robinson crusoe

166
Danıel Defoe _ Robınson Crusoe DANIEL DEFOE 1660 yılında Londra'da doğdu. Flaman asıllı babası James Foe, varlıklı bir mum imalatçısıydı. 'Defoe' soyadının özgün aile adı olduğu sanılır. Babası Presbiteryen olduğu için Oxford ya da Cambridge kolejine gidemeyen Daniel Defoe, Newington Green'de Rev. Charles Morton'm yönettiği akademide öğrenim gördü. Ailesi ve yakın çevresi ondan Presbiteryen rahibi olmasını beklerken, 1683'te tiqarete atıldı. Rahip olma fikrinden vazgeçmesine rağmen, Moll Flanders ve Robinson Crusoe romanlarında, seyahat tutkusunun yanı sıra Protestan değer yargıları da kendisini gösterdi. Avrupa'ya yaptığı seyahatlerin ardından Londra'ya döndüğünde bir tüccar olarak kendisine iyi bir yer edindi. 1684'te evlendiği Mary Tuffley, Đngiltere Kilisesi'ne karşı olan varlıklı bir tüccarın kızıydı. 1685'te Kral II. James karşıtı bir ayaklanma başlatan Monmouth Dükü'nün taraftarları arasına katılan Defoe, ayaklanma bastırılınca Đngiltere'den sürüldü ve üç yılını tekrar Avrupa'da, II. James karşıtı yazılar yazarak geçirdi. 1688'de II. James Fransa'ya kaçınca Oranj Prensi III. William'm ordusunu karşılamaya gitti. Đşlerinin kötü gittiği bu dönemde kısmen de olsa para kazanmak için yazı yazmaya başladı ve saltanatı süresince William'i destekleyerek onun önde gelen yazarları arasında yer aldı. 1701'de, ırk ayrımının geçersizliğini savunduğu nükteli şiiri The True-Born Englishman (Safkan Đngiliz) yayımlandı. Bu şiirin ardından çeşitli siyasi hiciv yazıları kaleme aldı. Đngiltere'de hâkim olan Anglikan sınıfının kendilerine muhalefet edenlere yaptıkları eziyetleri alaylı bir dille anlatan The Shortest Way with the Dissenters (Ayrılıkçılarla Baş Etmenin En Kestirme Yolu; 1702), özellikle Anglikan-lar arasında çok satıldı. Ancak bu yazısında Angli-kanlarla alay ettiği gerekçesiyle 1703'te Newgate Hapishanesi'ne atıldı. Parlamento sözcüsü Robert Harley'nin aracılık etmesiyle hapisten çıkarılınca Harley ve başka siyasetçiler için çalışmaya, siyasi gazetecilik ve hiciv yazarlığı yapmaya başladı. Tüccar, şair, gazeteci ve mahkûm Daniel Defoe, gazeteciliği sırasında ajanlık da yaptı, yazılarında sık sık takma isimler kullandı. Roman yazmaya altmışlı yaşlarında başlayan Defoe, ilk romanı Robinson Crusoe'yu (1719) yayımladığında orta sınıftan geniş bir okuyucu kitlesi topladı. 1722'de ikinci romanı olan Moll Flan-ders'ı yazdı. Moll Fîanders'ta Newgate Hapishane-si'ndeki kendi tecrübelerine ve mahkûmlarla yaptığı konuşmalara dayanan bölümler vardır. Eserlerinde günlük hayatı anlatması o dönem için yenilikçi bir hareket olmuş ve roman türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daniel Defoe, 24 Nisan 1731'de Londra'da ölmüştür. Diğer eserleri arasında A Journal of the Plague Year (Veba Yılı Günlüğü; 1722), Coloneln Jack (Albay Jack; 1722), en son romanı Roxanna (1724), Đngiltere'de hizmetkârlara nasıl davranıldığını incelediği The Great Law of Subordination Considered (1724), doğaüstü olaylarla ilgilendiği son yıllarında yazdığı The Political History of the Devil, As Well Ancient as Modern (Geçmişte ve Günümüzde Şeytanın Siyasal Tarihi; 1726) bulunmaktadır. ÖNSÖZ Klasik üç "ütopya" metnine (Thomas More, Ütopya; Bacon, Yeni Atlantis ve Tomasso Campa-nella, Güneş Ülkesi) yazdığımız önsözlerde Pla-ton'un, bugün bile hâlâ ciddiye alınıp aranan ada-ülkesi Atlantis'inden, hatta daha öncesinden başlayıp, "ada" nın ütopyalardaki rolüne değinmiştik. Bu önsözleri dikkatle değerlendirenler, ütopyalarda felsefe ile edebiyat arasındaki çizginin silinmeye başladığını fark etmekle kalmamış, bir yandan da ütopya ile "robinsonad" denen roman türü arasındaki akrabalığı görmüş olmalıdırlar. "Robinsonad" başlığıyla tanımlanan roman türü, adını, Daniel Defoe'nun Robinson Crusoe (1719) romanından almakla birlikte, bu ad, geriye dönük uygulanarak, özellikle 16. yüzyılın ürünlerini de tanımın kapsamı içine alır. Issız bir adada insanlığın uygarlık ve kültüründen yalıtılmış tek başına bir hayat sürmesi motifi, Homeros'un Odysseia destanında ve Sophokles'in Phlikotet oyununda, Binbir-gece Masallarimn Denizci Sinbad'ın ilk deniz yolculuğunda ya da ortaçağdaki Kudrun destanında karşımıza çıkar. Ancak bir anlatının yapısını kurucu öğe olarak ilk kez büyük keşifler çağmda Mar-guetite de Navarre'nin Heptameroriunda (1558) Garcilaso de la Vega'nın Primera porte de los Com-mentarios reaies'inde (1609) ve özellikle de H. Ne-viU'ın The Isle of Pines (1669) romanında bu temayı buluruz. Almanca'da Grimmelshausen, Der abente uerliche Stmpilicissmus (1669) romanının son bölümünde de otuz yıl savaşlarının korkusundan bir adaya sığman birini anlatır. Issız bir adada yaşama teması Daniel Defoe ile birlikte nitelikçe yepyeni bir anlam kazanmakla kalmamış, "robinsonad," dünya edebiyatına da bir tür olarak yerleşmiştir. "Robinsonad" anlatı, geniş anlamda, günümüze kadar uzanagelmiştir. Özellikle de bilimkurgu edebiyatını bir ayağıyla bu geleneğe bağlamak hiç de zor olmasa gerekir. Hem kendisinden önceki birikimlere hem de sonrakilere adını veren Defoe'nun romanının yazınsal kaynağını temsil etmeye aday metinlerin başında ada sürgünü, Juan Fernandez adasında 4 yıl tek başına yaşamış olan Đskoç Kralı Selkrik'in öyküsü sayılmaktadır. 1712'de Selkrik'in başından geçenleri, onu bu ıssız adadan kurtaran Kaptan Woodes Rogers, A Cruising Voyage Round the World (Dünya Çevresinde Gemiyle Bir Yolculuk) kitabında anlatır. Selkrik, kaptan ile arasındaki bir anlaşmazlık sonucu o ıssız adaya bırakılmıştır. Önceleri yalnızlıktan çıldıracak gibi olan Selkrik, zamanla bu yabanıl hayata alışır, yaban keçilerini ev-cilleştirir, onların postundan kendine ceket yapar; onun uygarlıktan uzak bir dünyada tutunma mücadelesi ile Crusoe'nunki arasındaki benzerlik belirgin olsa da, Defoe'nun romanı,

Upload: kaosakatki

Post on 08-Jun-2015

1.288 views

Category:

Documents


5 download

TRANSCRIPT

Page 1: Robinson Crusoe

Danıel Defoe _ Robınson Crusoe DANIEL DEFOE 1660 yılında Londra'da doğdu. Flaman asıllı babası James Foe, varlıklı bir mum imalatçısıydı. 'Defoe' soyadının özgün aile adı olduğu sanılır. Babası Presbiteryen olduğu için Oxford ya da Cambridge kolejine gidemeyen Daniel Defoe, Newington Green'de Rev. Charles Morton'm yönettiği akademide öğrenim gördü. Ailesi ve yakın çevresi ondan Presbiteryen rahibi olmasını beklerken, 1683'te tiqarete atıldı. Rahip olma fikrinden vazgeçmesine rağmen, Moll Flanders ve Robinson Crusoe romanlarında, seyahat tutkusunun yanı sıra Protestan değer yargıları da kendisini gösterdi. Avrupa'ya yaptığı seyahatlerin ardından Londra'ya döndüğünde bir tüccar olarak kendisine iyi bir yer edindi. 1684'te evlendiği Mary Tuffley, Đngiltere Kilisesi'ne karşı olan varlıklı bir tüccarın kızıydı. 1685'te Kral II. James karşıtı bir ayaklanma başlatan Monmouth Dükü'nün taraftarları arasına katılan Defoe, ayaklanma bastırılınca Đngiltere'den sürüldü ve üç yılını tekrar Avrupa'da, II. James karşıtı yazılar yazarak geçirdi. 1688'de II. James Fransa'ya kaçınca Oranj Prensi III. William'm ordusunu karşılamaya gitti. Đşlerinin kötü gittiği bu dönemde kısmen de olsa para kazanmak için yazı yazmaya başladı ve saltanatı süresince William'i destekleyerek onun önde gelen yazarları arasında yer aldı. 1701'de, ırk ayrımının geçersizliğini savunduğu nükteli şiiri The True-Born Englishman (Safkan Đngiliz) yayımlandı. Bu şiirin ardından çeşitli siyasi hiciv yazıları kaleme aldı. Đngiltere'de hâkim olan Anglikan sınıfının kendilerine muhalefet edenlere yaptıkları eziyetleri alaylı bir dille anlatan The Shortest Way with the Dissenters (Ayrılıkçılarla Baş Etmenin En Kestirme Yolu; 1702), özellikle Anglikan-lar arasında çok satıldı. Ancak bu yazısında Angli-kanlarla alay ettiği gerekçesiyle 1703'te Newgate Hapishanesi'ne atıldı. Parlamento sözcüsü Robert Harley'nin aracılık etmesiyle hapisten çıkarılınca Harley ve başka siyasetçiler için çalışmaya, siyasi gazetecilik ve hiciv yazarlığı yapmaya başladı. Tüccar, şair, gazeteci ve mahkûm Daniel Defoe, gazeteciliği sırasında ajanlık da yaptı, yazılarında sık sık takma isimler kullandı. Roman yazmaya altmışlı yaşlarında başlayan Defoe, ilk romanı Robinson Crusoe'yu (1719) yayımladığında orta sınıftan geniş bir okuyucu kitlesi topladı. 1722'de ikinci romanı olan Moll Flan-ders'ı yazdı. Moll Fîanders'ta Newgate Hapishane-si'ndeki kendi tecrübelerine ve mahkûmlarla yaptığı konuşmalara dayanan bölümler vardır. Eserlerinde günlük hayatı anlatması o dönem için yenilikçi bir hareket olmuş ve roman türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daniel Defoe, 24 Nisan 1731'de Londra'da ölmüştür. Diğer eserleri arasında A Journal of the Plague Year (Veba Yılı Günlüğü; 1722), Coloneln Jack (Albay Jack; 1722), en son romanı Roxanna (1724), Đngiltere'de hizmetkârlara nasıl davranıldığını incelediği The Great Law of Subordination Considered (1724), doğaüstü olaylarla ilgilendiği son yıllarında yazdığı The Political History of the Devil, As Well Ancient as Modern (Geçmişte ve Günümüzde Şeytanın Siyasal Tarihi; 1726) bulunmaktadır. ÖNSÖZ Klasik üç "ütopya" metnine (Thomas More, Ütopya; Bacon, Yeni Atlantis ve Tomasso Campa-nella, Güneş Ülkesi) yazdığımız önsözlerde Pla-ton'un, bugün bile hâlâ ciddiye alınıp aranan ada-ülkesi Atlantis'inden, hatta daha öncesinden başlayıp, "ada" nın ütopyalardaki rolüne değinmiştik. Bu önsözleri dikkatle değerlendirenler, ütopyalarda felsefe ile edebiyat arasındaki çizginin silinmeye başladığını fark etmekle kalmamış, bir yandan da ütopya ile "robinsonad" denen roman türü arasındaki akrabalığı görmüş olmalıdırlar. "Robinsonad" başlığıyla tanımlanan roman türü, adını, Daniel Defoe'nun Robinson Crusoe (1719) romanından almakla birlikte, bu ad, geriye dönük uygulanarak, özellikle 16. yüzyılın ürünlerini de tanımın kapsamı içine alır. Issız bir adada insanlığın uygarlık ve kültüründen yalıtılmış tek başına bir hayat sürmesi motifi, Homeros'un Odysseia destanında ve Sophokles'in Phlikotet oyununda, Binbir-gece Masallarimn Denizci Sinbad'ın ilk deniz yolculuğunda ya da ortaçağdaki Kudrun destanında karşımıza çıkar. Ancak bir anlatının yapısını kurucu öğe olarak ilk kez büyük keşifler çağmda Mar-guetite de Navarre'nin Heptameroriunda (1558) Garcilaso de la Vega'nın Primera porte de los Com-mentarios reaies'inde (1609) ve özellikle de H. Ne-viU'ın The Isle of Pines (1669) romanında bu temayı buluruz. Almanca'da Grimmelshausen, Der abente uerliche Stmpilicissmus (1669) romanının son bölümünde de otuz yıl savaşlarının korkusundan bir adaya sığman birini anlatır. Issız bir adada yaşama teması Daniel Defoe ile birlikte nitelikçe yepyeni bir anlam kazanmakla kalmamış, "robinsonad," dünya edebiyatına da bir tür olarak yerleşmiştir. "Robinsonad" anlatı, geniş anlamda, günümüze kadar uzanagelmiştir. Özellikle de bilimkurgu edebiyatını bir ayağıyla bu geleneğe bağlamak hiç de zor olmasa gerekir. Hem kendisinden önceki birikimlere hem de sonrakilere adını veren Defoe'nun romanının yazınsal kaynağını temsil etmeye aday metinlerin başında ada sürgünü, Juan Fernandez adasında 4 yıl tek başına yaşamış olan Đskoç Kralı Selkrik'in öyküsü sayılmaktadır. 1712'de Selkrik'in başından geçenleri, onu bu ıssız adadan kurtaran Kaptan Woodes Rogers, A Cruising Voyage Round the World (Dünya Çevresinde Gemiyle Bir Yolculuk) kitabında anlatır. Selkrik, kaptan ile arasındaki bir anlaşmazlık sonucu o ıssız adaya bırakılmıştır. Önceleri yalnızlıktan çıldıracak gibi olan Selkrik, zamanla bu yabanıl hayata alışır, yaban keçilerini ev-cilleştirir, onların postundan kendine ceket yapar; onun uygarlıktan uzak bir dünyada tutunma mücadelesi ile Crusoe'nunki arasındaki benzerlik belirgin olsa da, Defoe'nun romanı,

Page 2: Robinson Crusoe

aşağıda açıklayacağımız gibi, tek bir esin kaynağına indirgenemeyecek kadar içerimleri geniş, çok düzlemli yorumlara elverişli bir metni temsil etmektedir. Robinson Crusoe Selkrik'in adadaki yaşantısının Crusoe'nunki ile arasındaki benzerlik apaçık görülmekteyse de, Daniel Defoe'nun, döneminde, anlaşılır nedenlerle iyice yaygın, egzotik dünyaları anlatan gezi ve ma cera öykülerini, kahramanların başına gelenleri de, kendi kahramanının çevresinde ustalıkla birleştirdiği de bilinmektedir. Akşit Göktürk, Knox, Woodes ve Dampier'i işaret ediyor. (S. 74). Defoe'nun hem gezi edebiyatının hem de önceki ro-binsonadların etkisi altında kalmış olduğunu gösterecek ipuçları olsa da, onun romanını birinci öbektekilerden ayıran önemli bir özelliğe dikkati çekmemiz gerekmektedir. Gezi kitapları, büyük ölçüde gerçek olgulara dayanmaktaydı; araya kimi uydurma bölümler sıkışsa bile, bütünüyle daha çok anı-belgeye yakın, gerçekçi izlenimleri yansıtan metinlerdir bunlar; robinsonadlar ise, hayal gücüne çok fazla şey borçludurlar ve edebiyat tarihçileri Defoe'nun metnini bu ikinci geleneğin ucuna eklerler. Göktürk, metni pikaresk roman geleneği ile de karşılaştırıyor; Đspanyolca picaro roman, alt tabakadan serüvenci bir kişinin bir toplumsal ortamdan bir başkasına savrulup duruşunu, bu arada başına gelen çeşitli olayları, gene kahramanın ağzından veren türdür. Pikaro, geleneksel yaşama tarzına tepki gösteren, ahlaki değerlere sırt çeviren biridir; toplumun sosyal katmanları arasına yollanmış bir sondaj aracı gibi bir şeydir o. Yerleşik, sınıfsal toplum yapısına alt katmanlardan gelen bir tepki olarak da okunabilecek pikaresk roman, 18. yüzyılın ortalarına doğru gerçekçi anlatımlar karşısında bir bakıma eleştirel ve eğlendirici işlevini yitirip gerilmeye yüz tutmuştur; Pikaro, başıboş sürüklenir, olaylar arasında, bugünün deyişiyle bir kamera gibi yol alır; onlardan etkilenmez; kişiliği ile olaylar arasında etkileşim aramak boşunadır, oysa Crusoe, doğal çevresinin ortasında, birey-çevre ilişkisinin etkileşim ağında, hem kendini hem de çevresini dönüştürür. Yazar mı Düşünür mü? Defoe, tanıtım yazısında da belirttiğimiz gibi James Foe adlı Flaman asıllı bir mum imalatçısının oğluydu. Başlangıçta papaz olması düşünülen Daniel, ticarette karar kıldı. Bu da onun yenilgi üzerine yenilgi, iflas üzerine iflas yaşamasına yol açacaktı. Kendi deyişiyle 13 kez zengin olup gene 13 kez yoksulluğa düşmüştü. Politikayla ilgilenip siyasal yergi broşürleri yayımlayan Defoe, 1701 yılında Avam Kamarasına yaptıkları bir uyarı üzerine tutuklanan 16 seçkin kişiye yapılan haksız muameleyi yeren Alayın Muhtırası'm kaleme alıp tutukluların bırakılmasını sağladı. Avam Kamarası o sırada Torey'lerin denetimindeydi. Bu siyasal olay To-rey'ler ile Defoe'nun arasmm bir daha düzelmemek üzere açılmasına yol açtı. 18. yüzyılın göbeğinde, Đngiltere'de din ile siyaset iyice iç içe geçmişti. Muhalefetin üzerindeki baskının artması üzerine Daniel Defoe, Ayrılıkçılarla Başetmenin En Kestirme Yolu adlı ünlü yazıyı kaleme aldı. Broşür Katolik ritüellere bir saldırı olarak algılandı. Defoe, bugünün diliyle, "düşünce suçundan" tutuklandı. Hakkında "Aranıyor" ilanı çıkartılan Defoe'yu, bu ilandaki betimleme sayesinde gözümüzün önünde canlandırmamız daha da kolaylaşıyor: Orada bu isyancı yazarın portresi, orta boylu, esmer tenli, zayıf, peruklu, asıl saçları koyu kahve, sivri çeneli, gaga burunlu, ağız kenarında büyükçe bir beni olan, gri gözlü biri olarak çizilmiştir. Tutuklanıp hapse atılan Defoe, yukarıda da belirttiğimiz gibi Robert Harley adlı yetkilinin aracılığıyla salıverildi, ama buna karşılık yazar ve istihbarat ajanı olarak Harley için çalışmak zorunda kaldı. Defoe, istihbarat işinde biçilmiş kaftan misali, ülkeyi dolaşıp durdu; yergiler, övgüler yazdı; bu siyasi amaçlı gezilerinden derlediği gözlemleri 1724-26 yularında Boydan Boya Büyük Britanya Gezisi adlı 3 ciltlik eserinde bir araya getirdi. Kraliçe Anne döneminde Review adlı sürekli yayın organını hemen hemen tek başına ayakta tuttu. Fiilen hükümetin sözcülüğünü yapan bu ılımlı yayın aracında Defoe, din, ticaret, ahlak konularını da dile getirdi. Bu dergi, sonraki deneme dergilerinin ve gazeteciliğin gelişmesinde önemli bir ilk adım sayılmaktadır. 1714'te, Robinson Crusoe'yu yazmadan 5 yıl önce, Đngiltere'de I. George tahta çıkınca, Defoe'nun hizmet sunduğu ekip iktidardan düştü. Ama yeni yönetim de Defoe'yu istihbaratçı olarak görevlendirmekte bir sakınca görmedi. 1719'da Robinson Crusoe ile tıpkı daha önceki dergisi Review ile yaptığı gibi, bir bakıma bir ilke imza atarak, Đngiliz romanının öncüsü oldu. Ancak Defoe'nun ülkenin siyasal çalkantılarının ve inanç tercihlerinin gerginlik alanlarında bizzat rol alması, onun bir politikacı, bir düşünür olma yanı ile yazarlık yanı arasındaki ilişkiyi birçok düzlemde belirlemiş olmalıdır. Robinson Crusoe, yazarın öteki romanlarını (Mole Flanders, Roxanna) neredeyse unutturacak kadar öne çıkar. Ancak roman üzerindeki tartışmaların yazarının edebiyatçı kimliğini belirgin bir biçimde ikinci planda bırakması gibi bir durum, önümüzdeki metni verimli bir tartışma ve araştırma kaynağına çeviriyor; hakkında en çok yazı kaleme alınmış kitaplardan biridir Robinson Crusoe. Hocam Akşit Göktürk, merkezinde Defoe'nun romanının yer aldığı "Ada" adlı incelemesinde, bu çok yönlü ilgiyi yerli yerine oturtmaya çalışmış. Edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin, "romanın doğru, nesnel bir araştırmasını yapacakları yerde, çoğunlukla kendi öznel görüşlerine ağırlık tanıdık'lannı hatırlatan bir alıntıya yer verirken (s. 77), romanın "ekonomik açıdan yapılan yorumlar"ında (s. 77) Defoe'nun yaratıcılığının, sanatçı kişiliğinin güme gittiğini söylüyor. (Örneğin Mina Urgan, bizdeki neredeyse en kapsamlı ve

Page 3: Robinson Crusoe

bir roman tadıyla okunabilen başvuru kaynaklarından biri olan 4 ciltlik Đngiliz Edebiyatı Tarihînde Defoe'ya ayrıca yer ayırma-mışür!) Romanın Wordsworth Classics basımına yazdığı önsözde Doreen Roberts, 'Sadece başlıca Avrupa dillerine değil, Đzlanda, Koptik, Maori, Malta dillerine, Arapça ve Türkçe, Persçe ve Bengalee dahil başka birçok dile de hangi kitap çevrilmiştir?' diye sorarak giriyor yazısına. Bu tespit ile Mina Ur-gan'ın programatik tercihi arasındaki terslik herhalde düşündürücü olmalı. Her Dönemin Metni Doğumu, Avrupa'da burjuva sınıfının kendi kimliğini arama ve kurma girişimi ile örtüşen roman türü, başlangıcını 'Yeni sınıfın" iç dünyasını en yakın çevresine açtığı, ruhunun, dünyanın çalkantılarını yorumladığı "mektup'lara borçludur. Bu mektuplar, "ben" merkezinde kurulu metinler olmaktan çıkıp zamanla kurmaca bir "o" çevresinde geliştikçe, roman da kendi kurucu olanaklarına doğru evrilmiştir. Robinson Crusoe'nun adasının kurmaca özelliğinin belirginliği, olayların bütün o gerçekçi ayrıntılara rağmen "Defoe'nun yapıtlarında okuru anlatıcının bilgisi konusunda kuşkuya düşürecek yöntemleri kasıtlı kullanması" metni modern romana doğru yaklaştıran etmenlerdendir. Göktürk, söz konusu incelemesinde, yazarın anlatımındaki yalınlığa, duygusallığa ödün vermeyişine, nesnel gözleme dayanan gerçekçi anlatımına dikkati çeker; önemsiz gibi görünen nesnel ayrıntıların ve rilişini, olayları (kahramanın gözünden) aktaran gözlemin hiçbir şeyi dışta bırakmayışını vb. öne çıkartır. Sonuçta karşımızda, gerçekçi bir anlatımın ilkelerini çok iyi işleten bir yazar bulunduğunu söyler bize. Ancak Göktürk'ün Crusoe incelemesine dikkatle baktığımızda, yazarın bir romancıdan çok bir düşünür kategorisine doğru kaymış olduğunu görürüz. Püritan bir dünya duygusunu, Đngiliz ticaret burjuvazisinin yükseliş dönemi çelişkileriyle uyumlamaya çalışan, bu çabasını, az çok ütopik bir ada tasarımı içine yerleştiren bir düşünür kimliği vardır karşımızda. Ne var ki, yapısal, kurucu bir öğe olarak "ada"nın sadece romanda değil, bütün bir edebiyatta ve sanat türlerinde sayısız anlamın me-taforuna dönüşebilme kabiliyeti, bu kurmaca adayı, günümüze kadar "yaşatabilmiştir". Örneğin aydınlanmanın doğa düşkünü düşünürü Jean-Jacques Rousseau, yayımlanmasından sonraki 4 ay içinde 5 basımı yapılan, sadece Almanya'da 41 çeşit taklidi çıkan, hemen Fransızca'ya ve Flamanca'ya çevrilen romanın, özellikle Crusoe'nun adadaki yerli Cu-ma'yı bulmadan önceki dönemini ele alır ve onun sorun çözümündeki radikal tutumunu, çalışarak öğrenme becerisini över. Rousseau'ya göre, Robinson Crusoe, emek üzerinden duygu ve yeteneklerini geliştirirken temel bilimsel yasaları, doğanın zorunluluk yasalarını da öğrenmektedir. Bu çıkış, romanı bir anda aydınlanma düşüncesinin didaktik geleneğine bağlamaya yetecekti. Romantik dönem, romanın "adada yalıtılmışlık, doğa ile baş başa kalma" tema'sını öne çıkartıp bireyin doğa karşısındaki mücadelesini ve doğa ile buluşmasını, sanayileşen dünya karşısında yitirilmekte olana yönelişi önemsedi. Victorian çağ ise, dönemin özelliklerine bağlı olarak romana farklı bir yönden yaklaştı. Victorian çağ ya da "Đngiliz yüzyılı" diye bilinen bu dönem, Đngiltere'nin ekonomik ve siyasal yönden dünyanın en güçlü ve dengeli ülkesi haline geldiği dönemdi. Robinson Crusoe'daki kendine güven, başının çaresine bakma, doğaya direnme, stoacı bir sebatkârlık ve azim, kahramanın kendini yeniden yaratması temaları, bu dönemin ruhuna iyice denk düşüyordu. Ellili yıllara gelirken Avrupa ve dünya iki büyük savaştan çıkmış, teknoloji yapıcı olduğu kadar yıkıcı olduğunu göstermiş, refahın ve uygarlığın getirdikleri ile götürdükleri "masaya yatırılmaya" başlanmıştı. Emperyalizmin, modern teknolojinin, sanayinin ve askeri diktaların insanlığın önünü tıkayıp durduğu bu dönemde, Robinson Crusoe adası, sığınmanın ve bozulanı sil baştan kurmanın ortamı olarak anlaşılacaktı. Jean Giraudoux'un Pasifikte Suzan (1921) metninde Robinson, dişi kahraman olarak çıkar karşımıza. Cennetimsi bir ortamı, "dişi bir uysallıkla" benimseyip korur Suzan. Tournier'in Friday'inde (Cuma ya da Pasiflğin Kucağında) Robinson'un yerli arkadaşı Cuma merkeze kayıp, tematik ve insancıl merkezi oluştururken Robinson marjinalleşir. Yavan, insana verecek bir şeyi kalmamış bir uygarlığın asalağıdır beyaz kahramanımız; yaşadığı ada ile iyice özdeşleşen Robinson yabanıllaşır, sonuçta uygarlığa sırt çevirip bir ağaca tünerken, Cuma uygarlığa koşar. Bilimkurgu en başta teknolojinin birbirine zıt iki karakterinin yansıdığı edebiyat alanı olarak, bir kez daha "adaya" farklı anlamlar verdi. Ada, nükleer tehlikelerde sığınılacak bir yer olduğu kadar, büyük felaketlerin, salgınların ardından kaçılan yalıtılmış bölgelerdir de. Suyla çevrili olsun olmasın, bir ada dünyası çıkartılıp durur karşımıza. Bilimkurguda, başka gezegenler de, ga laksilerdeki adacıklar olarak anlaşılabilirler. Gol-ding'in Sineklerin Tanrısı da, Conrad'ın "karanlığın yüreğini" beyaz uygarlığının ayrılmaz parçası olarak yorumlayıp "adayı", beyaz insanın içindeki otorite arzularını, vahşeti, mistisizmi doğuran katali-zatör olarak kullanıp karamsar bir robinsonad örneği sunmakla kalmaz, siyah - beyaz insan kutbunu da tersine çevirir. James Joyce, Robinson'u "acınacak bir kültür kahramanı" olarak tanımlarken ünlü yönetmen L. Bunuel, Robinson Crusoe'yu popüler bir sinema düzleminde yorumlamıştır. Orta Sınıfın Püritan Hayat Duygusu Robinson Crusoe romanına yazılmış sayısız açıklama ve araştırma metinlerinin çok farklı düzlemlerini burada vermek imkânsız. Örneğin Doreen Roberts'in, romanın yukarıda değindiğirniz Wordsworth Classics baskısına yazdığı önsöz, romanı tarihsel çerçevesine olduğu kadar, edebiyat türü içindeki yerine oturtma çabalarının da örneğini sunuyor. Daniel Defoe, yükselmekte olan (ticari) burjuva sınıfının, (orta sınıfın ya da biraz altlarının) üyesi. Dönem Đngiltere'de Katolik krallar ile Protestan kralların birbirinin yerini aldıkları bir dönem. 16. yüzyılın

Page 4: Robinson Crusoe

hemen başında Kalvinciük etkili olmuş, püritan dünya görüşünün, din ve ahlak anlayışının temellerini atmış. Aslında kavga (Roma) Katolik Ki-lisesi'nin hâkimiyetine karşı. Cizvitler, Kalvinistler, Deistler hep geleneksel kurumlaşmış Kilise'ye karşı, doğal Kilise diyebileceğimiz, aracı kurumlaşmayı kabul etmeyen, Hıristiyanlığın ilk, ilkesel köklerini öne çıkarmaya çalışan bir eğilimi temsil ediyorlar; ama aynı zamanda Kalvincilikte olduğu gibi, burjuvazinin tarih sahnesindeki yükselişine inanç sistemini de uyumlama kaygısı var. Örneğin püri tan anlayış, Kalvinciliğin etkisiyle, yeryüzündeki başarının (ticari çabaların) sonuçlarından bireyin sorumlu olmayacağını, son sözü Tann'nın söylediğini hatırlatıyor. Bireye kalan, bağışlanmak, başarmak için olanca gücüyle gayret etmektir. Öte yandan Hıristiyanlığın, herkesi "ilk günahın" temsilcisi gören anlayışına, bu içinden zor çıkılır ikileme getirdiği çözüm de ilginç. Gene bu dünyada yapıp ettiklerimiz bağışlanmaya yetmiyor. Tanrı ile (araya klasik Kiliseyi de sokmadan) çok derin gönül bağlan kurmak gerek. Püritanlığın bir de güncel hayata yansıyan yanları var. Kutsal Kitap'ın olay ve kişilerini, yaşanan olay ve kişiler ile ilintiliyorlar. Oradaki olayları, kendi hayatlarının bir ilk canlandırılması gibi görüyorlar. Allegori, parodi, mizah edebiyatta belirleyici bir yer tutuyor. Doreen Roberts, dönemin öteki iki yazarı Richardson ve Fielding'in, 18. yüzyıl ortasındaki romanın "enlem ve boylam" sınırlarını çizerken, De-foe ile Swift'in, yüzyılın başlarında, doğal bir antitez oluşturduklarını ve dönemin kültürel kutuplarını belirlediklerini söylüyor. Swift [Guliver'in Seyahatleri) din adamıdır; yergicidir; dinsel, toplumsal kaygılan ağır basar. Defoe'nun ve Richardson'ın ortak yanlanndan biri her ikisinin de babalannm tüccar olmasıdır. Söylemiştik, Defoe Đngilizce'de îo-ıver-middle-class, (alt orta sınıf) diye tanımlayabileceğimiz sosyal katmanın ticaret ve meslek geleneklerine bağlıdır. Geleneksel üniversite eğitimi görmemiştir; "klasiklere" uzaktır, önemli esin kaynağı /ncifdir; Swift, Fielding ve Lawrence Stern gibi yazarlar, ticaret burjuvazisi sınıfı karşısında muhafazakâr bir konumu temsil ederken, gene Roberts'e göre, Defoe bu sınıfın değer ve dünya görüşünü sorgulayan bir tutum içindedir. Akşit Göktürk, de-ğinegeldiğimiz "Ada" çalışmasında, Robinson Cnı soe'yu, "başanlı burjuvanın, maddiyata düşkün püritan işadamının ülkülerim dile getiren bir mitos" olarak yorumlamanın, metnin anlamını daraltacağını hatırlatıyor. Kahramanı, yazann gerçek hayatındaki deneyimlerle yorumlamaya kalkıp onu "bir tüccar kişiliğin çevresine sıkıştırmanın" da yerinde olmayacağı görüşlerine yer veren Göktürk, Robinson'un yaratıcı kişiliğini, adaya uyum sağla-yışını, gerekmedikçe şiddete başvurmayışını, malla mülkle yetinmeyişini, mutluluğu çılgınca çalışmakta buluşunu, var gücüyle paraya yönelmiş, sanayileşmenin sürecinde yaratıcı emeğin değerini unutmaya yüz tutmuş bir topluma tepki olarak okumaya çalışıyor. Bu yorumda, Robinson'un ada hayatı, günün dünyasının muhafazakâr bir yansısından, bir metafordan çok, iyi kötü bir itirazın, bir arayışın ortamına dönüşüyor. Bu da bizi bir kez daha "ütopya" kavrayışına götürüyor. Yitirilenin Ütopyası Daniel Defoe, romanına bir karşı toplum tasarımı görevi yüklemese de, sanayileşmeye yönelmiş, ama ticaret üzerinden sermaye birikim süreçlerini henüz hızlandırmış Đngiltere'de (ve Avrupa'da), yitip gitmekte olana yönelik bir arayışın sesini duyurur bize. Đlginçtir Defoe'dan yaklaşık bir yüzyıl sonra sermaye birikim süreçlerinin en insafsız ve tahrip edici adımlarını attığı Fransa'da Balzac, tıpkı bir yüz yıl önceki Defoe gibi, iflastan iflasa sürüklenip burjuva kapitalist düzenin bütün insandışılığını haber veren bir gerçekçiliğin öncüsü olmuştur. Balzac, burjuva kapitalizminin yıkımlan karşısında, muhafazakâr bir çizgiye savrulur. Bunu Goriot Baba'ya yazdığımız önsözde belirttik. Defoe da, hızlanan işbölümünün ve kolektif üretimin, tek insa nın işgücünü değersizleştirişini, yaratıcılığını kö-reltişini, buluş gücünü, hayallerini ortadan kaldırışını sezmiş gibidir. Çiftçilik, marangozluk, fırıncılık, çömlekçilik, sepet örücülüğü vb. işler ve bunların bir kurucu faaliyet olarak ev sahipliğini yapan ada, sadece bir ütopyanın değil, insan dönüşümünün de sahnesi olup çıkar. Defoe'nun kahramanı, döneminin refah tutkusuna kapılmış zengin orta tabakasının (burjuva sınıfının) insanı gibi, zaman zaman sahip olma duygusunun rüzgârlarına kapılıp, 'bu ada benim,' der; ama işte o ada, ancak onun emeğiyle bir anlam ve varoluş kazanmıştır; bir değere bürünmüştür; sahip olunacak değil, yaratıldıkça işlevselleşecek bir yerdir orası. Ama ada, belki de, çok modern bir okumanın da zeminini oluşturarak ütopyalaşır. Günümüz toplumunda büyük kent cangıUanndaki "yalnızlıkların" çukurundan bakıldığında, Defoe bize, kapitalizmin henüz emekleme aşamasında, kalabalıklar içinde olmanın yalnızlığı aşmış olma, mutluluk duyma anlamına gelmeyeceğini de söyler gibidir. "Artık üzüntülerim de, sevinçlerim de değişti," der. Bütün duygulan değişip yenilenmiştir adada. Ve o ilk yalnızlık duygulannın yoğunluğu içinde, öteki insanın ortaya çıkışı da elbette bambaşka bir anlama bürünür. Geleneksel aynmlann öte yana koyduğu kişi, Cuma, günümüz modern dünyasında kurmak şöyle dursun, gittikçe derin uçurumlar açarak imkânsızlaştırdığımız birlikteliklere önemli bir cevap olsa gerekir. Galaksinin ücra bir köşesindeki dokuz ya da on gezegenli bir sistemin oluşturduğu kümenin üçüncü adacığı üzerinde, halklar, ırklar, etniler arasındaki derin aynhk çizgilerini kalınlaştınp duruyoruz. Son hazırladığımız sinema kitabında [Postmodern Kurtarıcılar, Donkişot Yayınlan, 2004 Hazi i ran) "neoliberal çölden" söz edip durduk. Emeğin değeri her geçen gün biraz daha yok ediliyor. Kolektif üretim bireysel emeği antikalaştirdi çoktan. Ütopyasız, yanna inanmayan bir dünya gençliğine bizim ülkemizin gençleri de katıldı katılacak.

