pb 1 - gencakademisyenler.org.tr file“mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar son nefes ki...

60
1

Upload: others

Post on 02-Nov-2019

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

PB 1

Page 2: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

2 3

ACELEM VARYarına hükmüm geçmez, heybemde azığım yok

Ecel pusuda bekler ve benim acelem var.Karanlığın çiğ sesi kalkansız karşılanmaz

Çırpınır tutunacak dalı olmayan kuşlarBenim de acelem var! ...

Yırtık bir paraşütle gökten atlamak olmazToprak kucak açsa da düşmeden donar kanın.

Mum eriyip bitiyor, zaman deli bir rüzgârSon nefes ki takvimde hasatı ölü bir yaz

Ve benim acelem var! ...

Bir bineğim olsun ki rüzgârdan hızlı uçsunYeri göğe bağlasın som tevhid urganıyla.

Üstüme kar yağarken içimden tepsin baharDost gönlümü ısıtsın yıldızlı yorganıyla

Benim ki acelem var! ...

Aynayı ayna yapan ışık ile gören gözTara kâküllerini çökmeden karanlıklar.

Kuş kafesten uçanda dövünmek neye yararBir kez orman yanmasın neye yarar kül ve köz

Bundan ki acelem var! ...

Şeytanı karıştırma, hep sağlam pusat kuşan“Biraz daha! ” diyenin avını uyku taşlar.

Yörük atlar aksamaz besmele göynüğündeSon dergâhta yavaşlar

Ve benim acelem var! ...

Yarın için tapum yok, Hakk’tan gayri kapım yok! Hamurum mayalandı ve benim acelem var! ...

Her şiirde ruhumu ateşlere veririmBir yandan balım akar, bir yandan torçum akar

Yüzü ak gitmek için bu günden acelem var! ...

Bahaettin KARAKOÇ (Ay Şafağı Çok Çiçek –Beyan Yay. İstanbul / 1998)

Page 3: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

2 3

“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.”Tüm zıtlıkların birbirini götürüp kışa kapı araladığı,

ağaçlardan yere süzülen yaprakların son kez açık pen-cerelerden izlendiği, perdelerin sonuna kadar örtülme-ye başladığı, ömrü uzun, hasadı zengin ve verimli Ka-sım ayının mazisini yoklayıp köşesinde gaz lambasının yer aldığı cevizden masaya oturup atimizi inşa edecek çınarlara ve muazzam vakıalara göz atma vakti…

Duruşu ardıç misali sağlam ve dik, yaşayışı rehber, icraatları ve söyledikleri kavi insanlar, yağan yağmur ve sararan yaprakların ağaçlarla vedalaştıkları bu deli zamanda, bir bir tren vagonlarına binip fâni hayattan uzaklaşırlar. Kimler var bahsedersek: bu dünyada ace-lesi en çok olan, ıhlamurların dertdaşı, gönül azığının en çok kıymet bileni Sayın Bahattin Karakoç, içi dışı bir olup her kitabında nefsini muhasebeye alan, her kelâ-mında insanı farklı bir hale büründüren sayın Bahaed-din Özkişi, Türk gençlerinin umudu, hayallerinin yol-daşı, kendisini Türk dünyasına adamış bir ömre sahip Turan Yazgan hocamız, Türk ülküsünün sönmez neferi Dursun Önkuzu gibi nice insanımızın aynı vagonda yer alıp onlara gururlu ve vakur bir selamla giden yolcu peronunda uğurlanırlar. Soğuk kış günlerine az kala ve hâlâ ayrılmadığımız istasyondan gelen yolcu treni ile umutlarımız kaldığı yerden devam eder, bu gelenlerin ilim ve irfanını; umut ve azim dolu bavullarını alıp iler-lemeye başlarız. Kimler yoktur ki bu gelen trende; paşa-mız Enver Bey, ülkümüzün piri Türkeş Bey ve her daim izinden yürümemiz gereken baş öğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk'ü karşılarız.

Acelesi çok olup gelenin gidenden devraldığı, san-cağın hiç düşmediği bu kalenin Kırktuğ’ u olan yağız çerileri olarak bu istasyonu boş bırakmamak ve heybe-mizde her daim gönül azığı biriktirmek atalarımızdan bize kalan asıl ülkümüzdür…

Editör’den SevgilerleTuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİGenç Akademisyenler Derneği Adına

Tuba Sarı Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Alperen Arslan

EDİTÖRTuğba Dinç

YAZI KURULUDuygu Doğuş

Nermin Fatma GülcükKağan Tüber

GRAFİK TASARIMAlper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSUHamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

Page 4: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

4 5

6

08

14

20

Uzun Yol-Alperen Gökçe 06

Sembollere Yüklenen Anlamlar-Murat Emre Şahin 08

Kelimeler Büyüsü-Ayşenur Akın 10

Mülkün Temeli-Nermin Fatma Gülcük 12

Osman Çeviksoy’la Öğretmenler Günü Söyleşisi 14

Sahi, Ben Kimim? ve Kimsiniz Siz?-Alperen Aslan 18

Devlet Kimin ya da Neyin Fikri? Devlet Bir Fikir Mi?-Oğuz Atalay 20

Karmaşık Bir Düzen-Hilal Gül 28

Hayat Bir Siyah Bir Beyaz Değilmiş-Hamza Agahoğlu 30

Bizimdir-İbrahim Alper 31

Takvimin Bir Yaprağı-Buğrahan Saatcı 32

Page 5: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

4 5

34

46

50

58

Çalıkuşu-Tuğba Dinç 34

Kendimden Sakladım-Samet Can Karakaya 36

Mileh’e- Hale Kaplan 37

Bey Abi-Alper Şenadam 38

Benden Bize-Gültekin Kayalar 40

Açlık-Ömer Berkay Ertan 46

Özlem mi Yalnızlık mı...-Duygu Doğuş 48

Asfaltta Ata Binenler-AYAZ 50

Bencillik Neydi?-Sultan Kılıç 56

Teknolojik Sohbetler-Elif Atbaşı 58

Page 6: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

6 7

“Gözüm arkada kalmayacak” dedi adam.Sayısız kez söylenilen ve işitilen bu cümle-

nin anlamı ve ağırlığı üzerine çok düşünmemiş-tim. İnsanın, gölgesinden gayrısını götüreme-yeceğine olan inancımdan mütevellit gözünün arkada kalıp kalmamasına kıymet vermemiş de olabilirim. Ta ki ne ferdi olduğum cemiyetle ne de cemiyetin her bir ferdi ile zerre kadar çıkar ilişkisi gözetmeyenler tarafından bu söz dile getirilene kadar. “Beni büyük bir hastalık-tan kurtardınız” der gibi söylediği vakit anla-dım; insanın gözü arkada kalır ve gözü arkada kalanlar, kalplerinde huzursuz bir merak ve kaygı taşırlar. Bu kaygıyı bir iz gibi mahşere de götürürler.

Henüz on yedi yaşındaydım. Yatılı liseden çıkmış, aileden ayrı kalmaya alışmış olma-nın verdiği güven, büyük şehre gelmiş olma-nın getirdiği ürkeklikle basit bir öğrenciydim. Çocukluk arkadaşımla her gün çeşitli zaman-larda buluşuyor, çaya para vermemek için ek-seriyetle bir bankın üzerinde çeşitli konular üzerine konuşuyorduk. Bazen ciğeri beş para etmez insanları göğe çıkarıyor, bazen de adam

gibi adamları yerin dibine sokuyorduk. Dedim ya, on yedi yaşındaydık ve on yedi yaşını ya-şayan herkeste böyle bir “doğaüstü güç” zuhur edebiliyordu.

Bir Tereddüdün Romanında şöyle diyor ya-zar; “Gece yarısı, kaldırımlarda, yolun sonları-na bakarak her gece bir mucize bekledik. Gök kubbesi veya yeryüzü çatlayacak, kürenin gizli dolaplarından bizim hazinemiz doğacak, diye, bekledik.” Beklemenin, olmuş ve olacak olan kötülüklere de zaman tanımak olduğunu bil-meden bekliyorduk. Çünkü insan, bazen yanlış bir şey yapmasa da ona mukabil edilgenliği ile yanlışı büyütebiliyordu.

Şimdi o yaşımı, eski bir resmi karşıma alıp da saatlerce seyreder gibi seyredebiliyorum. Bizim, yazın güneşin altında, kış günlerinin ise suratı kesip atan ayazında, inatla vazgeçme-diğimiz bütün o buluşma iştiyakımız, bütün o çeşitli zannettiğimiz konuşmalarımız aslında sadece bir soruya cevap aramaktan ibaretmiş; “ne yapacağız?”

Resim karşımda daha da belirginleşiyor. Böyle bir soruya biz mi maruz bırakıldık, yoksa

Alperen Gökçe

Page 7: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

6 7

böyle bir soruya cevap arar halimizden biha-ber miydik? Arkadaşım bir yazısında bahset-mişti; çocukken televizyonda Bosna katliamı ile ilgili haberlerde çocuklar ağlıyor, evde ise annesi. Şöyle diyordu yazıda; “Alt üst oluyor küçük bedenim, anlam veremiyorum. Hele hele öldürülen o çocuğu kendim zannediyo-rum. Çoğu gece, beni öldürüyorlar, kurşun kadar ağırlaşıyorum.” Sonra şunu fark et-tik; Mostar’ı yıkılışından, Bağdat’ı bomba-lanışından bilen bir anımsama mekanizma-mız vücut bulmuş. Bilinçaltımızda bir sürü patlamamış mühimmat. İnsanın insana utanç olduğu devirlere büyümüşüz biz farkında ol-madan. Ve biz büyüdükçe utanç da büyümüş. Biz, aslında koskoca bir “ne yapacağız” soru-suymuşuz.

Aynı soruyu soran büyüklerimizle, yaşıt-larımızla, küçüklerimizle bir araya geldik ve cevap aradık. Farklı merhalelerle aynı cevaba ulaşanlar oldu, aynı yolla farklı cevaplara ula-şanlar da. Bir cevapta birleşenler olarak dört turuncu sandalye ve bir masa alıp, başımıza bir çatı diktik. Paramız yoktu, madenden de-ğil de çiçekten bir taç yaptık umudun başına. Adına “dernek” dedik.

Biz bu tacı niye umuda yaptık? Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Çağlayan-

lar” adlı eserinde “Turhan Nasıl Çıldırdı?” başlıklı bir bölüm vardır. Avrupa’da tahsilini tamamlayıp büyük hayallerle, memleket ve millet için bir şeyler yapmak gayesiyle İstan-bul’a dönen Turhan’ın, karşılaştığı toplum, arkadaşları ve şehir hayatı sonrasında kırılan umutlarının, Sultan Selim Camiinin minare-sinden kendisi bırakarak sonlanışını anlatır. Şöyle der Yavuz’un türbesine dönerek Tur-han; “…sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı, sendeledim ve düştüm”

İnsanoğlu, bu çağda öyle dönemlerden geçiyor ki umutlarının kırılması dahi bir nimet haline geliyor. Çünkü umut edecek hiçbir şeyinin olmaması, umutlarının kırılmasından daha insafsızca ve “insansızcadır.” İnsafsızlığın sineye çekilir, ahirete bırakılır bir tarafı olsa da insansız-lığın uğratacağı inhitatın telafisi yok. İnsansızlık; yani acını, sevincini, fikrini, zikrini, yaşadığını, yaşayacaklarını, tecrübeni, acemiliğini, kızgınlı-ğını, tesellini, hülasa seni varlığıyla ve yokluğuy-

la tek başına insan kılabilen ama tek başına da bı-rakan her şeyi paylaşma nimetinden yoksunluk. İstedik ki birlik olabilmenin getirdiği o güveni bilelim ve balçıklı zeminine çakılmadan evvel, güven duygusunun yokluğuyla müteşekkil kör kuyudan yani “insansızlıktan” haberdar olalım. O kuyuya girmeden ve o zemine değmeden.

İnandığımız ve savunduğumuz değerlerin şahsımızda tezahürü, yaşantımızda tedaileri olmalı telakkisi ile “biz de bu işin bir ucun-dan” tutalım düşüncesiyle eller taşın altına sokulur. Kaldırılan her taş, dernek dediğimiz bu okulun duvarını yükseltmek için konulur. Aynı şekil, renk ve ağırlıktaki ekmekler gibi “insan” üreten fırın misali yapıları reddeden, tek tip ve kalıp olmaktan uzak, olaylar ve fi-kirler üzerinde yürüttüğü muhakeme ve dü-şünme eylemi ile kendinde bu okulu arma gibi taşıyacak bir insan olabilme hedefiyle çıkıldı bu yola. “Bunca bozulmuşluğu nasıl düzelte-cek bir kişi” sorusuna yazarın “bir kişi bozu-yorsa bir kişi düzeltir, hiç değilse düzeltmeğe çalışır”cevabının insanı teskin eden o durulu-ğu ile birlerin kırklara, kırkların daha çoklara erişmesi temenni ederek. Şimdi, yıllar önce şehirden ayrılmış olmam sebebiyle bambaşka çevrelerle daha çok münasebet kurmuş olan birisi olarak, o eski resimde daha net görüyo-rum; derneğe bir şey verdiğimi zannettiğim o anlarda dahi dernekten bir şeyler aldığımı. Si-zin yazılı olduğunuz ama birkaç sayfasına si-zin de çizginizin değdiği bir kitap gibi adeta.

Geçmişi fazla yâd etmek, onu “kutsamak” gibi algılanabilir. Yaşadığımız bu zamanı hor görseydim eğer bu haklı ve yerinde bir algı olabilirdi. Lakin bugün hâlâ tamamlan-mış bir duvardan ya da hitama erdirilen bir kitaptan değil, yükselen bir okul duvarın-dan ve hâlâ yazılan ve sizleri de yazan bir kitaptan bahsediyoruz. Bunu bahsettiren de başı taçlı umudun bu yaşa ermesi. Birileri yıllar önce bir soru buldu ve ona mukabil bir cevap vermeye çalıştı. Yıllar sonra gelenler eski sorularla zaman kaybetmesin, şimdiki zamanın sorusunu bulsun, cevabını yontsun diye…

Bu yazının varlığına sebep olan, bahse konu o sözdeki gibi “gözler arkada kalmasın” diye…

Page 8: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

8 9

Her sosyal grup belli bir kültürel ortamda ortaya çıkar ve zamanla kültürel birikimle birlikte varlığını devam ettirmeye çalışır. Çünkü sosyal yapı varlığını sürdürebilmesi için sosyal yapıyı bir arada tutan kül-türel değerlere sahip çıkmak zorundadır. Bu anlamda her sosyal yapı, belli bir kültürel birikim üzerine var-lığını sürdürme eğilimindedir.

Bütün sosyal yapılar, sosyal yapıyı oluşturan, sos-yal yapıya kimlik kazandıran ve gelecekte de varlığı-nı sürdürebilmesi için kültürel kodlara ihtiyaç duyar. Kültürel kodlar, sosyal yapıların geçmişinden bugüne kadar taşıdığı, her sosyal yapının tanımlanmasında ve gelecek kuşaklara varlığını intikal ettirmesini sağla-yan unsurlardır. Buna göre her sosyal yapı, bu kül-türel kodlar yani sosyal grubun kimliğini oluşturan unsurlar etrafında anlam kazanırlar.

Her kültürel kodun da sembolik anlamı vardır. İs-ter siyasi, ister cemiyet, ister bir cemaat yapısı olsun, her sosyal yapının içerisinde, insanların zihinlerin-de, hafızalarında yer etmiş semboller etrafında kim-lik oluşmaktadır. Bu durum toplumun bütünü ve alt kültür yapıları içerisinde oluşan sosyal yapılar içinde geçerlidir. Günümüzde sosyolojik anlamda kategori-

ze edilen alt kültür – üst kültür tartışmaları da burada karşımıza çıkmaktadır. Toplumu bir bütün olarak ele aldığımızda herkes tarafından kabul edilen değerler, kültürel kodlar ve buna uygun geliştirilen duygu, dü-şünce ve davranış kalıpları bulunmaktadır. Biz bu an-lamda üst kültür olarak ifade edilen ve toplumun bü-tününü temsil eden hususa, sosyolojik anlamda millet diyoruz. Her milletin sosyolojik anlamda değer/leri, kültürel kodları ve bu bağlı olarak tarihsel ve kültü-rel birikim içerisinde oluşturduğu bir kimliği vardır. Alt kültür grupları ise toplumun bütünlüğü içerisinde gelişen ama aynı toplum içerisinde meydana gelen farklı yaşam tarzları bulunmaktadır. Buradaki yakla-şımlar bütünü değiştirmese bile, her alt kültür grup-larının tanınmasını sağlar. Diğer bir ifadeyle, alt kül-tür gruplarına ait kültürel kodlar ve semboller oluşur. Toplumsal bir varlık olan insan, mensubu olduğu mil-let varlığı içerisinde kendisini kabul ettirdiği, aidiyet duyduğu, inandığı ve fedakârlıklarda bulunmayı göze aldığı sosyal yapılar bulunmaktadır. Ve her sosyal ya-pının da kendisine ait kültürel kodları, değerleri ve buna uygun geliştirdiği duygu, düşünce ve davranış kalıpları bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle her sosyal yapı özelliği gösteren bütün unsurların içerisinde, her

Murat Emre Şahin

SEMBOLLERE YÜKLENEN

ANLAMLAR

Page 9: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

8 9

bir sosyal yapının mensupları tarafından ortaya ko-nulmuş, geliştirilmiş, devam eden ve gelecek nesille-re aktarmak istediği semboller bulunmaktadır. Bütün sosyal yapıları kendi içerisinde anlamlı hale getiren de bu sembollerin varlığıdır.

Ülkücü kimliği de, böyle bir tezahürün ürünüdür. Yani Ülkücü kimliği, geçmişten günümüze kadar Türk’ün tarihsel birikimi ile İslam ahlakının getirdiği unsurlar etrafında oluşan siyasi, sosyal ve kültürel te-melleri olan bir sosyal yapıdır. Buna göre ülkücülük, her sosyal yapıda olduğu gibi, birey ve toplumun etki-leşimini esas alır. Ancak diğer sosyal yapılardan farklı olarak bireyin şahsiyet olarak gelişimini ve toplumun da kolektif iman etrafında bir arada tutmayı esas al-maktadır. Yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız sosyal grupların sahip olduğu kültürel kodlar gibi, Ülkücülerin de geçmişten bugüne taşıdığı kültürel kodlar vardır. Diğer bir ifadeyle, her sosyal yapı/grup içerisinde olduğu gibi, Ülkücülerin de bulunduğu sosyal grup/lar içerisinde kültürel kodlar bulunmak-tadır. Sosyal bir varlık olan insanın Ülkücü kimliğini oluşturan semboller hem mensupları tarafından hem de mensup olmayanları tarafından bilinir. Örneğin Ül-kücü duruş, Ülkücü yaşam tarzı, bozkurt, hilal bıyık, kurt pençesi, kafa tokuşturma, gösterişten uzak sade

bir hayat tarzı vs. gibi genelde Ülkücünün dış dün-yasını gösteren ve bu tür siyasi ve sosyal meseleleri yakından takip edenler tarafından tanınır, bilinirler. Çünkü bütün bu dışa vuran düşünce ve davranışların sembolik anlamı vardır. Öyle ki, Ülkücülerin yaşam tarzına bakıldığında da, Müslüman bir Türk’ün, Türk milleti’nin tarihsel bütünlüğü içerisinde oluşan alış-kanlıkların, Ülkücü bir irade tarafından şuurlu bir şe-kilde yerine getirilmesi söz konusudur. Bu anlamda da ülkücülük, Türk milleti’ne ait bütün bu sembollere şuurlu bir şekilde sahip çıkmaya çalışan, bugün için bunları yaşayan ve gelecekte de sahip olduğu bu sem-bollerin yaşaması için rol modeller üretmiş bir hare-kettir.

Ancak yapılan araştırmalar göstermektedir ki, bi-reylerin entelektüel birikimleri arttıkça, sembollere olan bağlılıkları da giderek azalmaktadır. Bu anlayış bütün sosyal yapı/gruplar için geçerlidir. Bu yaklaşı-ma “aydın hastalığı” da diyebiliriz. İnsan mensubu olduğu topluma veya sosyal gruba ait sembollerden uzaklaştığında, toplumun geri kalanı tarafından ken-disine sempati duyulacağına yönelik beklentileri or-taya çıkmaktadır.

