kasım 2012 tarihli materyal dergisi

16
1980 darbesinden sonra Özal ile başlayan ve sivil- leşme olarak etiketlenen yeni dönem, aslında ser- mayenin gözle görülür bir biçimde ön plana çıkarıldı- ğı ve hemen her alanda söz sahibi hale getirildiği bir dönem oldu... İktisadi doktrinler ge- nel anlamda ihtiyaç- tan doğarlar ve bu ihtiyacı karşılamak için gerekli teorik düzen- lemeyi yaparak iktisat biliminin gelişmesine katkıda bulunurlar... TEK YOL NEOKLASİK İKTİSAT ! 95 YILLIK MİRAS: SOVYETLER BİRLİĞİ BUGÜN NE ANLAMA GELİYOR? Bundan 95 yıl önce bu zamanlarda, Julyen Takvimine göre 24 Ekim, Gregoryan Takvimine göre 7 Kasım sabahı, Rusya’ da yer yerinden oynadı... 500’den fazla öğrenci cezaevlerinde tutuluyor. Bazıları “terörist” olmuş, bazılarının ise “terörist” olup olmadığı “kararlaştırılmaya” çalışılıyor. Eğer uslu bir çocuk olmazsanız, belki bir gün siz bile “terörist” olabilirsiniz. >> Sayfa 10 kasım ‘12 MATERYAL: NEDEN, NASIL? ||SAYFA 3 ||SAYFA 13 ||SAYFA 6 ||SAYFA 4 “ARAP BAHARI” ÜZERİNE: YAZ BAHARIM DÖNDÜ KIŞA... Kul Maksudi’nin türküsüdür “Yaz Baharım Döndü Kışa”. Büyük bir hayal kırıklığı, buruk- luk taşır içinde. Öyle ki; teşhisle sellere, yel- lere, yollara merhametsizlik atfeder. Yakınır. Sonunda da aman amanlar, eyvah eyvahlar... ||SAYFA 8 ÖRGÜTSÜZ BAHARLAR NEREYE KADAR? Zira, özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçten sonra, örgütsüz halk hareketlerine dair pek çok yazı yazıldı, bu konuda pek çok tartışma döndü. Bir noktada kendiliğinden halk hareketlerinin varlığından.... AYLIK ÖĞRENCİ YAYINI SAYI:1 1 TL THINK THANK’LERİN TÜRKİYE’DE ORTAYA ÇIKIŞ ZEMİNİ

Upload: berkay-avsar

Post on 24-Mar-2016

251 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

Materyal Dergisinin ilk sayısı.

TRANSCRIPT

Page 1: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

1980 darbesinden sonra Özal ile başlayan ve sivil-leşme olarak etiketlenen yeni dönem, aslında ser-mayenin gözle görülür bir biçimde ön plana çıkarıldı-ğı ve hemen her alanda söz sahibi hale getirildiği bir dönem oldu...

İktisadi doktrinler ge-nel anlamda ihtiyaç-tan doğarlar ve bu ihtiyacı karşılamak için gerekli teorik düzen-lemeyi yaparak iktisat biliminin gelişmesine katkıda bulunurlar...

TEK YOL NEOKLASİK İKTİSAT !

95 YILLIK MİRAS: SOVYETLER BİRLİĞİ BUGÜN NE ANLAMA GELİYOR?

Bundan 95 yıl önce bu zamanlarda, Julyen Takvimine göre 24 Ekim, Gregoryan Takvimine göre 7 Kasım sabahı, Rusya’ da yer yerinden oynadı...

Van Depremi>> Sayfa 2

500’den fazla öğrenci cezaevlerinde tutuluyor. Bazıları “terörist” olmuş, bazılarının ise “terörist”

olup olmadığı “kararlaştırılmaya” çalışılıyor.

Eğer uslu bir çocuk olmazsanız, belki bir gün siz bile “terörist” olabilirsiniz.

>> Sayfa 10

kasım ‘12

MATERYAL: NEDEN, NASIL?||SAYFA 3

||S

AY

FA

13

||S

AY

FA

6

||S

AY

FA

4

“ARAP BAHARI” ÜZERİNE:YAZ BAHARIM DÖNDÜ KIŞA...

Kul Maksudi’nin türküsüdür “Yaz Baharım Döndü Kışa”. Büyük bir hayal kırıklığı, buruk-luk taşır içinde. Öyle ki; teşhisle sellere, yel-lere, yollara merhametsizlik atfeder. Yakınır. Sonunda da aman amanlar, eyvah eyvahlar... ||

SA

YF

A 8

ÖRGÜTSÜZ BAHARLAR NEREYE KADAR?

Zira, özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçten sonra, örgütsüz halk hareketlerine dair pek çok yazı yazıldı, bu konuda pek çok tartışma döndü. Bir noktada kendiliğinden halk hareketlerinin varlığından....

AYLIK ÖĞRENCİ YAYINI SAYI:1 1 TL

THINK THANK’LERİNTÜRKİYE’DE ORTAYA ÇIKIŞ ZEMİNİ

Page 2: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 20122

Yayın Kurulundan...

İçinde bulunduğumuz za-man diliminde sosyal bi-limler alanında ve özellik-

le sosyal bilimler öğrencileri arasında egemen olan anla-yışın; bir tür kariyerizm, çe-şitli biçimlere bürünmüş li-beralizm, yeniden hortlayan sosyal demokrasi ve yeni sol akımlar olduğu aşikârdır. Bu-nun yanında geleceğin sos-yal bilimcileri olacak sosyal bilimler öğrencilerinin bir tür üretimsizlik hâli içerisinde oldukları ve kendi gerçeklik-lerini kabullenmedikleri söy-lenebilir. Bizler dünyaya, ülke-mize, sosyal bilimler alanı-na Tarihsel Materyalizmin penceresinden bakıyoruz. Bunun yanında sadece sos-yal bilimleri ve onun konusu olan insanlığı anlamaya de-ğil dönüştürmeye çalışıyo-ruz. Bu bağlamda Materyal

ekibi olarak gerek akademik gerekse de sosyal bilimlerin eğitimi sahasında kendisini egemen olarak dayatmaya çalışan bahsi geçen anlayış-ların karşısında olduğumuzu belirtmek durumundayız. El-bette karşıtlıklarımızı tanım-lamanın yeterli olmadığının da farkındayız. Buradan yola çıkarak Tarihsel Materyaliz-min bize sunduğu çerçeve ile çeşitli başlıklarda üretim-ler yapma iddiasını taşıyoruz. Materyal ekibi olarak bir amacımız da benzer kaygılar ve düşüncelerden kaynaklı üretim yapma ça-basında olan insanları belli bir çevrede toplayabilmek, beraber üretebilmektir. Bu çerçevede üretim yapma-ya istekli herkese, Materyal dergisinin sayfaları sonuna kadar açıktır.

Page 3: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 2012 3

Teknolojinin gelişimi pek çok konuyla beraber bireylerin kendilerini ifade etme alanlarını da

genişletti. Bugün pek çok platform ve yapı, dünya üzerindeki pek çok kişinin kendini ifade edebil-meleri için bir araç olarak görevini iyi bir şekilde yerine getirmekte. Bilimsel alandaki gelişmeler de bu teknoloji gelişiminden faydalanmıyor de-ğil. Örneğin bir zamanlar, sosyal bilimler alanına dair düşüncelerini ve tezlerini yayınlayabilmek adına hâlihazırda yayınlanan bir dergi bulmak ve yazdıklarını yayınlatmak veya daha da zoru yeni bir dergi çıkarmak zorunda olan insanlar bugün rahatlıkla alan bulabilmektedir. Fakat hemen her alanda olduğu gibi, sosyal bilimler alanındaki üretimin de toplumsal koşullardan alabildiğine etkilendiğini görmekteyiz. Disiplinler arası ayrı-lığın keskinleştirilme çabası, tarihin ilerleyişine dair temeli olmayan pek çok “teorik” girdi, bu etkilenmenin sonucu olarak sosyal bilimler ala-nında yer etmiştir. Sanıyoruz ki bu etkilenme-nin tarihsel materyalizm adına büyük bir deza-vantaj olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 20. Yüzyılın ardından gelen, alanı ideolojilerden arındırma ve tarihin son noktası olarak kapitaliz-min alternatifsizliğini ortaya koyma çabasında, tarihin bu tarzda bir yorumunu kabul edemeyen tarihsel materyalizmin, savunucuları geri çekil-diği ölçüde geri çekilmesi ve mevzi koruma du-rumuna dönmesi kaçınılmazdı. Yaşadığımız son 20 yıllık süreci, sosyal bilimler alanında tarihsel materyalizmin geri çekildiği ve mevzi koruma ça-basında olduğu bir süreç olarak işaretleyebiliriz.Tarihsel materyalizmin sosyal bilimler alanından tamamen uzaklaştırılması gibi bir durumdan de-ğil, bu bakış açısının itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bununla birlikte alan olarak kendine ODTÜ Sosyal Bilimler fakültelerini seçmiş bir dergi için tüm bu toplumsal formasyo-nu ve bu yolla tarihsel materyalizmin sosyal bi-limler alanı içerisinde kapladığı yeri ve konumunu tek başına değiştirebilecek olma iddiası, sanıyoruz ki abartılı olacaktır. Peki, bu dergiyi çıkarmaktaki amacımız nedir? Her ne kadar tarihsel materya-

lizmin evrensel çaptaki sorumluluğunu salt kendi omuzlarımızda taşıyamayacak olsak da, ODTÜ’de Sosyal Bilimler alanında öğrenim gören örenciler olarak kendi alanımızda bu kavgayı verme iddi-asını taşımaktayız. ODTÜ Sosyal Bilimler alanını da dünyanın geri kalanından bağımsız düşüne-mediğimiz ölçüde, bu alanı da sarmalamış olan egemen ideolojinin karşısında, kendi ideolojimiz-le durma çabası ve kaygısıyla yazıyor, tartışıyoruz. Buradan çıkarılabilecek en kaba hâliyle amacımız; gerek gündelik olaylar ve gelişmeler üzerinden gerekse zamana direnen tartışmalarda, kendi ba-kış açımız üzerinden bir yorum getirmek, olayla-rı tartışmak, tartıştırmaktır. Akla gelebileceğinin aksine “Materyal” teorik bir yayın değildir. Aylık gündemleri olan, bu gündemler üzerinden kendi bakış açısı çerçevesinde üretim yapan fakat yeri geldiğinde kendi alanındaki tartışmaları da gün-demde olup olmamasından bağımsız olarak tar-tışabilen bir dergi olacak. Bu anlamda derginin bir diğer çıkış amacını da tartışma başlatmak veya var olan tartışmalara yeni bir açıdan yaklaşarak zenginleştirmek kaydıyla Sosyal Bilimler öğrenci-lerinin bu tartışmalara yabancı kalmasının önü-ne geçmek veya daha ileri olarak bu tartışmalara katkı koymaya özendirmek olduğu söylenebilir. Bu anlamda dergimizin sayfaları da katkı koy-mak isteyen arkadaşlara her daim açık olacaktır.Dergimizin çıkış amacını, üzerinde durduğu çizgiyi ve tutturmaya çalıştığı tarzı anlatma-ya çalıştık az çok. Biz bir anlamda Sosyal Bi-limler alanını üretkenliğini ortaya çıkarmaya davet ediyoruz. Kendi dünya görüşümüz çerçe-vesinde dünyayı değerlendiriyor, kültür-sanat dâhil olmak üzere toplumsal alanda hiçbir boş-luk bırakmadan yazıyor, çiziyoruz. Biz bu çaba-mıza bu sayfaları okuyan arkadaşları da davet ediyoruz. Materyal’ i, ODTÜ’de Sosyal Bilim-ler alanında öğrenim gören öğrencilerin bera-ber üretebileceği, tartışabileceği bir araç olarak gördükçe, heyecanlanıyoruz. Yolumuz açık ol-sun.

MATERYAL: NEDEN, NASIL?