Page 5: Robinson Crusoe

Belki de bu nedenle olacak, günümüz bilimkurgularında "ada" artık güneş sistemi dışındaki bir gezegende tasarlanıp duruyor. Ama ütopyalanmızı yitirdiğimiz için de, Defoe'nun kahramanından farklı olarak, oralarda da sadece düşmanlık görüyor, yıkım tasarlıyoruz. Bütün bunlar Robinson Cnısoe'yu yeniden yeniden güncelleştiriyor sanınm. Veysel Atayman Mayıs 2004, Đstanbul Kaynakça: Ada, Akşit Göktürk, Adam Yayıncılık 2. basım, 1982. Doreen Robert, University of kent at Canterbury, "Giriş" 1995, Wordsworth Classics, Robinson Crusoe. ROBINSON CRUSOE ÖNSÖZ Dünya üzerinde serüvenleri halka duyurulmaya değecek, yayınlandığında kabul görecek tek bir adam varsa, yayımcıya göre şu an elinizde o adamın öyküsünü tutmaktasınız. Bu adamın yaşadığı olağanüstü şeyleri (yayımcıya göre) şu anda rastlayabileceğiniz hiçbir öyküde bulamazsınız; bu hayat çok nadir rastlanabilecek bir çeşitlilik göstermektedir. Öykü alçakgönüllülükje, ciddiyetle ve bilge adamların daima başvurduğu dinsel bir yorumla; bu örnekten başkalarının da ders almasını sağlamak, yaşadığımız bütün her şeyde Tann'nın bilgeliğinin izi bulunduğu gerçeğini doğrulayıp yüceltmek ve olayların akışına engel olunmaması gerektiğini göstermek amacıyla anlatılmıştır. Yayıncı bu öykünün gerçek olayları anlattığına inanmaktadır; bu öyküde uydurma gibi görünecek hiçbir şey yoktur. Uydurma olduğu düşünülse bile -bu türden sözler dolanıyor çünkü etrafta- bu, öykünün okuyucuyu eğlendirmesi kadar eğitmesi bakımından da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir; yayıncı aynca bu öykünün yayımlanmasıyla büyük bir hizmet gerçekleştirdiğini ve dünyaya çok büyük bir faydası dokunduğunu düşünmektedir. Daniel Defoe 1632 yılında, York şehrinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, ama ailem o bölgeden değildi. Babam Bremenli* bir yabancıydı ve ilk önce Hull'a yerleşmişti. Ticaretten iyi mal mülk edinmiş ve mesleğini bıraktıktan sonra da York'ta yaşamaya başlamıştı. O bölgede saygın bir aile olarak tanınan Robinson ailesinden annemle evlenmiş, bana da bu yüzden Robinson Kreutznaer" adını vermişlerdi. Ama Đngiltere'de yabancı sözcükler genelde değiştirilerek kullanıldığı için artık bize Crusoe deniliyor; hatta biz de kendi adımızı öyle söyleyip öyle yazıyoruz ve arkadaşlarım da beni öyle çağırıyor. Đki ağabeyim vardı; biri, Flanders'te, daha önce ünlü Albay Lockhart*** komutasındaki Saksonya'da, Weser nehrinin ağzında bir kent. * Đsim Almanca Kreuz (çarmıh - dargın) kelimesinden türetilmiş ya da kreuzen (darılmak) fiiliyle ilgili gibi görünüyor ve nâher (daha yakın) ya da Narr (aptal) kelimelerinden birinin değiştirilmiş hali eklenmiş. *• Sir William Lockhart'ın (1621-76) Dunkirk yakınlarındaki Dunes zaferinin kazanılmasında büyük bir payı vardı. Cesur ve merhametsiz anlamına gelen Ironsides adı verilen altı bin kişilik ordusu Marshall Turenne'nin Fransız birliklerine yardım ederken York Dükü (daha sonraki II. James) komutası altındaki Đngiliz kral taraftarları Đspanyollara yardım etmişti. Fransız-Đspanyol çatışmasının sonunda Dunkirk ve Đspanyollara ait olan Flanders, Fransızlara geçti. Kendilerine verdiği destek karşılığında, Dunkirk'i Cromwell'e bıraktılar ama II. Charles bu bölgeyi XTV. Louis'ye satmıştır. Crusoe'nun 1650'de gönderme yaptığı savaş aslında bundan sekiz yıl sonra olmuştur. Đngiliz piyade alayında yarbaydı ve Đspanyol-larla yapılan Dunkirk savaşında öldü. Đkinci ağabeyime ne olduğu konusundaki bilgim, hiçbir zaman annemle babamın sonradan benim başıma gelenler hakkında sahip olduğu bilgiyi geçmedi. Ben, ailenin üçüncü oğluydum ve herhangi bir meslek edinemediğim için kafam çok erken yaşta ipe sapa gelmez düşüncelerle dolup taşmaya başlamıştı. Çok yaşlı bir adam olan babam, evde verilen eğitimin ve bölgedeki parasız okulun sağlayabileceği derecede yeterli bir öğrenim görmemi sağlamış ve hukukçu olmamı tasarlamıştı. Ama ben denize açılmaktan başka bir şey istemiyordum; ve bu isteğim beni babamın isteklerine, daha doğrusu emirlerine; annemin ve diğer arkadaşlarımın yalvarıp yakarmalarına ve öğütlerine o kadar kuvvetli bir şekilde karşı durmaya itiyordu ki, ileride başıma gelecek dertlere düpedüz vesile olan bu isteğimde kaderimle ilgili kaçınılmaz bir şeyler vardı sanki. Bilge ve saygıdeğer bir adam olan babam, bu tasarımı sezdiğinde, bana ciddi ve parlak önerilerde bulundu. Bir sabah beni, damla hastalığı yüzünden hiç çıkamadığı odasına çağırıp bu konuda dostça öğütler verdi. Bana, kolaylıkla iş hayatına atılıp biraz özen ve gayretle servetime servet katabileceğim, rahat ve keyifli bir hayat sürebileceğim baba-evimi ve memleketimi terk etmek için sırf gezme özleminden başka ne gibi sebeplerim olduğunu sordu. Bana bunun, ya hiçbir umudu olmayan talihsiz insanların ya da girişimciliğiyle yükselmek ve sıradışı işlerle ünlü olmak için yabancı ülkelere gidip maceralara atılan hırslı, zengin insanların işi olduğunu; böyle şeylerin bana ya çok uzak olduğunu ya da benim için hafif kaldığını; benim, alt tabaka hayatın

Page 6: Robinson Crusoe

en üst mertebesi de sayılabilecek olan orta tabakada yer aldığımı; ve kendisinin uzun yıllara dayanan deneyimlerine göre bunun, insanın mutlu bir hayat sürmesine en çok uyan; bir yandan, insanlığın çalışmak zorunda olan üyelerinin çektiği sefalete ve güçlüklere, yorgunluk ve acılara maruz kalmayan ve diğer yandan, üst tabaka hayatta görülen kibir, gereksiz lüksler, hırs ve kıskançlıklardan uzak, dünyadaki en iyi mevki olduğunu söyledi. Bana bunun ne kadar güzel bir hayat olduğunu bir tek şundan bile anlayabileceğimi belirtti; krallar bile büyük işler için doğmuş olmanın getirdiği dertler yüzünden sık sık yakınıyorlar ve iki aşın ucun ortasında, aşağılık ile yücelik arasında bir yerlerde yaşamış olmayı diliyorlardı; bilge adamlar da dua ederken ne yoksul düşmeyi ne de zengin olmayı dileyerek bu orta mevkinin gerçek mutluluğun ölçüsü olduğunu onaylıyorlardı. Bana biraz düşünürsem, hayattaki felaketlerin üst ve alt tabakalar arasında paylaşıldığını, ama orta tabakadaki insanların çok az felaketle karşılaştığını, insanlığın alt ve üst tabakalarının yaşadığı kadar çok dalgalanmaya maruz kalmadıklarını daima göreceğimi söyledi. Dahası, orta tabakadakiler; bir tarafta düzensiz yaşam, gereksiz lüksler ve aşırılıklar yüzünden, diğer tarafta da çok ma, yoksulluk ve kötü ya da yetersiz beslenme yüzünden hayat tarzlarının doğal bir sonucu olarak sıkıntılar çeken insanların duyduğu pek çok rahatsızlık ve sıkıntıyı ne bedenen ne de zihnen çekmezlerdi; yani orta tabaka hayatı her türlü erdemi ve zevki yaşamaya elverişliydi. Huzur ve bolluk orta tabaka hayatının hizmetindeydi; ılımlılık, ölçülülük, sadelik, sağlık, toplum bağlan, kabul edilebilir bütün eğlenceler ve arzu edilen bütün zevkler orta tabaka hayatına eşlik eden lütuflardı. Böyle bir yaşam süren insan, koluyla ya da kafasıyla fazla emek harcayıp yorulmadan, o günün ekmeğini kazanmak için köle gibi satılmadan ya da ruhundan huzuru, bedeninden rahatı alıp götüren karmakarışık durumlardan bezmeden sessizce ve kolaylıkla yaşayıp, bu dünyayı rahatça terk edebilir; kıskançlık duygusu ya da büyük şeylere duyulan gizli ve yakıcı bir ihtirasla öfkelenmeden, aksine rahat koşullarda ve acı çekmeden yaşamın bütün tatlarını alıp mutlu olduğunu hissederek, her geçen gün bunu daha da iyi anlayarak güzelce yaşayıp giderdi. Sonra da bana açık açık ve en içten duygularla çocukluk etmememi, düşünmeden kendimi içinde bulunduğum hayat ve mevkide hiçbir zaman karşılaşmayacağım sıkıntılara atmamamı; ekmeğimi kazanmak gibi bir zorunluluğum olmadığını; çünkü bunu benim yerime onun yapacağını ve beni biraz önce önerdiği hayata dahil etmek için elinden geleni ardına koymayacağını; eğer bu dünyada çok rahat ve mutlu bir yaşam süremezsem bunun ya kaderimde yazılı olduğunu ya da kendi hatalarım yüzünden olacağını ve bu yüzden buna diyecek bir şeyi olamayacağını çünkü zararıma olacak şeyler konusunda beni uyarma görevini yerine getirdiğini belirtti. Kısacası sözünü dinleyip evde kalır ve hayatımı orada sürdürürsem, benim için çok güzel şeyler yapacağını, dolayısıyla uzaklara gitmemi cesaretlendirmediği için başıma gelecek felaketlerden sorumlu olmayacağını söyledi. Ve konuşmasını bitirirken de bana ağabeyimi örnek almamı söyledi. Felemenk ülkelerindeki savaşlara gitmesini önlemek için ona da aynı ciddi uyarılarda bulunmuş ama bu öğütlerle onu orduya katılmaya sevk eden gençlik arzularının üstesinden gelememiş ve sonuçta ağabeyim orada ölmüştü. Ayrıca, benim için dua etmeyi hiçbir zaman bırakmayacağını söylemesine rağmen, yine de aptallık edip bu adımı atarsam Tann'nın bir daha asla beni korumayacağını ve ilerde etrafımda bana yardım eli uzatacak tek bir kişi bile bulamadığım zaman, bu öğütlerini nasıl da göz ardı ettiğimi düşünecek bol bol vaktim olacağını söylemeyi de ihmal etmedi. Babam bunu bilmiyor olsa bile konuşmasının bu son kısmında doğru çıkacak kehanetler bulunduğunu hissettim ve özellikle de ölen ağabeyimden bahsederken yüzünde gözyaşlarının süzüldüğünü gördüm. Bir gün pişman olacağımı, bana yardım edecek kimse olmayacağını söylerken de o kadar duygulanmıştı ki yüreğinin daha fazla konuşamayacak kadar dolu olduğunu söyleyerek sustu. Bu konuşmadan gerçekten etkilenmiştim -kim etkilenmezdi ki zaten- ve artık yabancı ülkelere gitmekten vazgeçip babamın arzusu doğrultusunda evde kalmaya karar vermiştim. Ama nerede! Bu karar birkaç gün içinde uçup gidiverdi; kısacası, babamın daha fazla ısrar etmesini önlemek için birkaç hafta içinde ondan mümkün olduğunca uzaklara kaçmaya karar verdim. Bununla birlikte, ilk karar verdiğim zamanki gibi aceleci davranmak yerine, annemin her zamankinden daha yumuşak olduğunu düşündüğüm bir zamanda onunla konuşup düşüncelerimin tamamıyla dünyayı görmekten yana olduğunu; bu tecrübeyi yaşama düşüncesi kafamdayken herhangi başka bir şeye odaklanamayacağımı; ve babamın beni, izni olmadan gitmek zorunda bırakmak yerine, bu izni vermesinin daha iyi olacağını; artık on sekiz yaşında olduğum için çırak olarak bir mesleğe atılmak, kâtip ya da avukat olmak için çok geç olduğunu; böyle bir işe başlasam bile daha işi öğrenemeden ustamdan kaçıp denize açılacağımdan emin olduğumu; tek bir seyahate çıkmama izin vermesi için babamla konuşursa, bu seyahatten eve döndüğümde, hoşuma gitmediyse bir daha asla gitmeyeceğimi, kaybettiğim zamanı telafi etmek için iki kat gayretle çalışacağıma söz verdiğimi söyledim. Bu sözlerim annemi fazlasıyla heyecanlandırdı. Bana, böyle bir konuda babamla konuşmanın hiçbir faydası olmayacağını; babamın benim yararıma olacak şeyleri çok iyi bil- diğinden, bana yarardan çok zarar getirecek bir şeye izin vermeyeceğini söyleyip babamla yaptığım o konuşma ve babamın bana söylediğini bildiği nazik ve sevgi dolu onca sözden sonra nasıl olup da böyle bir şeyi düşünebildiğimi sordu. Kısacası, bile bile kendimi yıkıma sürükleyecek olursam, kimsenin bana yardım

Page 7: Robinson Crusoe

edemeyeceğini; bunun için asla onların iznini alamayacağımdan emin olmamı; kendi adına, hayatımın mahvoluşunda katkısının bulunmasını istemediğim ve babam karşı çıkıyorken kendisinin kabul etmesini asla beklememem gerektiğini söyledi. Annem bu konuyu babama açmayı reddetmişti ama yine de daha sonra onun, aramızda geçen bütün konuşmaları babama ilettiğini duydum, babam da bunun üzerine büyük bir üzüntüyle iç çekerek, "Bu çocuk evde kalırsa mutlu olabilir, ama kalkıp da giderse bugüne kadar dünyaya gelmiş en sefil yaratık olacaktır. Buna asla izin veremem," dedi. Bunun üzerinden daha bir yıl bile geçmemişti ki ipimi koparıp kaçtım. Geçen bu süre içerisinde bir işe girmem konusundaki bütün önerileri inatla duymazlıktan gelmeye devam etmiş ve yapmak istediğim şeyi bildikleri halde bu kadar kesin bir kararlılıkla karşı koydukları için sık sık annem ve babamla tartışmıştım. Ama bir gün öylesine Hull'a gittim. O sıralar kaçmayı falan düşünmüyordum; ancak oradayken, arkadaşlarımdan biri babasının gemisiyle Londra'ya gideceğini; gemicilerin kullandığı o cezbedici ağızla, yolculuk etmenin bana hiçbir zararı dokunmayacağını söyleyerek beni de onlarla birlikte gitmeye teşvik ettiğinde ne anneme, ne babama danıştım, ne de onlara bir haber yolladım; tam tersine nereden duyarlarsa duysunlar diyerek, ne Tann'nın ne de babamın kutsamasını almadan, içinde bulunduğum şartlan veya bu yolculuğun getireceği sonuçlan hiç düşünmeden 1651 yılında Eylül ayının ilk günü, Tann bilir hangi uğursuz saatte, Londra'ya giden bir gemiye bindim. Sanınm, hiçbir genç serüvencinin başına gelen talihsizlikler benimki kadar erken başlamamış ya da benimkinden uzun sürmemiştir. Gemi daha Humber'dan çıkar çıkmaz rüzgâr var gücüyle esmeye, dalgalar korkutucu bir şekilde kabarmaya başladı; daha önce hiç gemiye binmediğim için hem bedensel olarak çok kötü bir rahatsızlık duymuştum, hem de zihnim korkuyla dolmuştu. Ciddi ciddi ne yaptığımı, babamın evini ve görevlerimi bırakıp gitmek gibi kötü bir harekette bulunduğum için Tann'nın gazabına uğradığımı düşünmeye başladım. Ailemin bütün o güzel öğütleri, babamın gözyaşlan ve annemin yalvarıp yakarmalan daha dünmüş gibi aklıma geliyor; öğütleri küçümsediğim, Tann'ya ve babama karşı görevlerimi yerine getirmediğim için, o sıra şimdiki kadar katılaşmamış olan vicdanım suçluluk duygusu içinde kıvranıyordu. Bütün bu süre içinde fırtına hızlanmıştı; daha önce hiç yolculuk yapmadığım deniz de daha sonralan pek çok kez göreceğim ve hatta birkaç gün sonra tanık olacağım kadar olmasa bile gittikçe kabarmıştı. Ama bu bile, o zamana kadar böyle bir şeyle karşılaşmamış olan benim gibi genç bir denizciyi etkilemeye yetiyordu. Her dalganın bizi yutmasını bekliyor ve geminin her alçalışında iki dalga arasındaki çukurlardan veya deniz yanklann-dan bir daha asla çıkamayacağımızı düşünüyordum; ve bu kafa kanşıklığı içerisinde birçok yeminler edip kararlar alıyordum: Tann bu yolculuktan sağ çıkmama izin verirse ve ayağımı tekrar karaya basabilirsem doğruca eve, babama gidecek ve yaşadığım sürece bir daha asla bir gemiye ayak basmayacak, babamın öğütlerini dinleyip bir daha asla kendimi böyle sıkıntılara sokmayacaktım. Şimdi babamın orta tabaka hayat tarzıyla ilgili gözlemlerinin ne kadar da doğru olduğunu açıkça görüyor; onun bütün hayatı boyunca ne kadar kolay ve ne kadar rahat yaşadığını, ne denizlerde fırtınalarla ne de karada güçlüklerle boğuşmadığını düşünüyor ve yaptıklarına pişman olan gerçek bir hayırsız evlat* gibi eve, babamın yanına dönmeyi planlıyordum. Bu bilge ve aklı başında düşünceler fırtına süresince, hatta fırtına geçtikten sonra da bir süre devam etti; ama ertesi gün rüzgâr dindi, deniz yatıştı ve ben de buna biraz alışmaya başladım. Bununla birlikte, deniz tutmasının etkisi hâlâ üzerimde olduğu için bütün gün temkinli davrandım; ama akşama doğru hava açıldı, rüzgâr iyice dindi ve bunu da akşamın büyüleyici güzelliği takip etti; güneş kusursuz bir durulukla battı ve ertesi sabah da aynı durulukla doğdu; rüzgâr ya çok hafifti ya Orj.: Repenting Prodigal, Luka 15:ııffden alıntı. da hiç esmiyordu, durgun deniz ve üzerinde parlayan güneş o zamana kadar gördüğüm en güzel manzaraydı. O gece iyi uyudum, artık deniz tutmasından da eser kalmamıştı üzerimde, aksine çok neşeliydim; denize bakıyor, bir gün önce o kadar haşin ve korkunç olan denizin kısacık bir süre sonra bu kadar sakin ve tatlı olabilmesine hayret ediyordum. Ve sonra, sanki güzel kararlanmdan caymayayım diye, kaçmak için beni ayartan arkadaşım yanıma geldi; "Ne haber, Bob?" dedi omzuma dokunarak, "Olanlardan sonra nasılsın, bakalım? Dün geceki ufak esintide korkmuşsundur eminim." "Sen ona ufak esinti mi diyorsun?" dedim. "Korkunç bir fırtınaydı." "Fırtına mı, kendini kandırıyorsun sen," diye cevap verdi; "ona da fırtına dersen! Hiçbir şeydi o; iyi bir gemimiz bir de engin denizimiz olsun, gör bakalım, o türden fırtınaları umursuyor muyuz? Sen daha acemi bir tatlı su denizcisisin, Bob. Gel birer bardak punç içelim de her şeyi unutalım; baksana, hava şimdi ne güzel." Öykümün bu hüzünlü kısmını kısa tutmak gerekirse, bütün denizcilerin geçtiği yoldan biz de geçtik; punç* hazırlandı, beni içirip sarhoş ettiler, ben de o gecenin hınzırlığından ötürü bütün pişmanlıklarımı, geçmişteki davranışlarımla ilgili bütün düşüncelerimi ve gelecekle ilgili bütün kararlarımı bastırdım. Kısacası, fırtına dinip de denizin yüzeyi eski * Punç: (Bileşimindeki beş madde nedeniyle Hindu dilinde beş anlamına gelen 'panç'tan.) Çay, şeker, tarçın, limon ve romun ya da kanyak gibi damıtılmış bir alkollü içkinin karıştınlmasıyla yapılan bir içki.

Page 8: Robinson Crusoe

durgunluğuna ve sakinliğine kavuştuğunda çalkantılı düşüncelerim de sona erdi. Denizin bizi yutacağına dair korkularımı ve endişelerimi unuttum, eski özlemlerim geri döndü, endişe içinde ettiğim bütün yeminler ve verdiğim bütün sözler tamamıyla aklımdan çıktı. Gerçi ara sıra derin düşüncelere dalıp geri dönme fikrini ciddi ciddi gözden geçirmiyor değildim, ama bu düşünceleri sanki bir hastalıktan kaçınıyormuş gibi üzerimden silkip atıyordum. Kendimi içmeye ve arkadaşlara vererek kısa sürede bu nöbetlerin -böyle durumlara bu adı takmıştım da- geri dönmesini engelledim ve beş altı gün içerisinde, bu tür şeyleri kendine dert etmemeye karar veren her genç adamın isteyeceği gibi vicdanım üzerinde tam *bir zafer kazandım. Ama önümde vermem gereken bir sınav daha vardı; ve Tanrı böyle durumlarda genellikle yaptığı gibi, beni hiçbir mazeret öne süremeyecek bir durumda bırakmaya kararlıydı. O fırtınadan kurtulmuş olmayı Tann'nın beni bağışlaması olarak kabul etmediğim için, bundan sonra başımıza gelenler, aramızdaki en günahkâr ve en katı yürekli adamın bile gerçek tehlike ve kurtuluş olduğunu söyleyeceği bir durum olacaktı. Denize açılmamızın altıncı gününde Yarmouth sularına vardık; rüzgâr tersten estiği ve hava da durgun olduğu için fırtınadan beri çok az bir yol katedebilmiştik. Rüzgâr ters yönden, yani güneybatıdan esmeye devam ettiği için orada demir atıp yedi sekiz gün beklemek zorunda kaldık, burası nehre girecek li gemilerin rüzgâr beklediği genel liman olduğu için bu süre içinde Newcastle'dan birçok gemi daha bizimle aynı yere geldi. Bununla birlikte gelgit sırasında nehre girebilirdik, bu kadar uzun süre beklememize gerek kalmazdı, ama rüzgâr çok sertti ve ilk dört beş günü geçirdikten sonra çok şiddetli esmeye başlamıştı. Ancak bulunduğumuz sular bir liman kadar güvenliydi, demirlediğimiz yer iyi, zincirimiz çok sağlam, adamlarımız da kayıtsızdı; tehlikeye karşı en ufak bir kaygı taşımıyor, zamanlarını denizcilere özgü bir şekilde dinlenerek ve eğlenerek geçiriyor-lardı; ama sekizinci günün sabahı rüzgâr arttı, biz de gemi mümkün olduğunca hafiflesin diye el ele verip gabya çubuklarını indirdik ve her şeyi bir araya topladık. Öğle üzeri deniz iyice kabardı, gemimiz baş tarafa doğru yatmaya başladı, güverte birkaç kez deniz suyuyla dolup taştı ve bir iki kez de demirin yerinden çıktığını düşündük, bunun üzerine kaptanımız iki demir üzerinde kalalım diye ocaklık demirinin atılmasını emretti ve palamarlar sonuna kadar salındı. Bu sefer gerçekten korkunç bir fırtına kopmuştu; şimdi denizcilerin bile yüzlerinde korku ve şaşkınlık görmeye başlamıştım. Kendisini gemiyi kurtarma işine vermiş olmakla birlikte kamarasına girip çıkarken yanımdan geçtiği sırada kaptanın birkaç kez kendi kendine, "Tanrım, bize acı, hepimiz boğulacağız, hepimiz yok olacağız," gibi sözler mırıldandığını duydum. Bu ilk kargaşa anında aptala dönmüş, kasaraaltındaki kama- ramda kımıldamadan yatıyordum; o an ne gibi bir ruh hali içinde olduğumu anlatmak imkânsız. O kadar açık bir şekilde ayaklar altına aldığım ve etkisine karşı kendimi duy-gusuzlaştırdığım ilk pişmanlığımı zar zor aklıma getiriyor; o acı ölüm korkusunun geçtiğini ve ilk fırtına gibi bunu da atlatacağımızı düşünüyordum. Ama az önce söylediğim gibi kaptan yanımdan geçerken hepimizin yok olup gideceğini söylediğinde tam bir dehşete kapıldım; ayağa kalkıp kamaramdan dışarı baktım. Bu kadar kasvetli bir manzarayla daha önce hiç karşılaşmamıştım; denizdeki dalgalar dağ gibi yükseliyor, her üç dört dakikada bir üzerimize boşanıyordu. Şöyle bir göz gezdirdiğimde etrafımızda felaketten başka bir şey göremedim. Yakınlarımızda demirli duran, epey yüklü iki geminin direklerinin bordalarından kırılmış olduğunu gördük; adamlarımız bağırarak bir mil kadar ötemizde duran bir geminin de su alıp battığını söylüyorlardı. Demirleri yerinden çıkmış olan iki gemi sulara kapılmış, açık denizdeki türlü türlü tehlikelere doğru savruluyor ve bu gemilerin bir direği bile yerinde durmuyordu. Denizde çok fazla baş kıç yapmadıkları için hafif gemiler daha iyi dayanmışlardı ama bunlardan iki üç tanesi sürüklenip bize doğru geldiler ve yalnız açavele gönderli yelken-leriyle rüzgârın önünde savrulup uzaklaştılar. Akşama doğru ikinci kaptanla lostromo, pruva direğini kesmelerine izin vermesi için kaptana yalvardılar; kaptan bunu yapmak- tan yana değildi. Ama lostromo,* direğin kesilmesine izin vermezse geminin batacağını söyleyerek itiraz ettiğinde kaptan izin verdi. Pruva direğini kestiklerinde ana direk serbest kalıp gemiyi öyle bir sarstı ki onu da kesip güverteyi bomboş bırakmak zorunda kaldılar. Bütün bunlar olup biterken, benim gibi, çok kısa bir süre önce o kadar büyük bir korkuya kapılan acemi bir denizcinin nasıl bir durumda olduğunu herkes tahmin edebilir. Ama o sıra aklımdan geçen düşünceleri bunca zaman geçtikten sonra ifade etmem gerekirse, önceden verdiğim kararların doğru çıkması ve benim bunları bir kenara bırakıp ilk baştaki uğursuz kararıma geri dönmüş olmamdan dolayı duyduğum korku, burnumun ucundaki ölüme karşı duyduğum korkudan on kat daha fazlaydı; bunlara bir de fırtınadan duyduğum korkunun eklenmesi beni öyle bir hale getirmişti ki, durumumu kelimelerle ifade etmem olanaksız. Ama daha kötüsü de varmış; fırtına öyle bir şiddetle esmeye devam ediyordu ki, denizciler de daha önce bundan daha kötüsünü görmediklerini kabul ediyorlardı. Đyi bir gemimiz vardı ama yükü fazlaydı ve denizin içinde sallanıp duruyordu. Denizciler ikide bir, 'gemi kaynıyor' diye bağınşıyor-lardı. Sorup öğrenene kadar bu kaynamak la-fıyla ne demeye çalıştıklarını bilmemek, benim için bir bakıma daha iyi olmuştu. Bununla birlikte, fırtına öyle şiddetlenmişti ki, pek nadir görülebilecek bir şeye şahit oldum; kaptan, lostromo ve diğer gemicilerin arasında