Türk Milliyetçiliği ve Ülkücü hareket aynı zaman-da bir aydın hareketidir. Bu bağlamda ülkücü dünya

Page 10: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

görüşü, bir siyasi hareket olması nedeniyle de toplu-mun sempati ve teveccühünü kazanmayı hedeflemek-tedir. Bu retoriğe göre toplumun geri kalanı tarafın-dan sempati ile karşılanabilmesi için ülkücülüğe ait bazı semboller tartışılmakta ve ülkücü harekete yön vermek için uğraşanlar, toplumun sempatisini kaza-nacak söylem, duruş ve semboller geliştirmeye ça-lışmaktadırlar. Meseleyi bu yönüyle ele aldığımızda ülkücü hareket, toplumun geri kalanı tarafından kabul edilmiş ve nihaî hedeflerden biri olan siyasi iktidara ulaşmak kolay olacaktır (!). Ülkücü kimliği oluşturan semboller terk edilirse, toplumun geneli tarafından daha bir rağbet göreceği kanaati, bazı aydınlar tara-fından söylenmektedir.

Ülkücüler, Türk Milleti’nin içinde yaşayan ve Türk Milleti’ne ait olan gelenekleri bir şuur etrafın-da yaşayan ve de yaşatmaya çalışanlardır. Entelektüel birikimin getirdiği Ülkücü aydın insan tipi, Ülkücüler de meydana gelebilecek değişimleri doğal sürecine bırakmak zorundadırlar. Bu anlamda da Ülkücüler, Türk Milleti’nin içinde, Türk Milleti’nin yaşam tar-zını temsil edenlerdir. Ancak Ülkücü hareketin içe-risinde olup da, özellikle Ulusalcıların ve Marksist grupların etkisinde kalıp Ülkücü harekete yeni bir tarz oluşturmaya çalışanların Ülkücü harekete katkı sağlamaktan ziyade, onun varlığından rahatsız olanla-ra şirin gözükmeye çalışanlardır. Şirin gözükmek için terk etmek istediğin ya da terk etmeyi arzuladıkların, Ülkücü yaşam tarzı aslında ve bugün seni kıymetlen-diren, anlamlı bir şahsiyet haline getiren unsurlardır.

Sembollerin yansıması olan dış görünüş ne ka-dar önemsiz gözükse bile, sahip olunan Ülkücü ruhu içerisinde barındırdığını da unutmayalım. Bizim için makul olan ise bir Ülkücünün entelektüel birikimi ve buna uygun olarak geliştirdiği ahlaki bir yaşam tar-zıdır. Kısaca sosyal gruplar semboller anlam kazanır. Ülkücüleri de anlamlı hale getiren, sahip olduğu sem-bollerdir. Sembolden kastedilen, sadece giyim kuşan, bırakılan bıyık değildir. Aynı zamanda ülkücülüğü ahlaki olarak yaşamak da birer semboldür. Semboller yozlaştırıldığında ise sosyal grubun varlığından söz edilemez. Dolayısıyla ülkücü duruş, ülkücü tavır, ül-kücü yaşayış anlamında ele alınan sembollerden vaz-geçenlerin, ülkücü olarak yaşaması mümkün değildir.

Page 11: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

KELİMELER BÜYÜSÜ

Getirin bana şu susuz çiçeklerimi,Özümün sebilinden dökeyim hislerimiKoyun bir yere beni bir de bütün gülleri;Feryadını dinleyim bülbülün dilinden,Uçmadan son bir kez altın kafesinden.

Bağırın tıngır mıngır sallar iken beşiğimi,Pireler tellal iken develer berber iken,Saat tam on ikide vurmuş iken geceyiDüşüreyim ayağımdan ağırlaşan ökçeyi.

Karga çıkmış dala ağzında peyniri,Bir parça övgüye kaptırdı kısmetini,Aslanın ağzında değilken ekmeğimeSüreyim tabiatın güneş yüklü ellerini.

Sözlerim bir avuç buğday eledikçe saçılır,Ardından hazinenin kapıları açılır.Kayırın beni beni saran şu binbir gecelerdenKorkarım haramiler bırakmaz ellerimi,Değemem yıldızlara çolak bırakır sonra beni.

Gökten üç elmayı düşürdü kelimeler,İçime ateş düştü pişirdi kelimeler.Kötülerden iyileri devşirdi kelimeler.Evvel zaman içinden kalbur saman içinden.

Ayşenur Akın

Page 12: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

12 13

“Sen adaletle hukuku birbirine karıştırıyorsun. Adalet başka bir şey hukuk başka bir şey. Senin söylediğin hukuken olması gereken şey, o da hukuk varsa. Ama Adalet başka bir şey. Adalet bu! Zaten adalet dediğin ne ki ? “ ¹

Agah Beyoğlu

Dizinin en heyecanlı yerinde dumura uğratan soru: “Zaten adalet dediğin ne ki?”

İnsanoğlunun var olduğundan beri sorduğu ve binler-ce cevap oluşturduğu bir soru. Birçok tanımı mevcut; hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi, hak ve hu-kuka uygunluk, doğruluk, adil olma durumu...

Peki adalet için hukukun olduğu yerdedir diyebilir miyiz ? Agah Bey böyle olmadığını iddia etmiş. As-lında bu iddiasında da haklı. “Adalet başka bir şey hukuk başka bir şey.” Şöyle ki hukuk sosyolojisinde Althusser ve Gramsci'ye² göre devletin aygıtları var-dır: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar. Baskı aygıt-ları polis ve askerdir, sınırlı sayıdadır. İdeolojik ay-gıtlar ise sayı olarak daha fazladır ve en önemlileri eğitim, medya ve dindir. Hukuk ise hem baskı aygıtı hem ideolojik aygıttır. Mahkemelerin icra organları ile işlemesi şiddeti meşrulaştırır. Böylece hukuk bas-

kı aygıtına dönüşür. Bir duruma/olaya “hukuk devleti gereği, hukukun üstünlüğü gereği” dendiğinde bu ge-rekçe o şeyi meşrulaştırır. Bu da bizzat hukuk fikrinin ideolojik olmasından kaynaklanır. Bu durumda hukuk hem baskı hem ideolojik olarak bir araç haline gelir.

Peki hukuk araç ise amaç nedir ?

Burada Peyami Safa'nın Mahşer adlı romanında Dok-tor karakterine kulak verelim:

“Sus Nihad Bey. Zabıtadan ve adaletten bahsetmeye-lim. Tavuk pazarında esrârkeş kahveleri vardır. Ora-da bizim zabıta memurlarıyla hırsızlar tavla oynarlar. En maruf katiller serbesttirler. Adalete gelince zabıta; seni, beni, ötekini tevkif ederek buraya tıkar. Hâlbuki kanunen hiç kimse yirmi dört saatten fazla alıkona-maz. O da böyle bodrumlarda değil. İnsanı boğma-yan odalarda. Müddei-umumi olacak o bey nerede? Müdüriyetin (müteferrika) denilen şu bodrumu niçin görmez? Buraya benim gibi bir doktorun altı gündür, bilâsual velâcevap tıkıldığını niçin bilmez ? Görmez değil, görür; bilmez değil, bilir; daha böyle nice nice adamlar, sebepsiz tevkif hapsolunmuşlar fakat adalet gık bile dememiştir.” ³

Metinde; zabıtanın hırsızla tavla oynuyor olması, en

MÜLKÜN TEMELİ

Nermin Fatma Gülcük

Page 13: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

12 13

maruf katillerin serbest gezmesi fakat suçu dahi belli olmayan Doktor ve daha nicelerinin kurallara uygun olmayan şekilde ve koşullarda sözde adalet için yetki-lilerce hapsolunduğundan bahsedilmektedir.

Olayda hukuk ve onu oluşturan kurallar, adaleti tesis etmek amacıyla kullanılmamış, yukarıda bahsettiği-miz baskı aygıtı ve ideolojik aygıt olarak kullanılmış-tır. Hukuk bir araçtır ve esas amacı olan adaleti tesis etmemiştir. Hukuk geneldir, objektiftir, keyfî kullanı-lamaz. Hakimlerin belli bazı durumlarda takdir yetki-si vardır fakat takdir yetkisinin de sınırları yine hukuk tarafından çizilmiştir.

Şimdi esas soruya dönelim. “ Zaten adalet dediğin ne ki?”

Kişiden kişiye göre değişen bir kavram olmakla bir-likte adalet; Eflatun'a göre “mutluluk”, Eski Yunan bilgelerine göre “herkese hakkını vermek”, karşılık-lılık ilkesine göre “iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük”, Marx'a göre “herkese kapasitesine göre ve herkese ih-tiyacına göre”dir. Agah Beyoğlu'na sorarsak adaletin nefsi müdafaa olduğunu, Doktor'a sorarsak makam sahiplerince hukukun keyfi kullanılmadan adaletin tesis edilmesidir diyecektir. Kelsen’ e göre ise mutlak bir adalet tanımı yoktur.⁴

Adaletin kişiden kişiye değişen bir kavram olduğu, örneklerden de görüldüğü üzere açıktır. Ancak huku-kun da oluşturduğu ortak bir görüş vardır: Adalet; hu-kuk kurallarının çizdiği sınırlar içinde, geç kalmadan, vicdanların tatmin edilmiş olmasıdır. Zira “geciken adalet, adalet değildir.”

Adalet mülkün temelidir. Mülk, Arapça bir kelime olup devlet, düzen, sistem anlamlarına gelir. Bu te-mel üzerine inşa edilen devlet, ayakta kalabilmek için adaleti gözetmek zorundadır. Yani devlet tarafından baskı ve ideolojik bir aygıt olarak kullanılan huku-kun amacı esas olarak adalet olmalıdır. Adalet sağla-namazsa mülk temelinden sallanmaya başlayacak ve yıkılması uzun sürmeyecektir. Agah Bey, Doktor ve daha niceleri ya kendi adaletini kendi tesis etmek is-teyecektir ki bu da hukuken yasaktır (ihkak-ı hak ya-sağı) ya da bayrağı altında yaşadığı devlete küsecek hatta düşman olacaktır.

¹ Şahsiyet Dizisi/ 12. Bölüm

² https://www.academia.edu/20012929/İdeoloji_ve_Devlet_Devletin_İdeolojik_Aygıtları

³ Peyami Safa/ Ötüken Yayınları/ 26.Basım/ 245.sayfa

⁴ Hans Kelsen/ “What is justice?”

Page 14: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

14 15

Alper Şenadam: Hocam, okullara Türkçe ders kitapları hazırlamış bir öğretmenimiz olarak mil-li eğitim sistemimizi ve kullanılan kaynakları dil açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Osman Çeviksoy: Biz iki arkadaş liselerin bütün sınıfları için Edebiyat, Kompozisyon, Güzel Ko-nuşma ve Yazma kitapları hazırladık. Bu kitap-lar Talim ve Terbiye Kurulu tarafından incelen-di, ders kitapları olarak kabul edildi, uzunca bir zaman liselerde okutuldu. Ayrıca yine liseler için programa uygun olarak Edebî Metinler kitapları da hazırladık. Program değiştiği için bu kitaplar artık okutulmuyor.

Mili eğitim sistemini bu söyleşide ayrıntılı biçim-de değerlendirmek mümkün değildir. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Millî eğitim sistemi top yekûn gözden geçirilmeli, iyileştirilmeli, milli-leştirilmelidir. Bu işe önce öğretmenlerden baş-lanmalıdır. Donanımlı, idealist, iyi öğretmenler yetiştirilmelidir. Eğitimin başarısı ya da başarısız-lığı tamamen büyük oranda öğretmene bağlıdır. İtibarı zedelenmiş, geçim derdine düşürülmüş, donanımsız öğretmenlerle eğitimde başarı sağla-namaz.

Sonra eğitim öğretim programları ele alınmalı.

Sınav sistemi gözden geçirilmedi. Orta okuldan başlayarak üniversiteye kadar başkalarının ha-zırladığı dört ya da beş seçenekten birini işaret-leyerek yarınlara hazırlanmak mümkün değildir. Test soruları işaretleyerek duygu düşünce hayal dünyalarımızı; bilim, sanat, kültür dünyalarımızı geliştirmek, zenginleştirmek mümkün değildir. Olmuyor işte. Olamıyor.

Örnek: Herkesin bildiği beyin göçü… Türki-ye’den batı ülkelerine yapılan ve giderek artan be-yin göçü bir türlü durdurulamıyor. Elbette bunun sebepleri var. En büyük sebep eğitim sistemidir. Eğitim sistemi ve sistemin unsurları millî ve ye-terli olsa, ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun insanımız daha insanımız daha farklı olmaz mı? Devletimizin büyük fedakarlıklarla yetiştirdiği beyin takımı ülkesine hizmeti bırakıp da başka ülkelere gider mi? Eğitim sistemindeki sakatlığın acilen ortadan kaldırılması gerekir.

Alper Şenadam: Eğitimde devlet ve özel olarak iki sektörün olmasıyla ilgili düşünceleriniz neler-dir?

Osman Çeviksoy: Önceleri eğitimde özel sektörü kabullenmezdim. Ticari kuruluşlar olarak görür-düm. Çünkü devlet okullarının büyük çoğunlu-

OSMAN ÇEVİKSOY’LA ÖĞRETMENLER GÜNÜ

SÖYLEŞİSİ

Söyleşi: Alper Şenadam

Page 15: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

14 15

ğu eksiklerine rağmen eğitim öğretimde kaliteyi yakalıyor, başarılı öğrenciler yetiştiriyordu. Sonra kalite yavaş yavaş ortadan kalktı. Bugün maalesef eğitim öğretim yerlerde sürünüyor. Adına özel okuldan çok “ticarethane” diyebileceğimiz okul-ların sayısı inanılmaz derecede arttı. Meslek haya-tım boyunca eğitim öğretimde özelleşmeye karşı olan ben, bugün diyorum ki “İmkânı olan anne babalar, iyi bir araştırma yaparak gerçek eğitim öğretim yapan bir özel okul bulsun, çocuğunu mutlaka özel okullarda okutsun. Çünkü çocuklar bizim en değerli varlığımız ve geleceğimiz.”

Alper Şenadam: Öğretmenliğin yanında güzide bir kaleme sahipsiniz. Bu iki farklı dal sizde birbi-rini besliyor mu?

Osman Çeviksoy: Meslek icabı çok sayıda çocuk, anne, baba, aile tanıdığım; farklı olayların, du-rumların tanığı olduğum için öğretmenliğimin yazarlığıma mutlaka katkısı olmuştur. Yazarlığı-mın öğretmenliğime katkısının olduğunu sanmı-yorum. Ancak öğrencilerim açısından durumun biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Diyebilirim ki pek çok öğrencim kitap okuma alışkanlığını benim kitaplarımı okuyarak kazandılar. Bazıları, yazarlığa ve şairliğe benimle heveslendiler. Özel-

likle lisede derslerine girdiğim öğrencilerimden edebiyat öğretmeni, yazar, şair; radyo ve televiz-yon sunucusu olanların sayısı az değil. Bunlar içinde işini hakkıyla yaparak büyük ün kazanan-lar var, söz açıldıkça onların öğretmenleri oldu-ğumu gururla söylüyorum.

Alper Şenadam: 21.yy Türkiye’sinde, gelişen tek-noloji de göz önüne alındığında köy okullarında verilen eğitim ile şehir okulları arasındaki farkı nasıl değerlendirirsiniz?

Osman Çeviksoy: Bu fark maalesef baştan beri giderilemedi. Bırakınız köy şehir farkını, aynı şehrin değişik semtlerindeki okullar arasındaki farklar giderilemedi. Farklı sebepler söylenebilir ama asıl sebep; plansızlık, programsızlık, yetkili-lerin eğitimi yeterince ciddiye almaması… Kısaca şunları söyleyebiliriz: Biz, uzun zamandan beri şehrin imkânlarını köye taşımak, köyü kalkın-dırmak yerine plansız, programsız ve büyük bir hızla köylüyü şehre taşıdık. Köylerimizi şehirleş-tirmek yerine şehirlerimizi köyleştirdik. Köyden şehre hazırlıksız, hızlı bir göç, eğitimden üretime, bilimden sanata, toplum hayatından siyasete her şeyi etkiledi.

Alper Şenadam: Hocam bildiğiniz gibi kitaptan

Page 16: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

16 17

ve kitap okumaktan uzaklaşan bir neslin yetişti-ğini görüyoruz. Öğretmen ve bir yazar olarak bu problemimiz hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu-nun önüne geçebilmek için neler yapmalıyız?

Osman Çeviksoy: Bir çocuğun evde annesi, ba-bası, okulda öğretmenleri kitap okumuyorsa; eği-tim sistemi test esasına göre düzenlenmişse, or-tada internet denen çok renkli bir zaman hırsızı, çok çeşitli sanal oyunlar varsa, televizyon kanal-larında bilim kültür programlarının yerini, insanı düşünmekten, hayal kurmaktan uzaklaştıran ba-sit, ucuz, sıradan programlar almışsa çocuk niçin ve nasıl kitap okuyacak?

Ne var ki kitap okumaktan uzaklaşmak cehalete yaklaşmak demektir. Kitabı okumayan insan için-de yaşadığı evreni okuyabilir mi? Kitabı ve evreni okuyamayan insan anlatılanı doğru anlayamaz, anlattığı zaman doğru anlatamaz, doğru seçmeler yapamaz, doğru yorumlayamaz. Etkileyen değil etkilenen, etken değil edilgen, sıradan, herhan-gi bir canlı gibi yaşamaya başlar. Yaratıcının ona bahşettiği, canlılar arasında onu sorumlu konu-ma yükselten iradeyi kullanamaz. Akletmek, ak-lını işletmek, düşünmek, muhakeme etmek, karar vermek, kendi verdiği kararları uygulamak yerine başkalarının kararlarını uygular. Aklı, iradesi ol-mayan herhangi bir canlı gibi başkalarının sevk ve idaresinde yaşar ve ölür.

Böyle bir ömür heba edilmiş demektir. Böyle bir ölüm, felaketlerin en büyüğüdür. Böyle yaşamak, böyle ölmek insana yakışmaz, insan yaratılışıyla uyuşmaz.

Peki, umutsuzluğa kapılıp kahredip duracak mı-yız?

Kötüye gidişi fark edip olumlu, anlamlı, güzel fa-aliyetler içinde bulunanlar var, onları göreceğiz. Onların başlattıkları okuma ve hayatı anlamlı kıl-ma seferberliğine katılıp gücümüzün yettiği ka-dar onlara destek olacağız.

Bu alandaki faaliyetlerden işte birkaç güzel örnek:

*Bazı okullarda öğretmenlerden oluşan okuma grupları var. Her ay seçtikleri iki kitabı okuyorlar, notlar alıyorlar, toplanıp değerlendiriyorlar. Hari-ka mesajlar çıkarıyorlar, paylaşıyorlar. Öğretmen-lerini kitap okurken gören öğrencilerinde okuma hevesi artıyor. (Örnek: Mecidiye Ortaokulu - An-kara)

* Bazı okullarda hem öğretmen hem öğrenciler-den oluşan okuma gruplarının bulunduğunu söy-

leşiye çağırıldığım okullardan biliyorum. (Örnek: Sabahattin Zaim Sosyal Bilimler Lisesi – Ankara / Hasan Ali Yücel Sosyal Bilimler Lisesi – Ankara)

*İller çapında, öğrencilerden ve yetişkinlerden oluşan kitap okuma toplulukları var. Bu toplu-lukların kolları pek çok ile, pek çok üniversiteye kadar ulaşıyor. (Örnek: Oğuzhan Saygılı ve arka-daşlarının yürüttüğü “Kitap Şuuru” hareketi - Ga-ziantep)

*Ülke çapında oluşturulmuş, büyük okuma grup-ları da var. Harika okumalar yapıyorlar. (Örnek: Prof. Dr. Sami Güçlü Başkanlığında yürütülen “Anadolu Mektebi Yazar Okumaları”)

*Yazar okur buluşmaları çerçevesinde okullara davet edilerek gerçekleştirilen yazar söyleşileri var. (Örnek: Kahramanmaraş Kitap Fuarı süresin-ce ilk ve orta okullarda, liselerde)

*Bazı illerin ortaokul ve liselerinde kitap okuma yarışmaları düzenleniyor. Yapılan sınavlarda de-receye girenlere önemli hediyeler veriliyor. (Ör-nek: Ankara Demetevler Anadolu Kız İmam Hatip Lisesi koordinatörlüğünde Ankara’nın bütün ilçele-rini kapsayacak biçimde)

* Pek çok şehrimizde belediye, Milli Eğitim Mü-dürlüğü, valilik iş birliği ile kitap ve kültür fuarla-rı düzenleniyor. Şehir halkının öğrencilerin hem yazarlarla tanışması hem de indirimli ve yazarın-dan imzalı kitap edinmeleri sağlanıyor. (Örnek: Malatya, Kahramanmaraş, Erzurum, Kayseri…)

* Yazarlık kursları açıp, öğrenci ürünlerini kitap olarak yayınlayan, öğrencilerine imza günleri dü-zenleyen okullar bile var. (Örnek: Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi – Kahramanmaraş / Mecidiye Or-taokulu – Ankara)

Çok farklı kurum ve kuruluşlar tarafından açılan yazar okullarını, yazarlık atölyelerini de saymalı-yız. Bu atölyeler katılımcılarına bilinçli okuma ile yazma eğitimini birlikte veriyor. (Örnek: Avras-ya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Yazarlık Atölyeleri – Ankara)

Bütün bu faaliyetler, geleceğe yönelik güzel faali-yetlerdir. Yaygınlaşmasını umuyor ve diliyorum.