Page 4: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 20124

Think Tank kavramının sos-yal bilimler açısından yeni bir kavram olduğu söylenebilir. Ancak, bir o kadar da, son yıllardaki popülerliği nede-niyle çeşitli çalışmalarda sıkça adına rastladığımız ve aşina olduğumuz bir terim. En ge-nel anlamı itibariyle, düşünce kuruluşları, düşünce depoları, vb. olarak türkçeye çevirebile-ceğimiz Think Tank’ler, belirli konularda veri toplayan, araş-tırma ve analiz yapan, bunlara dair yeni düşünceler üreten, bunları basılı yayınlar ve inter-net siteleri gibi yollarla top-lumla paylaşan kuruluşlardır. Bu ana misyonları nedeniyle düşünce kuruluşlarının özün-de bağımsızlık ve özerklik

karakterinin olması gerekir. Bilindiği üzere bu nedenle dü-şünce kuruluşları çoğu zaman hükümetin, siyasi partilerin ya da herhangi başka bir züm-renin etkisinden bağımsız olan dolayısıyla üretimini bir grubun güdümünde yapma-yan, bunların getirdiği özerk-lik içersinde özgürce yaratıcı üretimlerde bulunabilen ve demokrasiye, özgürce tartış-ma ortamına olanak sağlayan sivil toplum kuruluşları olarak tanımlanırlar. Think Tank’lere benzer kuru-luşların tarihi 1800’lere kadar geriye götürülebilir ancak modern anlamıyla düşünce kuruluşlarına 1970’ten sonra-

ki süreçte, özellikle de 1980’le beraber rastlıyoruz. Türkiye’de de Think Tank’lerin kuruluşu hemen hemen aynı tarihlere rastlıyor ve“sivilleşen Türkiye” söyleminin gündemde ol-duğu sürece tekabül ediyor. Peki Think Tank’lerin tanımı gereği temel şiarlarından olan bağımsızlık ve özerklik ilkeleri bu erken kuruluş döneminde gerçekleştirilebilmiş midir? Benim tezim tam da 80’lerin ve 90’ların yani düşünce ku-ruluşlarının içine doğdukları dönemin politik-ideolojik ka-rakteri nedeniyle Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının ortaya çıkışının bağımsız ve özerk ça-lışmalar zemininde olmadığı-dır. Bunu anlayabilmek için bu

yıllardaki siyasal ve kültürel değişime ve Think Tank’lerin kuruluş zeminine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.Türkiye’de düşünce kuruluş-larının 90’lı yıllarda artmış ol-makla birlikte, 80’lerde Özal dönemiyle birlikte kurulmaya başladığını görüyoruz. Bu sü-recin, 1980 öncesinde politika sahasında, medyada, kültür işlerinde isimlerine pek rast-lamadığımız -ki bunun dö-nemin politik atmosferinden dolayı bilinçli bir saklanma hali olduğu söylenebilir- iş adamlarının artık ekonomik, politik ve kültürel alanlarda, medyada boy göstermeye başlamalarıyla paralel giden

DÜŞÜNCE KURULUŞLARININ ( THİNK TANK’LERİN ) TÜRKİYE’DE ORTAYA ÇIKIŞ ZEMİNİ

Cansu OBA

Page 5: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

bir süreç olduğu söylenebilir. Ve Özal Türkiyesi bu durumu anlamlandırmak için kilit nok-tadır. 1980 darbesinden sonra Özal ile başlayan ve sivilleşme ola-rak etiketlenen yeni dönem, aslında sermayenin gözle görülür bir biçimde ön plana çıkarıldığı ve hemen her alan-da söz sahibi hale getirildiği bir dönem oldu. Bunun için iş adamlarının kamuoyundaki imajlarının saygın hale geti-rilmesi, onların topluma yön gösteren birer “kanaat önderi”, birer “bilge insan”a dönüşme-lerini sağlamak gerekiyordu. Öyle ki, 70’li yıllarda “komprador burjuvazi” olarak zihinlerde yer edinen iş adamı imajı 80’li ve 90’lı yıllarda yerini giderek daha ılımlı ve hatta daha “sevecen” bir ima-ja bıraktı. Önce 80’li yıllarda dilimiz patron kelimesinden arınmaya başladı ve iş adam-ları birer “işveren”, “istihdam ve refah yaratan” olarak beli-rir hale geldi. İş adamları ve sanayicilerin hepten saygınlık abidesi haline gelmeleri ise 90’ların konusu oldu. Nejat F. Eczacıbaşı, İshak Alaton, Üze-yir Garih gibi “entelektüel” iş adamlarının ve yine başka bir doğrultuda da olsa kendini kamuoyuna mal etmeye çalı-şan “Anadolu Kaplanları”ndan Sakıp Sabancı ve benzerle-rinin parlatılarak medyada servis edilmeleri ise çok ge-cikmeden aynı tarihlerde birbirini izledi. Örneğin; Sa-bah gazetesinde 17 Temmuz 1994 tarihinde yayınlanan yazısında Zülfü Livaneli, Nejat F. Eczacıbaşı’nın sanatsal ve kültürel derinliğine,çapına ve çevresinde olup bitenlere kar-şı duyarlılıklarına çekinmeden methiyeler sıralayabilmiştir ve bunun gibi örneklerin sayısı istisna denilebilecek sınırı bir hayli aşmış durumdadır. Bu durum 80’lerdeki neolibe-ral politikalara entegre olmuş bir Türkiye yaratma hedefiyle oldukça uyum içersindeydi ve ideolojik olarak da yeni araçlarla beslenmesi gere-kiyordu. Türkiye’de düşünce kuruluşları ilk kez tam da bu boşluğu doldurmak üzere yola çıktı. 1980 öncesinde kendi iş alanları konusunda tartışan, fikir beyan eden iş adamları 80’li yıllarla birlikte

kendi beyanat alanlarını olabildiğince genişlettiler ve başta siyaset olmak üzere kamuoyunu ilgilendiren hemen her konuya müdahil olmaya başladılar. Think Tank’ler ve benzeri sivil top-lum kuruluşları bu noktada iyi birer araç olarak kullanılmaya başlandılar. Bu nedenle döne-min pek çok düşünce kurulu-şunun iş adamları tarafından kurulması tesadüf sayılma-malıdır. Bu nokta düşünce kuruluşlarının niçin bağımsız ve özerk kuruluşlar olarak ortaya çıkmadığını anlamaya yardımcı olur. Özellikle dö-nemin düşünce kuruluşları bir tür çift taraflı meşrulaş-tırma işlevi görüyordu. Hem bünyesinde bulunan ve öne çıkan iş adamları sayesinde sermayedarların toplumsal statüsünü yükselten kendin-den menkul bir meşrulaştır-ma mekanizması işliyordu; hem de bu kuruluşlar Özal’lı yılların Türkiye’sini üretimleri ve beyanatlarıyla ideolojik an-lamda besliyorlar ve serbest piyasa ekonomisine doğru-dan bağlı yeni Türkiye mode-lini meşrulaştırıyorlardı. Hü-kümet ve sermaye sınıfı olarak bu iki odak karşılıklı olarak bir-birini beslemekte ve birbirine alan açmakta olduğu için aksi bir durum olması da ihtimal dahilinde değildi. Bu ilişkiler ışığında, örneğin öncesinde de farklı bir isimle var olan ancak 1993 yılında TESEV adını alan düşünce ku-ruluşuna en çok destek veren-ler arasında Bülent Eczacıbaşı, İshak Alaton ve Feyyaz Berker gibi 80’lerle beraber isimleri-ne sıkça rastlamaya başladı-ğımız ünlü iş adamlarının ol-ması şaşırtıcı değildir. Ve yine Bülent Eczacıbaşı başkanlığı döneminde TESEV’in önder-liğinde yapılması planlanan Kürt Barışı Konferansı’ndan sonradan niye vazgeçilmiş olunduğu bu organik ilişkiler baz alınarak incelenmelidir. Bunu yaparken dikkat edilme-si gereken nokta ise dönemin TESEV ve benzeri düşünce ku-ruluşlarının gerçek anlamda, düşünce kuruluşlarının tanı-mında da tarif edilen standart-ları karşılayamayacağı çünkü iş adamlarının devletin resmi ideolojisine ciddi anlamda ve onarılamayacak şekilde ters

düşecek ve dolayısıyla siyasi iktidarla gerilim yaratacak bir duruma düşmeyecekleridir.ların topluma yön gösteren birer “kanaat önderi”, birer “bilge insan”a dönüşmelerini sağlamak gerekiyordu. Öyle ki, 70’li yıllarda “komprador burjuvazi” olarak zihinlerde yer edinen iş adamı imajı 80’li ve 90’lı yıllarda yerini giderek daha ılımlı ve hatta daha “sevecen” bir imaja bı-raktı. Önce 80’li yıllarda di-limiz patron kelimesinden arınmaya başladı ve iş adam-ları birer “işveren”, “istihdam ve refah yaratan” olarak beli-rir hale geldi. İş adamları ve sanayicilerin hepten saygınlık abidesi haline gelmeleri ise 90’ların konusu oldu. Nejat F. Eczacıbaşı, İshak Alaton, Üze-yir Garih gibi “entelektüel” iş adamlarının ve yine başka bir doğrultuda da olsa kendini kamuoyuna mal etmeye çalı-şan “Anadolu Kaplanları”ndan Sakıp Sabancı ve benzerle-rinin parlatılarak medyada servis edilmeleri ise çok ge-cikmeden aynı tarihlerde birbirini izledi. Örneğin; Sa-bah gazetesinde 17 Temmuz 1994 tarihinde yayınlanan yazısında Zülfü Livaneli, Nejat F. Eczacıbaşı’nın sanatsal ve kültürel derinliğine,çapına ve çevresinde olup bitenlere kar-şı duyarlılıklarına çekinmeden methiyeler sıralayabilmiştir ve bunun gibi örneklerin sayısı istisna denilebilecek sınırı bir hayli aşmış durumdadır. Bu durum 80’lerdeki neolibe-ral politikalara entegre olmuş bir Türkiye yaratma hedefiyle oldukça uyum içersindeydi ve ideolojik olarak da yeni araçlarla beslenmesi gere-kiyordu. Türkiye’de düşünce kuruluşları ilk kez tam da bu boşluğu doldurmak üzere yola çıktı. 1980 öncesinde kendi iş alanları konusunda tartışan, fikir beyan eden iş adamları 80’li yıllarla birlikte kendi beyanat alanlarını olabildiğince genişlettiler ve başta siyaset olmak üzere kamuoyunu ilgilendiren hemen her konuya müdahil olmaya başladılar. Think Tank’ler ve benzeri sivil top-lum kuruluşları bu noktada iyi birer araç olarak kullanılmaya başlandılar. Bu nedenle döne-min pek çok düşünce kurulu-

şunun iş adamları tarafından kurulması tesadüf sayılma-malıdır. Bu nokta düşünce kuruluşlarının niçin bağımsız ve özerk kuruluşlar olarak ortaya çıkmadığını anlamaya yardımcı olur. Özellikle dö-nemin düşünce kuruluşları bir tür çift taraflı meşrulaş-tırma işlevi görüyordu. Hem bünyesinde bulunan ve öne çıkan iş adamları sayesinde sermayedarların toplumsal statüsünü yükselten kendin-den menkul bir meşrulaştır-ma mekanizması işliyordu; hem de bu kuruluşlar Özal’lı yılların Türkiye’sini üretimleri ve beyanatlarıyla ideolojik an-lamda besliyorlar ve serbest piyasa ekonomisine doğru-dan bağlı yeni Türkiye mode-lini meşrulaştırıyorlardı. Hü-kümet ve sermaye sınıfı olarak bu iki odak karşılıklı olarak bir-birini beslemekte ve birbirine alan açmakta olduğu için aksi bir durum olması da ihtimal dahilinde değildi.

Bu ilişkiler ışığında, örneğin öncesinde de farklı bir isimle var olan ancak 1993 yılında TESEV adını alan düşünce ku-ruluşuna en çok destek veren-ler arasında Bülent Eczacıbaşı, İshak Alaton ve Feyyaz Berker gibi 80’lerle beraber isimleri-ne sıkça rastlamaya başladı-ğımız ünlü iş adamlarının ol-ması şaşırtıcı değildir. Ve yine Bülent Eczacıbaşı başkanlığı döneminde TESEV’in önder-liğinde yapılması planlanan Kürt Barışı Konferansı’ndan sonradan niye vazgeçilmiş olunduğu bu organik ilişkiler baz alınarak incelenmelidir. Bunu yaparken dikkat edil-mesi gereken nokta ise dö-nemin TESEV ve benzeri dü-şünce kuruluşlarının gerçek anlamda, düşünce kuruluşla-rının tanımında da tarif edilen standartları karşılayamayaca-ğı çünkü iş adamlarının dev-letin resmi ideolojisine ciddi anlamda ve onarılamayacak şekilde ters düşecek ve dola-yısıyla siyasi iktidarla gerilim yaratacak bir duruma düşme-yecekleridir.