Page 9: Robinson Crusoe

Ticaret gemilerinde tayfaların başı. daha aklı başında olanlar dualar ediyor, geminin her an denizin dibini boylamasını bekliyorlardı. Bütün bu çektiklerimizin üzerine, bir de gece yansı adamlardan biri gemide bir sorun var mı diye bakmak için aşağı indiğinde, 'gemi su alıyor' diye bağırmaya başlamasın mı? Bu sırada başka bir gemici de ambarda yüz yirmi santim yüksekliğinde su olduğunu söyledi. Sonra herkes tulumba başına çağrıldı. Bu söz üzerine kalbim sıkışıyormuş gibi oldu ve oturduğum yataktan düşerek kamaranın ortasına sırtüstü yığılıverdim. Ama adamlar beni ayılttılar ve daha önce elimden bir şey gelmemiş olsa da şimdi herkes gibi tulumbaya yardım edebileceğimi söylediler. Bunun üzerine ben de kendimi toplayıp tulumbanın başına giderek canla başla çalışmaya başladım. Biz bu işi yaparken kaptan, fırtınada tutunamayıp sürüklenerek denize açılmak zorunda kalan birkaç hafif kömür gemisi görmüş ve yanımıza gelerek, tehlikede olduğumuzu bildirmek için bir top atışı yapılmasını emretmiş. Ben kopan gürültünün ne olduğunu anlamadığımdan o kadar çok şaşırdım ki geminin parçalanmaya başladığını ya da ona benzer korkunç bir felaket olduğunu sandım. Kısacası, o büyük şaşkınlıkla düşüp bayılıver-dim. Herkes kendi canını kurtarmakla uğraştığından kimse beni ya da bana ne olduğunu umursamadı; dahası, tulumba başına başka bir adam geçti ve ölmüş olduğumu sanarak beni ayağıyla bir kenara itip orada öylece yatmama aldırmadı. Kendime geldiğimde epey uzun bir süre geçmişti. Çalışmaya devam ediyorduk, ama ambardaki su sürekli yükseliyordu, geminin batacağı apaçık ortadaydı. Gerçi fırtına biraz yatışmaya başlamıştı ama biz limana girene kadar gemiyi ayakta tutmak mümkün olmadığı için kaptan toplan ateşleyerek yardım istemeye devam ediyordu. Tam önümüzden geçen hafif bir gemi bize yardım etmek için bir sandalını göndermeyi göze aldı. Sandal çok büyük bir tehlikeye atılarak bize yaklaştı, ama bizim sandala binebilmemiz ya da sandalın gemiye daha çok yanaşıp durması imkânsızdı. Sandaldaki adamlar var güçleriyle kürek çekiyor, bizim hayatımızı kurtarmak için kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı. Bizimkiler geminin kıç tarafından, ucunda bir şamandıra bulunan bir halatı onlara atıp epey bir saldılar. Sandaldaki adamlar çok tehlikeli olmasına karşın epeyce uğraştıktan sonra halatı yakalamayı başardılar; biz de onları geminin kıç tarafının altına doğru çektik ve hepimiz sandala bindik. Biz sandala bindikten sonra, ne onlar için ne de bizim için gemilerine varmayı düşünmenin hiçbir anlamı kalmamıştı, bu yüzden gemiye ulaşmayı bir kenara bırakıp sandalı elimizden geldiğince karaya doğru çekme fikrini herkes kabul etti. Bizim kaptan onlara, eğer sandal karaya çarpıp parçalanırsa, kaptanlanyla görüşüp bunu telafi edeceğini söyledi. Böylece sandalımızda bazen kürek çekerek bazen de sürüklenerek kuzeye doğru gittik. Yönümüzü karaya çevirerek neredeyse Winterton Ness* sularına vardık. Norfolk kıyısında bir yer. Aynlalı daha on beş dakika bile olmamıştı ki gemimizin battığını gördük, işte o zaman bir geminin denizde kaynamasının ne demek olduğunu ilk kez anladım. Gemiciler bana geminin battığını söylediklerinde gözlerimi kaldırıp bakacak halde olmadığımı itiraf etmek zorundayım; çünkü sandala bindikten sonra, daha doğrusu denizciler beni sandala bindirdikleri andan itibaren kısmen dehşetten, kısmen de kafama üşüşen, ileride beni daha nelerin beklediğiyle ilgili korku dolu düşüncelerden dolayı kalbim sıkışıyordu. Bu haldeyken yani adamlar sandalı karaya yanaştırmak için küreklere asılırken ve sandalımız dalgalar üzerinde yükselip alçalırken, karayı ve yaklaştığımızda bize yardım etmek için toplanmış birçok insanın kıyı boyunca koşuştuğunu görebiliyorduk. Ama kıyıya doğru çok yavaş ilerliyorduk, zaten Win-terton'daki feneri geçene kadar da karaya ulaşamayacaktık. Kıyıda, batıya, Cromer'e doğru bir burun vardı ve bu burun rüzgârın gücünü biraz olsun kırıyordu. Buradan içeri girdik, pek güçlük çekmeden denilemez ama yine de hepimiz sağ salim karaya çıktık ve sonra yaya olarak Yarmouth'a yürüdük. Talihsiz insanlar olduğumuz için orada büyük bir insanlıkla karşılandığımız gibi kasabanın yöneticileri tarafından da iyi mahallelere yerleştirildik. Bazı tüccarlar ile gemi sahipleri de bize dilediğimiz gibi Londra'ya gitmeye ya da Hull'a geri dönmeye yetecek kadar para verdiler. O sıra Hull'a, oradan da eve dönecek ka- dar aklım olsaydı, mutlu bir adam olurdum ve babam da benim için ulu Kurtarıcımız meselinin simgesi olan semiz buzağıyı* bile kurban ederdi; çünkü binip gittiğim geminin Yarmouth sularında battığını duymuş ama boğul-madığımdan emin olana kadar epey bir zaman geçmiş olurdu. Ne var ki, kötü kaderim beni yine, hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir inatla serüvenlerime devam etmeye yönlendiriyordu. Aklımın ve daha düzgün işleyen yargı gücümün birkaç defa bağıra bağıra beni eve dönmeye çağırmış olmasına rağmen bunu yapmaya gücüm yoktu. Buna ne isim vereceğimi bilmiyordum; bunun bizi kendi yıkımımızı kendi ellerimizle hazırlamaya götüren, tehlike burnumuzun dibinde bile olsa, göz göre göre üzerine koşmaya iten her şeyden güçlü, gizli bir ferman olduğunu da bilemiyordum. Beni en aklı başında düşüncelerime, ciddi mantık yürütmelerime, inançlarıma ve daha ilk denememde aldığım iki derse karşın yine de devam etmeye iten şey, hiçbir zaman kaçamayacağım, kaderime zaten yazılmış, önlenemez bir hayattan başka bir şey olamazdı kesinlikle. Daha önce yüreğimi katılaştırmama yardım eden arkadaşım, yani kaptanın oğlu şimdi benden bile isteksiz görünüyordu. Yarmo-uth'a vardıktan sonra birkaç mahalleye dağıtıldığımız için onu ancak iki üç gün sonra

Page 10: Robinson Crusoe

görebilmiştim. Đlk gördüğümde tavırları değişmiş gibi geldi bana; çok hüzünlü görünüyordu ve başını sallayarak bana nasıl olduğumu • Orj.: Fatted calf, Luka 15:ııffden alıntı. sordu. Sonra da babasına benim kim olduğumu, daha uzaklara gitmek istediğim için bu yolculuğa bir deneme olarak geldiğimi açıkladı. Babası ciddi ve kaygılı bir tavırla bana dönerek, "Delikanlı," dedi, "bir daha asla denize açılmamaksın, bunu, denizci olmak için doğmadığına dair açık ve somut bir işaret olarak kabul etmelisin." "Neden, efendim?" dedim, "Siz de artık denize açılmayacak mısınız?" "O başka mesele," dedi, "bu benim mesleğim, dolayısıyla da görevim; ama sen bu yolculuğu bir deneme olarak yaptıysan, görüyorsun ya, eğer denize açılmakta direnirsen başına neler geleceğini bir parça olsun gösterdi Tanrı; belki de başımıza gelen bütün her şey seninle ilgiliydi, Tarsus'un* gemisindeki Yunus gibi. Siyle bakalım," diye devam etti, "kimin nesisin sen? Ne diye denize açıldın?" Bunun üzerine ona hikâyemin bir kısmını anlattım. Bitirdiğimde tuhaf bir hiddete kapıldı. "Ben ne yaptım da böyle uğursuz bir mahluku gemime aldım? Bir daha bin pound bile verseler, seninle aynı gemiye adım atmam." Uğradığı zarar yüzünden zaten gerilen sinirlerinin iyice bozulduğunu ve artık kendisine hâkim olamadığını gösteriyordu bu. Neyse ki, sonra benimle gayet ciddi bir şekilde konuşmaya başladı; babamın yanına geri dönmem ve kaderle oyun oynamamam -bu mahvolmama sebep olurdu- gerektiği konusunda uyanlarda bulundu. Bana, Tann'nın * Kutsal Kitap'ta Hz. Yunus'un suya bırakıldığı gemi. Hz. Yunus'un kıyıya çıkışı ile R. Crusoe'nun kurtuluşu arasındaki çağrıştınm belirgin. Yunus I. Iff ten alıntı. benden yana olmadığının apaçık ortada olduğunu söyledi. "Ve delikanlı," dedi, "şuna güven, eğer geri dönmezsen, babanın senin hakkında söyledikleri gerçekleşene kadar nereye gidersen git, felaket ve hayal kırıklığından başka bir şey bulamayacaksın." Kısa bir süre sonra ayrıldık; sözlerine çok az karşılık verdiğim ve bir daha onu görmediğim için nereye gittiğini bilmiyorum. Bana gelince, cebimde belli bir miktar para olduğu için karayoluyla Londra'ya gittim. Yol boyunca olduğu gibi Londra'da da hayatıma ne gibi bir yön vermem gerektiği konusunda -eve mi dönsem, denize mi açılsam diye- kendimle kıyasıya mücadele ettim. Eve gideyim diye düşündüğümde, beni bundan alıkoyan en önemli şey utanç oluyordu; komşular arasında nasıl alay konusu olacağım, sadece annemle babamı değil tanıdığım herkesi görmekten utanacağım geliyordu hemen aklıma. O zamandan beri böyle durumlarda insanları, özellikle de gençleri yönlendiren genel tavrın ne kadar da saçma ve mantıksız olduğunu sık sık gözlemlemiştim; sözgelimi, günah işlemekten utanmazlar da bu günahı işledikleri için duydukları pişmanlıktan utanırlar; yerinde bir sebeple aptal olarak anılmalarını gerektiren hareketlerden değil de akıllı olduklarının düşünülmesini sağlayacak tek şey olan eski, aptalca hareketlerinden vazgeçmekten utanırlar. Yine de hayatımın o döneminde, ne gibi bir yol seçeceğim, nasıl bir hayat süreceğim konusunda bir süre kararsız kaldım. Eve dönme konusunda duyduğum dayanılmaz isteksizlik devam ediyordu. Bir süre geçince de çektiğim zorluklarla ilgili anılanm yavaş yavaş uçup gitmeye başladı ve sönüp giden bu anılarla beraber geri dönme konusunda en ufak bir isteğim varsa bile, o da uçup gitti. En sonunda bununla ilgili düşüncelerimi tamamen bir kenara bırakarak bir deniz yolculuğu aramaya başladım. Beni daha ilk başta, kendi servetimi kazanmakla ilgili akıllıca tasarlanmamış, ham düşüncelere sürükleyerek babaevinden u-zaklaştıran ve bütün güzel öğütlere, ricalara ve hatta babamın emirlerine karşı sağır edip o garip fikirleri aklıma sokan o uğursuz etki, evet, her ne ise artık, yine o aynı etki bu sefer de karşıma1 bütün girişimler içinde en uğursuz olanını çıkardı; Afrika sahillerine giden ya da bizim denizcilerin kabaca deyişiyle Gine'ye yolculuk eden bir gemiye bindim. Bütün bu serüvenlerde en büyük talihsizliğim gemiye denizci olarak binmeyişimdi, gerçi böyle bir durumda herhangi birinden biraz daha fazla çalışmam gerekebilirdi, ama bu süre içinde en azından bir lostromonun sorumluluklarıyla görevini öğrenir ve zaman içinde, kaptanlık mertebesine ulaşamasam bile ikinci kaptan olabilirdim. Ama her zaman kötüyü seçmek kaderimde yazılı olduğu için burada da öyle yaptım; cebimde para, üstümde de iyi elbiseler olduğu için bir gemiye her zaman bir beyefendi gibi binebilirdim; ve dolayısıyla gemide ne bir işim oldu ne de bir şey öğrendim. Her şey bir yana, Londra'da şans benden yanaydı da iyi bir arkadaş çevresine düşmüştüm, benim o zamanki halim gibi başıboş ve yanlış yola sapmış gençlerin her zaman bulamayacağı bir şeydi bu; şeytan onlar için daha başlangıçta bir tuzak hazırlamayı ihmal etmezdi; ama benim başıma böyle bir şey gelmemişti. Đlk olarak daha önce Gine sahillerinde bulunmuş ve oradaki başarısı üzerine bir daha gitmeye karar vermiş bir kaptanla tanıştım, adam, yaşıma göre o kadar da mantıksız sayılmayacak konuşmalarımdan hoş-lanmıştı ve dünyayı görmek istediğimi söylediğimde onunla yolculuğa çıkarsam herhangi bir ücret ödememe gerek olmayacağını söyledi; ona yol ve yemek arkadaşlığı edeceğimi; eğer yanımda bir şeyler götürebilirsem, alışverişin elverdiği kadar bunun faydalarını görebileceğimi ve belki de teşvik bile edilebileceğimi söyledi.

Page 11: Robinson Crusoe

Bu teklif aklıma yattı; dürüst ve açıksözlü bir insan olan bu kaptanla sıkı bir dostluğa girerek onunla yolculuğa çıktım ve yanıma da ufak tefek birkaç parça mal alarak, kaptan arkadaşımın karşılık beklemeyen dürüstlüğü sayesinde kayda değer bir kazanç sağladım; kaptanın bana önerisi üzerine yanıma kırk pound'luk ufak tefek şeyler almıştım. Bu kırk pound'u da kendileriyle haberleştiğim akrabalarımdan bazılarının yardımıyla bir araya getirmiştim; onların babamı ya da en azından annemi, ilk serüvenime bu kadar olsun katkıda bulunmaya ikna ettikleri inancındayım. Bütün serüvenlerim içinde başarılı oldu- ğunu söyleyebileceğim tek yolculuğum buydu ve bunu kaptan arkadaşımın doğruluğuna ve dürüstlüğüne borçluyum; onun gemisindey-ken ayrıca matematik ve denizciliğin kurallarıyla ilgili doğru düzgün bir bilgi edindim, geminin seyrettiği yolun hesaplarının nasıl tutulacağını, gözlem yapmayı, yani kısacası bir denizcinin anlaması gereken bazı şeyleri öğrendim. Kendisi bana kimi şeyleri öğretmekten zevk aldığı için ben de öğrenmekten zevk alıyordum; sözün kısası bu yolculuk hem bir denizci hem de tüccar olmamı sağladı; serüvenimin sonunda yanımda iki buçuk kilo altın tozuyla dönmüştüm ve bu para bana Londra'da yaklaşık üç yüz pound getirdi; böylece o andan itibaren beni yıkımıma götürecek olan ihtirasla doldum. Ama bu yolculukta bile başıma talihsizlikler gelmişti; bunlardan biri de sürekli olarak hasta olmamdı; iklim aşın sıcak olduğundan tropikal iklimlerde görülen şiddetli bir beyin hummasına yakalanmıştım; çünkü temel ticaretimizi yaptığımız sahil, ekvatorun ancak 15 enlem kuzeyindeydi. Bir Gine tüccarı olma yolunda ilerliyordum artık; en büyük talihsizliğim arkadaşımın dönüşümüzden kısa bir süre sonra öl-mesiydi. Aynı yolculuğu tekrar yapmak gibi bir kararım olduğundan aynı gemiyle tekrar yola çıktım; önceki yolculukta ikinci kaptan olan kişi, şimdi geminin yönetimini eline almıştı. Bir adamın yapabileceği en uğursuz yolculuktu bu; yeni kazandığım paranın iki yüz pound'unu, ölen arkadaşımın bana çok dürüst davranan dul karısına bıraktığımdan yanımda sadece yüz pound vardı ama yine de bu yolculukta korkunç aksilikler geldi başıma; bunlardan ilki şuydu; gemimiz Kanarya Adalan'na doğru yol alırken ya da daha doğrusu Afrika sahillerine ulaşmak için bu adaların arasından geçerken Sale'*den kalkan bir Türk korsan gemisi, bizi sabahın köründe bütün yelkenlerini açmış bir şekilde kovalamaya başladı. Biz de alanımızın yettiği ya da yelken direklerimizin kaldırabildiği kadar yelken açarak kurtulmaya çalıştık; ama korsanların bize doğru epey bir yol katettiğini ve birkaç saat içinde kesinlikle bize yetişeceklerini görerek savaşmaya hazırlandık; bizim gemide on iki top varken korsanların gemisinde on sekiz top vardı. Öğleden sonra saat üç sularında bize yetiştiler ve geminin kıç tarafından yanaşmak isterken yanlışlıkla omuzluk alabandasına yanaşmaları üzerine, biz de toplarımızdan sekizini o tarafa dizerek gemiyi borda ateşine tuttuk, bu da onu sarstı. Sonra da geminin toplan ateşimize karşılık vermeye ve bordasındaki yaklaşık iki yüz adam tüfekleriyle saçma yağdırmaya başladı. Neyse ki bütün adamlarımız siperlerin arkasında olduğu için kimsenin kılına zarar gelmedi. Onlar tekrar saldırmaya hazırlanırken biz de kendimizi savunmaya hazırlandık; ama bu sefer diğer omuzluktan yanaşarak altmış adamı güvertemize indirdi, bu adamlar hemen güverteyi parçalamaya, donanımlarımızı kesmeye baş- • Rabat yakınlarında, korsanların kullandığı bir Fas limanı. ladılar. Biz de onlara, saçmalar, küçük mızraklar ve barut sandıklan yağdırarak ikinci kez güvertemizi onlardan temizledik. Ama yine de öykümüzün bu üzücü kısmını kısa kesmek gerekirse, gemimizin harap olması ve adamlanmızdan üçünün öldürülüp sekizinin yaralanması üzerine teslim olmak zorunda kaldık ve esir alınarak Mağripliler'e ait bir liman olan Sale'ye götürüldük. Orada gördüğüm muamele ilk başta endişelendiğim kadar korkunç değildi; adamlan-mızın geri kalanı gibi ülkenin yukanlanna, imparatorun sarayına götürülmemiştim. Kor-sanlann kaptanı, genç ve çevik olduğumdan beni işlerine uygun görerek kendisi için bir ödül olarak tuttu ve kölesi yaptı. Tüccarlıktan böyle sefil bir köle durumuna düşmek beni altüst etmişti; şimdi geriye dönüp babamın, sefil olacağımı ve bana yardım eli uzatacak kimse olmayacağını söylediği kehanetler içeren konuşmasını hatırlıyor ve söylediklerinin gerçekten de doğru çıktığını, durumumun bundan daha kötü olamayacağını düşünüyordum; Tann'nın gazabına uğramıştım ve hiçbir kurtuluş umudum yoktu. Ama nerede! Bu öykünün ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere şu an içinde bulunduğum durum ilerde çekeceğim sıkıntıların yanında bir hiç sayılacaktı. Yeni efendim ya da sahibim beni evine aldığı için tekrar denize açıldığında beni de yanında götüreceğine dair umutlar besliyor, adamın kaderinde eninde sonunda Đspanyol ya da Portekiz savaşçılarına yakalanmasının bulun- duğuna ve böylece özgür kalacağıma inanıyordum. Ama kısa bir süre sonra bu umudum da tükendi; çünkü denize açıldığında küçük bah-çesiyle ilgileneyim ve evindeki kölelerin yaptığı angaryaları yapayım diye beni karada bıraktı; seferden geri dönünce de gemiye bakmam için kamarada yatmamı emretti. Buradan kaçmaktan ve bunu gerçekleştirmek için hangi yolu seçeceğimden başka bir şey düşünemiyordum, ama gerçekleşme ihtimali olan tek bir yol bile bulamadım. Böyle bir düşünceyi mantıklı görmem için elimde hiçbir şey yoktu; çünkü bu konuyu açabileceğim, benimle birlikte kaçabilecek ne bir Đngiliz, ne Đrlandalı, ne de Đskoçyalı köle arkadaşım vardı; dolayısıyla iki yıl boyunca sık sık hayalini kurmakla birlikte bu fikri uygulamaya koymak için cesaret verici en ufak bir olasılık çıkmamıştı karşıma.

Page 12: Robinson Crusoe

Đki yıl sonra, özgürlüğümü geri kazanmak için bir şeyler yapma düşüncesini tekrar aklıma getiren garip bir fırsat çıktı ortaya. Duyduğuma göre parasızlıktan gemisine gerekli teçhizatı sağlayamayan ve her zamankinden daha uzun bir süredir evde yan gelip yatmakta olan efendim, hava güzelse haftada bir iki kez, bazen daha da sık olmak üzere geminin filikasını alıp balığa çıkıyor ve kürek çekmemiz için benimle genç bir Moresko'yu* da yanına alıyordu. Onu çok eğlendiriyorduk, benim de balık tutmakta çok becerikli olduğum ortaya çıkmıştı; öyle ki efendim bazen, akrabalarından bir Mağripli ile onların deyimiyle ORHAN KEMAL Mağripli'nin Đtalyancası. k HALK KÜTÜPHA^SĐ Moresko'yu da yanıma vererek kendisi için biraz balık tutmaya gönderiyordu. Bir keresinde çok sakin bir sabah yine balığa çıktığımızda, sis o kadar yoğunlaştı ki yarım fersah bile uzaklaşmadığımız halde karayı göremiyorduk; nereye, hangi tarafa gittiğimizi bilmeden bütün gün, bütün gece kürek çektik; sabah olduğunda karaya doğru gitmek yerine denize açıldığımızı ve karadan en az iki fersah uzakta olduğumuzu far-k ettik. Bununla birlikte, sabahleyin rüzgâr oldukça sert esmeye başladığı için epey çaba harcayarak ve bir de tehlike atlatarak geri dönmeyi başarabildik; ama hepimiz çok acıkmıştık. Bu talihsizlikten ötürü endişelenen efendimiz ileride daha fazla dikkat etmesi gerektiğine ve Đngiliz gemisinden aldığı uzun kayığı kendisi için ayırarak bir daha asla yanına bir pusula ve biraz da erzak almadan balığa çıkmamaya karar verdi. Bu yüzden gemisindeki benim gibi Đngiliz bir köle olan marangoza uzun kayığın ortasına, mavnalardaki gibi bir kabul odası ya da kamara ve arkasına dümen tutmak, demir atıp çekmek için duracak bir yerle, önüne de yelkenleri idare edecek bir ya da iki kişinin durabileceği bir yer yapmasını buyurdu. Kayık, kırlangıç kanadı dediğimiz bir yelkenle gidiyordu ve seren kamaranın üstünden idare ediliyordu, kamara da rahat ve alçak bir şeydi, içinde bir iki köleyle birlikte yatabileceği kadar yer; üzerinde yemek yenecek ve küçük çekmecelerine de likör gibi sevdiği içki şişelerini, özel- likle de ekmek, pirinç ve kahve koyabileceği bir masa vardı. Sık sık bu kayıkla balığa çıkıyorduk, en iyi balık tutan adamı olduğum için bensiz asla balığa çıkmıyordu. Bir keresinde o yörenin ileri gelenlerinden iki üç Mağripli'yle birlikte eğlenmek ve balık tutmak için bu kayıkla açılmaya karar verdi ve konuklan için olağanüstü hazırlıklar yaptı, bir gece önceden kayığa her zamankinden fazla erzak gönderdi; bana da gemisinden üç misket tüfekle biraz barut ve saçma alıp hazırlanmamı çünkü balıkla birlikte kuş da avlamayı tasarladıklarını söyledi. Her şeyi emrettiği gibi hazırladım ve sabaha kadar kayıkta kalıp her şeyi yıkayıp tertemiz yaptım, eski sancağı ve flamaları çektim, konuklan ağırlamak için gerekli her şeyi hazırladım. Çok geçmeden efendim kayığa tek başına gelip bana konuklannın işlerinin çıktığını, gitmeyi ertelediklerini ve konuklarını evde akşam yemeğine beklediği için her zamanki gibi adamla ve çocukla kayığa binip onlara biraz balık tutmamı ve balıklan tutar tutmaz da eve getirmemi söyledi, bütün bun-lan yapmaya hazırdım. Tam o sırada aniden kaçma fikri tekrar aklıma geldi, çünkü şimdi emrimde küçük bir gemi olacaktı; efendim gittiğinde kendimi bir balık avına değil de bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, ama bunu pek de umursamıyor-dum, nereye gidersem gideyim, oradan kurtulmaktı istediğim. Planımın ilk parçası, bir yalan atarak şu Mağripli'nin gemiye biraz yiyecek getirmesini sağlamaktı; ona efendimizin ekmeğinden yiyerek haddimizi aşmamamız gerektiğini söyledim. Bunun doğru olduğunu söyledi ve kayığa büyük bir sepet dolusu peksimet ya da çörek türü bir şeylerle üç testi taze su getirdi. Şekillerinden, efendimizin Đngiliz ganimetleri içinden aldığı belli olan şişe kasalannın da yerini biliyordum; Mağripli karadayken bun-lan da kayığa taşıyarak sanki daha önce efendimiz için oraya konulmuşlar süsü verdim. Aynca yirmi beş kilo ağırlığında büyük bir topak balmumu, bir yumak sicim, ufak bir balta, bir testere ve bir çekici de kayığa taşıdım. Bütün bunlar sonradan çok işimize yaradı, özellikle' de mum yapmak için kullandığımız balmumu. Mağripli'ye bir oyun daha oynadım ve o saf bir şekilde buna da kandı. Adı Đsmail'di, insanlar ona "Molla" diyorlardı; ben de ona 'Molla,' dedim, "kayıkta efendimizin silahlan var, biraz barutla saçma getiremez misin? Belki kendimiz için biraz alkami (bizim çulluklar gibi bir av kuşu) vururuz; efendimizin cephaneleri gemide tuttuğunu biliyorum çünkü." "Tamam, biraz getireyim," dedi ve yedi yüz elli gram kadar, belki daha da fazla barut alan büyük, deri bir torbayla iki buçuk kilo kadar saçma ve kurşun getirdi; bunlann hepsini kayığa yerleştirdi. Bu arada ben de büyük kamaranın içinde efendimize ait olan barutlan bulup kasadaki büyük şişelerden birine -bu şişe neredeyse boş olduğundan içindekileri başka bir şişeye ak- tararak- doldurmuştum; böylece gerekli olan her şeyi hazırlamış olarak balığa çıkmak üzere limandan ayrıldık. Limanın girişindeki kalede bulunan nöbetçiler kim olduğumuzu bildiklerinden bize aldırmadılar; limandan çıktıktan sonra bir mil kadar açıldık ve yelkenimizi indirip balık tutmaya başladık. Rüzgâr benim istediğimin aksine kuzey-kuzeydo-ğu'dan esiyordu; güneydoğudan esseydi, Đspanya sahillerine ulaşacağımdan emindim, en azından Cadiz Koyu'na varırdım; ama hangi yönden eserse essin, o korkunç yerden ayrılmaya ve gerisini şansa bırakmaya kararlıydım.

Page 13: Robinson Crusoe

Oltama balık takılınca, Mağripli görmesin diye onları yukarı çekmediğimden bir süre avlanıp da hiçbir şey tutamayınca ona şöyle dedim: "Böyle olmayacak, efendimize balık götüremeyeceğiz, biraz daha açılmak zorundayız." Bunda hiçbir zarar görmeyerek kabul etti ve kendisi kayığın baş tarafında olduğu için yelkenleri açtı; ben de dümene geçip bir fersah kadar açıldım ve sonra sanki balık av-layacakmış gibi durdum. Dümeni çocuğa vererek Mağripli'nin durduğu yere doğru gittim, sanki arkasındaki bir şeyle ilgileniyormuş gibi yaparak aniden kolumla, belinden kavrayarak onu küpeşteden denize atıverdim. Bir şişe mantarı gibi yüzebildiği için hemen su yüzüne çıktı, onu kayığa almam için bana yalvarmaya başladı ve benimle dünyanın her yanına gelebileceğini söyledi. Kayığın arkasından o kadar hızlı yüzüyor ve rüzgâr da o kadar hafif esiyordu ki bana çabucak yetişe- bilirdi. Bunun üzerine kamaraya girip av tüfeklerinden birini getirip ona doğrulttum; şimdiye kadar ona hiçbir zarar vermediğimi, sessiz durursa bundan sonra da vermeyeceğimi söyledim. "Ama," dedim, "karaya ulaşabilecek kadar iyi yüzüyorsun ve deniz de sakin, karaya doğru yüzmen senin için en iyisi olur, sana zarar vermeyeceğim ama kayığa yaklaşmaya kalkarsan seni alnının orta yerinden vururum, çünkü özgürlüğüme kavuşmaya kararlıyım." Bunun üzerine dönüp karaya doğru yüzmeye başladı, kolaylıkla ulaştığına hiç şüphem yok, çünkü mükemmel bir yüzücüydü. Mağripli'yi yanımda tutup çocuğu denize atmak beni daha memnun ederdi, ama Mağ-ripli'ye güvenemezdim. O gittiğinde Ksuri adındaki çocuğa döndüm ve ona şöyle dedim: "Ksuri, eğer bana sadık kalırsan, seni büyük bir adam yaparım; ama bana karşı dürüst olacağına dair yüzünü sıvazlamazsan..." -bu Muhammet ile babasının sakalı üzerine yemin etmesi demek oluyordu- "seni de denize atmak zorunda kalacağım." Çocuk yüzüme gülümseyerek o kadar masum bir tavırla konuştu ki ona güvenmemem imkânsızdı; bana sadık kalacağına ve benimle dünyanın dört bir yanma geleceğine dair yemin etti. Yüzmekte olan Mağripli'nin görüş alanında olduğum süre boyunca, yelkenleri rüzgâr tarafına açarak kayıkla denize doğru açıldım, böylece boğaza* doğru gittiğimi düşüneceklerdi -gerçekten de biraz aklı olan birinin Cebelitarık Boğazı. böyle yapması beklenirdi. Güneye, bütün bir zenci ulusunun kanolarıyla etrafımızı çevreleyip bizi yok edeceği, karaya çıkabilsek bile vahşi hayvanlar ya da onlardan daha acımasız barbar insanlar tarafından parçalanıp yeneceğimiz Berberistan kıyılan* doğru yol aldığımızı kim tahmin edebilirdi ki? Ama akşam olup hava kararır kararmaz, yönümü değiştirdim ve karayı gözden kaybetmemek için rotamı biraz doğuya çevirerek güneydoğu yönüne gitmeye başladım; güzel, serin bir meltem estiği ve deniz de durgun olduğu için o kadar çok yol aldık ki ertesi gün öğleden sonra saat üçte, ilk defa olarak karayı gördüğümde Sale'nin en az yüz elli mil güneyinde olduğumuzu düşünüyordum. Fas imparatorunun ya da daha doğrusu o civarlar-daki herhangi bir kralın topraklarının oldukça ötesindeydik; çünkü tek bir insana bile rastlamamıştık. Ama Mağripliler'den öyle korkuyor ve ellerine düşme fikriyle öyle bir dehşete kapılıyordum ki, ne durup karaya çıktım, ne de demir attım, rüzgâr güzel güzel esmeye devam ettiği için bu şekilde beş gün daha yol aldım. Sonra rüzgârın güneye dönmesiyle, peşimde herhangi bir gemi varsa artık beni kovalamaktan vazgeçtikleri sonucuna vararak kıyıya yanaşmayı göze aldım ve küçük bir nehrin ağzında demirledim. Durduğum yerin neresi, hangi enlem derecesi, hangi ülke, ulus ya da nehir olduğunu bilmiyordum. Tek bir insan • Batı Trablus ile Fas arasındaki Kuzey Afrika kıyılarına "Berberistan kıyılan" deniyordu. görmemiştim ve görmeyi de istemiyordum; istediğim tek şey içme suyuydu. Bu ırmağın ağzına akşamüstü gelmiştik; karanlık basar basmaz yüzerek karaya çıkıp buranın nasıl bir yer olduğunu anlamaya karar verdik. Ama karanlık basar basmaz, ne olduğunu bilmediğimiz birtakım vahşi yaratıklar havlama, kükreme ve uluma gibi korkunç sesler çıkarmaya başladı. Zavallı çocuk korkudan ölecekti neredeyse, bana gündüz olana kadar karaya çıkmamam için yalvardı. "Peki, Ksu-ri," dedim, "çıkmam o zaman; ama gündüz de karşımıza o yaratıklar kadar kötü insanlar çıkabilir." "O zaman biz var onları vurmak," dedi Ksuri gülerek; "hepsini kaçmak yapmak." Ksuri bizim gibi kölelerle konuşa konuşa ancak bu kadar Đngilizce öğrenmişti. Bununla birlikte, çocuğun bu kadar neşeli olduğunu görmek beni sevindirmişti ve daha da neşelendirmek için ona efendimizin kasasındaki şişelerden bir yudum içki verdim. Her şey bir yana Ksuri'nin öğüdü iyi bir öğüt olduğundan bunu tuttum; küçük demirimizi atıp bütün gece kıpırdamadan yattık. Kıpırdamadan diyorum çünkü hiç uyumadık; iki üç saat içinde türlü türlü, kocaman kocaman yaratıkların (isimlerinin ne olduğunu bilmiyorduk) deniz kenarına gelip suya girdiklerini ve serinlemek için suyun içinde debelenip yıkandıklarını gördük. O kadar iğrenç homurtular ve böğürtüler çıkarıyorlardı ki böylesini daha önce hiç duymamıştım. Ksuri çok korkmuştu, aslında ben de korkmuştum; ama bu koca yaratıklardan bi- rinin yüzerek kayığımıza doğru geldiğini duyduğumuzda daha da çok korktuk. Onu göre-miyorduk ama soluk alıp vermesinden ne kadar kocaman ve yırtıcı bir hayvan olduğunu arılayabiliyorduk. Ksuri bunun bir aslan olduğunu söyledi ve bildiğim kadarıyla olabilirdi. Zavallı Ksuri demiri çekip küreklere asılarak uzaklaşmamız için yalvardı. "Hayır, Ksuri," dedim, "şamandırayı salıp denize açılabiliriz; bizi o kadar uzağa kadar takip edemezler." Bunu der demez yaratığın (artık her ne ise) bize iki kürek boyu kadar yaklaştığını görerek şaşkınlığa kapıldım; hemen