Alper Şenadam: Bizimle öğretmenlik hayatınız-dan unutamadığınız bir anınızı paylaşır mısınız?

Osman Çeviksoy: Diyebilirim ki meslek hayatı-mın yarısını Ankara Tevfik İleri İmam Hatip Li-sesinde geçirdim. Okulumuzda her yıl karne tati-line girilince isteyen veliler çocuklarıyla birlikte

Page 17: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

16 17

umreye götürülürdü. Bir umre dönüşü kız öğren-cilerimden biri getirdiği hurmayı bana ve sınıfa ikram ettikten sonra;

“Hocam kitabınız benimle birlikte Mekke’yi Me-dine’yi gördü, döndü. Bir anlamda umre yaptı! İnşallah bir gün oraları görmek size de nasip olur. Sizin için dua ettim!” dedi.

Edebiyatı çok seven, sevimli, çalışkan bir öğren-cimdi. Cümleleri öyle güzel, öyle tatlı söyledi ki duygulandım. O an söyleyecek söz bulamadığım için öylesine soruverdim:

“Hangi kitabımdı kızım?”

“Ağlamak Yasak’tı hocam!”

Yolda okumak için yanına almış. Okumuş, bitir-miş, oralarda bırakmayıp geri getirmiş.

“İnşallah bir gün…” dedim.

Bütün sınıf “İnşallah!” diye duacı oldu.

Rabbim öğrencilerimin duasını kabul etti, yıllar sonra umre yapmak bana da nasip oldu.

Unutamadığım anılarımdan biri bu.

Alper Şenadam: Hocam bir eğitim fakültesi öğ-rencisi üniversite yıllarını nasıl değerlendirmeli?

Osman Çeviksoy: Devam ettiği bölümün hakkı-nı vererek ve kültürel kimliğini geliştirerek…

Alper Şenadam: Atatürk'ün “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” sözünde de belirtti-ği gibi gelecek neslin temellerinin sağlam ve nite-likli olabilmesi için öğretmenlerimize ve öğrenci-lerimize neler tavsiye edersiniz?

Güzel bir okuma alışkanlığıyla kendilerini sürekli yenilesinler. Kültürel değerlerine bağlı kalsınlar. Bilim ve teknolojiyi doğru kullansınlar. Öğrenci-lerini önce kardeş gibi, sonra evlat gibi görsünler. Önce öğrencilerini, insanı sonra bütün yaratıl-mışları, anlamaya çalışsınlar, sevsinler. Eğitimin zorluğunu, sabır ve tahammül gerektiren, önem-li bir iş olduğunu bilsinler. Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ün geleceği kurmada öğretmenin önemine, gücüne ve sorumluluğu-na dikkat çeken sözü doğrultusunda çalışsınlar. Öğretmenler hiçbir zaman yaptıkları işle kazan-dıkları parayı kıyaslamasınlar. Çünkü yaptıkları iş her zaman aldıkları paradan büyük olacaktır.

Kırktuğ okurlarına selam ve sevgilerimi sunu-yorum.

Page 18: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

18 19

Annesiyle karanfillerle bezeli balkonda kahve-lerini yudumlarken çocukluğunun geçtiği sokağı son bir kez süzüyordu. Pek bir şey değişmeme-sine rağmen yabancılaşmıştı sokağa, uzun ince sokakta bembeyaz muhacir evleri, dörder katlı apartmanlar ve o binalarda ikamet eden komşu-larının çoğu yerli yerindeydi mesela. Mahalleye geldiğinde yabancı simalar görüyordu ama zaten birkaç gün sonra ayrıldığında isimlerini unutaca-ğı bu insanlarla tanışmak içinden gelmediği için onları baş selamıyla ya da iyi günler dilekleriyle geçiştiriyordu.

Ağaçlar daha bir büyümüş ve bu yüzden daha çok kuşa ev sahipliği yapar olmuştu. Küçükken her sabah kendisini uyandıran kuşlara karşı hiç de iyi duygular beslediği söylenemezdi, bunu dü-şünürken hafifçe gülümsedi, derken annesinin az önceki tekdüze konuşmasının aksine müjdeleyici bir heyecanla çıkan sesiyle irkildi ve tekrar anne-ciğini dinlemeye koyuldu. “Ayşegül ablanlar da Karşıyaka’dan bu tarafa taşındılar, Üçyol’dan ev tutmuşlar sık sık gidip geliriz artık” diyordu. “Oo,

ne güzel haber! Onlar size gelir, sonra siz onlara ufaklığı –ufaklığın adını bir türlü hatırlayamıyor-du- sevmeye gidersiniz.”

İşte! Ailesi çoktan siz olmuştu, on sekizinde –biraz da zorlanarak- çıktığı evde sadece yedi yıl sonra bir yabancıydı. Oysa annesi de babası da –saçlarında hatırı sayılır şekilde artan beyazlar ve diğer yaşlanma emarelerini saymazsak- aynıydı, ev telefonunun kaldırılması ve yeni televizyon dışında evde de pek bir değişiklik yoktu, aslında maddi kuvvetleri de evde büyük değişikliklere müsaade etmezdi.

Annesi mahallede olanı biteni sayıp dökerken çok hevesliydi, bayramlar dışında yıl içerisinde bir ya da iki kez gördüğü oğluyla daha çok konuş-mak istiyordu. Üç günlük bu kısa ziyaretin son gününde anlattıkça anlatıyordu ama oğlu bunla-rın çoğunu duymuyordu. “Ya öyle mi, ne güzel, iyi, maşallah, estağfurullah” gibi kalıplar günlük hayatının bir parçası olduğu için karşısındakinin ne söylediğini gerçekten idrak edememesine rağ-

Sahi,

ve Kimsiniz Siz?Alperen Aslan

Page 19: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

18 19

men her seferinde doğru ifadeyi doğru yerde kul-lanıyor ve karşısındakilere onları dinlemediğini belli etmiyordu.

Ailesi “siz”, eski dostlarının çoğu artık el ol-muştu; iş arkadaşları ve günlük hayatın neticesi olarak görüşmek zorunda kaldığı kişiler zaten ya-bancıydı. Yahut öyle miydi? Yabancı kimdi sahi, kendisi mi, onlar mı? Uzun süredir göğsünde yer edinip nefes almasını güçleştiren bu yabancılık hissinin kaynağına inemiyordu bir türlü, ah bir inse orada kucaklaşıp şu yabancılık işini çözüve-recekti ama olmuyordu işte. Gittiği hiçbir yere ait hissetmiyordu, bir zamanlar çok iyi tanıdığını dü-şündüğü insanlara bakınca onları hiç tanımadığı hissine kapılıyordu.

Aklına lise yıllarında ideolojilerle tanışıp si-yasetin heyecanlı dünyasına hızlı bir giriş yaptığı geldi ama çıkışı da girişi gibi hızlı olmuştu, gerçek dünyada işlerin ideologların kitaplarda yazdığı gibi yürümediğini çabuk kavramıştı. Siyasiler, büyük kavgaların büyük adamları yıllar içeri-sinde siyaset meydanında bir o yana bir bu yana savrulabiliyorlardı. Daha liseye başlarken ona her türlü kavgaya girebilecek bir şevk veren ateşli nu-tukların sahipleri liseyi bitiremeden onun tüm umutlarının da katili olmuştu. İşbu sebeple üni-versite hayatını siyasetten uzak ve daha tekdüze harcadığını düşünüyor ve bir nebze huzurlu his-sediyordu.

Tüm bunları düşünürken annesinin sorusuyla gerçek dünyaya kısa bir dönüş yaptı. “Alınacaklar birikti, hepsini tek seferde taşımak zor oluyor ar-tık bize, hazır sen buradayken bir alışverişe çıka-lım mı oğlum?” diyordu annesi. “Tabii, anacığım gideriz, ne ihtiyacınız varsa bir liste yapıverelim” dedi. Annesi liste için kâğıt kalem almaya gidince düşünceleriyle tekrar baş başa kaldı (sahiden tek-rar mı, hep düşünceleriyle baş başa değil miydi yani şu dünyada?).

Şimdi, aradan yıllar geçtikten sonra daha iyi anlıyordu, lisede aldığı hayat dersi onun birçok hevesini de söndürmüştü hatta belki ondan bir şeyler koparmıştı. Kendini mütedeyyin birisi say-

mıyordu, kuvvetli dini güdülerle hareket etmezdi. Cumadan cumaya camiye uğrardı, yalansız do-lansız bir hayat sürmeye çalışırdı ama belki de en önemlisi, inancı onu bu yabancı hayatı sonlandır-maktan alıkoyuyordu.

Annesiyle önce listeyi tamamladılar, baba-sı da onlara katıldıktan sonra alışverişi halledip döndüler. Gitme vakti geliyordu. Hazırlıklarını tamamlayıp ailesiyle üçüncü günün sonunda son kez akşam yemeğine oturdu. Babası onu sıkı sıkı tembihliyordu, işine sıkı sıkı sarılmalı, namaza başlamalı ve artık evini barkını kurma yolunda adım atmalıydı. Babasının öğütlerini sıkı sıkı bel-lemiş gibi onu onaylayıp gönlünü alacak şeyler söyleyerek kapıya yöneldi. Nihayetinde ailesiyle vedalaştı ve yoluna gitmeye başladı.

Baba ocağından ayrılırken yabancılığı konu-sunda kafası biraz daha netleşmişti. Öncelikle artık eskisinden daha yabancıydı. Ayrıca yazık ki uğrunda mücadele arzusu uyandıracak büyük bir derdi yoktu, yetmezmiş gibi kırılmış umutları vardı. Tekdüze hayatına heyecan katacak şeyler-den uzaktı ama bunların hiçbiri yabancılık mese-lesini tamamıyla aydınlatamıyordu. O his öylece yerinde –eğer somut bir şeyse kesinlikle göğsün-de, nefes almasını zorlaştıracak bir yerde- duru-yordu, bir değil birçok sebebiyle hayatına acılar ve elemler katmaya devam ediyordu. Kulaklığını taktı, adımlarını sıklaştırıp durağa doğru yöneldi ve ışıksız sokakta kayboldu…

Page 20: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

20 21

Özet

Homo sapiens türünün hayatta kalmasını sağlayan olgulardan birisi de devlet kurumudur. Devlet kuru-mundan zamanla devlete dair memler türemiş ve ya-yılmışlardır. İlksel olarak devlet kurumu her zaman topluma gömülü haldedir. Dolayısıyla, homo sapiens türünün varlığından söz ettiğimiz her durumda dev-letin varlığını da kabul etmemiz gerekir. Bu açıdan bakıldığında sözleşmeci filozofların doğa durumuna dair çıkarımları mantıksızdır. Evrimci bakış açısı ile baktığımızda ise Platon’un ideal devlet kuramı da te-melsizdir.

Giriş

“İl gider, töre kalır.”

Devlet, devletin varlık sebepleri, devlet fikrinin (!) tarihi gelişimi üzerine yüzyıllardır gerek filozof-lar gerekse siyaset bilimciler birçok kuram geliştir-miştir. Devlet hakikatte bir fikir midir, yoksa devlet kurumunun homo sapiens türü haricinde arkaik kök-leri vardır ve fikir olan, devletin evrimsel olarak var-lığını sürdüren ya da yok olan türleri/biçimleri midir? Yine bu kapsamda insanlık tarihi içinde devlet öncesi (pre-state) bir dönemden bahsedebilir miyiz? Modern filozofların doğa durumu (state of nature) olarak ta-

bir ettikleri dönemin –eğer devlet öncesi bir dönem yoksa- yalnızca bir düşünce deneyi olduğu ve tarihî olgularla açıklanamayacağı gerçeği karşımıza çık-maktadır.

Platon’un Devlet Biçimleri

Yunan düşünürü Platon, devleti insana benzeterek günümüze bıraktığı ‘Devlet’ kitabında, birçok felsefi meseleye değinmiş ve formlar teorisini, idealar kura-mını, mağara örneğini felsefe dünyasına bu kitabıyla hediye etmiş ve beş farklı devlet biçimini değerlen-dirmiştir.

Platon’a göre beş farklı devlet biçimi şunlardır: aristokrasi/monarşi, timokrasi yahut timorşi, oligarşi, demokrasi ve zorbalık/tiranlık. Platon’a göre ideal devlet yönetimi filozofların yönettiği aristokrasidir, diğer devlet türleri ise değerce aristokrasiden sonra gelen ve bozulmuş devlet şekilleridir.

“-Aristokrasi şeklinin karşılığı olan insan üzerin-de durmuştuk; ona iyi ve doğru insan diyebiliriz.

-Evet, bunu konuştuk.

-Şimdi değerce ondan sonra gelenleri konuşmak gerekmez mi? Önce şan şeref arayan insanı alalım, Lakedemonia devlet şeklinin karşılığı olan insanı. Sonra oligarşi, demokrasi ve zorbalık insanlarını.

DEVLET KİMİN YA DA NEYİN FİKRİ?

DEVLET BİR FİKİR Mİ?

Oğuz Atalay

Page 21: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

20 21

Bunların arasında en eğri, en haksız insanı bulunca, onu en doğru insanla karşılaştırırız. O zaman görü-rüz, katıksız doğruluk mu, yoksa katıksız eğrilik mi insanı daha mutlu ya da daha mutsuz ediyor. Bakalım Trasymakhos’un yolundan gidip eğriliği mi tutacağız, yoksa gerçeği apaçık görüp doğruluktan yana mı ola-cağız.

-Evet, öyle yapalım, doğrusu bu.

-Madem insanlardan önce devletlerin huylarını inceledik, bu yolu daha aydınlatıcı bulduk, gene öyle yapalım, şeref devletini ele alalım. Bu devlet şekli-nin belli bir adı olmadığı için ona timokrasi ya da timarşi diyeceğim; arkasından da bu şeklin karşılığı olan insana geçeriz. Ondan sonra oligarşi ve oligarşi insanını alırız. Sonra demokrasiyi ve demokrasi in-sanını… Dördüncü olarak da zorba devleti ve zorba ruhlu insanı. Böylece ele aldığımız meseleyi iyice an-

latabiliriz.

-Bu yoldan gidebiliriz; anlamak için de, bir yargı-ya varmak için de en doğrusu bu.

-Öyleyse, dedim, önce timokrasinin aristokrasiden nasıl çıktığını anlatmaya çalışalım.” (Platon, 2017: 269)

Dolayısıyla, Platon’un ideal devlet şekli fikri var-dır ve diğer devlet şekli ideal olandan tedrici olarak bozularak ortaya çıkmıştır. Onun bahsettiği devlet şe-killeri tedricidir. İnsan için ideal olan devlet insanın da mutluluğunun teminatı olacaktır.

Sözleşmeci Filozofların Doğa Durumu Tanım-ları

Modern Felsefe’nin üç büyük filozofunun –Hob-bes, Locke ve Rousseau- doğa durumu tarifleri ve sözleşme teorileri de devlet fikrinin farklı açılımları

Page 22: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

22 23

olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan hakları temelinde ortaya çıkan bu fikirlerin gelişiminde, insanın kulluk-tan ve serflikten birey (individual) olarak kabul edil-mesine dek uzunca bir süre geçmesi gerekmiş, Röne-sans, Reform ve Aydınlanma Çağı ile birlikte insanın insan olmasından ötürü sahip oldukları ve olacakları üzerine sistematik tartışmalar yürütülmüş ve fikirler ileri sürülmüştür. Hür irade, insan doğasının dina-miklerini hümanizm ve Rönesans içinde tanımlamak için çıkış noktası olmuştur (Nielsen, 1986: 284). Bu kapsamda insanın insan olmasından kaynaklı hakla-ra ilişkin filozofların doğa durumu (state of nature) olarak tarif ettikleri düzende var olan haklar, insanın ontolojik durumu ile ilişkilendirilebilir.

Hobbes’un doğa durumunda, herhangi bir yöne-tim olmadan her insan kendi özgürlüğünü korumayı ve başkaları üzerinde de hâkimiyet kurmayı arzu eder. Bu iki arzunun kaynağı ise insanın kendini koruma dürtüsüdür. Bundan da herkesin herkesle savaşı orta-ya çıkar ve bu doğa durumunda mülkiyet ya da ada-let yoktur, yalnızca savaş vardır (Russell, 2017: 109). Hobbes’a göre doğa durumunda yaşamak mecburi-yeti hâsıl olursa, gerektiğinde hırsızlık yapıp birisi-ni öldürebileceğinizi, en azından hayatta kalmak için bunu yapmak zorunda olacağınızı anlarız (Warburton, 2017b: 93-94). Doğa durumunda herkes kendini ko-ruma doğal hakkına sahiptir ve toplum sözleşmesinde bütün haklardan vazgeçilse dahi bundan vazgeçile-meyecektir (Warburton, 2017a: 117-118). Dolayısıyla ‘yaşamak’ insanın insan olma özelliğinden kaynakla-nan temel bir haktır.

Locke’un doğa durumunda, bir özgürlük durumu olmasına rağmen bir keyfiyet durumu yoktur. Bu du-rumda insanın kendi şahsını ya da mallarını kontrol etme hürriyeti var iken kendisini yok etme hürriyetine sahip değildir. Çünkü nihayetinde hepimiz Tanrı’nın malıyız der. Doğa durumunu yöneten bir doğa yasa-sı vardır ve bu yasa herkesi bağlar ve doğa yasasına göre herkes eşit olduğu için hiç kimsenin bir diğerinin yaşamına, sağlığına, mülkiyetine zarar vermemesini bütün insanoğlu öğrenir. Locke, doğa durumundan doğal hukuka ve dolayısıyla mutlak haklara ve in-san haklarına ulaşır (Russell, 2017: 234-244). Çünkü doğa yasaları, insanın düşününce ulaşabileceği Tanrı vergisi yasalardır ve özgür olsanız bile Tanrı’nın malı olduğumuz için intihar etmemiz ya da başkalarına za-rar vermemiz doğa yasalarıyla sınırlanmıştır (Warbur-ton, 2017a: 163).

Rousseau’nun ise düşünceleri Locke’dan ziyade Hobbes’a yaklaşır. Toplum Sözleşmesi, doğa duru-munda tehdit altında olan kişinin mal ve can güven-

liğini koruyacak kolektif bir topluluğun zorunluluğu sonucu doğacaktır. Bireyler mutlak haklarını kendi başlarına koruyabilselerdi böyle bir sözleşmeye de gerek duymayacaklardı. Ancak başlangıçta sözleşme insan hakları öğretisini tamamen reddeden bir ima-da görünür. Sözleşmenin nasıl kurulması gerektiğini anlattığı bölümde ise bu ima yerini insanların doğal hakları olduğu görüşüne bırakır (Russell, 2017: 360-365). Toplum sözleşmesi özgürlüğümüzü tamamen elimizden alırsa ya da köleleştirirse insan olmaktan çıkarız. Toplum halinde yaşamak hayatın ve mülki-yetin korunmasını sağlayacaktır (Warburton, 2017a: 206-207).

Devletten Ne Anladığımız Hususu

Devlet nedir sorusunun en iyi tanımı hemen hemen herkes tarafından benimsenen üç unsur teorisindeki Georg Jelinek’in tanımıdır. Bu teorideki üç unsur; insan topluluğu/millet, toprak parçası/ülke/vatan ve egemenliktir. O halde; devlet, belirli bir toprak parça-sı üzerinde egemen olan belirli bir insan topluluğunun oluşturduğu varlıktır. Devletin varlığı için bu üç unsu-run birlikteliği gerekir ve devlet, yalnızca unsurlarına da indirgenemez (Gözler, 2017: 4). Tek başına diğer yırtıcılardan kıyas edilmeyecek kadar güçsüz olması-na rağmen kalabalık bir grup halinde elinde baltalarla ve garip sesler çıkaran homo sapiens, üstünlüğü ele alabilir. Diğer yırtıcılar, hiçbir türün kalkışmadığı or-ganize işler yapan bu türle nasıl baş edeceklerinden emin değiller. Dolayısıyla, bizi güçlü kılan bu birlik-telik… Lisan ile birlikte, nizam da gelecek (Bicker-ton, 2013: 171-173). Dolayısıyla, devletin üç unsu-rundan birisi olan insan topluluğu unsuru türümüzün hayatta kalmasının yegâne şartı olarak görünüyor. Eğer insan, topluluklar halinde yaşamasaydı, bu satır-ları yazmamızı mümkün kılacak bir gen aktarımı mü-ellife dek ulaşamayacak, insan türü milyonlarca türün başına geldiği şekilde doğal seçilime kurban gidecek, yaşam koşullarına uyum sağlayamadığı için tükenip gidecekti.

