşan “Yeni Kıta”daki İngiliz kolonileri, anavatanın
anayasal geleneklerinin (sınırlı monarşi) temellerine sadık kalınan bir yönetim anlayışını
benimsemişlerdi.49 Ayrıca bu kolonilerin tamamı, anavatandan farklı olarak, yazılı birer de
anayasaya sahipti. Bu farklılığın temelinde ise, Samuel FINER’ın da çok yerinde bir tespitle
belirttiği gibi, koloni üyelerinin, sahip oldukları siyasî kültürü yeni yaşam alanlarına da
nakletme çabası yatmaktaydı.50
48 ANDREWS, William G.: “Constitutionalism and Constitutions”, Constitutions and Constitutionalism,
William G. ANDREWS (Ed.), D. Van Nostrand Company, Inc., U.S.A. 1961, s. 21.
49 ARMAOĞLU, Fahir: 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı
169, Ankara 1999, s. 25.
50 Yazara göre; “Anayasaların yazılı hale getirilmesi, başlıca iki farklı durumda görülmektedir. Bu durumlardan
birincisi; eski geleneksel anayasanın tekrarlanması (ve somutlaştırılması) ihtiyacının ortaya çıkması ve ikincisi
de—ilkinin tam tersine—eski düzenin tamamen bir yenisiyle değiştirilmesi eğiliminin baş göstermesidir.” Bu
durumda, anavatanın anayasal geleneklerini yeni dünyalarına taşıma ihtiyacı duyan Amerikan koloni
önderlerinin, en başından beri bu taleplerini yazılı birer anayasa ile garanti altına almak istemesi, şaşırtıcı
Ancak, İngiltere’nin uyguladığı merkantisilst politikalar ve kolonilerin üzerinde
sürekli artan vergi yükü, kafalarında Manga Carta’nın ruhunu taşıyan ve vergilerin
toplanması konusunda son decere hassas olan göçmenlerin anavatana karşı cephe almasına
sebep oldu.51 Koloni önderlerinin, bu gerilimi azaltmak amacıyla, kendi parlamentolarına
sahip olmak için Kral’a yaptıkları başvuruların da sonuçsuz kalması üzerine İngiltere’yle
savaş kaçınılmaz hale gelirken, bu mücadelede halkın geniş kesimlerinin desteğine ihtiyaç
duyan orta sınıf önderleri, özellikle Thomas PAINE’in yazılarından aldıkları ilhamla “halk
egemenliği” prensibine sarıldılar ve monarşiden ziyade geniş halk kitlelerini öne çıkaran
fikirler geliştirdiler. Savaş devam ederken adım adım bağımsızlık eksenine kayan fikirler, en
sonunda Philadelphia’da toplanan Kıta Kongresi’nde Virginia tarafından dile getirildi ve
geniş kabul gördü. Böylece 4 Temmuz 1776 tarihinde Kıta Kongresi Delegeleri, ünlü
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilân ettiler. Amerikan Devrimi’nin İngiliz Aydınlanması
ve Fransız Philosophes’larıyla kurduğu güçlü düşünsel bağların da sonucu olarak bu belge,
doğal olarak, yalnızca bağımsız bir devletin kuruluşunu değil, bu devletin dayandığı yepyeni
ilkeleri de ilân ediyordu. Zira bu belgede, insanların doğuştan gelen vazgeçilmez haklarına,
iktidarın kaynağının halka dayandığına ve hattâ temel hak ve özgürlükleri tanımayan iktidarın
meşru olmayacağına ve bu iktidara karşı “direnme hakkı”nın mevcut olduğuna kadar bir çok
ilke ilk defa somut olarak dile geliyor ve başlamakta olan yeni dönemin ipuçlarını veriyordu.
İngiltere’ye karşı savaşın kazanılması ise, orta sınıf önderlerini, siyaset soruna
bambaşka bir bakış noktasına taşıdı. “Aklın ilkelerinin taşıyıcısı” olarak aydın despotlardan
değildir. Zira bu tip kolonizasyon hareketleri, Antik Yunan’daki İyonya kolonilerinden beri benzer ihtiyaçları
ortaya çıkarmış ve bu koloni yerleşim bölgeleri, yazılı anayasaların ve anayasal tartışmaların özellikle geliştiği
bölgeler olmuştur. Bu konuda bkz. FINER, Samuel E.: “Notes Towards a History of Constitutions”,
Constitutions in Democratic Politics, Vernon BOGDANOR (Ed.), Aldershot Publishing Co., Gover 1988, s.
20.
51 ARMAOĞLU (1999): s. 25.
medet uman erken dönem aydınlanma düşüncesinin aksine, çoğunlukçu bir demokrasi
anlayışı, Amerikalı Devrim önderlerince orta sınıfın ihtiyaçlarına en uygun çözüm olarak
kabul edildi. Ancak zaferden sonra, Amerikan Devletleri’nde birbiri ardına yönetime gelen
yasama meclisleri, izlemeye başladıkları korumacı ve muhafazakâr politikalarla, bu sınıfın
ekonomik çıkarlarına ve temel dünya görüşüne aykırı bir gidişatı gözler önüne serdi. Böylece,
çoğunluğun mutlak iradesine dayanan bir yönetimin, orta sınıf önderlerinin öngördüğü sosyo-
ekonomik düzenle bağdaşmadığı kısa sürede anlaşıldı. Ancak Amerikalı orta sınıf
devrimcileri için, bu aşamadan sonra demokrasiden geri dönüş yoktu. İngiltere’ye karşı
girişilen savaştan sonra yeniden bir tek adam yönetimi önermek ise, kimsenin aklından bile
geçiremeyeceği bir çılgınlıktı. Böylece gelinen noktada, mutlakçı düşüncelerin hem monarşik,
hem de demokratik formları tüketilmiş oldu. Şimdi tek çıkar yol, geleneksel anayasal
düşüncelerin diriltilmesi ve bunların, yeni çağın sistemine uyarlanmasıydı.52
Kısacası orta sınıf açısından çözüm; iktidarın—kimin elinde olursa olsun—
sınırlanmasıydı. Böylece Batı dünyası bir kez daha, iktidarın sınırlanması hakkındaki kadim
sorunla yüz yüze geldi. Bu ihtiyaç belirginleştiğinde ise, bu amaca hizmet edecek araçlar
olarak elde; kent devletlerinde yaşanan sınıf savaşlarını önlemeyi arzulayan ARISTO’dan
Roma Anayasası’nın meşrulaştırılması işlevini yüklenen POLYBIUS’a, orada da Aquinum’lu
Aziz THOMAS eliyle Hıristiyan teolojisine aktarılan “karma anayasa” düşüncesinin, LOCKE
ve MONTESQUIEU tarafından modern çağa uyarlanmış biçimi olan “kuvvetler ayrılığı” fikri
ile53, yine Batı Uygarlığı’nın derinliklerinden süzülüp gelen “üstün hukuka bağlılık” inancı
52 WATKINS (1967): s. 158.
53 “Eski ve yeni anayasacılık cereyanları arasında bir rabıta (bağlantı; ilişki) kurmaya çalışırken, çok unsurlu
(karma) anayasa fikrinin, tarihçe ve ideolojik olarak yakın bir şekilde kuvvetlerin ayrımı teorisine bağlı olduğunu
belirtmek gerekir. Bu sistemlerden ikisi de bir muvazene (denge) tesisi ve bunun idamesiyle ilgilidir. Birincisi,
içtimaî (toplumsal) sınıfların imtizacını (uyuşmasını; iyi geçinmesini) temin ederek, ikincisi de kuvvetlerin tevzii
(dağıtılması) yoluyla.” Bkz. FLANZ, Gisbert H.: XIX. Asır Avrupasında Anayasa Hareketleri, Anayasacılık
Hareketlerinin Mukayeseli Olarak İncelemesine Giriş, (Çev. Necat ERDER, Şerif MARDİN ve Aydın
vardı. Hıristiyanlığın doğumuyla birlikte Batı Uygarlığı’na yerleşen “bireysel varoluş” ve
buna verilen değer de, mutlakıyet karşıtı eğilimleri güçlendiriyordu. Dinsel ve feodal kökenli
durağan toplumsal tasarımlar ise, nicedir burjuva kökenli sözleşme kuramlarıyla ve iktidarın
kaynağının insanlar olduğunu ifade eden teorilerle yer değiştirmişti.
İşte bu temeller üzerinde yükselen dalga, bu kez başarıya ulaştı. Etkin bir merkezî
hükümet, katı bir güçler ayrılığı uygulaması, azınlık vetosu ve bağımsız bir yargı organından
faydalanarak, A.B.D.’de iktidarın işleyişine tamamen lâik temeller üzerine oturan anayasal bir
çerçeve çizmek ideali nihayet gerçekleşebildi. Böylece, Batı Uygarlığı’nın tarihinde,
Hıristiyanlığın sahneden çekilmesiyle birlikte bozulan sosyal düalizm, en sonunda bir kez
daha, üstelik somut olarak yeniden kurulmuş oldu. Bununla birlikte, söz konusu sürecin asıl
önemi; bu dönüşümün yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’yle sınırlı kalmayıp, oradan tüm
Avrupa’ya yayılmasıydı. Bu ise, orta sınıf aydınlanması ile mutlak iktidarlar arasındaki
ilişkiyi bir daha geri dönmemek üzere koparan ikinci devrimle, Fransız Devrimi’yle
gerçekleşti.
Fransız Devrimi’nde de izlenen yol, Amerikan Devrimi’nin takip ettiği sürece benzer
bir seyir izledi. Ancak, Fransa’da devrimin nedenleri, okyanus ötesindeki devriminkinden
daha derin ve daha karmaşıktı; bunun için devrimin kendisi de daha şiddetli ve daha geniş
kapsamlı oldu.54 Fransa, merkezî otoritesini tesis etmiş bir krallık olmasına rağmen, bu ülkede
feodalite ve bundan kaynaklanan aristokrat ayrıcalıklar, hâlâ toplumsal ilişkilerin başlıca
belirleyeni konumundaydı. Ticaret ekonomisinin hakim olduğu bu dönemde Fransız
monarşisi feodal yapıyla çatışmamakta, yalnızca onu, yeni bir siyasî biçim içinde sürdürerek
sistemin artı değerini merkezde toplamaktaydı. Bu da, bambaşka bir hayat arzulayan Fransız
SİNANOĞLU), Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi – New York University, Graduate School of Public
Administration and Social Sciences Müşterek Yayınlar Serisi No. 2, Ankara 1956, s.14.
54 BRINTON, CHRISTOPHER ve WOLFF (1982): s. 242.
burjuvazisini, dinsel ve aristokrat ayrıcalıkların hâlâ çok güçlü olduğu bir toplumda, en
başından itibaren halk desteğini aramak ve söylemlerini daha demokratik bir çerçeveye
taşımak zorunda bıraktı.55
Fransa’da Kral’ın, yeni vergilere onay alabilmek umuduyla 5 Mayıs 1789 tarihinde
Versailles’te topladığı Etats Généraux’de (sınıflar meclisi) çoğunluk, reformistlerin eline
geçti ve Fransa, 17 Haziran’da, kendisini “Ulusal Meclis” ilan eden üçüncü sınıf (halk ve
Burjuvazi) önderliğinde, devrime giden yola girdi. 1688 İhtilali’nden sonra emsalsiz bir itibar
kazanmış olan İngiliz Anayasal geleneği, Fransa’da da hayranlıkla izlenmesine rağmen;
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni müteakip, Fransız liberaller dikkatlerini Amerika yönüne
çevirmişler ve rehberliğin, Manş’ın karşı sahilinden ziyade Anlantik’in öbür yakasından
geleceğini ummaya başlamışlardı.56 Bu yüzden, 26 Ağustos’ta ilan edilen “İnsan ve Yurttaş
Hakları Beyannamesi” de Amerikan Devrimi’nin ideolojik argümanlarını büyük ölçüde
devralmış ve daha açık şekilde ifade etmişti.
Devrim’le mutlak monarşiyi ortadan kaldırdıktan sonra orta sınıf, uyandırdığı büyük
ve kontrolsüz halk gücünün yarattığı tehditle yüz yüze geldi. Özellikle devrim sonrası
tutuculuğa yönelen köylüler ve mülkiyet rejimini tehdit eden şehirli komünist akımlar, orta
sınıfa, Devim’in kendileri için öngördükleri duraklardan daha ileriye gitmek üzere olduğu
yönünde büyük ve anlamlı uyarılardı. Bunlara ek olarak, Kral ve Kraliçe’nin idamı gibi
adımlarla Devrim’in radikalleşmesi, Avrupa’nın köklü monarşileri arasında bir tedirginlik
uyandırdı ve bu durum, genç Fransız Cumhuriyeti’ni daha kuruluş aşamasında ciddi güvenlik
sorunlarıyla karşı karşıya getirdi57. Meşruti monarşiden cumhuriyete ve meclis hükümeti
sistemine, terör döneminden direktuar rejimine sürüklenen Fransa’nın, bu kırılmalara ek
55 WATKINS (1967): s. 164.
56 FLANZ (1956): s. 30-31.
57 WATKINS (1964): s. 26.
olarak Avrupa’nın birleşik askeri tehdidiyle de karşı karşıya gelmesi, bu ülkede, bir kez daha
bir tek adam yönetimini ortaya çıkardı: Napoléon BONAPARTE.
Napoléon Dönemi, içerde devlet aygıtının ve sosyal yaşamın modernleşmesi,
dışarıdaysa Devrim ilkelerinin tüm Avrupa’ya yayılması gibi önemli etkiler doğurduysa da,
sonu gelmez savaşların, orta sınıfın düzen içinde işleyen geniş bir pazar arayışıyla uyuşmadığı
ortadaydı. Böylece gelinen noktada, mutlakıyetçiliğin halka dayanan biçiminin de, tek kişiye
dayanan biçiminin de kabul edilemez olduğu görüşü bir kez daha galip geldi. Böylece
A.B.D.’den sonra Fransa’da da Aydınlanma felsefesi, bir çok acılı maceradan sonra iktidarın
sınırlanması yolunu benimseyerek, siyaset sorununa nihaî çözümünü bulmuş oldu.
Üstelik, bu iki devrimin doğurduğu fikirler, yalnızca Amerika ve Fransa’yı
etkilemekle de kalmadı. Bu devrimlerin yaratığı etkiler, Avrupa’da etkisi 1814 yılına kadar
sürecek olan bir “ihtilalci anayasacılık” dalgasının da doğumuna sebep oldu.58 Burjuvazinin
ağırlığını yansıtan meclislerin gücünün ve prestijinin arttığı bu dönemde, iktidarlar
olabildiğince yasamaya tabi kılınırken, temel hakların korunması fikri ön plâna çıkarıldı. Bu
devrimci atılım, Napoléon’un yükselişiyle birlikte hızını kaybederken, güçler ayrımı fikri ve
sınırlı iktidar anlayışı geri plâna itildi ve 1799 Fransız Anayasası’nın yansıması olan
“Bonapartist (Sözde) anayasalar”da, iktidarın tek elde toplanması eğilimi tekrar hakimiyet
kazandı. Böylece bu dönem, aynı zamanda anayasacılığın temel değerlerinden ve
felsefesinden uzak anayasaların ilk örneklerinin ortaya çıktığı dönem oldu. Napoléon’un 58 Avrupa’da Devrimler Çağı olarak adlandırdığımız dönemde yapılan anayasaları sınıflandırırken, esasen
FLANZ’ın bu konudaki çözümlemesini temel alıyoruz. Buna göre, Avrupa’da 1787-1814 yılları arasındaki
dönem, “ihtilalci anayasalar” dönemidir. Ancak Fransa’nın VII. Yıl Anayasası (13 Aralık 1799) ile, ihtilalci
anayasalar dönemiyle iç içe geçen ikinci bir dönem; “Bonapartist (sözde) anayasalar” dönemi başlamıştır. Yine
Fransa’da XVIII. Louis’in tahta çıkışında ilan edilen 1814 Anayasal Fermanı ise “Lejitimist (meşruiyetçi)
anayasalar”ın hakim olduğu dönemin başlangıcı sayılmaktadır. Muhafazakârlığın uyanışını simgeleyen bu
dönemin sonunu ise, 1830 İhtilalleri sonrasında tekrar güç kazanan “burjuva anayasaları” getirmiştir. Bahsedilen
bu ayrım ve bu esaslara göre tasnif edilen anayasaların kapsamlı bir analizi ve tablolar için bkz. FLANZ (1956):
s. 19-98.
yenilgisini takiben Fransa’da tahta çıkan XVIII. Louis’in ilan ettiği 1814 Anayasal
Fermanıyla başlayan meşruiyetçi anayasalar dönemi ise, “Kral”ın itibarını geri vererek onu
tekrar sistemin merkezine oturtuyor ve ihtilalci devrin radikal doktrinlerinden çok, feodal
“hürriyetleri” ön plâna çıkaran tavrıyla devrim karşıtı güçlerin (eski soylular sınıfının) bir kez
daha idareyi ele alması anlamına geliyordu.59 Bu rejimler, aynı zamanda Avrupa’nın bir çok
yerinde mutlak iktidarın baskıcı uygulamalarını geri getirirken, bir devlette adı “anayasa” olan
bir belgenin varlığının, bu belgenin içeriği anayasacılık düşüncesinin altında yatan değerlerle
doldurulmadığı sürece, kendisinden umulan faydayı sağlamaya yetmediği gerçeğini bir kez
daha gözler önüne serdi. 1814 yılında toplanan Viyana Kongresi’nde bir araya gelen
Avrupa’nın köklü monarşileri ise, Napoléon işgalleri sonrasında bozulan Avrupa düzenini
eski anlayışlar çerçevesinde tekrar inşa etmeye hazırlanırlarken, bu işgaller sırasında tüm
Avrupa’nın bambaşka bir kimliğe büründüğü gerçeğini görmezden geliyorlardı. Zira
Napoléon’un askerleri, gittikleri her yere Devrim’in ideallerini ve liberal fikirleri taşırken,
işgal altındaki ülkelerde hükümdar ve soyluları yönetimden uzaklaştırmışlar ve buralarda
burjuvaziyi tek hakim güç haline getirmişlerdi. Ayrıca bu işgallerin bir diğer sonucu da, işgal
altındaki ülkelerde liberalizm ve hürriyet fikrileriyle iç içe geçen ulusalcı hislerinin ve
milliyetçilik akımlarının güçlenmesi idi. İşte klâsik anayasacılık hareketleri de, 19. Yüzyılın
ilk yarısı boyunca Avrupa’yı saran bu akımlara karşı, “Metternich Sistemi” olarak
adlandırılan ve ortaya çıkan tüm özgürlükçü girişimleri bastırmayı amaçlayan yapının, 1830
ve 1848 ihtilalleriyle tasfiye edilmesi sürecinde biçimlenen ve ilk örneğini 1831 Belçika
Anayasası’yla veren sürecin adı oldu. Bu süreç, aynı zamanda Amerikan ve Fransız
Devrimleriyle ham halde ortaya çıkan liberal eğilimleri olgunlaştıran ve “anayasa” kavramını,
salt devletin dayandığı temel kurallar bütünü olmaktan ziyade; “sınırlı iktidar” ve “özgür
59 FLANZ (1956): s. 21.
birey” anlayışları üzerine inşa edilen bir devlet anlayışı olarak yeniden tanımlayarak, Batı
Uygarlığı’nın gelişiminde bambaşka yolların kapılarını açtı.
4) Anayasacılık; Dönüşen ve Değişen Anlamlar
a) Klâsik (Negatif) Anayasacılık
Yukarıda da değinildiği üzere, 18. yüzyılın sonlarında Amerikan ve Fransız
Devrimleri’yle açılan Devrimler Çağı, tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 - 1848
Devrimleri’yle sona ermiş ve bu süreç, Batı’nın siyasî ve toplumsal yapısının baştan sona
yeniden biçimlenmesine sahne olmuştur. Bu değişimin yelkenlerini dolduran fikirler, bütün
bu dönem boyunca edinilen birikimlere eklenmiş ve o tarihten sonra Batı toplumlarının
vazgeçilmez özellikleri haline gelecek olan yepyeni anlayışların doğumuna yol açmıştır.
Batı’da yaşanan bu büyük dönüşümün siyasî ve hukukî açılımı olan klâsik
anayasacılık düşüncesi, Modern Çağ’da artık sahnede olmayan dinin yerine, kamusal işleyişe
sorumluluk ve sınırlamalar çerçevesinde bakmanın lâik kuramı olarak biçimlenmiştir.60
Üstelik klâsik anayasacılık, yalnızca dinsel tasarımlardan bir kopuşu ifade etmekle kalmayıp;
aynı zamanda geniş ölçüde beslendiği ve insan doğası hakkındaki metafizik çıkarımlara
dayanan doğal hukuk teorisini de aşarak, meşruiyeti kendi özünden kaynaklanan bir toplum
teorisini de gündeme taşımıştır. İşte, iktidarın işleyişinin kamusal bir sorumluluk
mekanizmasıyla denetlenmesini mümkün ve meşru kılan şey de; temellerini Batı
Uygarlığı’nın derinliklerinden alan ve toplumun iktidar karşısındaki özerkliğini vurgulayan bu
anlayış olmuştur.61 Kısacası klâsik anayasacılık, dinin ve tüm metafizik öğelerin devre dışı
60 FRIEDRICH (1968): s. 21.
61 Batı siyasî kültürünün ayırıcı unsurlarından olan devlet-toplum diyalektiğinin kökenlerini Roma
Hukuku’ndaki kamu hukuku-özel hukuk ayrımına dayandıran bir çalışma için bkz. MADDOX, Graham:
“Constitution”, Political Innovation and Conceptional Change, Terence BALL, James FARR ve Russell H.
HANSON (Eds), Cambridge University Press, Cambridge - New York 1989, s. 55.
kaldığı bir dünyada, devlet iktidarını kontrol edebilmek amacıyla tasarlanan siyasî kurumların
toplamı olarak biçimlenen sürecin adıdır. 62
Klâsik anayasacılık düşüncesi, merkezinde yer alan sınırlı iktidar prensibini hayata
geçirebilmek için, örgütlü devlet iktidarı üzerinde iki tür sınırlama öngörmektedir. Bu
çerçevede ilk olarak, bireysel ve toplumsal yaşamın belli alanları iktidarın müdahalelerinden
tamamen soyutlanmakta; başka bir anlatımla bu alanlar, iktidara tamamen yasaklanmaktadır
(alan sınırlamaları). İkinci olarak ise, geriye kalan alan, yani iktidarın meşru hareket alanı
üzerine yoğunlaşılmakta ve iktidarın politika oluşturmak ve bunları uygulamak için sahip
olduğu araçlar ve yöntemlerin belirginleştirilmesi suretiyle, kamu gücünün işleyişinin ve
eylemlerinin öngörülebilir hale getirilmesine çalışılmaktadır (prosedürel sınırlar).63 Kısacası
klâsik anayasacılık, özgürlükçü ve usule ilişkin yönlerden oluşan bir bütünü ifade etmektedir.
Bir başka açıdan bakıldığında ise, klâsik anayasacılık düşüncesi ve bunların ürünü olan
anayasaların; birbirinden ayrı, ama aynı zamanda birbiriyle büyük ölçüde bağlantılı iki ilişki
biçimini düzenlediği görülmektedir. Bu kapsamda, ilk olarak, iktidarın vatandaşlarla olan
ilişkileri sınırlandırılmakta; ikinci adımda ise, iktidarın çeşitli yüzlerinin, yani devlet
organlarının birbirleriyle olan ilişkileri üzerinde durulmaktadır.64 Üzerinde durulan bu iki
ilişki biçiminin düzenleme kodları ise, anayasacılığın dilinde “hukuk devleti” ve “kuvvetler
ayrılığı” prensipleri olarak somutlaşmaktadır.
62 “Anarşik bir kaosun ağır zincirlerinden kaçınmak ve yalnızca bir devlet yapılanması içinde mümkün olan
toplu eylem biçimlerinin ve örgütlü işbölümünün getirilerinden faydalanmak için insanlar, devletin kendilerine
taktığı ufak zincirlere boyun eğerler. Ancak, özlenen düzeni sağlayacak kadar güçlü olan devlet, aynı zamanda
özgürlükleri baskı altına alacak kadar da güçlü olmuş demektir. İşte bu yüzden, ‘Leviathan’ın ‘Frankeştayn
Canavarı’na dönüşebileceği korkusuyla insanlar, devlet mekanizmasını motorlarla donattıkları gibi, frenlerle de
donatmaktadırlar.” Bkz. ANDREWS (1961): s. 9.
63 FINER (1988): s. 18; ANDREWS (1961): s. 13; CASTIGLIONE, Dario: “The Political Theory of the
Constitution”, Political Studies, XLIV (1996), s. 423.
64 ADREWS (1961): s. 14. Aynı yönde bkz. FRIEDRICH, Carl, J.: The Philosophy of Law in Historical
Perspective, The University of Chicago Press, Princeton 1969, s. 220, 221.
Anayasacılığın bu klâsik teorisini en iyi ifade eden çalışmalardan biri, Giovanni
SARTORI’nin 1962 yılında yayımlanan bir makalesidir.65 Yazar, makalesine İngiltere’nin
hukukî gelişimini inceleyerek başlamakta ve sözü edilen ülkede yazılı bir anayasa
olmamasından hareketle, İngiltere’nin, temel hak ve özgürlüklerin somut anayasal kurallarla
güvence altına alınmadığı diktatörlüklerle aynı kefeye konulamayacağına işaret etmektedir.
Ayrıca, Magna Carta gibi anayasal bir takım belgeler dikkate alındığında, İngiltere’nin yazılı
bir anayasaya sahip olmadığını söylemenin de hatalı olduğuna değinen yazar; “...bunun
yerine, İngiltere’nin ‘kodifiye edilmiş’ bir anayasaya sahip olmadığını” söylemenin daha
doğru olacağına inanmaktadır.66 Ancak tam bu noktada yazar, o ana kadar yürüttüğü bütün bu
tartışmaların aslında çok da anlamlı olmadığını söylemekte ve İngiltere örneğinde varlığını
veya yokluğunu tartıştığı “yazılı belgeler”in, sadece basit birer araç niteliği taşıdığını; esas
meselenin araçlar değil, bu araçlarla ulaşılmak istenen “amaç” olduğunu belirtmektedir. Bu
anlamda, yazılı belgeler şeklinde somutlaşsın ya da somutlaşmasın, anayasacılık
hareketlerinin ve anayasaların asıl amacı, yazara göre, tek bir sözcükle tanımlanabilecek kadar
açıktır: “Garanticilik” (Garantisme). Bir başka ifadeyle, 18 yüzyılın sonundan 20. yüzyılın ilk
çeyreğine dek İngiltere, Amerika ve Kıta Avrupa’sındaki anayasacılık hareketleri, farklı
biçimlerde de olsa, hep aynı amaca yönelmiştir: Keyfî yönetimlerin gücünü sınırlamak ve bu
sınırlamaların somutlaşacağı kurumsal düzenlemeleri keşfetmek.
Yazar, anayasacılık hakkında ortaya koyduğu bu “amaçsal” tanımın, yaşam gerçekliği
tarafından da doğrulandığını savunmaktadır. Buna göre, 1920’lerdeki “biçimsel
anayasallaşma” döneminde67 Batı’nın 150 yıllık anayasacılık birikimi göz ardı edilmiş ve bu
65 SARTORI, Giovanni: “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, The American Political Science
Review, Vol. 56, No. 4 (1962), s. 853 - 864.
66 SARTORI (1962): s. 855.
67 Bu kavramla kastedilen; anayasacılığın özü olarak nitelendirilen garantisme’den, yani bireyin haklarının kamu
iktidarı karşısında korunduğu bir yapılanmadan vazgeçildiği ve devletin kurumsal örgütlenme kalıplarının
sapmanın ne sonuçlara yol açabileceği, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın
sonucunda anlaşılabilmiştir. Kısacası, yazara göre, 1920’lerden İkinci Dünya Savaşı’na giden
deneyimler göstermişti ki; garanticilik hâlâ anayasacılığın ve modern anayasaların özüdür.68
Bu tespitlerden yola çıkan yazar, dünyadaki anayasaları da, klâsik anayasacılığın özü
olarak nitelendirdiği garanticilik ölçütüne göre gruplandırmakta ve anayasaların; temel olarak
iktidarın sınırlandırılması hedefine yönelen ve hükümleri günlük hayatta da etkin olarak
uygulanan “garantici anayasalar”; görünüşte gerçek anayasaları andıran ama pratikte,
hükümlerine hiçbir şekilde uyulmayan “sahte anayasalar” ve kâğıt üzerinde dahi olsa,
anayasacılığın temel prensiplerine uyum sağlama ihtiyacı hissetmeyen veya bu prensipleri
açıkça reddeden “nominal anayasalar” olmak üzere üç gruba ayırmaktadır.69
b) Negatif Anayasacılıktan “Pozitif” Anayasacılığa
Graham MADDOX, SARTORI’nin yukarıda incelenen makalesine cevap olarak
yazdığı bir makalede, konuya tam bu açıdan yaklaşmakta ve SARTORI’nin, anayasalara
sadece bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması gibi kısıtlı bir anlam yükleyen
tanımlamasına karşı çıkmaktadır.70 Bu tanımın yerine yazar, güçlü bir iktidar, güvenli ve
istikrarlı bir toplumsal düzen ve iktidarın sınırlandırılması unsurlarını bir arada içeren dengeli
bir anayasacılık tanımlamasını tercih etmek için önemli tarihsel ve toplumsal nedenlerin
varlığına dikkat çekmektedir.71 Anayasacılığın bir yönünün—iktidarın sınırlanmasının—öbür
saptanmasıyla yetinildiği bir anayasa anlayışıdır. Kısacası bu kavram, yazara göre “anayasacılıktan nasibini
almamış anayasalar”ı ifade etmektedir.
68 SARTORI (1962): s. 856, 857.
69 SARTORI (1962): s. 861. Benzer bir yaklaşımdan hareketle, anayasaları “işleyen anayasalar”, “sahte
anayasalar” ve “saf nominal anayasalar” olarak gruplandıran bir çalışma için bkz. FINER (1988): s. 31.
70 MADDOX, Graham: “A Note on the Meaning of ‘Constitution’ ”, The American Political Science Review,
Vol. 76 (1982), s. 805 - 809.
71 MADDOX (1982): s. 805.
yönlerini tamamen göz ardı edecek şekilde vurgulanmasının, ilk bakışta göze çarpmayan ciddi
tehlikelere de yol açtığını belirten yazar, anayasacılığı sadece devlet iktidarının bireysel
özgürlükler lehine sınırlanmasından ibaret bir sistem olarak ele alanların, bireylerin
karşılaştıkları asıl tehlikelerin, çoğu zaman, yasal olsun veya olmasın, çok uluslu şirketler ve
monolitik sendikalar gibi sıradışı ekonomik güce sahip devlet-dışı örgütlenmelerden
kaynaklandığını gözden kaçırdıklarını ileri sürmektedir.72 Bu pencereden bakıldığında,
anayasacılık adı altında devleti tamamen işlevsiz duruma düşüren bu kısıtlamalar, yazara
göre, insanların güvenliğini sağlamaktan ziyade, onları “kurtlar sofrası”na atmaktan başka bir
işe yaramamaktadır. Bu durumda, bireyci toplumların açık rekabet koşullarında, bir çok
bireyin ve toplumsal tabakanın “kurban” durumuna düştüğü bir sosyal düzeni barış içinde
sürdürülmek için, etkin ve düzeltici bir devlet müdahalesinin, bozulan dengeleri tekrar
kurmanın tek yolu olduğu unutulmamalıdır. Böyle durumlarda devlet gücünün bizzat
kendisinin, devlet-dışı iktidar odaklarından gelecek diktatörce eylemlere karşı garanticilik
işlevi gördüğü açıktır.73 Kısacası yazara göre; gerçekten iyi ve adil biçimde işleyen bir
toplumsal düzen yaratmak da, en azından sınırlı iktidar hedefinin peşinde koşmak kadar
anayasal bir sorundur. Bu pencereden bakıldığında açıkça görülmektedir ki, ihtiyaç duyulan
anayasacılık; devlet iktidarı ile bunun kontrolü arasındaki dengeyi, devleti aşırı zayıf ve
ihtiyaçlara cevap veremeyecek kadar pasif konuma itmeden kurmayı amaçlayan bir
anayasacılık olarak belirginleşmektedir. Kısacası amaç; toplum adına kullanılan iktidar ile
(gubernaculum) bu iktidarın bir üstün hukuk çerçevesindeki kontrolü (jurisdictio) arasında,
her zaman daha iyi bir dengeye ulaşmak için bir arayışta olmaktır.74
72 MADDOX (1982): s. 808.
73 MADDOX (1989): s. 63.
74 MADDOX (1989) s. 64.
SARTORI ise, bu makale üzerine yayınladığı cevap yazısında, MADDOX’un
kendisini bir ölçüde yanlış anladığını ve anayasanın işlevinin sadece devlet iktidarının
sınırlanması olduğunu düşünmediğini; aksine, gerçek bir anayasanın gubernaculum ile
jurisdictio arasındaki dengeyi gözetmesi gerektiğine katıldığını belirtmiş ve kendisinin dikkat
çekmek istediği asıl noktanın; hiç jurisdictio’ya yer vermeksizin doğrudan doğruya
gubernaculum üzerine odaklanan anayasaların, anayasacılığın özünde yatan anlayışla
örtüşmediği olduğunu söylemiştir.75
Anayasacılığın, birey haklarını diğer tüm unsurların üstüne çıkaran bu “salt liberal”
yorumuna karşı çıkışlar, elbette ki yukarıda değinilenle sınırlı değildir. Örneğin Dario
CASTIGLIONE ve Richard BELLAMY, anayasaları salt şeklî bir haklar kataloğu olarak
algılayan liberal hukukî yorum biçiminin oldukça yeni bir moda olduğunu belirtmekte ve
geçmişte olduğu gibi, esas itibariyle devlet biçimlerini hedef alan ve toplumsal gerilimleri
azaltmanın, bu gerilimleri uzlaştırmanın ve ortaya çıkan krizleri yönetmenin aracı olan; daha
siyasî ve “cumhuriyetçi” bir anayasa anlayışına dönülmesi gerektiğini savunmaktadırlar.76
Benzer şekilde, CASTIGLIONE de, iktidar üzerindeki sınırlamaları öne çıkararak,
yalnızca anayasaların negatif yönlerine vurgu yapan görüşlerin, gördükleri kısmı, resmin
tamamı olarak algılama yanılgısına düştüklerini belirtmektedir.77 Bu anlamda, bir anayasanın
“ne olduğu” sorusunun, o anayasanın “ne yaptığı” sorusundan ayrı düşünülemeyeceğini
belirten yazar, anayasaların fonksiyonlarını (yani ne yaptığını) belirtirken de; her anayasanın
75 SARTORI, Giovanni: “Comment on Maddox”, The American Political Science Review, Vol. 78 (1984), s
498, 499. Ayrıca, SARTORI ve MADDOX arasındaki bu tartışmadan yola çıkarak, anayasacılık ve anayasalar
üzerine yapılmış daha ayrıntılı bir inceleme için bkz. TURHAN, Mehmet: “Anayasa ve Anayasacılık”, Amme
İdaresi Dergisi, Cilt 27, Sayı 3 (Eylül 1994), s. 3-12.
76 CASTIGLIONE, Dario ve Richard BELLAMY: “Introduction: Constitutions and Politics”, Political Studies,
Vol. XLIV (1996), s. 414.
77 CASTIGLIONE (1996): s. 417.
öncelikle bir siyasî oluşuma vücut verdiğini, daha sonra onun temel yapısını belirlediğini ve
en sonunda da, kurguladığı bu iktidarın, yetkilerini hangi sınırlar içinde kullanacağını tespit
ettiğini belirtmektedir. İşte, anayasanın salt liberal yorumu, değinilen bu üç temel unsurdan ilk
ikisini görmezden gelmekte ve üçüncü unsuru alarak, adeta onu göklere çıkarmaktadır.78
Yazara göre, bu yaklaşımın, taraflı veya en hafif tabiriyle eksik ve yetersiz olduğu açıktır.79
Bu kapsamda dikkate alınması gereken bir diğer yazarsa, Stephen HOLMES’tür.
HOLMES, incelemesine doğrudan doğruya liberal toplum ve devlet teorisinin tahliliyle
başlamakta ve devletin, liberalizmin amaçları açısından ne kadar merkezî bir rol oynadığına
işaret etmektedir.80 Yazara göre liberalizm, hiçbir şekilde devlet karşıtlığı olarak
yorumlanmamalıdır. Merkezinde liberal hakların yer aldığı bir hukuk sistemini bir toplumda
hakim kılabilmek için, liberalizm, her şeyden önce örgütlü bir iktidarın desteğine gereksinim
duymaktadır. Kısacası liberalizm, devleti ortadan kaldırmayı değil, devletin kurumlarını kendi
amaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeyi amaçlamaktadır.81 Bu pencereden
bakıldığında ise kolaylıkla görülebilmektedir ki, liberal demokratik bir anayasa, salt “önleyici
78 CASTIGLIONE (1996): s. 421, 422.
79 Yine bu unsurların sonuncusuna, yani iktidarın sınırlanması hedefine büyük önem atfetmekle birlikte, bu amaç
çerçevesinde, kurumsal düzenlemelerden ziyade, ekonomik ve toplumsal aktörlerin önemini vurgulayan
yaklaşımların incelendiği bir çalışma için bkz. ELKIN, Stephen, L.: “Constitutionalism: Old and New”, A New
Constitutionalism, Political Institutions for a Good Society, Stephen L. ELKIN ve Karol Edwards SOLTAN
(Eds.), The University of Chicago Press, Chicago 1993, s. 20 - 37.
80 “Devletten mahrum olmak, haklardan da mahrum olmak demektir. Bir devletten mahrum olan insanlar,
pratikte hiçbir hakka da sahip değillerdir. Zayıf devletlerin tebaaları, çok az sayıda veya zorla dayatılan bazı
haklardan yararlanabilmektedirler. Devletin yeterli katkısı olmadan, tek ve bütünsel bir hukuk sistemini—hukuk
devletini—büyük bir insan topluluğunda hakim kılmak da mümkün değildir (...) Serbest ekonomiler de bir çok
açıdan zorlayıcı bir devlet gücüne ihtiyaç duyarlar. Bağımsız iktidar ve merkezîleşmiş bir bürokrasi, öncelikle
bir ulusal pazar yaratmaya engel olan çeşitli ticarî engelleri ortadan kaldırmalı; sonra da ticarî yaşamı mümkün
kılan bir hukuk sitemi oluşturmalı ve uygulamalıdırlar.” Bkz. HOLMES, Stephen: “Liberalism for a World of
Ethnic Passions and Decaying States”, Social Research, Vol. 61, No. 3 (Fall 1994): s. 605.
81 HOLMES (1994): s. 606.
bir araç” olarak yorumlanamaz. Liberal demokratik bir anayasa, her şeyden önce bütünsel bir
iktidar mekanizması; devletin organize edilmesinin ve toplumun kendisini yönetmesinin bir
aracıdır.82 Kısacası, liberal anayasacılığın sadece “diktatörlüğün önlenmesi” gibi tek bir ana
işlevi olduğunu düşünmek yanlıştır. Yanlıştır; çünkü eksiktir. Zira anayasalar “tek işlevli”
değil, “çok işlevlidirler”. Eğer illa bir “önleyici işlev”den söz edilecekse, anayasaların
yalnızca diktatörlükleri değil; aynı zamanda anarşiyi, karmaşayı, istikrarsızlığı, hesap
sorulamayan siyasî yapıları, kapalı kapılar ardında işleyen kamu idaresini ve bunun sonucu
olarak kitlelerden habersiz kararlar alınmasını da önleme işlevleri olduğu ayrıca
vurgulanmalıdır.83
Yazar, teorik çerçevede ortaya koyduğu bu görüşleri, bir başka çalışmasında ise pratik
yaşamın gerçekleriyle test etmekte ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin komünizm sonrası
dönemde demokrasiye geçiş ve anayasa yapım süreçlerine dikkat çekmektedir. Yazar, bu
ülkelerde komünizm sonrası demokrasiye geçişin ilk zamanlarında anayasa yapım süreçlerine
hakim olan saf liberal yaklaşımların, söz konusu toplumlarda hızla değişen koşullara adapte
olabilen ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara etkin bir şekilde cevap verebilen devlet
örgütlenmelerinin ortaya çıkmasını engellediğini savunmaktadır. Yazara göre, iktidarın
sınırlanmasıyla özgürlüklerin ve toplumsal refahın kendiliğinden oluşacağını savunan negatif
anayasacılık, ekonomideki liberalizmin siyasî platformdaki yansımasıdır.84 Halbuki sınırlı
iktidar düşüncesinde çok ileri gidilirse, elde edilecek sonuç özgürlük değil, fakat anarşinin
tam kendisi olacaktır. Bu tespitini doğrulamak içinse yazar, Fransız ve Amerikan
82 HOLMES (1994): s. 607; HOLMES, Stephen: “Constitutionalism”, Encyclopedia of Democracy, Seymour
Martin LIPSET (Ed.), Congressional Quarterly Inc., Washington D.C. 1995 [1995-a], s. 300.
83 HOLMES (1995-a): s. 302.
84 HOLMES, Stephen: “Conceptions of Democracy in the Draft Constitutions of Post-Communist Countries”,
Markets, States and Democracy; The Political Economy of Post-Communist Transformation, Beverly
CRAWFORD (Ed.), Wetview Press, Boulder - Colorado 1995 [1995-b], s. 77.
Devrimleri’ni izleyen anayasa yapım süreçlerine dikkat çekmekte ve Fransa’nın Devrim
sonrası dönemde uzun yıllar boyunca yaşadığı büyük çalkantılara karşın, Amerikan Devrimi
Anayasası’nın bu ölçüde başarılı olmasını, zayıf ve parçalanmış bir iktidarın ne demek
olduğunu çok iyi bilen Amerikan Devrimcileri’nin, anayasayı sadece bir “önleme aygıtı”
olarak değil, ama etkin bir yönetime ve sosyal refaha ulaşmayı mümkün kılacak enerjik bir
devlet mekanizması yaratmanın da aracı olarak görmüş olmalarına bağlamaktadır. Bu
tespitlerden yola çıkan yazar, komünizm sonrası demokrasiye geçiş dönemini yaşayan
ülkelerdeki anayasa yapıcıların esas misyonunun da, hem devleti liberalizme açmak, hem de
devlet mekanizmasının işleyişindeki etkinliği sağlamak ve bunları “eş zamanlı” olarak
başarmak olduğunu savunmaktadır.85 Sonuç olarak HOLMES, liberal anayasacılığın, salt
iktidarın sınırlanması perspektifini öne çıkaran “iktidarsızlaştıran anayasa” (disabling
constitution) anlayışının terk edilmesini ve hem sistemin teorik ve felsefî temellerine, hem de
toplumsal yaşamın pratik ihtiyaçlarına çok daha uygun olan “muktedir kılan anayasa”
(enabling constitution) anlayışına geçilmesini önermektedir.86
Yukarıda dile getirilen tüm bu görüşlerin, teknoloji ve iletişim alanlarında yaşanan baş
döndürücü gelişmeler ve gittikçe istikrarsızlaşan bir dünya resmi karşısında önemli bir
doğruluk payı taşıdığı şüphesizdir. Günümüzde, dünyanın herhangi bir yerinde alınan bir
karar veya kontrolden çıkan bir oluşum, çok uzaktaki ülkeleri bile çok kısa bir zamanda etkisi
85 HOLMES (1995-b): s. 78.
86 HOLMES (1995-a): s. 302. Yazar, bu kavramın hayata geçirilmesi için kullanılabilecek yöntemlere örnek
olarak; ilk defa 1949 tarihli Federal Alman Cumhuriyeti Anayasası’nda görülen “kurucu güvensizlik oyu”
mekanizması ile, yine ilk örneği 1958 tarihli Fransız Anayasası’nda görülen ve hükümetin sunduğu bir tasarının
yasama meclisi tarafından reddedilmesinin, aynı zamanda hükümetin de düşmesi sonucunu doğuracağını ifade
eden bir sorumluluk mekanizmasını göstermektedir. Ayrıca, yazarın bu konudaki görüşlerinin derli toplu bir
ifadesi için bkz. HOLMES, Stephen: Passions and Constraint – On the Theory of Liberal Democracy, The
University of Chicago Press, Chicago-London 1995 [1995-c]. Ayrıca, bu bölümde açıklanan çerçeveyi esas
alarak yapılan bazı çalışma örnekleri için bkz. GÖNENÇ (2002): s. 11-13; IVISON, Duncan: “Pluralism and the
Hobbesian Logic of Negative Constitutionalism”, Political Studies, Vol. XLVII (1999), s. 83-99.
altına alabilmekte ve toplumlar, “iyi” yönetilmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç
duymaktadır. Buna ek olarak, kapitalizmin dünya çapındaki kontrolsüz yükselişi, özellikle dar
gelirli sınıfları büyük tehditlerle karşı karşıya bırakmakta ve kendi devletlerinin bile
kontrolünde olmayan ekonomik spekülasyonlar karşısında insanlar, birkaç saat içinde, tüm
yaşamları boyunca edindikleri birikimleri yitirebilmektedirler. Tüm bunlara ek olarak, dünya
çapında bozulan gelir dağılımı ile; beslenmeden eğitime, sağlıktan güvenliğe kadar her alanda
yaşanan küresel adaletsizlikler, toplumların yaşamına yönelen riskleri çeşitlendirmekte ve
bunların öngörülmesini daha da zor bir hale sokmaktadır. Kısacası, bütün bu gerçekler hesaba
katıldığında görülmektedir ki; anayasalar, artık sadece devlet iktidarının ezici gücü karşısında
birey haklarının korunmasıyla değil; aynı zamanda, çoğu durumda devletlerin de gücünü aşan
sorunlar karşısında, toplumu etkin iktidar mekanizmalarıyla donatmak ve demokrasinin,
çağdaş dünyanın doğurduğu riskler ve belirsizlikler karşısındaki “bekasını” devam ettirmeyi
sağlamak görevleriyle de karşı karşıya bulunmaktadırlar.
II. Bölüm
“Avrupa Anayasası”nın Gerilim Eksenleri: Kavram ve Açmazlar
Avrupa Anayasası, önceki bölümde satırbaşlarını ortaya koymaya çalıştığımız ortak
siyasî kültür birikiminin üzerinde yükselen toplumsal ve siyasî bir projenin nihaî aşamasıdır.
Bu proje, elbette ki yalnızca ortak ideallere ve geçmişe değil, aynı zamanda “modern
dinamikler” olarak da adlandırabileceğimiz, 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar
uzanan süreçteki somut ihtiyaçlara ve bütünleşme çabalarına da dayanmakta; bu dönemde
edinîlen deneyimlerden de destek almaktadır. Ancak Avrupa’nın bütünleşmesi yönünde
bugüne kadar ortaya konan çabaların, büyük ölçüde somut siyasî ve ekonomik amaçlardan
ilham aldığı şüphesiz olmakla birlikte; sürecin asıl itici gücü, hukukî alanda gerçekleştirilen
büyük yenilik ve uygulamalarda yatmaktadır.87 Bu yüzden 21. yüzyılın Avrupa projesinin
oluşum sürecindeki kırılma noktaları da, özellikle Anayasa tartışmaları çerçevesinde ve yeni
Avrupa’yı şekillendirecek değerler-anlayışlar ekseninde uzanmaktadır. Bu anlamda Avrupa
Anayasası tartışmaları, modern Avrupa’nın din-lâiklik, iktidar-toplum, ulusçuluk-
evrenselcilik, farklılık-bütünlük ve nihayet bireycilik-toplumculuk ekseninde geçirdiği büyük
dönüşümlerin bir kez daha masaya yatırıldığı ve test edildiği bir laboratuar işlevi görmektedir.
Bununla birlikte, Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaları ve bu tartışmalar
ekseninde belirginleşen kırılma noktalarını incelemeye başlamadan önce, karşı karşıya
olduğumuz problemin sınırları üzerinde bir kez daha düşünmemiz gerekmektedir. Zira
belirtilmelidir ki yaşanan tüm bu tartışmalar, çıkış noktaları ve savunulan görüşler bağlamında
son derece kaygan bir zeminde yükselmekte olup, içerikleri açısından da tam bir söylemler
yumağına dönüşmüş durumdadırlar. Gerçekten, Avrupa Anayasası kavramı etrafında sürüp
87 LOCK (1995): s. 172.
giden tartışmalara genel bir bakış bile, hâlâ neyin üzerinde tartışıldığı hususunda dahi bir
uzlaşmanın bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede bazı yazarlar, Avrupa’nın zaten
çok uzun zamandan beri bir anayasaya (veya anayasal bir yapıya) sahip olduğunu
savunurken88; diğer bazı yazarlarsa aksi görüşü dile getirmekte ve Avrupa’nın, Birlik
kurumlarına devredilen bütün ayrıksı yetkilere rağmen, hâlâ çerçevesi antlaşmalar rejimiyle
çizilen bir uluslararası yapılanma olduğunu belirtmektedir.89 Bu ayrım çerçevesinde
Avrupa’nın halihazırda bir anayasaya sahip olduğunu düşünenler, yeni ve daha iyi bir
anayasal metnin gerekip gerekmediği üzerine kafa yorarken; Avrupa’nın bugünkü yapısının
anayasal bir nitelik taşımadığını iddia edenlerse, kendi aralarında, Avrupa için bir anayasa
oluşturma girişimlerinin gerçekçi veya doğru bir proje olup olmadığı konusunda bölünmüş
durumdadırlar. Gerçekten, Günter FRANKENBERG’in de mizahî bir anlatımla dile getirdiği
gibi; sürüp giden tartışmalara şöyle bir göz gezdiren birinin, daha ilk adımda, üzerinde
tartışılan konunun aslında ne olduğu hakkında dahi ciddi bir kafa karışıklığı yaşaması
kaçınılmaz görünmektedir.90
Konuya çalışmamız açısından bakıldığında ise, tüm bu kavramsal karmaşanın,
“Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı”nın (Draft Treaty Establishing a
Constitution for Europe) ortaya çıkışıyla birlikte daha yalın bir çerçeveye oturduğunu 88 Örneğin: WEILER, J.H.H.: “The Transformation of Europe”, Yale Law Journal, Vol. 100 (1990-1991), s.
2413-2417; WEILER, J.H.H.: “Federalizm ve Anayasacılık: Avrupa’nın Sonderweg’i”, (Çev. T.K.), Cogito,
Sayı 36 (Bahar 2004), s. 298; FRANKENBERG, Günter: “The Return of the Contract: Problems and Pitfalls of
European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 6, No. 3 (September 2000), s. 266; DORAU,
Christoph ve Philipp JACOBI: “The Debate over a ‘European Constitution’: Is it Solely a German Concern?”,
European Public Law, Vol. 6, Issue 3 (2000), s. 419.
89 Örneğin: PESCATORE, P.: “International Law and Community Law; A Comparative Analysis, Common
Market Law Review, (1970), s. 167; WYATT, D.: “New Legal Order, or Old?”, European Law Review, Vol.
7 (1982), s. 147; BREWEN, Mark Killian: “The European Union and Legitimacy: Time For a European
Constitution”, Cornell International Law Journal, Vol. 34 (2001), s. 582; HARTLEY, T.: Constitutional
Problems of the European Union, Hart Publishing, Oxford-Portland 1999, s.131-136.
90 FRANKENBERG (2000): s. 257.
söylemek mümkündür. Anılan bu yeni çerçeveden hareketle çalışmamızda, Avrupa
Toplulukları’nın uluslararası bir örgüt olarak başlayan serüveninin, özellikle yargısal
içtihatlarla oluşan bir hukukî evrim içinde giderek anayasallaşan bir eğilim gösterdiği kabul
edilmekte; ancak çalışmanın odağı, sınırları Taslak Avrupa Anayasası ile çizilen somut
Anayasa tartışmaları olarak belirlenmektedir.91 Bu bağlamda çalışmamızda, Avrupa’nın son
elli yılına yayılan bu aşamalı dönüşüm süreci bir tespit olarak ortaya konulmakta; ancak
Avrupa’nın karşı karşıya olduğu asıl çatışma ve açmazların, çerçevesi gerçek anlamda bir
anayasa ile çizilen yeni bir toplum ve yeni bir iktidar modeli yaratma konusunda yaşandığı
vurgulanarak, yapılan incelemeler bu noktada yoğunlaştırılmaktadır.92
Bununla birlikte, Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaları daha iyi
değerlendirebilmemiz için, öncelikle, gelinen noktada böyle bir konunun tartışılabilmesini
mümkün kılan “Avrupa kamu hukuku” kavramının doğumuna ve gelişimine kısaca değinmek
gerekmektedir. Zira bugün, yalnızca ulus-devletler düzeyinde değil; ama ulus-üstü düzeyde de
bir “üstün norm” kategorisinin varolabileceği düşünülüyorsa; bu, öncelikle Avrupa kamu
hukuku kavramının İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kendisini adım adım kabul
ettirebilmiş olmasının bir sonucudur. Başka bir ifadeyle, somut yaptırımlarla desteklenen bir
üstün hukuk anlayışının, ulus-üstü düzeylerde de varolabileceğini ifade eden Avrupa kamu
91 Bu evrimin özlü bir anlatımı için bkz. MANCINI, Frederico: “The Making of A Constitution for Europe”,
Common Market Law Review, Vol. 26 (1989), s. 595-614. Yine bu sürece değinmekle birlikte, MANCINI’nin
anılan makalesinde savunulan klâsik normlar hiyerarşisi mantığının yerine farklı bir yaklaşım öneren bir deneme
için bkz. ELEFTHERIADIS, Pavlos: “Aspects of European Constitutionalism”, European Law Review, Vol.
21, No.1 (February 1996), s. 32-42. Söz konusu sürecin daha kapsamlı bir analizi içinse bkz. WEILER (1990-
1991): s. 2413 vd.
92 Topluluk hukukunun süreç içindeki anayasallaşmasını ağırlıklı olarak A.T.A.D. içtihatlarıyla ilişkilendiren
yaygın anlayışın dışında; bu süreci “hükümetlerarası konferanslar”ın penceresinden inceleyen bir çalışma için
bkz. SMITH, Brendan: Constitution Building in the European Union, Kluwer Law International, Bomin-
Cornwall 2002.
hukuku kavramı, bugün, Avrupa Birliği bağlamında “anayasallaşma” konusunun gündeme
gelebilmesindeki en büyük etkenlerden birini oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, kuşku yok ki Avrupa Anayasası kavramı, bir takım evrensel
değerlere vurgu yapan Avrupa kamu hukuku kavramından çok daha cüretkâr bir atılımı temsil
etmektedir. Bu sebeple Avrupa Anayasası kavramı etrafında yaşanan kırılmalar da, geçmişte
yaşanan tartışmalardan çok daha derin yarıklar oluşturarak ilerlemektedir. İşte bu yüzden
incelememizin ikinci ayağında, iki parçalı bir çözümleme şeması yardımıyla bu temel kırılma
noktaları tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu şema kapsamında, öncelikle bir Avrupa
Anayasası’nın “gerekli” olup olmadığı konusunda yaşanan tartışmalara; daha sonra ise böyle
bir girişimin “mümkün” olup olmadığı konusundaki tartışmalara değinilecektir. Zira gelinen
noktada ortaya bir Taslak Avrupa Anayasası’nın çıkmış olması, Avrupa’nın bir anayasaya
ihtiyaç duyup duymadığı veya böyle bir girişimin doğru olup olmadığı yönündeki tartışmaları
sona erdirmiş olmayıp; bütün bu tartışmaların somutlaşması ve derinleşmesi için bir katalizör
işlevi görmeye devam etmektedir.
Bu bölümdeki incelememizin son ayağında ise, bir Avrupa Anayasası’nın gerekli veya
mümkün olup olmadığına ilişkin tüm bu tartışmalar bir yana bırakılacak ve doğrudan doğruya
Taslak Anayasa’nın yapım süreci üzerine yoğunlaşılacaktır. Zira belli bir toplulukta, o
Topluluk’un kurumsal örgütlenmesinin anayasallaşma evresine geldiği; başka bir deyişle, bir
anayasanın varlığı ve yaşaması için gerekli tüm koşulların sağlandığı yönünde hemfikir
olunsa bile, sözü edilen anayasanın yapım süreci, ortaya çıkan metnin meşruluğu ve toplumsal
beklentileri karşılama kapasitesiyle doğrudan ilişkili olacaktır. İşte konuya bu pencereden
bakıldığında, elimizdeki Taslak Anayasa metninin yapım sürecini ve bu süreçte yaşanan
tartışmaları ideal anayasa yapım süreci ve teknikleriyle karşılaştırmanın, tespit etmeye
çalıştığımız gerilim noktalarını somutlaştırmak açısından son derece faydalı olacağı
görülmektedir.
A) “Avrupa Kamu Hukuku” Kavramı ve Avrupa Anayasası’nın Normatif
Temelleri
Avrupa kamu hukuku kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında peş peşe
kurulan bir takım uluslararası örgütlerin zaman içindeki evrimleri ve karşılıklı
etkileşimleri sonucunda biçimlenen bir hukuk alanını ifade etmektedir. Bu
çerçevede, söz konusu kavramın oluşumuna giden yoldaki ilk adımlar, “Avrupa
Kömür ve Çelik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma” (Treaty Establishing the
European Coal and Steel Community), “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu
Kuran Antlaşma” (Treaty Establishing the European Atomic Energy Community)
ve “Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma”larla (Treaty Establishing
the European Economic Community) atılmıştır. Bu antlaşmalarla kurulan Avrupa
Toplulukları’na ek olarak, 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanan ve 3 Eylül
1953’te yürürlüğe giren “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına
Dair Avrupa Sözleşmesi” (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – The European
Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms) ve bu
Sözleşme’ye ekli Protokoller de, biçimlenmekte olan Avrupa kamu hukukun
değerler sistemini oluşturmuştur. Lüksemburg ve Strazburg Mahkemeleri
tarafından etkinliği sağlanan bu iki temel kaynağa ek olarak, Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Konferansı (A.G.İ.K.) sürecinde kabul edilen Helsinki Nihaî Senedi
(Helsinki Final Act) ve Paris Şartı (Charter of Paris for a New Europe) gibi, daha
zayıf denetim mekanizmaları getiren milletlerarası belgeler de, Avrupa kamu
hukukunun biçimlenmesine kendilerine özgü katkılar sunmuştur.93
Bütün bunların içinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile bu Sözleşme kapsamında
yargı yetkisi kullanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa kamu hukuku kavramının
oluşumuna giden yoldaki en önemli katkıları sunmuşlardır. Bu çerçevede, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin o güne kadar görülen uluslararası yapılanmalardan en dikkat çekici
biçimde ayrılan yönü; yalnızca taraf devletler arasında haklar ve yükümlülükler doğuran bir
sözleşme olmayıp; doğrudan doğruya bireyleri de sözleşmede yer alan hakların muhatabı
olarak kabul etmesi olmuştur.94 Bu anlamda, Sözleşme’nin 25. maddesiyle, hem devletlere
hem de bireylere, bu sözleşmeyle güvence altına yükümlülükleri ihlâl eden devletler aleyhine
doğrudan Komisyon’a başvurma hakkı tanınmıştır. Zaman içinde Sözleşme’nin 46. maddesi
uyarınca bir çok taraf devletin, Mahkeme’nin zorunlu yargı yetkisini kabul etmesiyle birlikte
giderek ön plâna çıkan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarıyla, Sözleşme’nin klâsik
devletlerarası sözleşmelerden ayrılan yönlerini iyice belirginleştirmiştir. Bu kapsamda
yaşanan en önemli dönüşümlerden biri de; Mahkeme’nin, kullandığı “amaçsal yorum
yöntemi”yle, Sözleşme’ye, iç hukukta “kamu düzenine ilişkin kural” niteliği kazandırması ve
bu şekilde, üye devletlerin tamamında yeksenak biçimde uygulanan ve somut yaptırımlarla
desteklenen bir hukukî koruma mekanizmasını hayata geçirmeyi başarması olmuştur.95
Bununla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa kamu hukukunun
gelişimine yaptığı büyük katkılar, esas itibariyle, gittikçe gelişen Avrupa Toplulukları’nın
93 GÖNENÇ, Levent: Anayasa Hukukunda Yeni Eğilimler; Milletlerarası Anayasa Hukuku,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994, s. 98.
94 GÖLCÜKLÜ, Feyyaz ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan
Kitabevi, Ankara 1996, s. 12.
95 GÖNENÇ (1994): s. 105.
değerler sistemine de nüfuz etmesiyle şekillenmiştir. Bu nüfuz etme süreci ise, Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı’nın, adım adım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına
kapı açan kararlarıyla biçimlenmiştir.