Page 14: Robinson Crusoe

kamaraya girdim ve tüfeğimi alarak ateş ettim. Bunun üzerine hayvan geri dönüp karaya doğru yüzmeye başladı. Ama tüfeğin patlamasıyla kıyıda olduğu kadar karanın içlerinde de tarifi imkânsız, iğrenç sesler ve ulumalarla karışık o kadar korkunç bir gürültü koptu ki, bu yaratıkların daha önce hiç tüfek sesi duymadığını düşündüm. Böylece geceleyin kıyıya çıkmamızın imkânı olmadığına inanmıştım, gündüz nasıl çıkacağımız da ayrı bir meseleydi; çünkü vahşilerin eline düşmek de aslanlar ve kaplanların eline düşmek kadar kötüydü. En azından ikisinin de aynı derecede tehlikeli olduğunu biliyorduk. Bununla birlikte, kayıkta bir yudum bile suyumuz kalmadığından öyle ya da böyle su bulmak için karaya çıkmak zorundaydık; önemli olan suyu ne zaman ve nereden bula-cağımızdı. Ksuri testilerden biriyle gitmesine izin verirsem, su arayabileceğini ve bana da biraz getireceğini söyledi. "Neden sen gidiyor-muşsun?" diye sordum, "Sen kayıkta kalsan da ben gitsem olmaz mı?" Bana öyle sevgi dolu bir cevap verdi ki, birden onu daha çok sevdim. "Vahşi adamlar gelmek, beni yemek, sen kaçmak." "Peki, Ksuri," dedim, "ikimiz beraber gideceğiz ve vahşi adamlar gelirse, onları öldüreceğiz, ne seni ne de beni yiyemeyecekler." Ksuri'ye yemesi için bir parça peksimet ve efendimizin daha önce bahsettiğim kasasındaki şişelerden bir yudum içki verdim; kayığı da uygun olduğunu düşündüğümüz bir yere kadar kıyıya yaklaştırdık. Yanımıza iki su testisinden başka bir şey almadan yürüyerek karaya çıktık. Ben vahşilerin kanolanyla nehirden aşağı gelmelerinden korktuğum için kayığı gözden kaybetmek istemiyordum, ama çocuk bir kilometre ötede alçak bir yer görerek oraya gitti ve bir süre sonra koşarak bana doğru geldiğini gördüm. Vahşilerin onu kovaladığını ya da vahşi bir hayvandan korktuğunu sanarak yardım etmek için ona koştum. Ama yaklaştığımda omzunda bir şey asılı olduğunu gördüm; yabantavşanına benzeyen bir hayvan vurmuştu ama bunun rengi farklıydı, bacakları da daha uzundu. Ne olursa olsun, buna çok sevindik; eti de iyiydi; ama zavallı Ksu-ri'nin bana söylemek istediği, esas sevindiği şey su bulması ve hiç vahşi hayvan görmemiş olmasıydı. Ama daha sonra su için o kadar uğraşmamıza gerek olmadığını anladık, çünkü ağzında bulunduğumuz ırmağın biraz yukansın- 1 da, deniz suyu çekilince güzel ve temiz bir su aktığını anladık. Böylece testilerimizi doldurduk ve tavşanla da güzel bir ziyafet çekip o çevrede herhangi bir insana ait hiçbir ayak izi olmadığını görerek yolumuza gitmeye hazırlandık. Bu kıyılara daha önce de bir yolculuk yaptığım için Kanarya Adalan'nın ya da Yeşilbu-run Adalan'nın bu sahillerden pek uzak olmadığını biliyordum. Ama hangi enlemde olduğumuzu ölçecek herhangi bir aletim olmadığı gibi, bu adaların hangi enlemlerde olduğunu tam olarak bilmediğim ya da en azından hatırlamadığım için onları nerede arayacağımı ya da denize açıldığımda oraya ulaşmak için hangi yolu tutacağımı da bilmiyordum; yoksa şimdi bu adalardan herhangi birini kolaylıkla bulabilirdim. Ama bu kıyıyı izleyerek Đngilizlerin ticaret yaptığı bölgeye varırsam, her zamanki ticaret yollan üzerinde seyretmekte olan, bize yardım edecek bir gemiye rastlamayı umut ediyordum. Hesaplanma göre şu anda en iyi ihtimalle, Fas Đmparatoru'nun ülkesiyle zencilerin topraklan arasında, çorak ve vahşi hayvanlar dışında kimsenin yaşamadığı ıssız bir yerde olmalıydık. Zenciler Mağripliler'den korktuklan için bu bölgeyi terk edip daha güneye gitmişler, Mağripliler de çoraklığından ötürü yerleşmeye değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da burayı, sayısız kaplan, aslan, leopar ve diğer vahşi hayvanlar yüzünden terk etmişlerdi; bu yüzden Mağripliler de bu bölgeyi yalnızca iki üç bin kişilik ordularla geldikleri za- man avlanmak için kullanıyorlardı. Gerçekten de bu kıyı boyunca aşağı yukan yüz mil gitmiş ama gündüzleri çorak ve ıssız bir topraktan başka bir şey görmezken geceleri de vahşi hayvanlann uluyup hırlamalanndan başka bir şey duymamıştık. Gündüz vakti, bir iki kez Kanaryalar'daki Teneriffe Dağı'nın en yüksek tepesi olan Te-neriffe'yi gördüğümü sandım ve oraya ulaşma umuduyla kayığı o tarafa yöneltmeye karar verdim, ama iki kez denedikten sonra ters esen rüzgâr ve küçük gemim için fazla yüksek olan dalgalar dolayısıyla başanlı olamadım. Bu yüzden ilk planıma geri dönüp kıyıyı takip etmeye karar verdim. Đlk yerden aynldıktan sonra, taze su bulmak için birkaç' kez daha karaya çıkmak zorunda kaldık. Bir keresinde de sabahın erken saatlerinde, oldukça yüksek bir kara parçasının altında demir atmış, sulann yükselme zamanı olduğu için daha içeri girebilmeyi bekliyorduk. Belli ki gözleri etrafı benimkilerden daha çok tarayan Ksuri yavaşça bana seslendi ve kıyıdan uzaklaşmamızın daha iyi olacağını söyledi. "Çünkü," dedi, "bak, ötedeki şu tümseğin yanında korkunç bir canavar yatmış, uyuyor." Gösterdiği yere baktım ve gerçekten de korkunç bir canavar gördüm. Kıyının kenannda, tümseğin üzerinde asılı gibi duran bir kaya çıkıntısının gölgesi altında uyuyan koskocaman bir aslan vardı. "Ksuri," dedim, "karaya çıkıp öldür şunu." Ksuri korktu ve "Ben, öldürmek! Bir ağızda var beni yutmak o," dedi; bir lokmada demek isti-

Page 15: Robinson Crusoe

yordu. Çocuğa kıpırdamadan yatmasını söyledim ve başka da bir şey demedim. Neredeyse misket tüfeği sayılacak en büyük tüfeğimizi alıp bol bol barut ve iki kurşunla doldurarak bir kenara bıraktım; sonra bir tüfeği daha iki kurşunla doldurdum ve üçüncüye de (üç tüfeğimiz vardı çünkü) üç küçük kurşun koydum. Aslanı başından vurabilmek için, birinci tüfekle elimden geldiğince iyi nişan aldım, ama aslan bir pençesini burnunun biraz üstüne kaldırmış, öyle bir şekilde yatıyordu ki kurşunlar dizine rastlayarak kemiğini kırdı. Đlk başta kükreyerek yerinden kalktı ama bacağı kırılmış olduğundan tekrar yere düştü ve sonra üç bacağı üzerinde ayağa kalkarak hayatımda duyduğum en çirkin kükreyişi kopardı. Onu başından vuramadığım için biraz şaşırmıştım. Ama hemen ikinci tüfeği aldım ve kaçmaya başlamış olmasına rağmen tekrar kafasına ateş ettim; yere düştüğünü, daha az ses çıkardığını ve can çekiştiğini görünce sevindim. Sonra Ksuri cesaret bularak karaya çıkmak istedi. "Peki, git," dedim; böylece oğlan suya atladı ve küçük tüfeği de bir eline alarak tek eliyle kıyıya yüzdü, yaklaştığında tüfeğin namlusunu hayvanın kulağına dayayarak kafasına bir kez daha ateş edip işini bitirdi. Bu, bizim için gerçekten bir oyun olmuştu ama işin içinde yiyecek yoktu ve bize hiçbir faydası dokunmayacak bir hayvana üç atışlık barut ve kurşun harcadığımıza çok üzüldüm. Yine de Ksuri hayvanın bir parçasını alacağını söyledi ve ona baltayı vermemi istedi. "Ne için, Ksuri?" dedim. "Ben var onun kafasını kesmek," dedi. Bununla birlikte kafasını kesmeyi başaramadı, ama bir ayağını keserek yanında getirdi. Bu ayak gerçekten tam bir canavar ayağıydı. Bununla birlikte bir şekilde derisinin belki işimize yarayacağı geldi aklıma ve becere-bildiğim kadarıyla derisini yüzmeye karar verdim. Böylelikle Ksuri ve ben aslanın yanına gidip işe koyulduk. Ksuri bu konuda benden çok daha becerikliydi; çünkü ben deri yüzmesini hiç bilmiyordum. Bu iş bütün günümüzü aldı, ama sonunda derisini çıkardık ve kamaranın üzerine serdik, güneşin iki gün içinde tamamen kuruttuğu deri sonradan benim için yatak vazifesi gördü. Bu duraklarriadan sonra, on on iki gün boyunca durmadan güneye yol aldık, azalmaya başlayan yiyeceğimizi çok tutumlu kullanıyor ve su almak zorunda kalmadığımız sürece karaya çıkmıyorduk. Amacım Gambia Nehri'ne ya da Senegal'e varmaktı -yani Ye-şilburun yakınlarındaki herhangi bir yere-oralarda da Avrupa'dan gelen bir gemiye rastlamayı umut ediyordum. Bir gemiye rastlaya-mazsak adaları aramak ya da zencilerin arasında yok olmaktan başka ne yapardım, bilmiyordum. Gine sahillerine, Brezilya'ya ya da Doğu Hindistan'a giden bütün Avrupa gemilerinin bu burundan ya da adalardan geçtiğini biliyordum; kısacası bütün kaderim tek bir noktaya bağlıydı, ya bir gemi bulacak ya da yok olup gidecektim. Bu karara varmamdan on gün kadar son- ra, kıyıda insanların yaşadığını görmeye başladım; geçtiğimiz iki ya da üç yerde kıyıda durmuş bize bakan insanlar görmüştük. Ayrıca bu insanların oldukça kara ve çırılçıplak olduklarını da görebiliyorduk. Bir keresinde karaya çıkıp onlarla konuşmaya niyetlendim ama akıl hocam Ksuri, "Yok gitmek, gitmek yok," dedi. Yine de onlarla konuşabileceğim kadar kıyıya yanaştım ve kıyı boyunca epey bir arkamızdan koştuklarını gördüm. Silahları yoktu, elinde uzun ince bir sırık taşıyan biri hariç. Ksuri bunun bir mızrak olduğunu ve iyi nişan alarak bu mızrağı çok uzaklara atabildiklerini söyledi. Ben de belli bir uzaklıkta kaldım ve elimden geldiğince işaretlerle onlarla konuşmaya çalıştım, özellikle de yiyecek bir şeyler anlamına gelen işaretler yaptım. Onlar da bana kayığı durdurmamı ve biraz et getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenin üst tarafını indirdim ve bekledim; ikisi karanın içlerine doğru koştu ve yarım saat geçmeden yanlarında iki parça kurutulmuş et ve biraz da tahıl getirdiler. Bunlar kendi topraklarına özgü ürünler olduğundan iki şeyin de ne olduğunu bilmiyorduk. Kabul etmeye hevesli olmamıza rağmen bu sefer de nasıl alacağımız sorun oldu, çünkü ben karaya, yanlarına gitmeyi göze alamıyordum, ayrıca onlar da bizim kadar korkuyordu. Ama hepimiz için güvenli bir yol buldular; yiyecekleri kıyıya bırakıp epey bir uzağa gittiler ve biz onları kayığa götürene kadar orada bekleyip sonra tekrar bize yaklaştılar. Karşılık olarak onlara vereceğimiz bir şey olmadığından el kol işaretleriyle teşekkür ettik. Ama tam o anda onları çok mutlu etmemizi sağlayacak bir fırsat çıktı; biz daha kıyıdan ayrılmamışken iki kocaman hayvan ortaya çıktı. Dağların oradan geliyorlardı ve (anladığımız kadarıyla) biri diğerini büyük bir çılgınlıkla denize doğru kovalıyordu; erkek dişiyi mi kovalıyordu, oynuyorlar mıydı, kızgın mıydılar; bu, sıradan bir şey miydi yoksa olağanüstü bir şey miydi, anlayamadık, ama sanırım ikincisiydi; çünkü, bir kere bu yırtıcı hayvanlar gündüzleri pek seyrek ortaya çıkarlardı. Bir de insanlar, özellikle de kadınlar çok korkmuştu. Elinde mızrak ya da ok gibi bir şeyi olan adam hariç herkes kaçmıştı. Bununla birlikte iki hayvan doğruca suya koştu, zencilere saldıracak gibi görünmüyorlardı, eğlenmek için gelmiş gibi denize dalıp yüzmeye başladılar. Sonunda, birisi kayığa umduğumdan daha fazla yaklaşmaya başladı ama buna karşı hazırlıklıydım, çabucak tüfeğimi doldurdum ve Ksuri'ye de diğer ikisini doldurmasını söyledim. Hayvan tüfeğimin menziline girer girmez ateş ettim ve onu kafasından vurdum. Hemen suyun içine gömüldü ama anında tekrar yüzeye çıktı ve can çekişi-yormuş gibi batıp çıkmaya başladı; gerçekten de can çekişiyordu. Karaya doğru gitmeye başladı ama hem yarası ölümcül olduğu hem de çok fazla su yuttuğu için kıyıya varmasına çok az bir mesafe kaldığında öldü.

Page 16: Robinson Crusoe

Tüfeğimin çıkardığı gürültü ve ateş karşısında bu zavallı yaratıkların duyduğu şaşkınlığı ifade etmek mümkün değil. Kimileri kor- kudan neredeyse ölecekti ve dehşetten kendilerini ölü gibi yere attılar. Ama hayvanın ölüp de suda battığını, benim de onlara yaklaşmalarını işaret ettiğimi gördüklerinde cesaret bulup kıyıya geldiler ve yaratığı aramaya başladılar. Suyu bulandıran kanından yaratığın yerini buldum ve bir ipi etrafına dolayıp çekmeleri için zencilere verdim. Onu çekerek kıyıya götürdüler. Hayranlık verici bir güzellikte, benekli, çok ilginç bir leopardı bu. Zenciler onu öldürmek için kullandığım şeyin ne olduğunu anlayamayarak şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıyorlardı. Tüfekten çıkan ateş ve gürültüden korkan diğer hayvan kıyıya yüzüp doğruca geldikleri dağlara kaçmıştı; o kadar uzaktan onun ne tür bir hayvan olduğunu anlayamamıştım. Zencilerin bu hayvanın etini yiyebileceklerini anladım hemen. Ben de onlara bir iyilik olsun diye hayvanı vermeye istekliydim; onu alabileceklerine dair el kol işaretleri yaptığımda çok memnun oldular. Hemen hayvanın başına toplandılar, bıçaklan yoktu ama keskinleştirilmiş bir tahta parçasıyla derisini kolayca yüzdüler, öyle ki bizim bıçakla yapabileceğimizden çok daha kolaylıkla yaptılar bunu. Etin bir parçasını bana vermeyi teklif ettiklerinde reddettim, ama deriyi alabileceğime dair işaretler yaptım. Deriyi seve seve verdiler ve kendi erzaklarından bir dolu daha getirdiler. Ne olduğunu anlamadığım halde kabul ettim. Sonra biraz su istediğimi gösterecek işaretler yaptım ve testilerimden birini onlara doğru tutarak boş oldu- ğunu ve doldurulmasını istediğimi göstermek için baş aşağı çevirdim. Hemen arkadaşlarından bazılarına seslendiler ve iki kadın topraktan yapılıp güneşte pişirilmiş olduğunu düşündüğüm büyük bir kap getirdiler. Daha önce olduğu gibi bunu benim için kıyıya bıraktılar ve ben de Ksuri'yi testilerle kıyıya göndererek üçünü de doldurttum. Kadınlar da erkekler gibi çırılçıplaktı. Her ne olursa olsun, artık bazı kökler, tahıl ve su temin etmiştim. Arkadaş canlısı zencilerimden ayrılarak karaya uğrama gereği duymadan on bir gün daha yol almıştım ki dört beş fersah önümde büyük bir kara parçasının denize doğru çıkıntı yaptığını gördüm. Deniz de çok durgun olduğundan bu noktaya ulaşmak 'için karanın etrafından epey bir açıldım. Karadan iki fersah kadar uzaklaştığımda diğer tarafta da denize doğru uzanan bir kara parçası olduğunu gördüm; sonra bunun Yeşilburun ve isimlerini bu burundan alan Yeşilburun Adaları olduğu sonucuna vardım; aslında bundan emindim. Ama çok uzaktaydılar ve yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu bilmiyordum; sert bir rüzgâr çıkarsa ne birine ne de öbürüne ulaşabilirdim. Bu ikilem dolayısıyla düşüncelere dalarak kamaraya girip oturdum. Dümeni Ksuri idare ediyordu; tam o sırada çocuğun bağırdığını duydum. "Efendi, efendi, yelkenli bir gemi!" Aptal çocuk, bunun efendisinin bizi yakalamaları için gönderdiği gemilerden biri olduğunu sanarak korkudan şaşkına dönmüş- tü. Oysa ben onların ulaşamayacağı kadar uzakta olduğumuzu biliyordum. Kamaradan dışarı fırladım ve gemiyi görür görmez bir Portekiz gemisi olduğunu anladım; zencilerle ticaret yapmak için Gine sahillerine gidiyor olmalıydı. Ama tuttuğu yolu fark ettiğimde, başka bir tarafa gittiğini ve bu taraflara hiç yaklaşmayacağını hemen anladım. Mümkün olursa onlarla konuşmaya karar vererek elimden geldiğince denize açıldım. Tüm yelkenleri açmış olmama rağmen ye-tişemeyeceğimi, onlara bir işaret bile veremeden geçip gideceklerini fark ettim. Yelkenleri sonuna kadar açtığım halde tam umutsuzluğa kapılmaya başladığım sırada, anlaşılan onlar dürbünleriyle beni görmüşler ve kayığımız Avrupa tarzında olduğu için, kazaya uğrayan bir gemiye ait olduğunu düşünmüşlerdi. Böylece onlara yetişmem için yelkenlerinin bir kısmını indirdiler. Tehlike işareti olarak, efendimin kayıktaki sancağını açtım ve silahı ateşledim. Bunların ikisini de görmüşlerdi, çünkü sonradan bana silahın sesini duymadıkları halde dumanı gördüklerini söylediler. Bu işaretler üzerine, büyük bir iyilik edip yelkenlerini indirerek beni beklediler ve yaklaşık üç saat içinde onlara yetiştim. Bana Portekizce, Đspanyolca ve Fransızca kim olduğumu sordular, ama bu dillerden hiçbirini anlamıyordum. En sonunda gemideki Đskoçyalı bir denizci benimle konuştuğunda ona cevap verebildim ve Đngiliz olduğumu, Sale'den, Mağripliler'in elinden, kölelikten kaçtığımı anlattım. Sonra beni gemiye ça- ğırdılar ve bütün eşyalanmla birlikte gemiye alma iyiliğini gösterdiler. Đçinde bulunduğum o perişan ve neredeyse umutsuz durumdan kurtulmaktan dolayı kelimelerle ifade edilmesi imkânsız bir sevinç duyduğuma herkes inanacaktır. Beni kurtarmasının karşılığında, hemen geminin kaptanına sahip olduğum her şeyi vermeyi teklif ettim. Ama kendisi cömertçe benden hiçbir şey almayacağını ve Brezilya'ya vardığımızda bütün eşyalarımın güvenli bir şekilde bana teslim edileceğini söyledi. "Çünkü," dedi, "senin hayatını sadece insani duygularla kurtardım; bir gün bakarsın ben de aynı duruma düşerim. Ayrıca, seni Brezilya'ya, kendi ülkenden o kadar uzak bir yere götürürken elindeki her- şeyi alırsam, orada açlıktan ölürsün ve o zaman da hayatını kurtarmış olmamın hiçbir anlamı kalmaz. Hayır, hayır, Senyör Inglese," diye devam etti, "Bay Đngiliz, seni oraya hayrına götüreceğim. Sen de oraya vardığımızda rızkını ve eve dönüş paranı çıkartırsın." Bu teklifiyle gösterdiği iyiliği gerçekten de harfi harfine yerine getirdi. Çünkü denizcilere benim eşyalarımdan hiçbirine dokunulma-masını emretti. Sonra da her şeyi kendi üzerine aldı ve daha sonra bunları geri alabileyim diye üç toprak testiye varıncaya kadar her şeyin yazılı olduğu bir liste verdi bana.

Page 17: Robinson Crusoe

Kayığımı görünce, onun çok kaliteli bir şey olduğunu anlayarak gemide kullanmak için satın almak istediğini söyledi ve kaç para istediğimi sordu. Bana karşı her konuda bu kadar cömert davrandığından kayık için ücret talep edemeyeceğimi, kendisine karşılıksız vereceğimi söyledim. Bunun üzerine bana, kayık için Brezilya'da seksen tane sekizlik* ödemek üzere bir senet vereceğini ve oraya vardığımızda daha fazla teklif edecek olan çıkarsa bu parayı artıracağını söyledi. Bana ayrıca, adamım Ksuri için de altmış adet sekizlik teklif etti, ama ben bu parayı almayı hiç istemiyordum. Ksuri'yi kaptana bırakmak istemiyor değildim, ama kendi özgürlüğümü kazanmamda bana bu kadar bağlılıkla yardım eden zavallı çocuğun özgürlüğünü satmak düşüncesi beni tiksindiriyordu. Bununla birlikte, sebeplerimi bildirdiğimde kaptan bana hak vererek şu ara yolu önerdi: Hıristiyan olursa on yıl içinde onu serbest bırakacağına dair çocuğa söz verecekti. Bunun üzerine, Ksuri de onunla kalmaya istekli olduğunu söyleyince onu kaptana bıraktım. Brezilya yolculuğumuz çok iyi geçti ve yaklaşık yirmi iki gün sonra Todos los Santos** ya da Bütün Azizler Koyu'na vardık. Hayatımın en sefil durumundan böylece bir kez daha kurtulmuştum ve artık bundan sonra ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu. Kaptanın benim için yaptığı bütün o cömertlikleri ne kadar anlatsam azdır. Yolculuk için benden hiçbir şey almadığı gibi, bir de kayığımdaki leopar postu için yirmi duka, aslan postu için de kırk duka verdi. Gemideki eşyalarımın hepsinin de bana eksiksiz geri • Gümüş Đspanyol parası. ** O sıra Brezilya'nın başkenti olan San Salvador limanı. verilmesini sağladı ve satmak istediğim ne varsa hepsini satın aldı. Şişe kasası, silahlarımın ikisi ve bir topak balmumu -geri kala-nıyla mum yapmıştım- da dahil olmak üzere, bütün eşyalarımdan yaklaşık iki yüz yirmi adet sekizlik kazandım ve cebimde bütün bu parayla Brezilya'ya ayak bastım. Brezilya'ya varmamın üzerinden fazla bir süre geçmeden, kaptan beni kendisi gibi iyi ve dürüst bir adamın evine yerleştirdi. Bu adamın ingenio denilen bir çiftliği ve şeker imalathanesi vardı. Bir süre bu adamla yaşadım ve ekip biçmeyi, şeker imalatını öğrendim. Bu çiftçilerin ne kadar iyi yaşadıklarını ve birden nasıl da zengin olduklarını gördüğümde orada yerleşme izni alabilirsem ben de çiftçi olmaya ve bir yandan da Londra'da bıraktığım parayı almanın yollarını aramaya karar verdim. Bu amaçla, bir tür yurttaşlık belgesi alarak paramın yettiği kadar, işlenmemiş toprak aldım ve Đngiltere'den geleceğini düşündüğüm paranın yeteceği bir üretim ve yerleşim planı yaptım. Wells adında, Đngiliz asıllı ama Lizbon'dan gelen Portekizli bir komşum vardı; onun durumu da aynı benimki gibiydi. Ona komşum diyordum, çünkü çiftliği hemen benimkinin yanındaydı ve çok iyi anlaşıyorduk. Onunki gibi benim de param azdı ve iki yıl boyunca ancak kendi karnımızı doyuracak kadar ekim yapabilmiştik. Bununla birlikte, kazancımız artmaya, toprağımız da düzene girmeye başladığından üçüncü yıl biraz tütün ektik ve ertesi yıl şekerkamışı ekmek üzere ikimiz de büyük birer tarla hazırladık. Ama ikimizin de yardıma ihtiyacı vardı ve şimdi adamım Ksu-ri'den ayrılmakla hata ettiğimi her zamankinden daha iyi anlıyordum. Ama nerede! Hiçbir zaman doğru şeyi yapmayan benim gibi bir insan için hata yapmak hiç de şaşılacak bir şey değildi. Devam etmekten başka çarem yoktu. Uğruna bütün güzel öğütlere karşı gelerek babaevimi terk edip hayata taban tabana zıt, yeteneklerime çok uzak bir işe atılmış; üstelik, tam da babamın bana daha önceden salık verdiği orta tabaka hayata -ya da aşağı tabaka hayatın en üst düzeyine- girivermiştim. Böyle yaşamaya önceden karar vermiş olsaydım, hem evimde kalmış, hem de uzak diyarlarda kendimi harap etmemiş olurdum. Bunu altı bin beş yüz kilometre uzakta, dünyanın hiçbir yeriyle haberleşemeyeceğim, ıssız bir yerde, yabancılar ve vahşilerin arasında yapacağıma; Đngiltere'de, dostlarımın arasında da yapabileceğimden yakınıyordum sık sık kendi kendime. Đçinde bulunduğum duruma bakıp çok büyük pişmanlıklar duyuyordum. Ara sıra görüştüğüm komşumdan başka konuşacak kimsem yoktu. Dişimle tırnağımla çalışmaktan başka bir şey yapamazdım. Gemisi kazaya uğrayıp da ıssız bir adaya düşmüş, yapayalnız bir adam gibi yaşadığımı düşünüyordum. Ama bu nasıl da aynen gerçek oldu! Meğer, kendi durumunu daha kötü şartlar altındaki başkalarıyla karşılaştırmadan önce ciddi ciddi düşünmek gerekiyormuş; Tanrı bir değiş tokuş yapıp bu kişinin önceden daha mutlu olduğunu yaşayarak kabullenmesini sağlayabilirmiş. Diyorum ki, düşündüğüm o ıssız adadaki gerçek yalnız hayat nasıl da benim kaderimde yerini buldu; devam etseydim her koşulda beni mutluluğa ve zenginliğe boğacak olan bu hayatı, haksız bir şekilde bir ıssız ada hayatıyla ne kadar da sık karşılaştırıyordum. Denizde beni gemisine alan iyi yürekli kaptan arkadaşım, gemiyi yüklemek ve yolculuğa hazırlanmak için yaklaşık üç ay Brezilya'da kalmıştı ve o yola çıkmadan önce ben de çiftlik işini idare edecek kadar yerleşmiştim. Ona küçük bir miktar paramı Londra'da bıraktığımı söylediğimde, bana dostça ve içten bir tavsiyede bulundu: "Senyör Inglese," dedi -bana hep böyle hitap ediyordu- "Londra'da paranız kimdeyse, ona bir mektup yazıp paranızı Lizbon'a, benim bildireceğim kişilere, bu ülkede geçerli olacak mallar halinde göndermesini söyler ve

Page 18: Robinson Crusoe

burada bana gerekli mektupları ve bir de vekâlet belgesi verirseniz, dönüşte bu mallan Tann'nın izniyle size getiririm. Ama insanın başına her türlü uğursuzluk ve felaket gelebileceği için size sadece, paranızın yansı olan yüz pound'u getirtmenizi öneririm. Đlk yansının başına bir şey gelmez ve güvenli bir şekilde elinize geçerse, kalanının da aynı yoldan gönderilmesini isteyebilirsiniz. Ama bir terslik çıkar da bu para yolda kaybolup giderse, elinizde en azından paranın ikinci yansı kalır." Bu, çok sağlam bir öğüt olduğu ve pek de dostça göründüğü için seçilecek en iyi yolun bu olduğuna inanmamak elde değildi. Böylece Portekizli kaptanın söylediği gibi, paramı bıraktığım hanımefendi için bir mektup ve kaptanın kendisi için de bir vekâlet belgesi hazırladım. Đngiliz kaptanın dul karısına, serüvenlerimi bütün ayrıntılarıyla anlatan bir mektup yazdım; köleliğimi, kaçışımı, denizde Portekizli kaptan ile karşılaşmamı, onun ne kadar büyük bir insanlık ettiğini ve o sırada ne gibi bir durum içinde bulunduğumu yazıp paramın gönderilmesiyle ilgili gerekli bütün bilgileri de ekledim. Ve bu dürüst kaptan, Lizbon'a vardığında, orada bulduğu bazı Đngiliz tüccarlar aracılığıyla Londra'daki başka bir tüccara hem haberimi hem de bütün hikâyemi ulaştırmıştı. Londra'daki tüccar da bütün bunları kaptanın karısına iletmiş; bunun üzerine kadın da sadece parayı göndermekle kalmamış, bir de Portekizli kaptana, bana gösterdiği insanlık ve iyilik için kendi cebinden çok güzel bir hediye göndermişti. Londra'daki tüccar, bu yüz pound'u Đngiltere'de kaptanın yazdığı gibi mala çevirerek doğruca ona, Lizbon'a göndermişti. Kaptan da bütün bunları güvenli bir şekilde bana, Brezilya'ya getirmişti. Bu malların arasına benim isteğim dışında (çünkü ben bunları düşünemeyecek kadar acemiydim işimde) çiftliğim için her tür demir araç gereç ve çiftlik aletlerini de dahil etme düşünceliliğinde bulunmuş ve bu aletler gerçekten de çok işime yaramıştı. Bu mallar geldiğinde çok sevinip artık hiçbir sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüm. Ayrıca, iyi yürekli vekilharcım -kaptan- arkadaşımın kendisine hediye olarak gönderdiği beş pound'u da bana altı yıl hizmet etmek üzere bir hizmetkâr tutmaya yatırmış ve kendi ürünüm olduğu için ona zorla kabul ettirdiğim birazcık tütünden başka hiçbir karşılık almamıştı. Dahası vardı; bütün mallarım, bu ülkede özellikle aranan ve değerli kabul edilen elbise, kumaş ve çuha gibi Đngiliz yapımı ürünler olduğu için, bunları büyük kâr elde ederek sattım; diyebilirim ki eşyaların ilk değerinin dört kat fazlasını kazandığım ve şimdi zavallı komşumun son derece ilerisinde -yani çiftliğimin gelişimi a'çısından demek istiyorum-olduğum için ilk iş olarak kendime bir zenci köleyle bir Avrupalı hizmetkâr aldım; yani kaptanın bana Lizbon'dan getirdiği hizmetkârın yanı sıra. Ama kötü kullanılan bir servet çoğunlukla en büyük sıkıntılarımızın sebebi haline gelir ya, benim durumumda da böyle oldu. Ertesi yıl da çiftliğimde çok başarılı oldum. Komşularımın ihtiyaçları için ayırdıklarımın dışında kendi toprağımda elli büyük balya tütün yetiştirmiştim ve her biri elli kilonun üzerinde olan bu elli balya, güzelce hazırlanmış bir şekilde Lizbon'dan gelecek filoyu bekliyordu. Đşim ile servetim arttıkça kafam da -aslında genellikle en akıllı işadamlarının bile yıkımına sebep olabilecek- projeler ve taşanlarla dolup taşmaya başlamıştı. O zaman yaşadığım hayatı sürdürseydim, her türlü mutluluğu elde edebilirdim, çünkü içinde bulunduğum durum, babamın sakin ve fırtınasız bir hayat olarak öğütleyip orta tabaka hayatı diye adlandırdığı hayatın ta kendisiydi. Ama ben başka şeylerle uğraştım ve başıma gelecek felaketleri kendi elimle hazırladım; özellikle de beni bekleyen talihsiz olaylarda kendi payımı artıracak ve kendime iki kat daha fazla kızmama sebep olacak şeyleri yapmakta sınır tanımadım. Bütün bu talihsizliklerin sebebi, yine benim dünyayı dolaşmak gibi budalaca bir arzuya inatla bağlı kalmam ve o sırada Doğa ile Tann'nın elbirliğiyle karşıma çıkardığı hayat şartlarını ve gelecek umutlarını basitçe ve güzelce takip ederek kendime iyilik etmek ve görevimi yapmak yerine, bu arzunun peşinden koşmamdı. Bir zamanlar anne ve babamdan kaçtığımda yaptığım gibi, şimdi de hoşnut olmama imkân yoktu. Doğanın izin verdiğinden daha hızlı yükselme gibi sabırsız ve alçakgönüllülükten uzak bir amaç uğruna, yeni çiftliğini işleten zengin ve başarılı bir adam olmak gibi güzel bir düşünceyi bir kenara bırakmak zorundaydım. Tekrar kendimi bir insanın düşebileceği ve belki de ömrüyle sağlığını tüketeceği sefil uçurumların en derinine attım. Gelelim öykümün bu bölümünün ayrıntılarına. Tahmin edeceğiniz gibi yaklaşık dört yıldır Brezilya'da yaşıyordum ve çiftliğimde başarılı olmaya, servetimi de artırmaya başlamıştım. Bu arada sadece oranın dilini öğ- renmekle kalmamış, çiftçi arkadaşlarımın yanı sıra, limanımız olan St. Salvador'daki tüccarlar arasında da tanıdıklar ve arkadaşlar edinmiştim. Onlarla konuşmalarımızda sık sık Gine sahillerine yaptığım iki yolculuğu ve orada zencilerle nasıl ticaret yapıldığını; o sahillerde boncuk, oyuncak, bıçak, makas, balta, cam parçalan gibi ufak tefek şeyler karşılığında yalnız altın tozu, Gine baharatı, fildişi değil, Brezilya hizmetinde çalıştırılmak üzere çok sayıda zenci köle de alınabileceğini anlatıyordum. Konuşmalarımı, özellikle de zenci köle alımıyla ilgili kısımları her zaman büyük bir dikkatle dinliyorlardı. O zamanlar zenci ticareti pek fazla girişilen bir iş olmadığı gibi bir de sadece Đspanya ile Portekiz krallarının as-