Kasım 2012 5

Page 6: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

95 YILLIK MİRAS:SOVYETLER BİRLİĞİ BUGÜN NE ANLAM İFADE EDİYOR?

Bundan 95 yıl önce bu za-manlarda, Julyen Takvimine göre 24 Ekim, Gregoryan Takvimine göre 7 Kasım sa-bahı, Rusya’ da yer yerinden oynadı. Bolşevikler, Şubat’ ta gerçekleşen burjuva devri-minin yetersizliği, ileri adım atılması konusunda hemen her kurulda ateşli tartışma-lar yürütürken, Rusya’ nın reformistleri henüz Rusya’ da sosyalizm için gerekli koşulların oluşmadığından bahsederken, Burjuva devri-mi bile tehlikeye girdi. Karşı devrim ihtimali tüm devrimci güçleri rahatsız etmişti, ama bu ihtimalin ne kadar yakıcı ve gerçek olduğunu ve ileri adım atılmazsa kaçınılmaz

olduğunu yalnızca Bolşevik-ler görebildi. 6 Kasım gecesi başlatılan hareketlerle ikti-dar alındı ve Sovyetler Birliği Genel Kuruluna* devredildi. 7 Kasım sabahı Bolşevikler, iktidarı alıp Sovyetler Birliği Genel Kuruluna devrettiğini açıkladığında kurul içinde dahi muhalefetle karşılaştı-lar. Ama Bolşevikler kapıyı açmıştı bir kere, geçmeyen-lerin tarihin tozlu sayfaların-da kaybolmaya mahkûm ol-duğu bir kapıydı.

Biraz duygusal bir değerlen-dirme olduğu su götürmez yukarıdaki cümlelerin, ama eğer dünyanın 1/3’ inin ken-di kaderini eline aldığı bir sabahtan, dünya üzerinde

bugün hâlâ benzerini gör-mediğimiz ölçüde kendi in-sanlarına sosyal ve ekonomik eşitlik sağlayan bir iktidardan bahsediyorsanız içinizdeki “insanın” tepkilerini görmez-den gelemiyorsunuz. Bu öl-çüde yazının geri kalanı bo-yunca da içine girebileceğim kimi öznel değerlendirmeler konusunda mazur görülmeyi rica ediyorum.

Büyük Ekim Devrimi’ ni de-ğerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken birkaç nokta var. Özellikle bugüne bıraktığı mirasları anlayabilmek adına bu dev-rimin yapıldığı konjonktüre ve bu devrimi gerçekleşti-ren Bolşeviklere göz atmak

gerekir. Öncelikle söylemek gerekir ki, Sosyalist bir dev-rim için muhtemelen en el-verişsiz yer Rusya idi. Avrupa’ nın sanayisi en az gelişmiş, işçi sınıfı en küçük ve tüm Avrupa’ nın en büyük gerici birikiminin bulunduğu yer Rusya idi. Özellikle refor-mist yaklaşımlar o dönem-de anlaşılabilir boyutta idi bu nedenlere bağlı olarak. Ama bir sosyalist için devri-min öngerekleri açısından kıstasları alabildiğine daraltan Bolşevikler, bunun hem mümkün hem de gerekli olduğunu tüm dünyaya muazzam bir örnekle göstermiş oldu. İnsanın insanı sömürdüğü

İsmail Berkay AVŞAR

Kasım 20126

Page 7: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 2012 7her yerde sosyalizm günceldir ve yapılabilir. Bu şiar Lenin ve arkadaşlarını tarihteki en büyük proletarya diktatörlüğü deneyimine yönlendirdi. Her ne kadar burada oldukça yüzeysel bahsetmiş olsak da, o zamanın konjonktürüne ba-kıldığında böylesi bir devri-mi gerçekleştirmenin hem teorik anlamda dünya ça-pındaki Marksistlerle girilen tartışmalar açısından hem de diğer sol siyasi öznelerle ve-rilen siyasi kavga açısından büyük bir kararlılık ve cesaret gerektirdiğini görmek lazım. Bugün andığımız bu büyük olay, bu cesaret ve kararlılığa sahip kadrolar ve kaderini eli-ne almak için her şeyi yapa-bileceğini gösteren bir halk tarafından gerçekleştirildi. Bu anlamda Ekim Devrimi, hâlen saygıyla anılan bir olay olarak tarihte yer almaktadır.

Tüm bunlar demek değildir ki Ekim Devrimi mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiş bir devrimdi. Yukarıda da bahsettiğimiz pek çok açı-dan böylesi bir devrimin mü-kemmel olmasını beklemek idealizm olurdu ki bunca ta-rihsel deneyimden ve ders-ten sonra dahi gerçekleşecek bir devrimden mükemmeli-yet beklemek akıldışıdır. Zira bu eylem, teorinin pratiğe geçirilmesi eylemidir ve doğ-rusuyla yanlışıyla meşrudur. Pek çok denenmiştir, dene-necektir. Bu anlamda Ekim Devrimi’ nin eleştirisi sonuna kadar meşru olmakla birlikte Ekim Devrimi’ nin yanlışlarını da meşru ve gerekli görmek bu değerlendirmenin vaz-geçilmezidir. Daha önce ha-yata geçirilmemiş bir yapıyı hayata geçirmeye çalışırken hata yapmanız kadar doğal bir durum yoktur. Bu anlam-da Ekim Devrimi’ nin eleş-tirisine yöntemsel bir bakış olarak Rosa Luxemburg’ un “Rus Devrimi” adlı kitabına bakılabilir.

Devrim sürecini geçip Sov-yet deneyimine gelecek olursak yine insanlık tarihi açısından pek çok büyük ilerlemeye şahit oluruz. Bize en yakın ve en somut örnek olarak denebilir ki Türkiye Cumhuriyet’ inin üzerinde

şekillendiği iki ana ayaktan biri, Ekim Devrimidir. Uluslararası dengeleri alt üst ederek yalnızca iki kutuplu bir dünyada varlığını sürdürebilecek ulus-devletleri mümkün hâle getiren – ki bu ulus-devletler arasında Türkiye Cumhuriyeti de yer almaktadır- yine Sovyetler Birliği’ nin varlığı-dır. Bu anlamda devrimi yal-nızca Rusya ölçeğinde değil dünya ölçeğinde değerlen-dirmek gerekmektedir.

Sovyetler Birliği’ nin dünya halklarına kazandırdıkları diye bir başlık açacak olsaydık sanırım bu başlıktan tam bir kitap çıkarabilirdik. 74 yıllık tarihinde Sovyetler Birliği, insanlığa sosyal haklardan bilimsel gelişmelere kadar uzanan çok büyük bir yelpazede kazanımlar vermiştir. Bundan 30 yıl kadar önce çözülmeye başlayan sosyal devletler büyük ölçüde kapitalist ülkelerin halkına verdiği tavizden kaynaklı olarak var olabiliyordu. Sosyalizmin pratiğinin bu kadar güçlü olduğu bir dünyada, kendi halkınıza sosyal haklardan tamamen yoksun bir yaşam dayatamıyordunuz, büyük ölçüde işçi sınıfı mücadelelerinin de buraya oturduğunu söyleyebiliriz sanırım. Pek çok ülkede burjuvazinin işçi sınıfına verdiği tavizler büyük ölçüde işçi sınıfının örgütlenmesine ortam hazırlamış, hem sendikal hem de siyasal mücadelenin önünü açacak bir atmosfer yaratmıştır. Tam istihdam dönemi, burjuvazinin çaresizce çıkış yolu aradığı bir dönemde Sovyetlere baktığı ve taktiksel olarak geri çekildiği bir dönem olarak işaretlenebilir. Ayrıca aynı dönem, yazımızın konusu olmamakla birlikte doğru ama açılması gereken bir tespittir, sosyal-demokrasinin imkansızlığı konusunda da ikna edici ve-riler barındırmaktadır.

Ama her şeye rağmen bu deneyimin insanlığa net bir şekilde gösterdiği bir şey varsa o da şudur ki, kapita-lizm kendi başına kaldığında dünya halklarına herhangi

bir şekilde fayda sağlaya-mamaktadır. Bunun n basit örneğini son dönemde görü-yoruz. Özellikle 80’lerde baş-layan neo-liberalleşme süre-ci tüm dünyada işçi sınıfının büyük oranda geri itilmesi, sömürünün derinleştirilmesi, insan haklarına dair ne varsa kâr ve çıkara bağlanması gibi bir çıktıyla devam etmekte-dir. Bu sürecin ’91 den sonra hızlandığını söylemeye pek de gerek yoktur sanırım. Bu-gün kendisini dengeleyecek bir güç bulunmayan em-peryalizm insanların günlük yaşamlarını kâr ilişkilerine bağlamaktan ve onları sö-mürülmeye mahkûm et-mekten geri durmazken, bir zamanlar kendisine yeten ancak artık genişlemesi ge-rektiğini gördüğü pazar için de saldırganlaşmaktan geri durmamaktadır. İki kutup-lu dünyanın çocukları ola-rak ulus-devletler, Sovyetler Birliği’ nin çözülüşünden bu yana ya bir şekilde uluslararası sermayeye ve emperyalist sisteme eklemlenmeye çalışmış ya da bu eklemlenme dışarıdan gelen bir müdahale ile zorlanmıştır. AKP örneği bu değişimin ülke burjuvazisi ve emperyalizm ile uyum içinde yapıldığı bir örnektir. Fakat benzer şeyler Ortadoğu ve Kuzey Afrika için söylenemez. Sovyet varlığının yakıcı etkisinden kaynaklı olarak kendini terazinin soluna daha yakın tanımlayan ülkeler ( Mısır, Libya, Suriye vs. ) bu değişimleri kendi halklarına dayatamadıkları ölçüde emperyalizmin gözünde çözülmesi gereken birer soruna dönmüştür. Bu konuyu daha fazla açmayacağım zira bu sayıda yeterince bahsetmiş bulunduk. Ama bir şeyin altını tekrar çizmek gerekiyor: Bu değişiklikler, Sovyetler Birliği yok diye mümkündür.

Bugün içinde bulunduğu-muz durum, yani soğuk savaş döneminin çocuklarının em-peryalizm tarafından tokat-lanması, bize çok önemli bir şeyi daha gösteriyor. Sovyet-ler Birliği’ nin varlığının dün-ya çapında bir barışın en bü-yük garantisinin olduğunu. Dünyanın 1/3 ini kaplayan

Sosyalist Blok, zamanında emperyalizmin pek çok işgal girişimini, savaş çıkarma te-şebbüsünü engellemiştir. Bu noktada hiç çekinmeden di-yebilirim ki Soğuk Savaş ola-rak adlandırılan dönem, em-peryalizmin saldırganlığı ile Sovyetler Birliği’ nin savaşa izin vermeme iradesi arasın-daki gerginliğin ürünüdür. Yani daha ileri giderek dün-ya halklarını muhtemel bir yıkımdan koruyan unsurun bu gerilim olduğunu söyle-yebiliriz. Sosyalizmin varlığı bir zamanlar bu dünyada ba-rışın garantisiydi. Bugün pek çok sol görüşlü insanın bile “ Stalin’ in dünya halklarına zulmettiği “ bir dönem ola-rak andığı bu dönem aslın-da insanlığın bugüne kadar huzur içinde geçirdiği tek dönemdi. Burada bir çıkarım yapabilirim sanıyorum. Sos-yalizm; dün, bugün ve yarın dünya ölçeğinde bir barışın tek yolu olmuştur, olacaktır. Kapitalizmin savaş çıkarma-ya müsait bir sistem olduğu ve emperyalizmin bir savaş-lar çağı yaratma konusunda son derece hevesli olduğu, her ne kadar konunun daha açılması gerekse de, burada bir gerçeklik olarak kendini göstermektedir.

Bahsettiğim gibi, Sovyetler Birliği’ nin dünya halklarına kazandırdıkları diye bir başlığı buraya sığdırmamızı kimse beklemesin, ama yukarıda bahsettiğim konular dahi bu deneyimin dünya halklarına neler kazandırdığını, neler kazandırmaya devam edebileceğini gösteriyor. Sovyetler Birliği’ nin varlığın-da kazanılanlar bir bir geri alınmış olabilir, ama Sovyet-ler Birliği bir şeyi gösterdi: Tüm bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır. Yalnızca bu bile 1917’ nin Bolşevik kadroları-nın bugün bile saygı duyu-lan insanlar olmasını açıklar. Benden tüm Bolşevikleri say-mamı beklemeyin, ama bu büyük deneyimin büyük ön-derleri Lenin, Troçki, Kalinin, Stalin ve nicelerine saygıyla bir şeyi belirtmek gerekir ki, artık bu miras her zamankin-den daha günceldir.

Page 8: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 2012 Yakın Plan8

Kul Maksudi’nin türküsüdür “Yaz Baharım Döndü Kışa”.