Avrupa Toplulukları Adalet Divanı, son derece sınırlı bir alanda ve salt ekonomik bir
mekanizmanın işleyişiyle ilgili dar bir çerçevede kullandığı yargı yetkisini, zaman içinde
ortaya çıkan ihtiyaçlara paralel olarak sürekli genişletmiş ve Topluluk hukukunun
genişlemesine paralel olarak, Avrupa halklarını yakından ilgilendiren bir çok konuda
yaşamsal roller oynamaya başlamıştır. Bu süreçte Divan, öncelikle Avrupa Toplulukları’nı
klâsik bir uluslararası örgüt olmaktan çıkarmış ve onu “Üye ülkelerin, belli alanlardaki
yetkilerini sınırlayarak yarattıkları ve bu ülke vatandaşları için de doğrudan haklar yaratan
kendine özgü bir uluslararası hukuk düzeni” olarak tanımlayarak96, ulusal hukuk normlarıyla
çatışma halinde “topluluk hukukunun üstün olduğu” doktrinini ortaya koymuş ve
Topluluklar’ın ulus-üstü karakterinin belirginleşmesinde önemli rol oynamıştır.97 Ancak
Adalet Divanı, yukarıda da belirtildiği gibi bunlarla da yetinmeyerek, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin içtihatlarıyla etkileşim içinde gelişen bir süreçte, Birlik’in salt ekonomik bir
örgütlenmeden sosyal yaşamın bir çok yönünün ilgilendiren bir projeye dönüşmesine de
önemli katkılar sağlamıştır. Gerçekten, 1970 yılından başlayarak verdiği kararlarda Divan,
öncelikle “Topluluk organlarının, yasama faaliyetini yürütürken, üye ülkelerin temel haklar
konusunda sahip olduğu gelenekleri ve birikimi dikkate almakla yükümlü olduğunu”
vurgulamaya başlamıştır.98 Buna paralel olarak Divan, 1974 yılından itibaren verdiği
kararlarda ise, “temel hakların, hukukun genel prensiplerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu
... Divan’ın bizzat kendisinin, üye ülkelerin ortak anayasal geleneklerinden esinlenmesi 96 Van Gend en Loos v. Nederlandse Administratie der Belastingen, Case 26/62, [1963], ECJ, 1.
97 Flaminio Costa v. ENEL, Case 6/64, [1964], ECJ, 585.
98 Internationale Handelsgesselschaft mbH v. Einfuhr - und Vorratstelle für Getreide und Futtermittel, Case
11/70, [1970], ECJ, 1125.
gerektiğini” ve ayrıca, “üye devletler tarafından imzalanan insan haklarının korunmasına
ilişkin uluslararası sözleşmelerin, Topluluk Hukuku çerçevesinde izlenecek yöntemlere ilişkin
yol gösterici bir nitelik taşıdığını” söyleyerek99, Topluluk’un anayasal yapısının ve
yükümlülüklerinin belirginleşmesinde de büyük rol oynamıştır.100 Özellikle, değinilen bu son
karar, Avrupa kamu hukukun, o güne kadar görece birbirinden bağımsız olarak gelişen iki
kolunun birleşmesini netleştirmiş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yarattığı birikimin,
Adalet Divanı eliyle Topluluk çerçevesine aktarılmasını sağlayan kapıları ardına kadar
açmıştır.101 Nihayet Divan, büyük ölçüde kendi katkılarıyla yaşanan bu dönüşümün adını
koymakta da gecikmemiş ve 1986 yılında verdiği bir kararında, kurucu antlaşmaların;
“Topluluk’un anayasal dokümanları” olduğunu belirterek, Avrupa entegrasyonunun gelişimi
hakkındaki nihaî tavrını ortaya koymuştur.102
Bütün bu gelişmelerin sonucunda, bugün gelinen noktada artık biri İnsan Hakları
Sözleşmesi (Strazburg kısmı), diğeri Avrupa Topulukları (Lüksemburg/Brüksel kısmı) olmak
99 Nold v. Commission, Case 4/73, [1974], ECJ, 491.
100 Divan’ın temel haklar konusundaki içtihatlarının gelişimi ve yarattığı tepkiler için bkz. GILMAN, Amanda:
“Fundamental Rights”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve
Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 106-109.
101 Aslında Adalet Divanı’nın, bu tarihten önce de doğrudan doğruya A.İ.H.S.’ye referans verdiği kararları
mevcuttur. Bu kararların en önemlileri için bkz. Johnston v. Chief Constable of the Royal Ulster Constabulary,
Case 222/84 [1986] ECJ, 1663 ve Society for the Protection of Unborn Children Ireland Ltd. (SPUC) v. Grogan,
Case 159/90, [1991] ECJ, 62. Bu karar ve hemen ertesinde yaşanan bir örnek olayın (The Irish Girl Case) tahlili
için bkz. ÇAĞLAR, Bakır: “Institutionalization in the New Framework of Europe: Law and Democracy”,
Constitutional Jurisdiction - 9, Anayasa Mahkemesi Yayını, Ankara 1992, s. 252, 253 ve “Society for the
Protection of Unborn Children (Ireland) Ltd. v. Grogan: Irish Abortion Law and the Free Movement of Services
in the European Community” (Comment), Fordham International Law Journal, Vol. 15 (1991-1992), s. 501.
Yukarıda sayılanlara ek olarak, Adalet Divanı’nın, hem Topluluk organlarının, hem de üye devlet organlarının
işlemlerini denetlerken A.İ.H.S.’ye açık yollama yaptığı diğer kararları ve bunların tahlili için bkz. GRIEF,
Nicholas: “The Domestic Impact of the European Convention on Human rights as Mediated Through
Community Law”, Public Law, Winter 1991, s. 556-565.
102 Les Verts v. European Parliament, Case 294/83 [1986] ECJ, 1339.
üzere birbirinden bağımsız iki ayrı Avrupa kamu hukuku sisteminden bahsetmek olanaksız
hale gelmiştir.103 Bu iki ana kaynak, süreç içinde birbiriyle iç içe geçen bir bütünün parçası
haline gelirken; ulus-devletlerin üstünde yer alan, üstün ve bağlayıcı bir hukuk kategorisinin
varolabileceğine dair kadim idealin de nihayet gerçekleşebileceğini kanıtlamıştır. Bunun
sonucunda, söz konusu süreç, bugün bir Avrupa Anayasası projesinin tartışılmasına giden
yoldaki en önemli adımları atmıştır.
103 KOOPMANS, T.: “European Public Law, Reality and Prospects”, Public Law, Spring 1991, s. 61.
B) Avrupa Anayasası Kavramı ve Temel Tartışma Eksenleri
1) Bir Avrupa Anayasası Gerekli mi?
a) Avrupa Anayasası Lehindeki Görüşler
i-) Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Deklarasyon (Laeken Deklarasyonu)
Avrupa bütünleşmesinin karmaşık tarihi, kaçınılmaz olarak kendine özgü bir takım
sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede, gittikçe ilerleyen entegrasyon sonucunda
Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısı büyük ölçüde genişlemiş, bunun sonucu olarak da
Birlik’in çalışma yöntemleri ve karar alma usullerindeki belirsizlikler ile Birlik kurumlarıyla
üye devletler arasındaki yetki paylaşımı gibi sorunlar giderek ağırlıklarını hissettirmeye
başlamıştır. Bütün bu “teknik” problemlere ek olarak, yetkileri giderek artan Birlik
kurumlarının yarattığı meşruiyet açığı ve halktan giderek daha kopuk bir görünüm arz eden
Avrupa imgesinin yarattığı sorunlar da bunların üzerine eklenmiş ve 21. yüzyılın eşiğine
gelindiğinde, Avrupa’nın vizyonunun ve geleceğinin yeniden tanımlanması ihtiyacı iyice su
yüzüne çıkmıştır.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 15 Aralık 2001 tarihinde Laeken’de toplanan
hükümetlerarası konferans’ta Avrupa Konseyi’nin, Laeken Deklarasyonu olarak bilinen
“Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Bildirge”yi ilân etmesi, bu ihtiyaca verilen bir
cevap niteliğinde olmuştur.104 Her ne kadar bu Deklarasyon’un öncesinde de Avrupa
Anayasası üzerine çeşitli görüşler ve öneriler dile getirilmişse de105, Deklarasyon, o güne
104 Burada ve bundan sonraki bölümlerde Deklarasyon’a yapılan atıflarda kullanılan metin için bkz. Avrupa
Konvasiyonu’nun resmî web sayfası: http://european-convention.eu.int/pdf/LKNEN.pdf
105 Bu tarihe kadar bir çok üye ülkenin parlamenterleri, Topluluk organları bünyesinde kurulan çalışma grupları
ve çeşitli özel komiteler tarafından gündeme getirilen anayasa önerileri için bkz. NENTWICH, Michael ve
Gerda FALKNER: “Intergovernmental Conference 1996: Which Constitution for the Union?”, European Law
Journal, Vol. 2, No. 1 (March 1996), s. 2-6.
kadar ağırlıklı olarak entelektüel gündemin konusu olan anayasa tartışmalarını Avrupa’nın
fiili gündemi halinde getiren adım olmuştur. Bu yüzden Deklarasyon’da, Avrupa’nın karşı
karşıya olduğu sorunlar hakkında ortaya konan temel yaklaşımlar ve bunların çözümüne
ilişkin önerilen çözümler, bir Avrupa Anayasası’nın gerekliliği üzerine yapılan tartışmaları
incelemek için iyi bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.
Deklarasyon bu gözle incelendiğinde, konuya öncelikle 21. yüzyılın eşiğinde
Avrupa’nın geldiği nokta hakkında temel bir saptama ile girildiği görülmektedir. Metinde,
Avrupa entegrasyonunun aşamalı gelişim hikâyesine dikkat çekildikten sonra, gelinen durum;
“...bir dönüm noktası ve Birlik’in varoluşunda kader tayin edici bir an” olarak
tanımlanmaktadır. Bu tanım, Avrupa’nın iç dinamiklerinden kaynaklanan demokratikleşme
ihtiyacı ile, dış dinamiklerden kaynaklanan “etkin ve dünya meselelerinde söz sahibi olan” bir
Birlik gereksinimi ile açıklanmakta ve Avrupa vatandaşlarının, Birlik’in kendilerine daha
yakın, faaliyetlerinin daha anlaşılır ve Birlik tarafından alınan kararların daha şeffaf olmasını
talep ettikleri belirtilmektedir. Bu ihtiyaçların karşılanması için de, bir yandan Birlik
kurumlarının belirlenen hedefler çerçevesinde revizyonunun ve etkin çalışmalarının
sağlanması; diğer yandan da “Temel Haklar Şartı”nın bağlayıcı hale getirilmesi gibi adımlarla
Birlik’in demokratik karakterinin güçlendirilmesi, çözüm önerisi olarak sunulmaktadır.
Bütün bu gerekliliklerin somut yansıması olarak ise Deklarasyon’da; Birlik’in
temellerini oluşturan dört kurucu antlaşmanın basitleştirilmesinin, Birlik vatandaşlarının
öncelikli talebi olan şeffaflığın kaçınılmaz bir gereği olduğuna değinilmektedir. Ancak bu
büyük yapısal dönüşümün gerçekleştirilmesi için, öncelikle cevaplanması gereken bir çok
sorunun varlığına dikkat çekilen Deklarasyon’da; daha etkin, daha şeffaf ve Avrupa
vatandaşlarına daha yakın bir Birlik hedefine ulaşmak için girişilecek kurumsal reformların
asıl hedefinin; Birlik’in temel değerlerini yansıtan, bağlayıcı bir temel haklar kataloğunu
içeren ve Birlik’teki yetki paylaşımını yeniden düzenleyen bir anayasal yapılanma olması
gerektiği ima edilmektedir. Bütün bu sayılan hedeflere ulaşılabilmesi amacıyla da, gerekli
hazırlık çalışmalarını yapmak ve Avrupa’nın geleceği üzerine daha geniş bir tartışma
platformu yaratmak üzere bir “Konvansiyon” oluşturulması, Deklarasyon’da öngörülen yol
haritası olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, Deklarasyon’un algılamasında Konvansiyon,
faydacı bir sadeleştirme işleviyle radikal bir yeniden kuruluş faaliyeti arasında bir yerde
bulunacak ve bir yandan Birlik’i yeni ölçülerine ve arzularına uygun araçlarla donatırken,
diğer yandan da onu, demokratik bir yapı biçiminde yeniden formüle etme işlevini
üstlenecektir.106
ii-) Bilimsel Görüşler
Laeken Deklarasyonu’nda dile getirilen bu görüşler, Avrupa Anayasası girişimine
genel olarak sıcak bakan düşünürlerce de geniş ölçüde paylaşılmaktadır. Daha doğru bir
ifadeyle Deklarasyon, büyük ölçüde doktrinde savunulan bu görüşleri derleyen bir metin
görünümüne sahiptir.
Gerçekten, Avrupa Anayasası projesini destekleyenlerin, Deklarasyon’da dile getirilen
bu görüşlere de yansıyan temel argümanı; halihazırda varolan ve dört temel kurucu antlaşma
ile sayısız ekler ve protokollerden oluşan Birlik yapılanmasının “sürdürülemez” nitelikte
olduğudur. Buna göre; Birlik’in temel organlarının oluşum ve işleyişini, Birlik düzeyindeki
karar alma prosedürlerini ve gerek Birlik organları arasındaki, gerek üye devletlerle Birlik
organları arasındaki yetki paylaşımını belirleyen bu yapı, konunun uzmanları tarafından bile
güçlükle anlaşılırken, sıradan vatandaşların gözünde çok daha büyük bir problem haline
gelmektedir. Bunun sonucu olarak da söz konusu yapı, Avrupa vatandaşlarının öncelikli
106 NICOLAIDIS, Kalypso: “Our European Demoi-cracy. Thoughts on the Constitutional Debate”, Whose
Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April
25-27, 2003, Session Papers & Abstracts, s. 2.
beklentisi olan şeffaflık ve hesap verilebilirliğin sağlanmasını olanaksız kılarken, Birlik’in
demokratik karakterini de zaafa uğratmaktadır.
Deklarasyonda da dile getirilen bu hususların dışında, Birlik’in halihazırdaki yapısının
yalnızca şeklî sorunlar sebebiyle değil, ama içeriği itibariyle de eleştirildiği görülmektedir. Bu
çerçevede, bir yandan bugünkü çalışma ve karar alma usulleri çerçevesinde daha etkin ve
ortaya çıkan ihtiyaçlara daha çabuk tepki verebilen bir Birlik mimarisinin hayata
geçirilmesinin olanaksız olduğuna değinilirken; diğer yandan da, özellikle parasal birlik ve
genişleme süreciyle birlikte, kurumsal reformlar olmaksızın Birlik’in bu haliyle dahi
çalışmaya devam etmesinin mümkün olmadığı sıklıkla dile getirilmektedir. Özellikle 1999
yılında Komisyon üyelerinin toplu halde istifa etmesine yol açan gelişmeler ile Kosova ve
Irak krizlerinde Birlik’in dış politikasının iflas etmesi, bugünkü yapının sürdürülemez
olduğunun kanıtı ve radikal bir kurumsal dönüşümün; yani anayasallaşmanın gerekçesi olarak
sunulmaktadır.107
Buna ek olarak, bugüne kadar Avrupa bütünleşmesinin yelkenlerini dolduran temel
rüzgâr olan ekonomik motivasyonun da sonuna gelinmiş olduğu fikri, Avrupa’da giderek
daha fazla taraftar toplamaktadır. Gerçekten, parasal Birlik’in sağlanmasıyla birlikte
ekonomik entegrasyonun en yüksek seviyeye ulaştığı kabul edilmekte, buna bağlı olarak da
Avrupa’nın bundan sonraki entegrasyon adımlarının, ancak siyasî hedeflerin sağlayacağı bir
motivasyonla harekete geçirilebileceği savunulmaktadır.108 Kısacası, kapitalist
küreselleşmenin yarattığı olağan dışı sorunlarla dolu dünyada, karşımızda duran resmin hakim
öğeleri olan yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük ve köktenci akımların etkisinde, Avrupa’nın
107 DORAU ve JACOBI (2000): s. 415.
108 SCHMIDT, Igno: “Europe: on the Rise to Hegemony or Caught in Crisis?”, Monthly Review, February
2003.
“kurucu babaları”na (founding fathers)109 hakim olan yeni-işlevselci (neo-functionalist)110
bütünleşme anlayışının iflas ettiği, inkâr edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.111
Öyleyse çözüm, kaçınılmaz olarak siyasî hedeflerin ön plâna çıkarılması ve bunun en etkili
aracı olarak da, doğrudan bir anayasal tartışma gündeminin yaratılmasıdır.
Bütün bu görüşlere ek olarak, Avrupa’nın ulus-üstü bir anayasal yapı haline
dönüşmesinin gerekli ve hattâ kaçınılmaz olduğu yönünde ortaya konan en önemli
gerekçelerden biri de; ulus-devlet yapılanmasının ve ulus-devletler ekseninde tanımlanan
egemenlik anlayışının, ekonomik küreselleşme sonucunda zaten büyük ölçüde ortadan
kalktığı ve özellikle ekonomik düzlemde ulus-devletin ancak şeklen varolduğu saptamasına
dayanmaktadır. Buradan yola çıkarak bu görüşler, ulus-üstü örgütlenmeleri, ulus devletlerin
son dönemde yaşadığı bu kayıpların bir tür telafisi olarak değerlendirilmektedir. Örneğin
Jürgen HABERMAS, ulus devletlerin ekonomik kontrol ve düzenleme araçlarının, giderek
serbestleşen ve ulusal niteliğini kaybeden sermayenin baskısı altında gittikçe güçsüzleşmekte
olduğuna ve artan işsizlik ve diğer sosyal sorunlarla başa çıkmasının imkânsız hale geldiğine
dikkati çekmektedir. Yazara göre ulus-üstü ve bölgesel örgütlenmeler, giderek artan
uluslararası rekabetin baskılarına karşı koyabilmenin tek yoludur.112 Asıl meselenin, ulus 109 Bu terim, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasına yol açan “Schumann Plânı”nın mimarları;
zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Robert SCHUMAN ve plânın esin kaynağı olan Jean MONNET ile İtalyan
Federalist Altiero SPINELLİ gibi bazı kişileri anlatmak için kullanılmaktadır. Bkz. BOZKURT, ÖZCAN ve
KÖKTAŞ (2001): s. 7, 8; CLAYTON (2004): s. 14.
110 Yeni-işlevselcilik hakkında bkz. BJØRN, Høyland ve Mark SCHIERITZ: “Theories of European
Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve
Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 30; European Integration and
Supranational Governance, W. SANDHOLTZ ve Alec STONE-SWEET (Eds.), Oxford University Press,
Oxford 1998.
111 WEILER, J.H.H.: The Constitution of Europe: Do the New Clothes Have an Emperor?, Cambridge
University Press, Cambridge 1999, s. 244.
112 HABERMAS, Jürgen: “Remarks on Dieter Grimm’s ‘Does Europe Need a Constitution?’”, European Law
Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995), s. 304, 305.
devleti ortadan kaldırmak değil—ki bu, büyük ölçüde istem dışı şekilde zaten
gerçekleşmektedir—“ulus-devletin büyük demokratik kazanımlarını, onun sınırları ötesinde
de korumak”113 olduğunu belirten HABERMAS; küresel ekonominin istenmeyen ekonomik,
toplumsal ve kültürel sonuçlarını dengelemeye çalışan Avrupa halklarının, daha büyük
uluslararası etkiye sahip ve daha güçlü bir Birlik yaratmak için önemli bir sebepleri olduğuna
dikkat çekmektedir. Bu çerçevede, yazara göre bir Avrupa Anayasası, yukarıda anılan
sebeplerle, Birlik üyesi ülkelerin hareket alanını büyük ölçüde genişletecek ve bunu yaparken
de, Birlik politikalarının kendine özgü seyrini olumsuz yönde etkilemeyecektir.114
Avrupa Anayasası lehinde ortaya konan görüşler, elbette ki yalnızca ulus-devletin
aşıldığı perspektifine dayanan bu yaklaşımlardan ibaret değildir. Bu anlamda, bir anayasanın
mutlaka bir “süper devlet” yaratma amacına yönelmek zorunda olmadığını savunan görüşler
de giderek yaygınlık kazanmaktadır.115 Bu yaklaşımın penceresinden bakıldığında, Avrupa
Anayasası’nın temel işlevlerinden birinin de, Birlik yetkilerine açık sınırlar çizmek ve bu
şekilde ulus-devletin çıkarlarını daha iyi korumak olduğunu savunmak, pekâla mümkün hale
gelmektedir. Kısacası bu yaklaşımın değerlendirmesinde bir Avrupa Anayasası, süper
yetkilere sahip bir Birlik’in ortaya çıkışını temsil etmek zorunda olmayıp; Birlik
çerçevesindeki pozisyonları sürekli erozyona uğrayan üye devletlerin “dirilişi” olarak da
değerlendirilebilecek bir potansiyeli içermektedir.
Bu kapsamda öne çıkan bir başka görüş ise, Ernst-Ulrich PETERSMANN tarafından
dile getirilmektedir. Yazar, Avrupa Birliği’nin bugünkü durumunda yapısal bir reformun
113 HABERMAS, Jürgen: “Why Europe Needs a Constitution?”, New Left Review, Vol. 11 (September-October
2001), s. 11.
114 HABERMAS (2001): s. 12.
115 WEILER, J.H.H.: “European Neo-Constitutionalism: In Search of Foundations for the European
Constitutional Order”, Political Studies, XLIV (1996), s. 524; CRAIG, Paul: “Constitutions, Constitutionalism
and the European Union”, European Law Journal, Vol. 7, No. 2 (June 2001), s. 138, 139.
kaçınılmaz olduğunu kabul etmekle birlikte, sorunun çözümü için, bir “hedef”ten önce, bir
“yöntem” önerisi sunmaktadır. Buna göre, esas önemli olan husus; reform sürecine “anayasal
bir yaklaşım”la bakabilmektir.116 Yazar, gerçekçi bir bakış açısıyla, Avrupa Birliği’nin
bugüne kadarki kurumsal reform sürecine damgasını vuran hükümetlerarası konferansların,
hem gündemleri, hem de sonuçları itibarıyla, temel olarak üye devletlerin ulusal çıkarları
tarafından yönlendirildiğini tespit etmektedir.117 Bu tespitten yola çıkan yazar,
hükümetlerarası konferanslar yoluyla, örneğin madde sayısının azaltılması ve antlaşmaların
basitleştirilmesi gibi bir takım hedeflere ulaşılabilirse de; doğrudan Birlik düzeyindeki
sorunları hedef alan yaklaşımların ve politikaların hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını
iddia etmektedir. Zira Avrupa Birliği’nin ihtiyaç duyduğu kurumsal reformlar, sayısı dört olan
kurucu antlaşmaların daha kısa ve kolay anlaşılır tek bir kurucu antlaşamaya indirilmesiyle
çözülebilecek bir mesele değildir. Bu sebeple, konuya klâsik ulus-devlet mantığıyla ve
üzerinde ulus-devletlerin gölgesini taşıyan araçlarla yaklaşılması durumunda, söz konusu
sorunların çözümü için gerekli olan iradenin önünde yapısal bir engel oluştuğunu görmek
gerekmektedir. Bu yüzden, yazara göre, Birlik’in yoluna devam etmesi isteniyorsa yapılması
gereken şey; hem bir anayasal çerçeve tasarlamak, hem de bu çerçevenin içini, ulus-
devletlerin güdümünde olmayan anayasal yaklaşımlar ve yöntemlerle doldurmaktır.
Görüldüğü gibi, Avrupa Anayasası lehinde dile getirilen bu görüşler, birbirlerinden
çok farklı—ve hattâ zıt—anlayışlara dayanmakta ve taraftarlarının dahi bu anayasadan
beklentileri arasında, zaman zaman kopma noktasına varan farklılıklar oluşmaktadır. Bu
durumsa, kavramsal düzeyde bir Avrupa Anayasası fikri üzerinde oluşan bu olumlu
perspektifin, söz konusu Anayasa’nın içeriğinin belirginleşmesine paralel olarak, çeşitli
116 PETERSMANN, Ernst-Ulrich: “Proposals for a Constitution for the European Union: Building-Blocks for a
Constitutional Theory and Constitutional Law of the EU”, Common Market Law Review, Vol. 32 (1995), s.
1128.
117 PETERSMANN (1995): s. 1129.
hoşnutsuzluklara ve hayal kırıklıklarına gebe olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim ileride de
görüleceği gibi; “soyut” Avrupa Anayasası fikrinden, “somut” Anayasa Taslağı’na doğru yol
alındıkça, ortaya çıkan metne en ciddi eletiriler, bizzat bu girişimin destekleyicileri tarafından
yöneltilecek ve söz konusu metnin beklentileri karşılamaktan uzak olduğu görüşü, sıklıkla
dile getirilmeye başlanacaktır.
b) Anayasa Aleyhindeki Görüşler
Önceki bölümlerde de incelendiği gibi, “tek Avrupa düşüncesi”, kaynağını çeşitli
tarihî-felsefî dinamiklerden alan ve Avrupa’nın tarihini, toplumsal ve kurumsal anlamda
bütünleşmeyle sonuçlanacak bir gelişim çizgisi olarak yorumlayan idealist bir anlayışı
doğurmuştur. Bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Avrupa bütünleşmesinin
temellerini atan kurucu babalara da hakim olmuş ve idealist bir bakış açısıyla, Avrupa
Anayasası’nı, kurulacak bir “Avrupa Devleti”nin doğal tamamlayıcısı olarak kabul eden bir
yaklaşımı gündeme getirmiştir.118 Ancak bugün gelinen noktada anayasa tartışmaları, bu saf
idealist kavrayışın sınırlarını büyük ölçüde aşmış ve hem taraftarları, hem de karşıtlarının
ortaya koyduğu değişik yaklaşımlarla çok boyutlu bir nitelik kazanmıştır. Bu çerçevede,
yukarıda değinilen ve Avrupa Birliği’nin toplumsal ve kurumsal bütünleşme sürecinde ortaya
çıkan reform ihtiyacının ancak bir anayasa ile giderilebileceğini savunan bu görüşlerin
karşısında; kurumsal reformların ve iyileştirmelerin kaçınılmaz olduğunu kabul eden, ancak
bu gereksinimlerin bir anayasa ile karşılanmasının çeşitli nedenlerle mümkün olmadığını
savunan görüşler yer almaktadır.
118 Örneğin, Alman Dışişleri Bakanı Joschka FISCHER’in 12 Mayıs 2000 tarihinde Almanya’nın Humbolt
Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşması, “Avrupa Anayasası” projesini, “Avrupa Federasyonu”na giden yolda
atılacak nihaî bir adım olarak gören anlayışın tipik bir ifadesidir. Konuşmanın tam metni için bkz. FISCHER,
Joschka: “From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, C. JOERGES, Y.
MENY ve J.H.H. WEILER (Eds.): What Kind of Constitution for What Kind of Polity, European University
Institute, Badia-Fiesolana 2000, s. 19 vd.
Bu görüşlerin başında, elbette ki ulus-devlet yapılanmasının ateşli savunucuları yer
almaktadır. Bunlar, bir Avrupa Anayasası’nın, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu sorunların
çözümüne nasıl katkılar sağlayacağı gibi bir tartışmaya girmeyi daha en baştan reddetmekte
ve doğrudan doğruya Avrupa fikrinin kendisiyle ilgili büyük çekinceler ileri sürmektedir.
Başka bir ifadeyle, geleneksel Avrupa karşıtlığı düşüncesi119, bugün büyük ölçüde Avrupa
Anayasası aleyhtarlığına dönüşmüş olup, kendisini ağırlıklı olarak bu kanaldan ifade etmeye
devam etmektedir.120
Avrupa düşüncesine ve Avrupa Anayasası fikrine karşı çıkışlar, tabii ki Avrupa
Anayasası’nın kavramsal düzeydeki reddine yönelen bu görüşlerden ibaret değildir. Avrupa
Anayasası projesine karşı geliştirilen argümanlar arasında, Avrupa’nın bugüne kadar izlediği
esnek gelişme çizgisinin devam ettirilmesinin, Birlik’in geleceği açısından daha faydalı
olacağını savunanlar da vardır. Bunlar, halihazırdaki durumun avantajının, herkese Birlik’i
istediği gibi yorumlama ve algılama imkân vermesi olduğunu belirtmekte ve Anayasa gibi
daha detaylı ve katı düzenleme girişimlerinin, Birlik içinde belli esneklik kurallarına göre
işleyen dengeleri bozacağını endişesini gündeme getirmektedir.121
Son olarak, bir Avrupa Anayasası projesine “zamanlama” açısından da karşı çıkanlar
mevcuttur. Bunlar, Avrupa Anayasası projesinin, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düş
olduğu fikrine katılmamakla birlikte; Avrupa’nın öncelikli ihtiyacının, Birlik kurumlarının
organizasyonunun ve çalışma yöntemlerinin basitleştirilmesi olduğu görüşünden hareket
119 Doğrudan doğruya ulus-devlet yapısına dayanmamakla birlikte, Avrupa merkezli düşünce yapısına karşı
geliştirilen en etkili argümanlardan biri için bkz. AMIN, Samir: Avrupa Merkezcilik, Bir İdeolojinin
Eleştirisi”, (Çev. Mehmet SERT), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993.
120 Bu görüşlerin en yeni tarihli örnekleri ve çeşitli makaleler için bkz. http://www.eurosceptic.com/ ve
http://www.eurosceptic.org/
121 Bu yaklaşımın özlü bir ifadesi için bkz. WALKER, Nail: “Sovereignty and Differentiated Integration in the
European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998), s. 355-388.
etmekte ve bugünkü antlaşmalar rejiminin bir anayasa ile değil; basit ve çerçeve hükümler
içeren yeni bir temel antlaşma ile değiştirilmesi gerektiği savunmaktadır. Bu görüş
taraftarlarına göre, böylelikle hem bir anayasanın getireceği keskin tartışma eksenlerinden
kaçınılmış olacak, hem de gelecekte, Avrupa’nın siyasî ve hukukî olarak bu tartışmaya daha
hazır olacağı bir aşamaya varıldığında, hareket noktası olarak elimizde daha “özlü” bir
kurumsal yapının bulunması sağlanmış olacaktır.122
Bu kısa açıklamalardan da görülmektedir ki, Avrupa Anayasası’na karşı dile getirilen
bu görüşler; böyle bir girişimin prensip olarak hatalı olduğu savlarından, zamanlamaya ve
biçime yönelik çeşitli pratik kaygılara kadar uzanmakta ve halihazırda çözümlenmemiş bir
gerilim eksenine işaret etmektedir. Bu durum da bize, Avrupa Anayasası’nın kavramsal
düzeydeki çekiciliğinin ve meşruiyetinin, son derece hassas ve kırılgan bir zemin üzerinde
yükseldiğini göstermekte ve eğer yürürlüğe girerse, bu Anayasa’nın uygulamadaki etkinliği
ile ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilme kapasitesinin, kendi meşruiyetini
sağlama açısından büyük önem taşıyacağını hatırlatmaktadır.
2) Bir Avrupa Anayasası Mümkün mü?
Avrupa Anayasası tartışmalarında ortaya çıkan ikinci kırılma noktası ise, bir Avrupa
Anayasası’nın “mümkün” olup olmadığı konusunda yaşanan tartışmalarla şekillenmektedir.
Bu tartışmaların dilinde Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmamasıyla kastedilen şey;
elbette ki böyle bir hukukî metnin oluşturulmasındaki teknik aksaklıklar değildir. Bu
kavramla anlatılmaya çalışılan; bir anayasayı “sıradan bir yazılı belge” olmanın ötesindeki
anlamlarla donatan koşulların, Avrupa düzeyinde de varolup varolmayacağıdır. Bu
pencereden bakıldığında, bir anayasaya gerçek saygınlığını getiren, onu Batı Uygarlığı’nın
tarihinden süzülüp gelen demokratik değerlerle yoğuran ve ona asıl meşruiyetini kazandıran
122 Bu yaklaşımın ayrıntılı bir açıklaması ve Avrupa Üniversitesi Enstitüsü tarafından hazırlanan bir “Temel
Antlaşma” önerisi için bkz. CRAIG (2001): s. 147-150.
en önemli unsur olan “halk” (demos) unsurunun Avrupa düzeyinde de oluşup oluşmadığı,
Avrupa Anayasası etrafında şekillenen soruların cevaplanmasındaki en kritik nokta olarak
belirmektedir. Başka bir anlatımla, bu tartışmanın tarafları, konuyu Avrupa’nın bir anayasaya
ihtiyacı olup olmadığı gibi daha ziyade pratik ve faydacı yaklaşımların evreninden çıkarmakta
ve böyle bir anayasayı, o anayasanın yöneldiği gerçek muhataplar olan halk unsuru açısından
değerlendirmektedir. Zira liberal-demokratik anayasa teorisinde, iktidarın tek gerçek
meşruiyet dayanağı olan halkın katılımı ve destekleyici iradesi olmaksızın gerçek anlamda bir
anayasadan söz etmek mümkün değildir. Bu yüzden, bir Avrupa Anayasası’nın gerekliliği
üzerinde mutlak bir fikir birliğine varılsa bile, Avrupa düzeyindeki bir anayasal tasarımı
mümkün ve meşru kılan bir kitlenin mevcut olmaması, bütün bu çabaları geçersiz kılacak ve
ortaya konan metnin, demokratik nitelikten yoksun, zorlama bir girişimden ibaret kalmasına
yol açacaktır.
a) Anayasa ve Halk; “Kurucu İrade”den “Kurucu İktidar”a
Klâsik anayasa hukuku literatüründe “kurucu iktidar” (pouvoir constituant–
constitutive power), genel olarak, bir anayasayı ve o anayasanın temsil ettiği düzeni oluşturan
veya bu şekilde oluşturulmuş bir düzen içinde ve yine bu düzenin ifadesi olan anayasanın
öngördüğü usullere göre, gerekli değişiklikleri yapan iktidar olarak tanımlanmaktadır.123 Bu
anlamda “aslî kurucu iktidar”, bir ülkenin kurulu siyasî rejiminde ihtilâl, ülkenin parçalanması
veya işgali sonrasında yeniden yapılanması gibi sebeplerle doğan hukukî bir boşluğu dolduran
ve kendisini bağlayan hiçbir pozitif hukuk normu olmaksızın yeni rejimi ve bu rejimin
anayasasını oluşturan güçtür. “Talî kurucu iktidar” ise, aslî kurucu iktidarın aksine,
kendisinden önce kurulmuş ve işlemekte olan bir anayasal rejim içinde ve yine bu anayasal
123 TEZİÇ, Erdoğan: Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 2003, s. 149-172; ÖZBUDUN, Ergun:
Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2002, s. 147, 148; GÖZLER, Kemal: Kurucu İktidar, Ekin
Kitabevi, Bursa 1998.
rejimin öngördüğü sınırlar ve usullere sadık kalarak bir takım düzenlemeler yapan iktidarı
ifade etmektedir. Ancak, her iki tür kurucu iktidarın ortak noktası, arkalarında kendi
iktidarlarının oluşumunu mümkün kılan bir “kurucu irade”nin mevcut olması; başka bir
deyimle, bu iktidarların aslî veya talî kurucu iktidar olmasına bakılmaksızın, giriştikleri
eylemlerin gerçek meşruiyetinin, arkalarında yatan kurucu iradeyi oluşturan sosyal
gerçeklikten kaynaklanmasıdır.
Öyleyse, yaptığımız bu ayrım çerçevesinde “kurucu irade”; bir ülkede ortaya çıkan
kurucu iktidarın sosyal dayanağını oluşturan ve bu iktidara, girişeceği bir kuruluş veya
değiştirme eylemi için meşru hareket zemini yaratan ve onu destekleyen kanaat ve eylem
bütünleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu anlamda, bir toplumda gerçekleşen anayasal
değişimlerin yerindeliğini ve yaşayabilirliğini değerlendirirken dikkate alınması gereken
hususların başında; hukukî veya fiilî durum tarafından kurucu iktidara sağlanan meşru hareket
zemininin, uzun vadede bu hareketleri kendi ihtiyaçlarıyla test edecek olan toplumun
sağladığı meşru hareket zeminiyle örtüşüp örtüşmediği bulunmaktadır.
b) Avrupa Anayasası; “İrade”sini Arayan İktidar
Yukarıda değinilen ayrım çerçevesinde Avrupa Anayasası tartışmalarına bakıldığında,
oluşan gündemin, ele aldığımız her iki kavram üzerinde de giderek artan bir baskı yarattığını
gözlemlemek mümkündür. Gerçekten, klâsik anayasa hukukunun, 17. yüzyıldan günümüze
uzanan sürecin hakim sosyal dokusu olan ulus-devlet yapılanmasını esas alarak oluşturduğu
kavram setinin de sınırlarını büyük ölçüde zorlayan bu tartışmalar, ele aldığımız ilk kavram
olan kurucu iktidar kavramında “dikkate değer” bir değişimi öngörmektedir. Bu anlamda,
Konvansiyon ve Konvansiyon’da ortaya konan metin üzerinde nihaî olarak söz sahibi olan
üye devletler, tipik bir aslî kurucu iktidar işlevi görmekte ve daha önce varolmayan bir yapıyı,
kendilerinden önce saptanmış hiçbir pozitif hukuk kuralı ile bağlı olmaksızın ilk defa olarak
ortaya çıkarmaktadırlar. Kuşkusuz, bu durum, aslî kuruculuğun alışılagelen tanımında yer
alan, “...bir ülkede ortaya çıkan...” ibaresinin artık yeterli olmadığını ortaya koymakta ve
bizi, “bir ülke”nin sınırlarını aşan düzeylerde de kurucu iktidar oluşumlarına
rastlanabileceğini kabul etmeye zorlamaktadır.
Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaların, yukarıdaki ayrım çerçevesinde
ele aldığımız ikinci kavram olan kurucu irade kavramı üzerinde öngördüğü değişimi ise,
“dikkate değer” olmanın ötesinde, ancak “sıradışı” olarak tanımlamak mümkündür. Başka bir
anlatımla, Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmadığı üzerinde yaşanan tartışmaların asıl
odağı, Avrupa’da ortaya çıkan aslî kurucu iktidarın sosyal boyutu üzerinde; yani bizim burada
kurucu irade olarak tanımladığımız eksen üzerinde yoğunlaşmaktadır. Gerçekten, Avrupa
Anayasası gibi bir oluşumun meşruiyet tabanının; yani böyle bir girişimin asıl dayanağı olan
bir “halk iradesi”nin mevcut olup olmadığı konusu, Avrupa’da günden güne artan bir
hararetle ve giderek yükselen sesler eşliğinde tartışılmaktadır. Özetle, Avrupa Anayasası
tartışmaları bağlamında gittikçe önem kazanan soru; “böyle bir Anayasa’nın muhataplarının
kimler olacağı” sorusu olarak belirginleşmektedir. Klâsik anayasa hukukunun bu soruya
bugüne kadar verdiği cevap—halk—düşünüldüğünde ise, kaçınılmaz olarak karşımıza,
Avrupa Anayasası kavramının dayanağını oluşturacak bir “Avrupa Halkı”nın mevcut olup
olmadığı sorusu çıkmaktadır.
Bu soru etrafında ortaya konan üç temel yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Bu
yaklaşımların birincisi; böyle bir anayasayı mümkün ve meşru kılacak; ona hayat verecek bir
Avrupa Halkı’nın halihazırda mevcut olmadığını ve çeşitli yapısal nedenlere bağlı olarak,
görünür bir gelecekte de böyle bir oluşumun ortaya çıkmasının mümkün olmayacağını
savunmaktadır. Bu görüşün taraftarları arasında, bir Avrupa Anayasası fikrine, hattâ birleşmiş
bir Avrupa idealine en temelden karşı çıkanlar bulunduğu gibi; prensip olarak böyle bir
oluşuma sıcak bakan, ama “ne kadar istesek de” bunun, şimdilik (ve daha uzun bir zaman)
mümkün olamayacağını belirtenler de mevcuttur. Ancak bu çalışma açısından, değinilen bu
farklılıkların hiçbir önemi yoktur. Burada önemli olan şey; kendi aralarında ne kadar
farklılaşsalar da bu gruptaki görüş sahiplerinin ortaya koydukları yaklaşımın özüdür: Buna
göre; bir Avrupa Anayasası perspektifi, ağırlığı “imkânsız”dan “kâbus”a kadar değişen farklı
terimlerle ifade edilse de, netice olarak yanlış bir yaklaşımdır ve kaçınılması gereken bir
gelişim çizgisine işaret etmektedir.124
Bu yaklaşımın tam karşısında ise, bir Avrupa Halkı oluşumunun tam zamanı olduğunu
savunan ve böyle bir gelişimin altyapısının mevcut olduğuna inanan düşünürler yer
almaktadır. Bunlar, bir Avrupa Anayasası’nın, arzulanan Avrupa Halkı’nın gelişmesini
kolaylaştıracak ve hızlandıracak araçsal bir işlev de üstleneceğine dikkat çekmekte ve klâsik
ulus-devlet bağlamından sıyrılmış yeni bir toplum modeli tasarlamaya yönelmektedir. Bu
görüşler, Avrupa entegrasyonunun geldiği aşamanın, bir zihinsel dönüşüm sürecini
dayatmakta olduğunu belirtmekte ve dil ve kavram dünyamızı, son birkaç yüzyıla damgasını
vuran ama son derece yıkıcı bir potansiyeli olduğunu da kanıtlayan klâsik ulus-devlet ve
milliyetçilik söylemlerinin egemenliğinden kurtarmamız gerektiğini savunmaktadır. Kısacası
bu yaklaşıma göre; artık bir Avrupa Anayasası’nın zamanı gelmiş durumdadır ve bu yönde
ortaya konacak çabaların meyveleri, bu uğurda yaşanacak tüm dönüşüm sancılarını
karşılamaya yetecektir.125
124 GRIMM, Dieter: “Does Europe Need a Constitution?”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November
1995); KIRCHHOFF, Paul: “The Balance of Powers Between National and European Institutions”, European
Law Journal, Vol. 5, No. 3 (September 1999).
125 SCHMITTER, Philippe, C.: “Constitutional Engineering by ‘Process’ not ‘Product’: ‘Which Europe’ Will
Come Out of the Convention?”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said
Business School, Oxford University, April 25-27, 2003 [2003–a], Session Papers & Abstracts; ROSENFELD,
Michel: “The European Convention and Constitution Making in Philadelphia”, International Journal of
Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003); LA TORRE, Massimo: “Citizenship, Constitution and the European
Union”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The
Avrupa Halkı kavramından hareketle yaşanan tartışmalarda belirginleşen üçüncü bir
akım ise; Avrupa Halkı’ndan ziyade, gönüllü katılımla oluşan ve refah, paylaşım, barış gibi
rasyonel tercihler üzerinde yükselen yeni bir tür vatandaşlık tasarımını gündeme
getirmektedir. Bu anlamda, kavramların içeriklerinin netleştirilmesi suretiyle; “bir halkın
parçası olma” ile “Avrupa’nın vatandaşı olma” durumları birbirinden ayrılmakta ve bunlar
arasında bir çatışmadan ziyade, bir örtüşme ve tamamlayıcılık ilişkisi kurulmaya
çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın savunucuları, tek bir Avrupa Halkı yaratma yolunda ortaya
konan çabaları da gereksiz ve zorlama girişimler olarak görmekte ve “halkların birliği” olarak
tanımlanabilecek bir Avrupa perspektifini gündeme taşımaktadır. Ancak bu yaklaşım, Avrupa
bütünleşmesine olan inancını ve olumlu değerlendirmelerini muhafaza etmekle birlikte,
önceliğin kurumsal dönüşüm ve yapılanma projelerine verilmesine de karşı çıkmakta ve
somut bir Anayasa oluşturma çabalarının, Avrupa’nın öncelikli ihtiyacı olduğu iddialarına
şüpheyle yaklaşmaktadır.126
i-) “No Demos” Tezi ve Avrupa Anayasası’nın Kavramsal Düzeyde Reddi
Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmadığı hakkında yaşanan tartışmalara
bakıldığında, karşımıza ilk olarak, Avrupa Anayasası tasarımında “No Demos” tezi olarak
bilinen yaklaşım çıkmaktadır. Bu yaklaşım, 1992 yılında yürürlüğe giren “Avrupa Birliği
Antlaşması” (Treaty on European Union - Maastricht Atlaşması) ile ilgili olarak açılan bir
davada, Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ve Avrupa entegrasyonunun ulus-
Hague 1989; DOARU ve JACOBİ (2000); HABERMAS, Jürgen: “Citizenship and National Identity, Some
Reflections on the Future of Europe”, Praxis International, Vol. 12, No.1 (April 1992).
126 WEILER, J.H.H.: “European Citizenship - Identity and Differentity”, European Citizenship, An
Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989; WEILER (1990-
1991); WEILER (1995); WEILER (1996); WEILER (1998); NICOLAIDIS (2003). Ayrıca bu konuda
Türkiye’den yapılan bir katkı için bkz. ÇELEBİ, Aykut: Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları,
İstanbul 2002.
üstü bir bütünleşme perspektifine yönelmesi ihtimaline karşı önemli yapısal çekinceleri içeren
ünlü “Maastricht Kararı”127 çerçevesinde somutlaşan itirazları bir araya getirmektedir.
Federal Mahkeme, anılan kararında, Maastricht Antlaşması’na o dönemde yöneltilen
eleştirilerin çoğuna hakim olan milliyetçi perspektifi ve söylemi benimsememekte; aksine,
ortaya koyduğu yaklaşımla kendisini, Alman Anayasası’nda belirlenen ve korumakla
yükümlü olduğu demokratik standartların savunucusu olarak tanımlamaktadır. Kısacası
Mahkeme, bu kararında kendisini Alman Halkı’nın milli çıkarlarının sadık bir savunucusu
olarak değil, demokrasinin evrensel değerlerinin garantörü olarak konumlandırmaktadır.128
Joseph WEILER’in sözleriyle, Mahkeme’nin anılan kararındaki akıl yürütmesini şu şekilde
özetlemek mümkündür:
“Demokrasi, bir “boşluk”un orta yerinde varolan bir soyutlama değildir.
Demokrasi, ancak çeşitli boyutları olan demokratik tartışmanın, kendileri adına ve yine
kendileri tarafından yürütülmesini mümkün kılan bir “rejime” ve bu rejimin üyelerinin,
yani bir “demosun” varlığına dayanır. Bir çoğunluğun, aldığı kararları karşısındaki
azınlığa kabul ettirmesinin makul sınırları, ancak ve ancak bir “demos” tarafından
belirlenen sınırlardır.”129
Mahkeme’nin bu yaklaşımı dikkatle incelendiğinde, birbiriyle iç içe geçen iki ayrı
varsayımın bir arada savunulduğunu görmek mümkündür. Bu varsayımların birincisi; bir
“rejim”in, yani bir devletin ancak bir demos, yani bir halk üzerine inşa edilebileceğidir. Bu
yaklaşıma göre; halk, devlete önceldir ve bir devletin oluşumunu mümkün kılan şey de; ancak
bu devletten önce oluşan ve devletin de üzerinde yükseleceği bir halkın varolmasıdır. Buna
bağlı olan bir diğer varsayım da, tam bu noktadan hareketle savunulmaktadır. Buna göre; 127 BVerfGE, 89, 155.
128 WEILER, J.H.H.: “Does Europe Need a Constitution? Demos, Telos and the German Maastricht Decision”,
European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995), s. 222.
129 WEILER (1995): s. 222.
demokrasinin işlemesini—yani azınlığın, çoğunluğun iradesini meşru kabul etmesi ve bizzat
çoğunluk haline gelene kadar, karşısındaki çoğunluğun iradesine uysallıkla boyun eğmesini—
mümkün kılan tek şey de; azınlığın ve çoğunluğun kendilerini aynı halka ait hissetmeleri;
başka bir ifadeyle, ayrı fikirlerde olsalar da, sonuçta tarihî olarak “aynı gemide” olduklarına
yürekten inanmalarıdır.
Yukarıda özetlenen mantık uyarınca, bir halkın varlığını, modern anlamda devletin ve
demokrasinin önüne koyduğumuz ve bunların varolması için vazgeçilmez şart olarak kabul
ettiğimiz andan itibaren ise; karşımıza, bir halkın hangi unsurlardan oluştuğu ve aynı
oluşumun Avrupa ölçeğinde de tekrarlanmasının mümkün olup olmadığı soruları çıkmaktadır.
Peter RUSSELL’IN “Aynı anayasayı paylaşan insanlar, öncelikle bir halk olmaya karar
vermiş olmalıdırlar.”130 sözlerinde en net ifadesini bulan bu yaklaşım, Avrupa Anayasası
tasarımına giden yolun, daha en baştan, tarihî olarak aşılması olanaksız bir engelle tıkanması
anlamına gelmektedir.
Ancak bu görüş de, kendi içinde çok çeşitli tonlara bürünmekte ve “toptan reddiyeci”
yaklaşımlardan, bu konudaki muhalefetini tartışmaya açan ve ret gerekçelerini ispata yönelen
yaklaşımlara kadar farklılıklar göstermektedir. Bu anlamda, Alman Federal Anayasa
Mahkemesi’nin eski yargıçlarından olan ve ünlü Maastricht Kararı’nın da altında imzası
bulunan Dieter GRIMM, Mahkeme’nin bu kararında ortaya koyduğu yaklaşımı gözden
geçiren ve onu daha rafine bir hale getiren yaklaşımıyla, Avrupa’nın anayasal gündemine çok
önemli katkılar yapmış ve 90’ların ikinci yarısından itibaren hızlanan anayasa tartışmalarının
gelişimine çok önemli bir perspektif sunmuştur.
130 RUSSELL, Peter, H.: Constitutional Odyssey: Can Canadians Become a Sovereign People?, University
of Toronto Press, Toronto 1992, s. 6.
Bu konuda yazdığı ünlü makalesine131, bir anayasanın gerçek anlamda ne olduğunu ve
kendisinden toplumsal olarak beklenenlerin neler olduğunu sorgulayarak başlayan GRIMM,
anayasaların, ait olduğu toplumun varlığının temel prensiplerine ve çıkan uyuşmazlıkların
çözümüne ilişkin bir uzlaşma zemini yaratarak, farklı kanaat ve çıkar gruplarını birbirine
bağladığını belirtmektedir. Anayasalar, böylelikle farklı toplumsal gruplar arasındaki
anlaşmazlıkların barışçı bir şekilde çözümlenmesine imkân vermekte ve toplumsal süreç
içinde yaşanan kayıpların kabul edilebilir olarak görülmesini sağlamaktadır. Bu
yaklaşımından da anlaşılacağı üzere GRIMM’in tasarımında anayasalar; toplumsal varoluşun
asgarî ve vazgeçilmez şartlarını içeren metinler olarak tanımlanmaktadır. Ancak burada
önemle vurgulanan nokta; anayasaların tüm bunları kendi başlarına değil, ama kendilerinden
önce varolan birtakım sosyal ön şartlara dayanarak ve onlardan güç alarak yapmakta
oluşudur.132 Şimdiye kadar bu ön şartlar, yalnızca modern ulus-devletlerin tarihi gelişim
sürecinde ve bu sınırlar içinde oluştuğuna göre, karşımızdaki sorun; anayasaların burada
sayılan işlevlerinin, modern ulus-devletten bağımsız olarak da—yani ulus-üstü bir düzlemde
de—varolup olamayacağı olarak belirginleşmektedir.
GRIMM’e göre, Topluluk’un kurucu antlaşmalarına bu gözle bakıldığına; üstünlük,
doğrudan etki ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen devletin sorumluluğuna hükmedilmesi
gibi bir takım anayasal ilkelerin varlığına rağmen; gerçek bir anayasanın temel dayanağını
oluşturan “toplumsal taban” düşünüldüğünde, Birlik mimarisinin halen önemli eksiklerle
malûl olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Zira, “gerçek anlamda bir anayasa, doğrudan
halk tarafından gerçekleştirilen veya en azından ona atfedilen; ve bu yolla da (halkın), kendi
siyasî kapasitesini ortaya koyduğu bir girişimin ürünüdür.”133 Oysa yazara göre, Avrupa
131 GRIMM (1995), s. 288.
132 GRIMM (1995), s. 288.
133 GRIMM (1995): s. 290.
Anayasası bağlamında aynı şeyleri söylemek mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede yazar,
halkların, tarihî olarak kendi anayasalarını oluşturmalarına karşılık, Avrupa Birliği
Anayasası’nın, ancak “üçüncü kişiler” tarafından oluşturulduğunu, üstelik burada söz konusu
olan “üçüncü kişiler”in de doğrudan doğruya üye devletler olduğunu belirtmektedir. Yazara
göre, bu tespitlerden yola çıkıldığında kolaylıkla görülmektedir ki Avrupa kamu iktidarı,
halktan kaynaklanan bir gücü değil; ancak üye devletler eliyle oluşturulan bir iktidarı temsil
etmektedir. Oysa anayasa, daha önceki bölümlerde de incelediğimiz üzere, yazılı bir metin
olmanın ötesinde anlamlara sahip olan bir kavramdır. Bu kavram—en azından Batı’nın liberal
demokratik anayasal geleneği açısından—ifadesini 18. yüzyılın sonunda yaşanan iki büyük
devrimde bulan bir anlayış dönüşümünün izlerini taşımaktadır. Bu anlayış dönüşümünün
konusu ise, toplumsal örgütlenmenin temellerine ve toplumdaki en üst buyurma gücünün
meşruiyet zeminine ilişkin bir tasarım değişimidir. Bu değişim; ilahî ve sorgulanmayan bir
hukukun korumasındaki mutlak iktidarın sınırsız buyurma gücünden, anlaşma ve karşılıklı
rıza ekseninde meşruiyet kazanan ve mutlaka kendisine tabi olanların iradesine dayanan bir
iktidar biçimine geçişin ifadesidir. Bu bağlamda bir anayasanın işlevi; toplumda yer alan
farklı eğilim ve fikirlerin bir araya gelmesi ve yaşanan anlaşmazlıkların çatışmacı olmayan
yöntemlerle çözülmesi için gereken yolu hazırlamak ve sonuçta politik kararlara dönüşen
iradenin, ona tâbi olanlar tarafından denetlenebildiği bir yapı oluşturmaktır. İşte konuya bu
unsurlar açısından bakıldığında, yazara göre, Avrupa’nın anayasal düzeninin yetersiz kaldığı,
açıkça görülebilmektedir.
Bütün bunlara ek olarak, GRIMM’in yaklaşımı uyarınca söz konusu eksikliğin,
sıklıkla dile getirildiği gibi kurucu antlaşmalar rejiminin tek bir anayasal çerçeveye
dönüştürülmesi gibi şeklî düzenlemeler yoluyla giderilmesi de mümkün değildir. Zira, bir
toplumun varolması için vazgeçilmez unsurlar olan; görüşlerin ve çıkarların
uyumlulaştırılması, politika oluşturma ve karar alma yöntemlerinin belirginleştirilmesi ve
istikrar ile meşruiyetin güvence altına alınmasının yalnızca devlet organlarının varlığının
doğal bir sonucu olduğunu düşünmek, büyük bir hata olacaktır. Aksine, bütün bunlar,
toplumun içinde yaşayan çeşitli aracı kurumların ve iletişim kanallarının, öteden beri zaten
var olmasının dolaylı bir sonucu olarak gerçekleşmektedir. Kısacası, değinilen bu toplumsal
altyapı olmaksızın; ulaşılmak istenen “demokratik öz” (democratic substance), parlamento ve
düzenli seçimler gibi “demokratik biçimler” (democratic forms) hayata geçirilse bile, asla
elde edilemeyecektir.134 Üstelik, bu sosyal altyapının ve ön şartların, yani demokrasinin asgarî
varlık koşullarının, günümüzde gittikçe artan sorunlar sebebiyle modern ulus-devletler
düzeyinde bile korunmasında büyük sorunlar yaşadığı düşünüldüğünde, bunların Avrupa
düzeyinde “yaratılmasının” kolaylıkla mümkün olmayacağı da ortaya çıkmaktadır. Bu
anlamda, yalnızca dil engeli bile, Avrupa düzeyindeki bir “toplum”un ve bu toplumun
demokratik bir sistem yaratmak için ihtiyaç duyacağı iletişim kanallarıyla ortak
düşünce/kanaat/eylem biçimlerinin oluşumunda, aşılması olanaksız bir engel haline
dönüşmektedir. Bu eksikler giderilmediği sürece de—ki şu an için giderilmeleri neredeyse
olanaksızdır—sıklıkla dile getirilen Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerinin artırılması gibi
yöntemlerle bir “Avrupa kamusal alanı” ve “Avrupa Halkı” yaratılması da söz konusu
olamayacaktır.135
Görüldüğü gibi yazar, bir anayasanın ve bu anayasa tarafından işler hale getirilen
demokrasinin sadece etnik anlamda homojenleşmiş bir halkla mümkün olabileceğini iddia
etmemekle birlikte; bu sistemin, en azından, kendisini siyasî bir birim olarak
teşkilatlandırmak isteyen bir topluluğun kurucu iradesine muhtaç olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Bunun da, etnik olmasa bile, bir kolektif kimliği gerektireceği varsayımından
yola çıkan yazar, etnik anlamda türdeş bir halk tasarımı bir yana bırakıldığında dahi, sözü
134 GRIMM (1995): s. 293; KIRCHHOFF (1999): s. 238.
135 GRIMM (1995): s. 295-296.
edilen bu kolektif kimliğin Avrupa düzeyinde oluşumunun, yukarıda değinilen sebeplerle
günümüzde yapısal olarak imkânsız olduğu sonucuna varmaktadır.
Anlaşılacağı üzere bu çerçeve, anayasa kavramını, modern çağın başından itibaren
yaşanan siyasî tarihin hakim aktörleri penceresinden değerlendirmekte ve “bildiğimiz
anlamda” bir anayasanın Avrupa düzeyinde varolabilmesi için, bu anayasanın “bildiğimiz
anlamda” altyapısını oluşturacak unsurların varlığını aramaktadır. Bu unsurların tarihî oluşum
süreçleri tartışmalı olsa da bu yaklaşım, söz konusu unsurların, hukukî araçlar ve kurumsal
düzenlemelerle oluşturulamayacak boyutları olduğuna işaret etmekte ve bu tarihî/toplumsal
koşulların Avrupa düzeyinde basitçe “yaratılmasının” imkânsızlığına işaret ederek, Avrupa
Anayasası tasarımının, içi doldurulamayacak bir soyutlama olduğu sonucuna varmaktadır.
ii-) Bir “Avrupa Halkı” Yaratmak
Avrupa Anayasası’nın, yapısal ve aşılması olanaksız engeller yüzünden gerçek dışı ve
kaçınılması gereken bir proje olduğunu savunan no demos yaklaşımının tam karşısında ise,
Avrupa Anayasası’nın kurucu iradesi olmak bağlamında bir “Avrupa Halkı”nın varolduğunu
veya en azından bunun koşullarının yaratılmasının mümkün olduğunu savunan görüşler yer
almaktadır.
Bu görüşlerin arasında ilk olarak dikkat çeken yaklaşım; konuyu tersten ele alarak, bir
Avrupa Demosu olmadığını iddia eden söylemlere karşı, modern ulus-devletlerin kuruluş
aşamasında da, bu devletleri önceleyen ulusal demoslar olup olmadığı sorusuyla cevap
vermektedir. Örneğin Philippe SCHMITTER, bir çok Avrupa Devleti’nin anayasallaşma ve
demokratikleşme süreçlerinin, ortada bu devletlere ait bir demos bulunmasından çok önceki
zamanlarda başladığına dikkat çekmekte ve Fransız Üçüncü Cumhuriyet Anayasası’nın yapım
zamanında bir Fransız kimliğinin bulunmayışı ile, İsviçre Kantonları’nın federal bir yapı
oluşturmaları sürecinde bir “İsviçreli” kavramının olmayışını buna örnek olarak
göstermektedir.136 Aynı şekilde, Michael ROSENFELD de Amerikan Anayasası’nın yapım
sürecine atfen sıklıkla dile getirilen “Biz, Birleşik Devletler Halkı...”137 ifadesinin, aslında hiç
de göründüğü gibi olmadığını hatırlatmaktadır. Gerçekten ROSENFELD’e göre, eğer “halk”
tabiri “millet”i ifade etmek üzere kullanılıyorsa, 1787’de ortada bir Amerikan Milleti’nin
bulunmadığı açıktır.138 Bu anlamda, Avrupa Birliği’nde birleşik bir halk iradesinin
mevcudiyetini bir sorun olarak gündeme taşıyanlar, yazara göre 1787 Amerikan
Anayasası’nın arkasındaki insanların da ziyadesiyle bölünmüş bir durumda olduğunu ve hattâ
bir “halk” olarak biçimlenme sürecinin dahi çok başlarında bulunduklarını gözden
kaçırmaktadırlar.139 O zaman görmek gerekmektedir ki; Amerikan Anayasası, tarihî olarak
Amerikan Halkı’nın oluşum sürecinde çok önemli bir kurucu rol üstlenmiştir. Bu pencereden
bakıldığında ise görülmektedir ki; aynı etkileşimin, elimizdeki Avrupa Anayasası ile
müstakbel bir Avrupa Halkı arasında yaşanmasının önünde hiçbir mantıksal engel
bulunmamaktadır.