Page 19: Robinson Crusoe

siento'su ya da izniyle yapıldığı ve sadece devletin tekelinde olduğu için çok az zenci getirilebiliyor, bunlar da aşın pahalıya mal oluyordu. Bir gün, bazı tüccar ve çiftçi arkadaşlanm arasında yine büyük bir ciddiyetle bu konulardan bahsetmiştim. Ertesi sabah bu arka-daşlanmdan üçü bana gelip önceki gece anlattığım şeyler üzerine derin derin düşündüklerini ve bana gizli bir teklifte bulunacaklan-nı söylediler. Bu konunun gizliliğini bana sıkı sıkıya tembihledikten sonra, Gine'ye gitmek için bir gemi hazırlamaya karar verdiklerini; hepsinin benim gibi çiftlikleri olduğunu ve ırgat yokluğundan çektikleri sıkıntıyı hiçbir şeyden çekmediklerini; yapılmaması gereken bir ticaret olduğu için eve döndüklerinde zencileri açıktan açığa satamayacaklannı; bu yüzden de tek bir yolculuk yapıp zencileri özel olarak getirerek kendi çiftlikleri arasında bölüştüreceklerini söylediler. Kısacası Gine sahillerindeki ticaret işini yönetmek üzere yük memuru olarak gemilerine katılıp katılmayacağımı sordular ve bana, para vermeme hiç gerek olmadan onların payına eşit sayıda zenci vermeyi teklif ettiler. Đtiraf etmek gerekiyor ki bu çok güzel bir öneriydi; kendisine ait bir düzeni ve ilgilenmesi gereken bir çiftliği olmayan biri için hatırı sayılır, iyi bir kazanç elde etmenin güzel bir yoluydu. Bana gelince; düzenini kurmuş, işlerini yoluna koymuş bir insan olarak üç dört yıl daha başladığım gibi çalışmaktan ve Đngiltere'deki diğer yüz pound'umu getirtmekten başka yapacak şeyim yoktu. Bu küçük ek parayla da varlığımın o zamana kadar üç dört bin pound'u bulmasını engelleyecek hiçbir şey olmazdı. Üstelik, bu para daha da artardı; benim gibi biri için böyle bir yolculuğu düşünmek, bir adamın yapabileceği en büyük saçmalıktı. Ama ben kendi kendimi mahvetmek için dünyaya geldiğimden; babamın güzel öğütlerinin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığı zamanlarda ilk abuk subuk düşüncelerimi bir tarafa bırakmayı nasıl başaramadıysam, bu teklife de dayanamadım. Kısacası onlara, yokluğumda çiftliğimle ilgilenmeyi ve başıma bir şey gelirse de çiftliği önceden belirteceğim şekilde satmayı kabul ederlerse, seve seve gideceğimi söyledim. Hepsi bunu yapmaya söz verdi. Sözlerini yerine getirmek için de bazı belgeler ve sözleşmeler yazmaya giriştiler. Ben de ölürsem diye, çiftliğimi ve mallarımı tanzim eden bir vasiyetname hazırlayıp daha önce olduğu gibi bu sefer de, hayatımı kurtaran geminin kaptanını umumi vârisim ilan ettim ve mallarımın yarısını kendine ayırmasını, diğer yansını da Đngiltere'ye göndermesini istediğimi belirttim. Uzun sözün kısası, mallarımı korumak ve çiftliğimi ayakta tutmak için olası bütün önlemleri aldım. Kendi çıkarlarımı korumak için bu sağduyunun yansını göstermiş olsaydım ve ne yapıp ne yapmamam gerektiği konusunda doğru dürüst düşünseydim, büyümeye açık, bu kadar kazançlı bir işi bırakıp her türlü tehlikeyi barındıran bir deniz yolculuğuna asla çıkmazdım. Bu tehlikelerin yanı sıra, benim her türlü uğursuzluğa karşı savunmasız bir insan olduğumu söylemeye gerek bile yok. Ama acele etmiş ve mantığı bir kenara bırakıp körü körüne, hayallerimin buyruklan-na boyun eğmiştim. Aynı şekilde, gemi hazırlandığı, mallar yüklendiği ve yolculuktaki her şey anlaşma gereği ortaklarını tarafından ayarlandığı için 1659 yılı Eylül ayının ilk günü uğursuz bir saatte gemiye bindim; sekiz yıl önce annemle babamın otoritesine başkaldırarak ve kendi çıkarlanm açısından da büyük bir aptallık ederek Hull'da onlardan ay-nldığım günle aynı gündü bu. Gemimiz yaklaşık yüz yirmi ton ağırlığm-daydı, altı top; kaptan, uşağı ve ben hariç on dört adam taşıyordu. Gemide, zencilerle alışveriş yapmaya elverişli boncuk, cam parçaları, sedef, ufak tefek şeyler, özellikle de küçük aynalar, bıçaklar, makaslar, baltalar ve bunun gibi şeyler dışında pek büyük bir yük yoktu. Gemiye bindiğim gün, yelken açıp Afrika sahillerine ulaşmak amacıyla kendi bulunduğumuz sahilden kuzeye doğru yola çıktık; Afrika sahilleri 10 ya da 12 derece kuzey enlemlerine denk düştüğü için o günlerde bu yol kullanılıyordu. Hava çok güzeldi. Yalnız, St. Augustino Burnu'na* varıncaya dek takip ettiğimiz bütün sahil yolu boyunca aşın sıcaktı. St. Augustino Burnu'ndan denize açılıp artık karayı gözden yitirince, sanki Fernando de Noronha Adası'na** gidecekmiş gibi doğudaki bütün o adaları arkada bırakarak dümeni, kuzeydoğu-kuzey yönüne çevirdik. Bu yol üzerinde, aşağı yukarı on iki gün içinde ekvatoru geçtik ve son hesaplarımıza göre tam 7 derece 22 dakika kuzey enlemine vardığımızda şiddetli bir fırtına ya da kasırga aklımızı başımızdan aldı. Fırtına keşişlemeden başladı, karayele çevirdi ve sonra da poyrazda kaldı; bu sırada artık öyle korkunç esiyordu ki on iki gün boyunca rüzgârın önüne kapılıp kader ve fırtınanın öfkesi nereye götürürse oraya sürüklenmekten başka bir şey yapamadık. Bu on iki gün boyunca her an denizin dibini boylamayı beklediğimi söylememe ge- • Muhtemelen Brezilya'nın kuzeydoğu ucundaki Recife yakınlarındaki Capo Branco. ** Brezilyadaki Natal'ın 250 mil kadar doğusunda. rek yok; aslında gemideki kimse canını kurtaracağını ummuyordu. Fırtınanın yarattığı dehşetin yanı sıra, adamlarımızdan biri, içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumda beyin hummasından öldü ve bir başka gemici ile miço* çocuk da güverteden denize uçtu. On ikinci gün, havanın biraz yumuşamasıyla kaptan elinden geldiğince bir gözlem yaptı ve 11 derece kuzey enleminde ama St. Augustino Burnu'nun 22 boylam batısında olduğumuzu buldu. Guyana sahili üzerine ya da Brezilya'nın kuzey kısımlarına,

Page 20: Robinson Crusoe

Amazon Nehri'nin ötesine, Büyük Nehir diye bilinen Orinoko Nehri tarafına sürüklendiğimizi anladı. Gemi su almaya başlamış ve çok hasar görmüş olduğu için ne gibi bir yol tutması gerektiğini bana danışmaya başladı; ona kalsa doğruca Brezilya kıyılarına geri döneceğini söyledi. Ben buna kesinlikle karşıydım; beraber Amerika sahillerinin haritalarına bakarak Karayip Adaları bölgesine girene kadar yardım alabileceğimiz yerleşik bir bölge bulunmadığı sonucuna vardık. Dolayısıyla Meksika Koyu ya da Körfezi'nin çekimine kapılmayı önlemek için açıktan Barbados'a doğru yola çıkmaya karar verdik. On beş gün içinde bunu kolayca başarabileceğimizi umuyorduk. Hem gemimiz hem de kendimiz için yardım almadan Afrika sahillerine gitmemize olanak yoktu zaten. Bu planlarla yolumuzu değiştirdik ve yar- * Gemicilik bilgisi olmayan, acemi durumdaki tayfa çocuk, tayfa yamağı. dim bulacağımızı umduğum Đngiliz adalarından birine ulaşabilmek için dümeni kuzeybabatı yönüne çevirdik; ama kaderde yolculuğumuzun başarılı olamayacağı yazılıymış. 12 derece 18 dakika enlemi üzerindeyken ikinci bir fırtınaya yakalandık ve aynı şiddetle batıya, öyle ıssız bir yere savrulduk ki denizden sağ kurtulsak bile, bırakın ülkemize dönmeyi, vahşiler tarafından yenilip yutulmazsak iyiydi. Böyle bir sıkıntı içinde, rüzgâr da hâlâ şiddetini sürdürmekteyken sabahleyin adamlarımızdan biri, "Kara!" diye bağırdı. Dünyanın neresinde olduğumuzu görme umuduyla kamaralarımızdan dışarı fırlamamızla geminin bir kum tepesine çarpması bir oldu. O an gemi öyle ani bir hareketle durdu ve dalgalar üzerine öyle bir şekilde boşanmaya başladı ki hepimiz o an öleceğimizi sanarak denizin köpükleri ve dalgalarından korunmak için hemen kapalı yerlere girdik. Daha önce buna benzer bir durumda bulunmamış bir kişinin, bu dehşeti anlatması veya anlaması kolay değildir. Nerede olduğumuza, üzerine sürüklendiğimiz kara parçasının ada mı kıta mı olduğuna, insanların yaşayıp yaşamadığına dair hiçbir şey bilmiyorduk; ilk baştaki kadar olmasa da rüzgârın azgınlığı hâlâ sürdüğünden, bir mucizeyle çekip gitmediği sürece geminin parçalara ayrılmadan çok fazla dayanabileceğine dair pek bir umut besleyemiyorduk. Kısacası, oturmuş birbirimize bakıyor, her an ölmeyi bekliyor, başka bir dünyaya hazırlanıyorduk; çünkü bu dünyada yapabileceğimiz hiçbir şey kalk- mamıştı artık. Tesellimiz, tek tesellimiz, endişelerimizin aksine geminin daha parçalanmamış olması ve kaptanın da rüzgârın dinmeye başladığını söylemiş olmasıydı. Şimdi rüzgârın biraz dindiğini düşünsek bile, gemimiz hâlâ karaya oturmuş olduğundan ve çıkmasını umut edemeyeceğimiz kadar kuma gömüldüğünden gerçekten korkunç bir durumdaydık ve elimizden geldiğince hayatımızı kurtarmaya çalışmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Fırtınadan önce geminin kıç tarafında bir sandalımız vardı, ama ilk önce geminin dümenine çarpa çarpa kırılmış, sonra da yerinden kopup düşerek ya denizde batmış ya da sürüklenip gitmişti, dolayısıyla ondan umudumuzu kestik. Güvertede başka bir sandal daha vardı ama onu denize indirip indiremeyeceğimiz şüpheliydi. Bununla birlikte tartışacak zaman yoktu, çünkü geminin her an parçalara ayrılabileceğini biliyorduk ve gemicilerden biri zaten parçalanmaya başladığını söylemişti. Bu sıkıntılar içerisinde, ikinci kaptan sandalı tuttu ve diğer adamların yardımıyla geminin yan tarafından denize indirdi. Hepimiz sandala doluşarak on bir kişi kendimizi Tan-n'nın merhametine ve vahşi denizin eline bıraktık; çünkü fırtına kayda değer derecede yatışmış olsa da deniz korkunç yüksek dalgalarla karaya vuruyordu, bu duruma Hollandalıların fırtınalı denize verdikleri isim gibi den wild zee denebilirdi. Şimdi durumumuz gerçekten umutsuzdu; çünkü hepimiz dalgaların çok yükseldiğini, sandalın ayakta duramayacağını, kaçınılmaz olarak boğulup öleceğimizi açık ve net bir şekilde görüyorduk. Yelken açmaya gelince, yelkenimiz yoktu ve zaten açsak da hiçbir işe yaramazdı. Dolayısıyla karaya doğru kürek çekmeye çalışıyorduk; ama kalplerimiz idama giden adamlarınla gibi hüzün içindeydi; çünkü sandal karaya yaklaştığında denizdeki dalgalar yüzünden bin parçaya ayrılacağını biliyorduk. Bununla birlikte, canımızı en içten duygularla Tann'ya emanet etmiştik ve bizi karaya sürükleyen rüzgârla birlikte elimizden geldiğince o yöne kürek çekerek kendi sonumuzu kendi ellerimizle hızlandırıyorduk. Karanın kayalık mı, kumluk mu, dik bir yer mi, yoksa sığ bir yer mi olduğunu bilmiyorduk. Bize, en ufak bir umut ışığı verebilecek tek şey, son anda sandalı sokabileceğimiz bir koy, körfez veya bir nehir ağzına ulaşma olasılığıydı. Ama buna benzer hiçbir belirti yoktu; aksine karaya yaklaştıkça, denizden daha korkunç görünmeye başladı gözümüze. Hesaplarımıza göre bir buçuk fersah kadar kürek çektikten ya da sürüklendikten sonra dağ gibi azgın bir dalga arkamızdan çarparak artık sonumuzun geldiğini anlamamızı sağladı. Kısacası, bize öyle bir şiddetle çarptı ki sandalı deviriverdi; böylece bizi sadece sandaldan değil birbirimizden de ayırarak, 'Tanrım!" diyecek kadar bile vakit tanımadan hepimizi yuttu. Suya gömüldüğüm an hissettiğim kafa karışıklığını hiçbir şey anlatamaz; çünkü çok iyl bir yüzücü olmama rağmen dalgalardan kurtulup nefes bile alamıyordum, ta ki beni karaya doğru epey sürükleyen ya da daha doğrusu taşıyan dalga, gücü tükenip geri çekilene ve beni -yuttuğum sular yüzünden yarı ölü bir şekilde- kuru sayılacak bir yere bırakana kadar. Nefesim tükenmediği gibi soğukkanlılığımı da

Page 21: Robinson Crusoe

kaybetmemiştim. Karaya sandığımdan daha yakın olduğumu görerek ayağa kalktım ve yeni bir dalga gelip beni tekrar yutmadan elimden geldiğince hızlı bir şekilde kıyıya doğru gitmeye çalıştım. Ama yeni bir dalgadan kaçmanın olanaksız olduğunu hemen anladım; çünkü koca bir tepe kadar yüksek ve bir düşman kadar öfkeli bir dalganın peşimden gelmekte olduğunu görmüştüm. Onunla mücadele edecek ne gücüm vardı ne de yolum. Nefesimi tutup başarabilirsem suyun üzerinde kalmaya çalışmam gerekiyordu. Böylece soluğumu tutarak ve yüzerek kendimi karaya doğru yöneltebilirdim, başarabilirsem; şimdi en büyük düşüncem dalga geldiğinde beni karaya kadar taşıması ve denize doğru çekilirken de geri götürme-mesiydi. Üzerime gelen dalga, beni bir anda kendi gövdesinin beş on metre içine gömdü, büyük bir güç ve süratle karaya doğru oldukça uzun bir mesafe boyunca sürüklendiğimi hissedebiliyordum; ama nefesimi tutup bütün gücümle daha da ileri yüzmeye çalıştım. Soluğumu tutmaktan neredeyse patlayacak hale geldiğim sırada yukarı yükseldiğimi hissettim; kafam ve ellerimin suyun yüzeyine çıktı- ğını fark edince rahatladım. O şekilde iki saniye bile kalmayı başaramasam da bu beni büyük ölçüde rahatlatmış, soluk almamı sağlamış ve yeni bir cesaret vermişti. Yine bir süre suyun içinde kaldım ama çok geçmeden bunu da atlattım. Suyun gücünü yitirip geri çekilmeye başladığını hissettikten sonra, dalgadan kendimi kurtarabilmek için ileri doğru atıldığımda ayağımın tekrar yere bastığını duydum. Nefes almak için, bir iki saniye, sular üzerimden çekilene kadar kıpırdamadan durdum ve sonra bütün gücümle karaya doğru koştum. Ama bu da beni denizin öfkesinden kurtaramayacaktı, tekrar gelip üzerime boşandı ve iki kez daha dalgalar tarafından kaldırılıp daha önceki gibi ileri, dosdoğru karaya sürüklendim. Bu iki dalgadan sonuncusu beni neredeyse öldürüyordu; çünkü önceki gibi beni alıp götürmüş ve öyle büyük bir güçle karaya bırakmıştı -daha doğrusu bir kaya parçasına çarpmıştı- ki, bayılmış ve kendimi kurtaramayacak kadar çaresiz kalmıştım. Yan tarafımı ve göğsümü çarptığım bu darbe yüzünden soluksuz kalmıştım; dalga hemen geri çekilmeseydi suda boğulabilirdim. Ama dalgalar geri dönmeden hemen önce kendime geldim ve tekrar sular altında kalacağımı görerek bir kaya parçasına sıkıca tutunmaya ve dalga geri çekilene kadar başarabilirsem nefesimi tutmaya karar verdim. Şimdi karaya daha yakın olduğum için dalgalar ilk baştaki kadar yüksek değildi. Dalganın etkisi azalana kadar tuttuğum kayayı bırakmadım ve sonra tekrar koşmaya başladım. Karaya epey yaklaşmıştım, bundan sonra gelen dalga üzerimden geçtiği halde beni yutup götü-remedi ve bir daha koştuğumda karaya ulaştım. Güçlükle kıyıdaki kayalıklara tırmanarak tehlikeden ve suyun ulaşabileceği yerden uzak bir çimenlik üzerine oturdum; derin bir nefes aldım. Artık sağ salim karaya çıkmıştım, gözlerimi yukarı kaldırıp birkaç dakika önce hiç umut olmadığı halde hayatımı kurtardığı için Tann'ya şükrettim. Anlayacağınız, mezarın eşiğinden dönen bir insanın yaşayabileceği sevinç ve heyecanı ifade etmenin mümkün olmadığını düşünüyor ve artık şu geleneğe de hiç şaşmıyorum; yani boynuna ip geçirilmiş ve birazdan darağacında sallandırılacak bir suçluya suçunun bağışlandığı haberi verileceği anda, şaşkınlıktan kalbi durup ölmesin diye kendisinden kan alacak bir cerrahı da bu haberle birlikte getirmelerine hiç şaşmıyorum: Acılar gibi ani sevinçler de şaşkına çevirir ilk başta. Kurtulduğum düşüncesiyle, şükretmek için ellerimi, belki de bütün gövdemi yukarı kaldırarak kıyıda yürüyor, tarif edemeyeceğim bin bir türlü jestle hareket ediyordum. Bütün arkadaşlarımın öldüğünü, benden başka kimsenin kurtulamadığını düşünüyordum; gerçekten de bundan sonra onlan ne gördüm, ne de izlerine rastladım; üç şapka, bir kasket ve eşi olmayan iki tek ayakkabı dışında. Gözlerimi karaya oturmuş olan gemiye çevirdim, denizdeki dalgalar ve köpükler öyle büyüktü ki gemiyi zor görebiliyordum, o kadar uzaktaydı ki birden, -Tanrım!- nasıl olup da karaya çıkabildiğime hayret ettim. Durumumun iyi taraflarına bakarak kendimi avuttuktan sonra nasıl bir yerde olduğumu ve bundan sonra ne yapılması gerektiğini anlamak için etrafıma bakınmaya başladım. Kısa bir süre sonra da bütün avuntularım etkisini yitirmeye başladı. Uzun sözün kısası, korkunç bir kurtuluş olmuştu benimkisi; çünkü ıslanmıştım, giyecek başka elbisem yoktu, güç kazanmak için yiyecek ya da içecek bir şey bulamayacağım gibi önümde açlıktan ölmek veya vahşi hayvanlara yem olmaktan başka bir seçenek de yoktu. Bana özellikle acı veren şey de karnımı doyurmak için herhangi bir yaratığı vuracak ya da öldürecek veya kendi karınlarını doyurmak için beni öldürmek isteyecek başka yaratıklara karşı kendimi savunacak bir silahım olmamasıydı. Yani, yanımda bir bıçak, bir pipo ve bir kutu içinde biraz tütünden başka hiçbir şey yoktu. Sahip olduğum her şey bundan ibaretti; bu yüzden aklım öyle fena karıştı ki bir süre etrafta deliler gibi koşturup durdum. Gece yaklaştığında içim darala darala, burada kurt gibi aç hayvanlar varsa benim başıma neler gelebilir acaba diye düşünmeye başladım; avlanmak için daima geceleri ortaya çıktıklarını biliyordum çünkü. O sıra aklıma gelen tek çare, yakınlarımda bulunan köknar gibi dallan sık yapraklı ve dikenli bir ağaca tırmanmak, bütün gece orada oturmaktı; henüz önümde yaşayacağıma dair bir ümit göremediğim için nasıl öleceğim diye endişelenmeyi ertesi güne bırakmıştım. Đçecek su bulabilir miyim diye kıyıdan iki yüz metre kadar içeri yürüdüm ve nitekim buldum. Bu beni çok sevindirdi. Sudan içtikten sonra açlığımı bastırmak için ağzıma biraz tütün attım ve gidip ağaca tırmandım. Kendimi korumak için sopa gibi kısa

Page 22: Robinson Crusoe

bir dal kestim ve uyursam düşmemi engelleyecek şekilde geçici barınağıma yerleştim. Aşın derecede yorgun olduğum için hemen uyuyakalmışım. Sanırım benim durumumdaki çok az insanın başarabileceği gibi rahat bir uyku çektim ve uyandığımda böyle durumlarda hiç olmadığı kadar dinlenmiş buldum kendimi. Uyandığımda güneş doğalı çok olmuştu, hava açıktı ve fırtına da dinmişti. Dolayısıyla deniz önceki gibi kabarıp köpürmüyordu. Ama beni en çok şaşırtan şey, geminin geceleyin denizin yükselmesiyle oturduğu kumdan kurtulup neredeyse, daha önce çarparak çok kötü yaralandığımdan bahsettiğim kayaya kadar sürüklenmiş olmasıydı. Bulunduğum kıyıya aşağı yukarı bir kilometre yaklaştığı ve hâlâ ayakta durduğu için gemiye gidip en azından işime yarayacak şeyleri alabileceğimi düşündüm. Ağaçtaki apartman dairemden indiğimde tekrar etrafıma bakındım ve gördüğüm ilk şey sandal oldu; rüzgâr ve dalgalar onu kıyıya fırlattığından sağ tarafımda, üç kilometre kadar uzakta öylece duruyordu. Sandala ula- şabilmek için kıyı boyunca yürüyebildiğim kadar yürüdüm, ama sandalla benim aramda bir kilometre genişliğinde bir koy ya da boğaz vardı. Dolayısıyla şimdilik bu fikirden vazgeçerek geri döndüm. Gemiye çıkma niyetim daha da kuvvetlenmişti, şu an için kendime yetecek kadar bir şeyler bulmayı umuyordum orada. Vakit öğleyi biraz geçince deniz çok dur-gunlaştığı ve sular da epey çekildiği için gemiyle aramdaki mesafe dört yüz metreye kadar indi. Ama orada üzülmek için yeni bir sebebimin daha olduğunu fark ettim; çünkü şayet gemide kalsaydık kurtulacağımızı gördüm, yani hepimiz sağ salim karaya çıkabilecektik ve ben şimdiki gibi tek bir avuntudan ve arkadaştan yoksun, perişan bir halde kalmayacaktım. Bu durum tekrar gözlerimi yaşlarla doldurdu; ama ağlamanın bana hiçbir faydası dokunmayacağı için başarabilirsem gemiye çıkmaya karar verdim. Hava aşın sıcak olduğundan üstümü çıkardım ve suya daldım. Ama gemiye vardığımda, güverteye çıkmamın çok zor olduğunu gördüm, çünkü gemi karaya oturduğu için suyun epeyce üstündeydi ve uzanıp tutunabileceğim hiçbir şey yoktu. Geminin etrafında iki kez yüzdüm ve ikinci seferde ön zincirlerden aşağı doğru sarkan bir halat gözüme çarptı. Bu halatı ilk başta göremeyişime şaşırdım; büyük bir güçlükle tütündüm ve geminin başkasarasına* tırmandım. Burada geminin çökmüş ve epey Asıl güverteden yüksek olan kısa güverte. Geminin baş ve kıç yanında olmak üzere iki tanedir. su almış olduğunu fark ettim, ama sert bir kum birikintisinin kenarına ya da daha doğrusu karaya oturmuş olduğu için kıçı havaya kalkmış, başı da neredeyse suya kadar eğilmişti. Dolayısıyla kıç tarafı sudan kurtulmuş ve o kısımdaki her şey kuru kalmıştı; ilk işim gidip neyin bozulmuş neyin kurtulmuş olduğuna bakmak olduğundan bunu hemen anlamıştım. Đlk olarak geminin bütün erzağı-nın kuru ve ıslanmamış olduğunu gördüm; karnım çok acıkmış olduğu için ekmek odasına gittim ve ceplerimi peksimetle doldurdum; kaybedecek zamanım olmadığından bir yandan bunları yiyip diğer yandan da öbür eşyalara bakmaya gittim. Büyük kamarada biraz rom buldum ve büyük bir yudum içtim, beni bekleyen şeylere' karşı cesaret bulmak için buna gerçekten ihtiyacım vardı. Şimdi bana lazım olan tek şey bir kayıktı, böylelikle gerekli olabilecek her şeyi yanımda götürebilirdim. Hiçbir şey yapmadan oturup elde edemeyeceğim şeyleri dilemenin bana hiçbir yaran dokunamayacağından hemen harekete geçtim. Gemide birkaç yedek tahta, iki üç büyük direk ve bir iki tane de seren direği vardı. Bunlardan kaldırabileceğim ağırlıkta olanları küpeşteden aşağı atmaya ve denizde sürüklenip gitmesinler diye de bir iple bağlamaya karar verdim. Bu işleri bitirdikten sonra geminin yanına indim ve bu direklerden dördünü kendime doğru çekerek iki uçtan da elimden geldiği kadar sıkıca bağlayıp bir sal şekline getirdim; üstlerine iki üç kalası yanlamasına koyunca artık salın üzerinde gayet rahat yürünebiliyordu, ama direkler hafif olduğundan sal, ağır bir yükü taşıyamazdı. Bu yüzden tekrar işe koyulup marangozun testeresiyle bir seren direğini üç parçaya kestim ve bir hayli çabalayarak bunları da salıma ekledim. Gerekli şeyleri alabileceğim umudu beni her zamankinden daha çok çalışmaya teşvik etmişti. Salım şimdi, aşın ağır olmayan her yükü taşıyabilecek kadar güçlenmişti. Bundan sonraki işim, sala ne yükleyeceğimi ve bunları dalgalardan nasıl koruyacağımı bulmaktı. Đlk olarak alabileceğim bütün kalas ve tahtaları salın üzerine koydum ve en çok neye ihtiyacım olduğunu düşündükten sonra gemicilerin sandıklarından üçünü aldım, kilitlerini kırıp içlerini boşaltarak sala indirdim. Bu sandıklardan birincisini ekmek, pirinç, üç kalıp Hollanda peyniri, gemideyken çok yediğimiz beş parça kurutulmuş keçi eti, gemiye tavukları beslemek için aldığımız ama sonra hepsini kesip yediğimiz için arta kalan tahıl gibi yiyeceklerle doldurdum. Biraz arpa ve buğday da vardı ama sonradan bunları farelerin yiyip ziyan ettiğini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Đçkilere gelince, kaptana ait olan birkaç kasa şişeyi buldum; bunlann bazısında likör ve beş altı galon da pirinç rakısı vardı. Bunları sandığa koymaya gerek olmadığından öylesine sala istifleyiver-dim; zaten sandıkta yer de yoktu. Bu sırada deniz sakindi ama yükselmeye başlamıştı. Kıyıda, kumlann üzerine bıraktığım ceketim, gömleğim ve yeleğimin denizin içinde yüzdüğünü görünce hayal kınklığına uğradım; dizkapaklarımın altından bağlanan kısa keten pantolonuma ve çoraplarıma gelince; gemiye onlarla yüzmüştüm. Dolayısıyla kıyafet bulmak için gemiyi didik didik ettim ve yeteri kadar buldum da; ama şimdilik kullanacağımdan fazlasını

Page 23: Robinson Crusoe

almadım; çünkü gözüm başka şeylerdeydi. Đlk olarak karada işime yarayacak aletler vardı bunların arasında; uzun bir arayıştan sonra marangoz sandığını bulmam benim için gerçekten de çok değerli bir ödül oldu. Bu sandık şu an için bir gemi dolusu altından daha değerliydi. Đçinde neler olduğunu kabaca tahmin ettiğimden, açmak için vakit harcamadan onu da olduğu gibi sala indirdim. * Bundan sonraki işim biraz cephane ve silah bulmaktı; büyük kamarada iki adet iyi av tüfeği ve iki tabanca vardı. Đlk önce bunlan; birkaç barutluk, bir küçük torba saçma ve iki eski, paslı kılıçla beraber başlanna bir şey gelmeyecek şekilde bir kenara koydum. Gemide üç fıçı barut olduğunu biliyor, ama topçumuzun bunlan nereye sakladığını bilmiyordum. Epey bir arandıktan sonra onları da buldum; fıçılardan ikisi kuru ve ise varardı, ama üçüncüsü su almıştı. Kuru olan iki fıçıyı silahlarla birlikte sala indirdim. Sala çok fazla şey yüklediğimi fark ederek bütün bunlarla karaya nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım; ne bir yelkenim, ne küreğim, ne de dümenim vardı ve en ufak bir rüzgâr esse bütün salım devrilebilirdi. Bana cesaret veren üç şey vardı: 1. Dalgasız, durgun bir deniz. 2. Suların yükselip karaya doğru gitmesi. 3. Beni karaya doğru götürebilecek hafif bir rüzgâr. Sandala ait iki üç kırık kürek ve sandıkta bulunan aletlerin yanı sıra, iki testere, bir balta ve bir çekiç daha buldum ve bunları da sala yükleyerek denize açıldım. Salım aşağı yukarı bir mil gayet iyi gitti, ancak akıntıyla daha önce karaya çıktığım yerin biraz ötesine doğru sürüklendiğimi fark ettim. Dolayısıyla, karanın iç kısımlarına doğru giren bir su birikintisi olduğunu anladım ve yükümü karaya çıkartmak için bir liman olarak kullanabileceğim küçük bir koy ya da ırmak bulma umuduna kapıldım. Bu öngörüm doğru çıktı; önümde uzanan kıyıda küçük bir girinti vardı ve güçlü bir akıntı beni bu ırmağın içine götürdü. Salı elimden geldiğince bu akıntının ortasından götürmeye çalışıyordum. Ama burada neredeyse ikinci bir deniz kazası daha geçiriyordum, eğer başıma böyle bir şey gelseydi öyle zannediyorum ki, çok üzülecektim. Kıyıyı bilmediğim için salımın bir ucu sığ bir yerde karaya oturdu, diğer ucu havaya kalktı ve bu yüzden az kalsın yığdığım bütün eşyalar suya dökülecekti. Yerlerinden kaymasınlar diye sırtımı sandıklara vererek var gücümle onları tutmaya çalıştım, ama bütün gücümü verdiğim halde ne salı takıldığı yerden kurtarabiliyor, ne de durduğum yerden kıpırdamaya cesaret edebiliyordum. Yalnızca bütün gücüm- le sandıklan tutmaya çalıştım ve sular yükselip beni biraz yukarı kaldırana kadar yarım saat kadar bu şekilde durdum. Biraz sonra sular yükselince salım tekrar yüzmeye başladı ve elimdeki kürek yardımıyla salımı karaya oturduğu yerden uzaklaştırdım. Biraz daha ilerleyince kendimi küçük bir ırmağın ağzında buldum; kuvvetli bir akıntı beni karanın içine sürüklüyordu. Irmağın iki tarafına da bakarak karaya çıkabileceğim uygun bir yer aramaya başladım; çünkü denizde bir gemi görebileceğimi umarak ırmağın çok ötelerine gitmek istemiyordum. Bu yüzden elimden geldiğince kıyıya yakın bir yerde kalmaya karar verdim. En sonunda, ırmağın sağ tarafında küçük bir koy gözüme'çarptı ve büyük bir çaba sarf ederek salımı o tarafa yaklaştırmayı başardım. O kadar yakınlaşmıştım ki küreğimi dibe bastırarak salı doğruca koyun içine sokabildim. Ama burada yine bütün eşyalarımı denize devirme tehlikesiyle karşı karşıyay-dım. Kıyı oldukça dik eğimli olduğu için karaya çıkacak düzgün bir yer yoktu; kıyıya doğru gidersem, salımın bir ucu önceki gibi karaya oturup diğeri de havaya kalkabilir ve bu durum bütün yükümü yine tehlikeye atabilirdi. Yapabileceğim tek şey suların yükselmesini beklemek; küreğimi demir gibi kullanarak salı, karaya, suların yükselerek ulaşabileceğini düşündüğüm düz bir kara parçasına mümkün olduğunca yalan tutmaktı; böyle de yaptım. Sular yeterince yükselir yüksel-mez, yani salım suyun içinde otuz kırk san- tim yükselir yükselmez, onu o düz kara parçasına doğru ittim ve orada iki kırık küreğimi yere saplayarak demirledim; küreklerin birini salın bir yanına, diğerini de diğer yanına sap-lamıştım. Sular çekilene kadar bu şekilde bekledim ve sonra salım ile eşyalarımı güvenli bir şekilde karaya çıkardım. Bundan sonraki işim çevreyi inceleyip yerleşmek ve başlarına gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı eşyalarımı saklayabileceğim bir yer bulmaktı. Nerede olduğumu henüz bilmiyordum. Bir kıtada mı, yoksa bir adada mı? Đnsanlar var mıydı, yok muydu? Vahşi hayvanların tehdidi altında mıydım, değil miydim? Bir kilometre kadar ileride bir tepe vardı, oldukça dik ve yüksekti, kuzeye doğru yükselen diğer tepeler arasındaki en yüksek tepe gibi görünüyordu. Bir av tüfeği, bir tabanca ve bir de barutluk aldım ve silahlanmış olarak keşif gezisi için o tepenin zirvesine doğru yola çıktım. Oldukça zorlanarak zirveye çıktığımda büyük bir acıyla kaderimi gördüm; çepeçevre denizlerle kuşatılmış bir adadaydım. Bir hayli uzaktaki birkaç kayalık ve üç fersah batıda, bundan daha küçük iki adadan başka toprak parçası yoktu görünürde. Ayrıca, bulunduğum adanın çorak ve ıssız olduğunu gördüm. Hâlâ rastlamamış olsam bile burada vahşi hayvanlar olup olmadığından o kadar emin değildim. Yine de bir sürü kuş görmüştüm ama türlerini bilmiyordum ve bu kuşları vursam bile etlerinin yenip yenmeyeceğini de bilmiyordum. Geri dönerken büyük bir korunun kenarındaki bir ağacın dalma tünemiş olan büyük bir kuşu vurdum. Sanırım dünyanın yaradılışından beri burada ateşlenen ilk silahtı bu. Ben ateş eder etmez, ormanın dört bir tarafından birçok