Büyük bir hayal kırıklığı, bu-rukluk taşır içinde. Öyle ki; teşhisle sellere, yellere, yol-lara merhametsizlik atfeder. Yakınır. Sonunda da aman amanlar, eyvah eyvahlar çe-kerek üzüntüsünü ve belki de çaresizliğini anlatmaya çalışır. Güzel bir türküdür, birkaç kez dinleyince do-lanır dile… Bir de Mazlum Çimen’in “Sen Benden Gittin Gideli” adlı türküsü var, onu bilirsiniz. Bir cefam var idi bin oldu, Aktı gözüm yaşı sel oldu. Yaz baharım döndü kış oldu, Sen benden gittin gideli… Bu türküler konjoktürel ola-rak da bir anlam kazanmıştır artık. İslamiyet ve özellikle de Arap dünyasında yaşa-nan “Müslümanlar’ın Masu-miyeti” adlı filme karşı ilan edilen Cihad eylemlerinden, Libya’nın Beni Velid kentinde İslamcıların yaptığı katliam-lardan, Suriye’de yaşanan-lardan, eli silahlı çetelerin katliamlarından, Alevilere

tehditler yağdıran şarkılarıy-la El Kaide militanlarından sonra; Arap dünyasındaki belli ölçülerde emperyalizm destekli, belli ölçülerde em-peryalizm tarafından evrilmiş hareketlenmeleri Arap Ba-harı olarak nitelendirenlerin dillerine dolaması muhtemel türkülerdir bunlar. Öylesine söylemiyorum bunları; si-yasi, sosyal ve uluslararası durumu ölçüp biçip büyük bir öngörüde bulunuyorum. İddia ediyorum, bu türkü-ler hit olacak, piik yapacak. Hele bir de, kavırı yapılırsa… Aman aman, eyvah eyvah; tutmayın bu türküleri. Ney-se, lafı uzatmayayım artık. İyi türkülerdir; dinlemeye değer der, tavsiye ederim.

*** “Arap Baharı”nın ilk ateşi, bir emekçinin kendisini ateşe vermesi… 17 Aralık 2010: Tunus’un Sidi Bu Zeyd şehrinde, kendisini ve ailesini geçindirmek için meyve sattığı tezgahına za-bıtaların el koyması ve bir kadın polisin kendisine tokat atması üzerine Mohammed

Bouazizi kendisini ateşe ver-di. Bouazizi, 4 Ocak 2011’de kaldırıldığı hastanede haya-ta veda etti. Bouazizi’nin bu eylemi kentte büyük infial yarattı ve protestolar baş göstermeye başladı. 22 Ara-lık 2010’da yine işsiz bir tarım emekçisi Hüseyin Nagi Felhi, yüksek gerilim hattına tırma-nıp “İşsizliğe hayır, fakirliğe hayır!” diye bağırdıktan son-ra tellere dokunarak intihar etti. Protestolar büyüyerek başka şehirlere de yayıldı. 24 Aralık’ta Muhammet Ammari isimli genç protestolar esna-sında polis kurşunuyla vuru-larak hayatını kaybetti. Artık protestolar ülkenin her yanı-nı sarmıştı. Aslında Tunus bu tür eylemlere yabancı değil-di. Ancak, bu yaşananlar ger-çekten daha önceki eylem-lerden çok daha şiddetli ve yaygındı. Bakan değişiklikle-riyle hamleler yapmak iste-yen Zeynel Abidin bin Ali’nin otoritesi sarsılmıştı. Yaklaşık bir aylık isyan hareketi ardın-dan 14 Ocak 2011’de bin Ali, ülkesini ve yönetimi terk et-mek zorunda kalmış ve Suu-di Arabistan’a sığınmıştır.

***Bouazizi’nin eyleminden 4 gün sonra Radford Üniversi-tesi öğretim üyelerinden Ba-sel Saleh yazdığı makalede Tunus’un içinde bulunduğu ekonomik durumu anlatıyor:“Ülkenin ortasındaki berbat ekonomik durum, siyasi öz-gürlüklerin olmaması ve iş-sizlik Bouazizi gibi binlerce genç kadın ve erkeği Mağrip ülkelerinde toplumun dışına itti. Gerçeği azaltarak bildi-ren işsizlik oranı yüzde 14. Ancak, gençlerin işsizlik ora-nı (15-24 yaş arası) şu anda yüzde 31. Toplumun en üst yüzde 10’una düşen gelir yaklaşık yüzde 32, ve üstteki yüzde 20’lik kesim Tunus’un geliri-nin yüzde 47’sine sahip. Tu-nus’taki eşitsizlik o kadar va-him ki, nüfusun alttaki yüzde 60’ı, toplam gelirin yüzde 30’unu elde edebiliyor. (Nü-fusun üst yüzde 40’ı toplam gelirin yüzde 70’ini alıyor). Gene de IMF, kuzey ve sa-hil şehirlerine yarayan ama ülkenin merkezini dışlayan devlet güdümündeki eşitsiz

Bizim için Arap hareketlenmelerinin en dikkat çekicisi ve

alakadar edeni, Suriye’de yaşananlar. Suriye,

sınır komşumuz ve o topraklarda yaşanan

bu tür olayların bizi etkilememesi

düşünülemez.

YAZ BAHARIM DÖNDÜ KIŞA...“

”Kadir ALVER

Page 9: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 2012 9ekonomik gelişmeyi “man-tıklı makroekonomik idare” olarak tanımlamaktadır.”Saleh yazısında, ülkede uy-gulanan neo-liberal eko-nomik politikaların halkın büyük bir kesimi için çözüm olmadığını ve ülkede büyük bir eşitsizlik yarattığını söy-lüyor. Bouazizi, Felhi ve ismi bilinmeyen nice insanın bu ekonomik politikalar yüzün-den hayata tutunamadıkları-nı belirtiyor.

***17 Ocak 2011’de Abdu Ab-dülmunam Hamade isimli bir Mısırlı Bouazizi gibi kendini ateşe verdi. Sonraki gün biri Kahire’de, biri İskenderiye’de iki kişi daha aynı şekilde is-yana kalkıştı. Kitlesel eylem-lerin 25 Ocak günü başladı. Gösteriler ilerleyen günlerde de devam etti. 28 Ocak günü Cuma namazı sonrasında El Tahrir Meydanı’nda eylem-lerin en kalabalık noktasına ulaşıldı. Batı medyası bunu bir sosyal medya başarısı ola-rak gösterdi ve özellikle 6 Ni-san Gençlik Hareketi’ni öne çıkarmaya başladı. The Teleg-raph gazetesinin Wikileaks tarafından ortaya çıkarılan gizli bir belgeye dayandırdı-ğı haberde ABD yönetiminin Freedom House üzerinden 6 Nisan Gençlik Hareketi’ne destek verdiğini açıkladı. Ayrıca bu büyük kitlesel ey-leme artık, en başta sessiz kalan Müslüman Kardeşler de destek vermeye başladı. Müslüman Kardeşler’in da-hil olmasıyla beraber, ülke-mizde de İslami kesim olaya dahil olmuş ve muhalefeti destekleyen söylemlerde bu-lunmaya başlamıştı. Mısır ordusu eylemlere müdahale etmeyeceğini açıklayarak ku-rulması muhtemel yeni dü-zende kendine şimdiden yer ayırma çabasına girdi. İler-leyen günlerde “Baltacılar” olarak adlandırılan Mübarek yanlıları sopalarla, baltalarla, silahlarla at ve deve üzerin-de halka saldırmaya başladı. Gerilim yükselmişti. Muha-lefetin sözcüsü konumunda olan eski Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Mu-hammed El Baradey, ABD Bü-yükelçisi Margaret Scobey ile görüştü ve destek alma girişi-

minde bulundu. Eylemler sü-rerken, Mübarek bir sonraki seçimde aday olmayacağını açıkladı. Ancak doğal olarak bu, muhalefeti tatmin etme-di. Bütün söylemler Mübarek iktidarının bir an önce son bulmasına dönüktü.

***Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda toplanmış kalabalığın üze-rinde kuruculuğunu Ahmed Maher’in yaptığı “6 Nisan Gençlik Hareketi”nin siyah zemin üzerine beyaz yum-ruktan oluşan bayrağı yükse-liyordu. Ahmed Maher dönü-şüm sonrası Anayasa Yapım Konseyi üyesi olmuştur. Ha-reketin örgütlenme tarzını anlatırken Youtube, Twitter ve Facebook sitelerini önem-li araç olarak nitelendirmek-tedir. Bu örgütlenme tar-zından dolayı da diğer Arap ülkelerindeki dönüşümler gibi “Twitter Devrimi”, “Fa-cebook Devrimi” olarak ni-telendirilmektedir. Hareket, 2004 yılında “Kifaye” -Yeter- adlı hareketin içinden çık-maktadır. Mısır Cumhurbaş-kanlığı seçiminde Müslüman Kardeşler’in desteğiyle aday olan Muhammed Mursi’yi desteklemişlerdir.Siyah zemin üzerine be-yaz yumruklu bayrağı daha önce Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’i deviren hareke-tin öncülerinden “Otpor”da –Direniş- ve Gürcistan’da Gül Devrimi hareketlenmelerin-de boy gösteren Kmara’da –Yeter- görmüştük. Otpor Miloseviç karşıtı hareketler esnasında ABD kaynaklı Na-tional Endowment for De-mocracy (NED), Internatio-nal Republican Institute (IRI) kuruluşları ve George Soros fonlu Open Society projesi tarafından desteklenmiştir. Otpor’un kurucuları daha sonra başka topraklar-daki dönüşümler için gençleri hazırlamış-lardır. Otpor’un pro-fesyonel demokrasi devrimi yapıcıları bu hazırlama çalışmala-rını kendi röportaj-larında açıkça belirt-mektedirler. Bunun için filmler çekilmiş, bilgisayar oyunları hazırlanmıştır. Batı,

demokrasi projesini köle-leştirilmiş insan bakışlarıyla; Vietnamlıların, Iraklıların, Af-ganların kanıyla tanımlama-yanlara ağır darbe vurmak üzere bütün düşünce kuru-luşlarını harekete geçirmiş ve birkaç yüz megabaytlık filmler ve bilgisayar oyunla-rıyla belgesel ve oyun piya-sasına hızlı ve iddialı bir giriş yapmıştır. Açıkçası, Batı des-tekli dönüşümlerle ilgili bi-linenleri tekrardan yazıp sizi ve kendimi sıkmak istemiyo-rum; bunları zaten biliyoruz, bilmeyen arkadaşlar da her yerde bu konuda kaynakla-ra ulaşabilirler. Hatta bu ko-nuda komplo teorisi silsilesi oluşmuş ve konu artık çoğu blog yazarı için illuminatiden sonra vazgeçilmez konuların arasına girmiştir. Burada de-ğinmem gereken şu; dolaylı veya dolaysız bağlantıların, paslaşmaların açıkça görülü-yor olmasına rağmen bütün siyasi ve toplumsal okumayı bu ilişkiler üzerinden yap-mak yanlış olacaktır. Bu ya-zıyı bu yanlışa düşürmemek için konuyu uzatmak istemi-yorum.Sovyetler sonrası devletle-rin geçirdiği dönüşümlerin Renkli Devrimler olarak ad-landırılmış olmasından yola çıkarak şu anda Mısır’la ilgili istediğim tek şey ona uygun bir renk bulmak. Aklıma ilk gelen tabiki, yeşil oluyor. Ama bence mesele burada başlıyor. Attila İlhan özentisi bir tarzda sormak istediğim şey: Hangi Yeşil? İslam yeşili, dolar yeşili, ekşi elma yeşi-li, erik yeşili… Belki de as-keri kamuflaj yeşili... Aman aman eyvah eyvah, iş iyice karışıyor; bu bizim eski ka-muflajlardan mı, yoksa ABD ordusuna ayak uydurma ça-lışmalarından sonra TSK’nın geçiş yaptığı yeni kamuflaj-

lardan mı… İşte bu bir

Ortadoğu gerçeği, burası bir garip yer… Giren çıkamıyor! Burası projelerin altüst ol-duğu, aynı zamanda altüst etme projelerinin işlediği yer…

***Tunus’ta, Mısır’da ve Libya’da dönüşüm kapısının nasıl açıl-dığını hepimiz izledik. Twit-terın açamadığı ülkeler de oldu bildiğimiz gibi. Çilingir kapıda… Daha ev sahibinin davetini bile beklemeden dahil oldu olaya. Libya’da kapı, bina bırakmadılar. Kaddafi’nin cansız bedeniy-le “the end” dediler. 11 Eylül 2001’de ABD’deki malum olaylardan 11 yıl sonra biri-leri “Nerede kalmıştık?” dedi. Her yerde eli silahlı İslami örgütler katliam yaparken neoliberal ekonomi yükseli-yor, İhvan evriliyor, her taraf-ta AKPcikler zirve yapıyor… Aman aman, eyvah eyvah…Bizim için Arap hareketlen-melerinin en dikkat çekicisi ve alakadar edeni, Suriye’de yaşananlar. Suriye, sınır kom-şumuz ve o topraklarda ya-şanan bu tür olayların bizi etkilememesi düşünülemez. Bu, herkesin kabul ettiği bir gerçek. AKP hükümeti de derin stratejik düşünce sis-temiyle bunu gayet iyi algı-lamış durumda. Durumu iyi analiz eden AKP hükümeti “Nasıl olsa bu da gidecek yakında, biz acele edelim de rol kaptırmayalım. Böylece, bölgede söz sahibi oluruz biraz. Biraz da büyük devlet gibi gibi yapıp tatmin oluruz. Gösteririz kendimizi, kaçmaz bu fırsat.” diyerek bindi bir alamete. Hükümetin tavrı ayan beyan ortada. Silah yar-dımını gizli yapıyorlar sadece onun dışında gizledikleri pek de bir şey yok. Ha bir de, si-lahlı muhalifleri eğitme

‘‘Tunus’taki eşitsizlik o kadar vahim ki, nüfusun alttaki yüzde 60’ı, toplam gelirin yüzde 30’unu elde edebi-liyor. Gene de IMF, kuzey ve sahil şehirlerine yarayan ama ülkenin merkezini dışlayan devlet güdümündeki eşitsiz ekonomik gelişmeyi “mantıklı makroekonomik idare” olarak tanımlamaktadır.”