No demos tezine karşı tarihî bir bağlam çerçevesinde dile getirilen bu karşı çıkışların
yanında, kurulan bu bağa kavramsal düzeyde yapılan itirazlar da mevcuttur. Örneğin Massimo
LA TORRE, Federal Mahkeme’nin yukarıda değinilen kararına dayanak olan “halk”
tasarımının köklerini, liberal demokrasinin gelişimine karşı oluşan romantik tepki akımında
bulmakta ve bu düşüncedeki “ulus” ve “temsil” kavramlarının son derece duygusal öğelerle
yüklü olduğunu dile getirmektedir.140 Bu anlamda, demos’un “demokrasi”ye öncel olduğu,
136 SCHMITTER (2003-a): s. 16.
137 Amerika Birleşik Devletleri Federal Anayasası’nın önsözünde yer alan bu ifadenin tam metni için bkz.
http://www.law.cornell.edu/constitution/constitution.preamble.html
138 ROSENFELD (2003): s. 375.
139 Anayasa hukuku literatüründe “halk” ve “millet” kavramları arasındaki farklar ve bunlara tarihî olarak
yüklenen farklı anlamlar için bkz. TEZİÇ (2003): s. 94-99.
140 LA TORRE (1989): s. 452.
tamamen soyut bir iddiadan ibarettir ve yazara göre bu ikisi arasındaki öncelik-sonralık
ilişkisi, “tavuk-yumurta” hikâyesindeki çözümsüz ilişki gibidir. Bundan başka, demokrasilerin
varolmak için ihtiyaç duyduğu ön koşulun da, etnik anlamda homojen bir topluluktan ziyade,
bir “sivil toplum” örgütlenmesi olduğunu belirten yazar, bu anlamdaki bir sivil toplumun
Avrupa düzeyinde kurulmasının önünde—dil engeli dahil—yapısal hiçbir engel
bulunmadığını belirtmektedir.141 Son olarak yazar, bir Avrupa Demosu arayışına girildiğinde
de, ortak bir dil haricinde, bir demosu oluşturan tüm tarihî ve toplumsal şartların (ortak bir
tarih, ortak sıkıntı ve acılar, ortak değerler ve hattâ ortak mitlerin) Avrupa düzeyinde
varolduğuna dikkat çekmektedir.142
No demos tezinin bir başka eleştirisi de, yine FRANKENBERG tarafından dile
getirilmektedir. Avrupa bağlamındaki varlığı veya yokluğu tartışılan demos’un, neden illa
üniter devletlerde olduğu şekliyle ele alındığını sorgulayan yazar, federal devletleri örnek
göstererek, yekpare ve homojen bir yapı yerine, farklılıklarını koruyan topluluklardan oluşan
bir demos’un da mümkün olabileceğini ve hattâ bu çeşitliliğin, demokratik bir sistemin
destekleyici unsurlarından biri olarak değerlendirilebileceğini belirtmektedir.143 Görüldüğü
gibi, bu yaklaşımda parçalı bir demos, Avrupa Anayasacılığı’nın kendine özgü bir öğesi
olarak kabul edilmekte ve “öteki”nin de kurucu irade olarak kabulüne açık kapı bırakılmış
olmaktadır.
Toplumsal ve tarihî bir gerçeklik olan modern ulus-devlet biçimini, anayasal bir
perspektifin olmazsa olmaz ön şartı olarak kabul eden no demos tezine karşı geliştirilen bir
başka argüman ise, anayasa düşüncesi ile modern ulus-devlet arasında gerçekten de kopmaz
bir bağ olmadığını dile getirmektedir. Buna göre, siyasî iktidarın uyacağı temel hukuk
141 LA TORRE (1989): s. 455.
142 LA TORRE (1989): s. 457.
143 FRANKENBERG (2000): s. 275.
kuralları olma anlamında anayasa fikrinin ortaya çıkışı, Antik Yunan ve Roma’ya kadar
uzanan bir geçmişe işaret etmektedir. Bu yönüyle kavram, sadece modern ulus-devletlerle
ilgili değil; daha genel bir çerçevede, siyasî iktidara hukukî bir sınır çizmek hedefiyle ilgilidir.
Bu anlamda, bir anayasanın ön şartları olarak vurgulanması gereken şey de, modern anlamda
bir devlet değil, “siyasî bir topluluktur”.144 Başka bir ifadeyle anayasalar, modern anlamda
ulusların ortaya çıkışından önce de varolduğuna göre; ulus-sonrası bir örgütlenme biçimi
olarak Avrupa Birliği açısından da anayasal bir çerçeve tasarlamak, felsefî olarak pekalâ
mümkün hale gelmektedir.
Bu çerçevede dile getirilen yaklaşımların en dikkat çekicilerinden biri de, Avrupa
Halkı tasarımının, Avrupa Anayasası ve Avrupa çapında işleyen bir demokrasi için önemini
kabul etmekle birlikte, bu kavramın normatif çerçevesini yepyeni veriler eşliğinde yeniden
kurmayı amaçlayan yaklaşımdır. Bu yaklaşımın başlıca temsilcisi olan Jürgen HABERMAS,
GRIMM’in yukarıda değinilen makalesi üzerine yazdığı mütalaasında, bu “normatif kurulum
süreci”ne, tam da GRIMM’in açtığı bir kapıdan girerek başlamaktadır. Hatırlanacağı üzere,
Avrupa Anayasası tasarımına toptan reddiyeci biçimde yaklaşan açılımlardan farklı olarak
GRIMM, Avrupa düzeyindeki bir Anayasa’nın ve çerçevesi bu anayasa ile çizilecek bir
demokrasinin altyapısının, mutlaka etnik anlamda homojen bir halka değil, ama kendisini
siyasî bir birim olarak biçimlendirmek isteyen bir topluma dayanması gerektiğine işaret
ediyordu. İşte HABERMAS da, bir toplumun altyapısını oluşturan kolektif kimlik kavramının
ne şekilde tanımlanacağı sorusunu ortaya atarak tartışmayı yeni bir boyuta taşımaktadır.
Bugüne kadar, demokrasilerin ancak ulus-devletlerin sınırlarına denk düşen kamusal alanlar
çerçevesinde işlediğini kabul eden HABERMAS, gelinen noktada “vatandaşlık” kavramının,
ulus-devletin tebaasını ifade etmenin ötesinde anlamlar taşıdığına işaret etmektedir.
Gerçekten, klâsik ifadesini John LOCKE’ta bulan özgürlükçü bir bağlam çerçevesinde ele
144 DOARU ve JACOBİ (2000): s. 417.
alındığında vatandaşlık, kalıtsal bir aidiyeti değil; iradî olarak edinilen ve rızaya dayalı olarak
sürdürülen bir statüyü temsil etmektedir.145 Bu statü ise, gerçek bir demokrasinin temelinde,
ancak “haklar” çerçevesinde tanımlanan bir aidiyet hissinin ve rasyonel sebeplere dayanan bir
birliktelik arzusunun bulunabileceğini göstermektedir.146 İşte bu ön kabullerden yola çıkan
HABERMAS, GRIMM’in, bu kolektif kimliğin oluşum sürecinin önünde önemli yapısal
engellerin bulunduğunu savunan yaklaşımına karşılık; “iletişimsel bir bağlam”
(communicative context) çerçevesinde bu yapısal engellerin aşılabileceğini ve özgür ve
sağlıklı bir iletişim projesi aracılığıyla bir Avrupa kamusal alanı ile bir Avrupa Demosu’nun
demokratik olarak yaratılabileceğini savunmaktadır.147 Gerçekten, HABERMAS’a göre;
ulusal kimliklerin oluşum süreci doğal bir süreç değil, ama belli tarihî ve toplumsal koşulların
sonucu olarak ortaya çıkan bir soyutlamaya işaret etmektedir.148 O zaman, ulus-devletleri
insanlığın erişebileceği en son sınır olarak kabul etmek ve demokratik olarak bunun ötesine
geçmeyi arzulayan toplumsal tasarımları, sanki kutsal bir yapılanmaya saldırıyormuşlarcasına
yadsımaya çalışmak, son derece tutucu ve bilimsel geçerlilikten uzak bir tavır olarak
değerlendirmelidir.
Görüldüğü üzere bu başlık altında ele alınan görüşler, Avrupa Anayasası fikrine
modernist bir bakış açısıyla yaklaşmakta ve bu süreci, bir tür “toplum mühendisliği” süreci
olarak değerlendirmektedir. Her ne kadar, bu bağlamda savunulan görüşlerin kabul edilmeleri,
halihazırda geçerli olan yapıların ve anlayışların penceresinden bakıldığında biraz zor gibi
görünse de; ulus-devlet yapılanmasının ve hatta “ulus” kavramının bizzat kendisinin de, en az
145 HABERMAS (1992) s. 6-7.
146 HABERMAS (1992): s. 5.
147 HABERMAS (1995): s. 305-307.
148 HABERMAS (2002): s. 15.
bu başlık altında dile getirilen öneriler kadar “kurmaca” olduğu düşünüldüğünde, zamanın, bu
önerileri haklı çıkarma şansının halen var olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır.
iii-) “Çoğul Kimlikler” ve Yeni bir Toplum Tasarımı
Avrupa Anayasası’na giden yolda, demos tartışmaları bağlamında ortaya konan son bir
temel yaklaşım da; 21. yüzyılın eşiğinde karşımızda duran bu oluşumu, yeni yüzyılın
kavramlarıyla tanımlamayı öneren ve insanların “aidiyet” ve “bağlılık” hislerinin temellerine
ilişkin kapsamlı bir dönüşüm sürecini gündeme getiren yaklaşımdır. Avrupa kamu
hukukçuları arasında başını WEILER’in çektiği bu yaklaşım, temel olarak; Avrupa
bütünleşmesini anlamanın, ancak bu oluşumun evrenine ait yeni kavramlarla mümkün
olabileceğini savunmakta ve Avrupa Birliği’ni, insanlık tarihinde artık geride kalmakta olan
bir dönemin kavram setini kullanarak açıklamanın mümkün olmadığını vurgulamaktadır.
Bu yaklaşımına temel olmak üzere WEILER, Avrupa bütünleşmesine yönelik iki
temel vizyondan söz etmektedir. Bunlardan birincisi olan “birlik vizyonu” (Europe as Unity);
1951 yılında ekonomik bütünleşme adımlarıyla başlayan ve bir ortak pazar oluşumuna
yönelerek devam eden sürecin, nihayetinde tam bir siyasî birliğe, yani “Avrupa Federal
Devletleri” benzeri bir yapılanmaya ulaşılmasıyla son bulacağını savunmaktadır.149 Buna
karşılık, “topluluk vizyonu” (Europe as Community) ise; tüm değerlerini egemen, bağımsız ve
özerk devletler arasındaki ilişkileri esas alarak oluşturan ve uluslararası hukuku, bu unsurlar
arasındaki güç mücadelelerinden ibaret sayan klâsik uluslararası ilişkiler anlayışını da; bunun
tam zıddı olarak ortaya atılan ve “Avrupa Federal Devletleri” örneğinde kendisini ifade eden
birlik vizyonunu da reddetmektedir. Topluluk vizyonu, bunların yerine; devletlerin
egemenliğinin, belli alanlarda da olsa karşılıklı olarak sınırlandığı ve paylaşıldığı; “karşılıklı
bağımlılık” ilişkilerinin ön plâna alındığı ve devletin bağımsızlığı efsanesinin, bir devletler
149 WEILER (1990-1991): s. 2479.
topluluğu çatısı altında yaşayan ve ortak değerlerle özlemleri paylaşan halklar gerçeğiyle yer
değiştirdiği bir perspektifi önermektedir. Bu yaklaşımı; “...liberal ulus-devletin değerlerini,
bu değerlerin kötüye kullanılmasına karşı çıkarak sahiplenmek” olarak tanımlayan
WEILER150, bu modelin ortaya koyduğu gelecek tasarımının; Birlik ile üye devletlerin
karşılıklı varlıklarının, gittikçe derinleşecek ve ilerleyecek bütünleşme sürecine rağmen
devam edeceği bir yapılanma olduğunu belirtmektedir.151
Böyle bir gelecek perspektifinin doğal bir yansıması olarak da WEILER, bizim burada
kurucu irade olarak tanımladığımız demos sorununa, kendine özgü bir yaklaşım getirmektedir.
Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda değinilen “no demos” tezine yönelik bir
değerlendirmeyle işe başlayan WEILER, Mahkeme’nin dile getirdiği organik/kültürel temelli
ulus anlayışını benimsemediğini açıkça ortaya koymakta; ama asıl itirazının, böyle bir ulus
tanımlamasının tamamıyla yanlış olduğu konusuna yönelik değil; bu tanımın, mümkün olan
tek tanım gibi sunulması konusunda yönelik olduğunu belirtmektedir.152 Buna göre asıl sorun,
bu geleneksel organik demos anlayışının dışına çıkılıp çıkılamayacağı ve bir “rejim”in üyesi
olmanın; organik olmayan, yani yurttaşlık bilinciyle ilgili bir temel üzerine inşa edilip
edilemeyeceğidir.153 Bu soruya verdiği cevabındaysa WEILER, “milliyet” ve “vatandaşlık”
terimleri arasında kavramsal bir ayrım yapmakta ve etnik-kültürel bir temelden ziyade, siyasî
bir bilince dayanan bir Birlik konseptini gündeme getirmektedir. Bu çerçevede, Avrupa’nın
bir ulus-inşası süreci olmadığını hatırlatan WEILER, bu sayede Birlik’in, farklı milliyetlere
mensup vatandaşlardan oluşabileceğini ve bu tasarımın, Avrupa Anayasası’nın temeline
150 WEILER (1995): s. 248.
151 WEILER (1990-1991): s. 2481.
152 WEILER (1995): s. 238.
153 WEILER (1998): s. 16.
koyabileceğimiz “tek bir halktan” ziyade, bir arada varolmaya devam eden “çoğul halklar”
anlayışına varmamıza olanak vereceğini belirtmektedir.154
Kolaylıkla görülebileceği gibi, bu yaklaşımın iki cephesi bulunmaktadır. İlk olarak,
konuya bireyler, yani Avrupa vatandaşları açısından yaklaşıldığında; kişilerin bugün sahip
oldukları ulusal kimlikleri terk etmeleri zorunluluğunun bulunmadığı görülmektedir. Kişi,
kendisini istediği temelde—ve hattâ arzu ederse, etnik-kültürel öğeler temelinde—bir Alman,
bir İtalyan veya bir Türk olarak tanımlayabilecek; ama aynı zamanda, rasyonel ve bilinçli
olarak bir Avrupa vatandaşı olduğunun da farkında olacaktır. Bu iki kimlik, birbirinin yerine
geçme iddiasında olmayacak; bilakis farklı seviyelerde bir arada varolmaya devam edecektir.
Konuya Avrupa Birliği açısından bakıldığında ise, Birlik’in, daha ileri bütünleşme
adımları için kendisine ulus-devletlerinkine benzer bir demos; bir halk yaratmak zorunda
olmadığı görülmektedir. Kısacası, Avrupa bütünleşmesi bir devlet yaratma serüveni olmadığı
gibi, bir ulus inşası süreci de değildir. Bu anlamda Avrupa, halihazırda organik-kültürel
anlamda bir demosa sahip değildir; ve asla olmamalıdır da. Son tahlilde Avrupa macerası,
“...Avrupa halkları arasında daha yakın bir Birlik kurmak” hedefine yönelikse, bu çerçevenin
dışına taşarak “Avrupa halkları”nı tek bir halka indirgemeye çalışmak, bizzat Birlik’in
hedefleri ve varlık sebebiyle de çelişecektir.155
Ancak WEILER, bu görüşlerini dile getirdikten sonra, Avrupa Anayasası’nın ateşli bir
destekçisi olmadığını da açıkça ortaya koymaktadır. Zira ona göre Avrupa bütünleşmesinin
anayasal okumasından çıkan sonuç, sıklıkla iddia edildiği gibi “.... (henüz) anayasası
olmayan bir anayasacılık serüveni değil; bilakis anayasacılık boyutu eksik olan bir
anayasallaşma sürecidir”156 Bir başka deyişle WEILER, Avrupa’nın halihazırdaki yapısının 154 WEILER (1998): s. 17.
155 WEILER (1996): s. 524, 525.
156 WEILER (1995): s. 220.
“yeteri kadar” anayasal olduğunu; bundan sonra dikkatlerin kurumsal düzenlemelere değil,
yukarıda değinilen sosyal dönüşüm sürecine verilmesi gerektiğini savunmaktadır.157
Elbette ki WEILER, bu yaklaşımında yalnız değildir. Avrupa entelektüel gündeminde
giderek artan sayıda düşünürün benzer görüşleri dile getirdiği görülmektedir. Örneğin
Kalypso NICOLAIDIS, Avrupa demosu etrafında bugüne kadar yaşanan tartışmanın baş
aktörleri olan “egemenlikçiler” ile “ulus-üstücüler”in ortak bir noktada birleştiklerine; her iki
grubun da “devlet merkezli” kavramlarla düşündüğüne değinmektedir.158 Bu iki zıt anlayışın
bir çözüme varmasının imkânsız olduğunu belirten yazar, çözümün, yeni tür bir siyasî toplum
anlayışında yattığını belirtmektedir. Yazara göre, Avrupa demoi-crasisi, bir “demokrasiler
birliği” olmadığı gibi, “demokrasi yoluyla bir birlik” de değildir. Avrupa demoi-crasisi,
yalnızca ekonomik değil, ama demokratik karşılıklı bağımlılık ilişkilerini düzenlemek ve
yönetmek üzere, bugüne kadar icat edilen en yenilikçi siyasî mekanizmalardan biridir.159 Bu
yaklaşımdan, bizim çalışma konumuzla ilgili türetilen sonuçlar ise, yazar tarafından şu şekilde
sıralanmaktadır:
Avrupa Birliği, bir “süper devlet” olmadığı gibi, bir devlet de değildir. Bu anlamda,
bizim devletleri tanımlarken saydığımız öğelerin hiçbirine—ve bu arada, bir “halk”a da—
sahip olması gerekli değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, bir demoi-crasi olarak Avrupa
Birliği’ni anlamak için, üç sıçrama yapılması gerekmektedir: Birincisi; “ortak kimlik”
anlayışından “kimliklerin paylaşılması” anlayışına, ikincisi; “kimlik toplulukları”
tasarımından “proje toplulukları” tasarımına ve üçüncüsü de; “çok basamaklı yönetim”
anlayışından “çok merkezli yönetim” anlayışına geçiştir.160 Bu çerçevede asıl yapılması
157 WEILER (1995): s. 298.
158 NICOLAIDIS (2003): s. 5.
159 NICOLAIDIS (2003): s. 6.
160 NICOLAIDIS (2003): s. 6.
gereken, HABERMAS’çı anlamda bir Avrupa kamusal alanı inşa etmeye çalışmak ve bu
kamusal alanda gerçekleşecek iletişimin, sonuçta tek bir Avrupa demosu yaratacağını ummak
değil, bilakis “öteki” ile birlikte yaşama kültürünü ve Avrupa projesine vücut veren tüm
farklılıkları kabullenme becerisini, yeni Avrupa’nın kurucu unsuru olarak tanımlamak ve
kabullenmektir.
Sonuç olarak, bu başlık altında özetlenen yaklaşımların, ilk iki başlık altında
savunulan görüşlerin arasında bir yerde konumlandığını söylemek mümkün görünmektedir.
Gerçekten, kimlik ve aidiyet kavramlarının yeni bir yorum biçimi olarak
değerlendirilebilecek bu yaklaşımlar, hem devletlerin, hem de ulusal duyarlılıkların “hassas
noktaları”na olabildiğince az temas etmekte ve buna rağmen, yine de ileriye doğru önemli bir
sıçramayı gündeme getirmektedir. Zaten, takip eden bölümde de inceleneceği üzere, Taslak
Anayasa’da düzenlendiği şekliyle “Birlik vatandaşlığı” kurumu da, yukarıda incelenen
görüşler arasından, en çok bu başlık altında savunulan düşüncelerle benzerlik göstermekte ve
“çoğul kimlikler” anlayışının—eğer başarılabilirse—Birlik’in gelecek tasarımında önemli bir
yer sahibi olacağını hissettirmektedir.
C) Anayasa Yapım Süreci ve “Avrupa’nın Geleceği
Konvansiyonu” 2000 yılının Aralık ayında Nice Kentinde toplanan hükümetlerarası konferansta
Avrupa Konseyi, Avrupa’nın girdiği genişleme sürecini değerlendirerek, Birlik’in temelini
oluşturan dört kurucu antlaşmanın gözden geçirilmesi gerektiğini saptamış ve bu vesileyle
Birlik’in geleceği üzerinde daha geniş ve daha derin bir tartışma platformunun yaratılmasına
karar vermişti.
Bir yıl sonra, 15 Aralık 2001 tarihinde Laeken’de toplanan zirvede Avrupa Konseyi,
“Avrupa Biriliği’nin Geleceği Hakkındaki Bildirge”yi ilân etmiş ve Birlik’in, demokrasi,
şeffaflık ve etkinlik yönünden yeni ufuklara taşınması amacıyla bir “Konvansiyon”
oluşturulmasını karara bağlamıştı. Başkanlığı’na Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Valery
Giscard d’ESTAİNG’in getirildiği bu Konvansiyon, aynı zamanda “Avrupa vatandaşları için
bir Anayasa oluşturulmasına giden yolda” da gerekli hazırlık çalışmalarını yapmakla
görevlendirilmişti.
Daha somut olarak bakıldığında ise Konvansiyon’un önüne, tartışması ve çözüm
önerileri hazırlaması için bir çok temel meselenin konulduğunu görmek mümkündü. Bizzat
Konvansiyon’un değerlendirmesi itibarıyla bu konular;
1) Avrupa vatandaşlarını, Avrupa’nın inşası sürecine ve Avrupa Birliği’nin kurumlarına
yakınlaştıracak önlemleri almak,
2) Gittikçe genişleyen bir Birlik yapısında, politika oluşturma süreçlerinin ve Avrupa
siyasetinin temel çerçevesinin nasıl oluşturulacağını belirlemek;
3) Yeni dünya örgütlenmesinde, Birlik’in nasıl bir istikrar faktörü ve örgütlenme modeli
olarak yapılandırılacağını ortaya çıkarmak başlıkları altında toplanıyordu.161
161 Bkz. “Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı”nın “Giriş” bölümü.
Çalışmalarını 2002 yılının Şubat ayından 2003 Haziranı’na kadar sürdüren
Konvansiyon, uzun müzakereler sonucunda “Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma
Taslağı”nı hazırlayarak Avrupa Konseyi’ne sunmayı başardı. Ancak bu Anayasa’nın yapım
süreci, bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Zira ideal anayasa yapım teknikleri açısından
değerlendirildiğinde, Konvansiyon’un yapısı ve çalışmalarıyla, ortaya konan metnin kabulü
için öngörülen “yol haritası”sının, söz konusu Anayasa’nın toplumsal tabanını kurmak ve
sosyal meşruiyetini sağlamak açısından bir takım sorunlar içerdiği görülmekteydi.
Tarihî deneyimler göz önüne alındığında, aslî kurucu iktidarın ortaya çıkışının,
genellikle büyük toplumsal krizler ve dalgalanmalar sonrasında bozulan toplumsal düzenin,
yeniden ve çoğunlukla da bambaşka temeller üzerinde kurulmasının ifadesi olarak
biçimlendiği görülmektedir. Bu bağlamda anayasa yapım süreçleri, her ne kadar bu süreçler
sonunda yapılan anayasaların birçoğunun “başlangıç” bölümünde doğrudan halka referans
verilse de, genellikle o toplumun yeniden yapılanmasında belirleyici rol oynayan siyasî
elitlerinin imzasını taşımaktadır.162 O zaman, demokratik anayasa yapım süreci açısından ele
alındığında asıl sorun; yeni bir anayasa ihtiyacı hangi toplumsal koşulların ürünü olarak
ortaya çıkmış olursa olsun, toplumun kaderine yön vermek üzere sahneye çıkan elitlerle
toplumun geri kalan kesimleri arasındaki bağlantının ne olacağı sorunu olarak
belirginleşmektedir.
Yine tarihî olarak bakıldığında, çeşitli toplumlarda ortaya çıkan aslî kurucu
iktidarların, farklı koşulların etkisiyle, demokratik seçimler dışındaki yollarla da toplumsal
meşruiyet sahibi olabildikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle, kurucu iktidar rolünün
toplumsal düzeyde kabul ve destek görmesi, söz konusu iktidarın demokratik usullerle
162 GÖNENÇ (2002): s. 111; DUCHACEK, Ivo: National Constitutions; A Functional Approach, Comparative
Politics, Vol. 1, No. 1 (October 1968), s. 93-97.
seçilmiş olması dışındaki sebeplere de dayanabilmektedir.163 Ancak bugünün Avrupa’sına
bakıldığında, bu tip sıra dışı deneyimlerin ve toplumsal krizlerin yarattığı meşruiyet
biçimlerinin hiçbirinin varolmadığı; aksine, son derece rasyonel olarak işleyen bir Anayasa
yapım sürecinin mevcut olduğu kolaylıkla görülebilmektedir. Başka bir deyişle; Avrupa
Anayasası’nın yapım süreci, diğer bir çok tarihî örnekte olduğu gibi, ideal anayasa yapım
ilkelerinden o veya bu şekilde ayrılmayı meşru kılacak olağan dışı koşuların ürünü olarak
biçimlenen bir süreç değildir. Bu sebeple de bu süreç, ideal anayasa yapım ilkelerine, belki de
tarihteki diğer tüm örneklerden daha uygun olmak sorumluluğu altında bulunmaktadır.
1) “Kurucu Organ”ın Yapısı ve Oluşum Şekli
Konuya bu pencereden bakıldığında, ilk olarak söylenmesi gereken şey; demokratik
Anayasa yapım süreçlerinde “kurucu organ” kavramından anlaşılması gerekenin; “kurucu
meclisler” olduğudur. Ancak bu kurucu meclisler de, iki farklı şekilde ortaya çıkabilmektedir.
Bunlar, ya sırf bu iş için oluşturulmuş meclislerden164, ya da olağan meclislerin, normal
yasama faaliyetlerine ek olarak aslî kuruculuk işlevini de üstlenmesinden oluşabilmektedir.
Ancak, demokratik anayasa yapım ilkeleri söz konusu olduğunda, bir kurucu meclisin
varlığından da önemli olan husus; bu kurucu meclisin nasıl oluşturulduğudur. Zira demokratik
anayasa yapım sürecinin temel argümanı; anayasayı gerçek anlamda var edecek ve yaşatacak
olan kitlenin, anayasa yapım sürecinde mümkün olan en geniş ölçüde temsil edilmesidir. Bu
yüzden, sağlıklı bir anayasa yapım sürecinin oluşumu için gerekli ilk adım; kurucu meclisin
oluşumunun demokratik ilkelere uygun olmasıdır. Daha da somutlaştıracak olursak; bu
kurucu meclisin üyelerinin tamamının, genel ve eşit oy prensibi çerçevesinde, barajsız bir
163 İkinci Dünya Savaşı sonrasının Fransa’sında veya sömürgecilik karşıtı savaşlar sonrası dönemin Afrika’sında,
bu dönemlerin hemen öncesinde yaşanan mücadelenin önderlerinin, zaferden sonra kurulacak yeni rejimler
üzerinde de büyük söz sahibi olmalarını, bu bağlamdaki toplumsal meşruiyet olgusuna örnek olarak
gösterebiliriz.
164 Dar anlamda “kurucu meclis” terimi, özellikle bu tip meclisleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
nispî temsil sisteminin uygulandığı bir seçimle belirlenmesi, demokratik anayasa yapım süreci
açısından en ideal yöntemdir.165 Bu süreç, toplumda yer alan her fikrin, gücü oranında
anayasa yapım sürecine katılmasını sağlayacak ve anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra
yaşanabilecek muhtemel çatışma noktalarını da, daha anayasa yapım sürecinin içindeyken,
çeşitli pazarlık ve uzlaşma eksenlerine dönüştürebilecektir.
Konuya Avrupa Anayasası bağlamında yaklaşıldığında ise, anayasa yapım sürecindeki
kilit rolüne işaret ettiğimiz bu “kurucu organ”ın bir “kurucu meclis” olarak somutlaşmasının,
Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin demokratik anayasa yapım ilkelerine uygun olması
gerektiği yönündeki siyasî temennilerin dışında; son derece gerçekçi ve pratik bazı
gerekçelere de dayandığı görülmektedir. Gerçekten, bugüne kadar Avrupa’nın geleceğini
tayin eden kararların alındığı klâsik hükümetlerarası konferansların niçin bir anayasa yapıcı
organ olarak değerlendirilmeye müsait olmadığını, en iyi şekilde Konvansiyon Başkanı
Valery Giscard d’ESTAING dile getirmektedir. d’ESTAING, bir hükümetlerarası konferans
sonucunda imzalanan Nice Antlaşması’nın müzakere sürecini değerlendirirken;
“Hükümetlerarası konferanslar, siyasî bir karakterden ziyade diplomatik bir karakter
taşımaktadır. Diplomaside amaç, karşınızdakilerin kaybetmesi pahasına kazanımlarınızı
artırmaktır. Dolayısıyla diplomasi, kazananları ve kaybedenleri olan bir oyundur” demekte
ve bu yöntemin uygulandığı Nice Konferansı’ndaki tartışmaların, bir kez daha Avrupa
odağından çıkarak ulusal çıkarlar odağına kaydığını ve bunun sonucu olarak da devlet
başkanlarının, Nice’ten başkentlerine döndüklerinde, bu süreçte Avrupa adına edinilen
kazanımları değil, kendi ülkeleri adına kopardıkları tavizleri gündeme taşıdıklarını
hatırlatmaktadır.166 Bu gerçekten hareketle görülmektedir ki; doğrudan doğruya Avrupa’yı
165 GÖNENÇ (2002): s. 113-115.
166 d’ESTAİNG, Valéry Giscard: “The Convention and the Future of Europe: Issues and Goals”, International
Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003), s. 347.
değil; ama Avrupa düzeyinde kendi yerel çıkarları temsil eden kişilerin bir araya gelmesiyle
oluşacak bir “kurul”un, Avrupa’nın anayasal beklentilerini karşılaması yapısal olarak
imkânsızdır. Önceki bölümde ele alınan ve PETERSMANN tarafından da dile getirilen
“anayasal yaklaşım” fikrinin doğruluğunu en yetkili ağızdan kanıtlayan bu sözler, Avrupa
Anayasası’nın kendisinden beklenen hedeflere ulaşabilmesi için, doğrudan halk iradesine
dayanan bir kurucu meclis tarafından oluşturulmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha
gözler önüne sermektedir.
İşte bu ölçütler çerçevesinde Konvansiyon’un oluşumuna bakıldığında, daha ilk
adımda Konvansiyon’un demokratik bir kurucu meclis olma niteliğinde önemli aksaklıkların
bulunduğu görülebilmektedir. Üstelik bu aksaklıkları, Konvansiyon Başkanı d’ESTAING’in
28 Şubat 2002’deki açılış konuşmasında kullandığı ifadelerle, “Konvansiyon, sadece
Konvansiyondur” diyerek geçiştirmek ve bu farklılıkları Konvansiyon’un kendine özgü
yapısıyla açıklamaya çalışmak da, bir çok soruyu cevapsız bırakmak anlamına gelecektir.
Söz konusu oluşuma daha yakından bakıldığında, Konvansiyon’un bir başkan ve iki
başkan yardımcısına ek olarak, üye ülkelerin devlet veya hükümet başkanlıklarını temsilen
birer (toplam 15), ulusal parlamentoları temsilen ikişer (toplam 30), Avrupa Parlamentosu’nu
temsilen 16 ve A.B. Komisyonu’nu temsilen katılan 2 üyeden oluştuğu görülmektedir. Üye
ülkelerin temsilcilerine ek olarak, aday ülkelerden gelen ve üye ülke temsilcileriyle aynı
esaslara göre belirlenen temsilciler de toplantılara katılma hakkına sahip olmuş, ancak
varılacak bir uzlaşmayı geçersiz kılma hakkından yoksun bırakılmışlardır. Ayrıca, Bölgeler
Komitesi ve Ekonomik ve Sosyal Komite’nin temsilcileriyle Avrupa Ombudsmanı’nın
gözlemci sıfatıyla katıldığı toplantılara, Adalet Divanı ve Avrupa Sayıştayı’nın başkanlarının
da katılmalarına ve konuşma yapmalarına imkân tanınmıştır.
Kolaylıkla görülmektedir ki Konvansiyon’un yapısı, öncelikli hedeflerinden olan
“demokratikleşme” ile “Avrupa halklarıyla daha yakın bağlar kurma” hedefiyle
örtüşmemektedir. Gerçekten Konvansiyon, oluşumu itibarıyla, değiştirmek üzere yola çıktığı
“demokrasi eksikliğinden muzdarip Avrupa” imgesinin üzerine pek az şey katabilmektedir.
Temel olarak, üye devletlerin eşit temsiline dayanan bu model ile Konvansiyon, meşruluğunu,
yine ağırlıklı olarak üye devletler dolayımıyla elde etmektedir. Bu durumun da, üye
devletlerin sağladığı “dolaylı meşruiyet”ten sıyrılarak, kendi sosyal meşruiyet zeminini
oluşturmaya yönelen bir Birlik tasarımıyla uyuşmadığı ortadadır.
Elbette bu tespitlere, Konvansiyon üyelerinin çoğunluğunun (toplam 46 üyenin)
doğrudan halk tarafından seçilmiş temsilcilerden oluştuğunu ve üstelik bunların bir kısmının
da, doğrudan Avrupa Parlamentosu’ndan gelen üyeler olduğunu söyleyerek karşı çıkmak
mümkündür. Ancak bu karşı çıkış da, Konvansiyon’un çalışmalarını, Avrupa Anayasası
yapım sürecinin tamamı olarak değerlendirme yanılgısına düşmek anlamına gelecektir. Zira
unutulmamalıdır ki Avrupa Anayasası’nın kurucu organı, “Konvansiyon ve Hükümetlerarası
konferans” şeklinde formüle edilebilecek iki basamaklı bir yapıdan oluşmaktadır. Dolayısıyla,
Konvansiyon’un seçimle gelen üyeleri ve bunların yaptığı çalışmalar, Avrupa Anayasası’nın
yapım sürecinin ancak bir bölümünü karşılamaktadır. Gerçekten Konvansiyon, son tahlilde
bir danışma organıdır167 ve Anayasa yapım sürecindeki rolü; bu konudaki nihaî kararı verecek
olan hükümetlerarası konferansa öneriler hazırlamakla sınırlıdır. Avrupa Anayasası
hakkındaki son sözü ise, hükümetlerarası konferans’ta—ve yine alışık olunduğu üzere, kapalı
kapılar arkasında—Avrupa Konseyi söyleyecektir. Bu durumda, Konvansiyon’un bir takım
üyelerinin seçimle belirlenmiş olmasının Avrupa Anayasası’nın yapım sürecine sınırlı da olsa
bir demokratik katkı yaptığı düşünülebilirse de, zaten eksik ve kendi içinde problemli olan bu
katkı, yukarıda tasvir edilen resmin tamamı dikkate alındığında iyice yetersiz kalmaktadır.
2) Anayasa Yapım Üslubu
167 BADINTER, Robert: “A European Constitution: Perspectives of a French Delegate to the Constitution”,
International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003), s. 364.
Demokratik bir anayasa yapım sürecinin vazgeçilmez şartlarından biri de, anayasa
yapım sürecine uzlaşmacı bir üslubun hakim olması ve bu süreçte, kurucu meclis dışında
kalan geniş kitlelerin de yaşananlar hakkında bilgi edinme ve sürece katkıda bulunma
imkânlarının devam etmesidir. Konuya Avrupa Anayasası penceresinden bakıldığında ise bu
gerekliliklerin, Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinde daha da büyük bir öneme sahip olduğu
rahatlıkla görülebilmektedir. Zira Francis SNYDER’in da belirttiği gibi, “Avrupa
Anayasası’nın yapım süreci, yalnızca belli prensipler ve hukukî gereklerle sınırlı değildir.
Bunlar, işin sadece bir yönüdür. (...) Bir diğer esaslı yön ise, doğrudan anayasallaşma
sürecinin kendisidir.”168 Zira Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin önündeki en büyük
hedeflerden biri de, sıklıkla gözden kaçırılmasına rağmen, Avrupa Birliği düzeyinde bir
anayasal kültür inşa etmektir. Avrupa ülkeleri teker teker ele alındığında, bunların tamamına
ortak olan bir anayasal kültür birikiminin mevcut olduğu düşünülebilirse de, bu tespit, bize
sorunun çözümü için yeterli araçları sunmamaktadır. Çünkü; “Globalleşme, uluslararası
nüfus hareketleri, parasal birlik ve Euro, 11 Eylül ve etkileri, Avrupa sosyal modeli üzerine
yürütülen (ve bir türlü sonuçlanmayan) tartışmalar ve aşırı sağ partilerin yükselişi gibi
sorunlar ile ulusal düzeylerde ve Birlik düzeyindeki ‘değer’ ve toplumsal ahlâk problemleri,
Avrupa Birliği’ne özgü bir anayasal kültürün oluşumunu ve gelişimini zayıflatan faktörler
olmuşlardır.”169 Bu anlamda Konvansiyon, sadece elitler düzeyinde değil, ama bütün Avrupa
Birliği vatandaşları ve özellikle gençler arasında gerçek bir Avrupa anayasal kültürü yaratma
hedefini yakalama şansını elde etmiştir. Ancak, Konvansiyon’un, yakalamış olduğu bu fırsatı
ne derece kullanabildiği sorusunun cevabı; ancak Anayasa yapım sürecinin yukarıda değinilen
ilkeye uygun olup olmadığının açıklanmasıyla verilebilir. İşte bu yüzden, burada, uzlaşmacı
anayasa yapım üslubunun iki yüzü olarak nitelendirebileceğimiz şartların; yani kurucu organa 168 SNYDER, Francis: “Dimensions and Precipitates of EU Constitutional Law”, European Law Journal, Vol
8, No. 3 (September 2002), s. 315, 316.
169 SNYDER (2002): s. 316.
hakim olan çalışma ve karar alma yöntemleri ile kurucu organ dışında kalan insanların
“bilgilenme” ve “katılım” imkânlarının, Avrupa Anayasası’nın yapım süreci bağlamında
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bu çerçevede, ilk olarak Konvasiyon’a hakim olan Anayasa yapım üslubuna
bakılacaktır. Bu üslubu değerlendirirken kullanacağımız ölçüt ise; bu süreci yönlendiren
diyalogun hakim tonunun, “uzlaşmacı” veya “çatışmacı” tonlardan hangisini yansıttığı
olacaktır. Kullandığımız bu kavramlara açıklık getirmek içinse, Adrea BONIME-BLANC’ın
konuyla ilgili çözümlenmesinden faydalanmak mümkündür. Yazara göre, “uzlaşmacı anayasa
yapım üslubu”; toplumdaki bütün büyük siyasî grupların anayasa yapım sürecine katıldıkları,
uzlaşma ve ödünler verilerek anlaşma zeminlerinin oluşturulmaya çalışıldığı, dogmatik
“çözüm”lerden kaçınıldığı ve tüm katılımcıların, işleyen sürece karşı siyasî bir sağduyu ile
hareket ettikleri anayasa yapım sürecini anlatmaktadır.170 Bunun tam tersini ifade eden
“çatışmacı anayasa yapım üslubu” ise; tüm siyasî aktörlerin sürece katılmalarının
engellendiği, dogmatik zorlamaların sürece hakim olduğu, problemlerin çoğunlukla
çözülmeden kaldığı, ulaşılan çözümlerinse sürece hakim olan tarafın dayatmalarından ibaret
kaldığı bir süreci ifade etmektedir.171
Görüldüğü gibi bu tanımlar, anayasa yapım sürecindeki “uzlaşma”yı, yalnızca dar bir
çerçeveye, yani görüşmeler ve toplantılar sırasında kullanılan kelimelerin zarafetine
hasretmemekte; aksine, toplumdaki tüm görüşlerin adil biçimde temsil edilmediği bir
kompozisyonu, daha en baştan uzlaşmacı üslubu ortadan kaldıran bir faktör olarak
tanımlamaktadır. Bu yaklaşım uyarınca görülmektedir ki; bir önceki başlıkta incelenen ve
Konvansiyon’un oluşumundaki demokratik aksaklıkları ortaya koyan gözlemler, 170 BONIME-BLANC, Andrea: “Spain’s Transition to Democracy, The Politics of Constitution-making”,
Westview Press, Boulder-London 1987, s. 13; Aynı yönde bkz. ÖZBUDUN, Ergun: Demokrasiye Geçiş
Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993, s. 116.
171 BONIME-BLANC (1987): s. 13, 14.
Konvansiyon’un anayasa yapım üslubunu da zorunlu olarak etkilemektedir. Bu pencereden
bakıldığında, Konvansiyon’un çalışmaları esnasında ne kadar demokratik ve uygar bir
tartışma platformu yaratılmış olursa olsun, Avrupa kamuoyunun büyük bölümün anayasa
yapım sürecinin dışında bırakan bu yapısal problemlerin, Taslak Anayasa metnini, uzlaşmacı
üslubun ürünü olan bir metnin sahip olacağı toplumsal meşruiyete sahip olmaktan büyük
ölçüde uzaklaştırdığını söylemek, kanımızca doğru bir değerlendirme olacaktır.
Konuya sıradan vatandaşların gözünden bakıldığında ise, ideal bir demokratik anayasa
yapım sürecine hakim olması gereken ikinci unsur olan bilgilenme ve katılım esaslarının,
Avrupa Anayasası’nın müzakere sürecinde etkin bir biçimde sağlandığını savunmanın zor
olduğunu görüyoruz. Her ne kadar, ilk bakışta Konvansiyon’da yapılan çalışmaların ve alınan
kararların Avrupa Kamuoyu’na yansıtılması; yani “bilgilenme” anlamında ileri düzey bir
şeffaflığa ulaşıldığı görülebilmekteyse de172, sürecin ikinci ayağı olan “katılım” boyutunun
aynı ölçüde yetersiz kaldığı, inkâr edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.
Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinde buraya kadar değindiğimiz unsurlar olan; aslî
kurucu iktidarı şekillendirme, anayasa yapım sürecinin işleyişi hakkında fikir sahibi olma
(bilgilenme) ve sürece doğrudan etkide bulunma (katılım) imkânları bağlamında Avrupa
halklarının sahip olduğu konumu kısaca özetlemek içinse aşağıdaki tablodan yararlanmak
mümkündür.
Tablo 1: Avrupa Halklarının Avrupa Anayasası’nın Yapım Sürecine Katılım
İmkânları
Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu Hükümetlerarası konferans
Oluşumuna Etki Zayıf Yüksek
172 Örneğin, Konvansiyon’un tüm çalışma takvimini, katılımcılarının listesini, üzerinde tartışılan ve kabul edilen
tüm maddeleri ve hattâ maddeler hakkında verilen tüm önergeleri içeren resmi web sitesi, bu konuda önemli
işlev görmüştür. Bkz. http://www.european-convention.eu.int/
Etme İmkânı
Bilgilenme İmkânı (Şeffaflık) Yüksek Zayıf
Kararları Etkileme İmkanı (Katılım) Çok zayıf Çok zayıf
Önceki bölümde de değinildiği gibi, Avrupa halklarının, kendi geleceklerini
belirleyecek olan Konvansiyon üyelerinin belirlenmesinde çok sınırlı ve dolaylı bir seçim
şansı olmuştur. Konvansiyon çalışmalarının gidişatı hakkında tatmin edici ölçüde bilgilenme
imkânına sahip olan halkların, sürecin gidişatına etki etme şansı ise çok zayıftır. Zira,
Konvansiyon üyelerinin hiçbiri doğrudan bu iş için seçilmediğinden, temsilî demokrasinin
işleyişine hakim olan siyasî sorumluluk ve toplumsal baskı gruplarının doğrudan kontrolü gibi
imkânlar son derece etkisiz kalmıştır. Buna ek olarak, halkın doğrudan inisiyatifi eline
alabileceği “halk girişimi” gibi yarı doğrudan demokrasi araçlarının da öngörülmemiş olması,
halkların sürece etkide bulunma imkânını iyice azaltan bir diğer faktör olmuştur. Bu durumu,
ilgi duyduğu maçı iyi bir koltuktan izleme şansına sahip olan; ama kendi kaderini de yakından
ilgilendiren maçın ne oyuncularının seçiminde, ne de gidişatı üzerine hiçbir söz hakkı
olmayan bir seyircinin durumuna benzetebiliriz. Eğer maç bittiğinde herkes bunun bir oyun
olduğunu ve artık geride kaldığını bilerek evine gidecekse, bu örnekte hiçbir sorun yoktur.
Ama eğer kimin hangi eve gideceği bu maçın sonucuna göre belli olacaksa, o zaman,
izleyicilerin bu pasif konumunu demokratik ilkeler çerçevesinde kalarak açıklamak pek de
kolay olmayacaktır.
Konuya Anayasa yapım sürecinin ikinci aşamasını oluşturan hükümetlerarası
konferans açısından bakıldığında ise, Avrupa halklarının, bu çalışmalara kendilerini temsîlen
katılanları belirleme konusunda önemli bir olanağa sahip olduğu söylemek mümkündür.
Gerçekten hükümetlerarası konferanslar, üye ülkelerin, her biri doğrudan halk tarafından veya
bu yolla oluşan parlamentolar tarafından seçilen devlet ya da hükmet başkanlarından
oluştuğuna göre, bu noktada Avrupa halkları açısından büyük bir temsil sorunu olduğunu
iddia etmek yanlış olacaktır. Ancak burada da, “kapalı kapılar” stratejisinin büyük ölçüde
hakim olması dolayısıyla, yürütülen tartışmalar ve kararların alınış şekli üzerinde hemen
hiçbir bilgi edinme imkânının olmadığı bilinmektedir. Klâsik devletlerarası diplomasi
oyununun kurallarının işlediği bu sürece halkın doğrudan katılımı ise, elbette ki söz konusu
bile olmamaktadır. Bu sürecin, devletlerarası ilişkilerin yürütülmesindeki doğal seyir olduğu
ve bunda kınanacak bir şey olmadığı elbette ki söylenebilir. Ama unutulmamalıdır ki burada
tartıştığımız sorun; herhangi bir devletlerarası politika süreci değil; bir anayasa yapım
sürecidir. Bu pencereden bakıldığında ise, Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin ikinci
ayağını oluşturan hükümetlerarası konferansların da, ideal anayasa yapım sürecinin
gerekliliklerini karşılama konusunda pek çok açıdan yetersiz kaldığı açıkça görülebilmektedir.
3) Anayasanın Yürürlüğe Girişi; Referandum
İdeal bir anayasa yapım sürecindeki en son öğe de; bu sürecin sonunda ortaya çıkan
metnin, özgür tartışma ve fikir oluşturma imkânlarının varolduğu bir ortamda referanduma
sunulmasıdır.173 Zira anayasa, sırf bu iş için seçilmiş bir kurucu meclis tarafından ve
demokratik katılım esaslarına sadakâtle bağlı kalınarak oluşturulmuş olsa bile; nihaî olarak
ortaya çıkan metnin gerçek sahibi olan halka söz hakkı verilmesi, temsilî demokrasinin
içerdiği bir takım zaafların ve süreç içinde kurucu meclisle halk iradesi arasında
yaşanabilecek kopmaların test edileceği bir olanak yaratacaktır.
173 Benzer bir yaklaşım için bkz. RAKOVE, Jack: “Europe’s Fathers (European Union Proposed Constitution)”,
Foreign Policy, September-October 2003.
Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin en kırılgan noktalarından birini de, işte bu
adım oluşturmaktadır. Zira Taslak Anayasa’da, bu Anayasa’nın yürürlüğe girmesi için
referandum şartı getirilmediği gibi174; Taslak Anayasa’nın içerdiği bir takım hükümler
konusunda itirazları olan ülkelerin, referandumu bir tehdit politikası aracı olarak kullandıkları
görülmektedir.175 Aksi yöndeki görüşlerin varlığına rağmen176, Taslak Anayasa metninin üye
ülkelerin anayasal prosedürleri doğrultusunda söz konusu ülke parlamentolarında
onaylandıktan sonra yürürlüğe girebilecek olması da, temsilî demokrasinin en büyük kriz
odaklarından birini oluşturan “parti disiplini” gibi sorunlar sebebiyle, Anayasa’nın gerçek
muhatabı olan halkların kendi kaderleri hakkında vereceği kararın yerini tutamayacaktır.
Nitekim, bu noktanın farkında olan bir çok ülke kamuoyunda da, metnin referanduma
sunulması yolunda baskıların artması, bu gözlemlerimizi doğrular nitelikteki gelişmeler
olmaktadır.177 Durum böyle olmasına karşılık, Almanya başta olmak üzere pek çok ülkede
174 Taslak Anayasa metninin sonuna eklenen “Anayasayı Oluşturan Antlaşma’nın Nihaî İmza Tasarrufu
Bildirgesi” uyarınca; “Anayasa’yı oluşturan Antlaşma’nın imzalanmasından iki yıl sonra, Üye Devletlerin beşte
dördü bunu onaylamışsa veya biri veya birkaçı onaylamaya geçmekte zorlukla karşılaşmışsa, bu mesele Avrupa
Konseyi’ne götürülür.”
175 Örneğin, İngiliz basınında Başbakan Tony BLAIR’ın, kendi partisinin Avrupa Parlamentosu seçimleri için
başlattığı negatif kampanyayı ve İngiliz Halkı’nın referandumda “hayır” deme ihtimalini, Anayasa konusunda
bir pazarlık aracı olarak kullandığı yolunda haberler geniş yer tutarken; İngiliz Maliye Bakanı Gordon BROWN
da, bir referandumda İngiliz Halkı’nın kabul oyu verebilmesi için—sadece kendisini ilgilendiren alanlarda—en
az 25 değişiklik yapılması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. BEATTY, Andrew: “Blair to reaffirm Constitution
‘red lines’”, EUObserver - 10.05.2004 (http://www.euobserver.com/)
176 Örneğin, Konvasiyon’a Fransız Parlamentosu’nu temsilen katılan üyelerden Robert BADINTER, Üye
Devletlerin, vatandaşların katılımı olmaksızın kendi aralarında yaptıkları bir antlaşma ile Avrupa için bir anayasa
oluşturmaya yönelmelerini bir sorun olarak görmemektedir. Gerçekten, BADINTER; “Antlaşma, yine de Birlik
vatandaşları tarafından, doğrudan doğruya veya temsilcileri aracılığıyla onaylanacaktır. Sonuçta Avrupa Birliği
bir anayasa tarafından yönetiliyor olacaktır; önemli olan da budur.” demekle, hem Anayasal inisiyatifin
vatandaşlar tarafından başlatılmamış olmasını, hem de referanduma başvurulmamasını “küçük ve önemsiz
ayrıntılar” olarak değerlendirmektedir. Bkz. BADINTER (2003): s. 363.
177 Örneğin; CARTER, Richard: “Referendum Pressure Grows in French”, EUobserver – 10.05.2004
(http://www.euobserver.com/); KIRK, Lisbet: “Swedes Want a Say on New EU Constitution”, EUobserver –
hükümetler, referanduma soğuk bakmakta178 ve referandumda, hükümetler düzeyinde alınan
kararların aksi istikametinde sonuçlar çıkması ihtimâlini, Avrupa macerasının sonunu
getirecek bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Bu durum ise, yazgısı doğrudan Avrupa halkları tarafından belirlenen bir Birlik kurma
hedefinin bir kez daha boş bir söylemden ibaret kalmak üzere olduğunu ve halkların, isteseler
de Avrupa’nın geleceğinde gerçek anlamda söz sahibi olamayacaklarını göstermektedir. Bu
açık ise, kanımızca, yukarıda da anlatıldığı üzere, ideal Anayasa yapım süreci ilkelerine bağlı
kalma sorumluluğunu en üst düzeyde taşıyan Avrupa Anayasası’nın geleceğinde telafisi
mümkün olmayan bir meşruiyet sorunu doğurmaya aday görünmektedir.
04.05.2004 (http://www.euobserver.com/); MAHONY, Honor: “Poles May Call Referendum on Constitution”,
EUobserver – 28.04.2004 [2004-a] (http://www.euobserver.com/).
178 CARTER, Richard: “Schröder: Constitution Even Without Ratification”, EUobserver – 26.04.2004
(http://www.euobserver.com/).
III. Bölüm
Taslak Avrupa Anayasası; Değerler ve Kurallar
Avrupa Anayasası’nın “gerilim eksenleri” denildiğinde, yalnızca buraya kadar
incelenen ve daha ziyade Avrupa Anayasası’nın kavramsal düzeydeki varlığı ve gerekliliği
üzerine yürütülen tartışmalar anlaşılmamalıdır. Bunlara ek olarak, doğrudan doğruya
elimizdeki Taslak Anayasa metninden kaynaklanan tartışmaların da bu kapsamda ele alınması
gerekmektedir. Gerçekten, gelinen aşamada bir yandan bir Avrupa Anayasası’nın gerekli olup
olmadığı veya böyle bir girişimin altyapısının mevcut olup olmadığı konusundaki tartışmalar
tüm hızıyla sürerken, diğer yandan da Avrupa’nın gündemi, Konvansiyon çalışmaları
sonucunda açıklanan metinle ilgili olarak yaşanan büyük anlaşmazlıkların işgali altında
bulunmaktadır.
Elbette ki Taslak Anayasa metninden kaynaklanan anlaşmazlıkların büyük bölümü,
devletlerin stratejik dünya algılamasından Birlik düzeyindeki güç dengesi hesaplarına, makro-
ekonomik beklentilerden toplumsal-kültürel kökenlere kadar birçok farklı sebebe dayanmakta
ve büyük ölçüde “yüksek siyaset” olarak tanımlayabileceğimiz bir ilişkiler yumağının içinde
şekillenmektedir. Bu anlamda, Taslak Anayasa ile ilgili olarak veya bu metinden hareketle
yaşanan tüm bu anlaşmazlıklar, çok farklı açılardan ele alınması gereken bir çeşitliliğe işaret
etmekte ve bu tartışmaların bir çoğu, doğrudan doğruya uluslararası hukukun, uluslararası
ilişkilerin, toplumbilim çalışmalarının ve çeşitli tarihî/stratejik araştırmaların konusunu
oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, yaşanan tüm bu tartışmaların içindeki bir boyut, bize göre dikkat
çekici bir biçimde öne çıkmakta ve Avrupa’daki anayasal tartışma gündeminin ağırlık
merkezini oluşturmaktadır. Bu boyut, doğrudan doğruya bir “değerler topluluğu” olarak
tanımlanan Avrupa Birliği’nin temellerine ilişkin olarak biçimlenen arayışlarla ilgilidir.
Kısacası bu boyut, modern Avrupa’yı kuran temel siyasî değerler ile bunların ifadesi olan
anayasal ilkelerin, Avrupa Anayasası’na ne şekilde ve hangi ölçülerde yansıtılacağıyla
ilgilidir.
Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere, bu bölümde ortaya konulan temel varsayım;
toplumsal hayatı düzenleyen kurallar ve kurumların, bunların dayanaklarını oluşturan ve
çeşitli tarihî süreçler içinde üretilen değerler ve prensiplerin yansıması olduğudur. Buna bağlı
olarak da çalışmamızda, bir kurallar ve kurumlar bütünü olan Taslak Avrupa Anayasası’nın,
hedef kitlesi olan Avrupa halklarının gözündeki meşruiyetinin de, büyük ölçüde kendisine
kaynaklık eden değer ve prensiplerle olan ilişkisine bağlı olacağı savunulmaktadır. Bu sebeple
bu bölümde yapılacak olan şey; Avrupa Anayasası projesine dayanak işlevi gördüğünü
düşündüğümüz değerler ve prensiplerle elimizdeki Taslak Anayasa metnini karşılaştırmak ve
Taslak Anayasa’da öngörülen kurumsal düzenlemelerin, söz konusu değerler ve prensiplerle
olan ilişkisini irdelemek olacaktır. Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak da, değinilen bu
ilişkide yaşanan kopma ve aksamalar, Avrupa Anayasası projesindeki temel sorun odakları ve
gerilim eksenleri olarak tanımlanacaktır.
Ortaya konulan bu yaklaşımı biraz daha açmakta fayda vardır. Gerçekten, bir sosyal
doku içinde varolan değerler ve prensiplerin, bu sosyal dokunun kurumsallaşmasını ifade
eden kurallarla olan bağlantısı nasıl açıklanabilir?
Bu noktayı biraz daha netleştirmek üzere, Maria Lusia Fernandez ESTEBAN
tarafından önerilen üç ayaklı bir çözümleme şemasından faydalanmak mümkündür. Yazara
göre, bir hukuk sistemini karakterize eden değerler ve prensiplerle, bunların yansıması olan
kurallar arasındaki ilişki, üç başlık altında özetlenebilir.179 Buna göre, ilk olarak söylenmesi
gereken şey; her bir değer ve prensibin kendi dışındaki bir norm grubuna vücut vermesine
179 Burada esas alınan çözümleme için bkz. ESTEBAN, Maria Luisa Fernandez: The Rule of Law in the
European Constitution, Kluwer Law International, The Hague-Boston 1999, s. 39-40.
karşılık, bu ilişkinin ancak dikkatli gözlemler sonunda açığa çıkarılabileceğidir. Gerçekten
değerler ve prensipler, hukuk sistemlerinde son derece önemli ve yapısal roller oynamalarına
karşılık, çoğunlukla açıkça ifade edilmemekte ve yalnızca yazılı kurallardan soyutlanarak
anlaşılabilmektedir. Buna ek olarak, sözü edilen değer ve prensiplerle bunların ifadesi olan
kuralların toplumsal hayata yansıma biçimleri de birbirinden farklıdır. Bu çerçevede, bir
toplumda var olan kurallara “uyulurken”, değer ve prensiplere ise ancak “bağlı
kalınmaktadır”. Bu yüzden söz konusu değer ve prensiplerin anlamını ve değerini, arkalarında
yatan hukukî ve felsefî birikimden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Son
olarak, değer ve prensiplerin yorumlanış ve uygulanış biçimleri de kurallarınkinden farklıdır.
Bu anlamda, farklı değer ve prensipler arasında bir çatışma söz konusu olduğunda, kuralların
çatışması durumunda izlenen yoldan farklı olarak, bu değer ve prensiplerden birinin
diğerlerine mutlak şekilde üstünlük sağlaması söz konusu olmamaktadır. Böyle durumlarda,
somut olayın özelliklerine göre, çatışan değerlerden birine normatif geçerlilik tanınması,
diğerlerinin mutlak şekilde inkârı anlamına gelmeyip; göreli ve duruma göre değişen bir
üstünlük tercihi anlamına gelmektedir.
Yukarıda kısaca özetlenen bu yaklaşım çerçevesinde Avrupa Anayasası tartışmalarına
bakıldığında ise, şu basit tespiti yaparak işe başlamak mümkün görünmektedir: Batı
Uygarlığı’nın tarihî serüveninden gelen değerler, belli durumlarda birbirileriyle çatışan
görünümler sergilese de, sonuçta hiçbir zaman bir diğerinin mutlak anlamda reddi sonucunu
doğurmamaktadırlar. Zira Avrupa’yı kuran değerler, her şeyden önce birbiriyle iç içe geçmiş
bir bütünün parçasıdırlar. Bu sebeple, yeni çağın Avrupa’sının oluşum sürecinde söz konusu
değerlerin bazılarının gözden çıkarılması, modern Avrupa’yı var eden birikimlerin de bir
kısmının görmezden gelinmesi anlamını taşıyacaktır. Konuya bu pencereden bakıldığında ise
söz konusu değerlerin tümünün, toplumsal ve tarihî ağırlıklarına paralel olarak, kurulmakta
olan yeni Avrupa’da ait olduklara yerlere oturtulmasının zorunlu olduğu kolaylıkla
görülebilmektedir. İşte bu anlatılanlar çerçevesinde belirtilmelidir ki, Avrupa Anayasası
bağlamındaki temel sorun; Avrupa tarihînin çeşitli evrelerinde oluşan ama özellikle
Avrupa’nın son 300 yılına damgasını vuran ulus-devlet gerçekliği içinde olgunlaşan bu
değerlerin, özlerinden bir şeyler kaybetmeksizin ve kısmen veya tamamen görmezden
gelinmeksizin, ulus-üstü bir bütünleşme perspektifine nasıl aktarılacağı sorunu olarak
belirginleşmektedir.