Page 24: Robinson Crusoe

türden sayısız kuş havalandı; her birinin kendine özgü bir ötüşü olduğundan karmakarışık bir çığlık koptu. Ama bunca kuştan hiçbirinin türünü bilmiyordum. Vurduğum yaratığın rengi ve gagasından ötürü bir tür şahin olabileceğini düşündüm, ama ne tırnaklan ne de pençeleri sıradan bir kuşunkinden farklı değildi; eti de leş gibi kokuyordu ve hiçbir işe yaramazdı. Bu kadar keşifle yetinip salıma geri döndüm ve eşyaları karaya çıkarma işine koyuldum. Bu iş bütün' günümü aldı. Gece için ne yapacağımı ya da nerede yatacağımı bilmiyordum; çünkü beni parçalamaya kalkacak yırtıcı bir hayvan olup olmadığını bilmediğimden yerde yatmaya korkuyordum. Ama sonradan bu korkulara hiç de gerek olmadığını öğrendim. Bununla birlikte, karaya getirdiğim sandıklarla tahtaları etrafıma dizip siper ederek kendime geceyi geçirebileceğim bir tür kulübe yaptım. Yemeğe gelince, karnımı nasıl doyuracağıma dair bir çözüm bulamamıştım henüz. Ama kuşu vurduğum ağaçlığın orada tavşana benzer iki üç hayvanın koşuşturduğunu görmüştüm. Artık gemiden bana faydası dokunacak birçok şeyi, özellikle de halat, yelken ve karaya getirilebilecek diğer şeyleri alabileceğimi ve elimden gelirse gemiye bir yolculuk daha yapmayı düşünmeye başladım. Kopacak ilk fırtınada geminin parçalara ayrılacağını bildiğimden, gemiden alabileceğim her şeyi getirene kadar başka işleri bir kenara bırakmaya karar verdim. Sonra salı yanımda götürmeli miyim diye sordum kendi kendime, ama bunun zor olacağını düşündüm. Bu yüzden önceki gibi, sular alçaldığında gitmeye karar verdim ve böyle yaptım. Yalnız bu sefer, kulübemden çıkmadan soyundum; üzerimde kareli bir gömlek, keten bir şort ve ayağımda da hafif bir ayakkabıdan başka bir şey bırakmadım. Gemiye geçen seferki gibi girdim ve ikinci bir sal hazırladım. Đlkini yaparken edindiğim deneyimlerle bu seferkini ne o kadar hantal yaptım, ne de o kadar çok yükledim. Ama yine de bana çok faydası dokunacak birkaç şeyi götürebildim; ilk olarak marangozun eşyaları arasında iki üç torba vida ve çivi, büyük bir kaldıraç, bir iki düzine küçük balta ve hepsinden önemlisi, bileyitaşı denilen faydalı şeyi buldum. Bütün bunları, topçuya ait olan birkaç gereci, özellikle de iki üç demir küskü, iki fıçı kurşun, yedi piyade tüfeği, başka bir av tüfeği, biraz daha barut, büyük bir torba saçma, büyük bir top kurşun levha ile birlikte bir kenara ayırdım. Ama bu kurşun levha o kadar ağırdı ki kaldırıp geminin küpeştesinden indiremedim. Bunların yanı sıra, bulabildiğim bütün elbiseleri, yedek bir yelken, bir hamak ve yatak takımlarını da alarak ikinci salıma yükledim ve hepsini sağ salim karaya çıkararak oldukça rahatladım. Karadan uzak kaldığım süre boyunca bazı endişelerim vardı, en azından birileri gelip karadaki yiyeceklerimi yiyebilirdi. Ama geri döndüğümde bir ziyaretçim olduğuna dair herhangi bir ize rastlamadım, yalnız sandıklardan birinin üzerinde yabankedisine benzer bir hayvan oturuyordu. Ona ilerlediğimde biraz öteye kaçtı ve sonra kıpırdamadan orada durdu. Çok sakin ve kayıtsız oturuyor, sanki benimle tanışmaya karar vermiş gibi yüzüme bakıyordu. Silahımı ona doğrulttum, ama bunu anlamadığı gibi bir de silaha karşı son derece ilgisiz kaldı, kaçmaya bile yeltenmedi. Bunun üzerine ona biraz peksimet attım, yiyeceklerimin kısıtlı olmasına rağmen yine de onun için küçük bir parçasını feda ettim; o da yaklaşıp peksimeti koklayıp yedi, daha verecek miyim diye baktı, belli ki hoşlanmıştı. Buna sevinmiştim ama daha fazla veremezdim, o da yürüyüp gitti. Đkinci yükümü karaya çıkardıktan sonra -çok ağır ve büyük oldukları için barut fıçılarını açıp parça parça taşımak zorunda kalmama rağmen- yelken bezi ve bu amaçla kestiğim birkaç direkle kendime küçük bir çadır yaptım. Yağmurdan ya da güneşten bozulacağını bildiğim her şeyi bu çadırın içine taşıdım. Đnsanlar veya hayvanlardan gelebilecek ani bir saldırıya karşı önlem olarak, bütün boş sandıklan ve fıçılan çadırın etrafına halka şeklinde dizdim. Bunu yaptıktan sonra çadınn kapısını içeriden tahtalarla, dışandan da ters çevirdiğim bir sandıkla kapadım. Yataklardan birini yere serdim, iki tabancamı başucuma, tüfeğimi de yanıma aldım ve uzunca süredir ilk defa bir yatakta bütün gece deliksiz uyudum; çünkü hem çok yorgundum, hem de bir gece öncesinde çok az uyumuş, bütün gün gemiden o eşyalan getirmek ve karaya çıkarmakla uğraşmıştım. Şimdi her türlü şeyle dolu, tek bir kişinin bir araya getirebileceği en büyük ambara sahiptim sanırım. Ama hâlâ tatmin olmamıştım, gemi hâlâ orada duruyorken alabileceğim her şeyi almam gerektiğini düşünüyordum. Bu yüzden her gün sular alçaldığında gemiye gittim ve bir şeyler alıp getirdim; özellikle de üçüncü kez gittiğimde gemi teçhizatına ait şeylerle birlikte bulabildiğim bütün küçük halatlarla sicimleri, gerektiğinde yelken onarmak için kullanılan bir parça yedek çadır bezini ve bir fıçı ıslak barutu da getirdim. Kısacası, her şeyden önce bütün yelkenleri getirdim, yalnız bunları bir seferde taşıyabilmek için parça parça kesmek zorunda kalmıştım. Dolayısıyla bunlar artık yelken olarak işe yaramaz, sadece sıradan bez olarak kullanılabilirdi. Ama gemiye bunun gibi beş altı sefer yapıp da artık gemiden alabileceğim işe yarar bir şey kalmadığını düşündüğüm bir sırada koca bir fıçı ekmek, üç büyük fıçı rom ya da başka tür bir içki, bir kutu şeker ve bir fıçı da iyi un bulmam beni hepsinden çok sevindirmiş ve de çok şaşırtmıştı, çünkü artık ıslanmış olduğu için bozulanlar dışında yiyecek bulacağımı sanmıyordum. Hemen ekmek fıçı- 1( ORHAN KEMAL 11 HALK KÜTÜPHANESĐ sini boşaltıp ekmekleri önceden parça parça kestiğim yelken bezine sardım; bütün hepsini karaya güvenli bir şekilde çıkardım.

Page 25: Robinson Crusoe

Ertesi gün tekrar gemiye gittim. Gemideki taşınabilir ve dışarı çıkarılabilir her şeyi yağmalamış olduğumdan şimdi de halatlara giriştim. Büyük halatı taşıyabileceğim boyda parçalara ayırarak iki halatla bir palamarı, alabileceğim bütün madeni eşyalarla birlikte bir tarafa topladım; yan yelken, arka yelkenler ve alabileceğim her şeyle büyük bir sal yaptım, bu salı bütün o ağır eşyalarla yükleyip gemiden ayrıldım. Ama bu sefer şans benden yana değildi, çünkü bu sal o kadar hantal olmuştu ve o kadar yüklüydü ki, diğer eşyalarımı karaya çıkardığım küçük koya girdiğimde salı önceden'yaptığım gibi beceriyle idare edemedim ve devrilmesiyle kendimle birlikte bütün eşyalarım da suya gömüldü. Kıyıya yakın olduğumdan bana bir şey olmadı, ama yükümün büyük bir kısmını kaybettim, özellikle de çok işime yarayacağını umduğum demirleri. Bununla birlikte, sular çekildiğinde son derece büyük bir çaba harcayarak da olsa halat parçalarının çoğunu ve demirlerin de bazılarını karaya çıkarabildim; suya dalmak zorunda olduğumdan bu iş beni çok yordu. Bundan sonra her gün gemiye gittim ve getirebildiğim her şeyi alıp getirdim. Şimdi karaya çıkalı on üç gün olmuştu ve on bir kez gemiye gitmiş, bu süre içinde bir kişinin tek başına taşıyabileceği her şeyi kıyıya getirmiştim. Yine de öyle sanıyorum ki ha- va böyle güzel devam etseydi bütün gemiyi parça parça kıyıya taşıyacaktım. Ama on ikinci kez gemiye gitmeye hazırlanırken rüzgâr çıkacağını fark ettim. Bununla birlikte, sular yükselmeden yine de gemiye gittim. Kamarayı tamamen altüst ettiğimi ve artık bulunacak bir şey olmadığını düşünüyordum ama çekmeceli bir dolap çarptı gözüme. Çekmecelerden birinde iki üç ustura, büyük bir makas ve on on iki düzine iyi çatal bıçak; diğerinde de otuz altı pound, bazı Avrupa ve Brezilya paralan, biraz sekizlik, biraz da altın ve gümüş buldum. Bu paralara bakıp kendi kendime gülümsedim. "Kahretsin!" dedim yüksek sesle, "Şimdi ne işe yararsınız siz? Benim için hiçbir değeriniz yok, hayır, yerden almaya bile değmezsiniz; şu bıçaklardan bir tanesi bile bütün bu yığından daha değerlidir. Sizi kullanmama imkân yok; kalın burada ve kurtarılmaya değmeyecek bir yaratık gibi denizin dibini boylayın." Ama ikinci kez düşündüğümde paralan aldım ve bir bez parçasına sararak başka bir sal yapmayı düşünmeye başladım. Tam buna girişmek üzereyken havanın karardığını ve rüzgânn esmeye başladığını fark ettim. On beş dakika içinde de karadan sert bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr kıyıdan eserken bir sal yapmanın boşuna çaba olacağını ve sular yükselmeye başlamadan yola çıkmam gerektiğini düşündüm; aksi takdirde karaya asla var anlayabilirdim. Bu yüzden suya atlayıp gemiyle kumlar arasındaki kanalı yüzerek geçtim. Yine de kısmen yanıma aldığım şeylerin ağırlığından, kısmen de dalgalann şiddetinden ötürü biraz zorlandım; çünkü rüzgâr çok sert esiyordu ve daha sular yükselmeden bir fırtına koptu. Ama ben bütün servetimin ortasında güvenle oturabileceğim küçük çadınma ulaşmıştım. Rüzgâr bütün gece çok sert esti ve sabahleyin dışan baktığımda gördüm ki, ortada gemi falan kalmamış. Biraz şaşırmıştım ama hiç zaman kaybetmediğim ve hiç bıkıp usanmadan işime yarayabilecek her şeyi gemiden aldığım düşüncesiyle avunarak kendimi topladım. Gerçekten de daha fazla zamanım olsaydı bile gemiden getirebileceğim çok az şey kalmıştı. Artık gemiyle ve gemiden alabileceğim şeylerle ilgili düşünceleridir kenara bıraktım. Ancak enkazdan kalan parçalar dalgalarla karaya vurabilirdi ve vurdu da. Ama bu parçalar benim çok az işime yaradı. Şimdi artık ortaya çıkabilecek vahşilere ya da adada bulunabilecek yırtıcı hayvanlara karşı kendimi nasıl koruyacağımla meşguldü zihnim tamamen. Nasıl bir yol izlemem ve nasıl bir barınak yapmam gerektiği konusunda bir sürü fikir geliyordu aklıma. Toprağın altına bir mağara mı kazmalıydım, yoksa üstüne bir çadır mı kurmalıydım? Uzun sözün kısası, ikisini birden yapmaya karar verdim, ama bunu nasıl yaptığımı ve ortaya nasıl bir şey çıktığını anlatmak yersiz olabilir. Şimdi bulunduğum yerin yerleşmeye uygun olmadığını fark ettim; özellikle de denize yakın, alçak bir bataklık alanda bulunduğu için. Sanırım burası sağlıklı değildi; üstelik yakınlarda içecek su da yoktu. Böylece daha sağlıklı ve daha uygun bir yer bulmaya karar verdim. Bu durumda birkaç şeyi göz önüne almamın benim için daha iyi olacağını düşündüm. Birincisi, bulacağım yer sağlıklı ve bir temiz su kaynağına yakın olmalıydı. Đkincisi, güneşin sıcağına karşı korunaklı olmalıydı. Üçüncüsü, insan ya da yırtıcı hayvanlara karşı güvenli olmalıydı. Dördüncüsü, Tanrı bir gemi gönderirse, kurtulma şansımı kaybetmemek için denizi gören bir yer olmalıydı; henüz bütün umudumu kesmek istemiyordum çünkü. Bu koşullara uygun bir yer ararken, yüksek bir tepenin eteğinde küçük bir düzlük buldum. Tepenin bu düzlüğe bakan tarafı, yukarıdan üzerime gelebilecek tehlikeleri engelleyecek bir ev duvarı gibi dikti ve bu kayalığın eteğinde mağara kapısı gibi bir oyuk vardı, ama aslında bu oyuk bir geçide veya mağaraya açılmıyordu. Çadırımı bu oyuğun hemen önündeki yeşil düzlükte kurmaya karar verdim. Bu düzlük aşağı yukarı yüz metre genişliğinde, iki yüz metre uzunluğundaydı ve kapımın önünde yeşil bir çimenlik gibi uzanıyordu. Ucundan da her yandan eğimli bir şekilde deniz kıyısındaki düzlüğe iniliyordu. Düzlük tepenin kuzeybatı eteğinde kaldığı için güneş aşağı yukarı güneybatıya dönene kadar sıcaktan korunabilecektim; zaten dünyanın bu bölgelerinde güneş güneybatıya döndüğünde günbatımı yaklaşmış oluyordu. Çadınmı kurmadan önce; oyuğun önüne yarıçapı on metre uzunluğunda ve çapı oyuğun cephesine paralel uzanan bir yarım daire çizdim. Bu yarım dairenin içine iki sıra sağlam direk dizdim ve bunları kazık gibi iyice

Page 26: Robinson Crusoe

yere çaktım. Direklerin toprağın üstünde kalan kısımları en fazla bir buçuk metre yük-sekliğindeydi; uçlarını da sivrilttim. Đki sıra direk arasındaki uzaklık da on beş santimi geçmiyordu. Sonra gemide kestiğim halat parçalarını aldım ve iki sıra direğin arasına üst üste do-ladım; içeriden de bu direklere destek olsun diye, yetmiş beş santim yüksekliğinde başka kazıklar dayadım. Bu çit o kadar sağlam olmuştu ki artık ne bir insan ne de hayvan bu çiti geçemez veya aşamazdı. Bu iş için, özellikle de tahtadan direkleri kesmek, alana taşımak ve yere çakmak için epey bir zaman ve çaba harcamıştım. Bu yere bir giriş kapısı yapmadım. Çitin üzerinden geçmek için küçük bir merdiven kullanıyordum ve içeri girdiğimde de merdiveni kaldırıyordum. Etrafım tamamen çitle çevrilmiş olduğu için kendimi dış dünyaya karşı güvencede hissediyor ve sonuç olarak geceleri de huzur içinde uyuyabiliyordum, yoksa hiç uyuyamazdım. Ama daha sonra tehlikeli olabileceğini düşündüğüm düşmanlara karşı aldığım bütün bu önlemlere hiç gerek olmadığı ortaya çıktı. Bu çitin ya da kalenin içine, yukarıda bahsettiğim bütün eşyalarımı, erzağımı, cephanemi ve yığınağımı taşımak için büyük ça- ba harcadım. Bu bölgede yılın bir döneminde çok şiddetli geçen yağmurlardan kendimi korumak için büyük bir çadır kurdum. Barınağımı, büyük bir çadırın içine küçük bir çadır daha kurarak iki kat yapmış ve üzerine de yelkenlerden artırdığım büyük bir katranlı muşambayı örtmüştüm. Bir süredir kıyıya çıkardığım yatakta yatmıyor, geminin ikinci kaptanına ait ve gerçekten de çok iyi olan bir hamakta yatıyordum. Bütün yiyeceklerimi ve ıslanınca bozula-bilecek her şeyi bu çadırın içine getirip bütün eşyalarımı korumaya aldıktan sonra şimdiye kadar açık bıraktığım girişi kapattım ve daha önce de dediğim gibi çitin içine, küçük bir merdivenle girip çıkmaya başladım. Bunları yaptıktan sonra kayanın içine doğru bir geçit kazmaya başladım ve kayadan çıkardığım bütün taşı toprağı çadırımın içinden geçirerek çitin iç tarafına yerden bir buçuk ayak yüksekliğinde bir taraça gibi yerleştirdim. Böylelikle çadırımın arkasına evlerdeki kiler gibi hizmet görecek bir mağara yapmıştım. Bütün bunları kusursuz bir hale getirmek için günlerce uğraşmıştım; dolayısıyla artık aklıma takılan diğer işlere başlamam gerekiyordu. Çadırımı kurup mağara yapma planımı gerçekleştirdikten sonra bir gün, kara bir bulut gelmiş ve sağanak yağmur başlamıştı. Bu yağmur sırasında aniden bir şimşek çaktı ve şimşeğin doğal bir sonucu olarak korkunç bir gök gürültüsü duydum. Şimşek beni çok şaşırtmıştı ancak tam o sırada şimşek gibi çakan bir düşünce beni daha çok korkuttu. Ah, barutum! Sadece kendimi savunmak için değil, yiyecek bulmak için de tek güvencem olan barutumun bir anda patlayıp yok olacağı aklıma geldiğinde yüreğim daralıver-di. Kendi içinde bulunduğum tehlikenin farkında bile değildim; oysa barut bir ateş alsa neye uğradığımı bile anlamaya fırsatım olmazdı. Bu düşünce bende öyle bir etki bıraktı ki fırtına dindikten sonra, bütün işlerimi; yapıyı, korunak çalışmalarımı bir kenara bırakarak kendimi barutu ayırmak ve küçük küçük paketler halinde saklamak için torba ve kutu yapmaya verdim. Böylelikle başlarına bir şey gelirse hepsi birden ateş almayacak ve ayn ayn yerlerde durduktan için de ateş alan bir parçadan diğerlerine de ateş sıçraması mümkün olmayacaktı. Bu işi yaklaşık iki haftada bitirdim ve sanınm aşağı yukan yüz yirmi kiloluk barutumu en az yüz parçaya ayırdım. Islak barut fıçısına gelince, onunla ilgili bir tehlikenin söz konusu olmadığını düşündüğüm için bu fıçıyı mutfağım olarak gördüğüm yeni mağarama yerleştirdim. Geri kalan ba-rutlan da sudan hiç etkilenmeyecek şekilde kayalann arasındaki deliklere sakladım ve her birinin yerini de özenle işaretledim. Bu işi yaptığım süre boyunca her gün en azından bir kez, hem gezinmiş olmak, hem yenebilecek bir şeyler vurabilmek, hem de adada ne gibi şeyler yetiştiğini öğrenmek için tüfeğimle dışan çıkıyordum. Đlk dışan çıkışımda adada keçiler bulunduğunu öğrenmek beni çok sevindirdi; ama bir yandan da şöyle bir şanssızlık söz konusuydu; keçiler o kadar ürkek, zeki ve de hızlıydılar ki, onlara yaklaşmak dünyadaki en zor şeydi. Ama bu cesaretimi kırmadı, çünkü eninde sonunda bir tanesini vuracağıma şüphem yoktu ve kısa bir süre sonra bunu başardım. Dolaştıkları yerleri biraz öğrendikten sonra oralara gidip beklemeye başlamıştım çünkü. Kendileri kayaların üstündeyken benim vadide olduğumu gördüklerinde büyük bir korkuya kapılarak kaçtıklarını gözlemlemiştim, ama vadide otlarlarken ben kayaların üzerinde olduğumda aldırmıyorlardı bile. Bundan dolayı görüş açılarının sadece aşağıdaki şeyleri görmelerine izin verdiği ve kendilerinden yukarıdaki şeyleri göremedikleri sonucuna vardım. Bu gözlemi temel alarak şöyle bir yöntem belirledim: Đlk önce onlardan yukarıda olmak için kayaların üstüne çıkıyor ve sonra da çoğunlukla iyi atışlar yapıyordum. Đlk atışımda, halen emzirdiği bir yavrusu olan ve bu yüzden de beni çok üzen dişi bir keçi vurdum. Annesi yere düştüğünde yavru keçi ben gidip annesini alana kadar oradan kıpırdamadı ve dahası ben annesini omzuma yükleyip götürürken de peşimden evime kadar geldi. Bunun üzerine annesini yere bırakıp yavruyu kollarıma aldım ve evcil-leştirebileceğimi umarak çitimden içeri soktum. Ama yavru hiçbir şey yemediği için onu kesip yemek zorunda kaldım. Bu iki keçinin eti bana uzun süre yetti, çünkü çok az yiyor ve erzaklarımı, özellikle de ekmeğimi elimden geldiğince tutumlu kullanıyordum.

Page 27: Robinson Crusoe

Evimi iyice yerleştirdikten sonra, mutlaka içeride ateş yakacak bir yer yapmam ve yakacak bulmam gerektiğini fark ettim. Bunun için ne yaptığımı, mağaramı nasıl genişlettiğimi ve kendime ne gibi kolaylıklar sağladığımı yeri gelince bütün ayrıntılarıyla anlatacağım. Ama ilk önce biraz kendimden ve o zamanki yaşantımla ilgili düşüncelerimden bahsetmem gerekiyor ki, bu konuda anlatacaklarımın pek az olmadığını kolayca tahmin edebilirsiniz. Đçinde bulunduğum durumun çok acıklı olduğunu düşünüyordum. Bu adaya düşmemin nedeni, dediğim gibi, bizi yolculuk etmeyi tasarladığımız yolun oldukça uzağına -insanlığın genel ticaret yollarının yüzlerce fersah ötesine- atan korktınç bir fırtına olduğundan, Tann'nın, hayatımın sonuna kadar bu ıssız yerde, yapayalnız yaşamamı uygun gördüğünü düşünmek için çok önemli bir nedenim vardı. Bunları düşündüğüm zaman gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Bazen de kendi kendime, Tanrı neden kendi yarattığı insanları bu derece hırpalıyor ve onları bu kadar sefil, kimseden yardım alamayacak kadar yalnız ve umutsuz bir duruma sokuyor diye soruyor; insanın, böyle bir hayat için şükretmesinin mantıklı olamayacağını düşünüyordum. Ama hemen ardından da içimdeki bir ses, bana bu düşünceleri tartmamı söylüyor ve beni azarlıyordu. Özellikle bir gün, elimde silahımla deniz kenarında yürürken yine ne hallere düştüğümü kara kara düşünsem de mantığım aksini iddia etti: "Evet, yapayalnız olduğun doğru, ama bir de şunu düşün: Diğerleri nerede? Sandala on bir kişi binmemiş miydiniz? Peki, diğer on kişi nerede? Neden onlar kurtulmadı da sen kurtuldun? Neden bir tek sen kurtuldun? Burada mı olmak daha iyi, orada mı?" Sonra denize döndüm. Bütün kötü şeyler, iyi yanlarıyla ve daha kötüsünün de olabileceği ihtimaliyle beraber değerlendirilmeli. Sonra hayatta kalmak için gerekli her şeye sahip olduğum geldi aklıma tekrar. Şöyle düşünüyordum: Eğer gemi karaya ilk oturduğu yerden kıyıya doğru sürüklenmeseydi -ama bu zaten yüz binde birlik bir olasılıktı-ve içinden bütün o şeyleri alabilecek zamanım olmasaydı, ne yapardım? Karaya ilk çıktığım zamanki gibi, gerekli hiçbir şeyim olmadan veya bunları sağlayacak hiçbir araç olmadan yaşamak zorunda kalsaydım, ne hallere düşerdim? "Özellikle de," dedim yüksek sesle (kendi kendime konuşuyor olsam bile) "tüfeğim, cephanem, aletlerim, elbiselerim, yataklarım, çadırım ya da herhangi bir örtüm olmasaydı, ne yapardım?" Şimdi bunların hepsinden yetecek kadar vardı ve cephanem bitip de tüfeksiz yaşamak zorunda kalsam bile rahat bir şekilde karnımı doyurabilirdim; bu yüzden hayatımın geri kalan kısmını hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeden yaşayabileceğime dair belli bir umudum vardı. Başlangıçtan beri, herhangi bir kaza ihtimaline karşı, sadece cephanemin bitmesi durumunda değil, sağlığım bozulduğu veya gücüm tüken- diği zaman da ne yapabileceğimi düşünmüştüm. Bütün cephanemin bir anda yok oluver-mesi, yani, yıldırım düşerse bütün barutumun havaya uçması düşüncesine de hiç kat-lanamadığımı itiraf edeyim. Bu yüzden, şimdi fark ediyorum ki ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, çok fazla korkuyormuşum. Şimdi sıra, dünya üzerinde daha önce belki de hiç duyulmamış yapayalnız bir hayatın hüzünlü bir kısmına geldiğimizden, bunu başından başlayıp yeri geldikçe, sırasıyla anlatacağım. Benim hesaplanma göre bu korkunç adaya ilk ayak bastığım gün, tarih 30 Eylül idi. O zaman güneş güzdönümünde ve neredeyse tam tepemde olduğu için 9 derece 22 dakika kuzey enleminde bulunduğumu hesapladım. Adaya varışımın on ya da on ikinci günü defter, kalem ve mürekkep olmadığından tarihleri karıştırabileceğim, hatta tatil ve çalışma günlerini bile unutabileceğim geldi aklıma. Bunu önlemek için bıçağımla, büyük bir tahtanın üzerine, büyük harflerle, "Buraya 30 Eylül 1659'da ayak bastım," diye yazdım ve bu tahtayı bir direğe çakarak büyük bir haç gibi karaya ilk ayak bastığım kıyıya diktim. Bu dört köşe tahtanın üzerine her gün bıçağımla bir çentik atıyor, her yedinci günün çentiğini daha uzun yapıyor ve her ayın ilk günü için de ötekilerden daha uzun bir çentik atıyordum; böylece zamanı haftalık, aylık ve yıllık olarak da gösteren bir takvim tutmuş oluyordum. Bir de şunu belirtmem gerekiyor; birkaç yolculuk yapıp gemiden birçok şey getirdiğimden yukarıda bahsetmiştim; ama bu şeyler arasında, diğerleri kadar değerli olmasa da tamamen faydasız da sayılmayacak, daha önce hiç bahsetmediğim birkaç şey daha vardı; kalemler, mürekkep, kâğıt; kaptanın, ikinci kaptanın, topçu subayının ve marangozun eşyaları arasında birkaç paket, iki üç pusula, bazı matematik araçları, cetveller, ölçüm aletleri, hesap aletleri, dürbünler, haritalar ve gemicilik kitapları da vardı. Đhtiyacım olup olmadığını düşünmeden hepsini aceleyle alıvermiştim. Ayrıca, diğer eşyalarımla birlikte gemiye aldığım üç güzel Đncil (Đngiltere'den gönderilen eşyalar arasından çıkmıştı bunlar); bazı Portekizce kitaplar, iki üç tane de Katolik dua kitabı ve başka kitaplar daha bulmuş ve bütün bunları özenle saklamıştım. Şunu da unutmayayım: Gemide, yeri gelince onlardan ayrıntılarıyla bahsedeceğim bir köpek ile iki de kedimiz vardı. Kedileri yanımda karaya çıkarmıştım. Köpeğe gelince, ilk yükümle karaya çıktıktan sonraki gün, kendiliğinden gemiden denize atlayıp yüzerek beni karaya kadar takip etti ve yıllar boyu benim için sadık bir hizmetkâr oldu. Onun bana bir şeyler getirmesini ya da bana eşlik etmesini istediğim yoktu, tek istediğim benimle konuş-masıydı ama bunu yapamazdı. Daha önce de belirttiğim gibi kalem, mürekkep ve kâğıt bulmuştum. Bunları son derece idareli kullanıyordum; mürekkebim olduğu sürece her şeyi aynen yazdığımı göreceksiniz; ama mürekke- P

Page 28: Robinson Crusoe

bim bitince yazmaya devam edemedim, çünkü hangi yolu denersem deneyeyim, mürekkep yapmayı beceremedim. Böylelikle, bir sürü şey toplamış olmama rağmen hâlâ bir sürü eksiğim olduğunu fark ettim; bunlardan biri de mürekkepti. Ayrıca toprağı kazmak için kazma, kürek ve bel; iğne, iplik, topluiğneye de ihtiyacım vardı. Keten kumaşa gelince, bunun eksikliğine kısa bir süre içinde, pek zorluk çekmeden alıştım. Bu alet yokluğu yüzünden yaptığım her iş çok ağır ilerliyordu. Dolayısıyla, küçük çitimi ya da çevresi kapalı barınağımı tam olarak bitirdiğimde neredeyse koca bir yıl geçmişti. Korulukta, kaldırabileceğim ağırlıktaki kazıkları ya da direkleri kesip hazırlamak uzun zaman alıyordu, bunları eve getirmek ise çok daha uzun sürüyordu. Böyle olunca, bu direklerden birini kesip eve getirmek için bazen iki gün harcıyordum ve bunları yere çakmak da üçüncü bir güne mal oluyordu. Bu amaç için ilk başta ağır bir odun parçası kullanıyordum; ama sonunda aklıma demir küskülerden biri geldi. Bununla birlikte, bu küsküler de direkleri ya da kazıklan çakma işini çok yorucu ve zaman alıcı bir iş olmaktan kurtaramadı. Aslında yapmak zorunda olduğum işlerin zaman alıcı olduğunu dert etmeme hiç gerek yoktu, çünkü zaten yeterince zamanım vardı. Adada dolaşıp yiyecek aramaktan başka işim de yoktu, ki bunu zaten hemen her gün yapıyordum. Artık yaşamımı ve içine düştüğüm durumu ciddi ciddi düşünmeye başlayıp yazıya döküyordum. Düşüncelerimi günü gününe yazıya döküp kafa patlatmamın arkasında, bunları benden sonra gelecek kuşağa aktarmak gibi bir amaç yoktu, çünkü çocuğum falan olacak gibi görünmüyordu. Mantığım umutsuzluğuma hakim olmaya başladıkça kendimi elimden geldiği kadar avuttum. Durumumu daha kötüsünden ayırt edebilmek için, iyi yanlarıyla kötü yanlarını karşı karşıya koydum. Avuntularım ile çektiğim acılan, alacak veya verecek hesabı yapan biri gibi tam bir tarafsızlıkla şöyle sıraladım: Kötü Korkunç, ıssız bir adaya düştüm, her türlü kurtuluş umudundan yoksunum. Dünyadaki herkesin içinden, acınacak hale düşürülmek için ben seçilmişim. Đnsanlıktan kopmuş, toplum dışına sürülmüş, yalnız biriyim. Giyecek elbisem yok. Đnsanlar ya da hayvanlardan gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı ne bir savunma ne de bir direnme aracım var. Konuşabileceğim, beni teselli edecek kimsem yok. iyi Ama hayattayım, gemideki diğer arkadaşlarımın aksine boğulmadım. Ama aynı zamanda bütün gemiciler arasından ölümden kurtarılmak üzere ben seçildim ve beni mucizevi bir şekilde ölümden kurtaran Tanrı bu durumdan da kurtarabilir. Ama çorak bir yerde yiyecek içecek hiçbir şey bulamayarak açlıktan, susuzluktan ölüp gitmiyorum. Ama sıcak bir iklimdeyim. Giysim olsaydı bile burada ona pek ihtiyacım olmazdı. Ama Afrika sahillerinde gördüğüm yırtıcı hayvanlardan hiçbirine rastlamadığım bir adaya düştüm; ya kaza oralarda olsaydı? Ama Tanrı, olağanüstü bir şekilde, gemiyi kıyıya yeterince yaklaştırdı, böylece yaşadığım sürece gereksinimlerimi karşılamamı sağlayacak malzemeleri alabildim. Bütün olarak bakıldığında, dünyada bu kadar acınacak bir durumun zor bulunacağı şüphesizdi. Ancak bu durumun olumsuz yönleri olduğu gibi şükredilecek olumlu yönleri de vardı. Hayattaki en kötü deneyimlerimizden şu dersi çıkartabiliriz: Her durumda kendimizi avutacak, iyilerle kötüler defterinin alacaklar hesabına yazacak şeyler bulabiliriz. Durumuma biraz olsun alışıp bir gemi görür müyüm diye denize bakmaktan vazgeçince, yani bu tür şeyleri bir kenara bırakınca kendimi yeni yaşam düzenime uyum sağlamaya ve işleri elimden geldiğince kolaylaştırmaya verdim. Barınağımı daha önce anlatmıştım; bir kayanın yamacındaki bir çadır ve bu çadn çevreleyen sağlam direkler ve halatlardan ya pılmış bir çit. Ama artık bu çite duvar adını vermem daha doğru olur, çünkü dışına keseklerden oluşan altmış santim kalınlığında bir duvar yapmıştım, bir süre sonra da -sanı- ran bir buçuk yıl sonra- yılın belli zamanlarında çok şiddetli yağan yağmur içeri girmesin diye, bu duvardan kayaya doğru kalaslar dizmiş ve üzerlerini de ağaç dallan ve buna benzer şeylerle örtmüştüm. Bütün eşyalarımı bu çitin içine ve çadırın arkasına yaptığım mağaraya nasıl taşıdığımı anlatmıştım. Ama şunu da belirtmem gerekiyor ki, bu eşyalar düzensiz bir şekilde ortada durdukları için ilk başta darmadağınık bir yığından ibarettiler; bu yüzden bana kımıldayacak yer bile kalmamıştı. Bu nedenle kayayı daha içlere doğru oyarak mağaramı genişletmeye giriştim. Yumuşak, kumlu bir kaya olduğu için istediğim şekilde kolayca işleyebiliyordum. Yırtıcı hayvanlara yem olmayacağımdan iyice emin olunca, kayayı sağa doğru oymaya başladım; kayanın dışına çıkana kadar oymaya devam ettim; böylece çitimin ya da surlarımın dışına çıkan bir