Elleri baltalı, garip sesler çıkaran bu grubun ya-şadığı topraklarda egemenlik kurduğuna dair de eli-mizde kanıtlar var. Bundan 40.000 yıl önce Avrupa’da aynı dönemlerde yaşadığımız Neanderthal insansı türünün soyunun tükenmesinde gıda kaynaklarının yetersizliğinden, volkanik patlamalardan ziyade tü-rümüzün etkisinin olduğuna dair ciddi emareler var (Lowe vd., 2012: 13532-13537). Dolayısıyla, ege-menlik kuran yani başkasına yaşam hakkı tanımayan ve topluluk halinde yaşaması kaçınılmaz olan insanın, örgütlenmesi ve işbölümü yapması kadar doğal bir şey olamaz. Topluluk halinde yaşamayan insanların

Page 23: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

22 23

yok olduğuna emin olabiliriz. Bu da devlet kurumu-nun ilkel temellerine işaret eder.

Engels’in de içlerinde olduğu birçok yazar devlet kurumunun kökeninde aile olduğunu belirtir. Ancak bu yazarlarca dikkate alınmayan bir husus, insan öncesi toplumlarda da özel bir mülkiyet formu olan müşterekler şeklinde ailenin varlığıdır. Aile sadece insana özgü bir kurum olmamasına rağmen, insan haricinde hiçbir toplum evrimsel süreçleri sonucunda mülk kurumunu inşa edememiştir, İnsan toplumlarını mümkün hale getiren kültürel kurumlar insan öncesi toplumlarda da, insan ile eş anlı olarak varlığını sür-düren diğer toplumlarda da yaygın olarak bulunur; ki müşterek olan aile kurumu da ferdi mülkiyet kurumu da bu kurumlar arasında sayılabilir (Yalçıntaş, 2018: 155-156).

Yalçıntaş’ın bahsettiği mülk kurumu, Bicker-ton’un lisan ile birlikte nizam da gelecek dediği dü-zen halini ifade etmektedir. İnsan öncesi toplumlarda bulunan ailenin, hayatta kalmak için daha kalabalık formlar halinde (klan, aşiret vs.) egemenlik kurarak belirli bölgelerde yaşıyor olmasına rağmen; süreklilik ve nizam olmaması, anladığımız/bildiğimiz manada devletin (mülkün) olmadığına işaret eder. Ancak an-ladığımız/bildiğimiz manada devletin var olmamış olması evrimsel olarak devlet kurumunun önceki

formlarının olmadığı anlamına gelmez ki; kaçınılmaz bir şekilde topluluk olarak birlikte yaşanması zorun-luluğu ve egemenlik kuruluyor olması devletin ilksel formlarına işaret etmektedir. Bütün bu yaklaşımdan çıkaracağım en önemli sonuç; devlet kurumunun da ekonomi kurumu gibi toplum içinde gömülü (embed-dedness) olduğu iddiasıdır (Polanyi, 2008).

Böylece devletin bir fikir olmadığı, olsa olsa dev-letin şeklinin ya da devletsizliğin bir fikir olduğu or-taya konulacaktır. Devletin, aynen organik yaşamın beşiğinin –şimdilik sadece bildiğimiz- yeryüzü ol-ması gibi insan türünün hayatını idame ettirmesi için de geçer şart devlet kurumudur. Yani, verili dünyada, protein eşleyiciler, oksijen, su vs. girdiler üzerine bir hayat var ise; insan varlığının olmazsa olmazı protein eşleyiciler, oksijen, su, ekonomi ve devlet vs.dir.

“Genler görünmezdir; gen araçları (canlılar) yo-luyla taşınır ve bu araçlarda uzun vadede kendi ka-derlerini belirleyecek olan belirgin etkiler (fenotipik etkiler) yaratır. Memler de görünmezdir ve mem araç-larıyla taşınır; resimler, kitaplar, söylemler (belirli dillerde sözlü veya kâğıda ya da manyetik şifrelere yazılı olarak) gibi.” (Dennett, 2013: 415)

Bir şeyin eşleyici olması için değişim, seçilim ve kalıtım özelliklerine bağlı evrimsel algoritmayı de-vam ettirmesi gerekir. Memler kesinlikle değişimle

PLATON

Page 24: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

24 25

birlikte gelir, fıkralar nadiren tam tamına aynı şekilde ikinci defa anlatılabilir, dolayısıyla memler aktarıldı-ğında kopyalama mükemmel olmamaktadır ve mutas-yon gerçekleşmektedir. Bu durumda memetik seçilim vardır, bazı fıkralar defalarca aktarılıp binlerce kişiye ulaşırken, bazıları doğduğu beyinde ölür, unutulur. Memler aktarıldığında kalıtım da beraberinde gelir. Bundan dolayı mem, Darwin’in eşleyici düşüncesine ve Dennett’in evrimsel algoritmasına mükemmel şe-kilde uymaktadır (Blackmore, 2011: 18). Bu bakım-dan devlet bir fikir yani bir mem değildir. Bir fikir/tür/varyete olan ve mem olarak aktarılan insanın lisan ile nizamı bulmasından sonra ortaya koyduğu devlet şekilleridir. Artık mülkün (anladığımız/bildiğimiz devletin) her bir çeşidi hatta yokluğu da birer memdir.

Mülk, insan türü dışında hiçbir tür tarafından inşa edilmemiştir. İnsan toplulukları da mülkü inşa süre-cinde aynı derecede başarılı değildir. İnsan türüne özgü olduğunu iddia ettiğimiz ve kökenlerini diğer türlerde bulabileceğimiz mülk kurumu dahi insan top-lumlarının her döneminde yaygın ve yerleşik bir top-lumsal kurum olmamıştır. Birçok ilkel toplum devlet olmadan varlığını sürdürmektedir, devletin ortadan kalkışı da en azından belli alanlarda teknolojik geliş-melerin yol açtığı faktörler nedeniyle gerçekleşmiş durumda. O halde, mülkün tarihin her dönemini ve yaşamış bütün toplumları içerecek tek bir formundan bahsetmek mümkün değildir. Mülk, yapay ve bazı in-san toplumlarını diğer insan toplumlarından ve insan dışı türlerden ayırmamıza yarayacak ve insanlığın sa-dece belli bir dönemine ait bir kurumdur. Mülkiyet ise insan türünün tek başına inşa ettiği bir kurum değil, miras alınan bir kurumdur. Dolayısıyla, insan türü-nün kültür tarihi biyolojik tarihinden çok daha eskidir (Yalçıntaş, 2018: 162-163).

Yalçıntaş’ın bahsini ettiği mülkün bildiğimiz/an-ladığımız manada devlet olduğundan bahsetmiştim. Bu hususta bir parantez açmak gerekirse ilksel devle-tin bu konudan bağımsız ve ayrıca değerlendirilmesi gerektiği hususudur. Eğer anarşizm memi yayılır ve başarılı da olursa ortada mülksüz bir organizasyon olacaktır. – ama illa bir organizasyon olacaktır- Tek-nolojik ilerleme ile kapsamlı iletişim ve paylaşım, birkaç yüz yıldır ortalarda dolaşan bir takım memlerin eşlenmesine, mevcut mülk çeşitlerinin kopyalanma-sına engel olacaktır, ancak mutasyona uğramış yeni bir mem dağılmaya ve çoğalmaya başlayacaktır. Sos-yal antropologların ortaya çıkardığı balta girmemiş ormanlarda yaşayan ‘vahşi’lerin dahi -açıkladığım üzere- bir organizasyonu muhakkak vardır. Yoksa bu-güne dek yaşamaya devam eden herhangi bir vahşi

topluluktan bahsetmemiz –insanın hayatta kalmasını sağlaması sebebiyle- mümkün olmayacaktı.

Devlet Memleri

Devletin toplum içine gömülü olduğu ve devlet formlarının mem olduğuna dair iddiamı destekleye-cek hususlardan birisi; mülk öncesi dönemde birbirin-den soyutlanmış insan topluluklarının varlığıdır. Eğer lisan ve dolayısıyla nizam öncesi soyutlanmış bir in-san topluluğu var ve bu soyutlanmış topluluk diğer türdeşleri gibi mülk sahibi olmuşsa; o halde insanın hayatta kalmasının yegâne şartının organizasyon ya da ilksel devlet olduğu yolundaki savımı daha rahat savunabileceğim. Böyle bir insan topluluğu var mı?

Bitki ve hayvanlar evcilleştirilmeye başlanma-dan birkaç bin yıl önce, Buzul Çağı’nın sona erdiği dönemlerde homo sapiens türünün Amerika kıtasına yerleşmeye başladığını biliyoruz, 14.000 ile 35.000 yıl öncesi bir arada. Avcı ve toplayıcı olan Clovis halkının torunları Amerika kıtalarına hızla yayılarak her iki kıtada da homo sapiens hâkimiyetini sağladı-lar (Diamond, 2010: 29-52). Böylece avcı toplayıcı olan bir avuç Clovis insanından Aztek ve Maya me-deniyetleri ortaya çıkacak; Amerika’daki mülk sahibi insan topluluklarının atası, anakaradan soyutlanmış insan, mülkün temelini toplumun içinde gömülü olan devlet kurumu sayesinde atacaktır. Böylece soyut-lanmış insan topluluklarında bildiğimiz/anladığımız manada devletin ya da mülkün varlığı, homo sapiens türünde ilksel olarak devlet kurumunun gömülü oldu-ğu sonucuna bizi götürecektir.

Bu noktada kopyalananın devlet kurumu değil devleti meydana getiren form olduğunu iddia ediyo-rum. Bunun izlerini modern dönemde sürmek nispe-ten daha kolaydır. Fransız İhtilali ile keşfedilen –ke-sinlikle icat edilen değil- milliyetçilik ve ulus-devlet memlerinin hızla dağıldığını tarihi olarak görebiliriz. Öncesinde milliyetçilik hususunun da ayrı bir incele-me konusu olduğunu belirteyim, niçin icat edilmediği-ni ve milliyetçiliğin keşfedildiğini söylemiş olmamın da makale konusu ile alakası olmadığını belirtelim.

Ulus-devlet hususunun bahsettiğim devlet mem-lerinden birisi olduğu aşikârdır. Sarıbay, ulus-dev-let başlangıcının dört aşamada gerçekleştiğini ve ilk aşamanın 15-18. yüzyıllar arasında olduğunu, ikinci aşamanın ise halkların sisteme dâhil olması ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile gerçekleştiğini söylemektedir. Üçüncü aşama yurttaşlık, dördüncü aşama ise devletin idari ağını büyütmesidir (Sarıbay, 1998: 73-74). Bu sürecin ikinci aşaması denilen ya-yılma süreci tam da memlerin kopyalanması ve eşlen-

Page 25: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

24 25

mesi sürecidir.

Günümüzde de devlet memlerinin yayılmasına ta-nıklık ediyoruz. Irak’a götürülmek istenen demokrasi yalnızca müdahaleyi uluslararası toplumda meşru kıl-maya yönelik bir örtüden ibaret değildi. Demokratik devlet düzeni fikri gerçekten de kendisini çoğaltmak istemektedir. Benzer şekilde Bolşevik İhtilali ile ku-rulan Sovyetler’in önderlik ettiği sosyalist devlet mo-deli memi de kendisini eşlemiş, çoğaltmış, dünyada birçok benzer şekilde sosyalist devlet modeli kopya-lanmıştır. Devlet memleri, uygun ortamı buldukla-rında ve ya toplulukta mevcut verili durumda devlet memi ile eşlenecek memlerin kopyalanmasına uygun zemin hazırlandığında bir önceki düzenin yerine yeni mem yerleşecektir. Sanırım, bu uzun cümlenin tek ke-limelik karşılığı da “devrim” olacaktır.

Bu konunun sömürü ve emperyalizmden bağımsız düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Nihayetinde aynı anda eşlenen ve kopyalanan birçok mem vardır ve demokrasi ya da sosyalizm memlerinin kendini eş-liyor ve çoğaltıyor olması ne Amerikan ne de Sovyet emperyalizmini meşru kılacak değildir. Keza, “Arap Baharı” vb. devrim hareketlerinin de ilk elden yalnız-ca devlet memlerinin eşlenmesi ile açıklanması gibi bir iddianın da buradan çıkarılmaması gerekir. Hatta bazı durumlarda devlet memlerinin başka birçok me-min eşlenmesine eşlik ettiğini de belirtmek gerekir.

Devlet Ebed Müddet

Türk devlet geleneğinde yer alan “devlet ebed müddet” şimdiye dek açıklamaya çalıştığım devlet kurumunun toplumda gömülü olduğu düşüncesi ile birebir örtüşür. İnsanın olduğu yerde muhakkak dev-let vardır.

Mülk meselesi insanlık tarihinin şartlar gereği inşa ettiği (Yalçıntaş, 2018: 163) lisan kullanımı sonrası nizam olmalıdır. Zaten memlerin daha çok eşlenebil-mesini konuşmamız sağlamaktadır (Blackmore, 2011: 109). Topluluk halinde yaşama mecburiyetinde olan homo sapiens, sosyalleşmek zorundadır, yoksa grubu bir arada tutmak imkânından yoksun olacaktır. Grup halinde yaşayan maymunların birbirini tımar etme-si bu ilkel sosyalleşmeye bir örnektir, bizler için ise aynı şey dedikodudur, konuşmadır (Blackmore, 2011: 125). Konuşarak sosyalleşen ve grubunu inanılmaz şekilde büyüten insan için muazzam şekilde eşlenen bildiğimiz/anladığımız manada devlet memleri, daha çok yayılmak için yine topluma gömülü kurumlarla birlikte eşlenecektir.

Bir diğer gömülü kurum ekonomidir. O zaman toplumda gömülü olan her iki kurumun lisanın orta-

ya çıkmasıyla temel aldığı memler kaçınılmaz olarak birlikte eşlenecektir. Eğer topluma gömülü kurumları temel alan memler birlikte eşlenmezse homo sapiens varlığı yine tehdit altında olacaktır. Eşlenecek ekono-mi kurumundan türevli memler, eğer devlet memle-riyle eşlenmezse ilksel devlet kurumunun yok olması tehlikesi baş gösterecektir. Şöyle ki; verili doğa du-rumunda organizma bütün girdilere göre en uygun şekilde evrimleşiyorsa, homo sapiens türünün hayatta kalmasını sağlayan gömülü kurumlar da birer girdi olarak düşünülmelidir. Nihayetinde, herhangi bir or-ganizma, havadaki ya da sudaki oksijen, yeryüzünde-ki su vs. girdilere uygun biçimde evrimleşmektedir. Ekonomi kurumu da, devlet kurumu da homo sapiens için hayatta kalmayı sağlayan girdilerdir. –en azından benim iddiam bu şekildedir-

Felsefecilere Eleştiri

Bahse konu aldığımız iki ayrı filozof tipleme-si var: birincisi devlet şekillerinin tedrici olduğunu savunan ve ideal devlet düzeni olduğunu iddia eden Platon, ikincisi ise doğa durumu olduğunu savlayan üç büyük sözleşmeci modern filozof: Hobbes, Locke ve Rousseau.

Platon’un ideal devletinden ve ideal devletin bo-zulmuş hallerinden bahsettiği teorisi evrimci bakış açısı ile bakıldığında temelsizdir. Darwin’in evrimi, organik değişikliklerin çevrelerine daha iyi uyum sağlamaktan ibaret olduğu ve yapısal karmaşıklık ya da artan ayrılıkla tanımlanan soyut bir ilerleme idea-line yönelmediği ısrarındadır (Gould, 2013: 41). Her-hangi bir devlet şekli, egemenlik kuran toplum için tarihî şartlar içinde en uygunu olmak durumundadır. Verili koşullar içinde –en azından- devlet şekli için iyiye ya da kötüye doğru herhangi bir deterministik görüş evrimci bakış açısı ile onaylanamaz. Dolayı-sıyla, çevresine uyum sağlayamayan devlet şeklinin –memin- türün yok oluşu gibi zihinlerden –memin eş-lendiği dünyadan- silinmesi kaçınılmazdır. Bu sebep-le, Platon’un ideal devlet şekli temelsizdir. Evrimin ilerleme ile kurduğu iddia edilen temelsiz bağ Sosyal Darwinciliğin kötüye kullanılmasına yol açmış, utanç verici bir kuram olarak insan gruplarını ve kültürlerini evrimsel gelişmişlik düzeylerine göre sınıflara ayır-mıştır (Gould, 2013: 42). Platon’un devlet memleri açısından da yaptığı tam olarak budur. Devlet mem-leri tedrici, aşamalı, gelişmişlik düzeylerine göre sı-nıflanmış olamaz.

Modern filozofların ise doğa durumu yaratıları an-cak ve sadece düşünce deneyinden ibarettir. İnsanın tür olarak hayatta kalmasının ilk şartı olarak devlet

Page 26: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

26 27

kurumunu savladığımdan dolayı pre-state bir duru-mun olmadığını iddia ediyorum. Modern filozofların sözleşme teorileri ancak ve ancak mülkün başlangı-cına atıf yapabilir. Dolayısıyla, sözleşme öncesi doğa durumunu değil, mülk öncesi bir durumu anlatabilir.

Sonuç

Devlet kurumu Polanyi’nin ekonomi kurumunun topluma gömülü olduğunu söylediği şekilde toplum hayatına gömülüdür. Çünkü homo sapiens türünün hayatta kalmasının yegâne şartı topluluk halinde ya-şamasıdır. Topluluk halinde yaşayan türümüzün ege-menlik kurduğuna dair kanıtları da düşündüğümüzde devlet kurumunun insanın varlığı ile eş zamanlı olma-sı kaçınılmaz olmaktadır.

Mülk ise devlet kurumunu temel alan devlete iliş-kin memlerdir. Devletin kendisi bir mem ya da fikir değildir. Mem olan devlet şekilleridir, formlarıdır.

Platon’un devlete dair görüşlerine evrimci bakış açısı ile baktığımızda temelsiz, modern filozofların doğa durumu iddiaları ise gömülü devlet kurumu dü-şünüldüğünde yalnızca bir düşünce deneyinden iba-rettir.

Hâsılı, insanın varlığı söz konusu olduğunda ilk-sel bir devlet fikri kaçınılmazdır. Anarşizm memi bile belirli bir organizasyon öngörmek durumunda oldu-ğundan, devletsizlik fikrinden değil, mevcut devlet memlerine karşı bir memden bahsediyoruz demektir.

Sonuçta, Nijerya’da verili ekonomik düzen ve devlet şeklinin uygunluğunu hâlâ hayatta kalıyor ol-ması ile açıklayabiliriz. Nijerya’nın Belçika gibi ol-masını arzulamak ve çabalamak mevcut Nijerya’nın yok olacağı tehdidi ile karşı karşıya kalacağı anlamı-na gelecektir. Belçika’daki toplum ile Nijerya’daki toplum ve bu toplumlara gömülü kurumlar ayrı türle-rin memlerini yaratmışlardır. Nijerya’yı Belçikalaştır-maya çalışmak Belçika’daki verili memlerin eşlenme çabalarından ibarettir.

Kaynakça:

Bickerton, D. (2013). İnsan Lisanı Nasıl Yarattı, Lisan İnsanı Nasıl Yarattı. İstanbul: Boğaziçi Üniver-sitesi Yayınevi.

Blackmore, S. (2011). Mem Makinesi. İstanbul: Alfa Yayınları.

Dennett, D. (2013). Darwin’in Tehlikeli Fikri. İs-tanbul: Alfa Yayınları.

Diamond, J. (2010). Tüfek, Mikrop ve Çelik. An-kara: TÜBİTAK Yayınları.

Lowe, J. vd. (2012). Volcanic Ash Layers Illumi-nate the Resilience of Neanderthals and Early Mo-dern Humans to Natural Hazards. PNAS August 21, 2012. 109 (34), 13532-13537.

Gould, J. S. (2013). Darwin ve Sonrası. İstanbul: Say Yayınları.

Gözler, K. (2017). Devletin Genel Teorisi. Bursa: Etkin Yayınevi

Nielsen, T. H. (1986). The State, The Market and the Individual. Politics, Economy and the Idea of Man in the Works of Thomas Hobbes, Adam Smith and in Renaissance Humanism. Acta Sociologica 29, 283-302.

Platon. (2017). Devlet. İstanbul: Türkiye İş Ban-kası Kültür Yayınları.