A) Klâsik (Negatif) Anayasacılık
Avrupa tarihîne özgü mücadelelerin doğurduğu en önemli değerlerden biri olan
liberalizm, aydınlanma düşüncesinden devraldığı mirasın da etkisiyle, dönemin hakim unsuru
olan mutlak monarşilerin ezici iktidarına karşı bir duruşa ve bireylerin özgür tercihleriyle
yönlendirilen bir toplum biçimine olan inanca dayanarak biçimlendi. Bu yönüyle modern
Avrupa kültürünün temel değerlerinden biri hâline gelen liberalizm, aynı zamanda klâsik
anayasacılık hareketlerine giden yolun da düşünsel temellerini oluşturdu. Liberalizmin çocuğu
olarak doğan ve oluşum sürecine ilk bölümde ayrıntılı olarak değinilen klâsik anayasacılık
düşüncesi ise, devrimler çağından günümüze kadar öneminden hiçbir şey kaybetmeden
varlığını sürdürdü ve çağdaş Avrupa toplumlarının siyasî-hukukî örgütlenmesinin temel yapı
taşlarından birini oluşturdu. Ancak klâsik anayasacılık düşüncesi, bu süreçte, kendisine
kaynaklık eden liberalizm ideolojisini olduğu gibi devralmakla yetinmeyip, süreç içinde onu,
hukukun normatif diline uyarlayarak iki temel prensip hâlinde somutlaştırdı. Bu anlamda,
sınırlı iktidar ve özgür birey kavramlarına dayanan siyasî liberalizm, Anayasacılığın dilinde
“kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” prensipleri olarak ifadesini buldu.
1) Kuvvetler Ayrılığı
Tarihî kökeni ARISTO’nun çalışmalarından POLYBIUS’un karma anayasa
düşüncesine kadar uzanan kuvvetler ayrılığı prensibi, modern çağın başındaki ifadesini ise
MONTESQUIEU’nun yapıtlarında bulmuş ve o zamandan beri liberal anayasaların
vazgeçilmez ilkelerinden biri olmuştur. Bu prensip, temel olarak modern devletin üç temel
fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarının, oluşumları ve işleyişleri
bakımından birbirlerinden bağımsız organlarca yürütülmesini ve bu sayede iktidar üzerinde
bir kontrol ve denge mekanizması (checks and balances) yaratılmasını amaçlamaktadır.
Kuvvetler ayrılığı prensibi, bu amaç çerçevesinde, modern çağın başından günümüze uzanan
süreçte önemli dönüşümler geçirmiş ve çok farklı görünümlere bürünmüştür. Bu anlamda
kuvvetler ayrılığı, özellikle parlamenter sistemlerde siyasî partilerin sistemdeki ağırlığının
artmasına paralel olarak belirgin bir değişime uğramış ve yasama ve yürütme fonksiyonları
arasındaki ayrım giderek belirsizleşmiştir. Ancak bu durumda da kuvvetler ayrılığı
prensibinin özü; yani hukuk devletinin de güvencesi olan yargı organının bağımsızlığı özenle
korunmuş ve geliştirilmeye çalışılmıştır.180 Kısacası Avrupa kamu hukuku geleneğinde
kuvvetler ayrılığı prensibi, çağın özelliklerine göre bir takım dönüşümlere uğrasa da, bugüne
kadar özüne daima sadık kalınan bir prensip olarak varolmaya devam etmiştir.
Bu pencereden Avrupa Birliği’nin kurumsal yapılanmasına bakıldığında, söz konusu
prensibin geleneksel tarifiyle Avrupa düzeyinde hiçbir zaman varolmadığını ve aşağıda da
inceleneceği üzere, Taslak Anayasa’da da böyle bir arayışın yer almadığını görmek
mümkündür. Gerçekten, kuvvetler ayrılığı prensibinin buraya kadar değindiğimiz klâsik tarifi,
“organik” bir anlayışa dayanmakta ve devlet iktidarının çeşitli boyutlarını, doğrudan doğruya
iktidarın bu boyutunu kullanma yetkisine—ve hattâ tekeline—sahip olan organlarla
özdeşleştirmektedir. Ancak, ulus-devletlerdeki klâsik yetki ve sorumluluk paylaşımının
aksine, Birlik kurumları düzeyinde, kurumların görev alanları ve faaliyetleri arasında net ve
kesin ayrımların bulunmaması, Avrupa düzeyinde kamu iktidarının kullanılmasından
kaynaklanan işlemleri, bunların kaynaklarına göre tarif etmeyi imkânsız hâle getirmektedir.181
O zaman burada izlenmesi gereken yöntem, kuvvetler ayrılığı prensibini “işlevsel” boyutuyla
anlamak ve Birlik düzeyindeki ilişkileri bu yaklaşım çerçevesinde açıklamaya çalışmaktır.182
180 WHEARE, K.C.: Modern Anayasalar, (Çev. Mehmet TURHAN), Değişim Yayınları, İstanbul 1984, s. 36.
181 DINNAGE, James D. ve John F. MURPHY: The Constitutional Law of the European Union, Anderson
Publishing Co., Cincinnati 1996, s. 210.
182 LEANERTS, Koen: “Some Reflections on the Separation of Powers in the European Community”, Common
Market Law Review, Vol. 11 (1991), s. 13, 14.
Kuvvetler ayrılığı prensibinin “işlevsel” boyutu denildiğinde, aslında Birlik
mimarisinde kurucu antlaşmalar zamanından beri süregelen “kurumsal denge” anlayışına
ulaşılmaktadır. Bu anlayışın dayandığı kurumsal dengenin—en azından görünüşteki—
aktörleri de, yine o tarihlerden beri önemini koruyan Konsey, Komisyon, Parlamento ve
Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’dır. Bu çerçevede Topluluk hukukunun, söz konusu
kurumlar arasındaki dengeyi, her birine birbirileriyle çatışan yetkiler vermek suretiyle tesis
etmeyi amaçlayan yaklaşımı, günümüze uzanan süreçte hemen hiç değişmeksizin devam
etmekte183 ve Birlik düzeyindeki kuvvetler ayrılığı prensibi, çıkarların temsiline dayanan bir
örgütlenme biçimi olarak somutlaşmaktadır.184
Bu ifadelerle anlatılmak istenen şeyi daha iyi anlayabilmek için Taslak Anayasa’nın
konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, ilk olarak görülen şey; bugüne kadar tercih
edilen bu sui generis yapılanmanın Taslak’ta daha da geliştirilerek korunduğudur. Gerçekten,
örneğin Avrupa Parlamentosu, ulus-devletlerden alışık olduğumuz durumun aksine, yasa
yapma ve bütçenin kontrolü konularında tek yetkili organ olarak tanımlanmamakta, bilakis
Parlamento’nun, bu yetkilerini ancak “...Bakanlar Konseyi ile ortaklaşa olarak...”
kullanabileceği belirtilmektedir (T.A. m. I – 19/1, m. 22). Buna ek olarak, Avrupa
Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi arasında bölüştürülen yasama yetkisi de, bazı istisnai
durumlar haricinde ancak bir üçüncü organdan; yani Avrupa Konseyi’nden gelecek bir teklif
üzerine kullanılabilmektedir (T.A. m. I – 25/2). Benzer şeylerin yürütme işlemleri açısından
da söylenmesi mümkündür. Kural olarak Avrupa Komisyonu, Anayasa hükümlerinin ve
Birlik yasalarının uygulanmasından, bütçenin ve programların yönetiminden ve Birlik
çerçevesindeki genel eşgüdüm, yürütme ve yönetim işlevlerini uygulanmasından sorumlu
183 COEN, Vincent ve Ricardo MAESTRI: “Institutional Actors”, The Student’s Guide to European
Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-
Cornwall 2004, s. 43.
184 ESTEBAN (1999): s. 158.
olmakla birlikte (T.A. m. I – 25/1), bu işlevlerinin tamamında Avrupa Konseyi tarafından
çizilen genel siyasî çerçeveye ve önceliklere sadık kalmakla yükümlü olacaktır (T.A. m. I –
20/1). Aynı şekilde Bakanlar Konseyi de, Anayasa’da yer alan tüm faaliyet alanlarına yönelik
olarak hazırlanan politikalarda ve bunların arasındaki koordinasyonun sağlanmasında Avrupa
Komisyonu’yla eşdeğer yetkilere sahip olacaktır (T.A. I – m. 22/1). Aynı yaklaşımı, yasama
ve yürütme faaliyetlerini düzenleyen ayrıntılı hükümlerde de görmek mümkündür. Gerçekten,
Taslak Anayasa’nın “Yasama Faaliyetleri”ni düzenleyen I. Bölümü’nün 33. maddesinde,
“Avrupa Yasaları”nın ve “Avrupa Çerçeve Yasaları”nın yapılabilmesi için, yukarıda
değindiğimiz her üç organın farklı aşamalarda yetki sahibi olduğu olağan prosedür
düzenlenmekte; ancak hemen ardından gelen fıkralarda, bu yasaların doğrudan doğruya üye
ülkelerin inisiyatifiyle veya Komisyon’un teklifine gerek kalmaksızın, doğrudan doğruya
Parlamento ve Bakanlar Konseyi’nin ortak katılımıyla yapılacağı özel durumlara
değinilmektedir. Benzer şekilde, Taslak’ın I – 36. maddesinde de, üye ülkelerin Birlik’in
hukuken bağlayıcı tasarruflarını iç hukuklarına yansıtmak üzere çıkarmakla yükümlü
oldukları “Uygulama Yasaları”ndan bahsedilmekte, ancak maddenin ikinci fıkrasında, belli
durumlarda bu tasarrufları iç hukuktaki uygulama yetkisinin dahi Komisyon veya Bakanlar
Konseyi’ne devredilebileceği öngörülmektedir. Benzer bir yapılanma, yargı fonksiyonu
açısından da geçerlidir. Taslak Anayasa, prensip olarak bugüne kadarki uygulamaya sadık
kalmakta ve Birlik değerlerinin korunmasındaki esas işlevi, üye ülke mahkemeleriyle uyum
içinde çalışacak Birlik mahkemelerine bırakmaktadır. Üstelik Taslak’ta, bugüne kadar görülen
iki dereceli yargısal mimari; Avrupa Adalet Divanı, Yüksek Mahkeme ve Uzman
Mahkemeler’den oluşan üç dereceli bir yargısal mimariye dönüştürülmekte ve
güçlendirilmektedir (T.A. I – m. 28/1). Ancak, Avrupa yapılanmasındaki “işlevsel kuvvetler
ayrılığı” yaklaşımı burada da açıkça ortaya çıkmakta ve Taslak, Avrupa Komisyonu’nu, Birlik
yasalarının uygulanmasını Adalet Divanı’nın kontrolü altında denetlemekle görevli esas organ
olarak tanımlayarak (T.A. m. I – 25/1), organik kuvvetler ayrılığı teorisinden bir kez daha
radikal bir biçimde uzaklaşmaktadır.
Değinilen tüm bu örnekler de göstermektedir ki; Taslak Anayasa’da öngörüldüğü
şekliyle kuvvetler ayrılığı prensibi, söz konusu prensibin ulus-devletler düzeyindeki algılanış
ve uygulanış biçiminden çok farklı bir görünüm arz etmektedir. Ancak hemen belirtilmelidir
ki bu tespit, kendi başına pek bir anlam ifade etmemektedir. Bu çalışma açısından önemli olan
şey; yukarıdaki tespite konu olan durumun, klâsik anayasacılık bağlamında nasıl
değerlendirileceğidir.
Bilindiği gibi kuvvetler ayrılığı prensibi, hangi biçimiyle uygulanırsa uygulansın, özü
itibariyle, mevcut bir iktidarı “daha az tehlikeli” hale getirmenin ve bu yolla da o toplulukta
iktidara sahip olmayan unsurları güvence altına almanın bir aracıdır. Kısacası kuvvetler
ayrılığı prensibi, mantıksal olarak, öncelikle kontrol altına alınması gereken bir iktidarın
varlığını gerektirir. Oysa bize göre, Avrupa Birliği düzeyindeki temel sorun, halihazırda
varolan bir iktidarın parçalanması veya mevcut bir kuvvetin bölünmesi sorunu değildir. Zira,
bizatihi Taslak Anayasa’nın kendisiyle ulaşılmak istenen amaç; her şeyden önce bir “Avrupa
iktidarı” yaratmaktır. Bu bağlamda, Avrupa mimarisindeki kuvvetler ayrılığı prensibinin
hedefinin; Birlik kurumları arasındaki yatay yetki paylaşımını düzenlemek ve söz konusu
kurumlar arasında bir kontrol ve denge mekanizması oluşturmak olduğunu düşünmek,
gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu çerçevede, Birlik düzeyindeki kurumsal dengenin aktörleri
de, genellikle sanıldığı gibi Birlik kurumlarının kendisi değildir. Zira Birlik düzeyindeki bu
kurumsal denge, aslında büyük ölçüde Avrupa ulus-devletlerinin Birlik kurumlarına “sızma”
ve onları dengeleme gayretleriyle; yani Birlik ile üye ülkeler arasındaki dikey yetki paylaşımı
kaygılarıyla şekillenmektedir. Bu kapsamda, örneğin yasama faaliyetlerinde Bakanlar
Konseyi’nin güçlendirilmesi, Birlik çerçevesinde üye ülkelerin gücünü artıran bir düzenleme
olarak görülür ve taraftarlarınca bu nedenle savunulurken; ağırlığın Avrupa Komisyonu ve
Avrupa Parlamentosu’na kayması ise, Birlik’in işleyişi üzerindeki devlet kontrolünün
zayıflaması olarak görülmekte ve kurumlar arasındaki denge, ağırlıklı olarak bu “devletçi”
görüşün penceresinden yorumlanmaktadır.
Yukarıda ortaya konan bu yaklaşımımızı destekleyen en son örnek olay ise, Taslak
Anayasa üzerinde yaşanan anlaşmazlıkları çözmek üzere 18 Haziran 2004 tarihînde
Brüksel’de toplanan hükümetlerarası konferansta alınan kararlar olmuştur. Gerçekten, zirve
sonrasında yayımlanan Bildirge’de yer alan düzenlemelere bakıldığında, zirveye hakim olan
temel kaygının, üye ülkelerin çoğunluğunca paylaşılan ulusal egemenlik kaybı endişelerini
gidermek olduğu yoğun olarak hissedilmektedir. Bu kapsamda örneğin, yayımlanan
bildirgenin “Kurumlar” başlığını taşıyan birinci kısmında yer alan ilk “Ek”te, Taslak
Anayasa’nın Avrupa Komisyonu’nun oluşumunu düzenleyen bölümlerinde önemli
değişikliklere gidildiği görülmektedir. Bu amaçla ilk olarak, Taslak Anayasa’nın I – 25.
maddesi ele alınmıştır. Söz konusu maddenin orijinal halinde, Avrupa Komisyonu’nun,
Komisyon Başkanı ve Birlik Dışişleri Bakanı’na ek olarak, üye ülkelerden dönüşümlü olarak
seçilecek 13 komiserden oluşacağı belirtilmekteydi. Bu yapısıyla Komisyon, üye ülkelerin
eşit temsili ilkesinden ve ulus-devletlerin mutlak eşitliği anlayışından uzaklaşmakta ve
Komisyon’un “Avrupalılığı” iyice ön plâna çıkarılmaktaydı. Ancak getirtilen yeni
düzenlemede, öncelikle Komisyon’un bu yeni kompozisyonuna giden yolda uzun bir “geçiş
dönemi” öngörülmüştür. Buna göre, Anayasa’ya göre oluşturulacak ilk Komisyon, eskiden
olduğu gibi yine tüm üye ülkelerinin birer temsilcisinden oluşacak (T.A. m. I – 25/5; yeni
hâl); görevi 5 yıl devam edecek olan bu “geçiş dönemi Komisyonu”ndan sonra oluşacak
Komisyonlar’da da, üye ülkelerin üçte ikisine karşılık gelen sayıda üye yer alacaktır (T.A. m.
I – 25/6; yeni hâl). Bunlara ek olarak, Komisyon üyelerinin üye ülkelerin vatandaşları
arasından seçileceği esasının da ayrıca vurgulandığı görülmektedir (T.A. m. I – 25/6; yeni
hâl). Bunun dışında, yeni düzenleme ile Komisyon üyelerinin sayısına ek olarak, bu üyelerin
seçiminde de üye ülkelerin söz hakkının önemli ölçüde artırıldığı görülmektedir. Gerçekten,
Taslak Anayasa’nın konuyu düzenleyen I – 26. maddesinin orijinal halinde, Komisyon
üyelerinin her üye ülke tarafından gösterilecek üç aday içinden Komisyon Başkanı tarafından
seçileceği öngörülmekteyken; yeni düzenleme ile Konsey’in, her bir üyenin seçiminde ayrı
ayrı söz hakkı olacağı belirtilmektedir (T.A. m. I – 26/2; yeni hâl). Ayrıca Bildirge’de,
getirilen tüm bu yeniliklerle de yetinilmemekte, bunlara ek olarak 1 numaralı “Ek”in sonuna
eklenen deklarasyonla; tüm üye ülkelerin Komisyon’da temsilci bulundurma hakkının sona
ermesinden sonra da, Komisyon’un—bir temsilcisi olsun veya olmasın—tüm üye ülkelerle
eşit mesafede durmaya özen göstereceği ve tüm üye ülkelerin siyasî, sosyal ve ekonomik
gerçeklerini dikkate alacağı özellikle vurgulanmaktadır.
Bütün bu anlatılanların ışığında görülmektedir ki, Taslak Anayasa’da çözülmeye
çalışılan asıl sorun; Avrupa’nın inşa halinde olan iktidarında kimin ne kadar pay sahibi
olacağı sorunudur. Bu yüzden de kuvvetler ayrılığı prensibi, Taslak Anayasa’da, tarihî
bağlamından çok farklı bir noktada konumlandırılmakta ve ulus devletlerin geleneksel
egemenlik kodlarıyla, ulus-üstü kurumlar oluşturmaya yönelen evrenselciliğin kendine özgü
nazik dengesini uzlaştırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Taslak Anayasa’da öngörülen ve yukarıdaki tespitlerimizi destekleyen düzenlemeler,
buraya kadar değinilen örneklerle de sınırlı değildir. Gerçekten, Birlik organları arasındaki
yatay yetki paylaşımını düzenlediği iddia edilen; ama özü itibariyle yalnızca ulusalcılık-
evrenselcilik ikileminin bir yansıması olduğunu gördüğümüz bu hükümlere ek olarak,
doğrudan doğruya Birlik düzeyindeki dikey yetki paylaşımını düzenlemek amacıyla getirilen
hükümlerde de aynı gerilimin izleri açıkça görülebilmektedir. Bahsedilen bu izleri daha
görünür hale getirmek içinse, Taslak’ta öngörülen ilkelerden ikisine; “yetki ikâmesi” ve
“orantılılık” ilkelerine kısaca bakmak yeterli olacaktır.
Yetki ikâmesi ilkesi185, Avrupa’da 1970’li yılların ortalarından itibaren adı sıklıkla
duyulan ve egemenliklerinin bir kısmını yitirmekten çekinen bazı Alman Federe Devletleri
tarafından gündeme getirilen bir ilke olup, resmî olarak ilk defa Avrupa Birliği
Antlaşması’nın (Maastricht Antlaşması) 3b maddesinde (yeni 5. madde) düzenlenmiştir.186
Elimizdeki Taslak Anayasa’nın 9. maddesinde ise, Birlik yetkilerinin kullanımının dayandığı
temel ilkelerden biri olarak sayılan kavram, aynı maddenin 3. fıkrasında;
“Yetki ikâmesi ilkesi ışığında, münhasır yetkisine girmeyen alanlarda Birlik,
yalnızca amaçlanan faaliyetin hedeflerine üye ülkeler tarafından; merkezi, yerel veya
bölgesel düzeylerde ulaşılamayacak olması ve söz konusu amaçların, kapsam veya
sonuçları itibariyle Birlik düzeyindeki faaliyetlerle elde edilmesinin daha doğru bir
yöntem olacağı durumlarda ve yalnızca bu kapsamla sınırlı olmak üzere faaliyet
gösterebilir”
ifadeleriyle açıklanmaktadır. Taslak Anayasa’nın sonuna eklenen “Yetki İkâmesi ve
Orantılılık İlkelerinin Uygulanması Hakkındaki Protokol”de ise, bu ilkenin amacının; “...tüm
kararların Birlik vatandaşlarına olabilecek en yakın düzeyde alınması” olduğu
belirtilmektedir. Acaba gerçekten de bu ilkenin amacı, belirtildiği gibi öncelikli olarak
vatandaşların haklarını korumak mıdır?
Aslında, Birlik düzeyinde yetki ve sorumluluk alanlarının belirlenmesindeki kritik
önemine rağmen, yetki ikâmesi ilkesinin gerçekten de ne anlama geldiği hâlen tartışmalı bir
konudur. Gerçekten, salt hukuk teorisi açısından bakıldığında bu ilke, Birlik düzeyinde
185 Orijinal ismi “subsidiarity” olan bu ilke karşılığında, çeşitli kaynaklarda “ikincillik”, “ikincillik ilkesi”, “yetki
devri” gibi karşılıklar önerilmektedir. Biz, ilk ikisinin kelime anlamı itibariyle farklı çağrışımlar yapması ve
üçüncü önerinin de, bir başka Birlik prensibi olan “yetkilendirme prensibi” ile karıştırılma tehlikesi karşısında,
“yetki ikâmesi” kavramını kullanmayı tercih ediyoruz. Bu kavram hakkında aynı karşılığı kullanan bir kaynak
için bkz. Avrupa Birliği Temel Terimler Sözlüğü (İngilizce-Türkçe), Avrupa Birliği Genel Sekreterliği
Yayını, Ankara 2003, s. 80.
186 BOZKURT, ÖZCAN ve KÖKTAŞ (2001): s. 40-41.
“paylaşılan yetki alanları”nı koordine etmek üzere ortaya atılan bir çözüm olarak
tanımlanmaktadır.187 Söz konusu ilkeye siyasî yansımaları açısından bakıldığında ise, ilkenin
gerçekten de ne anlama geldiği konusunda net bir sonuca varmak son derece güçtür. Örneğin,
Avrupa bütünleşmesinin güçlü destekçilerinden, dönemin Hollanda Başbakanı Ruud
LUBBERS, Maastricht Anlaşması sonrasında yetki ikâmesi ilkesinin mevzuata girmiş
olmasını sevinçle karşıladıklarını, çünkü kendileri için bu kelimenin zaten federalizm
anlamına geldiğini açıklarken; Maastricht Antlaşması’nın ertesinde Londra’ya dönen ve
Federal Avrupa fikrine şiddetli muhalefetiyle tanınan İngiliz Başbakanı John MAJOR ise,
İngiliz Halkı’na, aynı ilkeyi, Federal Avrupa fikrinden bir adım daha uzaklaşılması olarak
müjdelemekte hiçbir sakınca görmemiştir.188 Aslında bu durum, Avrupa bütünleşmesine
hakim olan esnek karakteri de yansıtmaktadır. Zira özü itibariyle hukukî uyuşmazlıkların
çözümünde kullanılmaya elverişli olmayan bu kavram, o dönemde Avrupa’nın geleceği
konusunda uzlaşması imkânsız olan fikirlerin hepsini birden “bir ölçüde” tatmin edecek bir
ara formül olarak düşünülmüştür.189 Gerçekten de, Anthony TEASDALE’in belirttiği gibi,
kavramın en büyük başarısı; paradoksal biçimde, aslında hiç kimseyi tam olarak tatmin
etmemesidir.190
Bütün bunlara rağmen, zihinlere hakim olan tüm bu karmaşayı bir tarafa
bıraktığımızda, bize göre yetki ikâmesi ilkesinin asıl amacının; esas olarak Birlik 187 GONZALES, Jose Palacio: “The Principle of Subsidiarity (A Guide for Lawyers with a Particular
Community Orientation)”, European Law Review, Vol. 20, No. 4 (August 1995), s. 357.
188 WARD, Ian: “The European Constitution and the Nation State”, Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 16,
No. 1 (1996), s. 165.
189 İlkenin, neden bir yargısal denetim aracı olarak kullanılmaya elverişli olmadığı konusunda önemli bir analiz
için bkz. DEHOUSSE, Renaud: “Effectiveness, Openness and Subsidiarity”, Europe, The Impossible Status
Quo, Renaud DEHOUSSE (Ed.), (English Translation by Caroline MORGAN) Macmillan Press Ltd.,
Houndmills-Basingstoke-Hampshire; St. Martin’s Press, New York 1997, s. 67
190 TEASDALE, Anthony: “Subsidiarity in Post-Maastricht Europe”, Political Quarterly, Vol. 64, Issue 2,
(1993), s. 189-191.
faaliyetlerine—devletler lehine—bir sınır çizmek ve ulus-devletlerin oyundaki ağırlığını
muhafaza etmek olarak tanımlanması mümkündür. Her ne kadar, yukarıda da değinildiği
üzere bu ilkenin sadece devletlerin değil; federal ve bölgesel yapılanmalar başta olmak üzere
tüm devlet-altı örgütlenmelerin ve hattâ normal vatandaşların dahi haklarını koruduğu iddia
edilse de, Konvansiyon çalışmalarında konu hakkında ortaya konan yaklaşımların, temel
olarak Birlik ile üye ülkeler arasındaki ilişkiler çerçevesinde yoğunlaşması ve bölgesel
örgütlenmelerin taleplerinin büyük ölçüde göz ardı edilmiş olması, yukarıdaki yargımızı
güçlendiren faktörler olmaktadır.191 Bütün bunların ışığında görülmektedir ki bu ilke,
demokrasi ve özerklik konularında kendisine atfedilen tüm çağrışımlara rağmen, esas
itibariyle Birlik mimarisinde ulus-devletlerin gücünün kurumsallaştırılması işlevini yüklenen
bir araç olarak kullanılmaktadır.
Yukarıdaki ilkeyle bağlantılı olarak, Taslak Anayasa’da Birlik faaliyetlerini sınırlamak
üzere kullanılan ikinci ilke olan “orantılılık” ilkesi ise, kapsamı ve sınırları yetki ikâmesi
ilkesine göre daha belirgin olan ve ulusal hukuk düzenlerinden de aşina olunan bir ilkedir.
Çok genel bir tanımla; ulaşılmak istenen amaç ile bu amaca ulaşmak üzere kullanılan yasal
veya idari araçlar arasında makul bir denge bulunması gerektiği düşüncesine dayanan ilke,
özü itibarıyla hem Birlik kurumlarının, hem de üye ülkelerin işlemlerine uygulanabilecek ve
vatandaşların özgürlüğünün, her iki iktidar seviyesinde de korunması amacına hizmet
edebilecek bir niteliğe sahiptir. Ancak, yetki ikâmesi ilkesinin hakim anlaşılış biçimine paralel
olarak, bu ilke de, Birlik’in faaliyetleri karşısında vatandaşların değil; özellikle üye ülkelerin
191 LOUGHLIN, John: “The Regional Question, Subsidiarity and the Future of Europe”, Whose Europe?
National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003,
Session Papers & Abstracts, s. 21.
çıkarlarını korumayı amaçlayan bir tampon olarak düşünülmekte ve Taslak’ta da ağırlıklı
olarak bu yönüyle ele alınmaktadır.192
Bütün bu anlatılanlardan sonra, kuvvetler ayrılığı prensibinin Birlik düzeyindeki
görünümü hakkında neler söylenebilir?
Aslında bu soruya verilecek cevap, büyük oranda söz konusu prensibe hangi açıdan
bakıldığıyla ilgili olacaktır. Bu anlamda, eğer kuvvetler ayrılığı prensibine, hukukî bir
yapılanmanın kurumsal işleyişini düzenleyen teknik bir araç gözüyle bakılıyorsa, Taslak
Avrupa Anayasası’nın bu konuda göz kamaştırıcı bir teknik başarı yakaladığını kabul etmek
gerekecektir. Zira “çıkarların temsili” çerçevesinde, üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki
güç dengeleri Taslak’ta çok nazik bir şekilde hesaplanmakta ve düzenlenmektedir. Bununla
birlikte, bu çalışmada ele alındığı şekliyle kuvvetler ayrılığı prensibi, bölümün başında ortaya
koyduğumuz değer-prensip ilişkisi çerçevesinde, teknik bir araç olmanın çok ötesinde
anlamlara sahip olan bir kavramdır. Bu anlamda kuvvetler ayrılığı prensibi, özü itibariyle,
kamu iktidarının farklı organlar arasında bölünmesini tek bir gerekçeyle savunmaktadır:
bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak. İşte Taslak Anayasa’ya bu gözle
bakıldığında, kuvvetler ayrılığı prensibinin, klâsik anayasacılığın özünde yatan birey
haklarının korunması ihtiyacına yönelmekten ziyade; devletlerin, yeni kurulan “Avrupa
iktidarı”na katılım imkânlarını organize etmek amacıyla kullanıldığı görülmektedir. Ancak,
elbette buradaki sorun, Birlik düzeyinde böyle bir ihtiyacın var olması veya var olan bu
ihtiyacın bir şekilde karşılanmaya çalışılması değildir. Sorun; klâsik anayasacılığın temel
değerlerinden olan kuvvetler ayrılığı prensibinin, kurulmakta olan yeni Avrupa’nın
oluşumunda, toplumsal kökenlerinden büyük ölçüde koparılması ve basitçe, farklı iktidar
odakları arasındaki mücadelenin bir aygıtı rolüne indirgenmiş olmasıdır.
192 DOUGLAS-SCOTT, Sionaidh: Constitutional Law of the European Union, Longman, Harlow 2002, s.
184.
2) Hukuk Devleti
Batı siyasî düşüncesinin tarihî evriminden günümüzün çağdaş demokratik
toplumlarına devrolunan mirasın en önemli unsurlarından biri de, hukuka bağlı iktidar
anlayışıdır. Bu prensip; bireylerin ve toplumun, siyasî iktidar tarafından hiçbir durumda ihlâl
edilemeyecek bir takım temel haklarla donatıldığını ve siyasî iktidarın meşru hareket alanını
belirleyen başlıca ölçütlerden birinin de, bu çekirdek alana saygı gösterilmesi olduğunu
savunmaktadır. Kısacası hukuk devleti prensibi; siyasî iktidarın eylemlerinin tek gerçek
dayanağının hukuk normları olduğu ve iktidarın kullanılması sırasında da, temel hak ve
özgürlüklerle çizilen bu çerçevenin dışına taşılmasının mümkün olmadığı bir yönetim
biçimini ifade etmektedir. Bu prensibin klâsik anayasacılık geleneğinde nasıl somutlaştığına
bakıldığında ise, karşımıza iki ayaklı bir modelin çıktığı görülmektedir. Bu model
çerçevesinde, arzulanan sınırlı iktidar hedefine ulaşmanın ilk adımı olarak; temel hak ve
özgürlükler çeşitli yazılı belgelerde somutlaştırılmakta ve bunlara, siyasî iktidarla toplum
arasında yapılan bir tür sözleşme hüviyeti kazandırılmaktadır. İkinci adımda ise; temel hak ve
özgürlüklerin sistem içindeki bu merkezî konumunu sağlamlaştırmak üzere, bağımsız ve etkin
yargısal denetim mekanizmaları oluşturulmakta ve böylece iktidarın hukuka bağlılığı garanti
altına alınmaya çalışılmaktadır.
Elbette ki hukuk devleti prensibi, yalnızca iktidarın sınırlanması amacına hizmet eden
bir temel haklar kataloğunun varlığına indirgenebilecek bir sorun değildir. Bununla birlikte,
Avrupa Birliği’nde hukuk devleti (belki daha doğru bir ifadeyle “hukuka dayanan bir Birlik”
olma) prensibi, bugüne kadar ağırlıklı olarak liberal bir felsefeyle ve temel hakların
korunması ekseninde değerlendirildiğinden, bizim bu kısımdaki incelememiz de bu boyut
üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hukuk devleti prensibinin bir parçası olarak temel hak ve özgürlükler kategorisi, Batı
düşüncesinin derinliklerinden gelen iki temel anlayıştan beslenmektedir. Bu anlayışların ilki,
oluşumuna ilk bölümde ayrıntılı olarak değindiğimiz, birey merkezli ve insanın insan olması
sebebiyle sahip olduğu değerlere vurgu yapan anlayıştır. Bugüne kadar öneminden hiçbir şey
kaybetmeyen bu yaklaşımı tamamlayan ve modern çağın başından itibaren gittikçe güç
kazanan ikinci bir kaynak ise; bireyin sahip olduğu temel hakları, iktidarın sınırlanması
hedefine giden yolda doğal bir ortak ve tamamlayıcı bir unsur olarak değerlendiren anlayıştır.
Bu biçimiyle temel hak ve özgürlükler, günümüzde hukuk devleti prensibine dayanan çağdaş
toplumlarının vazgeçilmez bileşenlerinden biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Buna ek olarak
temel hak ve özgürlükler, günümüz dünyasında giderek ulus-üstü bir eksene kaymakta ve
iktidarların, ihlâli durumunda uluslararası toplum karşısında sorumlu tutuldukları ortak
insanlık idealleri hâline dönüşmektedir.193
Hukuk devleti prensibinin ve bunun bir aracı olarak temel hak ve özgürlükler
anlayışının ulus-üstü düzlemde de hakim kılınması çabalarının en dikkat çekici örneklerinden
biri de, kuşkusuz ki modern Avrupa projesinin oluşum sürecidir. Bu anlamda Birlik’in,
kurucu antlaşmalar zamanından günümüz Avrupa Anayasası projesine uzanan hikâyesine
bakıldığında, temel haklar konusunun Birlik yetkilerinin genişlemesine paralel olarak sürekli
artan bir biçimde tartışıldığı ve Avrupa mimarisinde gittikçe artan bir yer sahibi olduğu
kolaylıkla görülebilmektedir.
1950’li yılların hemen başında, temel haklara ilişkin düzenlemelerin önemli yer
tuttuğu “Avrupa Savunma Topluluğu” ve “Avrupa Siyasî Topululuğu” projelerinin henüz
oluşum aşamasındayken iflas etmesi, Avrupa’nın bu türden siyasî projelere hazır olmadığını
193 Benzer bir yaklaşım için bkz. ERIKSEN, Erik Oddvar: “Why a Charter of Fundamental Rights in the EU?”,
Ratio Juris, Vol.16, No. 3 (September 2003), s. 353 ve özellikle 357-360.
açıkça ortaya koymuştu.194 Bu gerçeğin de etkisiyle, “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu
Kuran Antlaşma”, “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu Kuran Antlaşma” ve “Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma”lar, tümüyle ekonomik temeller üzerine inşa
edilmiş; özellikle sonuncusunun içerdiği “ortak bir pazar yaratma” hedefine uygun olarak da,
yalnızca üç temel ekonomik serbestiyi içeren bir temel haklar anlayışı gündeme
getirilmişti.195 Bu bağlamda, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımı, bu
antlaşmaların en önemlisi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması’nda öne çıkan temel
haklar olurken, bunların yanında az sayıda da olsa, işçilerin sağlık ve güvenliğiyle ilgili
düzenlemeler ile196 ayrımcılık yasağı197 gibi tamamlayıcı bir takım unsurlara da yer verilmişti.
İlerleyen zamanla birlikte, Topluluk organlarının Avrupa düzeyindeki etkinliğinin ve
karar alma yetkilerinin artması sonucunu doğuran “derinleşme” süreci, giderek daha fazla
yetkinin Birlik Kurumları’na devredilmesine yol açtı. Buna paralel olarak, Adalet Divanı’nın,
Topluluk Hukuku’nun özerkliği ve bağlayıcılığı konusunda yeni ufuklar açan içtihatları da,
devredilen bu yetkilerin pek çoğunun, üye ülkelerin kontrolüne tabi olmaksızın kullanılmasını
mümkün hâle getirdi. Karşılıklı etkileşim içinde olgunlaşan bu iki sürecin sonucunda bireyler
ile Topluluk organları, başlangıçta çizilen çerçevenin dışında kalan pek çok alanda da
doğrudan karşı karşıya gelmeye başladılar. Gittikçe sıklaşan bu “karşılaşmaların”, yani
Topluluk Kurumları’nın, geleneksel olarak devlet egemenliği altında bulunan alanlara doğru
giderek genişleyen yetkilerinin doğal bir sonucu olarak da, temel hakların Topluluk organları
194 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. GEMALMAZ, Mehmet Semih: “Ulusalüstü Hukuk Düzeni: Avrupa
Topluluğu ve İnsan Hakları”, A.Ü.S.B.F. Dergisi, Cilt XLVI, Sayı 1 (1991), s. 205-223.
195 Bkz. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 48-73.
196 Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 51.
197 Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 48/2.
tarafından ihlâl edilmesi ihtimali, salt teorik bir varsayım olmaktan çıkarak, gündelik hayatın
bir gerçeği olarak algılanmaya başlandı.198
Bu gerçeklik, Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere pek çok kurumun, giderek artan
bir oranda konunun üzerine eğilmesine ve temel hakların korunması hususunda Topluluk
düzeyinde çeşitli öneriler geliştirilmesine yol açtı. Çeşitli raporlarda, deklarasyonlarda ve
hazırlanan taslaklarda ifade edilen bu çabalar, en sonunda 1986 yılında imzalanan Avrupa Tek
Senedi (Single European Act) ile somutlaştı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran
Antlaşma’nın başına eklenen bir cümle ile; üye ülkelerin, kendi yasaları ve anayasalarıyla
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı’nda belirlenen temel özgürlüklerin
geliştirilmesi kararlılığında oldukları vurgulandı. Hukuken bağlayıcı olmaktan ziyade siyasî
bir niyet beyanı niteliğinde olan bu cümle ile temel haklar kavramı, Topluluklar’ın kurucu
antlaşmalarına ilk defa girmiş oldu. 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ise, Birlik
düzeyinde temel hakların korunması ihtiyacının önemini bir kat daha artırdı. Zira bu
Antlaşma ile, bireylerin temel haklarını çok yakından ilgilendiren adalet ve içişleri konuları
da, “üçüncü sütun” adı altında Birlik yetkilerine dahil edildi.199 Genişleyen bu yetki
kullanımına cevap verebilmek amacıyla da, Antlaşma’nın (F) maddesinde; Birlik’in, üye
ülkelerin ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde somutlaşan temel haklara riayet edeceği açıkça belirtildi. Bu şekilde Birlik
mevzuatı, Adalet Divanı’nın konuyla ilgili yerleşik içtihadını da kapsayacak şekilde
genişletilirken, özellikle adalet ve içişleri alanında işbirliğini düzenleyen üçüncü sütunun
Divan’ın yargı yetkisinin dışında bırakılması, bu gelişmeyi gölgeleyen unsur oldu. 1997
yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması’yla (Avrupa Birliği Antlaşmasını, Avrupa
Topluluklarını Kuran Antlaşmaları ve Bazı İlgili Düzenlemeleri değiştiren Amsterdam
198 DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 433.
199 TEZCAN, Ercüment: Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 162.
Antlaşması – Treaty of Amsterdam Amending the Treaty on European Union, the Treaties
Establishing the European Communities and Certain Related Acts) Avrupa Birliği
Antlaşması’nın (L) maddesinde (yeni numaralandırmada 46. madde) yapılan bir değişiklikle,
Adalet Divanı, Birlik Kurumları’nın eylem ve işlemlerini temel haklara uygunluk açısından
denetlemek hususunda açıkça yetkili kılındı. Ancak bu yetkilendirme de, temel haklar
konusunda etkin ve kapsayıcı bir kontrol mekanizması oluşturmaktan ziyade; Divan’a,
Antlaşma’nın genel hükümleri uyarınca zaten yetkili olduğu alanlarda bir ek denetim yapma
imkânı sağlamakla yetindi.200 Amsterdam Antlaşması ile getirilen bir diğer önemli yenilik de,
(F1) maddesinde (yeni numaralandırmada 7. madde), insan hakları ve temel özgürlüklere
saygı ve hukuk devleti gibi, tüm üye ülkelerce benimsenen ve Birlik’in de temellerini
oluşturan değerleri ciddi ve sürekli biçimde ihlâl eden ülkelere karşı uygulanacak bir
“yaptırım mekanizması” öngörülmesi oldu. Ancak bu mekanizma da, inisiyatifin tamamen
siyasî organlarda bulunduğu bir karar sürecine bağlandı. Buna ek olarak söz konusu
mekanizma, doğrudan doğruya bireylerin uğrayacağı haksızlıkları muhatap alma imkânından
yoksun genel bir uygulama niteliği taşımaktaydı. Bu çerçevede, son olarak 2001 yılında
imzalanan Nice Antlaşması’nda da (Avrupa Birliği Antlaşmasını, Avrupa Topluluklarını
Kuran Antlaşmaları ve Bazı İlgili Düzenlemeleri Değiştiren Nice Antlaşması – Treaty of Nice
Amending the Treaty on European Union, the Treaties Establishing the European
Communities and Certain Related Acts) temel haklar konusuyla ilgili bir takım yeni
düzenlemeler getirildi. Bu yeniliklerin en dikkat çekicisi ise, Avusturya’da 2000 yılında ırkçı
ve yabancı düşmanı görüşleriyle tanınan “Özgürlükler Partisi”nin iktidar ortağı olmasının
yarattığı tartışmaların da etkisiyle, Avrupa Toplulukları Antlaşması’nın 7. maddesine eklenen
bir hükümle, Amsterdam Antlaşması’yla getirilen yaptırım mekanizmasına benzer bir
“önleme mekanizması” oluşturulması oldu. Bütün bu sürecin sonunda, insan haklarının
200 TEZCAN (2002): s. 170.
korunması sorunu, Avrupa Topluluğu’nun orijinal görev alanında yer alan konulardan biri
olmamasına rağmen, Avrupa Birliği’nin doğal siyasî amacı olarak kabul edilen bir çerçeveye
bürünmüş oldu.201
Birlik kurumları ile bireylerin doğrudan karşı karşıya geldiği alanların sayı ve nitelik
olarak sürekli artmasından kaynaklanan gerilimin bir başka sonucu da; Alman ve İtalyan
Anayasa Mahkemeleri başta olmak üzere çeşitli ulusal yargı organlarının, kendi
vatandaşlarının ulusal düzeylerde tanınan ve korunan temel haklarını ihlâl edebilecek
Topluluk tasarruflarını denetleme yetkisini kendilerinde görmeye başlaması oldu. Anılan
mahkemelerin, Topluluk Hukuku’nun bütünlüğü ve ulusal hukuk karşısındaki üstünlüğü
prensiplerini de tehlikeye atan bu kararları, kaçınılmaz olarak Adalet Divanı’nın o güne kadar
temel haklar konusunda izlediği çekingen tutumu değiştirmesin neden oldu.202 Gerçekten
Divan, ulusal yargı organlarıyla yaşanan sürtüşmeden kaynaklanan bu gerilimi azaltmak ve
Topluluk Hukuku’nun üstünlüğü prensibini muhafaza edebilmek için, doktrinde “gençlik
hataları”203 (sins of youth) olarak anılan erken dönem içtihatlarını değiştirerek, temel hakların
korunması hususunda yürütülen tartışmalara geniş ölçüde müdahil olmaya başladı. Temel
haklar kavramına, insan haklarına ek olarak bazı üye ülkelerin anayasaları ve uluslararası
sözleşmelerce tanınan ekonomik hakları da içeren geniş bir anlam yükleyen Adalet Divanı204,
201 ARSAVA, Füsun: “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1
(Güz 2003), s.1, 2.
202 Bu kararların başında, Alman Anayasa Mahkemesi’nin 1974 tarihli Solange – I ve 1986 tarihli Solange – II
Kararları ile İtalyan Anayasa Mahkemesi’nin 1973 tarihli Frontini Kararı yer almaktadır. Kararların tahlili ve
ayrıtılı incelemesi için bkz. BREWER (2001): s. 567-571.
203 Bu terim, Adalet Divanı’nın içtihat çizgisinde 1950’lerden 1960’ların ortalarına kadarki dönemi
anlatmaktadır. Bu dönem, Divan’ın, temel haklarla bağlantılı olarak önüne gelen pek çok uyuşmazlığı yargı
yetkisi dışlında görerek reddettiği dönemdir. (Örn. Stork v. High Authority, Case 1/58 [1959] ECJ 17.) Terimin
doktrinde ilk kullanıldığı çalışma içinse bkz. HILF, M.: “The Protection of Human Rights”, European Law and
the Individual, Francis Geoffrey JACOBS (Ed), North-Holland Pub. Co., Amsterdam 1976.
204 TEZCAN (2002): s. 196.
bu konudaki içtihadını oluştururken, üye ülkelerin ortak anayasal gelenekleri ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi içtihatları olmak üzere iki temel kaynaktan faydalandı. Ancak Adalet
Divanı’ın, Birlik’in temel haklar probleminin nihaî çözümü olarak düşünülen, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ne taraf olma konusunda olumsuz görüş bildirmesi205, Birlik düzeyinde
temel haklar probleminin nihaî çözümü hakkındaki sorunların cevapsız kalmasına neden oldu.
Bu sorulara cevap bulmak üzere 3 - 4 Haziran 1999 tarihînde Almanya’nın Köln
şehrinde toplanan Hükümetlerarası Konferans’ta Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet ve
hükümet başkanları, Avrupa Birliği’nin “hukuka dayanan bir Birlik” olma yolundaki en
büyük handikaplarından biri olan temel haklar konusundaki eksikliğini gidermek üzere,
Adalet Divanı’nın öteden beri kullandığı içtihadındaki formüle paralel olarak, “üye ülkelerin
ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde
somutlaşan” temel hakların bir metinde toplanmasına karar verdi. Yıl sonunda Finlandiya’nın
Tampere kentinde toplanan zirvede ise, söz konusu metni hazırlamakla görevli bir
Konvansiyon oluşturuldu. Çalışmalarını yaklaşık 1 yıl sürdüren Konvansiyon, 12 Eylül 2000
tarihînde yaptığı son toplantıda nihaî metni kabul etti ve “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”,
2000 yılı Aralık Ayı’nda toplanan Nice Zirvesi’nde resmen ilan edildi. Ancak, Şart’ın hukukî
statüsü ve bağlayıcılığı sorunu zirvede net olarak çözümlenmeyip, konu, ileride yapılacak
olan çalışmalara bırakıldı. İşte Taslak Avrupa Anayasası da, Avrupa anayasal geleneğinin
vazgeçilmez unsurlarından biri olan “hukuk devleti”nin ve bunun doğal bir yansıması olan
Temel Haklar Şartı’nın Avrupa Anayasası’na ne şekilde yerleştirileceği konusundaki
tartışmalara, kendisinden önceki girişimlerin kaldığı bu noktadan başladı.
Taslak Avrupa Anayasası’nın “Birlik’in Temel Haklar Şartı” başlığını taşıyan ikinci
bölümü, hukuka dayanan bir Birlik hedefine giden yolda, bugüne kadar atılan en önemli
adımlardan birini oluşturmaktadır. Temel Haklar Şartı, “Onur”, “Özgürlükler”, “Eşitlik”, 205 Bkz. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın 28 Mart 1996 tarih ve 2/94 sayılı görüşü.
“Dayanışma”, “Vatandaşların Hakları”, “Adalet” ve “Şart’ın Yorumlanmasına ve
Uygulanmasına ilişkin Genel Hükümler” olmak üzere 7 başlık altında toplam 54 maddeden
oluşmaktadır. Bu yapısıyla Şart, gerçekten de üye ülkelerce paylaşılan anayasal gelenekler ile
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bir karışımı görünümündedir. Bu anlamda, örneğin 1.
maddede vurgulanan “insan onuru” kavramı, Alman Anayasası başta olmak üzere pek çok
Avrupa ülkesinin anayasalarının özünü oluşturmaktadır. Aynı şekilde, “Özgürlükler”,
“Eşitlik” ve “Dayanışma” başlıklarını taşıyan 2., 3. ve 4. bölümler de, Avrupa anayasal
geleneğinde çok önemli bir yer sahibi olan Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik ve
dayanışma” sloganını hatırlatmaktadır. Şart’ın devamında yer alan siyasî ve sosyal haklarla,
ayrımcılık yasağı gibi bazı haklar ise, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa Sosyal
Şartı’nın bir bileşkesi görünümdedir.206 Bu yönüyle Taslak Anayasa, Avrupa Birliği’ni, bir
değerler topluluğu olarak ekonomik ve parasal birliğin ötesine taşıma hedefine bir adım daha
yaklaşmakta; ekonomik Avrupa imgesi, hak ve yükümlülükleri olan bir Avrupa imgesiyle
tamamlanmış olmaktadır.207
Temel Haklar Şartı’nı organik bir parçası haine getiren Taslak Anayasa’nın, hukuk
devleti prensibinin Birlik düzeyindeki varlığı ve etkinliğine önemli katkılar sağladığı
şüphesizdir. Zira Taslak Anayasa, yalnızca içeriğinde Temel Haklar Şartı’na yer vermekle
yetinmemekte; aynı zamanda bugüne kadar bir türlü atılamayan bir adımı daha atarak, Şart’ı
hukuken bağlayıcı hâle getirmektedir (T.A. m. II – 51/1). Buna ek olarak, “Şart’ın
Yorumlanmasına ve Uygulanmasına ilişkin Genel Hükümler” başlığı altındaki 52. maddenin
3. fıkrasında yer alan;
206 RUDOLF, Beate: “European Union”, International Journal of Constitutional Law, Vol 1, Issue 1 (January
2003), s. 136.
207 ARSAVA (2003): s. 5.
“Bu Şart’ın, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair
Sözleşme ile garanti altına alınan haklarla aynı doğrultuda haklar içerdiği hâllerde, bu
hakların anlamı ve kapsamı, Sözleşme’de yer alanlarla aynı olacaktır. Bu hüküm, Birlik
hukukunun daha kapsamlı bir koruma sağlamasına engel teşkil etmeyecektir.”
hükmü ile de, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve ekli protokollerine açık bir yollama
yapılmakta ve Adalet Divanı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi arasında bir içtihat birliği
kurulmasına olanak sağlanmaktadır.208 Benzer şekilde, aynı bölümde yer alan bir sonraki
madde ile, “Korumanın Kapsamı” başlığı altında, Temel Haklar Şartı tarafından sağlanan
korumanın, hiçbir durumda Avrupa insan Hakları Sözleşmesi ile sağlanan korumanın daha
altında olamayacağı açıkça belirtilmiş bulunmaktadır (T.A. m. II - 53). Ancak, sağlanan bütün
bu gelişmelerin belki de en önemlisi; 1992 yılında imzalanan Avrupa Birliği Antlaşması ile
oluşturulan ve bugüne kadar ufak tefek değişikliklerle muhafaza edilmiş olan “üç sütun”
yapılanmasının Taslak Anayasa ile tamamen tasfiye edilmesidir. Zira bilindiği üzere, Avrupa
Toplulukları’ndan oluşan birinci sütun ile, “Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği” ile “Ortak
Dış Politika ve Güvenlik Politikası”ndan oluşan ikinci ve üçüncü sütunları ifade eden bu
yapılanmada, ikinci ve üçüncü sütunlar, Adalet Divanı’nın yargı yetkisi dışında
kalmaktaydı.209 İşte Taslak Anayasa bu durumu tamamen değiştirerek, “Avrupa Toplulukları
Adalet Divanı”nı “Avrupa Adalet Divanı”na dönüştürmekte (T.A. m. I – 28) ve Temel Haklar
Şartı’ndan kaynaklanan yükümlülükleri, tüm Birlik Organları’nı kapsayacak şekilde
genişletmektedir (T.A. m. II – 51). Bunun anlamı; Birlik’in giderek önem kazanan adalet, 208 Temel Haklar Şartı’nda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri ile hem kapsam, hem de içerik
açısından aynı olan 11 madde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri ile aynı içerikte olup,
kapsamı bu Sözleşme’de yer alan haklardan daha geniş olan 6 maddenin yer aldığı düşünüldüğünde, bu atfın
önemi açığa çıkmaktadır. Bu konuda bkz. Council of the European Union: Charter of Fundamental Rights of
The European Union; Explanations Relating to the Complete Text of the Charter, Luxembourg: Office for
Official Publications of the European Communities, Italy 2001, s. 74.
209 Bu yüzden hâlihazırda geçerli olan hukukî yapıda Adalet Divanı “Avrupa Toplulukları Adalet Divanı” olarak
anılmaya devam etmektedir.
içişleri ve dış politika alanlarında görev yapan organlarının da, bundan böyle temel haklar
şartında yer alan hükümlere uymakla yükümlü olacağı ve bu yükümlülüklerin ihlâl edilip
edilmediği konusunda Avrupa Adalet Divanı’nın kontrolüne tâbi olacağıdır. Buna ek olarak,
Taslak’ta yalnızca Birlik kurumlarının değil, ama üye ülkelerin de—Birlik hukukunu
uyguladıkları durumlarla sınırlı olmak kaydıyla—bu Şart’ta yer alan yükümlülüklere tâbi
olacağı belirtilmiş bulunmaktadır (T.A. m. II – 51/1). Son olarak, Temel Haklar Şartı’nın 52.
maddesinin 2. fıkrasında, bu Şart’ta yer alan hakların, ancak Birlik’in genel yararının veya
üçüncü kişilerin hak ve özgürlüklerinin korunmasının açıkça gerekli kıldığı durumlarda;
özlerine zarar verilmeksizin ve orantılılık ilkesine uygun olarak ve ancak çıkarılacak bir
Avrupa yasası ile kısıtlanabileceği de açıkça hükme bağlanmış bulunmaktadır.210
Elbette ki bu artılarının yanında, Taslak Anayasa’da yer aldığı şekliyle Temel Haklar
Şartı’nın önemli bazı eksikleri de söz konusudur. Bu eksiklerin en başında, kuşkusuz sosyal
haklar konusunda sergilenen çekingen tutum yer almaktadır. Bilindiği gibi, uzun yıllardan
beri gerek Topluluk/Birlik düzeyinde, gerekse Avrupa Konseyi bünyesinde geliştirilen
koruma mekanizmalarında klâsik haklar211, “üçüncü kuşak haklar” olarak da
adlandırabileceğimiz sosyal haklar karşısında daha etkin bir koruma rejimine sahip
olmuşlardır. Bütün bu hakların ilk defa derli toplu bir şekilde bir araya getirildiği Temel
Haklar Şartı’yla birlikte ise, yıllardan beri “hakların bölünmezliği”212 ilkesinden hareketle
210 Bununla birlikte, T.A. m. II - 52/3 hükmü gereğince, Birlik Temel Haklar Şartı ile Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde yer alan haklar arasında bir örtüşme söz konusu olduğunda, Sözleşmede yer alan kısıtlama
sebeplerinin, Birlik Temel Haklar Şartı açısından da geçerli olacağına şüphe yoktur.
211 “Yaşama hakkı”, “konut dokunulmazlığı” ve “özel hayatın gizliliği” gibi, devlete bir kaçınma veya zarar
vermeme yükümlülüğü getiren haklar.
212 Doktrinde genel olarak “Negatif”, “Aktif” ve “Pozitif Statü Hakları” olarak üçlü bir ayrım çerçevesinde
incelenen temel hakların, birbirleriyle olan ilişkisi ve aralarındaki mantıksal bütünlük için bkz. LA TORRE,
Massimo: “The Law Beneath Right’s Feet. Preliminary Investigation for a Study of the Charter of Fundamental
Rights of the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 4 (December 2002), s. 532-535.
şiddetle eleştirilen bu farkın ortadan kaldırılacağı beklentisi hakim olmuştu. Ancak gelinen
noktada görülmektedir ki; İngiltere başta olmak üzere pek çok ülkenin şiddetli direnişi
sonucunda, neo-liberal Avrupa vizyonu, bir kez daha sosyal Avrupa vizyonuna galip gelmiş
ve bu iki hak grubunun koruma rejimleri arasında yine belirgin bir fark oluşmuştur. Bu
bağlamda, “Dayanışma” başlığı altında yer alan pek çok sosyal hak, klâsik haklar ve
ekonomik özgürlükleri düzenleyen hükümlerde olduğu gibi çekincesiz ifadelerle
düzenlenmemiş ve bu hakların varlığı, ancak “...Birlik hukuku, ulusal hukuk ve ulusal
pratiklerle sınırlı olmak üzere” kabul edilebilmiştir (T.A. m. II – 27, 28, 30, 34/1-2-3 ve m.
35).
Buna ek olarak, Şart’ta düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin pek çoğunun, fiilen etki
doğurabilmek için ikincil hukukun aracılığına ihtiyaç duymasından kaynaklanan bir takım
sorunlar da vardır. Konuya üye ülkeler açısından bakıldığında, Şart’ta yer alan temel hakların
uygulanması amacıyla çıkarılacak Birlik yasalarının iç hukuka yansıtılmasında yaşanabilecek
aksamaların, Adalet Divanı tarafından geliştirilen “doğrudan etki” ve “devletin sorumluluğu”
prensipleriyle bir ölçüde telafi edilebileceği düşünülebilir. Ancak söz konusu hakların yatay
etkisi213 söz konusu olduğunda, önerilen bu çözümlerin de yetersiz kalmaya mahkum olduğu
görülmektedir. Bu durumda akla gelen tek çözüm, ulusal yargı organlarının devreye girmesi
ve Birlik Temel Haklar Şartı’nın her düzeyde etkin bir biçimde uygulanmasının bu yolla
sağlanması olmaktadır. Ancak bu durumda da, Birlik Temel Haklar Şartı’nın çeşitli ülkelerin
yargı organları tarafından farklı yorumlanması ve uygulanmasının, Şart ile ulaşmaya çalışılan
213 İkincil Birlik mevzuatının yatay etkisi; Birlik tarafından yapılan düzenlemelerin, iç hukukta Birlik
vatandaşlarının birbirlerine karşı da ileri sürebilecekleri haklar yaratıp yaratmadığıyla ilgili bir kavramdır. Bu
anlamda, Temel Haklar Şartı’nda yer alan pek çok özgürlüğün, bunlara yalnızca kamu makamlarınca değil,
bireylerce de riayet edilmesi durumunda anlam ifade edebilecek olmasına karşın; “yatay etki” sorunu, Taslak’ta
açıkça çözüme kavuşturulabilmiş değildir.
tek bir Avrupa hukukî alanı tasarımını kaçınılmaz olarak olumsuz etkileyeceği
unutulmamalıdır.214
Bütün bu anlatılanların ışığında, hukuk devleti prensibinin Taslak Anayasa’daki
başlıca yansıması olan temel hak ve özgürlükler rejimi hakkında neler söylenebilir? Daha
doğru bir ifadeyle; Taslak Anayasa, Avrupa Birliği’ni “hukuka dayanan bir Birlik” olma
hedefine götürme yolunda neler vaat etmektedir?
Kuşkusuz ki Birlik, bildiğimiz anlamda bir devlet değildir ve onun anayasası da,
bildiğimiz anlamda bir anayasa olmak zorunda değildir. Bu anlamda, hukuk devleti
prensibinin 300 yıllık ulus-devlet geleneğinden süzülen kural ve kurumlarının aynısını Taslak
Anayasa’da görmeyi beklemek de, mantıklı bir arayış olmayacaktır. Bu pencereden
bakıldığında, hukuk devleti kavramının olmazsa olmazlarından biri olan temel hak ve
özgürlüklerin Taslak Anayasa’da yer almış ve bunlara bir tür “üstün norm” niteliğinin
kazandırılmış olması, kuşkusuz ki, hukuka dayanan bir Birlik olma hedefine giden yolda
atılan çok önemli bir adım olmuştur. Yine, bu girişimin, içerdiği tüm eksiklere rağmen etkin
bir yargısal denetim mekanizmasıyla güçlendirilmesinin amaçlanmış olması da, aynı ölçüde
dikkate değerdir.
Ancak, kanımızca burada sorulması gereken asıl soru; Birlik vatandaşlarının en büyük
sorununun, gerçekten de yazılı bir temel haklar kataloğunun yokluğu mu olduğudur. İtiraf
etmek gerekir ki; Avrupa halkları, temel haklarının yazılı olduğu metinlere, antlaşmalara ve
yargısal koruma sistemlerine “patlayacak ölçüde” doymuş durumdadırlar.215 WEILER’in de
belirttiği gibi, eğer gerçekten de Birlik düzeyinde hukukun üstünlüğü prensibinin garanti
214 REICH, Norbert: “A European Constitution for Citizens: Reflections on the Rethinking of Union and
Community Law”, European Law Journal, Vol. 3, No. 2 (June 1997), s. 162.
215 WEILER, J.H.H.: “Editorial: Does the European Union Truly Need a Charter of Rights?”, European Law
Journal, Vol. 6, No. 2 (June 2000), s. 95.
altına alınması isteniyorsa ihtiyaç duyulan şey, “listelenmiş yeni haklar veya yeni hak
listeleri” değil; bu amaca hizmet etmek üzere oluşturulmuş programlar ve kurumlardır. Bu
anlamda Birlik düzeyinde atılması gereken asıl adımlar; yalnızca “savunma” rolü ağırlıklı
yargısal koruma sistemlerinin oluşturulması değil, aynı Birlik rekabet politikasının yaşama
geçirilmesinde olduğu gibi, temel hak ve özgürlükler konusunu Birlik yaşamının gündelik bir
parçası ve gereği haline getirecek mekanizmaların ihdası olarak belirginleşmektedir.