Page 29: Robinson Crusoe

kapı yapmış oldum. Bu yol bana sadece çadırımla ambarıma giriş çıkışlarda kullanabileceğim bir arka kapı olmakla kalmadı, eşyalarımı saklayabileceğim fazladan yer de sağladı. Artık kendimi özellikle masa ve sandalye gibi en çok ihtiyaç duyduğum şeyleri yapmaya vermiştim; çünkü bunlarsız dünyada sahip olduğum azıcık konforun bile tadını çıka-ramıyordum. Masam olmadan ne yazı yazmaktan, ne yemek yemekten, ne de yapılacak başka işlerden doğru dürüst zevk alabiliyordum. Dolayısıyla işe koyuldum; burada şunu belirtmem gerekiyor ki, matematiğin özü ve temelinde insan aklı yattığından, insan her şeyi ölçüp tartarak ve en akıllıca kararlara vararak zaman içinde her türden elişine hâkim olabilir. Hayatımda elime bir alet alıp çalışmışlığım yoktu. Ama zaman ve emek vererek özenle çalışınca, özellikle de elimde gerekli aletler varsa, bir işi eninde sonunda başarabileceğimi anladım. Bununla birlikte, aletsiz de bir sürü şey yaptım; bazılarını da, belki de daha önce hiç denenmemiş yollardan, yalnız bir keser, ufak bir balta kullanarak ve bir de yoğun emek vererek yaptım. Örneğin; tahta gerektiğinde bir ağaç kesip, bu ağacı önüme koyup bir kereste gibi incelene kadar baltamla iki yandan yontmaktan ve sonra da bunu keserimle düzleştirmekten başka seçeneğim yoktu. Bu* yolla koskoca bir ağaçtan tek bir tahta parçası çıkarabiliyordum, bu doğru, ama sabretmekten ve bir kalas ya da tahta çıkarana kadar olağanüstü zaman ve emek harcamaktan başka çarem yoktu. Ama zamanım ya da emeğimin pek bir değeri olmadığından, şu ya da bu şekilde kullanmış olmam pek fark etmiyordu. Bununla birlikte, daha önce de belirttiğim gibi, ilk önce salımla gemiden getirdiğim kısa tahta parçalarıyla bir masa ve sandalye yaptım. Ama yukarıda bahsettiğim gibi, ağaçlardan tahta çıkarmaya başlayınca mağaramın bir duvarına, kırk beş santim genişliğinde geniş raflar yaptım ve bütün aletlerimi, çivileri ve demir eşyaları bu rafların üzerine dizdim; kısacası, kolayca bulabilmek için her şeyi ayrı ayrı yerleştirdim. Tüfeklerimi ve asılabile- cek her şeyi asmak için kayanın duvarına çiviler çaktım. Böylelikle mağaram gerekli her şeyin bulunduğu büyük bir ambar gibi oldu. Artık her şey elimin altındaydı ve bütün eşyalarımın böyle bir düzene girmesi, özellikle de bu kadar çok eşyam olduğunu görmek, bana büyük bir sevinç vermişti. Her gün yaptığım işlerle ilgili bir günlük tutmaya işte bundan sonra başladım. Çünkü ilk başlarda, hem yapılacak çok işim olduğundan, hem de kafam karmakarışık olduğundan bir telaş içindeydim; o zamanlar günlük tutsaydım, muhtemelen bir sürü sıkıcı şeyle dolu olurdu. Örneğin şöyle yazardım: 30 Eylül - Boğulmaktan kurtulup karaya çıktıktan sonra, ilk önce mideme dolan büyük miktarda tuzlu suyu kusup kendime geldim ve sonra Tann'ya şükredeceğime, kıyı boyunca koşturmaya başladım; ellerimi ovuşturup başıma yüzüme vurdum; yorgunluktan bayılıp yere düşene kadar, "Mahvoldum ben, bittim," diye bağırarak düştüğüm duruma isyan ettim; yere düşünce de biraz dinlendim, ama vahşi hayvanlara yem olma korkusundan uyumaya cesaret edemedim. Bundan sonraki günlerde, gemiye çıkıp alabileceğim her şeyi getirdikten sonra, küçük bir dağın tepesine tırmanıp bir gemi görmek umuduyla denize bakmaktan kendimi alamıyordum. Sonra da bu umutla kendimi sevindirmek için uzaklarda bir yelken gördüğümü zannediyor ve gözlerim kararana kadar durmadan o noktaya bakıyor; artık yelken falan görmez olunca da oturup bir çocuk gibi 118- ağlıyordum. Böylece, bu çılgınlıklarla acılarımı daha da artınyordum. Ama bu tür şeyleri bir ölçüde atlattıktan, evimle barınağımı bir düzene sokup bir masayla sandalye yaptıktan ve çevremdeki her şeyi elimden geldiğince düzenli bir şekilde yerleştirdikten sonra size burada bir örneğini vereceğim (içinde bütün bu ayrıntıların tekrar anlatılacağı) günlüğümü tutmaya başladım ve mürekkebim olduğu sürece yazdım, ama mürekkebim kalmayınca yazmayı bırakmak zorunda kaldım. Günlük 30 Eylül 1659 - Ben, zavallı Robinson Crusoe, açık denizde korkunç bir fırtına sırasında kazaya uğrayarak Umutsuzluk Adası dediğim bu kasvetli, uğursuz adaya çıktım. Gemideki arkadaşlarımın hepsi boğuldu; ben de neredeyse ölüyordum. Günün geri kalanını, düştüğüm bu umutsuz durumdan ötürü kendi kendime acı çektirerek geçirdim; ne yiyeceğim, ne evim, ne giyecek bir şeyim, ne silahım, ne de sığınacak bir yerim vardı. Bu umutsuz durumda, ölmekten başka kurtuluş olmadığını düşünüyordum; ya yırtıcı hayvanlara yem olacak, ya vahşiler tarafından öldürülecek, ya da açlıktan ölecektim. Hava karardığında vahşi hayvanlardan korktuğum için bir ağacın tepesine çıktım. Yağmura rağmen bütün gece deliksiz uyudum. i Ekim - Sabahleyin, suların yükselmesiyle geminin kıyıya doğru sürüklenip adaya çok 1 yaklaştığını gördüğümde çok şaşırdım. Geminin hâlâ ayakta durduğunu ve parçalara ayrılmadığını görmek benim için sevindirici bir durumdu, çünkü rüzgâr dinerse gemiye gidip biraz yiyecekle bana faydası dokunacak bazı eşyaları alabileceğimi umut ediyordum. Öte yandan, bu durum arkadaşlarımı kaybetmiş olmamın acısını tazelemişti, çünkü gemide kalsaydık gemiyi kurtarabileceğimizi ya da en azından arkadaşlarımın o şekilde boğulmayacağım düşünüyordum; ve kurtulsalardı, birlikte geminin parçalarından bizi dünyanın başka bir tarafına götürebilecek bir tekne yapabilirdik. Günün büyük bir kısmını kafamda böyle düşüncelerle geçirdim.

Page 30: Robinson Crusoe

Ama en sonunda geminin neredeyse su almamış olduğunu görerek kumun üzerinde gidebildiğim kadar gemiye yaklaştım ve sonra yüzerek güverteye çıktım. Ayrıca artık rüzgâr esmemesine rağmen yağmur bugün de devam ediyordu. Ekim'in 1 'inden 24'üne - Bugünleri alabileceğim her şeyi getirmek için gemiye yaptığım yolculuklarla geçirdim. Aldığım şeyleri sular yükseldiğinde salla karaya çıkarıyordum. Ara ara hava güzelleşse de çok fazla yağmur yağıyordu; anlaşılan yağmur mevsimiydi. 20 Ekim - Salım, üzerindeki eşyaların hepsiyle birden devrildi; ama sular sığ, eşyalar da genelde ağır olduğu için sular çekildiğinde çoğunu kurtardım. 25 Ekim - Bütün gün ve bütün gece yağmur yağdı ve arada bir rüzgâr esti, bu süre içinde rüzgâr biraz daha sert esmeye başladığından gemi parçalara ayrıldı. Görünürde gemi falan kalmamıştı artık, yalnız sular çekildiğinde görülen parçaları dışında. Bugünü yağmurdan bozulmasınlar diye, kurtardığım eşyaları örtüp saklamakla geçirdim. 26 Ekim - Hemen hemen bütün gün kendime yerleşecek bir yer bulmak için kıyı boyunca dolaştım. En büyük kaygım kendimi geceleri vahşi hayvanlar veya insanlardan gelebilecek saldırılara karşı güvence altına almaktı. Akşama doğru bir kayanın eteğinde uygun bir yer buldum ve bir yarım daire çizerek yerleşeceğim yeri belirledim. Burayı içeriden birbirine halatlarla bağlanmış iki sıra kazık ve keseklerden oluşan bir duvar ya da korunakla güçlendirmeye karar verdim. Ekim'in 26'sından 30'una kadar zaman zaman çok fazla yağmur yağmasına rağmen bütün eşyalarımı barınağıma taşımak için çok çalıştım. 31 Ekim sabahı, biraz yiyecek aramak ve çevreyi öğrenmek için tüfeğimle adayı dolaşmaya çıktım; bir dişi keçiyi vurdum ve yavrusu beni takip etti, hiçbir şey yemediği için sonradan yavruyu da öldürmek zorunda kaldım. 1 Kasım - Bir kayanın altına çadırımı kurdum ve içinde ilk gecemi geçirdim. Bu çadırı elimden geldiğince büyük yapmaya çalıştım ve çadırın içine, hamağımı asacak direkler çaktım. 2 Kasım - Duvarımı yapmayı tasarladığım yarım dairenin biraz içine, bütün sandıklan- mı, tahtalarımı ve sallarımı yapmakta kullandığım kereste parçalarını dizerek etrafını bir çitle çevreledim. 3 Kasım - Tüfeğimle dışarı çıkıp ördeğe benzeyen iki kuş vurdum, etleri çok iyiydi. Öğleden sonra kendime bir masa yapmak için çalışmaya başladım. 4 Kasım - Bu sabah; çalışma, tüfeğimle dolaşma, uyuma, dinlenme saatlerimi bir düzene sokmaya başladım. Yağmur yağmıyorsa, her sabah tüfeğimle iki üç saat dolaşıyordum; sonra aşağı yukarı on bire kadar çalışıyordum; sonra da elimde ne varsa onu yiyor ve hava aşın sıcak olduğu için saat on ikiden ikiye kadar uyuyordum. Akşamları da tekrar çalışıyordum. Bugün ve sonraki gün için çalışma saatlerimin tamamını masamı yapmaya ayırmıştım; çünkü henüz pek zavallı bir işçiydim ama zaman geçtikçe -ve mecburiyetten- tam bir usta oldum. Sanırım, herkes böyle olurdu. 5 Kasım - Bugünü, tüfeğim ve köpeğimle dışarıda geçirdim; vahşi bir kedi öldürdüm, postu çok yumuşaktı, ama eti hiçbir işe yaramazdı. Öldürdüğüm her hayvanın postunu yüzüp saklıyordum. Deniz kıyısına geri döndüğümde ne olduğunu anlayamadığım bir sürü deniz kuşu gördüm; ama beni şaşırtan, hatta neredeyse korkutan, gördüğüm iki üç ayıbalığıydı. Ne olduklarını bilmediğim için, gözümü dikmiş onlara baktığım sırada denize dalarak benden kaçtılar. 6 Kasım - Sabah yürüyüşümden sonra masam üzerinde çalışmaya devam ettim ve I bitirdim; ama pek sevmedim; çok geçmeden de nasıl düzelteceğimi öğrendim. 7 Kasım - Şimdi havalar güzelleşmeye başladı. Ayın 7, 8, 9, 10'u ile 12'sinin bir kısmını (ayın 11'i pazara geliyordu) kendime bir sandalye yapmak için uğraşarak geçirdim ve bir hayli uğraşarak az çok bir şekil vermeyi başardım; ama hiç hoşuma gitmedi; yaparken bile birkaç kez bozup yine yapmıştım. Not: Kısa bir süre sonra pazar günlerini ihmal etmeye başladım; çünkü takvim direğime günleri işaretlemediğim için hangisinin hangi gün olduğunu unutuyordum. J 3 Kasım - Bugün yağan yağmur hem beni çok rahatlattı, hem de toprağı serinletti; ama yağmura korkunç bir gök gürültüsü ve şimşek de eşlik ettiğinden barutum yüzünden dehşete kapıldım. Yağmur diner dinmez, tehlikeden kurtarmak için bütün barutumu mümkün olduğunca küçük parçalara ayırmaya karar verdim. 14, 15, 16Kasım- Bu üç günü; yarım kilo ya da en fazla bir kilo barut alacak, dört köşe, küçük sandıklar ve kutular yapmakla geçirdim ve barutu bunların içine koyarak güvenli ve birbirinden mümkün olduğunca uzak yerlere yerleştirdim. Bugünlerden birinde eti yemeye çok uygun büyük bir kuş vurdum; ama kuşa ne isim vereceğimi bilmiyorum. 17 Kasım - Bugün biraz daha yer açmak için çadırımın arkasındaki kayayı oymaya başladım. Not: Bu iş için çok ihtiyaç duyduğum üç şey vardı; kazma, kürek, bir el arabası ya da küfe. Bu yüzden çalışmayı bir kena- ra bırakarak bu ihtiyaçlarımı nasıl karşılayabileceğimi ya da bu aletleri nasıl yapabileceğimi düşünmeye başladım. Kazma olarak, ağır olmakla birlikte yeterince uygun olan demir küsküleri kullanıyordum, ama kürek

Page 31: Robinson Crusoe

ya da bel de gerekiyordu. Bunlar olmadan doğru dürüst hiçbir şey yapamayacağım için gerçekten gerekliydiler. Ama bu aletleri nasıl yapacağımı bilmiyordum. 18 Kasım - Ertesi gün korulukta dolaşırken aşın sert olduğu için Brezilya'da demir ağacı denilenlerden ya da onlara benzer bir ağaç buldum. Neredeyse baltamı bozacak kadar büyük bir çaba sarf ederek bu ağaçtan bir parça kestim ve çok ağır olduğu için yine oldukça zorlanarak eve götürdüm. Ağaç çok sert olduğundan ve daha kolay bir yol bulamadığımdan, bu aleti yapmak çok zamanımı aldı; ağaç parçasına yavaş yavaş bir kürek ya da bel şeklini vermeyi başardım. Sapı aynı bizim Đngiltere'dekiler gibi oldu, ama alttaki geniş kısmına demir takamadı-ğım için çok uzun süre kullanamayacaktım. Bununla birlikte kullandığım işlerde bana epey bir faydası dokundu; ama bir küreğin, daha önce hiç bu şekilde ya da bu kadar uzun sürede yapıldığını sanmıyorum. Hâlâ eksiklerim vardı, çünkü bir küfe ya da bir el arabasına da ihtiyaç duyuyordum. Sepet yapmaya elverişli, ince, dal gibi bükü-lebilir şeyler olmadığı ya da en azından henüz bulamadığım için hiçbir şekilde bir küfe yapamazdım. El arabasına gelince, tekerlek dışında her şeyi yapabileceğimi düşünüyor- dum, ama tekerleği nasıl yapacağıma ya da işe nereden başlayacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Ayrıca tekerleğin dönmesini sağlayan dingilin demir millerini yapma olanağım da yoktu, dolayısıyla bu düşünceden vazgeçtim ve mağaradan çıkardığım toprakları taşımak için, işçilerin duvarcılara harç taşımakta kullandığı kovalara benzer bir şey yaptım. Bunu yapmak benim için kürek yapmak kadar zor olmamıştı; ama yine de bu, yani kürek ve el arabası yapmak için boşu boşuna verdiğim uğraşlar en az dört günümü almıştı; neredeyse hiç aksatmadığım ve mutlaka yenebilecek bir şeylerle döndüğüm tüfekli sabah yürüyüşlerimi buna dahil etmiyorum. 23 Kasım - Bu aletleri yapmak için bir kenara bıraktığım diğer iş duruyordu. Aletleri bitirdiğimde bu işe geri döndüm; gücüm ve zamanım elverdiği sürece her gün çalışarak, tam on sekiz günü, mağaramı eşyalarımı rahatlıkla alabilecek şekilde genişletmek ve büyütmekle geçirdim. Not: Bütün bu süre içinde bu odayı ya da mağarayı bana bir depo ya da ambar, bir mutfak, bir yemek odası ve bir de kiler sağlayacak kadar büyütmeye çalıştım; oturma odama gelince bunun için çadırı kullanıyordum. Ancak, mevsimi gelince bazen çok yağmur yağdığı için ıslanmamak mümkün değildi, dolayısıyla çitimin içinde kalan bütün alanı, sonradan, kayaya kadar uzattığım kalas biçimindeki uzun direklerle örttüm ve bunların üzerini de sazlar ve büyük ağaç yaprakla-nyla kapladım. 10 Aralık - Tam da mağaramı ya da mahzenimi bitirdiğimi düşünmeye başlamışken aniden (anlaşılan fazla geniş yapmıştım) tavandan büyük bir toprak yığını düşüverdi, dolayısıyla bu beni çok korkuttu. Korkmak için de yeteri kadar sebebim vardı, çünkü ben altındayken düşseydi, bir mezar kazıcısına bile ihtiyacım olmayacaktı. Bu felaket dolayısıyla, mağarada yine bir hayli çalışmam gerekti; çünkü tavandan inen toprağı dışarı taşımam ve daha da önemlisi, tavanı, bir daha çökmeyeceğinden emin olacak şekilde sağlamlaştırmam gerekiyordu. 11 Aralık - Bugün o işe başladım; iki kalas ya da direği tavana dayayıp üzerlerine de iki kalas koydum. Bunu ertesi gün bitirdim ve daha fazla direkle kalas yerleştirerek, aşağı yukarı bir hafta içinde tavanı iyice sağlam-laştırdım; ayrıca direkler sıralar halinde durduğu için evimi bölümlere ayırmama da yaradılar. 17 Aralık - Bugünden ayın yirmisine kadar rafları yerleştirdim ve aşılabilecek her şeyi asmak için direklere çiviler çaktım. Böylece evimin içini biraz düzene sokmaya başlamıştım. 20 Aralık - Bugün her şeyi mağaraya taşıdım ve evimi yerleştirmeye başladım, üzerine yiyeceklerimi yerleştirmek için, bazı tahta parçalarını bir büfe gibi dizdim, ama tahtalarım azalmaya başlayınca kendime bir masa daha yaptım. 24 Aralık - Bütün gün, bütün gece çok yağmur yağdı; dışarı çıkmaya yeltenmedim. 25 Aralık - Bütün gün yağmur yağdı. 26 Aralık - Yağmur dindi, toprak öncekinden çok daha serin ve güzel. 27 Aralık - Genç bir keçi vurdum ve bir başkasını da bacağından yaraladım, yakalayıp boynuna bir ip takarak eve getirdim. Eve varınca kırılmış olan bacağını tahtalarla sarıp bağladım. Not: Ona o kadar özenle baktım ki yaşadı, bacağı da iyileşti ve eskisi kadar kuvvetlendi. Keçiye çok uzun bir süre baktığım için evcilleşti. Kapımın önündeki küçük çimenlikte otluyor ve oradan hiçbir yere ayrılmıyordu. Đlk defa olarak aklıma, barutum ve saçmam tamamen tükendiğinde yiyecek bir şeylerim olsun diye, bazı hayvanları evcilleştirip yetiştirmek geldi. 28, 29, 30 Aralık-- Ortalık sıcaktan kavruluyor ve en ufak bir esinti yok, bir tek akşamlan dışarı çıkıyorum, o da yiyecek bulmak için. Bu zamanı evimin içindeki eşyalarımı düzenlemekle geçirdim. 1 Ocak - Hava hâlâ çok sıcak, ama sabah erken ve akşam geç saatlerde tüfeğimle dışarı çıktım, gün içinde de hiçbir şey yapmadan yattım. Bu akşam, adanın ortalarına doğru uzanan vadinin daha içlerine gittim ve bir sürü keçi olduğunu gördüm; ama fazlasıyla ürkektiler; yanlarına yaklaşmak zordu. Bununla birlikte, onları aşağı doğru kovalaması için köpeğimi de getirebileceğime karar verdim. 2 Ocak - Dolayısıyla, ertesi gün köpeğimle gittim ve onu keçilerin üzerine saldım; ama yanılmışım. Bütün keçiler yüzlerini köpeğe döndüler ve köpek de bunun tehlikeli olduğu-

Page 32: Robinson Crusoe

nu çok iyi bildiği için yanlarına gitmeye cesaret edemedi. 3 Ocak - Çitimi ya da duvarımı yapmaya başladım, hâlâ birilerinin saldırısına uğramaktan koktuğum için çok kalın ve sağlam bir çit yapmaya karar verdim. Not: Bu duvarı daha önce anlattığım için bu konuda söylenecekleri, özellikle günlüğümün dışında tutuyorum. Ortasında mağaranın kapısı bulunan, kayanın bir ucundan başlayıp yedi metre ötedeki başka bir yanıyla birleşen, yarım daire şeklindeki bu duvarın uzunluğu yirmi metreyi geçmediği halde, duvarı yapıp bitirmem ve düzeltmemin en az 3 Ocak'tan 14 Nisan'a kadar sürdüğünü belirtmekle yetineceğim. Bütün bu süre boyunca çok çalıştım; yağmurlar beni günler, hatta bazen haftalar boyunca engellese bile bu duvar bitene kadar asla tamamen güvende olamayacağımı düşünüyordum. Bütün bunları yaparken, özellikle de gereğinden büyük yaptığım direkleri koruluktan getirmek ve yere çakmak için, kelimelerle anlatılamayacak kadar çok emek harcadığıma inanmak zordur. Duvar bittiğinde ve dışına da çalı çırpıdan oluşan ikinci bir çit eklediğimde, karaya çıkacak herhangi birinin burada bir barınak olduğunu anlayamayacağına ikna oldum; bu duvarı ne kadar iyi yaptığım, daha sonra anlatacağım çok dikkat çekici bir olay üzerine daha iyi anlaşılacaktır. Bu süre içinde, yağmur yağmadıkça her gün korulukta avlanmaya çıkıyordum ve bu yürüyüşlerde şu ya da bu şekilde benim yararıma olacak şeyler keşfediyordum sık sık. Bir keresinde de yuvasını koru güvercinleri gibi ağaçlara değil de ev güvercinleri gibi kayaların arasındaki deliklere yapan bir tür ya-bangüvercinine rastladım. Birkaç yavruyu alarak evcilleştirmeye çalıştım ve bunu başardım ama büyüdüklerinde hepsi kaçıp gitti, onlara verecek bir şeyim olmadığından, belki de karınlarını doyurmak için kaçmışlardır. Bununla birlikte, sık sık yuvalarını buluyor ve etleri çok lezzetli olan yavruları alıyordum. Şimdi ev işlerimle uğraşırken birçok eksiğim olduğunu fark ettim; ilk başta bunları yapmamın olanaksız olduğunu düşündüm ve gerçekten de bazılarını yapmak olanaksızdı. Örneğin, bir fıçıyı çemberlemeyi hiçbir zaman beceremiyordum. Daha önce de belirttiğim gibi, bir iki küçük fıçım vardı; ama haftalarca uğraşsam bile onlara benzer bir fıçı yapabilecek ustalığa asla ulaşamadım. Ne uçlarını tutturabiliyordum, ne de tahtaları suyu tutacak şekilde birleştirebiliyordum, dolayısıyla bundan da vazgeçtim. Bir de mum yokluğu benim için büyük bir sıkıntıydı; çünkü karanlık olur olmaz yatağa gitmek zorunda kalıyordum ve genellikle saat yedide hava karanyordu. Afrika serüvenimde mum yaptığım balmumu aklıma geldi, ama şimdi elimde hiç balmumu yoktu. Bulduğum tek çözüm; bir keçi vurduğumda donyağmı ayırmak ve bu yağı, kilden yapıp güneşte ku- ruttuğum küçük bir tabağa yerleştirip üstüpüden yaptığım bir fitili de buna ekleyerek bir lamba yapmak oldu; mum ışığı kadar iyi bir ışık olmasa da aydınlık veriyordu. Bütün bunlarla uğraştığım sırada, bir gün eşyalarımı karıştırırken, daha önce bahsettiğim bir torbayı bulmuştum; torba, sanırım bu yolculuk için değil de gemi Lizbon'dan gelirken, tavukları beslemek için tahılla doldurulmuştu. Torbanın içinde kalan azıcık tahıl da fareler tarafından yenmiş olduğundan, içinde kabuklar ve un ufak olmuş tahıl parçalarından başka bir şey bulamamıştım. Torbayı başka bir amaç için, sanırım yıldırım korkusuyla barutlan ayırdığım zaman barut koymak ya da onun gibi başka bir işte kullanmak için içindeki tahıl kabuklarını duvarımın bir kenarından dışarı silkelemiştim. Bu az önce bahsettiğim büyük yağmurlardan hemen önce oluyordu; hiç aldırış etmemiştim ve oraya bir şeyler attığımı da hatırlamıyordum. Aşağı yukarı bir ay sonra, yerden yeşil yeşil bir şeylerin filiz verdiğini görünce, bunun daha önce görmediğim bir bitki olduğunu düşündüm; ama biraz daha zaman geçtiğinde tıpkı bizim Avrupa, daha doğrusu Đngiliz arpası türünden on on iki adet yemyeşil arpa başağının çıktığını görünce şaşakaldım. Bu olay üzerine yaşadığım şaşkınlığı ve kafa karışıklığını anlatmam olanaksız. O zamana kadar, hiçbir zaman dini ilkelere göre hareket etmemiştim, aslına bakılırsa kafamda dinle ilgili çok az düşünce vardı. Başıma gelen şeyleri ise talihe bağlamaktan ya da I önemsemeden söylediğimiz gibi, 'Tanrı böyle-sini istemiş," demekten başka hiçbir şekilde açıklamaya girişmez, böyle şeylerde Tann'mn amacını ya da dünyadaki olayları yöneten buyruğunu düşünmek aklıma bile gelmezdi. Ama tahıl yetiştirmeye elverişli olmadığını bildiğim bir iklimde, özellikle de hiç anlamadığım bir şekilde, orada arpa yetiştiğini görünce, garip bir şekilde ürperdim ve Tann'nın burada, bu tahılları hiç tohum ekilmeden mucizevi bir şekilde yeşertmesinin, benim bu vahşi ve berbat yerde beslenebilmemi sağlamakla doğrudan bir ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Bu durum beni biraz etkiledi ve gözlerimin yaşarmasına sebep oldu; böyle doğaüstü bir şeyin benim için gerçekleşmesinden ötürü kendimi mutlu hissetmeye başladım. Bana daha da tuhaf gelen şey, bunların yakınında, kaya boyunca, daha sonra pirinç filizi olduğu ortaya çıkan başka otların da dağınık bir şekilde yeşerdiğini görmek oldu; Afrika kıyıla-nndayken gördüğümden bunların pirinç olduğunu anlamıştım. Bunların Tann'nın sadece benim yaşamam için gönderdiği mahsuller olduğunu düşünmekle kalmadım, adada daha başka şeyler olduğuna da hiç şüphe etmeden inandım. Adanın önceden bulunduğum kısımlarındaki her

Page 33: Robinson Crusoe

yerini dolaştım ve her köşeye, her kayanın altına bakarak başka mahsuller olup olmadığını araştırdım; ama hiçbir şey bulamadım. Sonunda oraya bir tavuk yemi torbasını silkelediğim aklıma geldi ve şaşkınlığım geç- meye başladı; itiraf etmem gerekiyor ki, bütün bunların sıradan bir şey olduğunu anladığımda Tann'nın takdirine karşı duyduğum dinsel şükranım da azalmaya başladı. Ama yine de bu kadar garip ve umulmadık bir olay karşısında bu sanki bir mucizeymiş gibi şükretmem gerekiyordu; çünkü on on iki tahıl tanesinin, gökten inmiş gibi hiç bozulmadan kalmış olması (geri kalanının hepsini fareler yemişken), ayrıca onları yüksek bir kayanın gölgesine atmış olmam da gerçekten Tann'nın bir lütfü ya da buyruğuydu; o sıra onları başka bir yere atmış olsaydım güneşten kavrulup gidebilirlerdi. Mevsiminde, yani haziran sonuna doğru bu tahıl başaklarını dikkatle koruduğuma emin olabilirsiniz; zamanla kendime ekmek yapmaya yetecek kadar olmaları umuduyla her bir tanesini topladım ve hepsini tekrar ekmeye karar verdim. Ama yemek için bu tahıllardan çok az bir kısmını bile ayırabilene kadar dört yıl geçti. O zaman bile, yeri gelince anlatacağım gibi, çok tutumlu davranıyor-dum, çünkü doğru zaman olup olmadığını düşünmediğimden ilk mevsim ektiklerimin hepsini kaybetmiştim. Kurak mevsimden hemen önce ektiğim için hiç yeşermemişlerdi bile, en azından beklediğim gibi yeşermediler; bunu da sırası gelince anlatırım. Bu arpanın yanı sıra, yukarıda da değindiğim yirmi otuz pirinç filizi vardı; bunları da aynı şekilde ya da aynı amaçla, yani kendime ekmek, daha doğrusu yiyecek yapmak için kullanmayı düşündüğümden aynı özenle ko- ruyordum. Çünkü ocak olmadan yemek pişirme yollarını bulmuştum, gerçi daha sonra bunu da yaptım. Ama artık günlüğüme geri dönme zamanı. Duvarımı bitirmek için bu üç dört ay bütün gücümle çalıştım ve duvarı 14 Nisan'da kapadım; burada bir barınak olduğu dışarıdan anlaşılmasın diye, kapıdan değil de bir merdivenle duvarın üstünden içeri girmeyi düşünüyordum. 16 Nisan - Merdiveni bitirip duvarın üstüne çıktım ve sonra merdiveni arkamdan çekerek duvarın içine, aşağı bıraktım. Burası benim için tam bir sığınak olmuştu, çünkü hem içeride yeteri kadar yerim vardı, hem de duvarımı aşmadığı sürece, dışarıdan hiçbir şey içeri girip bana saldıramazdı. Duvarı bitirmemin hemen ertesi günü az kalsın, bir anda bütün emeklerim yerle bir olacak, ben de ölecektim. Şöyle oldu: Đçeride, çadırımın arkasındaki mağaramın hemen girişinde bir işle uğraşırken gerçekten de çok şaşırtıcı bir şey yüzünden büyük bir korkuya kapıldım. Birdenbire, mağaramın tavanından ve başımın üzerindeki tepenin kenarından aşağı toprak döküldüğünü ve mağaraya koyduğum iki direğin de korkunç bir şekilde ça-tırdayarak parçalandığını gördüm. Gerçekten çok korkmuştum; ama bunun sebebinin ne olduğunu hiç bilmiyor, sadece daha önce de mağaramın tavanının bir kısmının çöktüğünü düşünüyordum. Toprakların altında kalırım korkusuyla hemen merdivenime koştum ve tepeden kopan parçaların üzerime yuvar- lanmasından korktuğumdan, kendimi orada da güvende hissetmeyerek duvarın öbür tarafına geçtim. Ayağım düz yere basar basmaz, bunun korkunç bir deprem olduğunu anladım. Çünkü üzerinde durduğum yer, sekiz dakika içinde üç defa sarsıldı; bu üçü de öyle sarsıntılardı ki, yerin üzerinde durması beklenen en sağlam binayı bile yerle bir edebilirlerdi. Ayrıca deniz kenarında, benden yarım mil uzaktaki bir kayanın tepesinden kopan bir parça, daha önce hiç duymadığım kadar korkunç bir gürültüyle yere düştü. Denizin de şiddetle dalgalandığını gördüm, sanırım sarsıntılar suyun altında, adada olduğundan daha güçlüydü. Böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamış veya yaşayan birinden de dinlememiş olduğum için o kadar şaşırmıştım ki, olduğum yerde donakalmış, sersemlemiştim, ayrıca yerin sarsılması deniz tutmuş gibi midemi bulandırmıştı. Ama düşen kayanın gürültüsü beni kendime getirdi ve sersemlemiş halimden kurtardı, bu sefer korkuya kapıldım. Tepenin, çadırımın ve bütün eşyalarımın üstüne çökerek bir anda hepsini toprak altında bırakacağından başka bir şey düşünemedim ve bu yüzden ikinci kez yüreğim ağzıma geldi. Üçüncü sarsıntı geçtikten sonra bir süre başka bir sarsıntı hissetmediğim için cesaretim yerine gelmeye başlamıştı. Yine de canlı canlı gömülme korkusundan duvarımı aşıp içeri girmeye cesaret edemiyor, büyük bir keder ve umutsuzlukla ne yapacağımı bileme- den olduğum yerde öylece oturuyordum. Bütün bu süre içinde, sıradan bir, 'Tanrım, bana acı!" lafından başka aklıma dinle ilgili en ufak ciddi bir düşünce gelmedi ve zaten deprem bittiğinde o da silinip gitti. O şekilde otururken sanki yağmur yağa-cakmış gibi havanın kapadığını ve bulutların geldiğini gördüm. Kısa bir süre sonra, rüzgâr yavaş yavaş arttı ve yanm saat bile geçmeden korkunç bir fırtına çıktı. Deniz birdenbire dalgalandı ve köpürdü, kıyıyı sular kapladı, ağaçlar kökleriyle beraber yerinden çıktı. Korkunç bir fırtınaydı, yaklaşık üç saat sürdü, sonra dinmeye başladı, iki saat daha geçince iyice duruldu ve çok şiddetli bir yağmur başladı. Bütün bu süre boyunca, büyük bir korku ve üzüntüyle yerde oturmaya devam ettim. Sonra ansızın bütün bu rüzgârların ve yağmurun depremin sonuçlan olduğunu, depremin kendisinin geçip gittiğini ve tekrar mağarama girebileceğimi anladım. Bu düşünceyle keyfim yerine gelmeye başladı; ayrıca yağmur da kendimi ikna etmeme yardımcı olduğu için içeri girdim ve çadınmda oturdum. Ama yağmur öyle şiddetliydi ki çadınm her an