Page 10: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 201210

işi var. Onu da ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) aracılı-ğıyla halledecekler, belki de çalışmalar başlamıştır bile. ASDER, 28 Şubat sürecinde TSK’dan uzaklaştırılan asker-lerden oluşuyor. Başlarında, emekli General Adnan Tan-rıverdi var. Şirket, Türkiye’de uluslararası savunma alanında danışmanlık ve askeri eğitim veren ilk ve tek şirket. Şirket, 28 Şubat 2012 tarihinde faaliyetlerine başladı. Bu adaleti savunan eski askerler, artık savunma mekanizmalarını geliştirip SADAT (Uluslararası Savun-ma Danışmanlığı) isimli şirketle, TSK’dan ihraç edil-meden önceki mesleklerine döndüler. Şirket sitesindeki bilgilere göre SADAT, tek er muhabere eğitimden gayri nizami eğitime, özel harekât eğitimine kadar her türlü eğitimi veriyor. Pusu, baskın, yol kapama, tahrip, sabotaj ve kurtarma-kaçırma harekâtı ve bu harekâta karşı koyma faaliyetlerinde eğitim veriyor. Hükümet kanadıyla gerçek-leştirilen uzun ve çetin gö-rüşmeler sonrasında, Suriye ile yaşanan jet krizinde el-lerini ovuşturup açıklamayı yaptılar:“Suriye tarafından yapılan açıklama masum görünse de, uçağımızın vurulması olayı önceden hesaplanmış, planlanmış düşmanca bir harekettir. Türkiye açısından vahimdir. Suriye tarafından, özür dilenerek Türkiye’nin belirleyeceği maddi ve ma-

nevi zararının telafisi kabul edilmediği takdirde, mutlaka misli ile mukabele edilmeli-dir. Uluslar arası sularda ve Düşmanca hareketi olmayan bir Türk Uçağının düşürülme-si karşılıksız kalmamalıdır. Yol olur. Pardon denildiğinde, yaptıkları yanlarına kar ka-lır. Biz de kayıplarımızla baş başa kalırız. Benzeri mesele-ler, anında mukabili, misli ile yapılarak, çözülmelidir. Silah-lı kuvvetlerimiz, misilleme-ye devamlı hazır olmalıdır. Mevcut durumda, uçağımız düştüğü anda, en azından düşüren uçaksavar sistemleri havadan bombalanmalıydı. Eğer böyle biz misillemeye hak etmemişlerse, pardon diyen taraf biz olmalıydık. Yapılan işlemin misli ile mukabelesini bekliyoruz. Özür ve tazminat için üç günlük bir süre tanınmalıdır. Kabul edilmediği takdirde, kara suları nasıl aşılırmış, silahsız Türk Uçağı nasıl düşürülürmüş, hasma gösterilerek, uçağımızı düşüren hava savunma sistemleri bombalanmalı ve tahrip edilmelidir.”Bu kadarı yetmiyor ASDER’in Müslüman eski askerlerine:“Yetmez..!Suriye terörist devlet ilan edilmelidir… Suriye dışın-daki “Özgür Suriye Ordusu Komutanlığına” da diploma-tik misyon verilmeli; mülteci kampından çıkarak, kendile-rinin istediği bir bölgemizde, karargah kurmalarına izin verilmelidir... Özgür Ordu-

nun organize olmasına ve etkin mücadelesine yardımcı olmalı ve bu husustaki özel girişimleri himaye etmelidir.”Bu tür açıklamalara aslında alışığız. Medyada onlarca köşe yazarının her gün bu tarz açıklamalar yaptığına şahit oluyoruz. Ama bura-da asıl mesele, açıklamanın paylaştığım bölümünün son cümlesinde yatıyor; “Özgür Ordunun organize olmasına ve etkin mücadelesine yardımcı olmalı ve bu husustaki özel girişimleri himaye etmelidir.”. ASDER, kurduğu SADAT için AKP hü-kümetinden himaye talep ediyor. Nihayet bu mesele, bir gazetede haber konusu yapıldı. Ve o haberde, Suri-ye’deki muhaliflerin SADAT tarafından eğitildiği iddia edildi. Kanımca bu iddia, an itibariyle doğru değilse bile kesinlikleilerleyen günlerde yaşanacak olanları anlatı-yor. Hatta bence bu, yetersiz bir iddia! İlerleyen süreçte ASDER’in muhalif eğitme aşamasını geçip, operasyo-nel timlerden oluşan kendi özel ordusunu kuracağını göreceğiz. ASDER ile AKP hü-kümeti arasındaki pazarlığa bağlı bu. Belki ihaleyi bağlar ASDER. (Yazıyı bitirdikten sonra SADAT’ın internet sitesine girerken fark ettim; “Sadat” seyyidler demekmiş. Deva-mında da “Sâdât’ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah’ın torunları olup O’nun mübârek zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî)”

yazıyor, bunun hadis olduğu söyleniyor. Acaba kendileri-ne böyle bir anlam mı yük-lemişler bilemiyorum. Eğer öyleyse, seyyidler ordusuyla karşı karşıyayız.)

***Tunus ve Mısır’daki halklar; örgütsüz, doğrultusuz ve liderlikten yoksun bir şekil-de eylemlerini sürdürürken değişim sonrası dönem için herhangi bir programa sahip değildi. Mevcut sisteme yö-neltilen eleştirilere rağmen bu yapının arkasındaki ABD ve uygulanan neo-liberal po-litikalara dönük net ve planlı bir eleştiri getirmiyordu. Ey-lemler, hiçbir zaman kitlesel olarak emperyalizme ve eko-nomik uygulamalara dönük olmadı. Ve bu karakter ne yazık ki, sonraki süreci de be-lirledi.Aslında hepimiz; emekçilerin bu başkaldırısından, bu ku-rulu düzenin sarsılıyor olma-sından dolayı heyecanlanmış ve umutlanmıştık. Gözle-rimiz Tunus ve Mısır’daydı, halka destek veriyor ve hay-ranlıkla kutluyorduk. Halkın devrimine gidebilecek bir başkaldırıda boşluklar bıra-kılmamalıydı, emperyalizmin ve neo-liberal politikaların muhafızlığını yapan yeni İsla-mi hareketlere bu başarı kap-tırılmamalıydı. “Bahar” geldi nidalarından ziyade halka bu uyarılar yapılmalı, ger-çek bahar için itici bir kuvvet oluşturulmalıydı. Bir yerde emperyalizmden ve aktör-lerinden medet umulmaya başlandıysa oradan bir hayır çıkmayacağı gerçeği hepimiz tarafından öğrenilmiş bir şey; bu her an söylenmeliydi.Bir de Libya ve Suriye örnek-leri var tabiki. Emperyalizmin hamleleri bu ülkelerde çok daha net bir şekilde görüldü, görülüyor. Kentleri kuşatıp halkı katleden İslamcılar… Hemen yanı başımızda bir savaş… Daha sonu gelmedi, büyüyecek. Bekliyorlar, hazır-lanıyorlar, yeniden şekillen-diriyorlar. Biz beklememeli-yiz. Gençlik beklememeli.

***Tahrir artık “Şeriat iste-rük!” diyenlerle doluyor. El Tahrir Meydanı, El Şeriat Meydanı’na dönüyor.

Page 11: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

ÖRGÜTSÜZ BAHARLAR NEREYE KADAR ?

Nispeten provokatif bir baş-lık atmayı özellikle seçmiş

bulunmaktayım. Zira, özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırı-lan süreçten sonra, örgütsüz halk hareketlerine dair pek çok yazı yazıldı, bu konuda pek çok tartışma döndü. Bir noktada kendiliğinden halk hareketlerinin varlığından, in-sanlığa dair duyduğu umudu beslemeye ve büyütmeye ça-lışan insanların iyimser çaba-larının yanında, bu hareketle-rin “kendiliğinden” kalmasını tercih eden ve bunu özendi-ren yazıların varlığı görmez-den gelinemeyecek boyut-lardaydı. Tarihselliğin ayaklar altına alındığı, sonuçları dahi gözetilmeksizin dümdüz bir hareketlenme güzellemesi yapılan bu tartışmalara bir ye-rinden girmek, sanıyorum ki aylık gündemimiz açısından hem yerinde hem de gerekli-dir.Yazmaya başlamadan önce altını çizmem gereken önemli

noktalardan birisi, Arap coğ-rafyasındaki hareketlenmeler üzerinden, emperyalizmin bu hareketlere müdahale kanal-larının nasıl kullandığı veya bu kanallar üzerinden nasıl siyaset yapıldığı değil, temel anlamıyla halk hareketlenme-leri için ortak olarak bahse-debileceğimiz kimi özellikleri ele alacağımız oluşudur. Yani bir anlamda emperyalizmin taktiklerini, onların geçerlili-ğini /başarısını/ başarısızlığını değil, halk hareketlenmeleri-nin doğalında barındırdıkları dış müdahale kanallarını ve bunların nasıl kullanıldığını veya kullanılabileceğini tartı-şacağız. Bu anlamda yazı için tarihsel örneklere referans verecek olsak dahi ana konu, güncel olmasından ve daha rahat gözlemlenebilir olma-sından kaynaklı olarak, 2010 Aralık’ ında Tunus’ ta başlayıp an itibariyle tıkanma noktası-na gelmiş olan hareketlenme-ler olacaktır.