B) Pozitif Anayasacılık
Pozitif Anayasacılık, 21. yüzyılın başındaki Avrupa mimarisinin ve bunun ifadesi olan
Avrupa Anayasası’nın en önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır. Zira Avrupa
Anayasası, yukarıda da değinildiği üzere, iktidarın birey haklarıyla sınırlanmasına yönelik bir
proje olarak değil; doğrudan doğruya bir “Avrupa iktidarı” oluşumunu amaçlayan bir proje
olarak ortaya atılmıştır.216 Daha doğru bir ifadeyle Avrupa Anayasası, Avrupa halklarının,
ulusal ve ulus-üstü platformlarda zaten çeşitli güvencelerle koruma altına alınmış olan
bireysel hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade, yeni dünya yapılanmasında, ulus-
devletlerin başa çıkamadıkları sorunlarla mücadele etmeye ve yeni özgürlük ve refah
standartları yaratmaya yönelik olarak tasarlanan bir projedir.
Gerçekten, Avrupa Anayasası’na giden yoldaki en etkili argümanlardan biri de;
Birlik’in kurumsal yapısı ve işleyişinde girişilecek reformlar yoluyla, daha etkin ve ihtiyaçlara
daha iyi cevap verebilen bir Birlik mimarisinin oluşturulması gerektiğidir. Bu anlamda
sıklıkla dile getirilen; Birlik yasama prosedürlerinin ve kullanılan hukukî araçların
basitleştirilmesi, daha şeffaf ve daha etkin bir yönetim tarzının yaratılması ve Birlik’le üye
ülkeler arasındaki ilişkilerin netleştirilmesi talepleri, hep bu amaca yönelik adımlar ve
beklentiler olarak değerlendirilmelidir.
Değinilen bu boyut, Avrupa Anayasası’nın geleceğine ilişkin öngörülerimiz açısından
da hayatî bir önem taşımaktadır. Zira, bir anayasanın, hitap ettiği toplum nezdindeki
meşruiyeti, o toplumun geçmişinden gelen ortak değerleri yansıtmasıyla ilgili olduğu kadar,
216 Avrupa Anayasası’nın bu görünümünü, onun “çok işlevliliği” olarak da tanımlayabiliriz. Aslında,
HOLMES’ün de belirttiği gibi, yalnızca Avrupa Anayasası değil; modern tarihîn tüm ulusal anayasaları çok
işlevlidirler. [HOLMES (1995-a): s. 302.] Ancak, Avrupa Anayasası’nın bir farkı, klâsik anayasacılık başlığı
altında incelediğimiz prensipler ışığında, bir yandan iktidarın sınırlanması amacına yönelik düzenlemeler
getirirken, diğer yandan da sınırlamak istediği bu iktidarı “yaratma” kavgasının da en üst düzeyde devam
etmekte oluşudur.
söz konusu kitlenin geleceğe dair beklentilerine cevap verebilme kapasitesiyle de yakından
ilgilidir.217 Üstelik burada, etnik homojenlik, ortak bir dil ve aynı ulusa ait olma bilinci gibi
pozitif hukuk dışı meşruiyet dayanaklarına da sahip olmayan Avrupa Birliği düşünüldüğünde,
“etkinlik” ölçütünün daha da büyük bir önem kazandığı açıkça görülebilmektedir. Zira
Avrupa Birliği’nin hukukî meşruiyeti, bugüne kadar ağırlıklı olarak üye ülkelerin
meşruiyetinin dolaylı bir sonucu olarak biçimlenirken; Birlik’in Avrupa halklarının gözündeki
sosyal meşruiyeti ise, büyük ölçüde, ürettiği toplumsal ve ekonomik refahtan
kaynaklanmıştır.218 Bu çerçevede, Taslak Anayasa’da öngörülen vatandaşlık konsepti ile,
siyasî kararlara sınırlı katılım olanaklarının, Birlik’le Avrupa halkları arasındaki meşruiyet
bağını tesis etme konusunda ne derece başarılı olacağı halihazırda tartışmalı iken; siyasî
etkinliğe ve toplumsal-ekonomik refaha yönelik bir perspektifin, gelecekte de Birlik’in başlıca
sosyal meşruiyet dayanaklarından birini oluşturmaya devam edeceği şüphesizdir. Bu anlamda,
Avrupa Birliği’nin ve bunun temeli olarak Avrupa Anayasası’nın başlıca meşruiyet
dayanaklarından birinin de; Max WEBER’in ünlü üç ayaklı meşruiyet çözümlemesine219
POGGI tarafından eklenen dördüncü bir meşruiyet biçiminden; yani “yükselen refah
ideolojisi” veya “toplumsal mutlulukçu meşruiyet” anlayışından kaynaklanacağı açıktır.220
İşte konuya bu pencereden bakıldığında, pozitif anayasacılık başlığı altında incelenen etkin 217 Anayasaların meşruiyetinde “etkinlik” unsurunun önemi için bkz. GÖNENÇ (2002): s. 209-363; GÖNENÇ,
Levent: “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, C. 50, S. 1 (2001), s. 131-152.
218 CARTER, Caitriona ve Andrew SCOTT: “Legitimacy and Governance Beyond the European Nation State:
Conceptualizing Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998),
s. 431.
219 Bilindiği gibi WEBER, insanlar tarafından meşru kabul edilip benimsenen iktidarı “otorite” olarak
adlandırmakta ve bu sürece hakim olan nedenleri; “geleneksel otorite”, “karizmatik otorite” ve “hukukî rasyonel
otorite” olmak üzere üç farklı meşruiyet dayanağı ile açıklamaktadır. Bkz. WEBER, Max: “The Types of
Authority”, Theories of Society, T. PARSONS, E. SHILS, K.D. NAEGELE ve J.R. PITTS (Eds.), The Free
Press, New York 1961, s. 626-632.
220 POGGI (1991): s. 126 - 128.
yönetim olanaklarının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, Avrupa
Anayasası projesi, aynı Avrupa Birliği projesinin kendisi gibi, büyük ölçüde “pozitif” bir
girişimi ifade etmektedir.
Bütün bu anlatılanların ışığında, Taslak Anayasa’da pozitif anayasacılık çerçevesinde
gündeme gelen arayışların üç başlık altında incelenmesi mümkündür. Bu kapsamda, birinci
aşamada, Avrupa’da etkin bir yönetimin oluşmasındaki en önemli adımlardan biri olan
yasama sürecine ve Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakılacaktır. İkinci
aşamada ise, ağırlıklı olarak yürütme fonksiyonunu ilgilendiren değişiklikler ile, üye ülkelerin
Birlik çatısı altındaki hareket alanını düzenleyen hükümler üzerinde durulacaktır. Son
aşamada ise, etkin bir Birlik hedefine ulaşılmasının önündeki en büyük engellerden biri olan,
Birlik’le yaşıt iki gerilim noktasına; yani yetki alanlarının Birlik’le üye ülkeler arasındaki
paylaşım sorununa ve üye ülkelerin kendi aralarındaki egemenlik mücadelelerine
değinilecektir. Bu eksende toplanan veriler yoluyla da, Taslak Anayasa’da öngörülen Birlik
yapılanmasının, gerek kullanılan araçlar, gerekse aktörlerin yetki ve sorumluluklarının
dağılımı bağlamında, kendisinden beklenen etkin yönetim anlayışına ne ölçüde yaklaşabildiği
açıklanmaya çalışılacaktır.
1) Yasama Fonksiyonu
a) Birlik Yasama Faaliyetleri ve İkincil Mevzuat Türleri
Avrupa Birliği’nin hukukî yapısı, “birincil” ve “ikincil mevzuat” olmak üzere, iki
büyük temel üzerinde yükselmektedir. Bu kapsamda birincil mevzuat; kurucu antlaşmalar ile
bunlara yapılan ekler ve protokolleri kapsamaktayken, ikincil mevzuatla anlatılmak istenen
şey; kurucu antlaşmaların tanıdığı yetkiler kapsamında Birlik kurumları tarafından yapılan
düzenlemelerdir. Bu çerçevede, halihazırdaki ikincil Birlik mevzuatı; tüzükler (regulations),
direktif veya yönergeler (directives), kararlar (decisions) ile görüş ve tavsiyelerden
(recommendations and opinions) oluşmaktadır. Bu kapsamda, ağırlıklı olarak ortak tarım
politikası ve ortak pazarı ilgilendiren konularda çıkarılan tüzükler, yürürlüğe girdikleri andan
itibaren başkaca bir işleme gerek kalmaksızın tüm üye ülkelerin iç hukukunun bir parçası
haline gelen ve tümüyle bağlayıcı olan hukuk normlarını; en yaygın Birlik düzenlemesi olan
direktifler ise, hedefleri itibariyle bağlayıcı olan ama üye ülkelere, söz konusu hedeflere
ulaşma yöntemleri konusunda belli bir takdir serbestisi tanıyan hukuk normlarını ifade
etmektedir. Bu ikili yapı, yöneldikleri kişiler açısından tüm sonuçlarıyla bağlayıcı olan
kararlar ile, hukukî bağlayıcılığı olmayan görüş ve tavsiyelerle tamamlanmaktadır.
Bilindiği gibi, gerek Konvansiyon’un çalışmaları esnasında, gerek daha öncesinde
Avrupa’daki en büyük yakınma konularından biri de, değinilen bu yapının karmaşıklığı ve
anlaşılmazlığıydı. Taslak Anayasa ise, söz konusu şikayetlere paralel olarak, anılan yapıyı
tümüyle değiştirilmiş bulunmaktadır. Gerçekten, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün V.
Kısmı; “Birlik’in Hukukî İşlemleri” (The Legal Acts of the Union) konusuna ayrılmıştır. Bu
kapsamda, Birlik ikincil mevzuatı, daha önceden varolmayan ikili bir ayrıma tâbi tutulmakta
ve “yasama işlemleri” (legislative acts) ve “yasama dışı işlemler” (non-legislative acts) olmak
üzere iki farklı kategori öngörülmektedir.
Yasama işlemleri; yürürlüğe girdiği andan itibaren, başkaca bir işleme gerek
kalmaksızın tüm üye ülkelerde bağlayıcı hale gelen ve doğrudan uygulanabilir nitelikte olan
“Avrupa yasaları” (European laws) ile, ulaşılması gereken sonuçlar açısından bağlayıcı olan,
ancak ulusal otoritelere, söz konusu sonuçlara ulaşmak için seçilen yol ve izlenecek yöntemler
açısından belli bir serbesti tanıyan “Avrupa çerçeve yasaları”ndan (European framework
laws) oluşmaktadır (T.A. m. I – 32).
Birlik’in yasama dışı işlemleri ise; Bakanlar Konseyi, Komisyon ve Avrupa Merkez
Bankası tarafından çıkarılan ve Anayasa’nın belli bazı hükümleri ile “yasama işlemleri”nin
uygulama biçimlerini gösteren “Avrupa tüzükleri” (European regulations) ile, Bakanlar
Konseyi, Komisyon, Avrupa Konseyi ve Avrupa Merkez Bankası tarafından alınan ve
yöneldiği muhataplar açısından, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mutlak şekilde bağlayıcı
olan “Avrupa kararları”ndan (European decisions) ve Bakanlar Konseyi, Komisyon ve
Avrupa Merkez Bankası tarafından verilen, hukukî bağlayıcılıktan yoksun tavsiye ve
görüşlerden (recommendations and opinions) oluşmaktadır (T.A. m. I – 31 ve 34).
Taslak, yukarıda yer alan ve büyük ölçüde daha önceden yürürlükte olan mevzuat
türlerinin yeniden isimlendirilmesi ve tasnif edilmesi olarak nitelendirilebilecek bu
düzenlemelere ek olarak, daha önceden mevcut olmayan bir takım düzenleme biçimlerine de
yer vermektedir. Gerçekten, Taslak’ın I – 35. maddesinde “devredilen tüzükler” (delegated
regulations) başlığı altında; Komisyon’un, daha önceden çıkarılmış bir Avrupa yasası veya
Avrupa çerçeve yasasının önemsiz sayılabilecek bazı kısımlarını düzenlemek veya bazı
eklemeler yapmak üzere, ilgili yasa veya çerçeve yasada söz konusu yetkinin amacı, kapsamı,
içeriği ve süresi açıkça belirtilmiş olmak kaydıyla, tüzük çıkarma yetkisiyle donatılabileceği
belirtilmektedir (T.A. m. I – 36/1).
Taslak’ta ayrıca, üye ülkelerin, hukuken bağlayıcı Birlik tasarruflarını iç hukuklarına
yansıtmak üzere çıkarmakla yükümlü oldukları “uygulama yasaları”na da (implementing acts)
değinilmekte ve bağlayıcı Birlik tasarruflarının uygulanması için tek tip koşullar gerektiği
durumlarda, söz konusu uygulama yasalarını yürütme yetkisinin Komisyon’a ve hattâ bazı
özel durumlarda da Konsey’e devredilebileceği belirtilmektedir (T.A. m. I – 36/1-2).
Değinilen bütün bu hususlar göstermektedir ki, Taslak’ta Birlik yasama faaliyetlerinin
ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan ikincil mevzuat türlerinin “basitleştirildiğini”
savunmak oldukça zordur. Gerçekten, Taslak’ta, bugüne kadar uygulanmakta olan tüm
mevzuat türleri aynen korunmakta olup; bunların üzerine bir de, Birlik’in genişleyen görev
tanımına paralel yeni düzenleme biçimlerinin eklendiği görülmektedir. Ancak unutulmaması
gereken şey; pozitif anayasacılığın, “basitlik”le eş anlamlı olmadığıdır. Yani, iktidarın
elindeki düzenleme araçlarının sayıca az ve kolay anlaşılır olması, ortaya çıkacak karmaşık
siyasî ve toplumsal koşullara etkin bir biçimde uyum sağlanmasının ve karşılaşılan sorunlarla
baş edilmesinin ön şartı değildir. Kısacası basitlik, şeffaflığın ve toplumsal katılımın ön
şartlarından biri olmakla birlikte; etkinliğin vazgeçilmez gereklerinden biri değildir. Bu
çerçevede, bize göre Avrupa Birliği bağlamında şikayet konusu olan asıl şey; mevzuat
türlerinin çokluğundan ziyade, bunların oluşturulması için öngörülen süreçlerin
karmaşıklığıdır. Dolayısıyla, yasama fonksiyonu bağlamında etkin bir yönetim yapısının
oluşturulup oluşturulmadığı konusunda bakılması gereken son bir nokta da, Birlik’in hukukî
düzenleme araçlarının oluşturulması için öngörülen yol haritalarının; yani Birlik yasama
prosedürlerinin durumudur.
b) Yasama Prosedürleri
Bilindiği gibi Avrupa Parlamentosu, ulus-devletlerden farklı olarak, Avrupa ikincil
mevzuatının oluşturulması konusunda mutlak yetkili organ olmayıp, bu yetkisini, ilgili
mevzuatın hazırlanması ve teklif edilmesi aşamasında Komisyon’la; söz konusu teklifin
karara bağlanması aşamasındaysa Konsey’le paylaşmaktadır. Bu çerçevede, anılan ikincil
mevzuatın oluşturulmasında, Taslak Anayasa’nın tartışıldığı şu gün itibariyle toplam 22 farklı
yasama prosedürü bulunmakta olup, bunların en bilinenleri; onay (assent), danışma
(consultation), işbirliği (co-operation) ve ortak karar (co-decision) prosedürleridir.221 Bu
prosedürlerin her biri, farklı konulara yönelik düzenleme alanlarını kapsamakta olup, Birlik
organlarının, alınan kararlara değişik kompozisyonlar çerçevesinde katılımlarını
düzenlemektedir.
221 XYIDAS, Alexis ve Riccardo MAESTRI,: “Institutional Processes”, The Student’s Guide to European
Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-
Cornwall 2004, s. 61.
Anılan bu prosedürlere biraz daha yakından bakıldığında, Avrupa Parlamentosu’nun
rolünü “şeklî bir katılım”a indirgeyen ve nihaî karar yetkisini tümüyle Konsey’e bırakan
“onay prosedürü”nün; genişleme sürecine ilişkin kararlar gibi son derece hassas konularda
kullanıldığını, “danışma prosedürü”nün ise; tarım gibi, yine hassas ancak aynı zamanda
gündelik yaşama daha yakın olan konular için tercih edildiği görmek mümkündür.222
Ekonomik ve parasal birlik alanındaki kararlar için başvurulan “işbirliği prosedürü” ile, çevre
politikaları ve bazı eğitim ve kültür politikalarında kullanılan “ortak karar prosedürleri” ise,
Birlik üzerinde zamanla artan demokratikleşme taleplerine cevap olmak üzere geliştirilen ve
kullanım alanları sürekli genişleyen yöntemler olarak, Parlamento’nun karar alma sürecindeki
rolünü artıran—ve hattâ ortak karar prosedüründe onu nihaî söz sahibi yapan—uygulama
biçimleridir. Ayrıca, bütün bunlara ek olarak, ikinci ve üçüncü sütunlar olarak tanımlanan
“Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği” ile “Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası”
konularında da, kendine özgü karar ve uygulama yöntemleri varolmaya devam etmektedir.
Ancak bu karmaşık yapı, gerçekten Avrupa halklarının yasama sürecini anlamasını ve
takip edebilmesini büyük ölçüde zorlaştırmakta ve zaman zaman, Birlik düzeyinde gerekli
kararların alınmasını ciddi ölçüde geciktirmektedir. Kısacası, Birlik yasama prosedürleri,
halihazırda Birlik kurumlarını, pozitif anayasacılığın öngördüğü etkin ve ortaya çıkan
sorunlara anında müdahale edebilecek araçlarla donatmaktan çok uzak bir görünüm
sergilemektedir.
Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, görülen
değişikliklerin “devrim” niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Gerçekten, Taslak’ın I.
Bölümü’nün 33. maddesinde; “Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasaları, Komisyon’dan
gelen teklifler üzerine, Avrupa Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi’nce, m. III - 302’de yer
alan “olağan yasama prosedürü” çerçevesinde ortaklaşa olarak çıkarılacaktır.” hükmüne 222 XYIDAS, MAESTRI (2004): s. 65 - 66.
yer verilmekte ve 20’yi aşkın yasama prosedürü, kural olarak tek bir yasama prosedürü çatısı
altında birleştirilmiş olmaktadır. Halihazırdaki “ortak karar prosedürü”ne benzeyen bu
prosedürün iki istisnası ise, yine maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında yer almaktadır. Bu
istisnaların ilki; T.A. m. III – 165’te düzenlenen sınırlı sayıdaki bazı hallerde, yasama
sürecinin Komisyon’un teklifi yerine üye ülkelerin dörtte birinin inisiyatifiyle başlamasını
öngörmekte ve sürecin devamında yine olağan yasama prosedürü hükümlerinin
uygulanacağını belirtmektedir (T.A. m. I – 33/2). Diğer istisnaî durum ise; yine Anayasa’da
yer alan bazı özel durumlarda, yasama sürecinin Komisyon’un inisiyatifi olmaksızın,
doğrudan Parlamento ve Bakanlar Konseyi ikilisi tarafından yürütüleceğinin belirtilmesidir
(T.A. m. I – 33/3). Ancak bu istisnaî durumda da “olağan yasama prosedürü”nün geri kalan
hükümlerinden bir sapma öngörülmemekte ve değinilen her iki durumda da fark, yalnızca
yasama sürecinin başlatılması konusundaki girişim hakkının, aktörler açısından
çeşitlendirilmesinden ibaret kalmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, Taslak Anayasa’nın bir
başka dikkat çekici yönü de; kapsamında, “karar almayı kolaylaştırıcı” bir takım
düzenlemelere yer verilmiş olmasıdır. İşte, anılan bu düzenlemelerin bir tanesi de, doğrudan
yasama prosedürleri ile ilgilidir. Gerçekten, bu düzenleme uyarınca; Anayasa’nın III.
Bölümü’nde, bazı Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasalarının kabulü için özel (ve
dolayısıyla zorlaştırılmış) yasama prosedürlerinin öngördüğü durumlarda, Avrupa Konseyi,
oybirliğiyle alacağı bir karar sonrasında, Bakanlar Konseyi’ne olağan yasama prosedürünü
izleme yetkisi verebilecektir (T.A. m. I – 24/4). Görüldüğü gibi, bu düzenleme sayesinde,
Birlik yasama prosedürlerinin basitleştirilmesi yönünde çok önemli bir adım daha atılmış
olmakta ve Birlik aktörleri arasında uygulamada görülecek siyasî uyumun, hukukî yapıya da
aktarılmasına olanak sağlanmış olmaktadır.
Sonuç olarak görülmektedir ki, Avrupa Anayasası, bir yandan Birlik’in farklı
ihtiyaçlara cevap verebilecek farklı enstrümanlarla donatılmasını amaçlamakta, diğer yandan
da bu enstrümanların kullanımını olabildiğince basitleştirmeye çalışmaktadır. Elbette ki bu iki
amacın, Avrupa Birliği gibi, çok farklı çıkarların bir arada yaşatılmak zorunda olduğu bir
yapılanma çerçevesinde gözetilmesi kolay değildir ve üzerinde daha çok düşünülmesi
suretiyle, zaman içinde daha iyi çözümlerin yaratılabileceği de şüphesizdir. Ancak, bugün
gelinen aşamada, Avrupa Anayasası’nın bu konuda takdire değer bir sıçrama
gerçekleştirdiğini ve pozitif anayasacılık bağlamında önemli sayılabilecek ilerlemeler kat
ettiğini de teslim etmek gerekmektedir.
2) Yürütme Fonksiyonu
Bu başlık altındaki incelemelerimize başlamadan önce, Birlik terminolojisinde
“yürütme fonksiyonu” kavramından neyin anlaşılması gerektiği hakkında kısa bir hatırlatma
yapmakta fayda vardır. Daha önceki bölümlerden de hatırlanacağı üzere, Birlik
terminolojisinde kuvvetler ayrılığı kuramı, organik bir anlamda değil, işlevsel bir anlamda
kullanılmakta ve her bir fonksiyon, organik yaklaşımın penceresinden bakıldığında
açıklanması kolay olmayan karmaşık bir organizasyon şeması çerçevesinde yürütülmektedir.
Bu anlamda, Birlik’in yürütme fonksiyonu da, Birlik organlarının oluşumundan, görev ve
sorumlulukların paylaşımına; alınan kararlarının üye ülkelerdeki uygulamasından, Birlik’in
dış dünyaya karşı temsiline kadar pek çok alana yayılan düzenlemeleri kapsamaktadır.
Dolayısıyla bu alanların her birinde getirilen yeniliklerin, etkin bir biçimde çalışan ve yeni
koşullara kolaylıkla adapte olabilen bir Birlik mimarisinin oluşumuna o veya bu ölçüde
katkıda bulunduğu (veya bunu engellediği) savunulabilir. Ancak bunun yerine, burada
yapılacak olan şey; bu geniş yoruma başvurmaktan kaçınmak ve Taslak Anayasa ile getirilen
yeniliklerden, dikkat çekici biçimde öne çıkan iki ana başlık üzerinde durmak olacaktır.
a) Avrupa Konseyi Başkanlığı ve Birlik Dışişleri Bakanlığı Kurumları
Konsey, tüm Avrupa kurumları arasında meşruiyet, etkinlik ve üretkenlik açısından
üzerinde en fazla durulan ve en ciddi eleştirilere konu olan organdır. Gerçekten, hem devlet
ve hükümet başkanları düzeyinde toplanan Avrupa Birliği Konseyi, hem de görüşülecek
konulara göre üye ülkelerden gelen bakanların katılımıyla oluşan A.B. Bakanlar Konseyi,
Birlik yasama faaliyetlerinde olduğu kadar, hayatî siyasî kararların alınmasında da sistemin
ağırlık merkezini temsil etmektedir. Dolayısıyla bu organın etkin bir biçimde çalışması,
Birlik’in, karşılaşacağı sorunlarla baş edebilme kapasitesinde son derece önemli bir rol
oynamaktadır. Ancak, bu başlık altında asıl dikkat çekilmek istenen nokta; Bakanlar
Konseyi’nin, Birlik’in iç işleyişini düzenleyen yasama konularıyla ilgili faaliyetlerden ziyade,
Anayasa ile oluşturulan “ruhu” temsil eden “Avrupa Konseyi Başkanlığı” kurumudur.
Avrupa Birliği’nde Konsey Başkanlığı, bugüne kadar devam eden uygulamada, 6 ay
aralıklarla üye ülkeler arasında el değiştirmekte olup, söz konusu sistem, Birlik literatüründe
“dönüşümlü başkanlık sistemi” olarak bilinmektedir. Ancak bu yapı, Taslak Anayasa’nın 21.
maddesiyle tamamen değiştirilmekte ve Avrupa Konseyi’nin, nitelikli çoğunlukla alacağı bir
kararla, 2,5 yıllık bir süre için görev yapacak bir Konsey Başkanı seçeceği hükme
bağlanmaktadır. İlk bakışta sadece simgesel bir değer taşıyormuş gibi görünen bu değişikliğin
önemi, Birlik’in yakın geçmişindeki tartışmalar dikkate alındığında daha iyi anlaşılmaktadır.
Gerçekten, altı ayda bir değişen Konsey Başkanlığı, bir bakıma, Birlik’in “kalbinin” altı ayda
bir durması ve yeniden atmaya başlaması anlamına gelmekteydi. Birlik’in işleyişinde hayatî
önem taşıyan bu organ, altı ayda bir yeni bir çehreye, yeni anlayışlara, yeni çalışma
yöntemlerine ve yeni acemiliklere sahne oluyor; bu durum da, yaşanan önemli bir sorun
karşısındaki Birlik tavrının, o dönemde hasbelkader sürücü koltuğunda oturan üye ülkenin
tavrıyla örtüşmesi anlamına geliyordu. Bu konuda hatıralardaki en taze olay, 2003 yılının
sonlarında İtayla dönem başkanlığında Roma’da toplanan Hükümetlerarası Konferans’ta
yaşanan gelişmelerdir. Gerçekten, basında, anılan Konferans’ın ana gündem maddesi olarak
görüşülen Taslak Anayasa üzerinde bir uzlaşmaya varılamaması, büyük ölçüde dönem
başkanı İtalya’nın Başbakanı Slvio BERLUSCONI’nin yetersizliğinin sonucu olarak
değerlendirilmiş ve “işin ciddiyetine varamayan” bir Konsey Başkanı’nın, Birlik’in geleceğini
ne kadar olumsuz etkileyebileceğinin bir kez daha ortaya çıktığı yorumları yapılmıştı.223 Bu
çerçevede, “profesyonel” bir Konsey Başkanı’nın, gerek Birlik’in gündelik faaliyetlerinin
yürütülmesinde ve diğer Birlik organlarıyla eşgüdümün sağlanmasında; gerek
hükümetlerarası konferansların kapsam ve içeriklerinin düzenlenmesinde ve Birlik’in
geleceğiyle ilgili stratejik kararların alınmasında, Birlik faaliyetlerine önemli bir ivme
kazandıracağını ummak, kanımızca yanlış bir beklenti olmayacaktır.
Konsey Başkanlığı kurumunun bir diğer önemli boyutu da, Birlik’in dış dünyaya karşı
temsilinde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten Avrupa Birliği, yalnızca tarım destekleme
fiyatlarının saptanması, fabrikalar için geçerli olacak çevre koruma standartlarının
belirlenmesi ve üye ülkelerin balıkçılık mevzuatlarının uyumlulaştırılması gibi teknik
konularda değil; dünya çapındaki terör, örgütlü suçlar ve göçmen kaçakçılığı gibi sınır aşan
sorunlarla mücadele konularında da büyük bir etkinlik arayışı içindedir. Bu kapsamda daha
güçlü ve kendine güvenen bir Avrupa Birliği, büyük bir hızla gelişen Çin, belki Hindistan ve
hattâ yeniden canlanan Rusya’yla birlikte, daha dengeli ve “çoğulcu” bir dünya düzeninin de
ipuçlarını taşımaktadır.224 Bu anlamda, Konsey Başkanlığı kurumu, yıllar önce A.B.D.
Dışişleri Bakanı Henry KISSINGER’in, “Bana Avrupa Birliği’nin telefon numarasını
verebilir misiniz?” sorusuna, Birlik tarafından verilen önemli bir yanıt niteliğini
taşımaktadır.225
223 12 Aralık’ta liderlerin toplandığı çalışma yemeğinde, tüm ülkeler Anayasa konusundaki uyuşmazlıkların
masaya yatırılacağını beklerken, BERLUSCONI’nin “kadınlar”dan söz açması ve konuk liderlere bu konudaki
tecrübelerini anlatmayı tercih etmesi, görüşmelerin trajik bir başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan nedenleri
çok açık bir biçimde ortaya koymaktaydı. Bu konuda bkz. “Who Killed the Constitution?”, Leader, The
Economist, 20 Aralık 2003, s. 35, 36.
224 CALLEO, David: “A Choice of Europes”, The Naitonal Interest, Spring 2001.
225 Bu yanıtın önemine dair bir diğer önemli tespit de, bizzat Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri
Büyükelçisi’nin ağzından gelmektedir. Gerçekten, A.B.D.’deki görevine başlamadan önce 29 Temmuz 2004’te
Yukarıdaki soruya verilen bir başka önemli yanıt da, Konsey Başkanlığı yanında
öngörülen bir diğer dikkat çekici yenilik olan “Birlik Dışişleri Bakanlığı” kurumudur.226
Gerçekten, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 27. maddesinde; Avrupa Konseyi’nin,
Komisyon Başkanı’yla anlaşmak suretiyle, nitelikli çoğunlukla alacağı bir kararla bir “Birlik
Dışişleri Bakanı” atayacağı belirtilmektedir. Birlik Dışişleri Bakanı, Komisyon’da Başkan
Yardımcılığı pozisyonlarından birine getirilecek (T.A. m. I – 25/5, m. 27/3) ve “ortak dış
politika ve güvenlik politikası” ile “ortak güvenlik ve savunma politikası”nın yürütülmesinde
önemli görevler üstlenecektir (T.A. m. I – 39/4 ve m. 40/4). Birlik Dışişleri Bakanı, aynı
zamanda Birlik Dışişleri Konseyi’nin de Başkanlığını yürütecektir (T.A. m. I –23/2).
Bütün bu değinilen hususların ışığında, Taslak Anayasa’da bir “Konsey Başkanlığı”
kurumu ile “Birlik Dışişleri Bakanlığı” kurumlarının yaratılmış olmasını, pozitif anayasacılık
bağlamında ele aldığımız hedeflere ulaşılması ve Birlik’in, 21. yüzyılda ortaya çıkacak
toplumsal beklentilere cevap verebilmesi yolunda atılmış önemli adımlar olarak
değerlendirmek mümkündür.
b) Güçlendirilmiş İşbirliği Mekanizması
Avrupa Birliği, çok boyutlu bir yapılanma olarak, bünyesinde yer alan bir çok farklı
ihtiyaca cevap vermek ve tüm üye ülkelerin farklı çıkarlarının eş zamanlı olarak tatminine
yönelik bir sistem oluşturmak görevleriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu kapsamda,
Avrupa entegrasyonunun daha ileri düzeylere götürülebilmesi için, başlangıçtan beri takip
yapılan Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi toplantısına katılan Büyükelçi Günter BURGHARDT,
Anayasa’nın oluşturduğu Birlik mimarisinin, “üç dışişleri bakanıyla”—dönem başkanı ülke lideri, Dış İlişkiler
Komiseri Chris PATTEN ve A.B. Yüksek Temsilcisi Javier SOLANA ile—temsil edilen bir Birlik’ten çok daha
fazla “ciddiye alınacağını” belirtmiştir. Bkz. MAHONY, Honor: “Europe must take itself seriously, says top
Brussels envoy”, EUObserver – 29.07.2004 [2004-b] (http://www.euobserver.com/).
226 Bu iki kurumun, bir arada değerlendirildiğinde Avrupa mimarisinde ne büyüklükteki bir boşluğu doldurmaya
aday olduğu hakkında çarpıcı bir yorum için bkz. “Europe’s ménade a deux, Bilateralism can go too far”,
Leader, The Guardian, 16 Ocak 2003.
edilen tek tip bir hukukî çerçeve oluşturulması ve eş zamanlı uygulamaların benimsenmesi
dışında kalan bazı yöntemlere ihtiyaç olduğu, uzun zamandır kabul edilmektedir. Bu
çerçevede, zaman zaman görülen ve politika oluşturma süreçlerinde kilitlenmelere yol açan
sorunların tekrar yaşanmaması için, farklı entegrasyon modelleri üzerindeki arayışlar uzun
süreden beri devam etmektedir.
1965’teki “boş koltuk krizi”nden227 (empty chair crisis) sonra iyice su yüzüne çıkan
bu talepler, 1976’daki “Tindemans Raporu”nda da dile getirilmiş ve Birlik’in resmî politika
arayışlarının bir parçası haline gelmiştir. “Esneklik” başlığı altında özetlenen bu çabalar,
Birlik’in geleceğine dair; “çok vitesli Avrupa” (multi-speed Europe), “değişken geometrili
Avrupa” (variable geometry) ve “a la carté Avrupa” (Europe a la carté) gibi farklı
entegrasyon modellerinin savunulmasına yol açmış ve Avrupa Sosyal Şartı ile Schengen
Antlaşması gibi girişimler, bu önerilerin kısmen hayata geçirildiği örnekler olmuştur.228
Avrupa bütünleşmesinin çehresini yeni baştan tanımlamaya yönelen bu önerilerin
dışında, Amsterdam Antlaşması ile birlikte, daha makul ve daha sınırlı bir uygulama alanına
sahip bir takım hukukî araçlar da geliştirilmiştir. Bu kapsamda ortaya atılan yeniliklerin en
önemlisi; Amsterdam Antlaşması ile Avrupa Birliği Antlaşması’na 43-45. maddeler olarak
eklenen “Güçlendirilmiş İşbirliği” mekanizmasıdır. Bu mekanizma ile, aralarında daha yakın
bir işbirliği kurmak isteyen üye ülkelerin, Birlik’in bütüncül kurumsal yapısına, Birlik
mevzuatının bütünlüğüne ve güçlendirilmiş işbirliğine taraf olmayan ülkelerin hak ve
çıkarlarına zarar vermemek kaydıyla ve prensip olarak tüm üye ülkelerin katılımına açık
olmak üzere bir araya gelmelerine ve daha ileri bütünleşme adımları atabilmelerine imkân
227 “Boş koltuk krizi” olarak bilinen ve Fransa’nın, uzun bir dönem Konsey Toplantıları’na katılmamasına yol
açan olaylar ve sonuçları için bkz. DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 17, 18.
228 Değinilen bu esnek bütünleşme teorilerinin tanımı ve kısa bir tarihçesi için bkz. GARCIA, J.J.F.: “Flexible
Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve
Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 282.
sağlayan bir hukukî yapı oluşturulmuştur. Ancak bu yapıda, Topluluklar’ın orijinal ve
münhasır yetki alanları söz konusu işbirliğinin dışında bırakılırken, ortak dış politika ve
güvenlik politikası alanı da (ikinci sütun), bu çerçeveye dahil edilmemiştir. Buna karşılık
adalet ve polis hizmetlerinde ise (üçüncü sütun), belli sınırlar çerçevesinde kalmak kaydıyla
güçlendirilmiş işbirliğine olanak sağlanmıştır.229
Amsterdam Antlaşması’yla öngörülen hukukî çerçevenin ve uygulanacak kuralların
çok sıkı olması, bu yöntemin pratikte hiç işletilememesine sebep olmuş, bu sebeple de Nice
Antlaşması öncesinde konuyla ilgili bir takım kolaylaştırıcı düzenlemelerin gerekliliği
üzerinde bir görüş birliği sağlanmıştı. Bu kapsamda ortaya konan çabalar arasında ilk dikkat
çeken adım; ikinci sütun olarak bilinen ortak dış politika ve güvenlik politikası alanının da—
önemli kayıtlamalar altında—güçlendirilmiş işbirliği kapsamına dahil edilmesi oldu. Buna ek
olarak, Amsterdam Antlaşması’nın, bu girişimin başlayabilmesi için üye ülkelerin en az
yarısının (15/2 = 7,5 8 ülkenin) katılımını öngören hükmüne dokunulmamakla birlikte;
genişleme sonrasında ortaya çıkacak 27 üyeli Birlik yapılanmasında da bu sayının
değişmeden kalması kararlaştırıldı. Bu kapsamda son olarak, güçlendirilmiş işbirliğinin tarafı
olmayan ülkelerin, Konsey’de güçlendirilmiş işbirliği kurulması hakkında alınan kararları
veto etme imkânını ortadan kaldıran “nitelikli çoğunluk şartı”nın kabul edilmesiyle, söz
konusu prosedürün hayata geçirilmesi de kolaylaştırılmış oldu.230
Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, güçlendirilmiş
işbirliği mekanizmasının daha da geliştirilmesinin amaçlandığını görmek mümkündür.
Gerçekten, Taslak Anayasa, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının hedeflerinin; Birlik’in
amaçlarının daha iyi gerçekleştirilmesine hizmet etmek, onun çıkarlarını korumak ve
229 ARSAVA, Füsun: “Hangi Avrupa için Ne Kadar Esneklik?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 1,
Sayı 1 (Güz 2001), s. 39, 40.
230 GARCIA (2004): s. 286, 287.
bütünleşme sürecini desteklemek olduğunu belirttikten ve işbirliğinin, prensip olarak T.A. m.
III – 324’te belirlenen ilkeler ışığında tüm üye ülkelerin katılımına açık olduğunu
vurguladıktan sonra (T.A. m. I – 43/1), Amsterdam ve Nice Antlaşmaları’na ek olarak bir çok
kolaylaştırıcı düzenlemeyi gündeme getirmektedir.
Bu kapsamda, Taslak’ta öncelikle güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının hangi
alanlarda kurulabileceği konusu ele alınmakta ve I. Bölüm’ün 43. maddesinde; Birlik’in
“münhasır yetki alanları” haricinde kalan tüm alanların, prensip olarak güçlendirilmiş
işbirliğine açık olduğu belirtilmektedir. Bu hükme paralel olarak, III. Bölüm’ün
güçlendirilmiş işbirliğinin kurulma prosedürünü düzenleyen 325. maddesinde de, yalnızca,
işbirliği yapılacak alanların; “ortak dış politika ve güvenlik politikası alanı ve Anayasa’da yer
alan diğer alanlar” olarak ikiye ayrılmasıyla yetinilmekte ve başkaca hiç bir sınırlama
sebebine yer verilmemektedir. Bu düzenlemelere ek olarak, güçlendirilmiş işbirliği
mekanizmasının hayata geçirilmesi de kolaylaştırılmakta ve bunun için, üye ülkelerin üçte
birinin katılımının yeterli olacağı belirtilmektedir (T.A. m. I – 43/2). Aynı doğrultuda,
güçlendirilmiş işbirliğinin kurulması hakkındaki nihaî kararın verileceği Bakanlar Konseyi
toplantısında da oybirliği şartının aranmasından vazgeçilmekte ve nitelikli çoğunlukla alınan
bir kararın, söz konusu işbirliğinin kuruması için yeterli olacağı kaydedilmektedir.231
Oluşturulmasının önündeki engeller büyük ölçüde azaltılan güçlendirilmiş işbirliği
mekanizmasının işleyişi de, önemli ölçüde kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Gerçekten, Taslak
Anayasa’nın öngördüğü temel prensip uyarınca, güçlendirilmiş işbirliği çerçevesinde alınacak
kararlarda yalnızca İşbirliği’ne üye ülke bakanlarının oy verme hakkı olacak; üstelik bu
durumda da bir çok karar, oybirliği yerine nitelikli çoğunluk yöntemiyle alınacaktır (T.A. m. I
231 T.A. m. III- 325’te bu konuda herhangi bir düzenleme bulunmamakla birlikte, T.A. m. I – 22/3’te belirtilen
genel kural uyarınca, aksi açıkça belirtilmediği sürece Bakanlar Konseyi’nde kararlar nitelikli çoğunlukla
alınacağından, burada da oybirliğiyle karar alınmasını gerekli kılan herhangi bir sebep kalmamaktadır.
– 43/3). Böylece, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının etkinliğinin, hem işbirliğinin
dışında kalan ülkeler tarafından, hem de işbirliğine üye ülkeler tarafından zedelenmesi
ihtimalinin önüne geçilmekte ve daha hızlı çalışan kurumlar yaratma hedefine bir adım daha
yaklaşılmış olmaktadır.
Sonuç olarak, bütün bu düzenlemeler göstermektedir ki, güçlendirilmiş işbirliği
mekanizması, üye ülkelerin Birlik olanaklarından daha ileri düzeyde yararlanmalarına ve
ortaya çıkan ihtiyaçlar karşısında daha çabuk tepki verebilmelerine olanak sağlayan önemli
bir araç işlevi görmektedir. Aynı zamanda bu mekanizma, yalnızca işbirliğine taraf ülkeler
açısından değil, Birlik’in genel işleyişi açısından da “tıkanıklıkları giderici” bir işlev görmeye
adaydır. Zira, bu mekanizma sayesinde, üye ülkelerin tamamının veya önemli bölümünün
üzerinde uzlaşması mümkün olmayan konular, bu konularda istekli ülkelerin işbirliğine
devredilebilecek ve böylelikle Birlik faaliyetlerinin tamamıyla bloke olmasının da önüne
geçilebilecektir.
Ancak bu bahsi kapatmadan önce, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının, bir
“değerler çatışması” sorunu doğurmaya aday olduğunu hatırlatmakta da fayda vardır.
Gerçekten, bu prosedürün kullanıldığı durumlarda Avrupa Parlamentosu’nun rolü neredeyse
sıfıra inmekte ve Birlik seviyesindeki tüm siyasî denetim olanakları ortadan kaldırılmış
olmaktadır. Bu da, Taslak’ta güdülen bir diğer temel amaç olan demokrasi ve şeffaflık
hedefinin zaafa uğratılması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, “ancak son çare” olarak
başvurulması gereken güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının (T.A. m. I – 43/2), öngörülen
bu sınırların ötesinde kullanılmaya başlaması da, Birlik içinde “alternatif” veya “ayrıcalıklı”
birlikler gibi oluşumların meydana çıkmasına sebep olabilecek ve bu durum da, bir süre sonra
Avrupa entegrasyonunun genel dinamikleri bozulmasına yol açabilecektir.
Kısacası, güçlendirilmiş işbirliği mekanizması, Birlik’in geleceğine yön verecek
anayasal mühendisliğin en can alıcı noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu unsur üzerinde
daha uzun bir dönem tartışılacağı açık olmakla birlikte, gelinen aşamada söylenebilecek olan
şey; Taslak Anayasa’da bu kurumun, pozitif anayasacılığın arayışlarına uygun hale
getirilmesinin amaçlanmış ve bunun büyük ölçüde de başarılmış olduğudur.
3) “Yetki Kataloğu” Sorunu ve Konsey’in Karar Alma Yöntemleri
Daha önceki bölümlerde de belirtildiği üzere, Avrupa Anayasası girişiminin özgün
yanlarından biri de; söz konusu Anayasa’nın konu aldığı iktidarın “yaratılması”yla, bu
iktidarın paylaşılması ve hareket alanının belirlenmesi arayışlarının iç içe geçtiği bir süreç
olmasıdır. Bu kapsamda, Birlik’i oluşturan her bir üye ülke, kendi yerel çıkarları ve
egemenlik anlayışıyla, Birlik yapılanmasının bu kavramlar üzerinde zorunlu olarak
doğurduğu dönüşüm baskıları arasında bir denge arayışını sürdürmektedir. Bir başka ifadeyle,
konuya üye ülkeler açısından bakıldığında, Avrupa bütünleşmesinin tarihîni, değişen ve
dönüşen temel kavramlar tarihî olarak okumak da mümkündür. Bu bağlamda, Birlik’in
doğasından kaynaklanan bu gerilimin, Anayasa tartışmaları esnasında iyice su yüzüne çıkmış
olması da şaşırtıcı değildir. Bütün bu gelişmenin sonucu olarak, Taslak Anayasa’nın konuyla
ilgili her bir hükmü de, değinilen bu gerilimin ve çeşitli pazarlıklar sonucunda varılan
uzlaşmaların izlerini taşımaktadır.
Yukarıda, kuvvetler ayrılığı başlığı altında, söz konusu gerilimin Taslak Anayasa’nın
hükümlerine ne şekilde yansıdığını kısmen değerlendirme imkânı bulmuş ve “mümkün
olduğu kadar ulusalcılık; kaçınılmaz olduğu ölçüde evrenselcilik” şeklinde özetlenebilecek bir
dengenin sağlanmaya çalışıldığını belirtmiştik. Ancak, anılan başlık altında, Birlik
çerçevesindeki yetki paylaşımı konusu, yalnızca Birlik kurumlarının yetkili olduğu alanlarla
sınırlı olarak incelenebilmişti. Başka bir ifadeyle, yukarıdaki başlık altındaki
değerlendirmelerimizi yaparken, söz konusu faaliyet alanının zaten daha önceden Birlik
kurumlarının yetkisine devredilmiş alanlardan biri olduğu varsayılmış ve bu alanda hiçbir
yetki tartışmasının olmadığı farz edilmişti. Ancak, bu varsayımımıza rağmen görülmüştü ki,
üye ülkeler, Birlik’in yetkili olduğuna şüphe olmayan alanlarda bile, söz konusu kararları
mümkün olan en yüksek düzeyde etkileme imkânını aramakta; bunu da, tamamen kendi
kontrollerinde olan Konsey’i, Komisyon ve Parlamento karşısında olabildiğince merkezî bir
konuma getirmek suretiyle yapmaya çalışmaktaydılar. Buradan da, Birlik çerçevesinde,
aslında gerçek bir “yatay yetki paylaşımı” sorunu olmadığına ve asıl meselenin, Birlik
kurumları ile üye ülkeler arasındaki egemenlik paylaşımından kaynaklanan gerilimin farklı bir
görünümü olduğu sonucuna varılmıştı. İşte bu kısımda da, Birlik kurumlarının mutlak yetkili
olduğu alanlarda bile açığa çıkan bu gerilimin, “hangi konuda kimin yetkili olacağının” halen
tartışmalı olduğu alanlarda evleviyetle yaşanacağı gerçeğinden hareket ederek, doğrudan
Birlik’le üye ülkeler arasındaki “yetki alanları” paylaşımı üzerine eğilmeye ve yukarıdaki
incelemenin eksik kalan boyutlarını tamamlamaya çalışacağız.
Bununla birlikte, ulusalcılık-evrenselcilik gerilimi olarak adlandırdığımız bu
tartışmaların, sadece Birlik kurumları ile üye ülkeler arasında ortaya çıkan bir gerilime değil;
aynı zamanda üye ülkelerin birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde somutlaşan bir gerilime
de işaret ettiğini belirtmek gerekmektedir. Zira üye ülkelerin, aynı zamanda Birlik
kurumlarından biri olan Konsey’in de kurucu unsurları olduğu düşünüldüğünde, bu ülkelerin
her birinin, mutlak egemenlik yetkilerinden Birlik lehine vazgeçmesinin, aynı zamanda bu
yetkilerinden “diğerleri” lehine de vazgeçmesi anlamına geldiği kolaylıkla görülebilmektedir.
Kısacası, Avrupa Birliği’nde etkin bir kurumsal yapı oluşturmaya yönelen bir anayasanın
çözmesi gereken tek sorun, üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki yetki paylaşımı sorunu
değildir. Anayasa, aynı zamanda Bakanlar Konseyi’ni oluşturan üye ülkelerin, bu kurumun
işleyişi çerçevesinde birbirleri karşısında sahip olacakları konumları da belirginleştirmek
zorundadır. Bu anlamda, devletlerin birbirleri karşısında sahip olacakları farklı konumlar da,
Konsey’in işleyişi çerçevesinde tercih edilen “oylama usulleri”ne bağlı olarak değişmekte ve
“basit çoğunluk”tan “oybirliği”ne uzanan bir yelpazede, etkin bir Birlik yapılanması ile etkin
bir ulusal çıkar koruması arasındaki dengeler sürekli yeniden konumlanmaktadır.
Kısacası, Birlik yetki kataloğu ile Konsey’deki oylama usulleri gibi, ilk bakışta
birbirinden tamamen farklıymış gibi görünen iki mesele, bu çalışma bağlamında, aslında aynı
gerilimin izlerini taşıyan iki farklı eksen olarak tanımlanmaktadır. Bu iki konunun bir diğer
ortak noktası da; bu konularda yapılacak tercihlerin, pozitif anayasacılık bağlamında
“yapılabilirliğini” tartıştığımız etkin ve işlevsel bir Birlik mekanizmasının oluşumunda
belirleyici bir rol oynayacak olmasıdır. İşte bu görüşlerden hareketle, çalışmamızın izleyen
sayfalarında, birbiriyle bağlantılı bu iki ayrı hususun aydınlatılmasına çalışılacaktır. Bu
kapsamda ilk olarak, yetki alanlarının üye ülkelerle Birlik arasındaki paylaşımı üzerinde
durulacak; ikinci olarak ise, yine Birlik’in etkin ve sonuç alıcı bir işleyişe kavuşması
yolundaki en büyük aşamalardan biri olan “nitelikli çoğunluk” kuralı üzerinde
yoğunlaşılacaktır.
a) Yetki Kataloğu
Birlik’in, topluluklar zamanından bu yana bir türlü çözülemeyen gerilim eksenlerinden
biri de, yukarıda da değinildiği üzere, Birlik kurumlarının ve üye ülkelerin hangi konularda
kesin yetki sahibi olacağı ve ortak yetki alanlarının söz konusu olduğu durumlarda da, bu
yetkilerin hangi araçlarla ve ne ölçülerde paylaşılacağı sorunları olmuştur. Bu sorunlar, tarihî
bir dönüm noktasında bulunan Birlik açısından, günümüzde de en acil biçimde çözülmesi
gereken sorunların başında gelmektedir. Zira, “kim”in “ne”den sorumlu olduğunun bir türlü
açıklığa kavuşturulamadığı ve Adalet Divanı’nın sürekli müdahil olarak çözmeye çalıştığı
yetki problemleriyle dolu bir Birlik yapılanmasının; gerek etkinlik açısından, gerek şeffaflık
açısından kendisinden beklenenlere cevap vermesinin olanaksız olduğu, apaçık bir gerçeklik
olarak ortada durmaktadır.
Bu sebeple söz konusu sorun, Anayasa yapım sürecinde bu gerçeğin bilincinde olan
Konvansiyon üyelerinin, üzerinde en fazla uğraştığı konulardan biri olmuştur. Bu pencereden
Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında; Birlik’in kuruluşu, değerleri
ve amaçları gibi temel unsurlarla, temel haklar ve Birlik vatandaşlığı gibi konuların hemen
arkasından, bu meselenin ele alındığı görülmektedir.
Bu çerçevede ilk olarak, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 5. maddesinde, Birlik’le
üye ülkeler arasındaki ilişkilerin dayandığı temel prensipler belirtilmekte ve Birlik’in ulusal
kimliklere ve ilgili ülkelerin—yerel ve bölgesel örgütlenmeler de dahil olmak üzere—siyasî
ve anayasal yapılarıyla toprak bütünlüğüne saygı göstereceği belirtilmektedir. Bunun
karşılığında, üye ülkelerin de “sadık işbirliği prensibi” (loyal cooperation) çerçevesinde,
Birlik faaliyetlerini kolaylaştıracak tüm tedbirleri almak ve Birlik’in amaçlarını tehlikeye
düşürecek her türlü davranıştan kaçınmakla yükümlü olduğuna değinilmektedir (T.A. m. I –
5/1-2). Genel bir siyasî niyet beyanı niteliğini taşıyan bu hükümler bir yana bırakılırsa,
Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımını düzenleyen asıl hükümlerin, I. Bölüm’ün 11
- 17. maddeleri arasında yer aldığı görülmektedir. Ancak bu hükümlerin incelenmesine
geçmeden önce değinilmesi gereken en önemli nokta, Birlik yetkilerinin kullanımına hakim
olan temel ilkenin, halen “yetkilendirme” ilkesi olduğudur. Başka bir ifadeyle Birlik, sadece
Anayasa tarafından açıkça yetkili kılındığı alanlarda faaliyette bulunacak ve bunun dışında
kalan alanlardaki yetkiler, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da üye ülkelerin elinde
bulunmaya devam edecektir (T.A. m. I – 9/1).
Bu prensip çerçevesinde Taslak’ta yer alan düzenlemelere bakıldığında, Birlik’le üye
ülkeler arasındaki yetki paylaşımı sorununun, bir “yetki kataloğu” hazırlanması suretiyle
çözülmeye çalışıldığı görülmektedir. Gerçekten Taslak, Birlik’in münhasır yetki alanı ile,
Birlik ve üye ülkeler arasında “paylaşılan” yetki alanları ayrımına gitmekte ve bu ikili yapıya
ek olarak, üç özel yetki alanı (ekonomi ve istihdam politikaları, ortak dış politika ve güvenlik
politikası ile destekleyici, koordine edici ve tamamlayıcı faaliyet alanları) öngörmektedir.
Konuya daha yakından bakıldığında ise, karşımıza ilk olarak Birlik’in münhasır yetki
alanı çıkmaktadır. Bu başlık altında düzenlenen yetki alanının özelliği, hem Birlik’in mutlak
yetkili olduğu konuların232, hem de bu kapsamda kullanılabileceği yetkilerin açıkça belirtilmiş
olmasıdır (T.A. m. I – 12/1). Bu bağlamda Birlik, değinilen bu konularda hukuken bağlayıcı
mevzuat oluşturma ve bunları uygulama konusunda tek yetkili organ olacak; üye ülkeler ise,
bu konularda yalnızca Birlik tarafından açıkça yetkili kılınmaları halinde faaliyette
bulunabileceklerdir (T.A. m. I – 11/1). Bu yetkilere ek olarak Birlik, sözü edilen konularla
ilgili olmak üzere, üçüncü ülkelerle uluslararası antlaşmalar yapma konusunda da yetkili
olacaktır (T.A. m. I – 12). Kanımızca, bu iki temel yetkinin Birlik’e açıkça tanınmasıyla
birlikte, Birlik’in münhasır yetki alanına ilişkin olarak çıkabilecek yetki anlaşmazlıklarının
büyük ölçüde bertaraf edildiğini söylemek mümkündür. Buna karşılık, Birlik’le üye ülkelerin
birbiriyle iç içe geçen yetkilere sahip olduğu “paylaşılan yetki alanları” içinse aynı şeyi
söylemek, pek de kolay görünmemektedir.
Gerçekten, Taslak’ın 13. maddesinde “paylaşılan yetki alanları” başlığı altında; iç
pazar, özgürlük, güvenlik ve adalet alanı, denizlerdeki biyolojik kaynaklarının korunması
hariç olmak üzere balıkçılık ve tarım, ulaştırma ve Trans-Avrupa ağları, enerji, sosyal
politika, ekonomik, sosyal ve bölgesel uyum, çevre, tüketicinin korunması ve toplum sağlığı
konularında, Birlik ve üye ülkelerin eş zamanlı yetki sahibi oldukları belirtilmektedir. Buna
ek olarak, araştırma ve geliştirme faaliyetleri ile kalkınma işbirliği ve insanî yardım
konularının da bu kapsamda sokulduğu görülmektedir (T.A. m. I – 13/3-4). Ancak ne bu
maddede, ne de Anayasa’nın, Birlik’in politikalarını ve işleyişini kapsamlı şekilde düzenleyen
232 Euro’yu kabul etmiş ülkelerle ilgili olan para politikaları, ortak ticaret politikası, gümrük birliği ve ortak
balıkçılık politikası bağlamında denizlerdeki biyolojik kaynaklarının korunması konuları.
III. Bölüm’ünde bu konuda daha aydınlatıcı hükümler bulunmakta ve bu yetkilerin paylaşımı,
yine Birlik hukukunun kendine özgü kurallarına terk edilmektedir. Bu bağlamda Adalet
Divanı’nın, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da mesaisinin büyük bölümünü, bu
başlık altında düzenlenen alanlardaki yetki paylaşımı sorunlarını çözmeye ayırmak zorunda
kalacağını tahmin etmek, bu aşamada bizce çok yanlış bir çıkarım olmayacaktır.
Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 14. ve 15. maddelerinde ise, son derece nazik iki
konu üzerindeki yetki paylaşımı düzenlenmektedir. Bu kapsamda, 14. maddede; Birlik’in, üye
ülkeler arasındaki ekonomi ve istihdam politikalarının koordinasyonu konusunda yetki sahibi
olduğuna değinilmekte, ancak konunun hassasiyeti göz önüne alınarak, bu yetkinin, ancak
“genel prensipler belirlemek” biçiminde kullanılacağı belirtilmektedir. 15. maddede ise, bir
diğer hassas konu olan ortak dış politika ve güvenlik politikası ele alınmakta ve Birlik’in bu
kapsamdaki yetkisinin, giderek gelişen bir ortak savunma politikası tesis etmek de dahil
olmak üzere, Birlik’in güvenliğini ilgilendiren tüm konuları kapsadığı belirtilmektedir.
Maddede ayrıca, üye ülkelerin, Birlik’in bu kapsamdaki girişimlerini “aktif ve kayıtsız bir
biçimde” desteklemekle ve Birlik’in çıkarlarını tehlikeye düşürecek veya etkinliğini azaltacak
her türlü davranıştan kaçınmakla yükümlü oldukları vurgulanmaktadır.
Anılan her iki madde bir arada değerlendirildiğinde; ilkinde çok esnek bir dil
kullanıldığını, ikincisinde ise Taslak’ın diğer kısımlarındaki ayrıntılı düzenlemeler göz önüne
alınarak, genel prensiplere değinmekle yetinildiğini söylemek mümkündür. Ancak burada
dikkat edilmesi gereken nokta; kullanılan bu esnek ifadelerin doğal bir sonucu olarak,
Birlik’in etkin ve sonuç alıcı bir biçimde çalışmasını sağlayacak bir hukukî çerçevenin de
kurulamamış olmasıdır. Gerçekten, gerek ekonomi ve istihdam politikalarının, gerek ortak dış
politika ve güvenlik politikası konularının hassasiyeti, bu alanlarda daha kesin düzenlemeler
yapılmasını siyaseten imkânsız kılmıştır. Kısacası Taslak Anayasa’nın bu iki alan için
öngördüğü çerçeve; iyi niyetli ve karşılıklı uyuma dayalı faaliyetler için uygun bir “zemin”
hazırlamakta, ancak iyi niyetin ve karşılıklı uyumun bozulduğu durumlarda yaşanabilecek
aksaklıkları çözme kapasitesine sahip hukukî araçları sağlama konusunda yetersiz
kalmaktadır.
Son olarak 16. maddede, Birlik’in “destekleyici, koordine edici ve tamamlayıcı”
faaliyet alanlarından bahsedilmekte ve endüstri, insan sağlığının korunması ve geliştirilmesi,
eğitim, meslekî eğitim, gençlik ve spor, kültür ve sivil savunma alanları, bu kapsamdaki
konular olarak gösterilmektedir. Bu konularda Birlik’in hukuken bağlayıcı düzenlemeler
yapabileceği de prensip olarak kabul edilmekte, ancak bu düzenlemelerin, üye ülkelerin
mevzuatlarının uyumlulaştırılması sonucunu doğurmayacağı da ayrıca vurgulanmaktadır
(T.A. m. I – 16/3).
Bu kapsamda değinilmesi gereken son bir husus da, 17. maddede yer alan “esneklik
hükmü”dür. Bu hüküm uyarınca;
“Anayasa’da öngörülen amaçlardan birine ulaşılması için, III. Bölüm’de
belirlenen politikalar çerçevesinde Birlik’in harekete geçmesini gerektiren bir durum
ortaya çıkar ve Anayasa, bu konuda Birlik’i gerekli araçlarla donatmamış olursa,
Komisyon’dan gelen bir teklif üzerine harekete geçen Bakanlar Konseyi, Avrupa
Parlamentosu’nun onayını aldıktan sonra, oybirliğiyle hareket ederek gerekli önlemleri
alacaktır” (T.A. m. I – 17/1).
Bu hüküm, halihazırda 308. madde olarak uygulanmakta olup, Amerikan Federal
Anayasası’ndaki “gerekli ve uygun” haller hükmünü andırmaktadır.233 1970’lerden sonra bu
hüküm, Komisyon tarafından, Toplulukların amaçları doğrultusunda sıklıkla kullanılmaya
başlanmış ve zaman zaman ciddi eleştirilere konu olmuştur. Bu çerçevede, anılan bu hükmün
de, yine bir değerler çatışmasının merkezinde yer alabileceğini belirtmek gerekmektedir. Zira
233 ABD. Anayasası’ndaki anılan madde (m. 1, 8. kısım, 18. cümle) ve her iki madde arasındaki benzerlik
tartışması için bkz. DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 161 ve dn. 38.
bu hüküm, pozitif anayasacılığın öngördüğü etkinliğe ulaşma yolunda Birlik’i kayda değer bir
esneklikle donatmakta; ancak bu yöntemin aşırı kullanımı da, hareket alanı ve kullandığı
araçlar yönünden sınırlandırılması arzulanan bir iktidar perspektifi ve demokratik kontrol
imkânlarının etkin kullanımı amacıyla çelişmektedir.