Polanyi, K. (2008). Büyük Dönüşüm. İstanbul: İletişim Yayınları.

Russell, B. (2017). Batı Felsefesi Tarihi, 3. Cilt, Modern Felsefe. İstanbul: Alfa Yayınları.

Sarıbay, A. Y. (1998). Siyasal Sosyoloji. İstanbul: Der Yayınları.

Yalçıntaş, A. (2018). Mülkiyet Fikrinden Fikri Mülkiyete: İktisat, Hukuk ve Ahlâk. (Yayınlanmamış kitap).

Warburton, N. (2017a). Klasiklerle Felsefe. İstan-bul: Alfa Yayınları.

Warburton, N. (2017b). Felsefenin Kısa Tarihi. İs-tanbul: Alfa Yayınları.

Page 27: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

26 27

Page 28: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

28 29

Ne bekliyorsunuz, bir öykü mü bir deneme mi? Ya da evet bu iç konuşmaların sırasızca ya-zılması. Henüz yazar da karar kılamıyor.

Merak ediyorum, aklımızın neleri nasıl sıraya dizdiğini. Çok kıymetli bir büyüğümüz yazma-dığımız için konuşurken konuyu sıraya dizmekte zorlandığımızı söylemişti. Bu zayıf hafızam bazı şeyleri seçiyor ve asla unutmuyor. Neyse… Bu sı-ralanan cümleler hayatın temeline oturttuğumuzu sandığımız konulardan başlamak istedi. Buna ye-terli görmediği için kendini, yazılmaktan vazgeçti.

Yatağı ona bakıyor o yatağına bakıyordu. Ha kim derseniz eğer öylesine biri işte. Bir isim ve-rilmiş her insan gibi. Bazıları kadar şanslı deni-lebilir. Şans nedir bilmiyorum ama yine siz der-seniz ki bir bebeğin adını annesinin ve babasının vermiş olmasıdır işte bu noktada şanslı diyebiliriz ona. İsmi Sezen. Sezebiliyor mu sizce bir şeyleri? Sezen 30 yaşına geldiği ve o kadar kafa yorduğu halde tıpkı bunun gibi birçok şeyin kararına va-ramamış. Evet, sadece yazıyor ve kendi kendine soruyor olmak hayatına devam etmesini sağlamış bir noktaya kadar. Mümkün mü anlamak? Doğru olan ne? Doğmak ya da var olmaktan bahsedi-yorum. Ne dersiniz sizler ben bilmiyorum, o da henüz bilmiyor. Var olmak doğru mu? Ne iş tu-tabilir ne işe yarayabilir şu ana kadar olmuşluğu ile? Bu olmuşluk/mamışlık ile her yerde her şeye yarayamayacağı kesin. Bunu sezebiliyor olması bir kapı aralamış olsa da ne kadar yeter? Daha fazla cevap ve soru gerekmiş hep. Gittiği herhan-gi bir yer ile başka herhangi bir yer arasında gör-düğü muamele oldukça farklı. Mesela sevenleri var sayanları var Sezen’in. Onlar sayarken bunu hak ettiğini düşünüyor ancak başka herhangi bir yerde sayılmadığında o insanların suratına saat-lerce bakıp susmak istiyor. Saygın bir insan ola-

rak görüldüğü yerleri susarak anlatmak istiyor. Yatağı ona bakıyor o yatağına. Dün gece gör-

düğü rüyanın etkisinden henüz çıkabilmiş de-ğil. Ey İlah! Ne güzel renkler var diye geçiriyor içinden. Renkler ne kadar da ölümlü… Ölüm her şeye var. Bir güzel renkte, güzel çiçeklerde, tatlı düşlerde… Çocukluğunda dinlediği bir şar-kının sözleri aklına geliyor. ‘Dünyanın Sonuna Doğmuşum’ Kimilerince bayat bulunabilecek bir şarkı. Biliyor ancak mırıldanacak kadar hatırla-yamıyor şarkıyı. Kalkması gerekiyor, oturdukça bütün bu düzensiz düşünceler ona ağlamaklı bir hal bırakıyor. Sanki kötü bir haber almış ve biraz sonra bağıra bağıra ağlayacakmış gibi bir tablo çiziyor görüntüsü bana. Biz tarafından bakıldı-ğında Van Gogh’un tabloları kadar renkli bir ka-dın görünüyor. Ancak bir cinnet anını beklerce-sine ve bundan haz alırcasına, garip hareketli bir ruh hali içerisinde olduğu söylenebilir.

Sezen, bir bardak su almak için yerinden kal-kıyor. Mor mutfak dolaplarından bardakların ol-duğu rafa yöneliyor ve saplı olanı seçiyor. İçmek üzere suya bakınıyor ve bir şişe bulup dolduru-yor. Yarısını içiyor. Bardağı, mermer tezgâhta çıkaracak olduğu gürültüyü düşünmeden bırakı-yor elinden. O an sorsanız nereye bıraktığını asla hatırlayamayacak. Dikkatini hiçbir şeye veremi-yor. Bir kitap alsa eline ismini sorsanız bir durur düşünür, belki hatırlar belki de hatırlayamaz. Bir çakmak ve sigara arıyor nereye koyduğunu asla anımsayamıyor. Dört dönüyor evin içerisinde. En sonunda koltuğun önüne düşmüş bir şekilde gö-züne çarpıyor. Her şey gelişi güzel ortalığa saçıl-mış durumda diye geçiriyor içinden. ‘Ben miyim ortalığa saçan kendimi ve bir şeyleri yoksa hiç kimsenin mi bir yeri yok. Yeri olduğunu sananlar rol mü yapıyor’ diye soruyor yine kendi kendi-

armaşı Bir Düzen

KK

Hilal Gül

Page 29: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

28 29

ne. Bu soruları konuşmaları her zaman sesli bir şekilde ifade etmek istese de bunu asla başaramı-yor. Belki bu da sesli olursa büyüsü bozulacak bir tılsımdır. Bizler bilemeyiz. Sigarasını yakıp eline kitabını alıyor, şu yeni edebiyatçılardan birinin kitabı, birinin mektupları sanırım tam göremiyo-rum. Akan satırları okuyorum gözlerinden. Bir ses var diğer odadan geliyor. Bir an korku sarıyor Sezen’i ve bu korku ellerini titretiyor. Bunu an-cak kendi düşünceleri durdurabiliyor.

-Hayri’dir. Hayrii! Sen misin?-Evet, benim rahatsız olma bozulan eşyaları

tamir ediyorum. Hayri çalıştıkça ben rahatlıyorum.Ses vermiyor Sezen. Kitabını okumaya de-

vam ediyor. Okuyor mu gerçekten o da bilmiyor. Beyninin ona fayda sağlayacak olan ya da ilgisini çekecek olan satırların hangisi olduğunu söyle-yeceğine inanıyor. O yüzden sadece akan satırla-ra bakıyor. Bir yerde odaklanmış olduğunu fark ediyor. İşte beklediği satırlar bunlar olmalı ‘İn-san değil midir her şeye gücü yeteceğine inanıp sonrada her şeyden vazgeçen? İşte biz gücümüze hem köle olan hem de onun yokluğunu hemen kabul eden varlıklarız sevgilim. Kim deler dağla-rı kim akıtır ırmakları başka bir insan için? Oysa ben senin için neleri yapmıştım. Bak okyanusla-rı aştım. Koca mavilikte ve karanlıkta kaç bulut, fırtına ve yıldızı devirdim. Bak! İyice bak bu sa-tırlara burada bitti. Ne gerek varmış gökyüzüne meydan okumaya? Sen şimdi mutlusun, bensiz-sin. Biz ömrün bir kısmını kafamızda yazmış ve oynamışız. Şimdi başka hikâyeler yazıyoruz yine aynı beden aynı ruh ve akıl ile. Sadece yazmak ve oynamak için buradayız. Hiçbir şeyin mistik-liğine inanamam hiçbir duygu ve iddia ediyorum hiçbir bilim bizim kendimizin yapıp bozmamıza engel olamayacak yaşananları.’ Kitabın bu cüm-lelerini içinden birkaç kez okuyor. Belki ezber-

leyemiyor ancak aklına iyice kazınıyor. Sezen, yazarı anlıyor ama bana sorarsanız sadece kendi yazdığı bir oyundan bir bölüm düşünüyor, somut-laştırarak anlamaya çalışıyor. Oysa kelimeler, cümleler, hisler bunlar aynı cümleler ile anlatıla-bilir mi sevgili okur? Sezen aradığını bulduğunu düşünerek kitabı bırakıyor bir kenara. Uyku bas-tırıyor hafiften. Uyumayı ya da uyanık kalmayı düşünmüyor ve kafasını koyuyor. Yenik düşüyor hayallerine. Uyuyor.

Bir soru sormak geliyor içimden lütfen ken-di kendinize cevaplayın. Beni ya da Sezen’i il-gilendirmiyor yanıtlarınız. Beni ve Sezen’i, hatta Hayri’yi sadece kendi yanıtlarımız ilgilendiriyor. Yalnız onların hayatlarını bilebiliyorum. En ya-kın dostumun dahi yaşadıklarını anlayamayan biriyim. Anlasam ne olacak? Bir akıl bir kalp bir beden yetmeyecek olsaydı bir insana neden tek bir tane olsun ki. Hal bu iken sizlerin yanıtların-dan ne gibi bir anlam çıkarabilirim? Ey efendi-ler! Herkesin anlayışı, cevabı kendinedir. Kimse ona karışmasın. Bir süredir kafamı karıştıran hat-ta kafa bulanıklığımı toza dumana bulayan soru şudur; gün içinde yaşadıklarımızın bilinçaltımızı etkilediğini söylerler farklı kişiler. Ancak görü-len rüyaların yaşamımızı günümüzü etkilediğini söylüyorum bende. Pekâlâ, o halde her birimiz bir döngünün içerisindeyiz diyebilir miyiz? Bu döngünün bir düzen içerisinde olup olmadığını dünya bile bilemiyor.

Sezen uyanıyor. Mesaisi bitmiş ancak o masa-da uyuyakalmış. Gördüğü rüyaya anlam verecek vakti yok ve ben bu satırları yazarken çoktan çan-tasını alıp evinin yolunu tutmuş.

Kırmızı…Sarı… Ve arabalar için bir düzen içinde gitme vakti. Düü düüüüüt…

Page 30: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

30 31

Hayatı herkes yaşanmışlıkları ve bilgi-birikimi ile okur. Bir insanı tanıdığımızda, bir çiçeği kokladığı-mızda hissettiklerimiz yeni tecrübeler bile olsa geçmi-şimizden süzülen duygularımızla birlikte varlık haline gelir. Zihin dünyamıza giren dış uyaran, adeta bir kat-kı makinesinin içinden geçer. Ona esanslar karıştırı-lır ve algıladığımız hiçbir zaman sadece o dış uyaran değildir.

Sokakta bir köpek gördüğümüzde hepimizin hissi-yatı başka olur. Gördüğümüz korkutucu veya sevimli olabilir. Aslında ortada olan siyah veya beyaz, hav-layan veya uyuklayan, büyük veya küçük bir köpek-tir. Türkçe dışında özellikle Hint-Avrupa dil ailesine mensup pek çok dilde eril veya dişil ve hatta bir kıs-mında cansız kelimeler bulunur. Örneğin anahtar ke-limesini ele alalım. Anahtarın Avrupa’da insanlara ne tür bir çağrışım yaptığını sormuşlar. İspanyollar este-tik, incelik gibi kavramlardan bahsederken, Almanlar daha sert ve keskin hatları görmüşler. Bunun nedenini de İspanyolcada anahtar kelimesinin dişil bir karakte-ri varken Almancada eril olmasına bağlamışlar.

“Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” isimli kitabı da al-gılama sürecim kitabın ismini duyduğum anda baş-ladı. Başka bir tabirle kitabın adını duyduğum andan itibaren ölüm, varlık, ölümsüzlük gibi kavramlar üzerinden belki de kendi dünyamı yansıtan bir kitap çoktan yazdım. Okurken de beklediğim yalnızca yaz-dıklarımı daha derli toplu cümleler ve uzun sayfalar halinde okumaktan ibaretti. Daha doğrusu ibaretmiş!

Hayal kırıklığı!

Ölüm yok ama yaşayan ölüler her yerde. Kaza ge-çirmiş, bütün organları ortaya saçılmış ve yaşama be-lirtisi diyebileceğimiz kalbinin cılız vuruşları ile bel-ki bir de mırıltıları olan insanlar ortalığa saçılmışlar. Sayfalar ilerledikçe kitaptaki karakterlerin zombi hali-ne gelmesi içten bile değil!

Mesleki olarak sürekli şahit olsam da, fark ettim ki ölümle yaşam arasında kalanları aslında çok da içşel-leştirmemişim. Hâlbuki kitaptaki insanlar ile yoğun bakımlarda takip edilen hastalar arasında medikal ci-hazlar ve bir iki ilaç dışında çok fark yok.

Ölüm yoksa doyasıya ve tüm canlılığı ile hayatı görmeyi beklerken, ölemeyen ve sürekli nüfusu artan insanlık karşısında, kalabalıkların meydana getirdiği sorunlarla baş edemeyen hükümetlerin kurgulandığı bir kitap yazmıştım. Yarın sabah uyandığımızda değil ama 50-100 sene sonrası vardı kitapta. Ölüm korkusu-nun ve bununla paralel olarak Tanrı korkusunun orta-dan kalktığı, suçların dizginlenemediği bir döneme ait bir kitaptı. Ne de olsa al gülüm ver gülüm işi ortadan kalkacaktı. Ben bunları düşünerek kitabın sayfalarını çevirirken, kitabın ortasına Schrödinger’in kedisi gel-di ve kuruldu.

Hayatta sadece siyah ve beyaz yoktur. Saramago bunu fark etmişti. Ben de fark ettiğimi düşünüyor-dum. Fakat sayfalar ilerledikçe yazar bana tekrar gri diye bir rengin olduğunu izah etti. Kitapta başka ne mi vardı? Kapitalizm eleştirisi, sigortacılık sistemi, devlet, hükümet... Ben payıma düşeni aldım.

Teşekkürler José

HAYAT BİR SİYAH BİR BEYAZ DEĞİLMİŞ!

Hamza Agahoğlu

Page 31: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

30 31

BİZİMDİRBize Türkoğlu Türk derler Şeref bizim, şan bizimdir!

Pusatlanır cenge erler Meydan bizim, ün bizimdir!

Zorlu dağlar Türk’e meyil Bre Irak sen de eğil

Zamam bize engel değil Bugün bizim, dün bizimdir!

Düşmanları yasa salan Kuvvetini Hakk’tan alan

Vatan için şehit olan Milyonlarca can bizimdir!

Gâh kasırga, gâhi bora Nicesini sokmuş zora

Harp ilminde gözü kara Nefer bizim, Hân bizimdir!

Allah büyük, Allah yüce Dev görünen olur cüce

Ne fark eder gündüz gece Gece bizim, gün bizimdir!

Şu dünyayı ipe dizdik Allah için şerri ezdik

Kanımızla destan yazdık Al bayrakta kan bizimdir!

İbrahim Alper

Page 32: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

32 33

Birbirine girmiş çalılıkları ve birbirleriyle boy ölçüşen kızılçamları avazım çıktığı kadar selam-ladım. Yorgun dalgaları ve masmavi örtüsüyle bu eşsiz koyu seyrettim. Ufka baktım, gözlerim ka-maştı, şakaklarımdaki teri elimin tersiyle sildim. İlk maaşımla aldığım ve özenle koruyup kolla-dığım kahverengi ayakkabılarım toprağa bula-nırken sağda fark ettiğim irice bir taşı, ayağımla koyun bayırından aşağıya doğru iteledim. Taş birkaç kayaya çarpıp yalpalanarak aşağı yuvarlan-dı. Çalılıklara takıldı; serçeler uçuştu.

Köye dönmek için koyun üstündeki tepeyi aş-malıydım. Elimde muhtarın verdiği değnek, ka-fam dımdızlak halde yürümeye koyuldum. Biraz ileride, gölgesinde üç beş çocuğun oynadığı bir kıl çadır gördüm. Çadıra doğru yaklaştığımda, oğlak melemeleri kulağımı hafifçe okşadı. Çocuklara göz kırptım; naneli şeker verdim.

Köy meydanına indiğimde gözüm aşure kuy-ruğuna takıldı. Bayağıdır da yememiştim. Aşure günü de değildi. ‘’Üzümü ye bağını sorma.’’ deyip geçtim sıraya. Kuyruk pek de uzun değildi; birkaç dakikaya sıra bana da geldi. Meydanın ortasında-ki fıskiyeli fakat içinde suyu olmayan ve zeminini kurumuş çamur kaplamış havuza doğru yürü-

düm. Yazısı neredeyse silinmiş tatlılı şekerli bir banka reklamı bulunan bankta, bacak bacak üstü-ne atmış bir ihtiyarın yanına oturdum. Kafasında kahverengi kasketi, kısa kollu beyaz gömleğinin göğüs cebine tutuşturulmuş beyaz tükenmez ka-lemi, elinde sarma sigarası, siyah kumaş panto-lonunun altında yıpranmış lastik ayakkabısı ve 33’lük siyah tesBihiyle buranın yabancısı olma-dığı her halinden anlaşılıyordu. Bakışlarını bana doğrulttu ve yüksek bir sesle sordu:

“Sen kimsin?’’‘‘Ben muallimim emmi,’’ dedim. “Yeni geldim.’’ “Ohooo…’’ diye uzattı. ‘’Ben de muavinlik

yaptım zamanında.’’ “Yok, muallimim ben.’’ Duymamış gibiydi. ‘’O zamanlar rahmetli eniştem yeni almıştı

Çitlembik’i. Hiç unutmam, Ramazan ağabeyimin düğününe eşi dostu götürürken önümüze hınzır sürüsü çıkmıştı,’’ heyecanlanarak devam etti.

“Bizimki asılıyor frene Çitlembik durmuyor. Son çare Çitlembik’i arığa doğru sürdü. Enişte-min deli yanı vardı rahmetli. Yaptı deliliği işte. Ne

Takvimin Bir Yaprağı

Buğrahan Saatcı

Page 33: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

32 33

hınzır ezdik ne de arığa düştük.’’“Mektebe atandım emmi muallimim.’’“Hee doğru desene sen de şunu!’’“…’’Yaşlının alındaki kırışıklıklar, yaşadıklarının

kıvrım kıvrım verilen zekâtı gibiydi. Nar tanesi-ni, dişimin kovuğundan çıkarmaya uğraşırken ihtiyar da oturuşunu ve kasketini düzeltip tekrar bacak bacak üstüne attı. ‘’Bana müsaade,’’ diyerek kalktım, meydanı biraz turladım ve nihayetinde kendimi kahvede buldum.

“Gel muallim bey yakınımıza otur hele. Çayı-mızı iç.’’

“Eyvallah ağalar, kahve içip kalkacağım; bir dahakine rahat rahat oturup konuşuruz.’’

“Sen bilirsin muallim bey.’’İçeriye şöyle bir göz attım. Sandalyeler geçen

gelişimde beyazdı, şimdi boncuk mavisi. Gözüme daha bir hoş göründü. Tezgâhın üstünde, dilim-lenmiş karpuz vardı. Arkada ise her zamanki gibi yıpranmış bir duvar takviminin üstünden, Gazi Paşa’nın keskin bakışları bizi izliyordu.

“Bugün şansımız yaver gidiyor. Hadi bakalım.’’“Penc-ü se, severler güzeli genc üse!’’“Ağabey gide gide Konya ovasında ağaca tosla-

dın sen de be!’’Cızırtılı radyo sesine zar takırtıları eşlik edi-

yordu. Yarı yarıya boştu kahve. İçeriye oturmak-tan vazgeçtim; bahçeye doğru yöneldim. Yan taraftan gazeteye uzanıp leyleklerin yuva yaptı-ğı telefon direğinin dibindeki masaya oturdum. Kocaman bir çınarın yapraklarıyla koruduğu ve önüne fesleğenler sıralanmış bu kahve bana her gelişimde tatlı bir huzur verir. Bazen, muhabbetin kollarına atarım kendimi; bazen de çevreyi gözler çıkarımlar yaparım. Gazeteyi karıştırırken kahve-cinin pek bi’ haylaz olan en küçük oğlunun masa-ma yanaştığını fark ettim.

‘’Ne o ağabey? Kan ter içinde kalmışsın,’’ dedi. ‘’Dolmuşu mu kaçırdın yine?’’

“Sen de kaşınıyorsun herhalde yine len kerata!’’“Sade mi muallim ağabey?’’ “Ya ne olacaktı?’’Çocuğun gözleri şöyle bi’ toprak yolu taradı.