Tarih, az çok kendisine ilgi gösteren herkese anlattı-ğı üzere, halkların irili ufaklı ayaklanmalarıyla doludur. Bunların pek çoğu tarihte hat-rı sayılır izler bırakamamış, ta-rihe adını yazdırmaya yetecek kadar ses çıkarabilenler ise gerçekten bulundukları yeri hak eden değişimlere neden olmuştur. Halk hareketleri – en azından bizim inceleme altına alacağımız, tarihe hatrı sayılır izler bırakabilmiş olan-lar – toplumda maddi olarak genişleme ve yükselme ola-nağına sahip olan bir sınıfın, toplumun önemli kesimlerini kendi çıkarının ortak çıkar ol-duğuna ikna etmesiyle baş-lamıştır. Özellikle feodalizm döneminin yerini kapitalizm dönemine bırakması sürecin-de Burjuvazinin, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda serf-leri harekete geçirmesi örne-ğinde açıkça görülebilir. Her ne kadar genel bir örnek olsa da, 17. yüzyıldan başlayarak

uzun bir döneme damgasını vuran pek çok hareketlenme-de bu kaba kalıp görülebilir.Şimdiye kadar bahsettiğimiz hareketlenmelerde genel an-lamıyla halk yığınlarının verili örgütlülüğü mevcut sınıfın iktidarını yerle bir etmeye yet-miştir. Egemen sınıfın tecrü-besizliği, örgütsüzlüğü, toplu-mun ve devletin örgütlenme biçimi bir yerde bu durumu açıklamaya tamamıyla yet-mese bile yardımcı olabilir. Bu yardımcı ögeler ışığında sa-nıyorum ki olayların, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bu kadar kolay ol-mayacağının açık olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim artık egemen olan, yani halk ha-reketlenmelerinin doğrudan muhatabı olan sınıf Burjuva-zidir. Kendisinden önceki ege-menlerin örgütsüzlüğünden veya daha geniş bir tabirle örgütlenme biçimlerindeki açıktan faydalanarak serfleri harekete geçirmiş ve ikti

İsmail Berkay AVŞAR

Kasım 2012 11

Page 12: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

darı eline almış olan bir sınıf-tan bahsediyoruz. Halk yığın-larının hafızasının çok uzun ömürlü olmadığını, tarihteki olaylardan kendi kendine ders çıkarıp bir ilerleme kay-dedemeyeceğini söylemek gerekir. Ama nasıl ki bugün tarihin ilerletici gücü olma sıfatını üstünde bulunduran Proletaryanın tarihsel bilinci-ni muhafaza etme amacıyla kendi örgütlenmeleri varsa, Burjuvazinin de bu işlev için kendi örgütlenmeleri vardır. Üstelik egemen sınıf olarak Burjuvazi, egemenliğinin getirdiği tüm imkânları da sonuna kadar kullanmakta-dır. Yani, yaygın bir şekilde sanılanın aksine, Burjuvazi ne örgütsüzdür ne de tarihten ders çıkaramayacak kadar acemidir.Şimdiye kadar az çok bir ta-rihsel arkaplan çizme çaba-sından yazının ana konusuna dönüş yapacak olursak, Arap coğrafyasındaki hareketlen-melerin nasıl başladığına dair birkaç kelime etmek uygun olacaktır. “Her şey Aralık 2010’ da Mu-hammed Buazizi’ nin kendisi-ni sokak ortasında yakmasıyla başladı.” Sanırım şu son iki yıl boyunca duyduğumuz en yanlış tespitlerden biri budur. Fitili ateşleyen kibriti, bom-banın kendisiyle karıştırmak-tır bu yapılan. Bu anlamda Muhammed Buazizi’ nin kısa hayat hikayesi, özel olarak Tu-nus’ u genel olarak Arap coğ-rafyasını, patlamaya hazır bir bomba hâline getiren süreci özetlemektedir aslında. Daha 10 yaşındayken ailesine bak-mak için çeşitli işlerde çalışır hâlde bulunan Muhammed, okulu da genç yaşta bırakıp kendini tamamen çalışmaya vermiştir. En iyi hâlinde ayda 140 dolar kazanan Muham

med, hem geliriyle hem ara-yıp da bulamadığı işleriyle ül-kesinin gençliği için bir profil yansıtabilmektedir. 17 Aralık sabahı elinden alınan tezgâhı ise, onu patlamaya iten hamle olmuştur. Tunus ve genel ola-rak Arap coğrafyası da, benzer hikâyelerle bugüne gelmiştir.Son iki yıllık süreçte farklı boyut ve karakterlere sahip halk hareketlenmelerine sah-ne olan bu ülkeler, kaba bir genellemeyle, iki kutuplu dünyanın ortada kalan ço-cuklarıdır. Vesayetine talip olunmuş, fakat ortayolculu-ğun henüz uygulanabilir ol-duğu bu dönemde bu yola girme niyetinde olan devlet-lerdi. Dolayısıyla bu devletler varlıklarını bu iki kutbun varlı-ğına borçlu idiler ve bu varlık ancak ve ancak bu kutupların eş zamanlı varlığı ile müm-kündü. 1991’ de Sovyetler Bir-liği’ nin çözülmesiyle ortaya çıkan boşluk, kısa zamanda dünyayı tek kutuplu hâle getirecek değişimlerin önünü açtı. Zaten kan kaybetmekte olan sosyalist blokun verdiği açıklarla 1970’ lerin sonlarına doğru başlanılan neo-liberal değişimler, dünyanın hemen her yerinde yerel sermayenin uluslar arası sermayeye en-tegrasyonunu sağlama mis-yonuyla gerçekleştirilmek-teydi. Fakat bu değişimler her zaman çok da kolay olmuyor-du. Çoğu ulus-devlet, ulus-lar arası sermayeye entegre olma yolunda sıkıntılar yaşa-maktaydı ve bu sıkıntılar ge-nel olarak bu devletlerin içine doğdukları dünyanın kalıntı-larını muhafaza etme eğilim-lerinden kaynaklanmaktaydı. Denklem tabi ki p=>q değil-dir, ama bu konjonktürün yok oluşu kaçınılmaz olarak eski dünyanın kalıntılarının yok

oluşunu da beraberinde ge-tirmiştir.İşte halk hareketleri burada sahneye giriyor. Kalıntıların süpürülmesi çok da kolay bir iş değildir. Zira bu “kalıntılar” sosyalizm deneyiminin halk-ların yararına olan pek çok kazanımını içeriyordu. Sosyal adaletsizliğin bir uçuruma ulaşmaması pek çok noktada bu “kalıntıların” sayesindey-di. Ve tabi ki, her süpürülme girişiminde halka daha çok saldırıldı. Kazanılmış hakların ayaklar altına alınması, barut fıçısına her hamleyle bir avuç daha barut atılması anlamına geliyordu. İşte bölgedeki halk hareketleri böyle bir ortamda ortaya çıktı. Temelini neo-libe-ral politikalardan, halkın içine düştüğü darboğazdan alan hareketlenmelerdi ve şüphe-sizdi ki bu hareketlenmeler gerçekti. ’77 deki “Ekmek İsya-nı” nı başlatanlar gibi, Mısır’da da, Tunus’ta da ayaklananlar halktı. Ama yukarıda da altınız çizdiğimiz üzere, bu halk ör-gütsüzdü, ileriye dair bir pers-pektif üretmekten uzaktı. Devam etmeden önce çer-çeve anlamında bir cümle kurmakta fayda var. Herhan-gi bir halk hareketinin, tutarlı bir siyasi programa sahip bir önderlik olmaksızın kendi çı-karları doğrultusunda kalıcı adımlar atması imkânsızdır. Karşınızda sonuna kadar ör-gütlü bir yapıyla kendi iktida-rını konsolide etmeye çalışan bir sınıf varken, “Biz sadece yiyecek ekmek istiyoruz!” di-yip de, kendisine ekmeği ve-recek sisteme dair bir algısı olmayan bir halk yığınının ba-şarıya ulaşmasını beklemek hayalcilik olur. İşte Arap coğ-rafyasındaki hareketlenme-lerde halkın eksikliğini çektiği şey buydu, siyasal önderlik. Bu demek değildir ki siyasal

önderliğe sahip hareketlerle tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu sosyalist rejimlerle dolacaktı, ama en azından emperya-list manipülasyon araçlarının kullanmaktan çekinmediği boşluklar, bu siyasal önderlik sayesinde doldurulabilecek veya bu boşluklar hiç verilme-yecekti. Yani, bu hareketlerin başarıya ulaşmak için, ken-dilerine ekmek verecek bir yapıya kavuşmak için sağlam bir şansları olacaktı. Emper-yalizmin buradaki hareketle-re bu kadar kolay müdahale etmesinin nedeni karşısında ikirciksiz bir tavır sergileyecek herhangi bir siyasi yapı bul-mamasıdır. Mısır’ da ayaklan-malar Müslüman Kardeşler’ in kontrolünde ilerleme yoluna girdiğinde dahi kitlesel grev-lerin olduğu doğrudur, ama bu grevler dahi iktidara dair bir perspektifi olmayan, gün-lük dertlere sahip yapıların yönlendirmesiyle yürüyordu. Örgütsüz halk yığınlarının manipülasyona ne kadar açık olduğunu çok öncesinden beri biliyorduk, “Arap Baharı” bizler için bir hatırlatma oldu yalnızca.Buraya kadar bahsedilenlerin ışığında net bir şekilde diyebi-liriz ki, her halk hareketi kendi içinde müdahale kanalları ba-rındırır. Bu kanallar üzerinde dönen mücadele hareketlerin karakterini belirlemekte ha-yatidir. Halk yığınları, tarihsel olayların kaydını tutmakta ve onlardan ders çıkarmakta pek de başarılı değildir. Bu ne-denledir ki, manipülasyonlara açık olan bu hareketlenmeler belli bir hedef doğrultusunda yönlendirilmediği sürece, egemen kutup tarafından belirlenmeye devam edecektir. Bugün itibariyle egemen kutbun insanlık yararına pek de bir çabaya girmediği de göz önünde bulundurulursa, halkların kendi çıkarları için ayağa kalkmasının yanında, bunu siyasi bir kanalda ve örgütlü yapması gereksinimi de kendini gösterecektir. Örgütsüz baharların dönemi, çok uzun zaman önce kapanmıştır. Örgütsüz hareketler, artık halklar için bahar olmaktan çok uzak yerlere evrilmeye mâhkumdur.

Ulus-devletlerin neo-liberal süreçte içine girdikleri kriz dönemini

somutlayabilmek adına Türkiye örneğine bakabiliriz. Arap coğrafyasındaki

pek çok ülkeyle benzer bir konjonktüre doğmuş olan Türkiye, 1991’ den sonra

kendine uluslar arası alanda yeni bir görev biçme konusunda sıkıntıya düşmüş

ve mevcut yapılanmasıyla bu krizi aşamamıştır. Ancak ve ancak AKP’nin devlet

içinde gerçekleştirdiği köklü değişimlerden sonradır ki Türkiye, bu siyasal krizi

aşabilmiş ve kendini bir şekilde bu yapıya entegre etme yollarını açmıştır.

Fakat hâlâ bu entegrasyon sorununun tam olarak çözüldüğü söylenemez.

Kasım 201212

Page 13: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

İktisadi doktrinler genel anlamda ihtiyaçtan do-ğarlar ve bu ihtiyacı kar-

şılamak için gerekli teorik düzenlemeyi yaparak iktisat biliminin gelişmesine katkı-da bulunurlar (Savaş, 1997: 5). Teori, ihtiyacı karşılaya-mayacak duruma gelirse ya da ana akım haline gelen doktrin sistem içerisinde çeşitli krizlere ve sorunlara yol açarsa yeni bir iktisadi doktrin eskisine tepki olarak ortaya çıkar, ardından bu yeni doktrin ana akım olarak kabul görür. Bu ikili ilerleme biçimi (Smith’ten önce bile) iktisat biliminin şekillenme-sini sağladığı gibi ekonomik sistemin de ayakta durma-sına yardımcı olur. Yani, or-todoks ve heterodoks iktisat arasındaki düşünsel ve ku-rumsal rekabet, dünya eko-nomisindeki dalgalanmalar-la yeni bir boyut kazanır, bir

nevi reenkarnasyona uğrar. Örnek olsun, Friedman’ın Keynesci politikalara getir-diği eleştirilerle Keynesci iktisat ana akım olmaktan çıkmış yerini başka bir ik-tisat okuluna, Parasalcılığa bırakmıştır (Yay, 2007: 177) Etki-tepki ilkesine dayanan bu gelişim son otuz yılda neoliberal dünyanın ve tek kutuplu dünya ekonomisi-nin içerisinde gittikçe yavaş-lamış ve neoklasik iktisat, teoride tekelini kurmuştur.

Gerek eğitim sistemine, ge-rekse ulusal düzeyde uy-gulanan ekonomi politika-larına yön veren neoklasik iktisat hem karşıtlarına, hem de yandaşlarına varsayım-larının, hedeflerinin ve yön-temlerinin mutlak doğruyu temsil ettiğine inandırmaya çalışmaktadır. Wallerstein’in belirttiği üzere, neoklasik ik-

tisat “hiç alternatif yok diye vaaz etmektedir” (2005: 13) Neoliberal dönemin krizleri, bu krizlerin neden olduğu sorunlar bile “vaaz”ın dur-masına engel olamamak-tadır. Neoklasik iktisat ne derece müdahaleye uğrarsa uğrasın gerçekdışı varsayım-larından vazgeçmemektedir (Talas, 1980: 77) Aksine bu varsayımların doğru oldu-ğuna kendisini ve diğerlerini inandırmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de en büyük yardımcıları halihazırdaki kapitalist dünya ekonomisi ve pek çok üniversitede yay-gın ve baskın biçimde daya-tılan iktisat eğitimidir.