Bütün bu değinilen hususların ışığında, Birlik ve üye ülkeler arasındaki yetki
paylaşımını düzenleyen bu hükümler hakkında ne söylenebilir? Kuşkusuz, Taslak’ta yer alan
yetki kataloğu, Birlik’in yeni dönemde genişleyen faaliyet alanlarının ve kullanacağı ekstra
yetkilerin ipuçlarını taşımaktadır. Yukarıda incelenen esneklik hükmünün muhafaza edilmiş
olması da, Birlik’e ekstra bir hareket imkânı sağlamaktadır. Ancak Taslak’ta, bugüne kadar
çeşitli sorunlar yaratan yapılanmanın aşıldığını ve Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki
paylaşımı sorunlarının tamamen gündemden çıkarıldığını söylemek mümkün
görünmemektedir. Bir ölçüde, Birlik mimarisinin doğasından da kaynaklanan bu durum,
gelecekte de Adalet Divanı’nın, Anayasa’nın öngördüğü temel prensipler ve kendi yerleşik
içtihatları ışığında, Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı sorunlarıyla geniş ölçüde
muhatap olacağı izlenimini uyandırmaktadır.
b) Bakanlar Konseyi ve Nitelikli Çoğunluk Sistemi
Avrupa Birliği’ni klâsik bir uluslararası örgüt olmaktan çıkaran ve onu bir ulus-üstü
bütünleşme projesi haline getiren en önemli unsurlardan biri de, yukarıda da değinildiği üzere,
Birlik bünyesindeki kararların alınış biçimidir. Zira bu kararlar, bağımsız ve egemen
devletlerin merkezî rol oynadığı klâsik uluslararası örgütlenmelerden farklı olarak, kısmen
üye ülkelerden bağımsız ulus-üstü organlarca alınmakta, kısmen de üye ülkelerin bir kısmı
tarafından, diğerlerinin rızası hilafına alınmaktadır. Kısacası Birlik faaliyetlerine hakim olan
ulusalcılık-evrenselcilik ikilemi, yalnızca üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki ilişkilerde
açığa çıkan tek boyutlu bir gerilim ekseni olmayıp, aynı zamanda üye ülkelerin birbirleriyle
olan ilişkilerine de hakim olan çok boyutlu bir gerilim eksenini ifade etmektedir.
Daha açık bir ifadeyle, Birlik Kurumları arasında geleneksel olarak en fazla “devletçi”
kurum olan Bakanlar Konseyi, üye ülkelerin, kendilerini en yakın hissettiği organ olmasına
rağmen, yine de devletlere bir “dikensiz gül bahçesi” vaat etmemektedir. Zira Konsey’in
işleyişinde de devletler, oybirliği prensibinden uzaklaşıldığı ölçüde kendi iradeleri hilafına
alınan kararlara da boyun eğmek durumunda kalmakta ve klâsik egemenlik teorisi açısından
açıklanması pek de kolay olmayan bir biçimde, belli şartlar altında, kendi tercihleri olmayan
süreçlere ve uygulamalara rıza göstermeye mecbur olmaktadırlar.
Bu sonuca yol açan sistem, Bakanlar Konseyi’nde bir karar alınabilmesi için, belli bir
sayıdaki üyenin aynı fikirde olmasının yeterli olduğunu ifade eden “nitelikli çoğunluk
sistemi”dir (qualified majority voting). Söz konusu sistem, aslında ilk olarak 1957 Roma
Antlaşması’yla birlikte gündemde getirilmiş olup, özellikle dönemin Fransa Cumhurbaşkanı
Charles De GAULLE’ün şiddetli muhalefeti ve 1965 yılında Fransa’nın Konsey toplantılarını
veto etmesiyle başlayan “boş koltuk krizi” neticesinde, uzun bir zaman için uyumaya
terkedilmişti. Gerçekten, söz konusu krizi çözmek amacıya varılan “Lüksemburg Uzlaşması”,
ulusal veto kavramının dirilişini anlamına gelmiş ve nitelikli çoğunluk sistemi, Antlaşmalar
çerçevesinde marjinal bir konuma hapsedilmişti. Ancak, etkin bir Birlik mimarisinin, tek bir
üyenin bile alınan kararları veto etme imkânına sahip olduğu bir yapıyla sağlanmasının
mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle; Avrupa Tek Senedi ile başlayan yeni dönemde
nitelikli çoğunluk prensibinin uygulama alanı, Maastricht, Amsterdam ve Nice Antlaşmaları
ile giderek genişlemiş ve aşağıda da inceleneceği üzere, Taslak Anayasa ile bugüne kadar
ulaştığı en yüksek noktaya taşınmıştır.
Bununla birlikte, bu başlık altındaki incelemelerimizi daha fazla ilerletmeden önce,
Bakanlar Konseyi bünyesinde geçerli olan oylama sistemlerinden kısaca söz etmekte fayda
vardır. Buna göre, halihazırda Birlik mimarisinde; “oybirliği”, “basit çoğunluk” ve “nitelikli
çoğunluk” olmak üzere, üç farklı oylama yöntemi kullanılmaktadır. Bunlardan oybirliği
kuralı; toplantıya katılan bakanların tamamının bir konu üzerinde uzlaşmasını anlamına
gelmekte olup, ulus-üstü bir bütünleşme sürecinden ziyade, klâsik egemenlik teorisine
dayanan devletlerarası ilişkiler döneminden kalma bir araçtır. Bu yöntemin ana kural olarak
benimsenmesi, yukarıda da değinildiği üzere, bir çok konuda karar almayı imkânsız hale
getirdiğinden, Birlik entegrasyonunun derinleşmesiyle ters orantılı bir uygulama alanına
sahiptir. Başka bir ifadeye, Birlik, daha ileri entegrasyon aşamalarına geçtikçe, kararların
alınması için oybirliği yönteminin kullanım alanı azalmakta ve “parça”lardan ziyade “bütün”e
önem veren karar alma yöntemleri daha yoğun olarak tercih edilmektedir.
“Bütün”ü, yani Birlik’in çıkarlarını, tek tek üye ülkelerin çıkarlarına üstün gören bu
karar alma yöntemlerinin ilki; basit çoğunluk yöntemidir. Bu yöntem, Avrupa Topluluğu
Antlaşması’nın 205. maddesinin ilk fıkrasında, Antlaşma’da aksi öngörülmediği sürece
uygulanacak ana kural olarak tanımlanmış olup; her üye ülke temsilcinin 1 oy hakkı
bulunduğu bir oylamada, temsilcilerin yarısından bir fazlasının olumlu oyunun ilgili kararın
alınması için yeterli olduğu anlamına gelmektedir.234 Ancak bu oylama biçimi de, devletlerin
egemenlik yetkilerini ve veto haklarını büyük ölçüde ortadan kaldırdığından, son derece
sınırlı bazı alanlarda ve oldukça önemsiz meselelerde kullanılmaktadır.
Sonuçta, değinilen bu iki oylama biçimi, Birlik kararlarının alınmasında iki uç noktayı
temsil etmekte ve her ikisi de, kendilerine özgü dezavantajları nedeniyle son derece sınırlı
alanlarda uygulanabilmektedir. Bu sebeple, nitelikli çoğunluk yöntemi, Bakanlar Konseyi’nde
zaman içinde gittikçe artan bir öneme sahip olmuş ve kullanım alanı sürekli genişleyen bir
yöntem haline gelmiştir.
234 ÖZDEMİR, Sahir: Avrupa Topluluğunda İkincil Mevzuat ve Karar Alma Usulleri, Ankara 2001, s. 6.
Yararlanılan çalışmanın tam metni için bkz. Devlet Plânlama Teşkilatı’nın resmî web sayfası:
(http://ekutup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/ozdemirs/ikincilm.pdf)
Nitelikli çoğunluk yöntemi, değinilen bu iki yöntemden tamamen farklı bir prensibe
dayanmakta ve gerek oyların dağılımını, gerek karar yeter sayısının hesaplanmasını önemli
ölçüde değiştirmektedir. Bu çerçevede, nitelikli çoğunluk sistemini, en basit anlatımıyla, üye
ülkelerin, Bakanlar Konseyi’nde nüfuslarıyla orantılı oy hakkına sahip olmalarını öngören ve
bu oyların sadece belli bir kısmının bir araya gelmesiyle karar alınmasını mümkün kılan bir
oylama biçimi olarak tanımlamak mümkündür.235 Bu çerçevede, Avrupa Topluluğu
Antlaşması’nın 205. maddesinin 2. fıkrası uyarınca halihazırda geçerli olan oy dağılımı ile
nitelikli çoğunluğun sağlanması için gerekli olan oy sayısı, aşağıda gösterilmiştir:
235 Tanım için bkz. http://www. euro-know.org/dictionary/q.html#QualifiedmajorityvotingQMV
Tablo 2: Amsterdam Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olan Oy Dağılımı ve
Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması
Üye Ülkeler Nüfus (milyon) Konsey’deki Oy Sayısı
Almanya 81,4 10
Fransa 57,8 10
İtalya 57,2 10
Hollanda 15,4 5
Belçika 10,1 5
Lüksemburg 0,4 2
Birleşik Krallık 58,1 10
İrlanda 3,6 3
Danimarka 5,2 3
Yunanistan 10,4 5
İspanya 39,1 8
Portekiz 9,8 5
Avusturya 8,0 4
İsveç 8,8 4
Finlandiya 5,1 3
Toplam 370.3 87
Nitelikli Çoğunluk için Gereken Oy Miktarı: 62
Görüldüğü gibi bu sistemde, Konsey’de bir karar alınabilmesi için 87 oydan en az
62’sinin lehte olması gerekmektedir. Bu durumda bir kararın veto edilebilmesi için, farklı
kompozisyonlarda bir araya gelen 26 oya ihtiyaç olmaktadır. Ayrıca, üye ülkelerin
nüfuslarıyla bu ülkelere verilen oy hakları karşılaştırıldığında, söz konusu sistemin, küçük
ülkelere orantısız bir temsil avantajı sağladığını görmek de mümkündür. Gerçekten,
halihazırdaki uygulamada; örneğin Almanya, Belçika’dan nüfus olarak neredeyse 8 kat fazla
olmasına rağmen, Konsey’de Belçika’nın 5, Almanya’nınsa sadece 10 oyu bulunmaktadır.
Ancak, küçük ülkelere nüfuslarına oranla çok daha yüksek bir temsil imkânı sağlayan
bu dağılım, en son genişleme dalgası sonrasında ortaya çıkan 27 üyeli Birlik mimarisine
uyum sağlamak amacıyla Nice Antlaşması ile değiştirilmiş bulunmaktadır.236 1 Ocak
2005’ten itibaren uygulanmaya başlanacak yeni oy dağılım sistemin görmek ve halihazırda
geçerli olan yöntemle karşılaştırmak içinse, aşağıdaki tablodan yararlanmak mümkündür:
Tablo 3: Nice Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olacak Oy Dağılımı ve
Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması 237
Ülkeler Halihazırdaki Oy DağılımıSayı Yüzde
Yürürlüğe Girecek Oy DağılımıSayı Yüzde
Almanya 10 11,5 29 8,4
Fransa 10 11,5 29 8,4
İtalya 10 11,5 29 8,4
Hollanda 5 5,7 13 3,8
Belçika 5 5,7 12 3,5
Lüksemburg 2 2,3 4 1,2
Birleşik Krallık 10 11,5 29 8,4
İrlanda 3 3,4 7 2,0
Danimarka 3 3,4 7 2,0
Yunanistan 5 5,7 12 3,5
236 Nice Antlaşması’nın, Birlik’in genişleme süreciyle olan ilişkileri hakkında bkz. ZERVAKIS, Peter: “The
Post-Nice Process: Towards a European Constitution?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Sayı 1, No 3
(Güz 2002), s. 133-137.
237 Tablonun alındığı kaynak için bkz. XYIDAS, MAESTRI (2004): s. 65.
İspanya 8 9,2 27 7,8
Portekiz 5 5,7 12 3,5
Avusturya 4 4,6 10 2,9
İsveç 4 4,6 10 2,9
Finlandiya 3 3,4 7 2,0
Polonya — — 27 7,8
Macaristan — — 12 3,5
Çek Cumhuriyeti — — 12 3,5
Slovenya — — 4 1,2
Estonya — — 4 1,2
(Güney) Kıbrıs — — 4 1,2
Romanya — — 14 4,1
Bulgaristan — — 10 2,9
Slovakya — — 7 2,0
Litvanya — — 7 2,0
Letonya — — 4 1,2
Malta — 3 0,9
Toplam 87 345
Nitelikli Çoğunluk için Gereken Oy Miktarı: 232
Görüldüğü gibi yeni sistemde, üye ülke sayısının çoğalmasına paralel olarak tüm
ülkelerin oylarında oransal bir düşüş ortaya çıkmıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
nokta; büyük ülkelerin oy oranlarında ancak birkaç puanlık düşüşler yaşanmasına karşılık,
küçük ülkelerin oy oranının neredeyse yarı yarıya azalmış olmasıdır. Bu yeni kompozisyonun
ise, büyük devletlerin sistemdeki ağırlığını önemli ölçüde artırdığı açıktır. Buna karşılık, Nice
Antlaşması’nda sadece Konsey’de kullanılan oyların dağılımında bir ayarlama yapmakla
yetinilmemiş, oyların hesaplanmasında da yeni bir yöntem geliştirilmiştir. Küçük ülkelerin,
Amsterdam Antlaşması’na göre kaybettikleri mevzilerin telafisi olarak ortaya attıkları “çifte
çoğunluk” (double majority) yöntemi uyarınca; nitelikli çoğunlukla karar alınabilmesi için,
232 kabul oyuna ek olarak; üye ülkelerin en az üçte birinin de karar yönünde oy kullanmış
olması gerekecektir (Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme Hakkındaki Protokol” m. 3/a, 3/b
ve 3/c).238 Bu yöntemle, birkaç büyük devletin bir araya gelerek tüm sistemi yönlendirmesinin
önüne geçilmek istendiği açıktır. Ancak küçük devletlerin gündeme getirdiği bu adıma
karşılık büyük devletler de, alınan kararlar üzerindeki ağırlıklarını sürdürebilmek için,
“demografik güvenlik ağı” (demographic safety net) olarak bilinen bir üçüncü yöntemi ortaya
atmışlardır. Gerçekten, bu hüküm uyarınca Konsey’in herhangi bir üyesi, nitelikli çoğunluğu
oluşturan ülkelerin nüfus toplamının, Birlik toplam nüfusunun en az % 62’sini oluşturup
oluşturmadığının kontrol edilmesini isteyebilecektir. Bu nüfus oranının yakalanmaması
durumunda ise, alınan karar geçersiz olacaktır (Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme
Hakkındaki Protokol” m. 3/a, 3/b ve 3/c).
Görülmektedir ki Nice Antlaşması da, bir yandan 27 üyeli bir Birlik’in oybirliği
kuralının ve ulusal veto ihtimallerinin sürekli devam ettiği bir ortamda çalışmasının mümkün
olmayacağı gerçeğinden hareket etmekte ve nitelikli oyçokluğu prensibinin konsolidasyonu
yoluyla Birlik mimarisinin sağlamlaştırılmasını amaçlamakta; diğer yandan da ülkeler
arasıdaki ilişkilerde açığa çıkan egemenlik kaygılarını gidermenin aracı olarak
kullanılmaktadır.
Son olarak Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında da, aynı
gerilimin izlerini görmek mümkündür. Gerçekten, Taslak’ın I. Bölümü’nün 24. maddesinde
238 Eğer söz konusu karar, Avrupa Toplulukları’nı ilgilendiren bir meseleye ilişkinse ve Komisyon’dan gelen bir
öneri üzerine alınıyorsa, burada istisnaî olarak üye ülkelerinin üçte biri yerine salt çoğunluğun (%51’in) oyu
yeterli olacaktır. Bkz. Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme Hakkındaki Protokol” m. 3/a-i.
nitelikli çoğunluk uygulaması düzenlenmekte ve nitelikli çoğunluğun hesaplanması için ikili
bir sistem öngörülmektedir. Buna göre; eğer Bakanlar Konseyi normal yasama prosedürü
çerçevesinde hareket ediyor; yani karar, Komisyon’dan gelen bir teklif üzerine alınıyorsa,
gereken nitelikli çoğunluk; üye ülkelerin salt çoğunluğunun (14 ülke) olumlu oy kullanması
ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun 3/5’ini (% 60’ını) temsil ediyor olmasıdır (T.A. m. I
– 24/1). Bu prosedürün dışına çıkıldığında ise aranan çoğunluk; üye ülkelerin 2/3’ünün (18
ülke) olumlu oy kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun 3/5’ini (% 60’ını) temsil
etmesiyle sağlanmış olacaktır (T.A. m. I – 24/2). Kısacası bu yeni uygulamada “ağırlıklı oy”
sisteminden tamamen vazgeçilmekte ve ortaya çıkan boşluk, “demografik güvenlik ağı”
olarak anılan nüfus şartının ana kural haline getirilmesiyle doldurulmaktadır. Görüldüğü gibi,
bu yeni sistemle, ağırlıklı oy sisteminde “artık temsil”le temsil edilen küçük devletlerin bu
avantajları ortadan kaldırılmakta ve Birlik kararlarının alınmasında büyük devletlerin ağırlığı
önemli ölçüde artırılmış olmaktadır.
Ancak bu radikal dönüşüm, küçük ülkeler tarafından Taslak Anayasa’nın
onaylanmasının önündeki en büyük engel olarak tanımlanmış ve bu ülkeler, Anayasa’yı bu
şekliyle asla kabul etmeyeceklerini, hem kendi kamuoylarında, hem de Birlik platformlarında
güçlü olarak dile getirmeye başlamıştır. Yaşanan bu gelişmelerin sonucunda, 18 Haziran 2004
tarihînde Brüksel’de toplanan hükümetlerarası konferansta bu konu tekrar ele alınmış ve
nitelikli çoğunluk yönteminin uygulanmasında kullanılacak yeni bir sistem getirilmiştir.
Getirilen bu yeni sisteme göre; hem büyük devletlerin, hem de küçük devletlerin
karşılıklı çıkarlarını gözetme konusunda bir adım daha ileri giden bir yapı öngörülmüştür.
Buna göre, kural olarak nitelikli çoğunluk; Konsey üyelerinin % 55’inin (15 ülke) olumlu oy
kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun % 65’ini temsil ediyor olmasıyla
sağlanacaktır (T.A. m. I – 24/1; yeni hâl). Ancak, normal yasama prosedürünün dışına
çıkıldığında, yani Bakanlar Konseyi’nin, Komisyon’dan veya Birlik Dışişleri Bakanı’ndan
gelen bir teklif üzerine harekete geçmediği durumlarda nitelikli çoğunluk; Konsey üyelerinin
% 72’sinin (20 ülke) olumlu oy kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun % 65’ini
temsil ediyor olmasıyla sağlanacaktır (T.A. m. I – 24/2; yeni hâl). Görüldüğü gibi bu yapı,
Taslak’ın orijinal metninde yer alan sisteme göre biraz daha “devletçi” bir görünüm arz
etmekte, ancak bu sefer de, üye ülkelerin çıkarlarını koruma endişesiyle, Birlik kararlarının
alınması zorlaştırılmış olmaktadır. Bu yeni sistemde, orijinal metinde olmayan bir sistem daha
öngörülmüş ve “azınlık vetosunun sınırlanması” olarak niteleyebileceğimiz bir kural
getirilmiştir. Buna göre; bir kararın alınmasını engellemek için gerekli olan azınlık vetosu; her
durumda en az 4 Konsey üyesinin bir araya gelmesiyle oluşturulabilecektir. Görüldüğü gibi
bu yöntemle de, nitelikli çoğunluğun hesaplanması için gerekli olan oy sayısının ve nüfus
oranının yükseltilmesi karşısında Birlik faaliyetlerinin aksamasını engellemek için, bir denge
mekanizması yaratılması amaçlanmıştır.
Nitelikli çoğunluğun hesaplanma yönteminde yaşanan bu tartışmalar haricinde, Taslak
Anayasa, ayrıca nitelikli çoğunluğun uygulanacağı alanları da önemli ölçüde genişletmiş
bulunmaktadır. Gerçekten, Talak Anayasa ile, halihazırda kararların oybirliğiyle alındığı 22
konuda daha nitelikli çoğunluk sistemine geçileceği hükme bağlanmaktadır. Bu alanların
hangileri olduğu ise, aşağıdaki tablo aracılığıyla gösterilmeye çalışılmıştır:
Tablo 4: Taslak Anayasa ile Nitelikli Çoğunluk sistemine geçilen alanlar239
Taslak Anayasa
Halihazırda Geçerli Olan
Maddeler Konu
m. I – 36/3 m. 202 Komitoloji (Comitology)
m. III – 11 m. 20 Diplomatik Himaye ve Konsolosluk Himayesi
239 Tablonun hazırlanmasında temel alınan metin için bkz. Summary Of The Draft Constitutional Treaty
Drawn up by The Convention, Europe Information Service 2003. Ancak, Tablonun ilk sütununda yer alan
madde atıfları, yenilenen metne uyum sağlamak amacıyla güncellenmiştir.
m. III – 18 m. 42 İşçilerin Serbest Dolaşımı ve Sosyal Güvenlik
m. III – 23 m. 47 İş Kurma Özgürlüğü
m. III – 59/2 m. 93 İdari İşbirliği ve Vergilendirme İlkelerinin İhlaliyle
mücadele (Avrupa Konseyi’nin oybirliğiyle vereceği bir karar takiben)
m. III - 74 m. 105/6 Avrupa Merkez Bankası’nın Yeni Görevleri
m. III – 76/5 m. 107/5 Avrupa Merkez Bankaları Sisteminin Islahı
m. III – 129 m. 71/2 Ulaştırma Alanındaki Muafiyetler
m. III – 166, 167 ve 168 m. 67 Sınır Kontrolleri, Mülteci ve Göçmenler
m. III – 170 m. 67 Aile Hukuku Hariç Olmak Üzere, Medeni Hukuk Alanında İşbirliği (3. Paragraf)
m. III – 171 m. 31 Ceza Hukuku Alanında İşbirliği
m. III – 174 m. 31/2 Eurojust
m. III – 176 m. 30/1 Operasyonel İşbirliği Hariç Olmak Üzere Polis Faaliyetleri Alanındaki İşbirliği (2. Paragraf)
m. III – 177 m. 30/2 Europol
m. III – 181 m. 151 Kültür
m. III – 197 — Avrupa Konseyi’nin Talebi Üzerine, Birlik
Dışişleri Bakanı’nın Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası Alanında Kullanacağı İnisiyatifler
m. III – 212/2 — Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası, Silahlanma Ajansının Konumu ve Mevkii
m. III – 264 m. 225/A Uzmanlaşmış Mahkemelerin Kurulması
m. III – 269 m. 229/A Adalet Divanı’nın Fikrî Mülkiyet Konusunda Yetkili Kılınması
m. III – 289 m. 245 Adalet Divanı’nın Statüsü’nün Islahı
m. III – 299 m. 266 Avrupa Yatırım Bankası’nın Statüsü’nün Islahı
Bu kapsamda değinilmesi gereken son bir husus da, Taslak Anayasa ile, yukarıda
saylan bütün bu düzenlemeler ek olarak, daha önce de değinilen “karar almayı kolaylaştırıcı”
yöntemler bağlamında, nitelikli çoğunluk sisteminin uygulama alanını daha da genişletecek
bir takım mekanizmaların öngörülmüş olmasıdır. Bu kapsamda; Anayasa’nın III. Bölümü’nde
yer alan ve Bakanlar Konseyi’nin oybirliğiyle karar almasının gerekli olduğu belirtilen
durumlarda da Avrupa Konseyi, kendi inisiyatifiyle ve oybirliğiyle hareket ederek, Bakanlar
Konseyi’nin oybirliği yerine nitelikli çoğunluk yöntemiyle karar almasını sağlayabilecektir
(T.A. m. I – 24/4).
Bütün bunların ışığında, nitelikli çoğunluk sistemi hakkındaki nihaî yorumumuz ne
olmalıdır? Her şeyden önce, kararların nitelikli çoğunlukla alınmasının, Birlik’in “geleceğini”
temsil ettiğini belirtmek gerekmektedir. Zira gittikçe genişleyen bir Birlik yapılanmasında
klâsik pazarlık ve uzlaşma yöntemlerinde ısrar edilmesinin, pozitif anayasacılık bağlamında
değindiğimiz etkin ve çabuk karar alabilen bir yönetim tarzının oluşturulmasını imkânsız
kılacağı açıktır. Bu çerçevede, Taslak Anayasa’nın ilk halinde öngörülen nitelikli çoğunluk
sisteminin, Birlik’in Avrupa Vatandaşları’na vaat ettiği hedeflere ulaşılması yönünde ciddi bir
ilerlemeyi temsil ettiğini belirtmek gerekmektedir. Ancak, yukarıda da değinildiği üzere,
Taslak Anayasa üzerinde yaşanan son gelişmeler, bu sistemin bir kez daha küçük ülkelerden
gelen baskılar karşısında sulandırılmasına ve uzun bir geçiş dönemine bağlanmasına sebep
olmuştur. Bu durum da göstermektedir ki; Avrupa’nın etkin bir yönetim yapısına
kavuşmasının önünde, salt anayasal mühendislik çalışmalarıyla çözülemeyecek kadar ciddi
güven sorunları varolmaya devam etmektedir.
C) Demokrasi
1) Kavram ve Tanım Sorunu
“Anayasamıza.... demokrasi adı verilir; çünkü iktidar azınlığın değil; çoğunluğun
elindedir. (Thucydides II, 37)”
Taslak Avrupa Anayasası’nın ilk cümleleri, yukarıda anılan bu şiirsel girişle
başlamaktadır. Ve bu girişten de anlaşılmaktadır ki demokrasi, günümüz Avrupa
Uygarlığı’nın dayandığı en önemli temellerden biridir. Peki, nedir bu “demokrasi” ? Nedir bu
demokrasi ki; Avrupa Anayasası’nın ilk cümlesi olmaya layık görülmektedir? Bu kavram,
hangi anlayışları yansıtmakta, hangi unsurlardan oluşmakta ve hangi ölçütlere göre
tanımlanmaktadır? Ve daha da önemlisi; bu kavram, Avrupa Birliği düzeyinde ne tür
çağrışımlar yaratmakta ve hangi gerilimlere yol açmaktadır?
Yukarıda sıralanan bu soruların, insanlık tarihînin en eski kavramlarından biri olan
demokrasiyi konu alması, ilk bakışta biraz garip karşılanabilir. Zira, özellikle yaşadığımız
yüzyılda, siyaset piyasasının tedavül değeri en yüksek kavramı olan demokrasi, hiç kimsenin
dilinden düşmeyen ve tüm iktidarların “hak etmek” için çabaladığı bir kavram haline
gelmiştir.240 Böyle olunca da, bu kadar yaygın bir beğeniye konu olan demokrasinin ne
olduğu konusunda hâlâ bir kavram kargaşasının yaşandığını kabul etmek, ilk bakışta biraz zor
görünmektedir. Bununla birlikte, demokrasi kelimesinin bu kadar sık telaffuz edildiği bir
240 SCHMITTER, Philippe C ve Terry Lyn KARL: “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, (Çev. Levent GÖNENÇ),
Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 3. (Makalenin
orijinali için bkz. Journal of Democracy, Vol. 2, No. 3 (1991), s. 12-22); HEYWOOD, Andrew: Key Concepts
of Politics, St. Martin’s Press, Great Britain 2000, s. 126.
dünyada, üzerinde uzlaşma sağlanabilen yegâne konu; demokrasinin ne olduğu değil,
demokrasinin ne olduğunun ve nasıl tanımlanması gerektiğinin hâlâ belli olmadığıdır.241
Kavramsal düzeydeki bu boşluğun, başlıca iki nedenden kaynaklandığı savunulabilir.
Bu nedenlerden bir tanesi; “demokrasi” kavramı söz konusu olduğunda, “düşünceler”le
bunları “düşünenler” arasındaki bağın kopmakta oluşudur. Başka bir anlatımla demokrasi,
siyasî düşünce dünyasını dolduran pek çok kavramın aksine, bir veya birkaç temel yazarın
düşüncelerine atfedilemeyecek kadar geniş bir kuramı ifade etmektedir. Gerçekten de
demokrasi teorisi, temelleri Eflâtun ve Aristo’ya kadar giden bir söylemler dizisine
dayanmaktadır.242 Bunun sonucu olarak da, demokrasi kavramını netleştirmek istediğimizde
başvurabileceğimiz tek bir temel kaynak; bu kavramın gerçekten de ne olduğu konusunda son
sözü söyleyecek tek bir yetkili “ağız” bulunmamaktadır. Değinilen bu kavramsal boşluğun bir
diğer nedeni de, kavramın etimolojik çözümlemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten
kavram, kelime anlamı olarak “halkın iktidarı”nı ifade etmesine rağmen, bu tanımın da bize
büyük bir yardımı olmamaktadır. Zira “halkın iktidarı”yla neyin kastedildiğini anlamak için,
kavramın icat edildiği Antik Yunan’a bakıldığında, karşılaşılan manzaranın ve “halk”
kavramından o dönemde anlaşılan şeyin, günümüz standartlarında kabul edilmesi mümkün
olmadığı görülmektedir.243 Benzer şekilde, kavramın, söz konusu tarihten günümüze uzanan
süreçte geçirdiği dönüşümlere ve kazandığı farklı anlamlara bakıldığında da, “halkın
iktidarı”nın olgular dünyasındaki ideal yansımasının ne olduğu yine açıklığa
kavuşmamaktadır. Gerçekten demokrasi, Antik Yunan’da, köleliğin hakim olduğu ve
241 SCHMITTER ve KARL (1999): s. 3; DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 129; SARTORI, Giovanni: Demokrasi
Teorisine Geri Dönüş, (Çev: Tunçer KARAMUSTAFAOĞLU ve Mehmet TURHAN), Yetkin Yayınevi,
Ankara 1993, s. 3-9 ve 277-300.
242 SARTORI (1993): s. 3.
243 HEYWOOD, Andrew: “Demokrasi”, (Çev. Bircan ÖZTÜRK), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla
YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 68.
insanların çoğunun, cins ve servet gibi nedenlerle karar alma sürecinin dışında tutulduğu bir
sistemin adı olarak doğmuş244; Roma’dan Ortaçağ’ın sonuna kadar geçen zaman zarfında ise,
önce iktidarın merkezileşmesine, sonra dinîleşmesine ve en son da mutlaklaşmasına bağlı
olarak unutulmaya terkedilmiştir. Demokratik idealler ve ümitler, 17. yüzyıl İngiltere’sindeki
iç savaşlar ve siyasî ayaklanmaların etkisiyle tekrar dirilmeye başlamış, Devrimler Çağı’ndan
günümüzün kitlesel temsilî demokrasi sistemlerine uzanan süreçte ise, bir çok aşamadan
geçerek adım adım olgunlaşmıştır.245 Ancak bugün de, onlarca farklı hükümet sistemi içinde
“gerçek” demokrasinin hangisi olduğu, halen son derece tartışmalı bir konu olarak varolmaya
devam etmektedir.246 Kısacası, demokrasinin sözcük anlamı açık ve kesin olmakla birlikte; ne
bu kavramsal kesinlik, ne de tarihî olarak bu kavramla özdeşleştirilen “biçimler”in
incelenmesi, “gerçek” demokrasinin ne olduğunu anlamamıza yetmemektedir.247
O zaman, buraya kadar değinilen bütün bu hususların ışığında, demokrasinin ne
olduğunu anlamak için, biri diğeri kadar elverişsiz iki yöntemin ortaya çıkmış olduğunu
söylemek mümkün görünmektedir. Bu yöntemlerin birincisi; genel bir tanımlamayla
“demokratik” olarak anılan ülkelerden hareketle ve tümevarım yöntemiyle bir sonuca
ulaşmaya çalışmak ve ikincisi de; kavramın etimolojik kökeninden yola çıkarak, ideal
244 HEYWOOD (2000): s. 125.
245 HEYWOOD (1999): s. 68, 69.
246 Özellikle, 20. yüzyılın yarısını kaplayan “soğuk savaş” dönemi boyunca, bu kavramın, birbirinden ne kadar
farklı ve hattâ zıt uygulamalarla özdeşleştirildiği hakkında bir inceleme için bkz. YAYLA, Atilla: “Liberalizm ve
Demokrasi: Mükemmel Olmayan Birliktelik, Tahammülü Güç Ayrılık”, Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar,
Atilla YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 59 – 66. Aynı şekilde HEYWOOD da, demokrasi
kavramını “tartışmalı kavramlar” (contested concepts) arasında değerlendirmektedir. Bkz. HEYWOOD,
Andrew: Political Ideologies; An Introduction, Macmillan Press Ltd., London 1998, s. 42.
247 SARTORI (1993): s. 8. Ayrıca demokrasi kelimesinin kökenleri üzerine daha ayrıntılı bir tartışma için bkz.
SARTORI (1993): s. 22 – 27.
biçimlere yönelik soyutlamalar yapmaktır.248 Ancak, buraya kadar özetlenen bu zorlukların
sonucu olarak, demokrasinin “asgarî” bir tanımına ulaşılmasının imkânsız olduğu da
düşünülmemelidir. Gerçekten, demokrasi hakkında yaşanan tartışmaların, demokrasinin
özünden ziyade, onun “biçimleri” üzerinde; yani bu kavramın pratik hayatta da varolup
varolamayacağı veya varolacaksa da, bunun hangi araçlar ve yöntemlerle mümkün olacağı
konularında yoğunlaştığını söylemek, kanımızca yanlış bir tespit olmayacaktır.249 Bu sebeple
de, yukarıda değinilen bütün bu tarihî deneyimlerin ve demokrasi uğrunda dile getirilen
taleplerin incelenmesinden, demokrasi fikrinin “özünü” oluşturan bir takım temel ilkelere
ulaşılması mümkün hale gelmektedir.
Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, “halkın iktidarı” olarak tanımladığımız
demokrasinin temelinde, “siyasî eşitlik” ve “siyasî kontrol” olmak üzere iki çekirdek ilkenin
yer aldığını söylemek mümkündür.250 Bu ilkelerden ilki olan siyasî eşitlik; her bireyin, kendi
kaderini tayin etme açısından eşit zihinsel kapasiteye sahip olduğu ve bu sebeple de, kendi
hayatını etkileyecek kolektif kararlara eşit katılım hakkı olduğu varsayımına dayanmaktadır.
İkinci çekirdek ilke olan siyasî kontrol ise; ilk ilkenin mantıksal tamamlayıcısı olup, değinilen
eşitliğin pratikte de gerçekleşmesini, yani bireylerin, alınan kararlara fiilen katılmalarını ve
bunların uygulanmasını denetleme hakkına sahip olduklarını ifade etmektedir.251 Bu unsurları
248 Her iki yaklaşımın da, demokrasinin tatmin edici bir tanımına ulaşma konusunda neden uygun ve elverişli
olmadığı konusunda daha ayrıntılı bir tahlil için bkz. BEETHAM, David: “Key Principles and Indices for a
Democratic Audit”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London
1994, s. 26, 27.
249 BEETHAM (1994): s. 27.
250 SAWARD, Michael: “Democratic Theory and Indices of Democratization”, Defining and Measuring
Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994, s. 6, 7. Aynı yönde bkz. HEYWOOD
(1999): s. 71-75.
251 BEETHAM, David: “Auditing Democracy in Britain”, Democratic Audit Paper No. 1, Human Rights
Center, University of Essex, Colchester-London 1993, s. 7’den aktaran: SAWARD (1994): s. 7. SAWARD,
anılan makalesinde, özellikle “eşitlik” vurgusu üzerinde durmakta ve bütün insanların aynı düzeyde eğitimli ve
günümüz gerçekliğine uyarladığımızda ise, ilk ilke olan siyasî eşitliğin, bireylerin karar alma
sürecinde doğrudan pay sahibi olmaları yerine, bu kararların toplum adına alınmasıyla görevli
temsilcilerin seçiminde veya bu seçimde aday olma konusundaki eşitliğe; siyasî kontrolün ise,
bireylerin karar alma sürecinin bizatihî kendisi üzerindeki kontrolünden ziyade, “karar
alıcılar”ın üzerindeki kontrolüne dönüştüğünü söylemek mümkün görünmektedir.252 Bütün bu
unsurlar bir arada değerlendirildiğinde ise, demokrasiyi; bir yanda, tek meşruiyet dayanağı
vatandaşların “oluşturucu” ve “denetleyici” iradesi olan bir iktidarın; diğer yanda da, bu
iktidarın kullanımında siyasî eşitlik ilkesi ışığında bizzat veya temsilcileri aracılığıyla etkin
bir biçimde pay sahibi olan vatandaşların bulunduğu bir yönetim biçimi olarak
tanımlayabiliriz.
2) Avrupa Birliği’nde Demokrasi Arayışları
Avrupa Birliği’ndeki demokrasi arayışları, böyle bir eksikliğin varolduğunun fark
edilmesine paralel olarak başlayan ve günümüze uzanan süreçte gittikçe önem kazanan bir
kurumsal özeleştiri sürecini ifade etmektedir.253 Bu süreci ve yol açtığı gerilimleri doğru
değerlendirebilmek için öncelikle yapılması gereken şey ise; Avrupa’daki demokrasi
açığının—belki daha doğru bir ifadeyle; Avrupa’nın bir demokrasiye ihtiyacı olduğunun—ilk
olarak ne zaman ve hangi koşullar altında “gerçekten” de fark edildiğini ortaya koymaktır.
siyasî konularda aynı düzeyde bilgili ve donanımlı olamayacağını kabul etmektedir. Ancak SAWARD, ilerleyen
aşamalarda bambaşka bir yaklaşımı önermekte ve insan bilgisinin “yanılabilirliği” teorisine atfen, tüm
insanların—mühendislik gibi teknik bilgi alanları dışında kalan—konulardaki bilgi düzeyinin, birbirlerine
eşdeğer yanılma potansiyeline sahip olduğunu belirtmektedir. Buradan yola çıkan yazar, insanların, mutlak bilgi
düzeyinde olmasa bile, en azından “yanılabilirlik” düzeyinde eşit oldukları sonucuna varmakta ve demokrasinin
eşitlik varsayımını, bambaşka bir açıdan doğrulamış olmaktadır.
252 BEETHAM (1994): s. 28.
253 Bu tartışmayı, Avrupa bütünleşmesinin Aydınlanma Dönemi’ne uzanan tarihî kökleriyle bağlantılı bir şekilde
ele alan bir yaklaşım için bkz. TIILIKAINEN, Teija: “The Problem of Democracy in the European Union”, A
Citizens’ Europe; In Search of a New Order, Allan ROSAS ve Esko ANTOLA (Eds.), Sage Publications,
Cambridge 1995, s. 19-38.
Kuşkusuz, felsefecilerin, siyasî elitlerin ve devlet adamlarının dilinden hiç düşmeyen
demokrasi kavramının, Avrupa Birliği bağlamında ilk olarak ne zaman telaffuz edildiğini
saptamak kolay değildir. Ancak kolaylıkla saptanabilecek olan şey; söz konusu kavramın ve
bunun doğal bir tamamlayıcısı olarak dile getirilen “meşruiyet krizi”nin, Avrupa kamuoyunun
ve entelektüel tartışmaların gündemine ne zaman düştüğüdür.254
1991 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması, Topluluklar’ın gelişiminde o zamana
kadar yaşanan en büyük atılımını temsil etmekte ve “Avrupa Birliği” kavramının doğumuna
ek olarak, Birlik vatandaşlığı, ortak dış politika, ortak savunma politikası, ortak adalet ve
içişleri politikaları ve Parlamento’nun rolünün artırıldığı yeni karar alma prosedürleri gibi bir
çok radikal ilerlemeyi de içinde barındırmaktaydı. Ancak sıra, Antlaşma’nın üye ülkelerde
onaylanmasına geldiğinde; gerek referandumlarda255, gerek çeşitli yargı kararlarında256 ve
gerek toplumun diğer katmanlarında belirginleşen şiddetli karşı çıkışlar, o zamana kadar
hakim olan ve siyasî elitlerin önderliğinde, zımnî bir toplumsal rızaya dayanarak —veya
böyle bir rızayı “varsayarak”—yönlendirilen ekonomik entegrasyon modelinin sonuna
gelindiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koydu.257 Bu çerçevede Antlaşma, bir çok ülkede büyük
tartışmalar eşliğinde ve güçlüklerle onaylanırken; bu sarsıntılar, Birlik’in Avrupa Halkları’nın
gözündeki meşruiyeti konusunun ana gündem maddesi haline geldiği bir sorgulama
döneminin kapılarını açtı. Gerçekten, Avrupa bütünleşmesi, neden o tarihe kadar görece
tartışmasız bir biçimde yürütülebilmişken, şimdi bir anda “duvara toslanmıştı” ?
254 CARTER ve SCOTT (1999): s. 430.
255 Danimarka Halkı’nın 2 Haziran 1992 tarihli referandumda Antlaşma’yı reddetmesi ve Fransa’da da aynı yıl
yapılan referandumda Antlaşma’nın kıl payı farkla onaylanması gibi.
256 Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin, önceki kısımlarda da geniş ölçüde incelenen ünlü “Maastricht
Kararı” gibi.
257 SMITH, J. ve W. WALLACE: “Democracy or Technocracy? European Integration and the Problem of
Popular Consent”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995), s. 144
Bu sorunun cevabını bulmak için çıkılan yoldaki ortak kanı; ulus-devletlerin merkez
aktör olduğu ve bu aktörler arasındaki etkileşime dayanan bütünleşme modelinin sonuna
gelindiğiydi. Gerçekten Birlik’in kurucu babalarından Jean MONNET’ye atfen “Monnet
Metodu” olarak tanımlanan ve ekonomik yönü ön plânda olmak üzere, ağırlıklı olarak ulus-
devletlerin kontrolünde gelişen bütünleşme sürecinin artık iflas ettiği, bu dönemde yaygın
kabul gören bir anlayış halini aldı.258 Bu kapsamda, örneğin Brigit LAFFAN; Monnet
Metodu’nun savunduğu hükümetlerarası (intergovernmental) müzakere yönteminin ve bu
yöntemin merkezinde yer alan ulus-devletlerin yaşadığı erozyonu; göç, kimlik kaybı ve çeşitli
siyasî çalkantılar sonucunda daha ileri bütünleşme fikrine karşı oluşan negatif tutumlar; ulus-
altı düzeyde tekrar canlanan bölgesel siyasî akımlar ve komünizmin çöküşü sonrasında, ortak
bir Avrupa kimliği yaratma yolunda harcanan abartılı çabalarla açıklamaktaydı. Yazar, bütün
bu etkenlerin ortak sonucunu ise, ulus-devletlerin toplumsal zihniyetlerin oluşumundaki
merkezî rolünün aşınması ve itici gücünü ulus-devletlerin sağladığı dinamikten alan Avrupa
bütünleşmesi vizyonunun tıkanması olarak tanımlamaktaydı.259 Buna benzer bir diğer
yaklaşım da Paul HIRST tarafından gündeme getirilmekteydi. Yazar, Avrupa’nın önemli
merkezkaç eğilimlerin baskısı altında bulunduğunu belirtmekte ve bunların, bütünleşme
sürecini ciddi ölçüde tehdit ettiğini savunmaktaydı. HIRST, bu merkezkaç eğilimlerinin
birincisinin, Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra yaşanan “ortak tehdit
yokluğu”ndan kaynaklandığını; ikinci merkezkaç eğilimin, ulus-altı politik arayışların
canlanması ve göç olgusu karşısında aşırı sağ partilerin güçlenmesi sonucu ortaya çıktığını ve
sonuncu merkezkaç eğilimin de, Avrupa’da maddi refahın azalmasından ve işsizliğin giderek
258 CARTER ve SCOTT (1999): s. 434.
259 LAFFAN, Brigit: “The Politics of Identity”, Journal of Common Market Studies, Vol. 36., No. 1 (1996) s.
82-102’den aktaran: CARTER ve SCOTT (1999): s. 433
artmasından kaynaklandığını vurgulamaktaydı.260 Yukarıda değinilen bu gelişmelerin
sonucunda, Avrupa halklarının yaşadığı güvensizlik ve endişeli ruh haline ilişkin kapsamlı bir
açıklama da WEILER tarafından gündeme getirilmekteydi. WEILER, Maastricht sonrasında
Avrupa halklarının yaşadığı ruh halini, üç başlık altında özetlemekteydi: Buna göre, her
şeyden önce, Avrupa’da insanlar, Birlik’in, öteden beri yalnızca kendi devletlerinin yetki
sahibi olduğu alanların kapısına dayandığını hissetmekteydiler. Avrupa kamuoyuna hakim
olan bir diğer genel kanıya göre ise Birlik, yukarıda anılan genişlemesine paralel olarak,
bireylere ve yerel topluluklara terkedilmiş olan ve yine insanların, kendi devletlerinin dahi
girmesine izin vermediği alanların da sınırlarını zorlamaktaydı. Bütün bunlara ek olarak,
Avrupa’da insanlar, kendi devletlerinin yaşadığı krizlerin ve sarsıntıların da etkisiyle,
Birlik’in yukarıda değinilen bu ilerleyişinin artık kontrol edilmez bir hâl aldığı endişesini
taşımaktaydılar.261
Kısacası, 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bir yandan Avrupa ulus-devletlerinin
yaşadığı ciddi kan kaybı, diğer yandan daralan refah devleti uygulamaları ve kısıtlı sosyal
harcamalar, Avrupa halklarının gözünde, ağırlıklı olarak “devletlerin oyun alanı” olarak
değerlendirilen Birlik kurumları karşısında duyulan antipatiyi had safhaya ulaştırdı. Bunun
sonucu olarak da, demokrasi ve bunun alt kavramları olan; şeffaflık, meşruiyet ve hesap
verilebilirlik arayışları, özellikle elitler düzeyinde, Birlik’in geleceğine dair beklentilerin ve
akıl yürütmelerin başlıca unsurlarından biri haline geldi. Kısacası, artık Birlik mimarisinin
üye ülkeler vasıtasıyla sağladığı “dolaylı meşruiyet”in sonuna gelinmiş ve daha ileri
bütünleşme adımlarının atılabilmesi için, kaynağını doğrudan halktan alan bir meşruiyet
biçimine—yani demokrasiye—duyulan ihtiyaç iyice su yüzüne çıkmıştı. Ne var ki, demokrasi
260 HIRST, Paul: “The European Union at the Crossroads: Integration or Decline?”, Democracy and
Constitutional Culture in the Union of Europe, R. BELLAMY, V. BUFACCHI ve D. CASTGLIONE (Eds.),
Lothian Foundation Press, London 1995’ten aktaran CARTER ve SCOTT (1999): s. 433, 434.
261 WEILER (1999): s. 265.
kavramının kendisi gibi, bu kavramın “yokluğu” veya “eksikliğinden” neyin anlaşılması
gerektiği de, bir uzlaşma konusu olmaktan çok uzaktı. Gerçekten, hemen herkes, yukarıda
özetlenen gelişmeler sonucunda Avrupa’da bir “demokrasi açığı”nın oluştuğundan söz
etmekte, ancak bu kavramın ne anlama geldiği konusunda bir türlü ortak bir tanıma
ulaşılamamaktaydı.
Bununla birlikte, ortaya atılan bu çeşitli fikirlerin arasından, birbirinden kalın
çizgilerle ayrılan iki temel yaklaşımın belirginleştiği de görülebilmekteydi. Bu kapsamda dile
getirilen ve günümüzde de öneminden hiçbir şey kaybetmeyen ilk yaklaşım; sıradan
vatandaşların zihninde Avrupa düzeyinde alınan kararların kimin tarafından ve hangi usullere
göre alındığı konusunda oluşan karmaşaya dikkat çekmektedir. Bu yaklaşıma göre,
Avrupa’daki temel sorun, kurumların ve kurumsal işleyişlerin karmaşıklığı ve bunun yarattığı
şeffaflık ve hesap verilebilirlik sorunudur.262 Yine bu yaklaşıma göre, kurumsal
düzenlemelerin iyileştirilmesi ve karar alma süreçlerinin daha basit ve anlaşılır hale
getirilmesi, Avrupa’nın demokrasi açığı sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.263 Bu
yaklaşımın Avrupa’nın kurumsal yapılanmasına ilişkin başlıca görüşlerinden biri de; Avrupa
Parlamentosu’nun rolünün ve etkinliğinin artırılması yoluyla, demokrasinin ulus-üstü düzeyde
gerçekleşmesinin büyük ölçüde başarılmış olacağıdır. Buna karşılık, Avrupa’daki demokrasi
açığını değerlendiren anlayışların ikincisi ise, konuyu daha esaslı bir sorun olarak ele almakta
ve Avrupa ölçeğindeki bir demokrasi tasarımının, çok ciddi yapısal engellerle karşı karşıya
olduğuna dikkat çekmektedir.264 Bu yaklaşımın savunucuları ise, Avrupa fikrine genel olarak
262 Bu yaklaşımın geniş bir tahlili için bkz. WEILER, J.H.H., U.R. HALTERN ve F.C. MAYER: “European
Democracy and its Critics”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995), s. 6-9.
263 Örneğin, Avrupa Konvansiyonu’na başkanlık eden Valéry Giscard d’ESTAING, bu anlayışın tipik
savunucularındandır. Bu konuda bkz. d’ESTAING (2003): s. 349.
264 Bu kapsamda dile getirilen karşı çıkışların en önemlilerinden olan “demos” tartışmaları, çalışmanın III.
Bölümü’nde geniş olarak incelenmişti.
karşı çıkan görüşlerden; yeni bir demokrasi, yeni bir vatandaşlık, yeni bir toplum ve yeni bir
iktidar modeli önerenlere kadar farklılık göstermektedir. Kısacası Avrupa’nın demokrasi açığı
tartışmaları; demokrasi kavramının ne olduğundan, bunun “eksikliğinin” ne anlama geldiğine;
bu eksikliğin giderilmesinin mümkün olup olmadığından, giderilecekse bunun nasıl
yapılacağına kadar pek çok konuda onlarca farklı kola ayrılmakta ve çeşitlenmektedir.
Giandomenico MAJONE, bu çeşitliliğin—ve hattâ karmaşanın—sebebini, halen Avrupa’nın
kendine özgü yapısına uyum sağlayacak bir demokrasinin “standartlarının saptanması”
(standard-setting) aşamasında olduğumuz gerçeğiyle açıklamaktadır. Yazara göre,
“standartlarının saptanması”; herkesin, değerlendirme konusuyla ilgili standartların neler
olması gerektiği hakkındaki önerilerini ortaya koyduğu ve diğerlerini, bu öneriler
doğrultusunda ikna etmeye çalıştığı bir tartışma sürecini ifade etmektedir.265 Bu bağlamda
halihazırda Avrupa’nın demokrasisi ve bu demokrasinin eksikleri hakkında yürütülen
tartışmalar, konunun tanımlanması evresini yaşamakta ve dolayısıyla sistemli bir bütünlük
oluşturmaktan çok uzak bulunmaktadır. Bütün bunların ışığında görülmektedir ki, yaşanan
tüm bu tartışmaların bir bütünlük içinde değerlendirilmesi ve belli bir anlayışın etrafında
gruplandırılması, hem olanaksız denecek ölçüde zor, hem de pratik olarak faydasızdır. Bu
sebeple bizim de burada izleyeceğimiz yöntem; yukarıda çizilen kavramsal çerçeve
bağlamında kendi tanımlamalarımızı ortaya koymak ve değerlendirmelerimizi bu tanımlar
etrafında sürdürmek olacaktır.
3) Avrupa Demokrasisi ve Taslak Avrupa Anayasası
a) Avrupa Demokrasisi; Yeni bir “Boyut” için Yeni “Biçimler” İhtiyacı 265 MAJONE, Giandomenico: “Europe’s ‘Democratic Deficit’: The Question of Standards”, European Law
Journal, Vol. 4, No. 1 (March 1998), s. 5.
Yukarıda, demokrasiyi temel olarak; bir topluluğun üyelerinin, o topluluğun kaderini
belirleyecek kararlara eşit katılım imkânı olarak tanımlamıştık. Bu tanımı biraz daha açmak
gerekirse; demokrasinin, diğer tüm toplumsal örgütlenmeler gibi iki temel ayak üzerinde
yükseldiğini söylemek mümkündür. Bu ayakların birincisini; “iktidar” oluşturmaktadır. Diğer
ayak ise; genel bir ifadeyle “insanlar”dan oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, buraya kadar
demokrasi ile diğer yönetim biçimleri arasında belirgin bir fark bulunmamaktadır. Başka bir
ifadeyle, demokrasi de, diğer tüm sistemler gibi yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrıma
dayanmaktadır.266 Ancak incelememizi bir adım daha ileri götürdüğümüzde, demokrasilerde
her iki ayağın da niteliksel olarak belli bir dönüşüme uğradığı görülmektedir. Bu kapsamda,
öncelikle ikinci ayak olarak tanımladığımız “insanlar”, demokraside “vatandaşlar”a
dönüşmektedir. Bu sıfat, onların, diğer yönetim biçimlerinden farklı olarak kamusal
sorumluluk sahibi olduklarını ve bu sorumluluklarını eşitlik ilkesine uygun olarak
kullanabileceklerini belirtir. Bu dönüşümün yansıması olarak da, demokrasilerin birinci ayağı
olan “iktidar” da biçim değiştirir ve mutlak niteliklerinden sıyrılarak “sorumlu” ve
“sorgulanabilir” hale gelir. İktidarın yapısındaki bu dönüşüm ise, vatandaşların iktidarla olan
bağlarının yeniden tanımlanması; yani “katılım”la mümkün olur. Bu anlamda, demokrasilerde
katılım, birbirini mantıksal olarak tamamlayan iki süreçten oluşmaktadır. Bu süreçlerin
birincisi; vatandaşların, iktidarın “oluşumuna” katılımı, ikincisiyse; bu iktidarın
“denetlenmesine” katılımıdır. Kısacası demokrasilerin ayrıcı özelliği, siyasî eşitlik ve siyasî
kontrol ilkeleri çerçevesinde, vatandaşların, kendi yaşamları üzerinde etkin olan iktidarın hem
oluşumu, hem de faaliyetleri üzerinde gerçek anlamda söz sahibi olmasıdır.
266 “En küçüğünden en büyüğüne, en ilkelinden en gelişmişine, en geçicisinden en kalıcısına kadar bütün sosyal
topluluklarda yönetenler ile yönetilenler arasında temel bir ayrım doğar. Bir spor kulübünde, bir mezhepte, bir
üreticiler sendikasında, bir bilardo kulübünde, bir Eskiçağ sitesinde, ya da modern bir ulusta daima emir verenler
ile bu emre uyanlar vardır. Bu ayrım az ya da çok belirli, iktidarın örgütlenişi az ya da çok yetkin olabilir, ama
böyle bir farklılaşmaya ve örgütlenmiş bir iktidara daima rastlanır.” DUVERGER, Maurice: Siyasî Rejimler,
(Çev. Teoman TUNÇDOĞAN), Gelişim Yayınları, İstanbul 1974, s. 5.
Bu pencereden Avrupa Birliği’ne baktığımızda, Birlik’teki demokrasi açığı gibi bir
tartışmanın “değeri” hakkındaki yaklaşımımızı ortaya koyma zamanının geldiğini söylemek
mümkündür.
Batı siyasî kültürü çerçevesinde düşünüldüğünde, herhangi bir iktidarın demokratik
meşruiyet iddiasında bulunabilmesi için; öncelikle vatandaşların “oluşturucu” iradesinden
kaynaklanması gerektiğine ve ikinci aşamada da, vatandaşların “kontrol edici” iradesine tâbi
olmak zorunda olduğuna değinilmişti. Dikkat edilirse, bu cümledeki ayırıcı unsurun “herhangi
bir iktidar” vurgusu olduğu görülecektir. Daha açık bir anlatımla, bir iktidarın demokratik
ölçütlere uyması için, mutlaka alışık olduğumuz ulus-devlet iktidarı biçimine bürünmüş
olması şart değildir. Zira demokrasi uygulamalarının ilk örnekleri olan Antik Yunan şehir
devletleri ile Ortaçağ’daki şehir meclisleri de, ulus-devletlerin, siyasî ve sosyolojik birer
biçim olarak ortaya çıkışından çok önceleri varolmuş deneyimlerdi. Bu da demektir ki ulus-
devlet, demokrasinin ön şartı değildir ve ulus-devlet demokrasisi, demokrasinin türlerinden
yalnızca birisidir. Başka bir ifadeyle, herhangi bir siyasî iktidarın ulus-altı veya ulus-üstü bir
ölçekte biçimleniyor olması, onun, demokratik meşruiyet arayışlarına ve taleplerine konu
olmasına engel oluşturmamaktadır. Kısacası, “ölçek”; demokrasinin özüne ilişkin değil;
görünümüne ilişkin bir meseledir. İşte, konuya bu yaklaşımın penceresinden bakıldığında,
Avrupa Birliği’nde demokrasinin gerekli olup olmadığı sorusunun, felsefî bir kanıtlamadan
ziyade, salt pratik bir çıkarıma dayanarak cevaplanması da mümkün hale gelmektedir. Eğer,
“başkenti” Brüksel olan bir yapılanmada icraî nitelikte bir takım kararlar alınıyor ve bu
kararlar 400 milyona yakın insanın hayatını bir şekilde etkiliyorsa, o zaman ortada, klâsik
ulus-devletlerin kavram ve kurallarıyla açıklayamadığımız bir iktidar var demektir. Bu
durumda da, yine yukarıda yer alan ilkeler çerçevesinde, ortada bir iktidar varsa;
demokrasinin olup olmadığının sorgulanması için yeterli koşulların mevcut olduğu da
rahatlıkla savunulabilecektir.
Bu kapsamda, yukarıda çizdiğimiz kavramsal çerçevenin ilk adımı olarak, konuya
Avrupa Birliği kurumları ile Avrupa Vatandaşları’nın “oluşturucu” iradeleri açsındaki ilişki
açısından bakıldığında, Birlik mimarisinde önemli bir takım sorunlara karşılaşıldığı
görülmektedir. Gerçekten, tüm Avrupa kurumları arasında, doğrudan doğruya Avrupa
vatandaşlarının oluşturucu iradesine dayanan yegâne kurum; tüm iyileştirmelere rağmen hâlâ
Avrupa iktidar mekanizmasının “kalbi” sayılamayacak olan Avrupa Parlamentosu’dur.
Konsey ise, her ne kadar tüm üye ülkelerin seçilmiş temsilcilerinden oluşmaktaysa da,
kanımızca bu durum, onu Avrupa Halkları’nın oluşturucu iradesinin doğrudan sonucu
saymaya yetmemektedir. Gerçekten, eğer bu dolaylı ilişki biçiminin demokratik meşruiyet
açısından yeterli olduğu düşünülseydi; zamanında üye ülkelerin parlamentolarından gelen
temsilcilerin katılımıyla oluşan Avrupa Parlamentosu için de aynı şeyi söylemenin mümkün
olması gerekirdi. Ancak bu tarz bir ilişkinin, Avrupa Halkları ile Parlamento arasındaki
bağlantıları kurmaya yetmediğinin görülmesi üzerine bu sistemden vazgeçilmiş ve doğrudan
seçim sistemine geçilmiştir. Dolayısıyla, Birlik kurumlarından birini “yeterince” demokratik
yapmayan bu dolaylı ilişkinin, diğer Birlik kurumunu “yeterince” demokratik hale getirdiğini
iddia etmek, bize göre mümkün görünmemektedir. Bir diğer Birlik organı olan Komisyon söz
konusu olduğunda ise, zaten bu kapsamda fazla bir şey söylemeye gerek kalmamaktadır.
Gerçekten Komisyon, tüm üyeleri atama yoluyla belirlenen bürokratik bir mekanizma olarak,
Avrupa Halkları’nın oluşturucu iradesiyle hiçbir bağlantıya sahip değildir.