Ellerinde testileriyle, kendi akranlarından üç beş kız çocuğu aralarında gülüşerek köy meydanın-

dan geçtiler. Benzeri görülmemiş bir atiklikle, arka cebindeki küçük kahverengi tarağını çıkarıp saçını sağa sola taramaya başladı ve ocağa yöneldi.

Meydan Kahvesi, köy insanının kimi zaman buluşma noktası kimi zaman da hoşbeş ettikleri samimi bir kahvedir. Neredeyse yarım asrı devir-miş ve kasabanın merkezi durumunda. Kahve, Şevket’e babasından kalmış. Birkaç öğrenci veli-sine göre, rahmetlinin eline su dökemezmiş ama gene de iyi yürütüyormuş işleri. Bundan beş sene evvel kasabaya şehir merkezinden gelmişler. ‘’Ala-manya’ya gidiyoruz. Gelmek isteyenler adlarını aha şu elimdeki kâğıda yazdırsın,’’ diye duyuru yapmışlar meydanda. Kahveci Şevket’in aklında ne zamandır gitmek varmış zaten. Kararını ver-miş; ismini tam yazdıracakken köylüler engel olmuş. ‘’Aman Şevket’im! Nerelere çekip de gi-dersin? Babandan kalan bu kahveyi kimlere bıra-kırsın? Mahşerde yakana yapışmaz mı rahmetli? Üç kardeşin var üçü de Alamanya’da. Ne edecek-sin şimdi gurbet illeri. Hem biz ne güne duruyo-ruz be hınzır?’’ Karısı da çok da hevesli değilmiş gitmeye. Bütün bu ısrarlara karşı koyamamış ve gitmekten caymış.

Kahvecinin oğlu masama bol köpüklü kahveyi getirdi. Fincanım boşalınca kahveye seslendim: ‘’Allahaısmarladık.’’ Evin yolunu tuttum. İncir ağacını geçince bu seferlik sağdaki patikayı tercih ettim.

Eve doğru yaklaşırken yine Karabaş karşıladı beni ve yine ağzı bir karış açık, dili dışarıda, ne-fes nefeseydi. Yerinde duramıyordu. Başını okşa-dım; birlikte asmaların altından geçtik. Muhtarın verdiği değneği evin duvarına yasladım. Pencere açıktı, hanım hemen fark etti:

“Hoş geldin,’’ diye seslendi. ‘’İğne getireyim di-kenler için.’’

“İyi olur.’’“Ali ağabeyin çocukları geldi bugün karpuz bı-

raktılar.’’Dün karşılaştığımda yeğenleriyle karpuz ta-

şıyordu. Demek ki, yarın okula da gönderir. Eli açık, gönlü geniş bir adamdır. Ali ağabeyi tanıma-sam bunu söylemezdim.

Page 34: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

34 35

“Pencereden kuş uçtuYandı yürek tutuştu.” Türküsüyle cızırdayan radyonun se-sini bastıran insanın yüreğini alan bir kapı vurulması ile sarsıldı. Açmak ve açmamak arasında kalan Ahmet Amcaya kapı kilo-metrelerce uzak geldi o an. Huzursuzlandı. Ayakları geri gitti. İçinden hiç böyle şeyler geçmezdi. Bugün üzerinde tarif edemediği bir ağırlık vardı. Günü karşılayan halsiz bir tavır sarmıştı bulutları. Birbirine dahi se-lam vermeyen sanırsın geceden birbirine darılmış dağlara açtı kepengini ve araladı perdelerini bugün. Cıvıltısı hiç eksik ol-mayan bu köye sanırsın kaldırması zor bir dert gelmiş de her bir yan karalar bağla-mış, yas tutuyordu. Gülümsemeyen içine kapanık bir gündü. Ama köyü bu hallere hiç alışık değildi. Havaya nazlanırken bir anda aklına Zey-nep’ i düştü. Kızı Zeynep. Onu gönderdi-

ğinde ne tatlıydı buralar. Gerçi Zeynep bu-raların narin kuşuydu. Daldan dala konar umut serpiştirirdi toprağa. Hele o müjdeli haberi aldıkları gün bu beldeler daha bir efsunlanmıştı. Yıllarını verdiği kızı “ Öğ-retmen oldum baba ben!” deyip bir anda serpilivermişti. Parıl parıl bir günde üze-rinde su damlalarının ışıl ışıl yansıdığı bir güle yanaşıvermiş. Yerine yurduna yüreği-nin can attığı yere kanat çırpmaya niyet-lenmişti. Dağ bayır, sabah akşam, gurbet hasret demeden, isyana mahal vermeden ailecek verilen mücadelenin sonucunda Zeynep öğretmen olmuştu. Neşelerine neşe katılmış, umutları şenlenmiş, huzuru bu muşta ile harmanlanmıştı. Zeynep’ in çocukluk hayaliydi bu güzide meslek. Öğretmen olup çocukların hayal-lerini coşturacak, inşa edecekleri hayatla-rın temel taşını atacaktı. Bahar yürekli kızı evin Çalıkuşu’ ydu. Kendisine Çalıkuşu denilmesini isterdi. İlk okuduğu roman-

ÇALIKUŞU

Page 35: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

34 35

dı; Çalıkuşu. Onu okurken bir öğretmeni görmüş ve Atatürk’ ün savaşta dahi masa-sından ayırmadığı kitaptır bilir misin, diye bahsetmesiyle yanından hiç ayırmamış ve pek benimsemişti anlatılanları. Kitaptaki Feride öğretmeni hayallerine katıvermiş, yıllarca vazgeçmemişti. Ben de öğretmen olacağım, Anadolu’ yu diyar diyar dola-şıp umut saçacağım, adeta bir kuş gibi gül bahçeleri dolaşıp dikenlerle mücadele edeceğim. Sağlam tomurcuklar yetiştirip gönüllerine umut şakıyacağım derdi. Bo-yundan büyük kelamlar ile coşan hayalleri için verdiği emeklerin mahsullerini alma-ya başlamıştı. Anadolu’ nun bir köyüne atanmış, güllerine kavuşmuştu. Bir baba olarak ne gurur verici ne onurlu bir haldi bu. Geleceğin sahibi nesiller benim Çalı-kuşumun rahlesinden geçecekti. Bunları düşününce yüzü birden bir gülümse ve şükürle mayalandı. “Rabbim her anne ve babaya nasip eder inşallah” duasının nok-talanması ile kapı tekrardan çaldı. Sahiden kapı çalalı epey olmuş ve onu açmaya gidiyordu. Odadan buraya gelene kadar ne çok şey düşünmüş, ne çok hisse kapı aralamıştı. Çalıkuşu’ na hasretini dile getiremese de gönlünde bir an harlanıver-mişti bu hissi. Üst üste ve acı acı çalan bu kapı da neyin habercisiydi, onu bir an ol-sun bu ses huzursuzlaştırmıştı. Ama hay-ra yormalıydı. Ne olabilirdi ki? Hayatında hiç bu kadar gönülsüz ilerlememişti oraya ve açtığında karşısında köyün muhtarı ve şimdiye kadar hiç görmediği takım elbiseli bir adam vardı. İç ürperten bir selamdan sonra adam elindeki kitabı Ahmet amcaya uzattı. Kitabın üzerinde; Çalıkuşu yazıyor-du. Konuşmaya mahal vermeden ahvalin acı bir şekilde gelip oturduğu o an da ruhu bedeninden ayrılmış idi sanki, bembeyaz kesildiği o anda elinden kitabın düşmesi ile buğulanan gözlerine akın eden yaşlar kendini bıraktı, bedeni hissizleşti ve oldu-ğu yere bir kelam edemeden yığıldı. Saatler sonra az biraz kendine geldiğinde eşikte bir sürü ayakkabı vardı ve avluya bakan pencereye kocaman bir bayrak asıl-

mıştı. İçeriden; hüsn-ü kederi saklamaya çalışan içinde sızısını hisseden yanık bir ses Kur’an okumakta, minarede ise acı bir selâ… Selânın sonunda ise “Merhume Zeynep…” nidaları yankılanmaktaydı. Zeynep’ i daha ilk karne gününde oku-la giderken adını anmak dahi istemediği art niyetli, hayırdan noksan, imansız biri tarafından acımasızca şehit edilmişti. En güzel mertebenin sahibi olmuştu kızı. Bu-nun yanında ise ateş düştüğü yeri yakmış-tı. Yanmıştı. Sönmek bilmeyen bir ateşin içinde harlanmaktaydı. Hiçbir şey demeye mecali yoktu babanın, dağlanmış yüreğini buğulu gözleri ve dermansız hali ele veri-yordu ancak.Sonu olmayan bir hasrete kanat çırpmıştı, kutsal bir emanet bırakarak Çalıkuşu. Bir babanın yaşayabileceği izahı olmayan bir acıydı bu hal. Hayallerine kavuşan bir Ça-lıkuşu daha pencereden uçmuş ardından düşürülmüştü toprağa oysaki kanat çırp-mayı öğrenmiş süzülürken gökyüzünde. Şimdi ise kulağında dinlediği son nağme-ler: “ Pencereden kuş uçtuYandı yürek tutuştu.…Ben bir garip kuş idim,Dalına konmuş idim.” Ve yanında kollarına girmiş, yüzleri Ana-dolu, avuçları toprak içinde kalmış bir avuç talebe ile garip kuşunun mezarına güller dikeyim diye uğraşıyordu baba. Kir-piklerinde biriken gözyaşları ve ona eşlik eden yağmur taneleri ile can suyuna kavu-şuyordu gül fidanları. Dikerkenki niyetle-ri ise yarının umutlarını, yarının güllerini yeşertmekti. Öyle istemez miydi kanadı kırılıp toprakla buluşan her bir Çalıkuşu yürekli öğretmenlerimiz?

Tuğba DinçFotoğraf: Emel Beyaz

Page 36: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

36 37

Kimseye, hatta kendime bile belli etmemeye çalışıyordum. Aklıma geldikçe aklımdan ka-çıyordum. İçimde kalan bu hissi, içinden attım diye kendime dahi yalan söylüyordum. Bir ara bu yalana tamamıyla inandım. Bu yalana iman ettim. Hayatımdaki en büyük ve en yüce hakikat bu yalan oldu.

Hakikatlerin meydana çıkma gibi bir huyu vardır derler ya; işte öyle oldu. Yandım yâren. Yandım. Bu yangın benden başka kimseyi yakmayan sevda ateşinden başka bir şey değildi. Şimdilerde karanlıkta yolumu kendi ateşimle aydınlatıyorum. Aydınlıkta dahi sönmeyen bu ışığın kaynağı benim. Anlaşılan bende ben kalmayıncaya kadar yanacağım. Şimdi ise külleri-mi nereye dökeceğimin tasavvurunu ediyorum. Yürüdüğüm yollarda parçalarım var. Dökülü-yorum. Dayanamıyorum yâren. Başıboş bırakılmış bir sigara gibi tükeniyorum.

Bu ateşi söndürecek bir su yok. Deryalara, ummanlara dalsam dahi sönmüyor. Kendini cayır cayır yakmış bir adam daha ne yapabilir? Uzlet mi? O bile çare olmuyor. Zaten benim yeryüzünde gidecek hiçbir yerim yok. Bu his; karanlık kadar elemli, cehennemî ölçüde kavu-rucu ve güz gibi hazin.

Yâren! Kim sana sevdanın ateşinden övgüde bulunursa, sakın aldanma ve inanma. Sevda ateşinden övgüyle dem vuranlar bu harda yanmayanlardır. Bu sefalete tahammül etmektense ilmiği boynunda gezmeyi hatta o ilmiği germeyi yeğlerim. Ölüm için en ulvi ve tesirli nasihat-tir derler. Peki ya sevda ateşi? O ise yanarak ölememek demektir.

Artık yağmur denildiğinde aklıma gökyüzünden düşen damlalar değil gözümden süzülen-ler geliyor. Ve şarıl şarıl akan tuzlu seller… Acı, acı, acı, gözyaşı ve matem… İşte karşılıksız sevdanın yegâne neticesi budur!

Kaçıyorum. Kurtulamayacağımı bildiğim halde koşar adım kaçarak Azrail’i arıyorum. Kah-retsin. O da aramakla bulunmuyor. Bu menfur ateşin acısı beni bu hale soktu. Kedere müptela etti. Zaten bu yangınla yanan adamın en kadim dostu da kederdir. Çünkü sevda ateşiyle yanan adama yalnız keder ram olur.

Ateşimin; yok edemeyeceği çöl, kavuramayacağı buzdağı yok. İşte yâren. Kendime söylediğim yalanın neticesi bu elemli tutuşmadır. Yâren! Bu yangın bir

sigarayı dahi yakamazken beni kül ediyor. Bir lahza durmuyor. Her esen yel yalancı ferahlığa ve temelli harlanmaya müsebbip oluyor. Vaziyetim her faninin kaldıramayacağı kadar elimdir. Halimin hâsılı vahamettir. Şimdilerde ben; çaresiz gezen, gençliğinin istikbale uzanan dalları-nı yakan bir ateşim!

KENDİMDEN SAKLADIM

Samet Can Karakaya

Page 37: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

36 37

MİLEH'EBir Arnavut bacasından bakıyorum daNe gördüğüm ziya, ne soluduğum havaZaten pek de yaşanılası değil bu dünyaBen ayda doğmalıydım MilehYerden yüksekte;Sanki hep aşık gibi yaşamalıydım...

Ki ben sevdadan evvel de vardım;Biraz hüzünlü, biraz mutlu,Bahşedildiği kadar hayat dolu,Eksiklerimle umutlu,Nefsim kadar insanoğlu...Fakat şimdi Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daPek de yaşanılası değil bu dünya...

Ah Mileh,Kalbinin odalarına çocuklar saklanırdı,Kediler gezinirdi; her yerde pati izleriVe o kalbin her atışında kuş sesi vardı...Bazense yağmur yağardı kalbindeTenin baştan ayağa toprak kokardı...Fakat şimdi Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daKeşkelerin rutubeti sarmış seniBu keşkeler ki iflahı olmayan ümitlerdi...

Ah Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daYarım kalan kavlimiz gibi gökyüzüAy da dönmez oldu kaldı çirkin yüzü...

Bir araf ki ayrılık, ölüme beş kalaArtık ne ölü denir bana ne hayattaBir sevinin yetimliği düştü payıma...

Hale Kaplan

Bir Arnavut bacasından bakıyorum daNe gördüğüm ziya, ne soluduğum havaZaten pek de yaşanılası değil bu dünyaBen ayda doğmalıydım MilehYerden yüksekte;Sanki hep aşık gibi yaşamalıydım...

Ki ben sevdadan evvel de vardım;Biraz hüzünlü, biraz mutlu,Bahşedildiği kadar hayat dolu,Eksiklerimle umutlu,Nefsim kadar insanoğlu...Fakat şimdi Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daPek de yaşanılası değil bu dünya...

Ah Mileh,Kalbinin odalarına çocuklar saklanırdı,Kediler gezinirdi; her yerde pati izleriVe o kalbin her atışında kuş sesi vardı...Bazense yağmur yağardı kalbindeTenin baştan ayağa toprak kokardı...Fakat şimdi Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daKeşkelerin rutubeti sarmış seniBu keşkeler ki iflahı olmayan ümitlerdi...

Ah Mileh,Bir Arnavut bacasından bakıyorum daYarım kalan kavlimiz gibi gökyüzüAy da dönmez oldu kaldı çirkin yüzü...

Bir araf ki ayrılık, ölüme beş kalaArtık ne ölü denir bana ne hayattaBir sevinin yetimliği düştü payıma...

Hale Kaplan

MİLEH’E

Fotoğraf: Alper Şenadam

Page 38: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

38 39

Mezarlıktan esen soğuk rüzgâr Yavuz’un paltosunun eteklerini havalandırdı. Simsiyah giyinmişti. Aklın-da onlarca soru ve kararsızlık vardı. Her adımda geri dönmeyi düşünüyor ama beş yıllık kini buna engel oluyordu. Mezarın olduğu parsele geldiğinde aradığı ismi bulması fazla zamanını almamıştı. Mezarın kar-şısında durup mermerde yazılı harflere dikti gözlerini. Çiçeklerle doluydu mezar ve özenle dikilmiş baharı bekleyen süs bitkileri vardı. Mezarın bu kadar bakımlı olmasına dayanamadı. Toprağın üstüne çıkıp çiçekle-ri tekmelemeye başladı. Mezarlığın güvenlikleri Ya-vuz'u yaka paça dışarı attılar. Ayakkabıları ve paçaları çamur içinde kalmıştı. Gözleri halen mezarın olduğu yöndeydi. Sinirden kıpkırmızı olmuştu.

-Çay içer misin? Kaba ve hırıltılı bir ses duydu. Ya-nındaki kirli sakallı, bakımsız dişleriyle ona gülüm-seyen adamı o an fark etti. Uzatılan, içinde poşet çay yüzen plastik bardağı aldı.

-Kaç şeker Bey Abi?

-Şeker kullanmıyorum.

-Bir dakika Bey Abi, ziyan olmasın, deyip.

Bardağın içindeki plastik çubuğu aldı. Koşarak gü-venlik kulübesine gitti. Elindeki fazla şekeri ve plastik çubuğu kutularına koydu. Aynı hızla Yavuz'un yanına gelip oturdu. Çayından bir yudum alıp içini dökmek için konuşmaya başladı.

-Bey Abi, anlaşılan mevta sana büyük kazık atmış. Ölüsüne bile dayanamıyorsun.

Yavuz, konuyu kapatmak istercesine yarım ağızla,

-Evet, dedi

Adam, beklediği yanıtı almıştı. Başladı geçmişini an-latmaya uzun uzun... Bu konu Yavuz için sıkıcı olsa da adamın, anlatırken mimik ve el hareketleri gü-lümsetmeye yetmişti. Yavuz'un gülümsediğini gören adam, daha iştahlı anlatmaya başladı. Kazandığı para-ları, kaybettiği malları; dostları, kazık atan ortaklarını bir bir anlattı. Yavuz dayanamadı, aklındaki soruyu pat diye sordu.

-O kadar para kazanmışsın, kaybetmiş, yılmamışsın.

Daha çok kazanmışsın. Niye buralardasın? Gördü-ğüm kadarıyla iyi işler yapacak çeneye sahipsin.

Adam, derin bir nefes çekti.

-Yoruldum Bey Abi.

-Neyinden

-Kazanmaktan. Kendimi birilerine ispat etmekten yo-ruldum.

-İyi peki ama buralarda da kazanmak için kendini is-patlamaya gerek yok mu?

-Var, olmaz mı? Mesela Bey Abi, şehirdeki diğer me-zarlıklar ağzına kadar dolu. Mecbur, zengini de fakiri de hatta isimsizi ve kimsesizi de buraya gömülüyor. Genellikle aileler kalabalık gelirler, hemen çapamı; ibriğimi, cüzümü kapar, yaşça en büyük aile bireyinin yanına yaklaşırım. Ama en çok parayı çiçek tohumu satmaktan kazanırım. Her türlü çiçeğin tohumunu bulurum. Para verilirse yetiştiririm bile. Buradaki gü-venliklerle aram iyidir. Yaşıma hürmeten karışmazlar bana.

Yavuz'un gözleri açıldı. Adama baktı.

-Bahçıvanlıktan anlar mısın?

-Sen ne diyorsun Bey Abi. Bacak kadar velettim. Pazarda su sattım. Biraz büyüdüm, inşaatta amele-lik yaptım. Askerden geldim, bir konakta bahçıvan çıraklığı yaptım. Meyhanede bulaşık yıkadım. Köye göçtüm, tarlada, taş ocağında çalıştım. Biriktirdiğim parayla şirket kurup şehirlerarası mal sattım.

Yavuz, konunun yine başa gelmemesi için adamın la-fını kesti.

-Burada kaktüs yetişir mi? Şu tekmelediğim mezarda yetiştirebilir misin?

-Bu havada imkânsız, ancak yazın yetişir.

-Dikenli tel çekebilir misin?

Adam, kendini övmenin keyfine varmış bir şekilde,

-Tabi Bey Abi, inşaatta ustabaşılık yaptım. Çocuk oyuncağı benim için.

BEY ABİAlper Şenadam

Page 39: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

38 39

-Tamam, o zaman, tekmelediğim mezarın üstüne telli tel ör. Kimse dokunamasın. Ailesini merak etme, pek sık ziyarete gelmezler. Akrabası olmayan bir kadın gelir ziyarete, O dokunamasın bana yeter.

-Ben parama bakarım Bey Abi, nasıl istersen.

Yavuz cüzdanından çıkardığı parayı adama uzatırken,

-Ayrıca buradaki hayvanları da sen mi besliyorsun?