Bu savımızı örnekleyelim; neoklasik iktisat, toplumu birbirinin aynısı olan bi-reylerden oluşmuş olarak görmektedir. (Selik, 1980: 256-257) Başka bir deyişle,

farklı sınıfların, grupların varlığı kesin suretle redde-dilmekte ve buna benzer pek çok varsayımla birlikte insanın bizzat kendisine da-yanan bir bilim ister istemez sürrealist bir düzleme otur-tulmaktadır. Varsayımlar gerçeklikten uzaklaştıkça teorinin de uygulanabilirliği ve işleyişi zarar görmektedir.

Başka bir örnek Sweezy’den gelsin; Sweezy’e göre ne-oklasik iktisat savunucuları devleti nötr ve tarafsız bir mekanizma olarak görmek-tedirler. (1970: 328) Aslında bu görüş neoklasik iktisata getirilen en büyük eleşti-rilerden birisidir. Devletin yansızlığını kabul etme ne-deninin devlet müdahale-sine karşı çıkmak olduğu açıkça görülebilir. Demek istediğim şu ki neoklasik iktisat, haklı olduğunu gös-

Semih GÖKATALAY

Tek Yol İKTİSAT!

Kapitalist ekonominin yanlışlarını örtmeye çalışırken, neoklasik iktisadın uyguladığı en etkili yöntem ise kuşkusuz bu hataların sistemden (yani içsel olarak) değil sistemin istemediği, sistemdışı etkenlerle oluştuğunu savunmasıdır. Fakat yine de neoklasik görüş insaflı(!) davranarak sistemin bazı kusurlara sahip olduğunu itiraf etme zahmetine girmektedir.

NEOKLASİK

Kasım 2012 13

Page 14: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

termek adına gerçeği çarpı-tıp kendi işine geldiği gibi gerçeği değiştirmektedir. Devleti toplumdan bağım-sız ve sınıf baskısından muaf gören bir görüş, doğal ola-rak, kamu iktisadı gibi ikti-sat bilimi içerisinde oldukça önemli yer tutan bir alanı da adeta hiçe saymaktadır. Sos-yal devlet anlayışının mo-dasının geçmesiyle beraber devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünün azalması gerektiği tezini daha yüksek sesle duyurmaya çalışan ne-oklasik iktisatçılar dünya kri-zine tanık oldukları zaman bile suçu devlet müdahale-sine, devletin yüzünden çı-kan dışsallıklara atmaktadır. Bu da çözümsüzlüğe, esas problemin görülememesi-ne yol açmaktadır. Buna ek olarak neoklasik iktisat, dev-letin kapitalist sistem için-deki vurucu rolünü görmez-den gelmekte ve sistemin işleyişindeki olmazsa olmaz elementlerden birisi olan devleti yapabildiği kadarıyla kuramının dışında tutmakta-dır.

Kapitalist ekonominin yan-lışlarını örtmeye çalışırken, neoklasik iktisadın uygula-dığı en etkili yöntem ise kuş-kusuz bu hataların sistem-den (yani içsel olarak) değil sistemin istemediği, sistem-dışı etkenlerle oluştuğunu savunmasıdır. Fakat yine de neoklasik görüş insaflı(!) davranarak sistemin bazı ku-surlara sahip olduğunu itiraf etme zahmetine girmekte-dir. Gouverneur’a göre “sis-teme özgü eşitsizlikler ve gerilimler yok sayılamayınca geriye onu kabul etmek kalı-yor” (1997: 268) ‘Ne yapalım bu kadar kusur kadı kızında da olur’ gibi oldukça sığ bir zihniyetle savunulan siste-min ‘alternatifsiz’ olduğu vaazı burada da devreye gi-riyor. Dilerseniz bu durumu biraz daha açalım: Sistemin kendisinden kaynaklanan ve bütünüyle içsel olan sorun-lar göz ardı edildiğinde , yine doğal olarak, sorunlara akılcı çözümler bulunamıyor. Öyle bir sistem düşünün ki biri hataları görmezden gelmek diğeri de görmezden gele-

mediği hataları kabul etmek olan iki yöntemle çalışır ol-sun. Sizce böyle bir sistem hatalarından arınan, ileriye doğru gelişim gösteren bir yapıda olabilir mi? Yoksa bu sistem her zaman için sıkın-tılara, küresel krizlere mi ge-bedir? İlk başta söylediğim gibi, böyle bir inanış iktisat biliminin ilerlemesine neden olan etki-tepki mekanizma-sına aykırı değil midir?

Şimdi de neoklasik iktisatın eğitim sistemi üzerindeki hegemonyasına değinelim. Burada neoklasiklerin ünlü ve çokça yinelenen tezleri devreye giriyor: “Neokla-sik iktisatı eleştirebilmek ve düzeltmek için neoklasik iktisatı öğrenmeniz gerek”. Tezin bize söylediğinde te-mel olarak bir yanlış yok. Zira bilmediğiniz bir teori-yi eleştiremezsiniz. Diğer türlü eleştiriniz sağduyuya dayanır ki bu da bilimsel ol-maktan uzak kaçar. Gel ge-lelim tezin (bahsettiğimiz) doğruluk payı, eğitim siste-minin bütünüyle neoklasik iktisatın öğretilerine dayalı olması gerektiği anlamına gelmez. Konuyu daha da açalım, tümüyle ortodoks öğretiye dayalı kitaplarla, derslerle döşenen eğitim sisteminde ne öğrenci ne de öğreten mantıklı ve işe yarar eleştiri yapabilmekte-dir. Neoklasik iktisata olan bu sadakat özellikle üçüncü dünya ülkelerinde veya az gelişmiş ülkelerde, o ülkeye özgü bir iktisat okulunun ya da akımın ortaya çıkmasını engellemektedir. Eğer ikti-sat bilimi, insanoğlunun çı-karını gözettiğini ve hedefi “sınırlı kaynaklarla sonsuz(!) olan ihtiyaçları gidermek” olduğunu iddia ediyorsa ba-şından beri vurguladığım bu kısır döngünün kime ve nasıl yararı olabilir?

Kuşkusuz, iktisat biliminin en önemli amaçlarından bi-risi azgelişmişliği ve ülkeler arası eşitsizliği ortadan kal-dırmaktır. Başta kalkınma iktisadı olmak üzere çeşitli alanlarda iktisatçılar bu ko-nuda uzmanlaşmakta ve olası sorunlara çözüm ara-

maktadırlar. Tek yol olduğu vaaz edilen bir sistem hele bir de hatalarını “aramızda kalsın kimselere söyleme” anlayışıyla örtbas etmeye çalışıyorsa, hangi yollarla azgelişmişliği ya da kalkın-ma sorunlarını çözebilir ki? Sanıyorum bu sorunun ya-nıtı son yüzyıldaki tarihsel süreçte açık biçimde gö-rünmektedir. IMF ve Dünya Bankası gibi neoklasik iktisat öğretisini uluslararası arena-da pratiğe dökmeye yardım-cı olan kurum ve kuruluşlar azgelişmiş ülkelere yıllarca aynı reçeteleri tek kurtuluş-muş gibi yazmadılar mı? Te-orinin haklılığında ısrar ede-rek bunu her fırsatta pratiğe döken neoklasik iktisatın ta-raftarları geçtiğimiz yüzyıl boyunca yukarıda değindi-ğim sorunlardan hangilerine çözüm getirebilmişlerdir?

Ne yazık ki aynı durum çevre ekonomisi için de geçerlidir. Diğer alanlara göre biraz daha yeni sayılabilecek çev-re ekonomisi neoklasik ikti-sata bağlı olduğu sürece ne çevre sorunlarını, ne de bu sorunlar yüzünden oluşan dışsallıkları ortadan kaldıra-bilecektir. Çevre kirliliğinin tümüyle sistem sonucu oluş-tuğu gerçeğini görmezden gelirsek bulacağımız yollar bizi günü kurtaran, kısa dö-nemli iyileşmelere götüre-cektir. Oysa, neoklasik iktisat için her şey kağıt üzerinde basit politikalarla halledile-bilecek düzeydedir.

İşin garip yanıysa, neoklasik yaklaşımına getirdiğiniz her eleştiri sonrası bu yaklaşımı savunanlar sizi ve savundu-ğunuz düşünceleri karamsar olmakla suçlamaktadır. Ger-çekçiliği karamsarlık olarak gören bu anlayışın kendi-si, belki de farkında olarak, kendi oluşturduğu harika-lar diyarında hiçbir zaman yakalayamayacağı beyaz tavşanın peşinde koşmakta-dır. Beyaz tavşanın varlığını sorgulamaktan çekinen, her aksilikte kraliçeyi ve asker-lerini günah keçisi ilan eden bu zihniyet dün olduğu gibi bugün de ve yarında da tav-şanın peşinden koşmaya

devam edecektir. İşin sakın-calı olan tarafı ise neoklasik Alicelerin tavşanın izini sü-rerlerken tüm dünyayı da ar-kalarında koşturuyor olma-larıdır. Oysa yapabildikleri tek şey hayal ürünü arkadaş-larıyla boş fincanlardan çay içmektir.

Diyeceklerim bu şimdilik bu kadar. “Tek yol neoklasik ik-tisat” sloganını kabul etmek-ten başka bir çaremiz daha var. Pratikteki hataları, kriz-leri düzeltmek istiyorsak te-oriye çeki düzen vermemiz gerekmektedir hatta yeni bir teoriyle iktisat bilimine can vermeliyiz. Unutmamak la-zım mı ki “her zaman bir al-ternatif vardır”. Son sözü be-nim yerime Keynes söylesin “Mümkündür ki klasik teori, ekonomimizin bizim de ho-şumuza gideceğinde şüphe olmayan bir duruma girme-si halini nitelendirmektedir. Ne var ki, böyle bir durumu varsaymak, bütün müşkülle-rin de çözümlenmiş olduğu-nu varsaymaktan başka bir şey değildir” (1980: 33).

KAYNAKLAR

Gouverneur, Jacques. KAPİ-TALİST EKONOMİNİN TEMEL-LERİ. İmge Kitabevi. 1997

Keynes, J.M. İSTİHDAM,FAİZ VE PARA GENEL TEORİSİ. Minnetoğlu Yayınları.1980

Savaş, Vural Fuat. İKTİSATIN TARİHİ. Liberal Düşünce Top-luluğu. 1997

Selik, Mehmet. İKTİSADİ DOKTRİNLERİ TARİHİ. Gerçek Yayınevi. 1980

Sweezy, Paul. KAPİTALİZM NEREYE GİDİYOR. Ağaoğlu Yayınevi. 1970

Talas, Cahit. EKONOMİK SİS-TEMLER. S.Yayınları. 1980

Yay, Turan & Yay, Gülsüm Gürkan. İKTİSAT YAZILARI. Nobe yayın Dağıtım. 2007

Wallerstein, Immanuel. 21.YY’DA SİYASET. Aramtop-lum. 2005

Kasım 201214

Page 15: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Rıdvan Oğuz BİLGE

BİR FİLM TANITIMIEven The Rain

Kasım 2012 15

Yönetmen koltuğunda,’’ Göz-lerimi de al’’ ve ‘’Matahariler’’ gibi sosyal ve toplumsal me-selelere olan duyarlılıklarıyla ön plana çıkan filmlerin de yönetmeni olan, son on yılın dikkat çeken kadın yönet-menlerinden Iciar Bollain’in oturduğu film ‘’También la lluvia’’(Yağmuru Bile) adıyla karşımıza çıkıyor.2010 yapı-mı filmin künyesindeki diğer isimlere baktığımızda, ünlü senarist Paul Laverty ve  ‘’The Limits of Control’’ filmin-de de beraber rol alan Gael García Bernal ve Luis Tosar’ın yanı sıra, filmdeki rolüyle İspanya’nın oscarı diye anılan Goya Ödülleri’nde en iyi yar-dımcı erkek oyuncu ödülünü alan Karra Elejalde ve oyun-culuk performansıyla dikkat çeken Juan Carlos Aduviri’yi görüyoruz.

Amerika kıtasının keşfini konu alan bir film çekmek üzere Bolivya›nın yolunu tu-tan, genç ve   idealist yönet-men Sebastian(Gael Garcia Bernal)   ve aynı zamanda arkadaşı olan, filmi en az maliyetle çekmeye çalışan yapımcı Costa(Luis Tosar) ve ekibinin çekmekte oldukları film ve buna paralel olarak Bolivya›da, iktidarın suyu özelleştirmek için yaptığı gi-rişimlerden dolayı baş göste-ren sorunlar, film içinde film tekniğiyle izleyiciye sunulu-yor.Öte yandan, henüz filmin başında izleyiciye hazır halde sunulan bu karakterler, izeyi-ci adına can sıkıcı bi durum oluştursa da, filmin asıl der-dini ve bu derdi anlatmak için yönetmene kazandırdığı zamanı da göz ardı etmemek gerekir.