Konuya, ortaya koyduğumuz demokrasi tanımının ikinci ayağı olan “kontrol edici”
irade açısından bakıldığında da, Brüksel merkezli bu iktidarın hem kendisinden kaynaklanan
ciddi eksiklerinin olduğunu, hem de Avrupa’nın ulus-devletler düzeyindeki siyasî kontrol
mekanizmalarında önemli sorunlara yol açtığını görmek mümkündür.267 Bu kapsamda, Birlik
düzeyinde alınan kararların nitelik ve nicelik yönünden hızla artması ve çeşitlenmesi, ulusal
düzeylerde yasama ve yürütme organları arasında varolan dengeyi ikincisinin lehine bozmuş
ve hükümet uygulamaları üzerindeki klâsik parlamenter denetim mekanizmalarının önemli
ölçüde devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Üstelik Avrupa Parlamentosu da, artan tüm
yetkilerine rağmen, doğan bu boşluğu kapatacak denetim mekanizmalarını oluşturmaktan
uzaktır. Aynı şekilde, Avrupa düzeyinde alınan kararların artması, ulusal yargı organlarının da
kontrol imkânlarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Avrupa Parlamentosu’na benzer biçimde,
Adalet Divanı da, ulusal yargı organlarının geçmişte üstlendiği tüm işlevleri üzerine alma
kapasitesine sahip değildir. Bütün bunlara ek olarak, konuyla ilgili eleştirilerde de sıklıkla dile
getirildiği üzere, çok merkezli ve çok katmanlı Birlik yapılanması, karar alma süreçlerinde
olması gereken şeffaflığın, hem aktörler, hem de kullanılan yöntemler açısından önemli
ölçüde azalmasına yol açmış bulunmaktadır.268 Sonuçta, bütün bu anlatılanların ışığında
görülmektedir ki; Avrupa’nın bugünkü yapısında bir demokrasi eksikliğinin olup olmadığı ve
böyle bir konunun akademik olarak tartışılmaya değip değmeyeceği sorusunun cevabı;
kuşkusuz ki “evet”tir.
Bununla birlikte, Avrupa Birliği ve demokrasi kavramlarını yan yana getirmenin
teorik düzeyde bir ihtiyaç, hattâ bir zorunluluk olmasına karşın; böyle bir girişimi
gerçekleştirmede kullanılacak “biçimler”in; yani Avrupa düzeyindeki demokratik kurumların
ve kuralların inşasının, önemli bir takım kavramsal problemlere yol açtığını da belirtmek
lazımdır. Zira, Antik Yunan’daki “nostaljik” deneyimler bir tarafa bırakılırsa, bizim bugün
267 WINCOTT, Daniel: “Does the European Union Pervert Democracy? Questions of Democracy in New
Constitutionalist Thought on the Future of Europe”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998), s.
417, 418.
268 Avrupa halklarının “kontrol edici” iradesi bağlamında ortaya çıktığını savunduğumuz bu sorunların ayrıntılı
bir tahlili ve gerekçelendirilmesi için bkz. WEILER (1999): s. 266-268.
demokrasi teriminden anladığımız tüm “biçimler”—parlamento, seçim sistemleri,
parlamentodan kaynaklanan bir yürütme organı, bu iki organ arasındaki ilişkileri düzenleyen
hükümet sistemleri, parlamenter denetim mekanizmaları vs.—son 300 yılın ulus-devlet
gerçekliği içinde yaşanan deneyimlerden kaynaklanmaktadır. Kısacası, bugün için hakkında
fikir sahibi olduğumuz tüm demokrasi deneyimleri, demokrasinin “özü” olarak
tanımladığımız çekirdek ilkelerin ulus-devletler ölçeğinde hayata geçirilmesi için ortaya
atılmış ve hiçbiri de mükemmel olmayan çözüm önerilerinden ibarettir. Bu anlamda, söz
konusu biçimlerin, bambaşka bir örgütlenme modeli olan Avrupa Birliği çerçevesinde aynen
tekrarlanması gerektiğini savunmak, kanımızca baştan yanlış bir yaklaşım olacaktır. Başka bir
ifadeyle, Taslak Avrupa Anayasası’nın bugün karşı karşıya olduğu en büyük meydan okuma;
Avrupa’nın bu yeni iktidar mekanizmasının ölçülerine uygun bir demokratik sistem
yaratılmasıdır. Kanımızca Avrupa’nın demokrasi sorununun çözümü; büyük ölçüde, henüz
keşfedilmemiş demokratik biçimlerde yatmaktadır. Ancak hemen belirtilmelidir ki; bu
biçimlerin ne olduğu, bu çalışma kapsamında da ortaya konulmuş değildir. Bununla birlikte,
bu çalışmada en azından dikkat çekilmeye çalışılan nokta; ulus-devletlerin demokratik
biçimlerinin ufak tefek makyajlarla Birlik düzeyinde de uygulamaya çalışılmasının,
Avrupa’nın demokrasi açığını, sonsuzluğa uzanan bir kısırdöngü haline getirmekten başka bir
sonuç doğurmayacağıdır.269 Bu bağlamda, bir sonraki başlık altında yapılacak olan şey de;
Taslak Anayasa’nın, bahsettiğimiz bu yeni biçimleri yaratma yolunda ne kadar mesafe kat
ettiğini değerlendirmeye çalışmak olacaktır.
b) Taslak Avrupa Anayasası: Demokrasiye Doğru Bir Adım mı?
269 SCHMITTER, Philippe: “Democracy in Europe and Europe’s Democratization”, Journal of Democracy,
Vol. 14, No. 4 (October 2003) [2003-b], s. 78. Burada sözü edilen bu “yeni biçimler”in ilk örnekleri olarak
değerlendirilebilecek bazı uygulamalar için bkz. SCOTT, Joanne ve David TRUBEK: “Mind the Gap: Law and
New Approaches to Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 1 (Mart 2002), s.
1-18.
Çalışmamızın önceki bölümlerinde, Avrupa için bir Anayasa Taslağı hazırlamak üzere
oluşturulan Konvansiyon’un; genişleme süreci sonrasında daha da işlemez hale gelmesinden
korkulan karar alma süreçlerini Birlik’in yeni yapısına uyarlamak, devletlerin temsil ve oy
dağılımlarını yeniden düzenlemek ve karmaşık karar alma süreçlerinin etkisiyle, Avrupa
halkları ile Birlik arasında oluşan mesafeyi azaltarak Birlik’in demokratik meşruiyetini
artırmak olmak üzere üç ana sorunla karşı karşıya olduğuna değinilmişti. Bu hedefler
karşılıklı olarak değerlendirildiğinde ise; daha ilk bakışta, Konvansiyon’un ilk iki hedefe
ulaşma konusunda görece önemli mesafeler kat ettiğini, ancak üçüncü hedefe ulaşma
konusundaki performansının yeterli olmadığını ve Avrupa’nın demokratikleştirilmesi yolunda
önemli bir sıçrama gerçekleştirmekten uzak olduğunu söylemek mümkün görünmektedir.270
i) Taslak Anayasa’daki Demokrasi Açılımları
Genel olarak bakıldığında, Taslak Anayasa’nın yukarıda aktarılan giriş cümlelerindeki
görkemli tavrın, metnin ilerleyen bölümlerinde de devam ettirildiğini ve Birlik’in yapısında
demokrasinin ağırlığının önemle vurgulandığını gözlemlemek mümkündür. Gerçekten,
Taslak’ın daha 2. maddesinde, “Birlik’in Değerleri” başlığı altında; demokrasinin, söz konusu
değerler arasında önemli bir yere sahip olduğu vurgulanmakta (T.A. m. I – 2) ve buna paralel
olarak I. Bölüm’ün 44 – 51. maddeleri de, “Birlik’in Demokratik Yaşamı” başlığı altında,
tamamıyla bu konuya ayrılmaktadır. Gerçekten, bu bölümde vatandaşların eşitliği (T.A. m. I –
44)271, temsilî demokrasinin önemi ve alınan kararların vatandaşlara olabildiğince açık ve
yakın olacağı (T.A. m. I – 45/1, 3), katılımcı demokrasinin (T.A. m. I – 46/1, 3) ve şeffaflığın
önemi (T.A. m. I – 49/1, 2) gibi ilkelere ek olarak; Avrupa Ombudsmanı (T.A. m. I – 48)272
ile “halk girişimi” kurumlarına (T.A. m. I – 46/1, 3) ve bilgi edinme hakkı (T.A. m. I –
270 SCHMITTER (2003-b): s. 74.
271 Ayrıca T.A. m. II – 20-26 arası.
272 Ayrıca T.A. m. II – 43.
46/3)273 ile kişisel verilerin korunması hakkı (T.A. m. I – 50)274 gibi önemli bazı haklara yer
verildiği görülmektedir.
Bununla birlikte, yukarıda sayılan ilkelerin ve vatandaşlara tanınan bu hakların, Birlik
düzeyinde gerçek bir demokrasinin oluşmasını sağlayıp sağlayamayacağı, kanımızca halen
son derece tartışmalı bir konudur. Bu tartışmalı durumu netliğe kavuşturmak içinse yapılması
gereken şey; bir sistemi demokratik olarak tanımlayabilmek için gerekli asgarî koşuların; yani
iktidar ilişkisinin aktörlerinin karşılıklı konumlarının ve bunlar arasındaki ilişkilerin
niteliğinin, Taslak Anayasa’ya ne ölçüde yansıtılabilmiş olduğunun açıklanmasıdır. Kısacası
bu bakış açısı, bizi bir kez daha, vatandaşlarla iktidar arasındaki “oluşturucu” ve “denetleyici”
ilişkiye; yani katılım meselesine getirmektedir.
ii) Birlik Vatandaşlığı ve Demokratik Katılım
Taslak Avrupa Anayasası’nın 8. maddesinde; “Üye ülkelerin herhangi birinin uyruğu
olan kimse, aynı zamanda Birlik vatandaşıdır. Birlik vatandaşlığı, ulusal vatandaşlıkların
üzerine eklenecektir ve ulusal vatandaşlıkların yerine geçmeyecektir” denilmek suretiyle, bir
demokrasinin olmazsa olmaz şartı olan vatandaşlık kavramı, Avrupa mimarisine dahil
edilmektedir. Maddenin devamında ise, Birlik vatandaşlığının kapsamı da açıklığa
kavuşturulmakta ve vatandaşlığın; üye ülkelerin sınırları dahilinde serbestçe seyahat etme ve
yerleşme özgürlüğünü, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel seçimlerde, bulunulan
ülkenin vatandaşlarıyla eşit koşular altında seçme ve seçilme hakkını, gerektiğinde tüm üye
ülkelerin diplomatik korumasından yararlanma hakkını ve Avrupa Parlamentosu ile Avrupa
Ombudsmanı’na ve diğer Birlik kurumlarına dilekçe ile başvuru hakkını içerdiği ifade
edilmektedir (T.A. m. I – 8/2). Maddede ayrıca, genel bir ilke olarak, Birlik vatandaşlarının
273 Ayrıca T.A. m. II – 42.
274 Ayrıca T.A. m. II – 8.
Anayasa’da yer alan tüm haklardan yararlanacağı ve bunun karşılığında da, yine Anayasa’da
öngörülen yükümlülüklere tâbi olacağı belirtilmektedir.
Daha ilk bakışta görülmektedir ki Taslak Anayasa’da öngörülen vatandaşlık anlayışı,
Maastricht Antlaşması’ndan bu yana uygulanan sistemden herhangi bir esaslı farklılık
göstermemektedir. Birlik üyesi devletlerinin vatandaşlık mevzuatlarının üzerine eklenen ve
“biraz hak ve sıfır yükümlülük” olarak tanımlanabilecek olan bu vatandaşlık anlayışı, acaba
Birlik düzeyindeki bir demokrasinin ihtiyaç duyduğu etkileşimleri sağlamaya yetecek midir?
Gerçekten, niteliği itibariyle “türev”275 bir vatandaşlık olan Birlik vatandaşlığının
dikkat çekici özelliklerinden biri de, ulus-devlet vatandaşlığının aksine; vatandaşlara tanıdığı
hakların ve vaat ettiği olanakların yanında, onlara hiçbir açık yükümlülük (vergi, askerlik ve
hattâ oy kullanma mecburiyeti) getirmemesidir. Aslında, bu “karşılıksız aşk” vaadinîn kendisi
bile, vatandaşlık tasarımının, bizzat tasarlayıcıları tarafından dahi ne ölçüde ciddiye
alındığının sorgulanmasına yol açmaktadır.276
Bunun da ötesinde, Birlik vatandaşlarına tanınan hakların, onları Birlik kurumlarının
“oluşturucu” ve “denetleyici” gücü haline getirdiğini iddia etmek de, kanımızca zor
görünmektedir. Zira günümüzde, Avrupa’da yaşanan tek demokrasi krizi, sanıldığı gibi Birlik
düzeyinde yaşanan kriz değildir. Bilakis, 1970’lerin sonundan itibaren Avrupa’nın ulusal
demokrasilerinin de ciddi sıkıntılar yaşadığı, uzun zamandır fark edilmiş olan bir
gerçekliktir.277 Vatandaşların iktidarın oluşumuna ve işleyişine katılım imkânları olarak
275 “Türev” vatandaşlık tanımının açıklaması için bkz. REICH, Norbert. “Union Citizenship - Metaphor or
Source of Rights?”, European Law Journal, Vol 7, No. 1 (March 2001), s. 6, 7.
276 Bu konuda bkz. LIPPOLIS; Vincenzo: “European Citizenship: What it is and What it could be?”, European
Citizenship; An Institutional Challenge”, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1998, s.
322 ve REICH (2001): s. 20.
277 Bu konuda kısa ama etkileyici bir tahlil için bkz. SCHMITTER (2003-b): s. 82-84. Yazar, Avrupa’da bir
yandan Birlik’in kendisinden beklenen demokratik sıçramayı bir türlü gerçekleştiremediğine, diğer yandan da
tanımladığımız hakların ve mekanizmaların tümüyle yürürlükte olduğu ulus-devletlerde bile
temsilî demokrasilerin yaşadığı krizlerden söz edildiği bir ortamda; Taslak Anayasa’da yer
alan ve ulus-devletlerdeki katılım imkânlarının ancak çok zayıf birer kopyası durumunda olan
vatandaşlık haklarının, Birlik çerçevesinde gerçekten işleyen bir demokratik mekanizma
kurmaya yetmeyeceği açıktır. Demokratik mekanizmaların tesisi konusundaki bu eksikliğin
telafisine yönelik olarak da Taslak’ta; bu boşlukların, terazinin liberal haklar kefesinin
doldurulması suretiyle giderilmeye çalışıldığı görülmektedir. Gerçekten, gerek gösterişli bir
temel haklar şartı, gerek ekonomik kazançlara dayanan bir Birlik vizyonu ile, vatandaşlığın
“katılım” boyutundaki eksiklerin “kazanç” boyutunun öne çıkarılmasıyla telafî edilmeye
çalışıldığı görülmekte ve vatandaşlık konseptinin, bir reklam malzemesi olarak kullanıldığı
izlenimi doğmaktadır.278 Halbuki demokrasilerde vatandaşlık kavramının özü; şirketlerde
olduğu gibi kazanç paylaşımı veya salt liberal teorinin iddia ettiği gibi iktidarın sınırlanması
olmayıp; daha aktif bir perspektiften hareketle, vatandaşların, kendi kaderini tayin etme
hakkına sahip olması anlamına gelmektedir. Kısacası, demokrasilerde “haklar”, vatandaşların
kendi kaderini belirleyen kararlara katılma ve bu kararları kendileri adına alan veya
uygulayanları denetleme amacına hizmet ettiği sürece anlam taşımaktadır.279
Kıta’nın yerleşik demokrasilerinin garantisi olan ulus-devletlerin demokratik yapılarının giderek kan
kaybettiğine dikkat çekmekte ve yaşanan durumu; “Avrupa’daki demokrasinin çifte çıkmazı” olarak
tanımlamaktadır.
278 Örneğin Ulrich HALTERN, Birlik vatandaşlığı-temel haklar şartı ikilisini, bir tür “tüketici estetiği” yaratma
çabasının bir parçası olarak görmektedir. Bkz. “Pathos and Patina: The Failure and Promise of Constitutionalism
in the European Imagination”, European Law Journal, Vol 9, No. 1 (February 2003), s. 33-38.
279 Kişilerin iktidarın oluşumuna ve kullanımına ortak olmasını sağlamayan temel insan haklarının Birlik
mevzuatına yerleştirilmesinin, neden bir demokratik vatandaşlık statüsünün oluşmasına yetmeyeceğine ilişkin
çok önemli açıklamalar için bkz. WEILER (1996): s. 520-522; WEILER (1998): s. 3-7; HABERMAS (1992): 3,
4. Avrupa vatandaşlığı konusunda burada ortaya konulanlardan daha iyimser bir yaklaşım için bkz. LA TORRE
(1998): s. 435-457. Yazar, vatandaşlığın (ve bu arada, Avrupa vatandaşlığının), yalnızca, kişilerin siyasî
müzakerelere katılmasına imkân veren ve akılcı ve iyi düşünülmüş kararlara ulaşılabilmesi için gereken
tartışmada pay sahibi olmasını sağlayan hakların bir özeti olduğunu savunmaktadır. LA TORRE, bizim burada
Ancak, bütün bu eleştirilerin dışında, Taslak Anayasa’da, Birlik’in demokratik
meşruiyetine katkı sağlama amacına yönelik olarak, üç noktada sınırlı da olsa ileriye doğru
adımların atıldığını belirtmek, tartışmanın objektif bir bütünlük içinde algılanması için önem
taşımaktadır. Bu bağlamda öne çıkan en önemli düzenlemelerin, daha önce de belirtildiği gibi,
Adalet Divanı ve Avrupa Parlamentosu’nun Birlik dengelerindeki ağırlıklarının artırılması
olduğu söylenebilir. Gerçekten, Maastricht’ten beri devam eden “üç sütun” yapılanmasının
tasfiye edilerek Divan’ın yargı yetkisinin genişletilmesi, EUROPOL gibi alanlardaki Birlik
faaliyetlerinin de Avrupa vatandaşları adına Divan tarafından denetlenmesini sağlayacak ve
dolaylı da olsa bir demokratik kontrol imkânı doğmuş olacaktır. Benzer şekilde, Birlik
yasama prosedürlerinin sayısının azaltılması ve Avrupa Parlamentosu’na yasama sürecinde
eskiye nazaran daha merkezî bir rol verilmiş olması da, Birlik’in demokratik karakterini
güçlendirme yolunda atılmış adımlardan sayılabilir. Bu kapsamda dikkate alınması gereken
bir diğer gelişme de, Taslak Anayasa’nın sonuna eklenen “Ulusal Parlamentoların Avrupa
Birliği’ndeki Rolü Hakkındaki Protokol” ile, Avrupa Parlamentosu’nun tek başına
sağlayamadığı siyasî denetimin, ulusal parlamentoların katılımı ile güçlendirilmesinin
amaçlanmasıdır. Gerçekten, yetkilerinde yapılan tüm iyileştirmelere rağmen, bir türlü Avrupa
Halkları ile gerçek anlamda bağlar kuramayan ve seçimlerine katılım oranı her dönemde daha
da düşen Avrupa Parlamentosu’nun bu şekilde desteklenmesi ve bu desteğin Anayasa’nın bir
eleştirdiğimiz kurumsal demokratik sorunlarının, salt demokratik vatandaşlık kurumunun oluşturulmasıyla da
aşılabileceğini belirtmektedir. [LA TORRE (1998): s. 451.] Ancak bu durumda da unutulmamalıdır ki; Taslak
Anayasa’da eksik olan şey, yalnızca demokratik “biçimler” değil; bu “biçimler” çerçevesinde siyasî davranışlar
geliştireceği umulan vatandaşlık konseptinin bizatihi kendisidir. Bu durumda, yazarın ortaya koyduğu bu iyimser
bakış açısının dahi, Taslak Anayasa’nın içerdiği sorunların üstesinden gelmeye yetmeyeceği savunmanın, çok da
yanlış olmayacağını düşünmekteyiz.
parçası haline getirilmesi, kısmi bir iyileştirme adımı olarak değerlendirilebilecek bir diğer
etmendir.280
Bütün bu anlatılanların ışığında, Taslak Anayasa’nın düzenlemelerinin Birlik’in
demokratik karakteriyle olan ilişkisi hakkında neler söylenebilir?
Her şeyden önce belirtilmelidir ki Taslak, Birlik mimarisinde bugüne kadar görülen
düzenlemelerden çok farklı bir içerik taşımamaktadır. Bu anlamda, Taslak Anayasa’nın
demokrasi sorununa bakışı da, 1990’lardan beri yetersiz kalmakla eleştirilen ve çeşitli
sorunlara yol açtığı savunulan çerçevenin dışına çıkamamaktadır. Bu kapsamda Taslak’ta,
yukarıda açıkladığımız ilkelerin ışığında; ulus-üstü bir demokrasi denemesi olan Birlik’in,
yepyeni demokratik mekanizmalara ihtiyaç duyup duymadığı sorularını tartışmaya bile gerek
görülmemiş ve ulus-devletlerden bilinen demokratik kurumların, o veya bu ölçüde Avrupa
Birliği’ne de “uyarlanmasıyla” yetinilmiştir. Üstelik, bu uyarlama faaliyetinin de ne ölçüde
başarılı olduğu, başlı başına şüpheyle yaklaşılması gereken bir konudur. Kısacası Taslak
Anayasa çalışmalarında, yeni yüzyılın demokrasi kuramı ve uygulamalarının oluşturulması
yolunda, önemli bir fırsatın kaçırılmış olduğunu söylemek, kanımızca yanlış olmayacaktır.281
Taslak Anayasa’da gerçek bir demokrasi perspektifi oluşturulamamış olmasının,
Birlik’teki toplumsal ilişkilerin ağırlık merkezinin, bir kez daha demokrasi dışı eksenlere
kayma tehlikesini yarattığı da söylenebilir. Gerçekten, demokratik teorinin merkezine
yerleştirdiğimiz vatandaşlık kavramı, tarihî olarak bireysel siyasî hakların genişlemesi
280 Avrupa Birliği’ndeki demokratik açığın kapanmasında ulusal parlamentoların rolü hakkında bkz.
NEUNREITHER, Karlheinz: “The Democratic Deficit of the European Union: Towards Closer Cooperation
between the European Parliament and the National Parliaments”, Government and Opposition, Vol. 29 (1994),
s. 299-314. Buna karşın, Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılımın sürekli düştüğü gerçeği karşısında,
Parlamento’nun yetkilerinin artırılmasının Avrupa’nın demokrasi probleminin çözümü olamayacağı hakkında
bkz. “Apathy Contest; The Cure for Europe’s Democratic Deficit Lies at Home, not in Brussels”, The
Economist, Leader, 12 Mayıs 2004.
281 Aynı yönde bkz. SCHMITTER (2003-b): s. 84.
suretiyle oluşmuşken; Birlik vatandaşlığı kavramı ise, serbest dolaşım hakkının mantıksal bir
uzantısı, genişlemesi ve yansıması görünümünü taşımaktadır.282 Bunun sonucu olarak da
Avrupa imgesi, sınırlı bir kesim için sonsuz ekonomik fırsatlar vaat ederken; toplumun geniş
kesimleri içinse, son iki yüzyıla yayılan medeni, siyasî ve sosyal hak mücadelelerinin
görmezden gelindiği bir çerçeveyi ifade etmektedir.283 Böyle bir çerçevede ise demokrasinin
gerçek anlamıyla işlemesi olanaksız hale gelmekte ve halkın tamamının oyuna dahil
olamadığı bir “demokrasi”de yaşam şansı bulan tek şey; güçlü lobicilik faaliyetleri ve rant
arayışları olmaktadır.284 Böyle bir Avrupa imgesi de, “Vatandaşların Avrupa’sı” olmaktan
ziyade “Neo-liberal kurtların Avrupa’sı” olmaya aday görünmektedir.285 Böyle olunca da,
“Avrupa vatandaşlığı” ve “Avrupa demokrasisi” kavramlarından geriye, sadece “Avrupa
piyasa vatandaşlığı”286 kalmakta ve gerçek bir Avrupa toplumunun ve buna uygun olarak
biçimlenen toplumsal dayanışma mekanizmalarının gelişemediği bir ortamda, Avrupa piyasa
282 LIPPOLIS (1998): s. 322. Benzer şekilde, Avrupa vatandaşlığı kavramının, Avrupa imgesini
sağlamlaştırmaya yönelik olarak tasarlanan ve son derece sınırlı bazı haklarla bir “pasaport politikası”ndan ibaret
bir çerçeve olduğu hakkında bkz. WIENER, Antje ve Vincent Della SALA: “Constitution-making and
Citizenship Practice – Bringing the Democracy Gap in the EU?”, Journal of Common Market Studies, Vol 35,
No. 1 (December 1997), s. 605.
283 WINCOTT (1998): s. 428.
284 BARRY, Norman: Comparative Federalism: The Case of the European Union, The Center for the New
Europe Publications, Belgium 2001, s. 13, 14. Ayrıca, Avrupa Birliği’nde gittikçe güçlenen lobicilik faaliyetleri
ve eleştirisi için bkz. “The Brussels Lobbyist and the Struggle for Ear-time”, The Economist, 15 Ağustos 1998.
285 Neo-liberal ideolojinin Birlik üzerindeki hegemonyası ve sahip olduğu “demokrasi” perspektifinin yapısal
sorunları için bkz. WILKINSON, Michael A.: “Civil Society and the Re-Imagination of European
Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 9, No. 4 (September 2003), s. 454, 455.
286 Bu kavramın kapsamlı bir tanımı ve eleştirisi için bkz. EVERSON, M: “The Legacy of the Market Citizen”,
New Legal Dynamics of European Union, J. SHAW ve G. MORE (Eds.), Oxford University Press, Oxford
1995, s. 73.
vatandaşları da Avrupa için değil, kendi sınırlı arayışları için durmaksızın mücadele eden
bireylerden ibaret kalmaktadır.287
287 PRENTOULİS; Nikos: “On the Technology of Collective Identity: Normative Reconstructions of the
Concept of EU Citizenship”, European Law Journal, Vol. 7, No. 1 (June 2001), s. 199.
D) Değerlendirmeler
Bu bölümde, Avrupa’nın ve bunun bir yansıması olarak Avrupa Anayasası’nın
temellerini oluşturan üç büyük değerin ve bu değerlerin Taslak Anayasa metnine yansıması
olan kurallar ve kurumların üzerinde duruldu. Böylece, çalışmanın ilk iki bölümünde tarihsel
ve kavramsal açıdan incelenen Avrupa Anayasası fikri, söz konusu fikrin somutlaşmış hali
olan Taslak Avrupa Anayasası esas alınmak suretiyle, kurumsal açıdan da irdelenmiş oldu. Bu
çerçevede, Taslak Avrupa Anayasası’nı çözümlemek üzere kullandığımız temel kavramlar
olan negatif ve pozitif anayasacılık kavramları ile demokrasi kavramı; hem Avrupa’nın siyasî
birikimini yansıttıkları; hem de halihazırda devam eden Avrupa tartışmalarını büyük ölçüde
belirledikleri için tercih edildi. Bu inceleme yapılırken de, ele aldığımız her üç değerin
Avrupa Anayasası’na yansımalarının neden önemli olduğuna; bunun, elimizdeki Taslak
Anayasa’nın toplumsal meşruiyetine ve etkinliğine ne ölçüde katkı sağlayacağına ve
hedeflenen bu “aktarım” sürecinde ne ölçüde başarılı olunduğuna, her bir başlık altında ayrı
ayrı değinilmeye çalışıldı. Bu sebeple, bu bölümü sonlandırırken, daha önceki sayfalarda yer
alan değerlendirmelerin burada bir kez daha dile getirilmesinden ziyade; tartıştığımız bu
değerler dışında kalan ve gerek Konvansiyon çalışmalarında, gerek Türkiye ile ilgili
tartışmalarda sıklıkla gündeme getirtilen bir başka konuya dikkat çekmenin daha doğru
olacağı kanısındayız.
Din, belki de şaşırtıcı bir biçimde, Avrupa Anayasası bağlamında en çok tartışılan
konulardan biridir.288 Bu tartışma, hem Avrupa kamuoyunun belli kesimlerinde, hem resmî
ağızlarda, hem de Konvansiyon üyelerinin arasında kendisine taraftarlar bulmuştur. Bu
288 Bu tartışmanın halen sona ermeyen boyutları hakkında bkz. “The European Union Summit; Try, Try, Try
Again”, Leader, The Economist, 12 Haziran 2004, s. 29, 30.
bağlamda dile getirilen talepler, Vatikan’ın savurduğu sert eleştirilerden289, Hıristiyanlık’ın
bir tarihsel gerçeklik olduğuna ve Taslak Anayasa’da bu gerçekliğe değinilmesinin tarihsel bir
sorumluluk olduğuna vurgu yapan görüşlere kadar çeşitlilik göstermektedir.290
Konuyla ilgili olarak Taslak Anayasa metnine bakıldığında ise, Konvansiyon
çalışmalarında, Hıristiyanlık’ın Anayasa metnine dahil edilmesi yönünde bir çok önerge
verilmiş olmasına rağmen291; nihaî metninde, başlangıç bölümünde yer alan “... Avrupa’nın
kültürel, dinî ve insanî mirası...” ifadelerinin dışında hiçbir dinî göndermenin yer almadığı
görülmektedir.292 Bununla birlikte, tartışmanın Avrupa gündeminden tamamen çıkmış
olduğunu söylemek de mümkün değildir. Gerçekten, bu kapsamdaki en önemli girişimlerden
biri de, çok yakın bir zamanda, bu talebi konu alan ve çeşitli Avrupa ülkelerinden toplam 1
milyon kişi tarafından imzalanan bir dilekçenin Avrupa Birliği’ne iletilmesi olmuştur.293
Avrupa Parlamentosu’nun bazı üyelerinin de destek verdiği bu girişim, kanımızca, bu
tartışmaların daha uzunca bir süre gündemden düşmeyeceğinin bir kanıtı olarak
289 Örneğin bkz. CODDAY, Denis: “European Bishops Criticize Constitution for the European Union”, National
Catholic Reporter, 4 Haziran 2003.
290 Örneğin, 21 Mayıs 2004 tarihinde İtalya, Litvanya, Malta, Polonya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya
hükümetleri tarafından Birlik Dönem Başkanı sıfatıyla İrlanda’ya gönderilen mektupta; Taslak metnine
“Avrupa’nın Hıristiyan mirası”na atıf yapan bir madde eklenmesi, esas itibariyle bu anlayışın penceresinden
savunulmaktaydı. Bkz. MAHONY (2004-c) (www.euobserver.com)
291 Bu konuda verilen önergeler için, Avrupa Konvasiyonu’nun resmî web sayfasından yararlanılabilir. Bu
konuda özellikle bkz. Peter SKAARUP, Giannakau MARIETTA, Ivan KORCOK, Edmund WITTBRODT, Jan
FIGEL, Jugas MIGAS, Zuzana MARTINAKOVA, Jan Jakob Van DIJK ve Reinhard RACK tarafından verilen
önergeler. (http://european-convention.eu.int/amendem Trait.asp?lang=EN)
292 Aslında, Taslak Anayasa’nın I – 51. maddesinde yer alan hükmün de bu kapsamda dikkate alınması
gerekmektedir. Gerçekten, anılan maddede; Kiliselerle diğer dinî örgütlenmelerin ve toplulukların özel
konumlarından ve “katkılarından” bahsedilmekte ve Birlik’in bunlara saygı göstereceğinin belirtilmesiyle
yetinilmektedir. Her ne kadar, maddede “kiliseler ve diğerleri” şeklide bir ayrım göze çarpmaktaysa da, bu ifade
biçiminin de, “Hıristiyanlık atfı” taraftarlarını tatmin etmeye yetmediği açıktır.
293 MAHONY, Honor: “Petition for Christianity in the Constitution”, EUobserver – 14.04.2004 [2004-d]
(www.euobserver.com)
değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, “Hıristiyanlık Kampı”nın en önemli üyelerinden biri
olan İspanya’nın son dönemde bu yöndeki taleplerinden geri adım atmasıyla birlikte294,
Fransa ve Belçika’nın başını çektiği ve söz konusu girişime başından beri karşı çıkan
ülkelerin elinin önemli ölçüde rahatladığını söylemek de mümkündür.
Bütün bu güncel gelişmeler bir yana bırakılırsa, yaşanan bu tartışmaların bizim
çalışma konumuz açısından ne şekilde değerlendirilmesi lazımdır? Başka bir ifadeyle, bütün
bu gelişmelerin, anayasacılık düşüncesi ve Avrupa Anayasası kavramı açısından ne şekilde
yorumlanması gerekmektedir?
Çalışmanın başında da görüldüğü gibi, Hıristiyanlık, aslında hem Avrupa’nın bir
kurucu öğesi, hem de bu kavramın “tam karşıtı”dır. Zira Hıristiyanlık’ın doğumu, Batı
Uygarlığı’nın vazgeçilmez unsurlarından biri olan anayasacılık düşüncesinin fikrî temellerini
hazırlamış; ancak bu durum, büyük ölçüde dinî ve dünyevî iktidarlar arasındaki ilişkinin
“öngörülmemiş ve hesaplanmamış” bir sonucu olarak biçimlenmiştir. Bunun sonucu olarak da
bu fikrî temeller, süreç ilerledikçe Hıristiyanlıkla ilgili çağrışımlarından soyutlanmış ve dinin
artık belirleyici öğe olmadığı bir dünyanın kurucu unsurlarından biri haline getirilmiştir. Aynı
şey, Avrupa fikrinin kendisi açısından da geçerlidir. Yine çalışmanın ilk satırlarında
görülmüştür ki; siyasî bir ifade ve ideal olarak bir Avrupa fikrinin oluşumu, ancak
Hıristiyanlık’ın, toplumsal yaşamın normatif bir kurucu öğesi olmaktan çıkarılmasıyla
mümkün olmuştur.
Bütün bunlar göstermektedir ki; din, Avrupa’nın siyasî geleceğinin değil, kültürel
geçmişinin bir parçasıdır. Bu bağlamda, bir uygarlığın gelişiminde pay sahibi olan her unsur
294 Gerçekten, İspanya Dışişleri Bakanı Miguel Angel MORATINOS, 2004’ün Mayıs ayında Radio France
Internationale’ye yaptığı bir açıklamada, İspanya’nın Katolik bir ülke olduğunu, ancak Avrupa Anayasası’nın
öngördüğü hükümet biçiminin tamamen lâik olduğunu ve bunun da “mükemmel” bir denge olduğunu belirterek,
İspanya’nın yeni dönemdeki tavrını net bir biçimde ortaya koymuştur. Bkz. MAHONY (2004-c)
(www.euobserver.com).
gibi, Hıristiyanlık da, kuşkusuz önemli bir saygıyı hak etmektedir. Ancak bu durum, bugünkü
Avrupa Uygarlığının oluşumuna katkıda bulunan diğer tüm değerler için de geçerlidir. Başka
bir ifadeyle; feodalite, Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemleri de, bugünkü Avrupa’nın
oluşumuna, en az din kadar önemli katkılar sunmuşlardır.295 Ancak, bu gerçekten yola
çıkarak, Avrupa Anayasası’nda feodal değerlere atıf yapılmasını veya erken dönem
Aydınlanma sürecinin radikal adımlarının tekrarlanmasını savunmak nasıl ki anlamsız bir
eylem olacaksa; aynı şey, dinî mirasın, bu mirası oluşturan diğer tüm öğelerden soyutlanarak
ön plâna çıkarılması açısından da geçerlidir. İşte bu pencereden bakıldığında görülmektedir
ki; “Hıristiyanlık atfı” istemleri, Avrupa’da halen bu öğeyi kültürel bir motif ve tarihsel bir
katkı olmaktan ziyade, Avrupa’nın geleceğinde de varolmaya devam edecek normatif bir
kurucu öğe olarak değerlendiren bir zihniyetin varolduğunu göstermektedir. Halbuki dinin
Avrupa kamusal yaşamındaki rolü, önceki bölümlerde de değinildiği üzere, daha Reform
hareketiyle birlikte sona ermiştir. Bu kapsamda din—ve özellikle bu dinlerden herhangi biri—
Avrupa’nın geleceğinin bir parçası olarak değerlendirilmemeli ve dinlerin toplumların
yaşamına sunduğu tarihsel katkılar da, ait oldukları bağlamlardan soyutlanarak
putlaştırılmamalıdır. Bu çerçevede, Taslak Avrupa Anayasası’nın nihaî şekline hakim olan
üslup, kanımızca doğruya çok yakın bir yerde konumlanmakta ve toplumsal kültürün önemli
bir boyutunu dışlamamakla birlikte, geçmişin çarpıtılmış bir tahlilinden yola çıkarak,
Avrupa’nın geleceğine ipotek koymaktan da kaçınmayı başarmaktadır.
295 Aksi yönde bir görüş için bkz. ELLIOT, T.S.: “Avrupa Kültürünün Birliği”, (Çev. Mine HAYDAROĞLU),
Cogito, S. 39 (Bahar 2004), s. 123-134. Yazar (belki daha doğru bir ifadeyle; şair), konuşmasında, farklı kültüre
sahip halklar arasında bir ortak kültür yaratan en önemli unsurun din olduğunu ve Hıristiyanlık’ın yitirilmesi
durumunda, tüm Avrupa kültürünün de yitirileceğini savunmaktadır.
IV. Bölüm
Taslak Avrupa Anayasası ve Türk Anayasal Düzeni
Geçtiğimiz bölümler boyunca, tarihî, kavramsal ve kurumsal açıdan değerlendirmeye
çalıştığımız Taslak Avrupa Anayasası’nın, kısa, orta ve uzun vadede Türkiye’ye olası etkileri;
hukukî, siyasî, kültürel ve ekonomik yansımaları olan çok boyutlu bir dönüşüm sürecine işaret
etmektedir. Gerçekten bir anayasa, yalnızca siyasî iktidarın çalışma prensiplerini düzenleyen
teknik bir hukukî metin olmayıp; aynı zamanda, hitap ettiği ve ait olduğu toplumun temel
değerlerini ve yaşam anlayışını yansıtan ideolojik bir manifestodur.296 Bu yönüyle anayasalar,
salt hukukî etkilerinin ötesinde, toplumsal yaşamın bütün boyutlarını ilgilendiren çoğul
dinamikler üzerinde şekillenmekte; bu çerçevede yeni bir anayasa da, içerdiği tüm bu
dinamiklerin, toplumsal yaşamın içinde yeni baştan konumlandırılması anlamına gelmektedir.
Konuya bu geniş çerçeveden bakıldığında, yürürlüğe girdiği takdirde Birlik müktesebatının en
önemli parçasını oluşturacak297 Taslak Avrupa Anayasası’nın Türkiye’ye olası etkilerinin,
sayısız çalışmanın ve incelemelerin konusunu oluşturacağını tahmin etmek güç değildir. Bu
geniş çerçevenin ise, böyle bir çalışmanın sonuç bölümünde tüketilmesi olanaksız
olduğundan, burada yapılacak olan şey; Türkiye’nin olası Birlik üyeliği çerçevesinde
karşılaşılabilecek başlıca anayasal sorunlara dikkat çekmek ve belli bazı anayasal değerler
arasında yaşanabilecek gerilimlere işaret etmek olacaktır. Bu kapsamda öncelikle, “kurumsal
problemler” olarak adlandırdığımız ve muhtemel bir Birlik üyeliğinin en yakın ve doğrudan
hissedilen etkileri üzerinde durulacaktır. Böylece, Türk anayasal düzeninin Avrupa
296 DUCHACEK, Ivo: “Constitution/Constitutionalism”, The Blackwell Encyclopedia of Political Institutions,
Vernon BOGDANOR (Ed.), Blackwell 1987, s. 142.
297 KELLERMANN, Alfred: “Türkiye’nin AB’ye Entegrasyon Sürecinin Anayasal Boyutları”, Avrupa
Birliğine Katılımın Ulusal Hukuk Sistemleri Üzerindeki Etkisi, T.C. Adalet Bakanlığı - T.M.C. Asser
Enstitüsü Ortak Semineri, Ankara 12-13 Aralık 2003, Sunum Metinleri, s. 4, 6.
Anayasası’nın kurumsal gereklerine uyumu açısından mutlaka tartışılması gereken bu
noktalara işaret ettikten sonra, 1982 Anayasası’nın değerler sistemiyle, halen oluşum sürecini
yaşayan Avrupa Anayasası’nın değerler sistemi arasındaki başlıca uyumsuzluk noktaları
üzerinde durulacaktır. Bu yolla da, Avrupa Anayasası ile bütünleşmenin yalnızca kurumsal
uyum problemlere indirgenemeyeceğine ve bu sürecin, uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm
projesi anlamına geldiğine değinilecektir.
A) Kurumsal Sorunlar
1) 1982 Anayasası ve Egemenliğin Devri Sorunu
Taslak Avrupa Anayasası, Birlik Antlaşmaları’nın bugüne kadar süre gelen temel
özelliğini devam ettirmekte ve Westphalia Antlaşması’nda tanımlanan egemenlik anlayışı ile
açıklanması mümkün olmayan bir hukuk düzeni kurmaktadır.298 Bu hukuk düzeninin temel
özelliği, Adalet Divanı’nın, daha önce de değinilen ünlü Van Gend en Loos kararında da
belirtildiği gibi; “Üye ülkelerin, belli alanlardaki yetkilerini sınırlayarak yarattıkları ve bu
ülke vatandaşları için de doğrudan haklar yaratan kendine özgü bir uluslararası hukuk
düzeni” olmasıdır.299 Kısacası Birlik hukuku, üye ülkelerin hukuk sistemlerinden bağımsız ve
onların üstünde yer alan bir hukuk sistemini ifade etmektedir. Böyle bir sistemin de,
devletlerin egemen eşitliğini esas alan klâsik uluslararası örgütlenmelerden açıkça ayrıldığı ve
ulus-devletlerin temelinde yer alan klâsik egemenlik anlayışıyla açıklanması mümkün
olmayan bir yapı kurduğu açıktır.300 Gerçekten, Paris ve Roma Antlaşmaları ile oluşmaya
başlayan bu yeni hukuk düzenin en ayrıt edici özelliği; üye ülkelerin bazı alanlardaki
egemenlik yetkilerini birbirlerine karşı kullanmaktan süresiz olarak vazgeçmeleri, diğer bazı
alanlarda ise, bu yetkilerden Topluluk kurumları lehine süresiz olarak feragât etmeleridir.301
Bu yapının bir yansıması ve devamı olan Taslak Anayasa’da da, bazı konulardaki yetkiler üye
devletlerin elinden tamamen alınmakta; diğer bazı alanlardaysa bu yetkilerin, ancak Birlik
298 KRASNER, Stephen D.: “Sovereignty - History of the Concept”, Foreign Policy, January 2001.
299 Van Gend en Loos v. Nederlandse Administratie der Belastingen, Case 26/62, [1963], ECJ, 1.
300 “Egemenlik, bir tüzel kişilik olarak devletin sınırsız ve koşulsuz bir bağımsızlığa sahip olması, diğer
devletlerle hukuken eşit statüde bulunması, ulusal sınırlar içerisinde kendisine rakip olabilecek başka bir gücün
bulunmaması anlamına gelir.” Bkz. GÖZÜBÜYÜK, Şeref: Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2002, s.
15. Ayrıca klâsik ulus-devlet egemenliğinin vazgeçilmez kabul edilen unsurları için bkz. TEZİÇ (2003): s. 119-
121.
301 DOĞAN, İzzettin: Türk Anayasa Düzeninin Avrupa Toplulukları Hukuk Düzeniyle Bütünleşmesi
Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979, s. 161.
kurumları ile ortaklaşa olarak kullanılabileceği belirtilmektedir. Bütün bu düzenlemelere ek
olarak, Birlik, bugüne kadar ulus-devletlerin tekelinde olan vatandaşlık, bayrak ve marş gibi
simgesel değerlere de el atmış durumdadır. İşte değinilen tüm bu gelişmelerin ışığında, 1982
Anayasası’nın egemenlik meselesine bakışının ve Avrupa Birliği’ne üyelik durumunda sorun
doğurması muhtemel maddelerinin kısaca gözden geçirilmesi kaçınılmaz bir gereklilik halini
almaktadır.
1982 Anayasası’nın dayandığı egemenlik anlayışı, Anayasa’nın “Egemenlik” başlığını
taşıyan 6. maddesinde açık bir biçimde ortaya konulmuştur. Anılan maddede:
“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili
organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet
yetkisi kullanamaz.”
denilmekte ve Avrupa sistemine dahil olabilmek için gereken “egemenlik devri”ne kapılar
tamamen kapatılmış bulunmaktadır. Gerçekten, maddedeki bu ifade biçimiyle, hem
egemenliğin kaynağı (Türk Milleti), hem bu egemenliği kullanacak organlar (bu Anayasa’nın
getirdiği esaslar uyarınca yetkili olan organlar) açıkça ve sınırlayıcı bir biçimde belirlenmiş
durumdadır. Ancak bu yapının, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin kısmen ulus-devletin
tekelinden alınmasını öngören Birlik mevzuatıyla uyuşmadığı da ortadadır.302 Bu yüzden
Türkiye, Taslak Anayasa’da öngörülen Birlik mimarisinin bir parçası olabilmek için,
öncelikle Anayasa’nın 6. maddesinde egemenlik yetkisinin Avrupa Birliği’ne—veya daha
302 HEKİMOĞLU, Mehmet Merdan: “Avrupa Birliği Hukuku ve 1982 Anayasasına Göre Egemenlik”,
Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 6 (2003), s. 33. (www.e-sosder.com)
genel bir ifadeyle, taraf olunan uluslararası örgütlere—devredilebileceğini öngören bir
değişiklik yapılmasına ihtiyaç duymaktadır.303
Bu ihtiyaca paralel biçimde, 1982 Anayasası’nın, yasama, yürütme ve yargı yetkisinin
kullanımını düzenleyen 7., 8. ve 9. maddelerinde de, ortaya çıkan Birlik mimarisine uyum
sağlamak için bir takım değişiklikler yapılması gerekecektir.
Gerçekten, Anayasa’nın “Yasama Yetkisi”ni düzenleyen 7. maddesinde;
“Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu
yetki devredilemez.”
denilmekte ve konu, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde
düzenlenmektedir. Görüldüğü gibi, maddede Türkiye Büyük Millet Meclisi, kullandığı
yasama yetkisinin tek sahibi olarak gösterilmiş olup, bu yetkisinden—kendi iradesiyle dahi—
kısmen veya tamamen vazgeçmesinin mümkün olmadığı hükme bağlanmıştır.304 Gerçekten,
1982 Anayasası ile, mevcut bir kanunun hükümlerini değiştiren, bu kanunu yürürlükten
kaldıran veya daha önceden herhangi bir şekilde düzenlenmemiş bir alanı ilk defa düzenleyen
bir işlem yapma yetkisinin, iç hukukta dahi başka organlara devri açıkça yasaklanmışken,
böyle bir yetki devrinin ulus-üstü bir kuruma yapılmasının tümüyle olanaksız olduğu, şüphe
götürmeyecek kadar açıktır.
Benzer bir ihtiyaç, Anayasa’nın, yürütme yetkisinin kullanımını düzenleyen 8.
maddesi açısından da görülmektedir. Anılan maddede; 303 Aslında bu ihtiyaç, 1982 Anayasası’nın yapım sürecinde Danışma Meclisi çalışmalarında da gündeme gelmiş
ve Taslak’ta “Milletlerarası yetkilere sahip kuruluşlara üyeliği öngören antlaşmalar hükümleri saklıdır”
hükmüne yer verilmişti. Ancak ilgili hüküm, metnin son halinde yer almamıştır. Bkz. TANÖR, Bülent; Necmi
YÜZBAŞIOĞLU: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, s.
117. Diğer üye ülke anayasalarındaki “egemenlik devri” hükmü örnekleri içinse bkz. İtalyan Anayasası m. 11,
Alman Anayasası m. 24, Belçika Anayasası m. 25, Lüksemburg Anayasası m. 49, Hollanda Anayasası m. 92 ve
Yunanistan Anayasası m. 28.
304 “Yasama yetkisinin devredilmezliği” konusunda bkz. ÖZBUDUN (2002): s. 192-198.
“Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından,
Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
denilmektedir. Ancak, daha önceki bölümlerde de görüldüğü gibi, Taslak Anayasa’nın
öngördüğü yürütme yetkisinin kullanımı, aynı yasama ve yargı yetkilerinin kullanımında
olduğu gibi, bir çok farklı aktörün rol aldığı karma bir süreç çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Bu kapsamda, Komisyon ve Bakanlar Konseyi’nin, doğrudan doğruya üye ülkelerdeki yaşamı
ilgilendiren geniş idarî yetkileri düşünüldüğünde, 1982 Anayasası’nın, yürütme yetkisinin
kullanımıyla ilgili olarak öngördüğü bu dar çerçevenin, Taslak Anayasa’nın öngördüğü Birlik
yapılanmasının ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Üstelik, üye
ülkelerin, hukuken bağlayıcı Birlik düzenlemelerini iç hukuklarına aktarmak üzere çıkarmakla
yükümlü oldukları “uygulama yasaları”nın icra yetkisinin dahi Birlik organlarına devredildiği
bir ortamda, 1982 Anayasası’nın getirdiği düzenlemenin, bu haliyle Birlik hukukuyla
bağdaşmasının olanaksız olduğu açıktır. İşte bu sebeple 8. maddeye de, yürütme yetkisinin
Birlik organlarıyla birlikte kullanılacağını belirten bir hüküm eklenmesi, doğabilecek
çatışmaların önlenmesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Son olarak, Anayasa’nın, yargı yetkisini düzenleyen 9. maddesinde de;
“Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
denilmekte ve yukarıda değinilen maddelerdekine paralel bir yaklaşım sergilenmektedir. Her
ne kadar maddede, yargı yetkisinin ulus-üstü yargı organlarıyla paylaşılmasını engelleyen
açık bir ifade göze çarpmasa da, anılan maddelerin tümüne hakim olan “sınırlayıcı” ifade
biçimi düşünüldüğünde, buradaki ifadenin, Birlik yargı organlarıyla bir işbirliğini veya bu
organlarla yetki paylaşımını mümkün kılmadığı açıktır. Bu kapsamda, Türk vatandaşlarının
kendi devletlerine ve hatta birbirlerine karşı ileri sürebileceği haklar yaratan ve bu hakların,
Birlik Mahkemeleri’nde de ileri sürülebileceğini belirten Taslak Anayasa, 1982 Anayasası’nın
9. maddesinin şimdiki haline sığdırılması olanaksız bir perspektife sahiptir. Dolayısıyla bu
maddeye de, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların veya ulus-üstü kuruluşların
yargı organlarının yetkisinin saklı olduğunu belirten bir fıkra eklenmesi, kanımızca
kaçınılmaz görünmektedir. Yargı yetkisinin kullanımıyla ilgili olarak dikkate alınması
gereken bir diğer önemli sorun da, Birlik yargı düzeninin en önemli boyutlarından olan “ön
karar” prosedürünün uygulanmasıyla ilgilidir. Halihazırda AT Antlaşması’nın 234.
maddesinde düzenlenen “ön karar” (preliminary ruling) prosedürü, Taslak Anayasa’nın I –
28/2. maddesinde de aynen korunmuş bulunmaktadır. Gerçekten, maddede, Adalet Divanı’nın
yetkileri sayılırken, “(...) üye ülke mahkemelerinden gelen başvurular üzerine, Birlik
hukukunun uygulanması veya Birlik kurumlarınca çıkarılan düzenlemelerin geçerliliği
hakkında ön karar verme...” yetkisine de yer verildiğini görülmektedir. Bu madde uyarınca,
herhangi bir üye ülke mahkemesi, uygulamakta olduğu kuralın Birlik mevzuatına uygun olup
olmadığı konusunda şüpheye düşerse, yargılamaya ara verip, konuyu Adalet Divanı’na
götürebilecektir. Her ne kadar, Divan’ın bu konuda yapacağı yorum305, başvuruyu yapan ilk
derece mahkemesi açısından hukuken bağlayıcı olmasa da, uygulamada mahkemelerinin bu
yorumlara sadakatle bağlı kaldığı bilinmektedir. Böyle bir yapının da, 1982 Anayasası’nın
138. maddesinde yer alan “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez;
tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmü karşısındaki yerinin ne olacağı tartışmaya açıktır.
Dolayısıyla, Türk Mahkemeleri’nin Adalet Divanı ile olan ilişkilerini netleştirecek ve ön karar
prosedürünün uygulanmasını kolaylaştıracak bir hükmün Anayasa’ya eklenmesi, bu
ikilemden çıkış için faydalı bir imkân olarak değerlendirilmektedir.
305 Divan, bu başvuru sonucunda teknik anlamda bir “karar” vermemekte; yalnızca başvuru konusu normu,
Antlaşma’nın ilgili hükümleri açısından yorumlamaktadır. Bu konuda bkz. ARSAVA, Füsun: Roma
Antlaşmasında Önkarar Prosedürü Çerçevesinde Doğan Sorunlar, A.Ü.S.B.F. ve Basın-Yayın yüksekokulu
Yayını, Ankara 1989, s. 2-10.; DOUGLAS-SCOTT (2002): s 228.
2) 1982 Anayasası ve Birlik Hukukunun Üstünlüğü Sorunu
Birlik mevzuatı, Roma ve Paris Antlaşmaları’ndan beri, ulusal hukuk düzenlerinin
Topluluk/Birlik hukukuyla çatışması durumunda yaşanacak problemlerin çözümüne ilişkin
hiçbir düzenleme içermemiştir. Gerçekten, Birlik hukukunun ulusal hukuk düzenlerinden
üstün bir hukuk düzeni olduğu, Adalet Divanı’nın zaman içinde geliştirdiği içtihatlarla
şekillenmiş ve ulusal mahkemelerin de bu içtihatlara uyum göstermesiyle, vazgeçilmez bir
Birlik prensibi haline dönüşmüştür.306 Bu dönüşümün en büyük adımı, Adalet Divanı’nın,
daha önce de değinilen Costa v. Enel kararı ile birlikte atılmıştır. Divan, anılan kararında;
Birlik’in kurucu antlaşmalarının temelde birer uluslararası antlaşma olmasına rağmen, bu
antlaşmalar sonucunda ortaya çıkan Birlik hukukunun bütünüyle kendisine özgü ve bağımsız
bir hukuk düzeni olduğuna değinmiş ve Birlik hukukuna ait kuralların —Anayasa
hükümleri de dahil olmak üzere—bütün iç hukuk kurallarından üstün olduğunu belirtmiştir.307
Taslak Anayasa’nın 10. maddesinde ise, bugüne kadar mahkeme kararları ve üye
ülkelerin uygulamaları ile varlığını sürdüren bu ilke, yazılı hale getirilmekte ve gerçek bir
anayasal norm statüsüne kavuşturulmaktadır. Anılan hüküm uyarınca;
“Anayasa ve bu Anayasa tarafından kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde
hareket eden Birlik kurumlarınca yapılan hukuk, üye ülkelerin hukukuna üstündür.
Üye ülkeler, Anayasa’dan doğan veya Birlik kurumlarının düzenlemelerinden
kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi için, gerekli tüm genel veya özel
tedbirleri almakla yükümlüdürler.”
306 DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 255-259; MacCORMICK, Neil: “Beyond The Sovereign State”, Modern Law
Review, Vol 56 (1993), s. 1-18. Ayrıca, Adalet Divanı’nın Birlik’in bütünleşme sürecindeki rolünün kapsamlı
bir incelemesi için bkz. WEILER, J.H.H.: “The Least-Dangerous Branch: a Retrospective and Prospective of the
European Court of Justice in the Arena of Political Integration”, The Constitution of Europe: Do the New
Clothes Have an Emperor?, Cambridge University Press, Cambridge 1999 [1999-b], s. 188-218.
307 Flaminio Costa v. ENEL, Case 6/64, [1964], ECJ, 585.
Görüldüğü gibi bu madde, yalnızca Anayasa’nın kendisinin değil; ama bu Anayasa
uyarınca çıkarılacak tüm Birlik mevzuatının da ulusal hukuklar karşısındaki
üstünlüğünü, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu
durum ise, 1982 Anayasası ile Taslak Avrupa Anayasası arasında yaşanabilecek en
önemli gerilim eksenlerinden birini gündeme getirmektedir. Bu eksen, Taslak
Anayasa’nın ve bu Anayasa uyarınca çıkarılan hukuk normlarının Türk hukuk
sistemindeki yerinin ne olacağı sorusu etrafında şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle,
muhtemel bir Birlik üyeliğinin en yakın sonucu; Taslak Anayasa’nın Birlik hukukunun
üstünlüğü konusunda getirdiği düzenlemelerle, 1982 Anayasası’nın normlar
hiyerarşisine bakışı arasındaki uyumsuzluğu giderme zorunluluğu olarak
belirginleşmektedir.
a) Birincil Hukukun (Avrupa Anayasası’nın) Üstünlüğü Sorunu
Konuyu, öncelikle Birlik hukukun ilk boyutu olarak Taslak Anayasa’nın kendisi
açısından ele aldığımızda, kuşku yok ki incelenmesi gererken asıl hüküm; 1982 Anayasası’nın
90. maddesi olmaktadır. Anılan maddeye göre;
“(...)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun
hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine
başvurulamaz.”
Görüldüğü gibi bu hüküm, ulusal hukuk ile ulus-üstü hukuk arasındaki ilişkileri, daha
ziyade düalist (ikici) bir anlayışından penceresinden yorumlamakta ve uluslararası
antlaşmaların iç hukuka yansıtılmasının, ancak bu konuda çıkarılacak bir iç hukuk normu ile
mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Bununla birlikte, değinilen bu sistemin klâsik
uluslararası antlaşmalar açısından yeterli olabileceği düşünülse de, karşımızda duran Avrupa
Anayasası’nın gerektirdiği standartları karşılamaktan uzak olduğu açıktır.
Bu bağlamda, her şeyden önce belirtmek gerekir ki; Anayasa’nın 90. maddesinde
değinilen usule göre yürürlüğe konan uluslararası antlaşmalar, Türk iç hukuku açısından
kanun hükmündedir. Bu metinler aleyhine Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaması, bazı
yazarlar tarafından, bu metinlerin kanunların—ve hattâ Anayasa’nın da—üstünde yer aldığı
şeklinde yorumlanmışsa da308, doktrinde genel olarak kabul gören anlayış; buradaki anayasal
denetim yasağının, devletin, dış ilişkilerde yaşayabileceği sorunların önlenmesi sebebiyle
getirildiği yönündedir.309 Başka bir ifadeyle, usulüne uygun olarak yürürlüğe konan
uluslararası antlaşmalar kanun hükmünde olup, Anayasa Mahkemesi tarafından
denetlenemeseler bile, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından sonraki, tarihli bir düzenleme
ile yürürlükten kaldırılmaları her zaman mümkündür. Böyle bir durumunsa, Avrupa
Birliği’nin değerler sistemi açısından kabul edilemez olduğu açıktır. Bu sorunun çözümü için,
90. maddeye 7 Mayıs 2004 tarihinde eklenen “(...)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel
hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı
hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri
esas alınır” hükmüne benzer bir hükmün, yalnızca temel hak ve özgürlükleri kapsayacak
şekilde değil; ama Avrupa Anayasası’nın tüm hükümlerini kapsayacak bir biçimde eklenmesi,
kanımızca uygun bir çözüm olarak görülmektedir. Böylece, Avrupa Anayasası’nın bir hükmü
ile sonraki tarihli bir kanunun çatışması durumunda yaşanabilecek sorunların da önüne
geçilmesi mümkün olabilecektir.310
308 Örneğin bkz. TEZİÇ (2003): s. 11; GÖZÜBÜYÜK (2002): s. 219, 220; SENCER, Muzaffer: “Uluslararası
Hukukun Türk Hukukundaki Yeri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, S. 93 (Mart 1998), s. 12; ÇELİK, Edip:
“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türk Hukukundaki Yeri ve Uygulaması”, İdare Hukuku ve İlimleri
Dergisi, S. 1-3 (1988), s. 50.
309 ÖZBUDUN (2002): s. 212, PAZARCI, Hüseyin: Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 27.
310 2001 yılında yapılan kapsamlı anayasa değişikliklerinde, Meclis Genel Kurulu’na getirilen değişiklik
paketinde 90. maddeye ilişkin bir değişiklik önerisi de yer almışı. Ancak yapılan oylamalar sonucunda bu
maddenin kabulü için gereken çoğunluk sağlanamamış ve öneri reddedilmiştir. Eğer söz konusu teklif kabul
Gerçekten, Türkiye ile birlikte adaylık sürecini yaşayan ve bir kısmı 2004 yılı
itibariyle Birlik üyesi olan ülkelerin anayasalarına bakıldığında da, benzer örneklere rastlamak
mümkündür.311 Örneğin Polonya Anayasası’nın 91/2 ve 3. maddelerine göre;
“(...) Kanun tarafından önceden verilen bir izinle onaylanan uluslararası bir
antlaşmanın hükümleri, uyuşmadığı yasalar karşısında öncelikle uygulanır.
Polonya Cumhuriyeti tarafından onaylanan ve uluslararası bir örgütü kuran
anlaşmanın hükümleri gerektirdiği takdirde, antlaşmanın oluşturduğu kuralar doğrudan
uygulanır ve kanunlar ihtilafında bile önceliğe sahiptir.”
Benzer bir düzenleme, Bulgaristan Anayasası’nda da görülmektedir. Söz konusu
Anayasa’nın 5/4. maddesine göre;
“Bulgaristan Cumhuriyeti ile ilgili olan ve Anayasa’nın öngördüğü usule uygun
olarak onaylanan, yayımlanan ve yürürlüğe giren tüm uluslararası belgeler, ülkenin iç
hukuku haline gelir.