-Tabi ki Bey Abi, hatta köpekler kedilere saldırdı mı... Köpeklere bir sopa çekiyorum. Kardeş kardeş ma-malarını yiyorlar. Belediye mezar bekçilerinin yeri-ni özel güvenlik şirketlerine verdiğinden beridir. Bir dostum ve sırdaşım kuşlar kaldı.

-İyi, güzel o zaman. Kuşyemi al, bütün mezarın mer-merlerinin üstüne dök. Görünmez hâle getirsinler.

Yavuz, başını öne eğdi. Hayatının aşkına sahip olan heriften intikam aldığını düşündü. Buruk bir gülüm-semeyle arabasına bindi.

Adam, o günden sonra güvenliğe yakalanmadan, tel çekti mezara. Kuşyemlerini bol bol döktü etrafa. Teli güvenlik görevlileri kesiyor, adam akşamına yeni-den çekip kuşyemi döküyordu. Yavuz, her hafta sonu gelip kontrol ediyor. Tel ve yem için para veriyordu. Mezarda yatan adamın doğum gününde geldiğinde Yavuz mermerlerin pırıl pırıl olduğunu ve tel çekil-

mediğini gördü. Uzaktan adamı görüp koşarak yanına geldi.

-Senle ne anlaştık? Hani tel, nerede yemler...

Adam, beyaz bir çuvala sarılmış, hüngür hüngür ağ-lıyordu. Cebinden paraları çıkarıp Yavuz'a doğru attı.

-Ben artık yokum bu işte Bey Abi.

-Niye ağlıyorsun? Anlat bakalım.

-Dediğini her gün eksiksiz yaptım. Teli her gün kes-tiler, yenisini çektim. Kuşlar daha yem torbasını gör-dükleriyle mezarın başına toplanıyorlardı. Bir Kadın da sürekli gelip dokunamadığı toprağın başında ağ-lıyor ve mermerlere konan kuşları kovalıyordu. O Kadın, sabahtan gelip mezarın etrafına zehirli yem dökmüş...

Sözcükler boğazında takılı kalmıştı. Sarıldığı beyaz çuvalı Yavuz'un önüne doğru döktü.

-Onlarca ölü güvercin, mutlu musun Bey Abi, inti-kamını aldın mı? Onlar, beni her gün hiç sıkılmadan dinlerdi. Gidin başımdan...

Bağıra bağıra girdi kulübesine. Yavuz ağzını dahi açamadı. Mezarlıktan, bir daha uğramamak üzere uzaklaştı.

(Avrasya Yazarlar Birliği Hikâye Atölyesi 16.04.16)

BEY ABİ

Page 40: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

40 41

BENDEN BİZE

Ben,

Sen,

İkimiz.

Bir olursak,

Oluruz biz.

Gültekin Kayalar

Foto Öykü

Page 41: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

40 41

Page 42: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

42 43

Page 43: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

42 43

Page 44: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

44 45

Page 45: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

44 45

Page 46: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

46 47

2018 yılının Kasım ayında soğuk bir An-kara gecesinde Knut Hamsun’un Açlık romanı üzerine yazımı hazırlıyorum. Ro-mandaki kahramanımızdan biraz farklı olarak bu icraatı akşam yemeğinden son-ra ağzımda beliren bal tadının ıhlamurla birlikte mideme yol aldığı sırada yapmak-tayım. Ha! Bu arada Kurtuluş Parkı’nın belediye banklarında da oturmuş değilim dolayısı ile sokak lambalarının elibolluğu-nu bu yazıda göremeyeceksiniz. Şükür ki harfleri de elime alacak olduğum tüken-mez kalem yerine bilgisayar klavyesi atı-yor; aksini düşünmek bile istemezdim.

Kurtuluş Parkı’nda olmadığımı söyledim, o halde neredeyim? Havanın soğuk ol-duğunu nasıl biliyorum? Şöyle ki çalışma masamın hemen yanında duran kalorifer peteğinin yaşamaya elverişli hale getirmiş olduğu odamda, pencereyi açmamla ka-patmamın bir olduğu anda içeri giren so-ğuk havayı tabiri caizse iliklerimde hisset-

memden ötürü olabilir.

Yüz yılı aşkın bir süre önce Knut Hamsun tarafından kaleme alınan; yazarın mono-log bir anlatımla ‘’ Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiana’da aç açına sürttüğüm günler-deydi.’’ diyerek başladığı ve kendi hayatı-nın bir bölümünü paylaştığı Açlık’ta, bir türlü gerçek adını vermediği romanının ana kahramanıyla nerede karşılaşmıştım?

Behçet Necatigil’in çevirisinden okudu-ğum romanda, Knut Hamsun bugün Oslo olarak binen o dönemki Kristiana şehrinde roman kahramanının başından geçenleri: gazetecilik serüvenini, geçim derdini, aşık olup hayal kırıklığına uğramasını… anla-tır. Bunların haricinde bahsi geçen açlık, soğuk ve haysiyet kavramları üzerinde de biraz durmak isterim.

Kahramanın neredeyse her gün katlandığı açlık hissini sanki az önce yemek yememi-

Ömer Berkay Ertan

AÇLIK

Kırktuğ Okumaları

Page 47: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

46 47

şim gibi hissedebildim, onun uzun süreli açlıklarından sonra yemiş olduğu az mik-tardaki yemeğe dahi midesinin tahammül-süzlüğünü sanki ben de yaşadım. Sokakta ya da tek göz odada konakladığı soğuk günlerdeki üşümesini az önce pencereyi açtığımda titrediğimden daha çok hisset-tim. Üzerindeki kıyafetleri hariç herhangi bir mülkiyeti bulunmayan kahramanın belki para eder düşüncesiyle yeleğini, düğ-melerini, gözlüğünü… bırakmaya gittiği rehincide geçen konuşmalara ben de ta-nık oldum. Olaylar örgüsünde şekillenen yazarın kendi iç dünyasında yapmış oldu-ğu onur-gurur-doğruluk tartışmalarında adeta konuşan taraflardan biri de bendim. Bakkalda, pastacıda, gazetede, otelde ko-nuşmalara dahildim. Kimi zaman kızdım, kimi zaman üzüldüm ve başka duygular…

“Roman kahramanı ile nerede karşı-laştım?” diyerek yukarıda bir soru sor-muştum hatırlıyor musunuz? Hamsun yaşadıklarını, hissettiklerini roman kahra-manının aracılığı ile öyle güzel aktarmış ki okurken beni de 1800’lü yılların sonuna, Kristiana şehrine götürdü. Evet, ben Knut Hamsun ile Kristiana şehrinde karşılaşmış

onunla orada tanışmıştım. Az önce bah-settiğim gibi zaman zaman kendimi onun yerine bile koyduğum oldu.

Knut Hamsun kimdir, nasıl bir hayatı ol-muştur; ne yemiş ne içmiştir hiç müşkül durumda kalmış mıdır, yardıma ihtiyacı olmuş mudur ve buraya yazamadığım di-ğer sorulara en azından belirli bir dönem için cevabım var.

Peki ya geri kalanlar; hayata veda etmiş olanlar, şu an bizimle aynı havayı solu-yanlar ve soluyacak olanlar. Geceleri bu günlerde yazlık kıyafetleri ile çalışmak zorunda olanları, çeşitli nedenlerden ötü-rü yaşadıkları yerlerden göç edenleri, alın terlerini rehincilere teslim edip geçinmeye çalışanları, ödünç alabilecekleri bir bat-taniyeleri dahi olmayanları, insanlıktan nasibini alamamış yönetimler tarafından inançlarına, hayatlarına saygı gösterilme-den yaşayanları… Liste uzayıp gidiyor. Demem o ki bahsettiğim bütün bu insan-ları fark edip onlar ile tanışmamız, kendi-mizi onların yerine koyabilmemiz için her biri roman mı yazmalı ve Nobel Ödülü mü almalı?

Page 48: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

48 49

Özlem mi Yalnızlık mı...

Otantik eşyaların olduğu, etkileyici tabloların bulunduğu bir evin salonunda pencerenin önün-de bir kuş ile sohbet ederken kahramanımız, bir yandan da bizi bekliyormuş. Kuş ile sohbetinde kendinden bir şeyler paylaşıyor bizlerle. Yalnız-ca pencere önünde değil yerleri silerken, yerleri sildiği viledayı masanın üzerinde gezdirirken, kı-zına gelen telefonlara sitem etse de açıp konuşur-ken onu daha yakından tanıma fırsatı yakalıyo-ruz. Kahramanımız 70’li yaşlarında yıllarca köyde yaşamış, köyünü kalbinden de beyninden de bir türlü silememiş. Ee durum böyle olunca Mosko-va’daki kızının yanına gelmiş olsa da hep köyüne dönme hayalleri kuran biri. Onun bu durumuna elbet bizler üzülüyoruz. Bir de bunun üzerine aslında babasıyla ilişkisi çok da iyi olmayan bir kız ve kayınpederini istemeyen, evlendirip gön-dermeye çalışan damat eklenince durum hepten karmaşıklaşıyor. Zaten her şey bu Damat Bey’in başının altından çıkıyor ya. Kayınpederi evinden gitsin istiyor ama karısı da babası nın yaşlı oldu-ğunu, kendini idare edemeyeceğini düşündüğü için onu köye göndermek istemiyor. Damat anti-kacı ama yalnızca eski eşyaları değil olgun kadın-ları da bulmakta usta. Üç farklı kadını birer saat ara ile kayınpederi ile tanıştırmak için çağırıyor. Fakat kadınlar erken gelmeyi tercih edince damat adayını, kahramanımızla, aynı zaman diliminde buşuyorlar. Tabi tahmin edebileceğiniz gibi üç kadın aynı erkeği ister de durum normal gelişir mi? Kadınların üçü de kendilerine has karakter-leri, farklı yaşantıları barındırıyor. Damat adayı-mız ise biraz utangaç. Belki bu, kadınların talep-kâr olmasından kaynaklı bir nazlanma da olabilir.

Üç farklı kadın, üç farklı hayat tarzı bir adam-da hem fikirler. İzleyici olarak bizler de bu üç kadından birini kendimize yakın görebilir, ken-

dimizle özdeşleştirebiliriz. Kendiminkini söyle-mekten çekiniyorum Damat adayımızın utan-gaçlığının, nazlanmasının nedeni galiba kızının ve damadının yanında olmasından kaynaklanı-yor. Konuşup birbirlerini tanıma fırsatı bulduk-larında taliplerinin her birinde, yüzlerindeki her bir çizgide kendi yaşanmışlıklarını, hüzünlerini buluyor. Yılların yükünü, kaygılarını, mutlulukla-rını birbirlerine açıyorlar ve kahramanımız Çmu-tin kendi yükünü bundan sonraki hayatını pay-laşacağı kişinin onunla birlikte köyüne gelmesini istiyor. Kadınların hepsi onun bu isteğini kibarca reddediyorlar ve kahramanımıza Moskova’da kal-mayı teklif ediyorlar. Çmutin de bu teklifi duy-muyor bile. Elbette her erkek bir kadını köyüne götürmeye, tüm yaşamını farklı bir yerde inşa et-meye ikna edemez. Kahramanımız da bu kadın-lardan hiçbirini köyünden vazgeçecek kadar çok sevmemiş gibi görünmektedir.

Çmutin’in dönüş bileti nihayet alınır ve bur-nunda tüten köyüne gitme vakti gelir. Köyüne gitmek onun için şu demektir: Tüm sevdikleri sonbaharın etkisiyle kurumuş ve rüzgâra kapılıp farklı yerlere savrulmuşlardır fakat kahramanı-mız ısrarla doğduğu dalda ne kadar solmuş, ku-rumuş, yaşlanmış da olsa rüzgâra karşı koymaya çalışır. Doğduğu, yaşamaya alıştığı dala, ağaca gitmeye kimseyi ikna edemez. Hâlâ kendini o yaş, yemyeşil, dalına ince kollarıyla sımsıkı tutunabi-len genç Çmutin sanar. Fakat ihtiyar Çmutin tren istasyonuna geldiğinde ağır basan duygu özlem değil yalnızlık olur ve sırf sevdikleri için sevmedi-ği şehirde kalmaya karar verir. Perdeyi kahrama-nımızla açtığımız gibi onunla kapatıyoruz. Neyse ki oyunun sonunda başındaki gibi yalnız değil. Zaten şehirleri de güzelleştiren sevdiklerimiz de-ğil midir?

Tiyatro Köşesi

Duygu Doğuş

Page 49: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

48 49

Page 50: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

50 51

Doktor’un gece evinde rüya gördüğü saatlerde Ankara en eski semtinde iki kişi; Yamtar ve Taş Kalpli hararetli bir şekilde tartışıyordu. Diğerine göre hayli hızlı konuşan Taş Kalpli adam “ sen neden gelmiyorsun hala?” diye ısrarla diğerine kızıyordu. “Yahu bir dinle önce,otur şuraya” diye cevap verecekken karşısındaki, cümleyi yarıda kesen Taş Kalpli adam “senden bir yol olmaz za-ten,gelmezsen gelme bana ne be!” dedi.

Taş Kalpli’yi yanındakiler başkalarıyla tanış-tırırken hep aynı açıklamayı yapmak zorunda ka-lıyordu. Taştan bir kalbi yoktu elbet adamın. Pe-kala duygusal hatta şiir yazacak kadar romantikti. Üniversite yıllarında neredeyse iki kişinin gücü-nün ancak yettiği işi tek başına yapardı. Çalışma-yı severdi. Can veren Allah sanki onun bedenini ve zihnini çalışmak üzere yaratmıştı. Zaten insan dediğin başka ne yapabilirdi şu dünyada? Zaman mefhumu yoktu onda; gece ile gündüz sadece ka-ranlık ve aydınlıktı onun için. Gönlünde kendisi-nin; başkalarının,yetimin, öksüzün binbir derdini taşırdı. Ahir ömrünü inandıkları uğruna feda et-meye hazır olduğunu her daim belli ederdi. İşte bu yüzden taş gibi bir yüreği vardı; içeridekine

güven, dışarıda kalana asla girilmez hissi veren,-çalışmayı seven bir yürek!

-Abicim sen beni anlamıyorsun sanırım. İşi gücü yeni toparladım. Bana, bırak her şeyi gel ,orda sıfırdan başla diyorsun. Yahu zaten istedi-ğimizde atlayıp uçakla gidip geliyoruz yanına. Yabancı bir yerde değil artık orası. Ha İzmir, ha Halep. İç hatlara gider istediğin birine bilet alıp, iki saate orda olursun, dedi,Yamtar.

Yamtar “Ha İzmir,ha Halep” derken Taş Kalpli’yi sağlam yerden vurmuş, yumuşatmıştı. -Sana sanki gelemezsin mi dedik? Gel işte Ha-lep’e yerleş diyorum sana, diye yine kızdı Taş Kalpli. Yamtar son cümleye katılarak güldü ve Taş Kalpli’nin sarılıp onu havaya kaldırdı.Tabi bu arada kafasının üstüne sağlam bir yumruk yedi.

Ankara’nın eski semtinde iki adam halen tar-tışırken, Doktor evinde rüyada iken, Demirağ Uzay Teknolojileri ve Davranışsal Bilimler Aka-demisi’nin güvenlik görevlileri Garip’in söyledi-ği “Şu fani dünyaya geldim,gidiyorum” türküsü-nü zamana inat halen dinlerken, beklenmedik iki misafiri görünce telaşlanıp vardiya amirine haber

ASFALTTA ATA

BİNENLER-3AYAZ

Page 51: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

50 51

verdiler. Akademi’nin kurulduğu günden beri ge-nellikle geceleri çalışan amir geldi. Beklenmedik misafirlerden biri sıkmaktan adeta morarmış sol elini yavaşça açtı ve avucunun içindekini gös-terdi. Diğer misafir ise gözlerini güvenlik ami-rine dikmiş,tepkisini ölçercesine onu kesiyordu. Gözleri fal taşı gibi açılan amir beklenmedik mi-safirleri korur,saklar gibi içeri aldı ve “Nereden buldunuz bu yüzüğü?” diye iki gencin üzerine yürüdü. Sakin tavırlarını koruyan gençler birbir-lerine baktılar. Başından beri göz ucuyla amiri kesen Gökalp “sen konuş” der gibi İlteriş’e baktı.

İlteriş ayaklarını oturduğu yerde nereye koya-cağını bilmeyerek sağa sola sallıyordu. Güvenlik amiri onlara sıcak çikolata ikram etti. Gökalp’e ve İlteriş’e ilerde ne olmak istediklerini sordu. Kendinden emin tavırla suale cevap için atılan İl-teriş, kıvırcık saçları ve yuvarlak yüzüyle güven-lik amirine sevdirmişti kendini. “ Savcı olacağım ama dayım gibi bir savcı.” dedi. Güvenlik amiri-nin yüz kaslarını geren tebessüm isteği bir anda serbest kaldı ve “Bak sen” diyerek babacan amir, İlteriş’i ensesinden kavradı,bir iki defa sarstı. İri vücudu sandalyede bir ileri geri sallanırken ami-rin babacan tavrı gittikçe artmıştı. “ Ya sen, ne olmak istiyorsun” dedi Gökalp’e. Gökalp cevval, eli ağır,çok kitap okuyan,öğretmenleri tarafından takdir edilen bir çocuktu. Bir iki defa babasının arabasını kaçırmak dışında pek vukuatı yoktu. Ayrıca, ayarlandığında kendi kendine giden ara-bayı “ödünç almak” ona göre araba kaçırmak an-lamına gelmiyordu. Bu Tesla marka arabalar hem elektrikle çalışıyor hem de otomatik pilot uygu-laması sayesinde şehir içi trafiğinde bir noktadan diğerine müdahalesiz, kolayca kendi kendine gi-debiliyordu. Gökalp ailede en çok yaşlı dedesini ve elbette babasını çok severdi. Babasıyla sık sık evde güreş tutardı.Çoğu zaman annesi mutfaktan koşarak salona gelir, babasıyla onu ayırmak için ter dökerdi. Hatta bazen onlara “Bıktım sizden yahu” diyerek kızardı bile. Bir defasında yerde babasının üzerine iyice çullanmıştı Gökalp.Ba-bası ise buna karşılık onun önce burnundan ar-dından ise kulağından ısırıp “Beni seviyor musun ulan?” diye konuyla çok da alakası olmayan bir soru ile Gökalp’i pes ettirdi.

Daldığı yerden başını kaldıran Gökalp, amirin sorusuna “Mühendis olacağım” ben diye cevap

verdi. Arkasından ise açıklamaya başladı:

- Ben ilerde yenilenebilir enerji kaynakları ve alternatif materyaller üzerine çalışmak istiyorum. Ayrıca, atmosferdeki katman sayısını yapay ola-rak bir tane daha artırmakla alakalı bir projem var.

İlteriş, arkadaş olduğu günden bu yana Gö-kalp’in hayallerini dinlemeye hatta onların ger-çekliğine en az onun kadar inanmaya başlamıştı. Fakat Gökalp hayallerinden ve “ projelerinden” ilk defa birine bahsettiğinde karşısındaki genel-de onu alaya alır veya araya başka muhabbetler sokuştururdu. Önceleri kendisine karşı yapılan bu nezaketsizliğin pek farkında olmayan Gökalp, yaşı ilerledikçe durumu fark etmeye başlamış ve benzer tavrı karşısındakine asla göstermeye-rek onlara gereken dersi vermeye devam ediyor. “Mesele asla onlar gibi olmak değil, çizgini boz-madan hayatta savunduklarının arkasından dura-bilmektir” demişti babası. Bazı nadir zamanlarda birileri onun düşüncelerine önem verir,kulak ke-silirdi. İşte şimdi o nadir zamanlardan biri yaşa-nıyordu:

- Neyi amaçlıyorsun atmosferdeki katman sa-yısını bir tane artırarak diye sordu güvenlik amiri. - Güneşten gelen ışığı,eklediğimiz katmana ma-ruz bırakıp ,güneşten enerji elde edeceğiz. Nor-malden daha fazla enerji; hatta tüm yenilenebi-lir enerji kaynaklarının ürettiğinden bile fazla! - Çok masraflı değil midir bu iş? Üstelik çok büyük bir proje. Baksana yeni bir at-mosfer katmanı eklemekten bahsediyorsun. İlteriş konunun çok fazla uzamasına izin verme-den araya girdi:

-Yüzüğü ne yapacaksınız ?

Konunun ne zaman buraya geleceğini bekle-yen amirin suratı asıldı. Oturduğu yerde kendine çeki düzen verdi:

-Bakın çocuklar, sizi avutacak yahut yalan söyleyecek değilim. Bu yüzük özel bir yüzük. Kırmızı ışığın altından normalden farklı görünü-yor biliyorum. Ama buradaki rakamlar ne anlama geliyor hiçbir fikrim yok.