Kristof Kolomb›un 1492›de kıtaya ayak basmasıyla be-raber, yerlilerin maruz kal-dığı işkenceler, katliamlar ve sömürünün 2000›li yıl-larda, aynı insanlara, aynı kötülüklerin, aynı adi amaç için tekrar yaşatıldığını bey-nimize batıran, deyim ye-rindeyse gözümüze sokan ‹›Yağmuru Bile››; bu özdeş-

leştirmeleri, Kolomb›a dire-nen yerli lider Hatuey ile,film içindeki filmde karakteri canlandıran ve Bolivya’da ki su özelleştirmeleri sırasında da ait olduğu halkla beraber ortaya koymuş olduğu mücadele ile ön plana çıkan Daniel(Juan Carlos Aduviri) üzerinden doruk noktasına ulaştırmayı başarıyor.

Esere değer katan bir diğer önemli nokta, özellikle sokak çatışmalarının, gerçekliğiy-le izleyici üzerinde yarattığı muhteşem rahatsızlık etkisi olsa gerek.Yeryüzüne iner-ken kimseden izin alma ge-reksinimi duymayan ‹›yağ-muru bile›› biriktirmelerinin ya da kullanmalarının yasak edildiği bir halkın kavgası, nasıl rahatsız etmeyebilir ki kör bakmayan gözleri.Öte yandan, Hristiyan olmayı ka-bul etmedikleri için yakılarak öldürülen yerlilerin, tek vü-cutmuşçasına haykırdıkları son sözleri nasıl olur da sağır etmez, yalanlara katlanma ustası olmuş kulakları:

‘’Sizden nefret ediyorum

Açgözlülüğünüzden nefret ediyorum

Tanrınızdan nefret ediyorum’’

BOLİVYA’DAKİ SU

ÖZELLEŞTİRMESİ

Bu konuyla ilgili okumalar yaparken, çok hoşuma gi-den bir deyimle karşılaştım: Kötü bir kamu politikasına giden yol, iyi niyet taşla-rıyla örülüdür. Bu deyime, Bolivya›daki su özelleştir-mesi hakkında okumalar yaparken rastlamam kesin-likle bir tesadüf değil.1990’lı yılların ortasında, Dünya Bankası’ndan kredi isteyen Bolivya hükümetinin, kredi şartı olarak karşılaştığı özel-leştirme talepleri, hiç şüphe-siz ki Dünya Bankası’nın “iyi niyetlerle dolu” yardım poli-tikasının en tabi sonucuydu. ”İyi niyetinin” ilk göstergesini 1996 yılında Bolivya›nın baş-

kenti Cochabamba Belediye-si› ne, su şebekesinin özelleş-tirilmesi karşılığında vereceği 14 milyon dolarlık krediyle ortaya koyan Dünya Banka-sı, istediği yanıtı alamayınca, bir yıl sonra çok daha cö-mert bir teklifle Bolivya’nın kapısını bir kez daha çaldı.Yeni teklif, Bolivya’nın ulus-lararası borcu olan 600 mil-yon doların silinmesiydi ve karşılığında Cochabamba su işletmesinin özelleştiril-mesinin yanı sıra su tarifele-rinin belirlenmesinde hiçbir kamu teşviğine müsaade edilmemesi isteniyordu.Bu aşamadan sonra süreç Dünya Bankası’nın istediği gibi işlemeye başladı ve özelleştirme gerçekleştirildi.Yapılan zamlardan veya Bolivya halkının gelir düzeyinin düşüklüğünden, sayılar üzerinden bahsetmeye gerek dahi d u y m u y o r u m . B u r a d a bahsedilmeye layık olan şey, halkın bu durum karşısında, kendi suyunu elde etmek için açmış olduğu kuyular ve yağmur suyunu biriktirmek için çatılarına koydukları kaplardır. Ancak, bu denli özverili bir mücadele bile çözüm oluşturma gücüne sahip olamamıştır, zira yapı-lan sözleşmeye dayanarak

halkın kendi çabalarıyla elde ettiği suyun da bir ücreti var-dı ve suyun tüm haklarını elinde bulunduran şirket bu ücreti temin etmek, edeme-diği takdirde de suyun birik-tirilmesine engel olmak için girişimlerde bulundu.Bu du-rum halk açısından bardağı taşıran son damlaydı ve de öyle olmak zorundaydı.Yapı-lan protestolar, genel grevler hükümeti geri adım atmaya mecbur bıraktı ve Bechtel şir-ketiyle yapılan anlaşma 2000 yılının nisan ayında sonlandı-rılarak, şirketin ülkeyi terket-mesi sağlandı. Bunun üzerine Bechtel şirketi, 2001 yılında, gelecekte elde edecekleri karı kaybetmelerini gerek-çe göstererek, Bolivya›ya 25 milyon dolarlık tazminat da-vası açtı.Bu dava, halkın ve uluslararası kampanyaların baskısı sayesinde Bechtel şirketi adına olumsuz so-nuçlandı ve davayı yürüten Dünya Bankası bünyesindeki ICSID (Yatırım Uyuşmazlıkla-rının Çözümlenmesi Ulusla-rarası Merkezi), tazminat be-deli olarak 5 bolivianos, yani yaklaşık 1 dolar ödenmesine hükmetti. Hiç şüphe yok ki bu karar, örgütlü mücadele-nin bir sonucuydu ve ilham kaynağı niteliğindeydi.

Page 16: Kasım 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Mehmet Ali ÇELİK

BİR KİTAP TANITIMISiyaset Bilimi, Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler

Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila AytekinYordam Kitap, 539 sayfa

“Türkiye’de siyaset biliminin farklı yönlerine önemli kat-kılar yapmış ve yapabilecek olan, birbirine yakın bir bakış açısını paylaşan çok sayıda sosyal bilimci olmasına rağ-men, bu potansiyeli yeterin-ce değerlendiren bir siyaset bilimi kitabı yoktu. Böyle bir kitap olabilirdi ve olduğunda da farklı mecralardan edi-nilmiş birikimlerin bir araya getirilmesiyle ortaya muaz-zam bir sinerji çıkabilirdi. …Türkiye’nin herhangi bir üni-versitesinde siyaset bilimine giriş dersi alan büyük bir sınıf hayal ettik. Bu sınıftaki öğ-renciler siyaset biliminin her temel kavramını, her bir si-yasal ideolojiyi ve siyaset bi-liminin diğer disiplinlerle iliş-kilerini her hafta konusunda uzman farklı bir hocanın ka-leminden okuyacak ve dersi veren hocanın katkılarıyla da okuduklarını zenginleştireceklerdi.”(Önsöz’den)

Sosyal Bilimler Üzerine Kü-çük Bir Başlangıç

Sosyal bilimlerin inceledik-leri nesneye göre belli başlı disiplinlere ayrılmasının han-dikaplı bir konu olduğunu söyleyebiliriz. Bir taraftan incelenen nesnenin “doğası” gereği inceleme biçiminin özelleşmesi zorunludur. Di-ğer taraftan ise bu özelleş-me, nesnenin durumunu be-lirleyen öteki parametreleri önemsizleştirebilir. Örneğin iktisat toplumlara maddi üretim, dolaşım, bölüşüm, tüketim, meta, metanın kul-lanım ve değişim değeri gibi kavramların sunduğu çer-çeveden bakar. Kimi iktisat kuramcıları metanın değişim değerini üretim sırasında harcanılan soyut emek ile açıklarken, bazıları da tüketi-cinin ihtiyaçları ve onun do-yumunun değişim değerini belirlediğini söyler. İktisadın topluma bakış şekli itibariyle bu önermeler iktisadi anlam-da tutarlı ve tartışmaya açık-tır. Ama gel gör ki toplumsal

ilişkiler tek başına mübadele ilişkilerinden ibaret değil-dir. Bir sosyologa göre de yine aynı nesne-meta, örne-ğin, kültürün bir taşıyıcısıdır. Herhangi birisi çıkıp da ikti-satçının meta dediği fiziksel nesnenin içerisinde kültürün atomlarını bulamaz. İlişkisel olarak metanın fiziksel biçi-mine eklemlenmiş kimi ide-al biçimlerden söz edilebilir. Örneğin bir puşi onu ele alan sosyal bilimciye göre kimi zaman basit bir meta, kimi zaman bir kültürün nesnesi, taşıyıcısı, bir siyaset bilimciye göre de özellikle günümüz-de siyasi bir nesnedir. Bu kü-çük örneklerde ifade etmeye çalıştığımız şey, inceleme nesnesinin kendine özgü bir inceleme biçimini göreve çağırdığı gerçeğidir. Bir sos-yal bilim disiplini incelediği konu gereği kendine özgü bir sistem oluşturur, kendine has araştırma araçları gelişti-rir ve kendine özgü bir man-tığı vardır. Ama bu demek değildir ki başka disiplinlerle bir ilişki içerisinde olmasın. Herhangi bir sosyal bilim di-siplininin incelediği nesne öteki disiplinler ile arasındaki ilişkiyi de tarifler. Yani pekâlâ farklı sosyal bilim disiplinleri kimi ortaklaşmalarla nesne-lerine eğilebilirler.

Buraya kadar olan kısım işin mantıksal kısmına dairdi. Belki biraz daha tartışma-lı sulara girmekte yarar var. Oldukça önemli ve bekli de sosyal bilimlerin en can alıcı konularından birisi bu disip-linlerin tarihle olan ilişkisidir. Modern dünya eski dün-yanın kabuklarını kırmaya başlayıp, yükseldiği günden beri tarihin insanla ilişkisi ol-dukça tartışmalı bir konu ola-gelmiştir. O günden bu yana insana dair olan düşünsel her tür çabada öyle ya da böyle tarih tartışmanın içerisinde-dir. Sosyal bilimler söz konu-su olduğunda ise tarihin pek çok disipline “analık” ettiği söylenilebilir.

Topluma dair düşünceler filizlenmeye, sistemli bir şe-kilde kendilerine ortaya koy-maya başladıklarından beri kendine özgü sistemlerini kurmaya başlayan sosyal di-siplinler de çoğu zaman cid-di bir ilişkilenme içerisinde olmuşlardır.

Siyaset Bilimine Gelince

Siyaset Bilimi söz konusu ol-duğunda ise beklide sosyal bilimlerin diğer disiplinlerin-den daha fazla öteki disiplin-lerle bir ilişkilenme durumu söz konusudur. Bunun açık-lamasının kabaca siyasetin, insan yaşamında yer alan her türlü şeyi konu alabilme ka-pasitesi olduğunu söyleyebi-liriz.

Yukarıda değinmeye çalıştı-ğımız konular ele aldığımız kitabın başlıca konularıdır. Kitabın doğrudan adından da anlaşılacağı üzere siyaset bilimine dair, hazırlayanların diliyle konuşacak olursak “Si-yaset bilimine giriş niteliğin-de” bir kitap olmakla birlikte, belli noktalarda benzerle-rinden farklılaşmaktadır. En başta, kitabın içerisinde ele alınan siyaset biliminin te-mel kavramları, ideolojiler ve disiplinler arası ilişkiler konu-larının alt başlıklarının tümü farklı yazarlar tarafından

kaleme alınmış metinlerdir. Bu yazarlar yukarıda değin-meye çalıştığımız “tarihselci” açıdan siyaset bilimine yak-laşmakla birlikte çeşitli yöne-limleri temsil etmektedirler ve tüm metinlerin tam anla-mıyla bir doğrultuyu temsil ettiği söylenemez. Türkiye’yi ve Türkçe yazınsal ürünleri ölçek olarak seçecek isek as-lına bakılırsa kitabın türünün nadir örneklerinden oldu-ğu söylenilebilir. Bu açıdan önemli bir boşluk dolmuştur diyebiliriz.

Bir başka önemli nokta ise ki-tabın önemli bir bölümünün siyaset biliminin diğer disip-linlerle olan ilişkisine eğil-mesidir. En başta tarih olmak üzere, iktisat, felsefe, sosyo-loji, psikoloji, kent çalışmaları gibi disiplinle siyaset bilimi-nin ilişkisi incelenmekte, te-mel kavramlar üzerine olan makalelerde de bu bağlam-da kimi çağrışımlardan yarar-lanılmaktadır.

Genel hatları ile kitabın üç temel üzerine inşa edildi-ğini söyleyebilir(kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler), kapsamlı bir siyaset bilimine giriş ve önemli bir referans kaynağı oluşturdu-ğunu söyleyerek bu basit ya-zıya son verebiliriz.

Kasım 201216