Bu antlaşmalar, kendileri ile çatışan iç hukuk normlarını geçersiz kılar.”
Aynı yöndeki bir diğer açık düzenlemeye, Yunanistan Anayasası’nın 28/1.
maddesinde rastlanmaktadır. Buna göre;
“Uluslararası hukukun genel kabul gören ilkeleri ve uluslararası antlaşmalar,
bir kanunla kabul edilip usulüne göre yürürlüğe konulduktan sonra, Yunan hukukunun
ayrılmaz bir parçası olurlar ve bu hükümlerle çatışan hukuk kurallarından üstündürler.”
edilseydi, 90. maddeye “Kanunlar ile milletlerarası andlaşmaların çatışması halinde milletlerarası andlaşmalar
esas alınır” şeklinde bir cümle eklenmiş ve burada değinilen sorunlar büyük ölçüde çözülmüş olacaktı.
311 Bu bölümdeki örneklerin seçiminde, Lahey T.M.C. Asser Enstitüsü tarafından yürütülen “Çok Ülkeli Matra
Projesi” kapsamında yapılan incelemelerin sonuçları esas alınmıştır. Söz konusu proje ve bu kapsamda incelenen
diğer ülke anayasaları için bkz. KELLERMANN (2003): s.1-38.
Taslak Anayasa’nın üstünlüğünün kabulüyle ilgili son bir örnek de, Slovak
Cumhuriyeti Anayasası’ndan verilebilir. Slovak Cumhuriyeti Anayasası’nın “Avrupa
Maddesi”312 olarak bilinen yeni 7. maddesinin 5. fıkrasına göre;
“İnsan hakları ve temel özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar,
uygulanması için ayrıca bir yasa çıkarılması gerekmeyen uluslararası antlaşmalar ve bir
yasa ile onaylanarak yayımlanan ve gerçek kişilere haklar bahşedip borçlar yükleyen
uluslararası antlaşmalar kanunlardan üstündür”
Görüldüğü gibi bu Anayasalar, Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda en sorunlu maddeler
olarak görülen “normlar hiyerarşisi maddeleri”ni açıkça değiştirmiş ve kanımızca,
Türkiye’nin de Taslak Anayasa’ya uyum sürecinde izlemesi gereken yola ilişkin dikkate
değer örnekler sunmuşlardır.
b) İkincil Hukukun (Birlik Organlarınca Yapılan İşlemlerin) Üstünlüğü
Sorunu
Birlik Hukuku, daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, yalnızca kurucu
antlaşmalardan ibaret değildir.313 Buna ek olarak, “ikincil Birlik mevzuatı” denilen ve Birlik
organlarının, kurucu antlaşmaların kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde yaptıkları
düzenlemelerden oluşan bir normlar kategorisi de mevcuttur. Taslak Anayasa’da ise bunlar,
“yasama işlemleri” başlığı altında, Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasaları olmak üzere
iki grup altında düzenlenmiş bulunmaktadır. Taslak Anayasa’nın hükümleri uyarınca bu
normlar, birçok konuda bağlayıcı sonuçlar doğurmakta ve üye ülkelerin, kendi hukukî
düzenlemeleriyle karşı koyamayacağı “gereklilikler” oluşturmaktadır. Bu çerçevede, özellikle
Avrupa yasaları, Birlik organları tarafından çıkarılmakla birlikte, başkaca hiçbir işleme gerek
312 KELLERMANN (2003): 16
313 Taslak Avrupa Anayasası’nın yürürlüğe girmesi durumunda, artık tek bir “kurucu antlaşma” olacağından, her
iki kavram bu aşamadan sonra aynı şeyi ifade edecektir.
kalmaksızın tüm üye ülkelerde aynı anda yürürlüğe gireceğinden ve doğrudan
uygulanacağından, özellikle dikkate değerdir. Kısacası, ikincil Birlik hukukun Türk anayasal
sistemi karşısındaki yerinin belirlenmesi, en az Taslak Anayasa’nın yerinin belirlenmesi kadar
önemli ve öncelikli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu kapsamda, her şeyden önce belirtilmesi gereken odur ki; “ikincil hukuk” veya
“ikincil mevzuat” olarak adlandırdığımız Avrupa yasaları ile Avrupa çerçeve yasalarının Türk
hukukundaki yeri sorununun, Anayasa’nın 90. maddesinden yararlanarak çözülmesi mümkün
görünmemektedir. Zira bunlar, birer uluslararası antlaşma olmayıp, kelimenin tam anlamıyla
Birlik hukukuna özgü (sui generis) normlardır. Dolayısıyla bunların her birine birer
uluslararası antlaşma niteliği tanınması ve bunların, Meclis tarafından tek tek uygun
bulunmaları düşünülemez. Ayrıca böyle bir yolun, Birlik hukuku açısından da kabul edilemez
olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Zira Avrupa yasalarının en büyük özelliği, Birlik
organları tarafından yayımlanmakla birlikte, hiçbir aracı işleme gerek olmaksızın tüm üye
ülkelerde yürürlüğe girmesi ve doğrudan uygulanabilmesidir. Bu durumda, üye ülkelerin bu
yasaları kabul etme veya etmeme gibi bir lüksleri olmadığı gibi, bunların uygulanmasını
geciktirmeleri de mümkün değildir. Aynı şey, Avrupa çerçeve yasaları açısından da geçerlidir.
Her ne kadar bunlar, üye ülkelere belirlenen hedeflere ulaşma konusunda belli bir serbesti
tanısa da, ulaşılması gereken hedefler açısından tümüyle bağlayıcı olmakta ve ilgili üye
ülkelerin, bu normların geçerliliğini tartışmak gibi bir şansı bulunmamaktadır. Bu sebeple,
Birlik organlarının söz konusu işlemlerinin, iç hukukta herhangi bir nedenle—anayasa
hükümleriyle dahi çatışsalar dahi—ortadan kaldırılmaları mümkün değildir.
Bütün bu anlatılanların ışığında görülmektedir ki, 1982 Anayasası’nın kurduğu düzen
çerçevesinde, Taslak Avrupa Anayasası’nın öngördüğü sistemin hayata geçirilmesi mümkün
değildir. Her iki Anayasa’nın bu konuda öne çıkardıkları değerler arasında büyük bir
uyuşmazlık söz konusudur ve bu uyuşmazlığın, 1982 Anayasası’nın ilgili hükümleri Avrupa
Anayasası’na uyumlu hale getirilmediği sürece, Mahkeme içtihatlarıyla da çözülmesi zor
görünmektedir. Her ne kadar, bazı ülkelerde Birlik hukukunun üstünlüğü ve doğrudan
uygulanabilirliği, Birlik Mahkemesi ile ulusal mahkemeler arasındaki uyumla ve bir içtihadî
gelişim neticesinde çözülmüşse de314, bu durum, büyük ölçüde Birlik’in bugüne kadarki
gelişiminin, zamana yayılan ve ufak adımlarla ilerleyen bir süreç olması sonucunda
gerçekleşebilmiştir. Bugün gelinen noktada ise, 1982 Anayasası’nın Birlik’in gelişim
çizgisinde başlı başlına bir sıçrama niteliğinde olan Avrupa Anayasası’na uyumunun, salt
Mahkeme içtihatlarıyla sağlanabileceğini ummak, gerçekçi olmayan bir beklenti olacaktır.
Bu çerçevede diğer ülkelerin getirdiği düzenlemelere bakıldığında ise, Slovakya,
İrlanda ve Yunanistan Anayasaları’nda belirttiğimiz yönde hükümlerin bulunduğu
görülmektedir. Bu kapsamda, ilk olarak Slovak Cumhuriyeti Anayasası’nın 7/2. maddesine
bakıldığında;
“Avrupa Birliği ve Avrupa Toplulukları’nın hukuken bağlayıcı tasarrufları,
Slovak Cumhuriyeti’nin yasalarından üstün olacaktır.”
hükmünün yer aldığı görülmektedir. Benzer bir düzenleme de İrlanda Anayasası’na 1972
yılında yapılan bir değişiklikle eklenen 29. madde ile getirilmiştir. Anılan hükme göre,
“Devlet, A.K.Ç.T., A.E.T. ve A.A.E.T.’ye üye olabilir. Bu Anayasa’nın hiçbir
hükmü, Avrupa Toplulukları’na üyeliğin gereği olarak çıkarılan kanunları,
gerçekleştirilen faaliyetleri veya kabul edilen tedbirleri ya da Avrupa Toplulukları veya
onların organları tarafından çıkarılan kanun gücündeki mevzuatı, faaliyetleri ya da alınan
tedbirleri geçersiz kılmaz.”
Bu kapsamda verilebilecek bir diğer örnek de; Yunanistan Anayasası’nın 28/4.
maddesidir. Gerçekten, bu maddede de;
314 Hollanda ve Belçika, bu gelişim çizgisinin tipik temsilcisidirler.
“Önemli bir mili çıkarın gerektirmesi durumunda veya uluslararası işbirliğini
geliştirmek amacıyla, Anayasa’da sayılan yetkiler, uluslararası antlaşmalar veya
sözleşmelerle uluslararası kuruluşların organlarına devredilebilir.”
denilerek, yalnızca birincil hukukun (Avrupa Anayasası’nın) değil, ama bu Anayasa’da yetkili
kılınan Birlik organlarının işlemlerinin de iç hukukla çatışmasının önüne geçilmiş
bulunmaktadır.315
315 Yunanistan Anayasası’nda, Birlik üyeliği ile ilgili olarak yapılan değişikliklerin ayrıntılı bir incelemesi için
bkz. PANTELİS, Antonis: “Yunan Anayasası’ndaki Yeni Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa
Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002, s. 43-48.
3) 1982 Anayasası’nın Taslak Avrupa Anayasası ile Çelişen Hükümleri Sorunu
Taslak Avrupa Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin de Birlik üyesi olması
durumunda, yalnızca yukarıda incelenen “egemenlik devri sorunu” ile “kanunlar ihtilafı
sorunları”nın yaşanması söz konusu olmayıp, bunlara ek olarak bir de, 1982 Anayasası ile
Taslak Avrupa Anayasası temel bazı hükümleri arasındaki açık uyumsuzlukların giderilmesi
gerekecektir. Gerçekten, 1982 Anayasası’nda, Taslak Anayasa’nın öngördüğü demokrasi ve
hukuk devleti anlayışıyla bağdaşması güç görünen bir çok hüküm bulunmaktadır. Bunlar
arasında; Anayasa’da oldukça geniş bir yer tutan “yargı denetimine kapalı idari işlemler”den
yasama dokunulmazlığına, milletvekili seçilme koşullarından parlamenter denetim
mekanizmalarının işlerliğine kadar pek çok hükmün sayılması mümkündür.316 Ancak bu
kısımda yapılacak olan şey; bu “dolaylı uyumsuzluklar”ı bir tarafa bırakmak ve 1982
Anayasası’nın, Taslak Anayasa’nın hükümleriyle açıkça çatışan üç temel hükmüne dikkat
çekmek olacaktır.
Her şeyden önce, Taslak Anayasa’da Birlik vatandaşlarına tanınan temel
özgürlüklerden biri olan seçme ve seçilme hakkı ile 1982 Anayasası’nın konuyla ilgili
düzenlemeleri arasında açık bir uyumsuzluk görülmektedir. Bu kapsamda ele alınması
gereken hüküm; 1982 Anayasası’nın 67. maddesi hükmüdür. Gerçekten, anılan hüküm;
vatandaşların, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak
veya bir siyasî parti içinde siyasî faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahip
olduğu belirtmekte, ancak bu hakları yalnızca Türk vatandaşlarına tanımaktadır. Bu durum da
açıkça göstermektedir ki; Taslak Anayasa’nın, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel
seçimlerde, tüm üye ülkelerin vatandaşlarının eşit şekilde seçimlere katılma ve aday olma
hakkını kabul eden düzenlemeleri, 1982 Anayasası’nın bu hükmü karşısından uygulama şansı 316 YÜZBAŞIOĞLU, Necmi: “Oluşturulmakta Olan Avrupa Anayasası Doğrultusunda 1982 T.C. Anayasasında
Yapılması Gereken Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan
Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002, s. 131-134.
bulmaktan uzaktır. Bu sebeple, muhtemel bir Birlik üyeliği öncesinde, bu maddenin ve ilgili
mevzuatın ele alınması ve gözden geçirilmesi, kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya
çıkmaktadır.
Bunun dışında, Anayasa’nın, bugüne kadar üzerinde pek durulmayan 62. maddesinin
de yeni bir yoruma ihtiyaç duyacağı düşünülmelidir. Gerçekten, “Yabancı ülkede çalışan Türk
vatandaşları” başlığını taşıyan maddeye göre;
“Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin,
çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması,
anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken
tedbirleri alır.”
Görüldüğü gibi bu madde, yurt dışında çalışmanın “yabancı” statüsüne eşdeğer olduğu
ve bu sebeple çeşitli sosyal sorunların yaşandığı bir dönemin ihtiyaçları göz önüne alınarak
oluşturulmuş bir maddedir. Ancak, Birlik hukuku çerçevesinde öngörülen “çalışma hakkı”nın
kapsamı ve içeriği düşünüldüğünde, bu hükmün Birlik anlayışıyla bağdaştırılması zor
görünmektedir. Hatta, bir adım ileri gidildiğinde, bu maddenin, üye ülkelere yüklenen
“ayrımcılık yasağına uyma” yükümlülüğü ile çatıştığını söylemek bile mümkün hale
gelmektedir. Sonuçta, bu maddenin de Taslak Anayasa’nın öngördüğü siyasî ve kurumsal
çerçeve ile uyuşmadığını ve yeni dönemin ihtiyaçları çerçevesinde tekrar ele alınması
gerektiğini söylemek, kanımızca doğru bir tespit olacaktır.
Buna ek olarak, ilerleyen dönemde Anayasa’nın 38. maddesinde yer alan; “vatandaş,
suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez” hükmünün de gözden geçirilmesi gerekecektir.
Zira bu hüküm, adalet ve içişleri alanında giderek genişleyen işbirliği ve Europol ve Eurojust
gibi kurumların yarattığı dinamiklerle bir arada düşünüldüğünde, çeşitli sorunlar doğurmaya
adaydır. Aynı şekilde, adalet ve içişleri alanında gündeme getirilen “Avrupa tutuklama
müzekkeresi” gibi kurumlar da, tam üyelik durumunda 38/son fıkra hükmünün büyük ölçüde
işlevsiz kalmasına yol açacaktır. Bu sebeple, genel olarak suçluların iadesi kurumunun ve
özelde de vatandaşın iadesi meselesinin Birlik mevzuatıyla uyumlulaştırılmasının, Taslak
Anayasa’nın Türk anayasal sistemine kısa vadedeki etkileri arasında değerlendirilmesi
kaçınılmaz hale gelmektedir.
B) Anayasal Değerler Çatışması Sorunu
Anayasalar, bölümün başında da belirtildiği gibi, salt devlet organlarının oluşumunu
ve bu organlar arasındaki ilişkileri düzenleyen teknik hukukî metinler değildirler. Bahsedilen
bu yön, anayasaların yalnızca bir yönünü, yani “siyasî toplum” boyutunu ifade etmektedir.
Halbuki anayasalar, siyasî iktidarının oluşumu ve çalışma usullerine ek olarak, iki ilişki
biçimini daha düzenlemektedirler. Bu anlamda her anayasa, siyasî toplum dışında, bir “sivil
toplum” alanının, yani devlet- vatandaş ilişkilerinin ve vatandaşlara bırakılan özerk alanların
tâbi olacağı temel kuralları içermektedir. Yine her bir anayasa, siyasî ve sivil toplum
alanlarına ek olarak bir de, “ekonomik toplum” modeli öngörmektedir. Bu model ise, bir
ülkeye hakim olan ekonomik yapı ve düzenin ifadesi olup, anayasaların, en az değinilen diğer
iki boyutu kadar önem taşımaktadır.
Konuya bu pencereden bakıldığında kolaylıkla görülmektedir ki, iki farklı anayasal
düzenin karşılaşması durumunda yaşanabilecek uyumsuzluklar, birbiriyle bağlantılı üç temel
noktada açığa çıkmaktadır. Bunlar; siyasî, sivil ve ekonomik toplum alanları olarak
adlandırdığımız her üç eksenin, karşı karşıya geldikleri anayasal düzenle uyuşan ve çatışan
boyutlarında belirginleşmektedir. Bu yaklaşıma bağlı kalarak konumuz özeline
döndüğümüzde ise, Taslak Avrupa Anayasası ile 1982 Anayasası’nın değerler sistematiği
arasındaki ilişkinin, değinilen bu üç başlık altında incelenmesinin mümkün olduğu
görülmektedir.
Bu kapsamda ilk olarak, Taslak Avrupa Anayasası’nın değerler sisteminin siyasî
toplum eksenine; yani siyasî iktidarın oluşumuna ve devlet organların çalışma yöntemlerine
dair benimsenen ilkelere bakıldığında, Birlik mimarisi ile üye ülkelerin hukukî yapılanmaları
arasında oldukça esnek bir ilişkinin kurulduğunu görmek mümkündür. Gerçekten, halihazırda
Birlik üyesi olan ülkelere şöyle bir göz gezdirildiğinde, anayasal monarşilerden (örn. İngiltere
ve Danimarka) cumhuriyetçi rejimlere (örn. Fransa ve Almanya), federal yapılanmalardan
(örn. Almanya ve İsviçre) üniter devletlere (örn. Fransa ve Yunanistan) uzanan bir yelpazede,
birçok farklı rejimin varolduğu görülmektedir. Aynı şekilde, konuya hükümet sistemleri
açısından bakıldığında da, Avrupa’da saf parlamenter rejimlerden (örn. İngiltere ve İtalya)
yarı başkanlık rejimlerine (örn. Fransa) kadar değişen bir çok sistemin bir arada var olduğu
gerçeğiyle karşılaşılmaktadır.317
Bununla birlikte, bu çeşitliliğin, Avrupa anayasal değerler sisteminin, üye ülkelerin
siyasî toplum alanına yönelik hiçbir temel ilkeyi içermediği şeklinde yorumlanması da büyük
bir hata olacaktır. Gerçekten, üye ülkelerin kamusal örgütlenmelerine bakıldığında görülen bu
çeşitlilik, aslen “biçimler” yönünden var olup; Avrupa anayasal kültürü, bütün bu rejimlerin
“özleri itibarıyla” vazgeçilmez bir takım asgarî standartlara sahip olmasını zorunlu
kılmaktadır. Bu anlamda, “siyasî toplum”un; siyasî iktidarın, farklı toplumsal gruplar arasında
dönemsel olarak el değiştirmesiyle ilgili bir süreç olduğu düşünüldüğünde; anılan bu asgari
standartların, “adil ve serbest bir yarışma ortamı” ve “hesap verebilirlik” olarak somutlaştığı
görülmektedir. Gerçekten, Avrupa anayasal değerler sisteminin üye ülkelerdeki siyasî toplum
boyutuna yönelik temel beklentisi; “demokrasi”dir. Demokrasinin işlemesi ise, ancak
değinilen bu iki öğenin etkin bir biçimde hayata geçirilmesiyle mümkün olabilmektedir. Bu
çerçevede, bir yandan toplumdaki bireyler ve örgütlü grupların, iktidar mücadelesinde
mümkün olan en geniş ifade özgürlüğünden ve en adil yarışma ortamından faydalanması
sağlanmalı; diğer yandan da, bu yolla oluşan iktidarın işlemlerinin şeffaf ve denetlenebilir
olması garanti altına alınmalıdır. Zira, ancak bu iki ön şartın yerine getirilmesiyledir ki, siyasî
iktidarın bir sonraki “yarışma”da bir başkasıyla yer değiştirmesi mümkün hale gelmektedir. 317 Üstelik, Avrupa’daki hükümet sistemleri, bu sistemlerin sınıflandırılmasında kullanılan tasnif ölçütlerinin
çeşitlenmesine paralel olarak, klâsik “parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve yarı-başkanlık sistemi” ayrımında
göze çarpmayan bir çok farklı alt dala da ayrılmaktadır. Bu bağlamda önerilen yeni sistemler ve bunlara Avrupa
ülkelerinden verilen örnekler için bkz. ONAR; Erdal: “Türkiye’nin Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sistemine
Geçmesi Düşünülmeli midir?”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayını, No.
12, Ankara 2001, s. 366-370.
Taslak Avrupa Anayasası’nın siyasî toplum tasarımına hakim olan bu iki temel
prensip açısından Türk anayasal düzenine bakıldığında ise, iki yapı arasıdaki mesafeyi
kapatmak için halen atılması gereken önemli adımlar olduğu görülmektedir.318 Gerçekten,
1982 Anayasası’nda, siyasî partilerin örgütlenme ve çalışma esaslarından parti içi
demokrasinin işlerliği ve yaygınlığına, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin kapsamından
şeffaflıktan uzak idarî mekanizmalara kadar bir çok alanda önemli reform ihtiyaçlarının
sürmekte olduğu tartışmasızdır. Buna ek olarak, bu reform ihtiyaçlarını ve alınan mesafeleri
değerlendirirken dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus da; Türkiye’nin karşı
karşıya kaldığı gerçek sorunun, yalnızca bir “mevzuat uyumu” sorunu olmadığı; aksine, bu
yapıların altını dolduran siyasî kültürün de uzun vadede ciddi ölçüde değişmesi
zorunluluğuyla karşı karşıya olunduğudur.
Konuya, demokratik yollardan ele geçirilen iktidarın kullanımı açısından bakıldığında
ise, karşımıza anayasal değerler kümesinin ikinci boyutu olan “sivil toplum” alanı
çıkmaktadır. Kabaca ifade etmek gerekirse, yukarıda incelenen “siyasî toplum” alanı,
anayasal değerler sisteminin daha ziyade “demokrasi” boyutuna karşılık gelmekteyken; “sivil
toplum” alanı ise, bu değerler sisteminin daha ziyade “anayasacılık” boyutuna, yani
vatandaşların iktidar karşısında korunması boyutuna tekabül etmektedir. Gerçekten, daha
önceki bölümlerde de görüldüğü gibi, Avrupa anayasal geleneğinin temellerinde yatan
ilkelerin en önemlilerinden biri de; iktidarın belli sınırlar çerçevesinde hareket etmekle
yükümlü olduğu anlayışıdır. Bu anlayışın en önemli yansıması ise hukuk devleti prensibi
olup; liberal-demokratik rejimlerde bu prensip, geniş ve etkin bir koruma rejimiyle
desteklenen bir temel hak ve özgürlükler kataloğu olarak somutlaşmaktadır.
318 Türkiye’nin son yıllarda siyasî toplum alanına ilişkin olarak yaşadığı dönüşümlere ve bu dönüşüme rağmen
halen eksik kalan yönlere “dışarıdan” bir bakış için bkz. BANANI, Dinesh D.: “Reforming History: Turkey’s
Legal Regime and its Potential Accession to the European Union”, Boston College International &
Comparative Law Review, Vol. 26 (2003), s. 113-127.
Bu pencereden Birlik üyesi ülkelerin hukuk sistemlerine bakıldığında ise, siyasî
toplum alanında olduğu gibi sivil toplum alanında da, öngörülen hedeflere ulaşma konusunda
çok farklı “biçimler”in varolduğu görülmektedir. Gerçekten, Birlik üyesi pek çok ülke, sivil
toplum alanını güvence altına almak hedeflerine yazılı ve katı anayasalar ile bir temel hak ve
özgürlükler kataloğundan faydalanarak ulaşmaya çalışmakta; yine buna paralel olarak pek çok
ülkede, temel işlevi anayasa yargısı olan yüksek mahkemelerin kurulduğu görülmektedir.
Ancak, yazılı bir anayasası olmayan ülkelerin (örn. İngiltere) veya merkezîleşmiş bir anayasa
yargısı olmayan ülkelerin de (örn. Hollanda), aynı sonuçlara farklı yöntemlerle ulaşmayı
başardığı bilinmektedir. Kısacası, burada da asıl mesele sivil toplum kavramının “özü” olup,
bu çerçevede izlenecek yöntemler konusunda üye ülkelerin geniş bir takdir hakkı
bulunmaktadır.
Bu pencereden Türkiye’nin anayasal değerler sistemine bakıldığında ise, 1982
Anayasası’nın otorite-hürriyet dengesindeki tercihini, bunlardan birincisi lehine kullandığı
gerçeğiyle karşılaşılmaktadır.319 Bununla birlikte, 2001 yılındaki kapsamlı anayasa
değişiklikleri başta olmak üzere, bu alanda yapılan pek çok önemli atılımın, bütün eksiklerine
rağmen, 1982 Anayasası’nın temel hak ve özgürlükler alanındaki performansını büyük ölçüde
Avrupa değerler sistemine yakınlaştırmış olduğunu da belirtmek lazımdır.320 Bu çerçevede,
izleyen süreçte yapılması gereken şeyin ise, büyük mesafe kat edilen bu yolda aynı
319 ÖZBUDUN (2002): s. 60. Mümtaz SOYSAL, Türkiye’nin anayasa tarihindeki gelişmeleri tarif ederken, bu
gelişmelerin, “...otorite ve hürriyet kutupları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğini” belirtmektedir. Bu
bağlamda, 1982 Anayasası’nın, bu kutuplardan ilkini, yani otorite kutbunu temsil ettiğine şüphe yoktur. Bkz. 100
Soruda Anayasa’nın Anlamı; 1982 Anayasası’na Bilimsel Yaklaşım, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1986, s. 5.
320 Bu anayasa değişikliklerinin kapsamlı bir incelemesi için bkz. GÖNENÇ, Levent ve Ozan ERGÜL: “Yaşayan
Anayasa; 2001 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 1 (2002), s. 15-34.
Büyük ölçüde, yaşanan bu kapsamlı anayasa değişikliklerinin etkinliğinin sağlanması amacıyla girişilen ve
“uyum yasaları” olarak bilinen yasal değişiklikler içinse bkz. GÖNENÇ, Levent, Ozan ERGÜL ve A. Ersoy
KONTACI: “Yaşayan Anayasa; 2002 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S.
48 (Eylül-Ekim 2003), s. 123-133.
kararlılıkla yürümeye devam etmek olduğunu söylemek, kanımızca doğru bir yaklaşım
olacaktır.
Anayasal değerler sistemi söz konusu olduğunda, siyasî ve sivil toplum alanlarına ek
olarak değinilmesi gereken son bir nokta da; “ekonomik toplum alanı”dır. Gerçekten, modern
toplumlar, pek çok iktidar ilişkisinin bir arada bulunduğu ve bu iktidar örgütlenmelerinin iç
içe geçtiği karmaşık yapılardan oluşmaktadır. Bu çalışmanın ana konusunu oluşturan siyasî
iktidar ise, kuşkusuz ki bu iktidarlardan yalnızca bir tanesini ifade etmektedir. Bu anlamda,
siyasî iktidarla toplumdaki diğer iktidar biçimleri arasındaki en önemli etkileşim alanlarından
biri de; siyasî iktidarın ekonomik yaşam üzerindeki kontrol ve denetim imkânları; başka bir
ifadeyle, siyasî iktidarın ekonomik değerlerin dağıtımında ne ölçüde pay sahibi olduğudur.
Siyasî iktidarın ekonomik yapı üzerinde bu tarz bir kontrol imkânının bulunup bulunmadığı
veya bu kontrol ve yönlendirme imkânlarının kapsamı ise, söz konusu toplumun iktisadî
yapısının temel niteliklerini belirlemektedir. Kısacası, siyasî ve sivil toplum alanları,
doğrudan doğruya siyasî iktidarın ele geçirilmesi ve kullanımıyla ilgili değerlerden oluşurken,
“ekonomik toplum alanı” ise, siyasî iktidarla, ekonomik değerlerin dağıtım süreci arasındaki
ilişkiyi ifade etmektedir.
Avrupa Birliği, kuruluşundan bu yana, serbest piyasa ekonomisini temel değerlerinden
biri olarak benimsemiştir. Özel mülkiyete, serbest rekabete ve gümrük kısıtlamalarından
arınmış bir iç pazar anlayışına dayanan bu rejim, Birlik mimarinin tartışılmaz ekonomik
özüdür. Aynı zamanda bu alan, tartıştığımız üç temel toplumsal alan içerisinde, Birlik’in
doğrudan müdahalelerine en sık konu olan alandır.
Bu anlamda, böyle bir yapıya dahil olabilmek için gereken asgarî şartlar olan özel
mülkiyet ve miras hakkı ile iş kurma ve serbest girişim özgürlüğü gibi hakların, 1982
Anayasası’nda zaten önceden beri var olduğu şüphesizdir. Bunun dışında, Birlik mevzuatına
uyum sağlama yolundaki ikincil gereklilikler olan, yabancılara mülk satışı gibi unsurların da,
Türk anayasal sistemine uzak unsurlar olduğu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla,
prensip olarak, Türkiye’nin ekonomik toplum alanına ilişkin değerler sistemi, Taslak
Anayasa’nın öngördüğü—veya daha doğru bir deyişle; devam ettirdiği—ekonomik toplum
modeline oldukça yakın bir görünüm sergilemektedir.
Bununla birlikte, ekonomik toplum modeli söz konusu olduğunda, sorun, elbette ki
yukarıda sayılan özgürlüklerin tanınmasıyla bitmemektedir. Zira piyasa yönelimli (market
oriented) bu haklar, ekonomik toplum alanının yalnızca bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu
toplumsal alanı oluşturan bir diğer önemli boyut ise, sosyal haklar boyutu olmaktadır.
Modernite olarak adlandırılan ve son iki yüzyıllık tarihsel süreçteki ekonomik ve
sosyal dönüşümler sonucunda şekillenen bir yönetim tarzı; devletle toplum arasındaki özel bir
ilişki biçimi olarak tanımlanabilecek olan sosyal devlet321; toplumdaki tüm bireylerin asgarî
bir yaşam standardına sahip olması gerektiğine dayanan bir anlayışı ifade etmektedir. Bu
anlayışın vatandaşlar açısından görünümü ise; devletten bu edimlerini yerine getirmesini
isteme hakkı doğuran “sosyal haklar” olarak biçimlenmektedir. Ancak, daha önce de
değinildiği gibi; ekonomik küreselleşme, Avrupa’nın modern tarihine yayılan sınıf
mücadeleleri sonucunda ve büyük bedeller ödenerek elde edilen sosyal hakları ciddi ölçüde
tehdit etmekte ve Avrupa’yı kuran değerlerin en önemli boyutlarından birini, giderek ikinci
plâna itmektedir. Pazar özgürlükleri olarak da adlandırılan piyasa yönelimli haklar—yani özel
mülkiyet hakkı, özel girişim özgürlüğü ve fikrî mülkiyet hakları gibi—küreselleşmenin ve
neo-liberalizmin yeni gözdeleri olarak, ziyadesiyle ayrıcalıklı bir konumdan yararlanmakta;
buna karşılık pek çok ülkede, bu hakların sosyal haklarla çatışması durumunda, hem
hükümetlerin, hem de yargı mercilerinin piyasa yönelimli haklara üstünlük tanıma eğilimi
gösterdiği görülmektedir.322 Avrupa Birliği ülkeleri de, kuşkusuz ki, bu tartışmaların tam
321 ÖZBEK, Nadir: “Osmanlı’dan Günümüze sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, Sayı 92 (Bahar 2002) s. 9.
322 UYGUN (2003): s. 267.
ortasında yer almaktadırlar. Bu anlamda, bir yandan pek çok Avrupa ülkesi, gittikçe yaşlanan
nüfus ve sosyal güvenlik harcamalarının finansmanı sorunlarını artan bir yoğunlukla
tartışırken323, diğer yandan da geleceğin Avrupa tasarımı, Taslak Anayasa’nın da gösterdiği
üzere, giderek ölçüsüz bir piyasa vizyonuna kaymaktadır. Bu durumun ise, halihazırda Birlik
üyesi olan ülkelerde yaşanan tartışmaların benzerlerini, Türkiye açısından da tetikleyeceğini
tahmin etmek güç değildir. Zira 1892 Anayasası, siyasî haklar konusundaki bütün
yetersizliklerine rağmen, sosyal haklar konusunda, geniş ölçüde 20. yüzyılın ikinci yarısına
hakim olan refah devleti anlayışına dayanmakta ve devlete, vatandaşların yaşam standardıyla
ilgili önemli görevler yüklemektedir. Her ne kadar, halihazırdaki Birlik mevzuatında, üye
ülkelerdeki sosyal harcamaları açıkça sınırlayan düzenlemeler yer almamaktaysa da, Avrupa
siyasî iklimde rüzgârlar, ciddi kırılmalar yaratacak yönlerden esmeye devam etmektedir. Bu
pencereden bakıldığında ise rahatlıkla söylenebilir ki, muhtemel bir Birlik üyeliğinin zorladığı
ekonomik toplum modeli, Türk anayasal değerler sistemini ve Türk toplumunun yaşam
standardı özlemlerini, ciddi gerilim eksenlerinde test etmeye aday görünmektedir.
323 Bu tartışmaların, çeşitli Batılı medya kaynaklarından derlenen haberler gözüyle bir değerlendirmesi için bkz.
YAVİ, Ersal; Necla YAZICIOĞLU YAVİ: Batı Medyasına ve Kaynaklarına Göre Avrupa Birliği’nin
Önlenemeyen Düşüşü, Yazıcı Yayınevi, İzmir 2004, s. 75-84.
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali ve Levent KÖKER: Tanrı Devlerinden Kral-Devlete, İmge Kitabevi, Ankara 2001
AMIN, Samir: Avrupa Merkezcilik, Bir İdeolojinin Eleştirisi”, (Çev.Mehmet SERT), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993
ANDREWS, William G.: “Constitutionalism and Constitutions”, Constitutions and Constitutionalism, William G. ANDREWS (Ed.), D. Van Nostrand Company, Inc., USA 1961
ARMAOĞLU, Fahir: 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı 169, Ankara 1999
ARSAVA, Füsun: Roma Antlaşmasında Önkarar Prosedürü Çerçevesinde Doğan Sorunlar, AÜSBF ve Basın-Yayın yüksekokulu Yayını, Ankara 1989
ARSAVA, Füsun: “Hangi Avrupa için Ne Kadar Esneklik?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (Güz 2001)
ARSAVA, Füsun: “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1 (Güz 2003)
Avrupa Birliği Temel Terimler Sözlüğü (İngilizce-Türkçe), Avrupa Birliği Genel Sekreterliği Yayını, Ankara 2003
BADINTER, Robert: “A European Constitution: Perspectives of a French Delegate to the Constitution”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)
BANANI, Dinesh D.: “Reforming History: Turkey’s Legal Regime and its Potential Accession to the European Union”, Boston College International & Comparative Law Review, Vol 26 (2003)
BARRY, Norman: Comparative Federalism: The Case of the European Union, The Center for the New Europe Publications, Belgium 2001
BEATTY, Andrew: “Blair to reaffirm Constitution ‘red lines’”, EU Observer - 10.05.2004
BEETHAM, David: “Auditing Democracy in Britain”, Democratic Audit Paper No. 1, Human Rights Center, University of Essex, Colchester-London 1993
BEETHAM, David: “Key Principles and Indices for a Democratic Audit”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994
BELGE, Murat: “Ortaçağ”, Doğu Batı, S. 14 (2001)
BJØRN, Høyland ve Mark SCHIERITZ: “Theories of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
BLUHM, William T.: Ideologies and Attitudes: Modern Political Culture, Prantice-Hall Inc., Englewood, Cliffs, New Jersey 1974
BOER, Pim Den, Peter BUGGE ve Ole WÆVER: The History of the Idea of Europe, The Open University, Routledge 1996
BONIME-BLANC, Andrea: “Spain’s Transition to Democracy, The Politics of Constitution-making”, Westview Press, Boulder-London 1987
BOZKURT, Enver, Mehmet ÖZCAN ve Arif KÖKTAŞ: Avrupa Birliği Hukuku, Nobel Yayın-Dağıtım, Ankara 2001
BREWEN, Mark Killian: “The European Union and Legitimacy: Time For a European Constitution”, Cornell International Law Journal, Vol. 34 (2001)
BRINTON, Crane, John B. CHRISTOPHER ve Robert Lee WOLFF: 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, (Çev. Mete TUNÇAY), Cem Yayınevi, İstanbul 1982
BUHR, M., W. SCHROEDER ve K. BARCK: Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, (Çev. ve Düz. Veysel ATAYMAN), Birim Yayınları No: 6, İstanbul 1984
CALLEO, David: “A Choice of Europes”, The Naitonal Interest, Spring 2001
CARTER, Caitriona ve Andrew SCOTT: “Legitimacy and Governance Beyond the European Nation State: Conceptualizing Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998)
CARTER, Richard: “Schröder: Constitution Even Without Ratification”, EUobserver – 26.04.2004
CARTER, Richard: “Referendum Pressure Grows in French”, EUobserver – 10.05.2004
CASTIGLIONE, Dario: “The Political Theory of the Constitution”, Political Studies, XLIV (1996)
CASTIGLIONE, Dario ve Richard BELLAMY: “Introduction: Constitutions and Politics”, Political Studies, Vol. XLIV (1996)
CLAYTON, Jess: “A History of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
CODDAY, Denis: “European Bishops Criticize Constitution for the European Union”, National Catholic Reporter, 4 Haziran 2003
COEN, Vincent ve Ricardo MAESTRI: “Institutional Actors”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
Council of the European Union: Charter of Fundamental Rights of The European Union; Explanations Relating to the Complete Text of the Charter, Luxembourg: Office for Official Publications of the European Communities, Italy 2001
CRAIG, Paul: “Constitutions, Constitutionalism and the European Union”, European Law Journal, Vol. 7, No. 2 (June 2001)
ÇAĞLAR, Bakır: “Institutionalization in the New Framework of Europe: Law and Democracy”, Constitutional Jurisdiction - 9, Anayasa Mahkemesi Yayını, Ankara 1992
ÇELEBİ, Aykut: Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları, İstanbul 2002
ÇELİK, Edip: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türk Hukukundaki Yeri ve Uygulaması”, İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, S. 1-3 (1988)
ÇİĞDEM, Ahmet: Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997
DEHOUSSE, Renaud: “Effectiveness, Openness and Subsidiarity”, Europe, The Impossible Status Quo, Renaud DEHOUSSE (Ed.), (Eng. Translation by Caroline MORGAN) Macmillan Press Ltd., Houndmills-Basingstoke-Hampshire; St. Martin’s Press, New York 1997
d’ESTAİNG, Valéry Giscard: “The Convention and the Future of Europe: Issues and Goals”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)
Dictionnaire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Yayınları, İstanbul 1994
DINNAGE, James D. ve John F. MURPHY: The Constitutional Law of the European Union, Anderson Publishing Co., Cincinnati 1996
DOĞAN, İzzettin: Türk Anayasa Düzeninin Avrupa Toplulukları Hukuk Düzeniyle Bütünleşmesi Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979
DORAU, Christoph ve Philipp JACOBI: “The Debate over a ‘European Constitution’: Is it Solely a German Concern?”, European Public Law, Vol. 6, Issue 3 (2000)
DOUGLAS-SCOTT, Sionaidh: Constitutional Law of the European Union, Longman, Harlow 2002
DUCHACEK, Ivo: National Constitutions; A Functional Approach, Comparative Politics, Vol. 1, No. 1 (October 1968)
DUCHACEK, Ivo: “Constitution/Constitutionalism”, The Blackwell Encyclopedia of Political Institutions, Vernon BOGDANOR (Ed.), Blackwell 1987
DUVERGER, Maurice: Siyasî Rejimler, (Çev. Teoman TUNÇDOĞAN), Gelişim Yayınları, İstanbul 1974
ELEFTHERIADIS, Pavlos: “Aspects of European Constitutionalism”, European Law Review, Vol. 21, No.1 (February 1996)
ELKIN, Stephen, L.: “Constitutionalism: Old and New”, A New Constitutionalism, Political Institutions for a Good Society, Stephen L. ELKIN ve Karol Edwards SOLTAN (Eds.), The University of Chicago Press, Chicago 1993
ELLIOT, T.S.: “Avrupa Kültürünün Birliği”, (Çev. Mine HAYDAROĞLU), Cogito, S. 39 (Bahar 2004)
ERIKSEN, Erik Oddvar: “Why a Charter of Fundamental Rights in the EU?”, Ratio Juris, Vol.16, No. 3 (September 2003)
ESTEBAN, Maria Luisa Fernandez: The Rule of Law in the European Constitution, Kluwer Law International, The Hague-Boston 1999
European Integration and Supranational Governance, W. SANDHOLTZ ve Alec STONE-SWEET (Eds.):, Oxford University Press, Oxford 1998
EVERSON, M: “The Legacy of the Market Citizen”, New Legal Dynamics of European Union, J. SHAW ve G. MORE (Eds.), Oxford University Press, Oxford 1995
FINER, Samuel .E.: “Notes Towards a History of Constitutions”, Constitutions in Democratic Politics, Vernon BOGDANOR (Ed.), Aldershot Publishing Co., Gover 1988
FISCHER, Joschka: “From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, C. JOERGES, Y. MENY ve J.H.H. WEILER (Eds.): What Kind of Constitution for What Kind of Polity, European University Institute, Badia-Fiesolana 2000
FLANZ, Gisbert H.: XIX. Asır Avrupasında Anayasa Hareketleri, Anayasacılık Hareketlerinin Mukayeseli Olarak İncelemesine Giriş, (Çev. Necat ERDER, Şerif MARDİN ve Aydın SİNANOĞLU), Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi – New York University, Graduate School of Public Administration and Social Sciences Müşterek Yayınlar Serisi No. 2, Ankara 1956
FRANKENBERG, Günter: “The Return of the Contract: Problems and Pitfalls of European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 6, No. 3 (September 2000)
FRIEDRICH Carl, J.: Constitutional Government and Democracy: Theory and Practice in Europe and America, Ginn and Company, Blaisdell 1968
FRIEDRICH, Carl, J.: The Philosophy of Law in Historical Perspective, The University of Chicago Press, Princeton 1969
GARCIA, J.J.F.: “Flexible Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
GEMALMAZ, Mehmet Semih: “Ulusalüstü Hukuk Düzeni:Avrupa Topluluğu ve İnsan Hakları”, AÜSBF Dergisi, Cilt XLVI, Sayı 1 (1991)
GILMAN, Amanda: “Fundamental Rights”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
GONZALES, Jose Palacio: “The Principle of Subsidiarity (A Guide for Lawyers with a Particular Community Orientation)”, European Law Review, Vol. 20, No. 4 (August 1995)
GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998
GÖLCÜKLÜ, Feyyaz ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitabevi, Ankara 1996
GÖNENÇ, Levent: Anayasa Hukukunda Yeni Eğilimler; Milletlerarası Anayasa Hukuku, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994
GÖNENÇ, Levent: “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 50, Sayı 1 (2001)
GÖNENÇ, Levent: Prospects For Constitutionalism in Post-Communist Countries, Kluwer Law International, The Hague, The Netherlands 2002
GÖNENÇ, Levent ve Ozan ERGÜL: “Yaşayan Anayasa; 2001 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 1 (2002)
GÖNENÇ, Levent, Ozan ERGÜL ve A. Ersoy KONTACI: “Yaşayan Anayasa; 2002 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 48 (Eylül-Ekim 2003)
GÖZLER, Kemal: Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi, Bursa 1998
GÖZÜBÜYÜK, Şeref: Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2002
GRIEF, Nicholas: “The Domestic Impact of the European Convention on Human rights as Mediated Through Community Law”, Public Law, Winter 1991
GRIMM, Dieter: “Does Europe Need a Constitution?”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995)
HABERMAS, Jürgen: “Citizenship and National Identity, Some Reflections on the Future of Europe”, Praxis International, Vol.12, No.1 (April 1992)
HABERMAS, Jürgen: “Remarks on Dieter Grimm’s ‘Does Europe Need a Constitution?’”, European Law Journal, Vol.1, No. 3, (November 1995)
HABERMAS, Jürgen: “Why Europe Needs a Constitution?”, New Left Review, Vol. 11 (September-October 2001)
HALTERN, Urich: “Pathos and Patina: The Failure and Promise of Constitutionalism in the European Imagination”, European Law Journal, Vol 9, No. 1 (February 2003)
HANÇERLİOĞLU, Orhan: İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975
HARTLEY, T.: Constitutional Problems of the European Union, Hart Publishing, Oxford-Portland 1999
HAY, Denys: Europe, The Emergence of an Idea, Edinburgh University Press, Edinburgh 1968
HEKİMOĞLU, Mehmet Merdan: “Avrupa Birliği Hukuku ve 1982 Anayasasına Göre Egemenlik”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 6 (2003)
HEYWOOD, Andrew: Political Ideologies; An Introduction, Macmillan Press Ltd., London 1998
HEYWOOD, Andrew: “Demokrasi”, (Çev. Bircan ÖZTÜRK), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999
HEYWOOD, Andrew: Key Concepts of Politics, St. Martin’s Press, Great Britain 2000
HILF, M.: “The Protection of Human Rights”, European Law and the Individual, Francis Geoffrey JACOBS (Ed), North-Holland Pub. Co., Amsterdam 1976
HIRST, Paul: “The European Union at the Crossroads: Integration or Decline?”, Democracy and Constitutional Culture in the Union of Europe, R. BELLAMY, V. BUFACCHI ve D. CASTGLIONE (Eds.), Lothian Foundation Press, London 1995
HOF, Ulrich Im: Avrupa’da Aydınlanma, (Çev. Şebnem SUNAR), AFA Yayıncılık, İstanbul 1995
HOLMES, Stephen: “Liberalism for a World of Ethnic Passions and Decaying States”, Social Research, Vol. 61, No. 3 (Fall 1994)
HOLMES, Stephen: “Constitutionalism”, Encyclopedia of Democracy, Seymour Martin LIPSET (Ed.), Congressional Quarterly Inc., Washington D.C. 1995 [1995-a]
HOLMES, Stephen: “Conceptions of Democracy in the Draft Constitutions of Post-Communist Countries”, Markets, States and Democracy; The Political Economy of Post-Communist Transformation, Beverly CRAWFORD (Ed.), Wetview Press, Boulder - Colorado 1995 [1995-b]
HOLMES, Stephen: Passions and Constraint – On the Theory of Liberal Democracy, The University of Chicago Press, Chicago-London 1995 [1995-c]
IVISON, Duncan: “Pluralism and the Hobbesian Logic of Negative Constitutionalism”, Political Studies, Vol. XLVII (1999)
KELLERMANN, Alfred: “Türkiye’nin A.B.’ye Entegrasyon Sürecinin Anayasal Boyutları”, Avrupa Birliğine Katılımın Ulusal Hukuk Sistemleri Üzerindeki Etkisi, T.C. Adalet Bakanlığı - T.M.C. Asser Enstitüsü Ortak Semineri, Ankara 12-13 Aralık 2003, Sunum Metinleri
KIRCHHOFF, Paul: “The Balance of Powers Between National and European Institutions”, European Law Journal, Vol. 5, No. 3 (September 1999)
KOOPMANS, T.: “European Public Law, Reality and Prospects”, Public Law, Spring 1991
KRASNER, Stephen D.: “Sovereignty - History of the Concept”, Foreign Policy, January 2001
LA TORRE, Massimo: “Citizenship, Constitution and the European Union”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989
LA TORRE, Massimo: “The Law Beneath Right’s Feet. Preliminary Investigation for a Study of the Charter of Fundamental Rights of the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 4 (December 2002)
LAFFAN, Brigit: “The Politics of Identity”, Journal of Common Market Studies, Vol. 36., No. 1 (1996)
LEANERTS, Koen: “Some Reflections on the Separation of Powers in the European Community”, Common Market Law Review, Vol. 11 (1991)
LIPPOLIS; Vincenzo: “European Citizenship: What it is and What it could be?”, European Citizenship; An Institutional Challenge”, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1998
LISBET, Kirk: “Swedes Want a Say on New EU Constitution”, EUobserver – 04.05.2004
LOCK, Grahame: “Impossible Europe? Problems and Contradictions in the European Idea”, Nederlands Tijdschrift voor Rechtsfilosofie en Rechtstheorie, Vol. 13 (1995)
LOUGHLIN, John: “The Regional Question, Subsidiarity and the Future of Europe”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003, Session Papers & Abstracts
MacCORMICK, Neil: “Beyond The Sovereign State”, Modern Law Review, Vol 56 (1993)
MADDOX, Graham: “A Note on the Meaning of ‘Constitution’ ”, The American Political Science Review, Vol. 76 (1982)
MADDOX, Graham: “Constitution”, Political Innovation and Conceptional Change, Terence BALL, James FARR ve Russell H. HANSON (Eds), Cambridge University Press, Cambridge - New York 1989
MAHONY, Honor: “Poles May Call referendum on Constitution”, EUobserver – 28.04.2004 [2004-a]
MAHONY, Honor: “Europe must take itself seriously, says top Brussels envoy”, EUObserver – 29.07.2004 [2004-b]
MAHONY, Honor: “Row over Christianity in the Constitution Heats up”, EUobserver – 24.05.2004 [2004-c]
MAHONY, Honor: “Petition for Christianity in the Constitution”, EUobserver – 14.04.2004 [2004-d]
MAJONE, Giandomenico: “Europe’s ‘Democratic Deficit’: The Question of Standards”, European Law Journal, Vol. 4, No. 1 (Mart 1998)
MANCINI, Frederico: “The Making of A Constitution for Europe”, Common Market Law Review, Vol. 26 (1989)
McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-I, Ancient and Medieval, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., USA 1968
McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-II, From Machiavelli to Burke, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., USA 1968
MORROW, John: History Of Political Thought, A Thematic Introduction, Macmillan Press LTD, Malaysia 1998
NENTWICH, Michael ve Gerda FALKNER: “Intergovernmental Conference 1996: Which Constitution for the Union?”, European Law Journal, Vol. 2, No. 1 (March 1996)
NEUNREITHER, Karlheinz: “The Democratic Deficit of the European Union: Towards Closer Cooperation between the European Parliament and the National Parliaments”, Government and Opposition, Vol. 29 (1994)
NICOLAIDIS, Kalypso: “Our European Demoi-cracy. Thoughts on the Constitutional Debate”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003, Session Papers & Abstracts
ONAR; Erdal: “Türkiye’nin Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sistemine Geçmesi Düşünülmeli midir?”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayını, No 12, Ankara 2001
ÖZBEK, Nadir: “Osmanlı’dan Günümüze sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, Sayı 92 (Bahar 2002)
ÖZBUDUN, Ergun: Demokrasiye Geçiş Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993
ÖZBUDUN, Ergun: Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2002
ÖZDEMİR, Sahir: Avrupa Topluluğunda İkincil Mevzuat ve Karar Alma Usulleri, Ankara 2001
PANTELİS, Antonis: “Yunan Anayasası’ndaki Yeni Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002
PAZARCI, Hüseyin: Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 27.
PESCATORE, P.: “International Law and Community Law; A Comparative Analysis, Common Market Law Review, (1970)
PETERSMANN, Ernst-Ulrich: “Proposals for a Constitution for the European Union: Building-Blocks for a Constitutional Theory and Constitutional Law of the EU”, Common Market Law Review, Vol. 32 (1995)
PRENTOULİS; Nikos: “On the Technology of Collective Identity: Normative Reconstructions of the Concept of EU Citizenship”, European Law Journal, Vol. 7, No. 1 (June 2001)
POGGI Gianfranco: Çağdaş Devletin Gelişimi; Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev. Şule KUT ve Binnaz TOPRAK), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991
PORTER, Roy: The Enlightenment; Studies in the European History, The Macmillan Press Ltd., Hong Kong 1992
RAKOVE, Jack: “Europe’s Fathers (European Union Proposed Constitution)”, Foreign Policy, September-October 2003
REICH, Norbert: “A European Constitution for Citizens: Reflections on the Rethinking of Union and Community Law”, European Law Journal, Vol. 3, No. 2 (June 1997)
REICH, Norbert. “Union Citizenship - Metaphor or Source of Rights?”, European Law Journal, Vol 7, No. 1 (March 2001)
ROSENFELD, Michel: “The European Convention and Constitution Making in Philadelphia”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)
RUDOLF, Beate: “European Union”, International Journal of Constitutional Law, Vol 1, Issue 1 (January 2003)
RUSSELL, Peter, H.: Constitutional Odyssey: Can Canadians Become a Sovereign People?, University of Toronto Press, Toronto 1992
SARTORI, Giovanni: “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, The American Political Science Review, Vol. 56, No. 4 (1962)
SARTORI, Giovanni: “Comment on Maddox”, The American Political Science Review, Vol. 78 (1984)
SARTORI, Giovanni: Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev: Tunçer KARAMUSTAFAOĞLU ve Mehmet TURHAN), Yetkin Yayınevi, Ankara 1993
SAWARD, Michael: “Democratic Theory and Indices of Democratization”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994
SCHMIDT, Igno: “Europe: on the Rise to Hegemony or Caught in Crisis?”, Monthly Review, February 2003
SCHMIDT, H.D.: “The Establishment of ‘Europe’ as a Political Expression”, The Historical Journal, Vol . IX, No. 2 (1966)
SCHMITTER, Philippe C ve Terry Lyn KARL: “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, (Çev. Levent GÖNENÇ), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999
SCHMITTER, Philippe, C.: “Constitutional Engineering by ‘Process’ not ‘Product’: ‘Which Europe’ Will Come Out of the Convention?”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003 [2003–a], Session Papers & Abstracts
SCHMITTER, Philippe: “Democracy in Europe and Europe’s Democratization”, Journal of Democracy, Vol. 14, No. 4 (October 2003) [2003-b]
SCHÖPFLIN, George: “The Political Traditions of Eastern Europe”, Daedalus, Vol. 119, No:1 (Winter 1990) Aynı makale için ayrıca bkz. Eastern Europe… Central Europe… Europe, Stephen GRAUBARD (Ed.), Westview Press, Boulder 1991
SCOTT, Joanne ve David TRUBEK: “Mind the Gap: Law and New Approaches to Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 1 (Mart 2002)
SENCER, Muzaffer: “Uluslararası Hukukun Türk Hukukundaki Yeri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, S. 93 (Mart 1998)
SKINNER, Quentin: The Foundations of Modern Political Thought, Volume Two: The Age of Reformation, Cambridge University Press, Great Britain 1992
SMITH, Brendan: Constitution Building in the European Union, Kluwer Law International, Bomin-Cornwall 2002
SMITH, J. ve W. WALLACE: “Democracy or Technocracy? European Integration and the Problem of Popular Consent”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995)
SNYDER, Francis: “Dimensions and Precipitates of EU Constitutional Law”, European Law Journal, Vol 8, No. 3 (September 2002)
“Society for the Protection of Unborn Children (Ireland) Ltd. v. Grogan: Irish Abortion Law and the Free Movement of Services in the European Community” (Comment), Fordham International Law Journal, Vol. 15 (1991-1992)
SOYSAL, Mümtaz: 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı; 1982 Anayasası’na Bilimsel Yaklaşım, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1986
Summary Of The Draft Constitutional Treaty Drawn up by The Convention, Europe Information Service 2003
TANİLLİ, Server: Uygarlık Tarihi, Çağdaş Dünyaya Giriş, Say Yayınları, İstanbul 1981
TANÖR, Bülent; Necmi YÜZBAŞIOĞLU: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001
TEASDALE, Anthony: “Subsidiarity in Post-Maastricht Europe”, Political Quarterly, Vol. 64, Issue 2, (1993)
TEZCAN, Ercüment: Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları, İstanbul 2002
TEZİÇ, Erdoğan: Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 2003
The Economist – Çeşitli Sayılar
The Guardian – Çeşitli Sayılar
TIILIKAINEN, Teija: “The Problem of Democracy in the European Union”, A Citizens’ Europe; In Search of a New Order, Allan ROSAS ve Esko ANTOLA (Eds.), Sage Publications, Cambridge 1995
TILLY, Charles: Avrupa’da Devrimler 1492-1992, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995
TURHAN, Mehmet: “Anayasa ve Anayasacılık”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 27, Sayı 3 (Eylül 1994)
UYGUN, Oktay: “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı, S. 20, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 2003
WALKER, Nail: “Sovereignty and Differentiated Integration in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998)
WARD, Ian: “The European Constitution and the Nation State”, Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 16, No. 1 (1996)
WATKINS, Frederick: The Age of Ideology – Political Thought, 1750 to the Present, Prentice-Hall, Inc., Englewood, Cliffs, New Jersey 1964
WATKINS, Frederick: The Political Traditions of The West, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts 1967
WEBER, Max: “The Types of Authority”, Theories of Society, T. PARSONS, E. SHILS, K.D. NAEGELE ve J.R. PITTS (Eds.), The Free Press, New York 1961
WEILER, J.H.H.: “European Citizenship - Identity and Differentity”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989
WEILER, J.H.H.: “The Transformation of Europe”, Yale Law Journal, Vol. 100 (1990-1991)
WEILER, J.H.H., U.R. HALTERN ve F.C. MAYER: European Democracy and its Critics”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995)
WEILER, J.H.H.: “Does Europe Need a Constitution? Demos, Telos and the German Maastricht Decision”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995)
WEILER, J.H.H.: “European Neo-Constitutionalism: In Search of Foundations for the European Constitutional Order”, Political Studies, XLIV (1996)
WEILER, J.H.H.: “The Least-Dangerous Branch: a Retrospective and Prospective of the European Court of Justice in the Arena of Political Integration”, The Constitution of Europe: Do the New Clothes Have an Emperor?, Cambridge University Press, Cambridge 1999
WEILER, J.H.H.: “Editorial: Does the European Union Truly Need a Charter of Rights?”, European Law Journal, Vol. 6, No. 2 (June 2000)
WEILER, J.H.H.: “Federalizm ve Anayasacılık: Avrupa’nın Sonderweg’i”, (Çev. T.K.), Cogito, Sayı 36 (Bahar 2004)
WHEARE, K.C.: Modern Anayasalar, (Çev. Mehmet TURHAN), Değişim Yayınları, İstanbul 1984
WIENER, Antje ve Vincent Della SALA: “Constitution-making and Citizenship Practice – Bringing the Democracy Gap in the EU?”, Journal of Common Market Studies, Vol 35, No. 1 (December 1997)
WILKINSON, Michael A.: “Civil Society and the Re-Imagination of European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 9, No. 4 (September 2003)
WINCOTT, Daniel: “Does the European Union Pervert Democracy? Questions of Democracy in New Constitutionalist Thought on the Future of Europe”, European Law Journal, Vol. 4, no. 4 (December 1998)
WYATT, D.: “New Legal Order, or Old?”, European Law Review, Vol. 7 (1982)
XYIDAS, Alexis ve Riccardo MAESTRI,: “Institutional Processes”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004
YAVİ, Ersal; Necla YAZICIOĞLU YAVİ: Batı Medyasına ve Kaynaklarına Göre Avrupa Birliği’nin Önlenemeyen Düşüşü, Yazıcı Yayınevi, İzmir 2004
YAYLA, Atilla: “Liberalizm ve Demokrasi: Mükemmel Olmayan Birliktelik, Tahammülü Güç Ayrılık”, Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999
YÜZBAŞIOĞLU, Necmi: “Oluşturulmakta Olan Avrupa Anayasası Doğrultusunda 1982 T.C. Anayasasında Yapılması Gereken Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002
ZABUNOĞLU, Yahya, Kazım: Bir Hukuk ve Siyasal Bilim Problemi Olarak Devlet Kudretinin Sınırlandırılması, AÜHF Yayınları No: 185, Ankara 1963
ZERVAKIS, Peter: “The Post-Nice Process: Towards a European Constitution?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Sayı 1, No 3 (Güz 2002)
KISALTMALAR
A.A.E.T Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu
A.B. Avrupa Birliği
A.B.D. Amerika Bileşik Devletleri
A.E.T. Avrupa Ekonomik Topluluğu
A.G.İ.K. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı
A.İ.H.S. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
A.K.Ç.T Avrupa Kömür Çelik Topluluğu
A.T.A.D. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı
A.Ü.S.B.F. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Bkz. Bakınız
BVerfGE Bundesverfassungsgericht
C. Cilt
Çev. Çeviren
dn. Dipnot
Düz. Düzenleyen
E.C.J. European Court of Justice
Ed. Editor/Editör
Eds. Editors
E.U. European Union
f. Fıkra
m. Madde
M.Ö. Milattan önce
No. Number
Örn. Örneğin
s. Sayfa
S. Sayı
T.A. Taslak Anayasa
T.C. Türkiye Cumhuriyeti
U.S.A. The United States of America
v. Versus
vd. ve devamı
Vol. Volume
TABLOLAR:
Tablo 1: Avrupa Halklarının Avrupa Anayasası’nın Yapım Sürecine
Katılım İmkânları...................................................................................................s.108
Tablo 2: Amsterdam Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olan Oy Dağılımı
ve Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması................................................................s. 175
Tablo 3: Nice Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olacak Oy Dağılımı
ve Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması.................................................................s. 176
Tablo 4: Taslak Anayasa ile Nitelikli Çoğunluk Sistemine Geçilen Alanlar......................s. 181