Bir süre sessizlik oldu. Kırmızı ışık, rakamlar..

Gökalp o gecenin akşamında İlteriş’in evle-

Page 52: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

52 53

rine gelmesi yönünde bir davet almış ve onlara gitti. Başkadın onların karınları doyurmuş,onlar-la sohbet ettikten sonra odasına çekildi. Her gece yatmadan önce rahmetli babasının yüzüğüne ilk kez bakıyormuş gibi bakıp yatan İlteriş, isteği üzere yüzüğü Gökalp’e verdi. Gökalp, Uçtaki Adam’ın yüzüğünü telefonun ışığını kullanarak incelemeye başladı. Yüzüğe sarı,yeşil ışık tut-tu bir şey olmadı. Kırmızı ışık yansıttığında ise yüzüğün turkuaz taşında “ DUTDBA” , yüzüğün içinde ise yüzük iç yüzünü tamamen kaplayan “8132745243522181” rakamlarının yazıldığını fark etti. Bir iki defa gözlerini açıp kapattıktan sonra yüzükte yazanları İlteriş’e gösterdi. Uzun bir süre harflerin rakamların ne olduğunu anla-maya çalışan ikili “DUTDBA” nın ne olduğu buldu;Demirağ Uzay Teknolojileri ve Davranış-sal Bilimler Akademisi. Babasının İlteriş’e ver-diği bir USB’nin üzerinde yazıyordu bu. Peki ya rakamlar? Yerlerinde duramayan ikili gecenin bir yarısında evde çıkıp soluğu Akademi’de almaya karar verdi.

Sessizliği bozmaya çalışacak bir iki deneme yaptılarsa da çok fazla konuşamadılar.Yüzüğü sahibine iade eden güvenlik amiri ikiliyi yolcu ettikten sonra hızlıca masasının başına döndü. Yüzüğün içinde gördüğü rakamları hızlıca bir kağıda yazdı. Üzerine birkaç deneme yaptıktan sonra çok fazla uğraşmadan rakamların ne anla-ma geldiğini buldu.Şifresini çözdüğü kağıdı der-hal oracıkta yaktı. Yüzükteki mesaj onu paniklet-ti. Şimdilik kimsenin bilmediği birine şu mesajı yolladı: ATMACA HAVALANSIN!

Harflerin ve rakamların ışığı altında anlam ka-zandığı zamanın çok daha gerisinde, 2016 yılının sonunda genç bir adam, Ankara’da, Telafer’den,-savaştan kaçıp gelen bir ailenin yanında buldu kendini. Karşısında küçük bir kız çocuğu vardı ve muhtemelen ona gülümsüyordu alttan alttan. Neticede o daha bir çocuktu. Çocuk dediğin ya güler ya da gülümserdi. Ağlamaların sonunda bile gülmek vardı mesela. Acıkır, üşür ağlardı ço-cuk. Karnı doyurulur,sıkıca giydirilir ve sonunda gülerdi. Fakat ufaklığın başı önüne eğilmiş ve bir atkıyla yüzü adeta koli bandıyla sarılmış gibi kat kat sarılmıştı.Ufaklığın yüzünde bir gülümseme görmeyi bekleyen Genç Adam eğildi ve küçük kızın çenesinden tutup yüzünü kendine doğru

kaldırdı. Olduğu yerde bir süre kıpırdayamayan genç adamın gözlerinden yanaklarına sıcak bir iki yaş indi. Küçük bir çocuk gülmek yerine üşü-yordu.Üstelik üstüne kat kat kendine ait olmayan kıyafetler giydirilmesine rağmen küçük gözle-rinde don tutmuş yaşlar vardı. Üstelik üstündeki kıyafetlerin çoğu erkek kıyafeti olmasına rağmen halen üşüyordu.Hazmedemedi Genç Adam çocu-ğun durumunu.Ona dokundukça üşüdü. Üşüdük-çe utandı.. Yakında duran poşete doldurulmuş çoraplardan iki çift aldı hızlıca küçük kız çocu-ğunun ayaklarına giydirdi. Genç Adam elleriyle çocuğun ayaklarına dokundu; buz gibiydi çocu-ğun ayakları. Üçüncü kat çorabı zor bela giydir-di ufaklığın ayağına. Olmadı! Üniversiteye yeni başlamış taze,sanki kendi evladıymış gibi çocuğu kucakladı “Sana ayakkabı almamız” lazım dedi ve hızlıca evden çıktılar. Giderken bir kaç arka-daşı ona seslendi: “Yahu şu parayı al ayakkabı için” dedi.Demelerine rağmen dönüp bakmadı Genç Adam. Bakamamıştı. Sevmezdi ağlarken görülmeyi. Halinden anladılar,ses çıkarmadılar.

Yorgunluktan perişan halde otobüste sızıp ka-lan ve yeni geldiği şehrin terminalinde, önce et-rafa sonra saatine bakan yolcu “ne çabuk geçti” zaman der. Başka bir yolcu ise uzun bir aradan sonra göreceği bir çift gözün hasretiyle “geçmi-yor ulan” zaman diye hayıflanır. Halbuki sıkıca sarıldığımız bilim, zamanın mutlak olduğunu ka-lın harflerle öğretmiştir bize. Yani zaman ne ça-buk ne de yavaştır. Çabuk ya da yavaş olan bizim hikayemizdir.

Şimdi ise zamanı yavaşlatma vaktidir.

Mesai bitimine çok az bir zaman olmasına rağ-men kurucusu olduğu şirkete geldi. Sekreterine sadece elinde tuttuğu paltosunu verdi. Soğuktan uyuşmuş eliyle odasının kapısını açtı. Odasının baş köşesinde duran Nihal Atsız fotoğrafına bak-tı uzun bir süre. Çantasını kapının solunda duran iki kişilik deri koltuğun üzerine bıraktıktan sonra yandaki tekliğe koltuğa oturdu. Sabahtan beri bo-ğazını sıkan beyaz gömleğinin üst düğmesinden birini açtı,doğum gününde hediye edilen kravatı-nı çözdü. Önünde duran ahşap sehpaya ayaklarını uzattı. Bir Avrupa seyahatinde çok beğenmişti bu sehpayı. Acelesi olduğundan alamamış, birkaç ay önce tanıdık birine getirtmişti. Sekreteri odasına

Page 53: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

52 53

girdi. “ Beyefendi bir isteğiniz var mı?” diye sor-du. Emektar kadının sorusunun özeti, şayet bir isteğiniz yoksa bana müsaade anlamına geliyor-du besbelli. “ Teşekkür ederim,siz çıkın.” dedi. Sekreteri odadan çıkar çıkmaz ofiste bekleyen diğer meraklı çalışanlara beyefendinin işlerinin olduğunu söyledi. Ofisteki elemanlar birer birer bilgisayarlarını kapattılar ,masalarını toparlayıp ofisten ayrıldılar. Yaşlı emektar çaycı Salih “Be-yim yine düşünceli,çaya ihtiyaç duyar.” diyerek bir demlik çayı hazırlayıp ofisten öyle çıktı. Be-yefendi ofisten herkesin çıktığından emin olduk-tan sonra mutfağa gitti. Yaşlı Salih’in demlediği çaydan bir bardak doldurup tekli koltuğuna geri döndü. Ahşap sehpanın üzerine çayını ve ucunda “S” harfi bulunan gümüş imameli, faset kesim sarı kehribar tespihini bıraktı. Zamanı biraz geri almak isteğiyle iyice geriye yaslandı, gevşedi.

Kişiliğinin özeti saçlarında gizli olan beye-fendi, taa öğrencilik yıllarında kendi ile ters düşmeye,kavga etmeye başlamıştı. Yeni bir şeyler öğrendikçe “hiçliği”, yeni bir insanla ta-nışıp güvendikten hemen sonra yediği kazığın ardından “merhameti” daha iyi anlamıştı. Fi-kir mücadelesini açıktan verir,”inandıklarının uğruna yaşamanın hazzını” tüm hücrelerinde

hissederdi. Üniversitedeki bilmem kaçıncı son senesinin final haftasında ders çalışmayı bı-rakıp yazı yazar,bulduğu bir şiiri okur, bazen-de bir şarkıyı arka arkaya defalarca dinlerdi. Beyefendi’nin uzun öğrencilik yıllarında ilk ön-celeri herkesi ve kendisini de şaşırtan anıları ol-muş,yıllar geçtikçe yaşadıkları sadece başkalarını şaşırtır olmuştu. Bir defasında, Ankara’ya yoğun kar yağdığı bir gece ev arkadaşıyla camın önünde çay içerken “kar havası soluyalım” diyerek camı açıp,önünde dakikalarca oturmuşlardı.Hatta so-ğuk havada titreye titreye sigara bile içmişlerdi. İlerleyen dakikalarda Beyefendi ev arkadaşına hiçbir şey demeden, yıllara inat eskimeyen kah-verengi montunu giydi ve evden çıktı. Ev arka-daşı hiçbir şey demeden şiddetli karın altında yü-rüyen Beyefendi’yi gözden kaybolana dek evin camından izledi.

Uzun zaman sonra ilk defa omuzları bu ka-dar düşmüştü. Ayağını sürüyerek bir süre yürü-dü. Sokağın ortasındaki sarı sokak lambasının altında durdu.Cebinden çıkardığı sigarayı yaktı.Bir sonraki lambanın altında şortuyla bağdaş kur-muş kendi çocukluk haline baktı.Garipsemedi.İşte oradaydı. Yedi yaşındaki Beyefendi bağdaş kurmuş oturuyordu. Yanına gitti. Saçını okşadı.

Page 54: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

54 55

Sigarasından bir fırt daha çektikten sonra yürü-meye devam etti.Sokağın köşesinde liseyi kazan-dığı günkü halini gördü. Bir masada oturmuş lis-te yapıyordu. Başucunda dikildi. Yazdığı listeye baktı “okunacaklar listesi” yazıyordu.Listenin bir numarasında “Hükümdar” adlı bir eser vardı. Sandalyede oturan kendine hafiften gülümsedi ve yürümeye devam etti. Kar yağışı biraz hafifle-mişti.Otobüs durağın karşısındaki büfeye gitti.”-Nasıl olsa içeceğim,zam gelmeden alayım.” dü-şüncesiyle iki paket daha sigara alıp cebine attı. Sarhoş büfeciyle muhabbetleri epey iyiydi. Beye-fendi büfeden alkol dışında her şeyden ufak tefek alırdı.Mahalleye ilk taşındıkları günden beri hep aynı büfeden alışveriş yapar,aynı berberde saçını kestirirdi. Gel git derken büfeciyle zamanla iyi bir arkadaşlıkları olmuştu. Büfeci bazen “Kardeş iki dakika bakıver.” deyip dükkanı Beyefendi’ye bırakır, mahallede küçük kaçamaklar yapma-ya çıkardı. Beyefendi hiç ses çıkarmadan kasa-ya geçer, gelen müşterilere yardımcı olur varsa çay içerdi.Büfeci gelince ,”Hadi eyvallah!” der giderdi. Sigarasını aldıktan sonra büfeden çıktı. Durak tarafındaki kaldırıma geçerken yukarıdan ona doğru gelen arabayı fark etmedi. Araba kor-na çalarak zor bela yanında durdu. Korna sesine sinirlenip “Ne var ulan yavşak,az yavaş ol!” dedi, arabaya doğru. Arabanın içindeki kadın, sesini çıkarmadan yoluna devam etti. Karla kaplanmış caddede ondan başka kimse yoktu. Yürüyor,-kendi kendine konuşuyordu. Kendi kendine ko-nuşurken utandığı,sıkıldığı,sinirlendiği anlarda kendine hakim olamayıp bağırmaya başlıyordu. Kafasını kaldırdığı anda nereye baksa aklından geçenlerin bir köşede yaşandığını görüyordu. İşte şimdi tam karşıdaki marketin büyük duvarında en sevdiği dostuyla bir bankta oturuyordu. Dostu ona hararetle bir olaydan bahsediyordu. Bahse-derken yumruğunu sıkıyor,bir yandan hıçkırarak ağlıyordu. Beyefendi ise yüzü yerde o da elini yumruk yapmış, dostunu dinliyordu. Kendi anısı olmasına rağmen,dostu ile arasındaki muhabbet-lerine saygısından yönünü çevirip caddede yürü-meye devam etti Beyefendi. Karlı havada yürü-meliydi ona göre.Mantıklı bir izahı bile vardı.Kar kristalleri yapısı gereği ses dalgalarının yayılma-sına engel olur,bu yüzden kar yağdığı günler di-ğer günlerden daha sessiz geçerdi. Hem mantıklı açıklaması olmasa ne olurdu sanki? Mantık de-

diğin nedir ? Kime, neye göre mantık? İşte yine sinirlenip söylenmeye başlamıştı.

Eve döndüğünde ev arkadaşının odasının ışı-ğın yandığını fark etti. Halen ders çalışıyordu. Salondaki kirli koltuğa oturdu. Son zamanlarda diline doladığı şarkıyı telefonunda açıp dinleme-ye koyuldu.

“Gökyüzünde yeryüzündeGün doğdu mu,her gün ilk günHer gün aydınlıktır.Yoksa ümit,her yer loş karanlıktır.Yar gurbette can yürekteBir kafeste ne amansızSonsuz ayrılıktır, geçmez zamanHer gece hep aynıdır.” (*)

“Her gece hep aynıdır” diyerek oturduğu yer-den kalktı. Öğrencilik yılları çoktan geride kal-mıştı işte. Zaman ne kadar onun gerisindeyse o kadar aklından çıkmıyor,işte bu akşam olduğu gibi tek başına oturduğu zaman o günlere gidi-yordu. Unutmak, ihanet olurdu. Adam gibi dur-mayı,söz tutmayı, arkadaşlığı, mücadeleyi ço-cukluk yıllarında duymuş, üniversite yıllarında yaşayarak öğrenmeye başlamıştı. Eğer o günleri unutursa ihanet etmiş olurdu kendine.

Daha bir yudum bile içmediği soğumuş çayını mutfakta yeniledi. Bir sigara yakıp,kehribar tes-bihini eline aldı. Usul usul tesbihini çekti. Saatini kontrol etti. “Ulan ne boktan akşam,hadi artık.” diye söylendi. Birkaç dakika sonra telefonu çaldı.

- İyi akşamlar. Ofiste misin halen ? diye sordu Bay Vicdan.

-Gel, seni bekliyorum. Gelirken tatlı falan al, dedi.

Yaklaşık yarım saat sonra elinde bir paketle Bay Vicdan ofise geldi. “Al bunu bulabildim.” diyerek paketi Ak Saçlı’ya uzattı. Paketi hızlıca açtı.

-Bu ne be? Sen benimle salıncak mı geçiyorsun? diye Bay Vicdan’a kızdı.

-Ne yapayım olum,tatlı yoktu. Elim boş gele-ceğine leblebi aldım sana, dedi.

Page 55: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

54 55

Burun kıvırıp paketi bir köşeye bıraktı. Bay Vicdan’a çay ikram ettikten sonra:

-İki gün önce güvenlik amirinden bir mesaj aldım. “ATMACA HAVALANSIN” yazıyordu. Teh-likede olan

biri var. Sen bir şey biliyor musun ?

- Bu aralar işittiğim bir şey yok.

-Neyse ,yarın ben Süleyman’a sorarım.

Bay Vicdan, Ak Saçlı’nın başka bir şey söyleyeceğinden ya da soracağından emin bir tavırla: -Güvenlik amirinin mesajı dışında başka bir konu yok mu?

-Var. Bakanlık teklif ediyorlar.

Güvenlik amirinin mesajının geldiği gün özel bir mektup almıştı. Mektupta başarılarından bahse-dilmiş ve sonunda ilgili bakanlık için teklif dile getirilmişti.

Page 56: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

56 57

BENCİLLİK NEYDİ?

Şehrin karanlık arka sokaklarındaTek başına bir sokak lambası yanar köşe başındaYağmurlu, kara bulutlu bir geceHerkes sıcak evine geçinceSokak lambasının dibine İki arkadaş salyangoz gelmiş sevinçle.

Nemli, ıslak yerler tam da onlara göreOnlar salyangoz Sali ile salyangoz SurgiSali biraz farklı her şey benim olsun diyen biriSurgi daha sakin, çekinen kırmaktan sevdiğiniDurum böyle olunca alttan alan hep SurgiÜzülmesin diye biricik arkadaşı Sali

Yağmurlu gecelerde bayılırlar taze ot yemeyeAh ne olurdu biraz anlayışlı olsaydı Sali,Hep istiyor ki taze otlar onun olsunYeşil filizler onun midesine dolsunBencillik dedikleri bu muydu diye düşünüyor Surgi?Acaba söylemese bir gün fark eder mi bu yanlış davranışını Sali?

O gece de diğer yağmurlu geceler gibiYine taze otların tepesinde SaliOttan ota adeta uçuyor kanat takmış gibiGözü hiç kimseyi görmüyor en iyi arkadaşı Surgi’yi bileIhım ıhım, şalap şulup sesler çıkartıyor iştahla yerken taze filizleriSurgi sadece onu izliyor, donup kalmış yerindeEvet, evet bencillik bu olmalı

Page 57: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

56 57

Nasıl anlatmalı arkadaşına onun bu halini sevmediğini?Yemeğini yemiyor, bunu düşünüyordu Surgi.Zaten yiyecek filiz de kalmamıştı ki!Usulca uzaklaştı Surgi oradan.Sali fark etmedi bile onun gittiğiniYemek yeme hırsından!

Aradan geçti epeyce zaman.Sali’nin karnı iyice şişinceOff ,puuuf amma yedik ha değil mi Surgi, dedi.Tabiki de cevap gelmedi.Etrafına baktı, en iyi dostunu göremediKocaman midesiyle olabildiğince hızlı hareket edipArkadaşının evine gitti.

Çaldı kapıyı Sali ,zırrrr zırrr diyeSurgi beklemiyordu arkadaşını daha.Kendisinden başka bir şey düşünmezdi nasılsa.Girdi Sali içeri.Anladı arkadaşını üzdüğünü tabii.İki arkadaş tatlı tatlı konuştular.Kırmadan birbirlerini Söz, dedi Sali:Bir daha ki yağmurlu gecede senin olacak en taze filizler

Yoook, dedi Surgi hepsini istememBen bencillik edemem.İkimizin de olacak filizlerHep böyle paylaşınca büyür sevgilerİki arkadaş sarılıp, anlaştılarİlk yağmurlu gecede yine buluşmayı kararlaştırdılar! Sultan Kılıç

Page 58: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

Eski günler nasıl yaşanırdı? Zor muydu yoksa kolay mı? Bazı insanlar eski hayatına dönmek ister ama bazıları hep bugünü yaşamak ister. Bana deseler ki eski günler mi daha kolay yoksa bugün mü? Ben bu günler daha kolay derdim. Eskiden bulaşıkları ve çamaşırları elde yıkar, bir yerden bir yere saatlerce yol giderlerdi. Bugün ise her şey şaşırılacak derecede teknolojik. Teknolojinin yıllar içerisinde ki hızlı gelişimi yemek-ten ulaşıma iletişimden oyunlara kadar pek çok alanda değişim olmasını sebep oldu. Günlük hayattaki pek çok kolaylığın yanında olumsuz yanları da hayatımızı etkiledi. Eskiden insanlar teknoloji az kullanıldığı, bu kadar yaygın olmadığı için yüz yüze görü-şürlerdi. Ama bugün teknoloji ilerlediği için insanlar hep ellerinde telefonlarla buluş-maya gider karşısındaki kişiyle konuşması gerektiği yerde telefonla uğraşır oldular. Tek-nolojinin yaygınlaşmasıyla beraber insanlarda tembellik giderek arttı. Eskiden yüz yüze konuşulanlar artık mesajlar yoluyla anlatılmaya başladı. Eskiden sokakta oyun oynayan çocuklar bu gün ellerin de tabletlerle birbirine bakmadan birbirleriyle hiç konuşmadan saatlerce vakit geçirmekteler. Herkes neden günün yarısından fazlasını teknolojiyle ge-çiriyor? Faydalı olan teknolojiyi zararlı hale getirmeye başladık. Bugünü yaşayan insan-lar eski günlere dönmek mi ister yoksa teknolojiyi bu şekilde kullanmaya devam etmek mi ister? Yüzyılın sorusu…

Elif Atbaşı

GELECEĞİMİZDEN SESLER

Page 59: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini
Page 60: PB 1 - gencakademisyenler.org.tr file“Mum eriyip bitiyor, zaman bir deli rüzgar Son nefes ki takvimde hasadı ölü bir yaz ve benim acelem var.” Tüm zıtlıkların birbirini

Rahmet OlsunTuğ Kaldıran Orduların

Başbuğ’una