Page 34: Robinson Crusoe

yıkılabilirdi; bu yüzden, başıma çökeceğinden endişe ederek huzursuz ve korku içinde, yine de mağarama girmek zorunda kaldım. Bu şiddetli yağmur, benim yeni bir işe koyulmama sebep oldu; aksi takdirde mağaramı basacak suların dışan çıkmasını sağlamak için yeni duvanma lavabolardaki gibi bir delik açmak zorunda kaldım. Bir süre mağarada kaldıktan ve depremin ardından başka bir sarsıntı gelmediğini anladıktan sonra sakinleşmeye başladım. Keyfîmi biraz daha yerine getirmek için küçük ambarıma gidip ufak bir yudum rom içtim; buna gerçekten çok ihtiyacım vardı, bununla birlikte, bir kere tükendiğinde bir daha rom bulamayacağımı bildiğimden her zaman çok tutumlu içiyordum. Bütün gece ve ertesi günün büyük bir bölümünde de yağmur devam etti, dolayısıyla dışarı çıkamadım; ama biraz daha yatışmış olduğum için yapabileceğim en iyi şeyin ne olduğunu düşünmeye başladım. Eğer adada sürekli böyle depremler oluyorsa bir mağarada yaşayamayacağım sonucuna vardım. Açık bir alanda kendime küçük bir kulübe yapmayı ve etrafını da burada yaptığım gibi bir duvarla kuşatmayı göz önüne almam gerekiyordu, böylece kendimi vahşi hayvanlara ya da insanlara karşı koruyabilecektim. Ama bulunduğum yerde kalırsam, eninde sonunda canlı canlı toprak altında kalacağım sonucuna vardım. Bu düşüncelerle tekrar deprem olursa, tepenin kesinlikle üzerime çökecek olan bir parçasının hemen altında bulunan çadırımı, şimdi bulunduğu yerden taşımaya karar verdim ve bundan sonraki iki günü, yani Nisan'ın 19'u ve 20'sini barınağımı nereye ve nasıl taşımam gerektiğini düşünerek geçirdim. Diri diri toprağa gömüleceğim korkusu yüzünden hiçbir zaman huzur içinde uyuya- mıyordum; ama çitim olmadan, açıkta yatma düşüncesi de bununla hemen hemen aynı anlama geliyordu. Ancak yine de çevreme bakıp her şeyin ne kadar da düzene girdiğini; ne güzel gizlenmiş ve tehlikelere karşı ne kadar güvende olduğumu gördükçe, taşınma fikrinden iyice soğuyordum. Bu arada bunu yapmanın çok uzun süreceğini ve kendime yeni bir barınak yapıp taşınacak kadar güvenli bir hale getirene kadar da bulunduğum yerde kalma riskini göze almak zorunda olduğumu düşünüyordum. Bu kararla bir süre kendimi yatıştırdım; kendime önceki gibi, direklerle halatlardan daire şeklinde bir duvar yapmak için hızla işe koyulmaya ve bu duvar bittiğinde çadırımı içine kurmaya karar Verdim. Ama duvar bitip taşınmaya elverişli hale gelene kadar bulunduğum yerde kalmayı göze aldım. Bu, ayın 21'indeydi. 22 Nisan - Ertesi gün bu karan uygulama yollarını düşünmeye başladım; ama aletlerimin büyük bir kısmı eksikti. Üç büyük baltam ve bir dolu küçük baltam (yerlilerle alışveriş yapmak için taşımıştık) vardı; ama budaklı sert ağaçlan doğrayıp kesmekten hepsi bozulmuş, körelmişti; bir bileyitaşım vardı, ama çevirip aletlerimi bileyemiyordum. Bileyitaşım çalıştırabilmek için o kadar çok düşünmem gerekti ki, bir devlet adamı önemli bir siyasi mesele üzerine ya da bir yargıç, bir insanın yaşaması mı ölmesi mi gerektiğine karar vermek için ancak bu kadar düşünürdü. En sonunda, bir tekerlek yaptım ve bunu ayağımla çevirebilmek için bir tel ekledim, böylece ellerim serbest kalıyordu. Not: Daha önce Đngiltere'de hiç buna benzer bir şey görmemiştim ya da en azından nasıl yapıldığı dikkatimi çekmemişti; ama sonradan bu aletin orada da çok yaygın olduğunu fark ettim; ayrıca benim bileyitaşım hem çok büyük, hem de ağırdı. Bu aleti kusursuz bir hale getirmek tam bir haftamı aldı. 28, 29 Nisan - Bu iki günün tamamını aletlerimi bilemekle geçirdim, bileyitaşımı çevirmek için yaptığım mekanizma çok güzel çalışıyordu. 30 Nisan - Uzun bir süredir ekmeğimin azaldığının farkında olduğumdan bugün bir yokladım ve öğünlerimi günde yalnız bir peksimetle sınırladım; bu durum da canımı oldukça sıktı. 1 Mayıs - Sabahleyin denize bakarken, sular alçaldığından kıyıya epeyce büyük bir şeyin vurmuş olduğunu gördüm; bir fıçıya benziyordu. Yanına gittiğimde küçük bir fıçıyla, geminin enkazından kopan ve son fırtınayla kıyıya sürüklenen iki üç tahta parçası olduğunu gördüm. Enkaz ise, suyun üzerine her zamankinden daha fazla çıkmıştı. Kıyıya sürüklenen fıçıyı inceler incelemez, bir barut fıçısı olduğunu anladım; ama su almıştı ve barut da taş gibi kaskatı kesilmişti. Yine de fıçıyı şimdilik, kıyının içlerine doğru yuvarladım ve başka bir şeyler olup olmadığına bakmak için kumların üzerinden giderek gemiye elimden geldiğince yaklaştım. Đyice yaklaştığımda geminin tuhaf bir şe- kilde yer değiştirmiş olduğunu gördüm. Daha önce kumun içine gömülü olan başkasarası, en az altı ayak yukarı çıkmış; en son gidişimden kısa bir süre sonra dalgaların şiddetiyle parçalanıp geminin geri kalanından ayrılan kıç tarafı ise yana yatmıştı ve o tarafına çok fazla kum birikmişti. Öyle ki, daha önce, arada büyük bir su kütlesi varken, enkaza yüzmeden üç yüz metre kadar bile yaklaşamıyor-dum, ama şimdi sular çekildiğinde yürüyerek bile gemiye oldukça yaklaşabiliyordum. Bu durum ilk başta beni şaşırtmıştı; ama çok geçmeden, bunun depremin etkisiyle olduğu sonucuna vardım. Depremin şiddetiyle, gemi öncekinden daha çok dağılmıştı; bu yüzden denizin kopardığı birçok parça, her gün rüzgârın ve dalgaların etkisiyle yavaş yavaş kıyıya sürükleniyordu. Bu olay dolayısıyla, evimi taşıma tasarım tamamıyla aklımdan çıktı ve özellikle de o gün, kendimi olanca kuvvetimle gemiye gidebilmek için bir yol aramaya verdim. Ama bundan bir şey ummanın faydasız olduğunu anladım, çünkü geminin içi tıka basa kumla dolmuştu. Bununla birlikte, hiçbir şeyden umut kesmemeyi artık

Page 35: Robinson Crusoe

öğrendiğim için, alabileceğim her şeyin şu ya da bu şekilde işime yarayacağı sonucuna vararak gemiyi elimden geldiğince parçalara ayırmaya karar verdim. 3 Mayıs - Testeremle işe koyuldum ve geminin üst kısımlarını ya da kıç güvertesini tuttuğunu düşündüğüm kirişten bir parça kestim. Bu parçayı kesip çıkardıktan sonra, kumlan en tepesinden başlayarak elimden geldiğince temizledim, ama sular yükseldiği için bir süreliğine bu işi bırakmak zorunda kaldım. 4 Mayıs - Balığa gittim ama yenebilecek tek bir balık bile tutamadım; sonunda bu oyundan bıktım ve tam bırakmak üzereyken yavru bir yunus yakaladım. Kendime uzun bir olta ipi yapmıştım, ama kancam yoktu; yine de çoğunlukla yemeye değecek kadar balık tutabiliyordum; tuttuğum bu balıklan güneşte kurutuyor, öyle yiyordum. 5 Mayıs - Enkazda çalıştım, bir kiriş daha kestim, güverteden üç büyük köknar tahtası sökerek birbirine bağladım ve sular yükseldiğinde bunu kıyıya kadar yüzdürdüm. 6 Mayıs - Enkazda çalıştım, birkaç demir civata ve başka demir parçalan söktüm; bütün gün çalıştığımdan eve döndüğümde çok yorgundum ve bu işi bırakmayı düşünüyordum. 7 Mayıs - Tekrar enkaza gittim, ama çalışmak gibi bir niyetim yoktu; yine de kirişler kesildiği için geminin kendiliğinden parçalara ayrılmış olduğunu gördüm; geminin bazı parçalan sökülecek gibi duruyordu ve ambar da o kadar dağılmıştı ki, içini görebiliyordum; ama içi su ve kumla doluydu. 8 Mayıs - Enkaza gittim, şimdi su ve kumdan epeyce annmış olan güverteyi sökmek için bir de demir küskü götürdüm. Đki kalası söktüm ve sular yükselince karaya çıkardım. Demir küsküyü sonraki gün için enkazda bıraktım. 9 Mayıs - Enkaza gittim, küsküyle geminin içlerine doğru yol açtım ve orada birkaç fıçı olduğunu fark ettim. Bunlan küsküyle biraz gevşettim, ama parçalara ayırmayı başaramadım. Aynca Đngiliz kurşunu tomarını da buldum, ama çok ağır olduğu için yerinden bile kıpırtamadım. 10, 11, 12, 13, 14 Mayıs - Her gün enkaza gittim ve birçok kereste, tahta, kalas ve yüz yüz elli kilo ağırlığında da demir aldım. 15 Mayıs - Đki balta götürdüm; birinin ağzını kurşun tomanna yerleştirip diğer baltayla da bunun üzerine vurarak tomardan bir parça kesmeyi deneyecektim, ama tomar suyun aşağı yukarı yanm metre altında durduğu için baltayı, tomara saplayacak kadar hızlı vuramıyordum. 16 Mayıs - Gece sert bir rüzgâr çıktı; gemi dalgalann gücüyle daha fazla parçalanmış gibi görünüyordu. Ama güvercin yakalamak için korulukta o kadar uzun kaldım ki, sular yükseldiğinden o gün gemiye gidemedim. i 7 Mayıs - Geminin bazı parçalannın çok uzakta, benden yaklaşık iki mil ötede karaya vurduğunu görerek gidip ne olduklanna bakmaya karar verdim; geminin başından kopan bir parçaydı, ama çok ağır olduğundan alıp getiremedim. 24 Mayıs - Bugüne kadar her gün gemide çalıştım ve epeyce emek vererek bazı şeyleri küsküyle o kadar gevşettim ki, sulann ilk yükselişinde birkaç fıçı ve iki gemici sandığı suyun üzerine çıktı. Ama o gün rüzgâr karadan estiği için, kıyıya birkaç kereste parçası ve büyük bir fıçıdan başka bir şey vurmadı. Fıçının içinde Brezilya domuzu eti vardı, ama tuzlu su ve kumdan bozulmuştu. Haziran'm 15'ine kadar, yiyecek bulmaya ayırdığım zamanlar dışında, her gün bu işe devam ettim; bu iş süresince, sular çekildiğinde gemiye gidebilmek için yiyecek bulma zamanımı daima suların yükselişine göre ayarlıyordum. Bu süre boyunca, iyi bir kayık yapmaya yetecek kadar -keşke nasıl yapılacağını bilseydim- kereste, tahta ve demir aldım; ayrıca birkaç seferde ve parça parça olmak üzere elli kilo kadar kurşun levha da getirdim. i 6 Haziran - Deniz kenarına inerken büyük bir deniz kaplumbağası buldum. Bu bulduğum ilk kaplumbağaydı; ama anlaşılan bu durum, adada bir sorun olduğundan ya da kaplumbağaların buraya az gelmesinden değil, benim talihsizliğimden kaynaklanıyordu. Çünkü adanın diğer tarafına düşmüş olsaydım, sonradan öğrendiğime göre, her gün yüzlercesine rastlayabilirmişim, ama bu pahalıya da patlayabilirdi. 17 Haziran - Bugünü kaplumbağayı pişirmekle geçirdim. Karnında altmış yumurta bulmuştum; eti de bu korkunç adaya düştüğümden beri, keçi ve kuş etinden başka et yemediğimden, o an için, bana hayatımda yediğim en lezzetli ve tatlı şey gibi geldi. 18 Haziran - Bütün gün yağmur yağdı ve ben de içeride kaldım. Bu sefer, yağmurla beraber havanın da soğuduğunu hissediyor ve biraz üşüyordum; ama bu iklimde, bunun pek de olağan bir şey olmadığını biliyordum. \ 19 Haziran - Çok hastayım ve sanki hava soğukmuş gibi titriyorum. 20 Haziran - Bütün gece hiç uyuyamadım; şiddetli bir baş ağrısı çekiyorum ve ateşim de var.

Page 36: Robinson Crusoe

21 Haziran - Çok hastayım, içinde bulunduğum acıklı durumu -çevremde bana yardım edecek kimse yok ve ben hastalanıyorum- düşündükçe ölümüne korkuyorum. HuU'daki fırtınadan beri ilk defa Tann'ya dua ediyordum; ama kafam allak bullak olduğundan ne söylediğimin ya da niçin söylediğimin pek farkında değildim. 22 Haziran - Biraz daha iyiyim, ama hâlâ hastalığımı düşündükçe çok korkuyorum. 23 Haziran - Yine çok kötüydüm; üşüyor ve titriyordum;'sonra da başıma korkunç bir ağrı girdi. 24 Haziran - Çok daha iyiyim. 25 Haziran - Çok şiddetli bir sıtma nöbeti; yedi saat sürdü, bir üşüyorum, bir yanıyorum, ardından da soğuk terler basıyor. 26 Haziran - Daha iyiyim; yiyecek bir şey kalmadığı için tüfeğimi alıp çıktım, ama kendimi çok güçsüz hissediyordum. Yine de dişi bir keçi vurdum ve bir hayli zorlanarak eve getirdim. Birazını kızartıp yedim. Haşlayıp biraz et suyu yapmak isterdim, ama tencerem yoktu. 27 Haziran - Sıtma yine çok şiddetlendi; bütün gün yataktan çıkamadım, ne bir şey yedim ne de içtim. Susuzluktan ölmek üzereydim, ama o kadar güçsüzdüm ki, kalkıp kendime su bulmaya bile halim yoktu. Yine Tann'ya dua ettim ama aklım başımda değil- di; aklım başımda olduğu zaman da cahilliğimden ne söyleyeceğimi bilemiyor, sadece yattığım yerden, 'Tanrım, şu halime bir bak! Tanrım, acı bana! Tanrım, yardımını esirgeme benden!" diye ağlayıp duruyordum. Sanırım, nöbet geçene kadar, iki üç saat boyunca başka bir şey yapmadım. Sonra da uykuya daldım ve gece yansına kadar uyanmadım. Uyandığımda kendimi çok daha dinlenmiş buldum; ama hâlâ bitkindim ve oldukça susamıştım. Bununla birlikte, evimde hiç su olmadığından sabahı beklemek zorundaydım; tekrar uyudum. Bu ikinci uykuda şu korkunç rüyayı gördüm: Duvarımın dışında, depremden sonraki fırtına sırasında oturduğum yerde, toprağın üstünde oturuyordum ve bir adamın, koskocaman kara bir buluttan, parlak bir alev içinde indiğini ve yeri ışığa boğduğunu gördüm. Baştan aşağı alev gibi parladığmdan adama zor bakıyordum. Yüzünde, sözcüklerle anlatılması imkânsız, korkunç bir ifade vardı. Adam, ayağını toprağa bastığında yerin deprem oluyormuş gibi sarsıldığını ve şimşeklerin* gökyüzünü kapladığını sandım. Yere iner inmez, elindeki uzun mızrak gibi bir silahla beni öldürmek için üzerime doğru yürüdü. Biraz ötedeki bir tümseğe vardığında bana bir şeyler söyledi; işittiğim ses o kadar korkunçtu ki, o an kapıldığım dehşeti anlatmama olanak yok. Söylediklerinden, bir tek şu sözleri anlayabildim: "Başına gelen bü- • Or).: Flashes of fire. Eski Ahit'teki krallar kitabı 19:9ffden alıntı. tün bu şeyler bile sende pişmanlık uyandırmadı, artık öleceksin." Sanırım, bu sözleri söylerken beni öldürmek için mızrağını havaya kaldırmıştı. Bu satırları okuyan hiç kimse, bu korkunç rüya karşısında kapıldığım dehşeti sözle anlatabileceğimi beklemiyordur herhalde; demek istediğim şu ki, rüyamda bile olsa ben bu korkulan yaşadım; uyanıp bütün bunla-nn rüya olduğunu anladığımda dahi üzerimdeki etkisini nasıl sürdürdüğünü anlatmam aynı şekilde olanaksız. Ne yazık ki, dinle ilgili hiçbir şey bilmiyordum; babamın verdiği o iyi eğitimden kazandığım şeyler de sekiz yıl boyunca durmadan denizlerde haylazlık yaptığım ve sürekli olarak, ancak kendim gibi son derece günahkâr ve dine saygısız kişilerle arkadaşlık ettiğim için kafamdan tamamıyla uçup gitmişti. Bütün bu süre boyunca, bir kez bile gözlerimi yukarı kaldınp Tann'yı düşündüğümü ya da kendime dönüp davranışlanmı değerlendirdiğimi hatırlamıyorum; ne iyi bir insan olmayı arzu ettiğim, ne de kötülüğün bilincine vardığım bu süre boyunca, tamamıyla budala bir ruha boğulmuştum ve bizim gemicilerin arasındaki, akla gelebilecek en ruhsuz, en düşüncesiz, en günahkâr yaratık olup çıkmıştım; ne tehlike anlannda en ufak bir Tann korkusu duyuyor ne de kurtulduğumuzda şükrediyordum. Geçmişteki serüvenlerimde, bugüne kadar başıma gelen bütün felaketlerin, Tan-n'mn bir işi ya da işlediğim günahlann sonu- cu; babama karşı asi davranışlarımın, şu anki çok büyük günahlarımın veya genel olarak sorumsuz yaşayışımın bir cezası olduğunu bir kez bile düşünmediğimi eklersem Tann'ya karşı bu saygısızlığım daha kolay anlaşılacaktır. Afrika'nın ıssız kıyılarında yaptığım umutsuz yolculuk süresince, bir kez olsun başıma gelecekleri düşünmemiş; yoluma devam edebileyim diye ya da apaçık etrafımı saran tehlikelerden, acımasız vahşiler gibi doymak bilmeyen yırtıcı hayvanlardan da beni koruması için Tann'ya bir kez bile yalvarma-mıştım. Aksine, Tann ya da Đlahi Takdir gibi bir şey aklımın köşesinden bile geçmiyor; tıpkı bir hayvan gibi, doğanın yasalan ve içgüdülerimin buyruklanyla hareket ediyor ve aslında bir hayvan kadar bile olamıyordum. Portekizli kaptan beni denizden kurtanp gemisine aldığında, iyi ağırlanmış ve insanca olduğu kadar dürüst ve şerefli bir muamele görmüştüm; ama o zaman da Tann'ya karşı en ufak bir minnet duymamıştım. Sonra, yine bir gemi kazası geçirip boğulma tehlikesi atlatarak bu adaya çıktığımda da davranışla-nmdan ötürü bir vicdan azabı duymak ya da bunu bir ceza olarak görmekten çok uzaktım; yalnız, kendi kendime sık sık, talihsiz köpeğin teki olduğumu ve sefil olmak için doğduğumu söylüyordum.

Page 37: Robinson Crusoe

Karaya çıkıp da gemideki bütün arkadaş-lanmın boğulduğunu, bir tek benim kurtulduğumu görünce sevinçten kendimden geçtiğim doğru; Tann yardım etseydi, ruhumdaki bu değişiklik gerçek bir minnet duygusuna i dönüşebilirdi; ama bu sadece sıradan bir sevinç dalgası ya da yaşadığıma memnun olmak gibi bir duygu olarak kaldı ve orada bitti. Beni kurtaran, ya da geri kalan herkes ölürken kurtulmak için bir tek beni seçen elin ne kadar da iyi olduğunu, Tann'nm bana karşı neden bu kadar merhametli davrandığını bir an bile düşünüp sorgulamadım. Hatta, tıpkı bir gemi kazasından sonra sağ salim karaya çıktıklannda bütün yaşadıklannı bir bardak punçla bastınp her şeyi bir anda unutan denizcilerinki gibi sıradan bir sevinçti benimkisi ve bütün hayatım boyunca da böyle oldu. Hatta sonradan, gecikmeyle de olsa durumumu değerlendirirken, hiçbir insanın ulaşamayacağı, bütün yardım ya da kurtuluş umutlanndan çok uzak olan bu korkunç yere nasıl düştüğümü düşünürken bile, yaşayacağıma ve açlıktan ölmeyeceğime dair bir umut ışığı görür görmez, bütün acılanm bir anda son buldu; oldukça rahat davranmaya başlayıp tehlikeden korunmamı ve hayatımı sürdürmemi sağlayacak işlere verdim kendimi. Đçine düştüğüm durumun Tann'nın bir cezası, bana karşı işleyen buyruklannın bir sonucu olduğunu düşünmekten yine uzaklaştım; bunlar neredeyse hiç aklıma gelmeyen düşüncelerdi. Günlüğümde daha önce de söz ettiğim gibi, arpalann büyümesi ilk başta beni biraz etkilemiş, bu işin içinde mucizevi bir şeyler olduğunu düşündüğüm sürece de ciddi ciddi duygulanmaya başlamıştım; ama önceden de belirttiğim gibi bu mucize düşün- cesi ortadan kalkar kalkmaz, bu düşüncenin uyandırmış olduğu bütün duygular da silinip gitti. Depremin -oysa hiçbir şey, doğası gereği bu kadar korkunç olamazdı, ya da böyle şeyleri yöneten görünmez Güç'le bu kadar yakından ilgili olamazdı- etkisi bile o ilk korku geçince çekip gitti. Ne Tann'yı ve O'nun buyruklarını, ne de içine düştüğüm durumun sorumlusunun O olduğunu düşünüyordum; hayatta erişilebilecek en rahat şartlarda yaşasam bile o anda düşüneceğimden daha fazla düşünmüyordum bunları. Ama şimdi, hastalanıp ölüm acılan yavaş yavaş gözümün önüne gelince, ruhum ağır bir hastalığın yükü altında ezilmeye, vücudum da şiddetli ateşten bitkin düşmeye başlayınca; uzun bir süredir uykuda olan vicdanım usul usul uyandı ve ben de yaşadığım hayat yüzünden kendimi suçlar oldum. Eşi benzeri görülmedik ahlaksızlıklarla Tann'nın gazabını göz göre göre üstüme çekmiş, bana bu kadar düşmanca davranmasına ve beni eşi benzeri görülmemiş darbelerle yerden yere vurmasına sebep olmuştum. Bu düşünceler hastalığımın ikinci ya da üçüncü gününde beni kahretmeye başladı ve şiddetli ateş kadar, bu korkunç vicdan azabının da baskısıyla, Tann'ya dua eder gibi bazı sözler çıktı ağzımdan; ama bunlann umut ve dilekle karışık bir dua olduğunu söyleyemem, daha çok katıksız bir korku ve acının dile gelişiydi. Düşüncelerim karmakanşık olmuş, zihnimdeki büyük suçluluk duygusu ve böy- le sefil bir durumda ölüp gitmek korkusu kafamı allak bullak etmişti; ruhumun bu çırpınışı içinde ağzımdan ne gibi kelimelerin döküldüğünü bilmiyorum; ama daha çok şöyle bir çığlıktı: 'Tannm! Ne zavallı bir yaratığım ben! Bir hasta olursam, bakacak kimsem olmadığından muhakkak öleceğim, ne olacak benim halim?" Sonra gözlerimden yaşlar boşandı ve uzun bir süre başka hiçbir şey söy-leyemedim. Bu sırada; babamın, öykümün başında söz ettiğim güzel öğütleri ve bu aptalca adımı atarsam, Tann'nın iyiliğini benden esirgeyeceğini; ileride, çevremde bana yardım eli uzatacak kimse bulamadığımda, göz ardı ettiğim bu öğütlerini hatırlayacağımı önceden tahmin edişi geldi aklıma. "Đşte," dedim yüksek sesle, "sevgili babamın sözleri doğru çıktı; Tann'nın gazabına uğradım ve beni duyacak ya da bana yardım edecek kimse yok. Bütün iyiliğiyle bana, mutlu olacağım ve rahat yaşayacağım bir hayat veren Tann'nın buyruğuna karşı geldim; o hayatın güzelliğini ne kendiliğimden görebildim, ne de annemle babamın öğütlerinden öğrenebildim. Budalaca davra-nışlanm yüzünden acı çekmelerine sebep oldum ve şimdi de bu davranışlann bir sonucu olarak ben kendim acı çekiyorum. Annemle babamın, beni hayatta yükseltecek ve her şeyi benim için çok daha kolay hale getirecek olan yardımlarını ve desteklerini geri çevirdim; şimdi ise Doğa'nın kendisi için bile çok büyük olan güçlükleriyle baş etmek zorundayım ve artık ne destek, ne yardım, ne teselli, ne de öğüt bulabiliyorum." Sonra da, "Tanrım, bana yardım et, çok büyük sıkıntılar çekiyorum," diye bağırdım. Bu yıllardır ettiğim ilk duaydı, buna dua denebilirse tabii. Ama artık günlüğüme döneyim. 28 Haziran - Uyuduğum için biraz dinlenmiştim ve nöbetim de tamamen geçince yataktan kalktım; gördüğüm rüya yüzünden büyük bir korku ve dehşete kapıldığım halde, ertesi gün sıtma nöbetinin geri gelebileceğini düşünerek hasta olduğumda kendimi serinletip güçlendirecek bir şeyler bulmam gerektiğine karar verdim. Yaptığım ilk iş büyük, dört köşe bir şişeyi suyla doldurup yatağımın yanındaki masanın üzerine yerleştirmek oldu; suyun soğukluğunu ya da sıtmasını kırmak için de içine biraz rom ekleyip karıştırdım. Sonra kendime bir parça keçi eti çıkarıp kömürlerin üzerinde kızarttım, ama çok az yiyebildim. Biraz dolaştım; ama hem çok güçsüzdüm, hem de içine düştüğüm sefil durum yüzünden ve ertesi gün hastalığımın tekrarlayacağı korkusundan çok üzgün ve kederliydim. Akşamleyin, külde pişirdiğim üç kaplumbağa yumurtasından bir yemek hazırladım ve bizim deyişimizle rafadan yedim; hatırladığım kadarıyla bütün hayatım boyunca Tann'ya şükrettiğim ilk yemek buydu.

Page 38: Robinson Crusoe

Yemeğimi yedikten sonra biraz dolaşmaya çalıştım, ama o kadar güçsüzdüm ki, tüfeği bile zor taşıyordum (asla dışarı tüfeksiz çık-mıyordum); dolayısıyla çok az yürüdüm ve yere oturdum, önümde uzanan durgun, ?MML Đlhaikkutüpha.-^sI çarşaf gibi dümdüz denize baktım. Orada otururken aklımdan şu düşünceler geçti: Bu kadar çok gördüğüm şu toprak ve deniz nedir? Neden yaratılmışlar? Ben neyim? Evcil, vahşi, insan, hayvan, bütün öbür yaratıklar nereden gelmişiz? Şüphesiz hepimiz, yeri göğü, denizi ve havayı da yaratan gizli Güç tarafından yaratılmışız. Peki kimdir o Güç? Bu düşüncelerimi olanca doğallığıyla şu takip etti: Bunların hepsini yaratan Tann'dır. Sonra da tuhaf bir şekilde aklıma, bütün bunları yaratan Tann'ysa, bunları ve bunlarla ilgili her şeyi de Tann'nm yöneteceği geldi; çünkü her şeyi yapan bir Güç, bunları yönetecek kuvvete de muhakkak sahiptir. Öyleyse, O'nun eserlerinin büyük evreninde hiçbir şey, O'nun bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşemezdi. Ve hiçbir şey O'nun bilgisi dışında değilse, benim burada olduğumu, içine düştüğüm bu korkunç durumu da biliyordu. Ve hiçbir şey O'nun iradesi dışında olmuyorsa, bütün bunların başıma gelmesini O istemişti. Vardığım bu sonuçlarla çelişecek tek bir düşünce gelmiyordu aklıma; dolayısıyla bütün bunların Tanrı'nın buyruğuyla başıma gelmiş olması gerektiği düşüncesi içime daha bir kuvvetle işledi; yalnız beni değil, bu dünyada olup biten her şeyi yönetecek güce bir tek O sahip olduğu için bu sefil duruma, O'nun buyruğu doğrultusunda düşmüştüm. Hemen ardından şu soru geldi: Tanrı bunu bana neden yaptı? Böyle bir şeyi hak edecek ne suç işledim? Bu soruyu sorduğumda, vicdanım sanki küfretmişim gibi beni hemen uyardı ve sanki içimdeki bir ses gibi konuştu: "Zavallı yaratık seni! Bir de ne yaptığını mı soruyorsun? Geri dönüp yanlış yollarda harcanmış korkunç hayatına bak ve bir de ne yapmadığını sor kendine. Neden daha önceden yok olmadığını sor. Yarmouth sularında neden boğulmadığı-nı; gemi Sale korsanlarının eline geçtiğinde, savaşırken niye ölmediğini; Afrika kıyılarında vahşi hayvanlara niye yem olmadığını ya da burada, senin dışında bütün gemiciler ölürken neden boğulmadığını sor! Bir de ne yaptım diye soruyor musun?" Bu düşüncelerle şaşkınlıktan donakal-mıştım ve söyleyecek tek sözüm, dahası, kendi kendime verecek tek bir cevabım yoktu; üzgün, düşünceli bir halde ayağa kalktım, sığınağıma geri döndüm ve yatmaya gidiyormuş gibi duvarın üzerinden içeri girdim. Ama üzüntülü ve huzursuzdum, hiç uykum da yoktu; bu yüzden sandalyeme oturdum. Hava kararmaya başladığı için lambamı yaktım. Hastalığımın tekrarlamasından çok korkuyordum, bu sırada Brezilyalıların hiç ilaç kullanmadıkları, neredeyse bütün hastalıklar için tütün çiğnedikleri aklıma geldi. Sandıkların içinde bir parça işlenmiş tütün ve biraz da işlenmemiş yeşil tütün vardı. Şüphesiz, Tann'nın yardımıyla, doğruca gittiğim sandığın içinde hem ruha hem de vücuda iyi gelecek bir şeyler buldum. Sandığı açtım ve aradığım şeyi, yani tütünü buldum; gemiden kurtardığım birkaç kitap da orada duruyordu; daha önce bahsettiğim ama bu zamana kadar içine bakmaya ne zaman bulabildiğim, ne de herhangi bir istek duyduğum Đncirlerden birini çıkardım. Tütünle beraber kitabı da masaya getirdim. Tütünü hastalığım için nasıl kullanacağımı ve iyi gelip gelmeyeceğini bilmiyordum; ama şu veya bu şekilde mutlaka işe yarayacağını düşünüyormuşum gibi birkaç şekilde denedim. Đlk önce ağzıma bir yaprak alarak çiğnedim; tütün hem yeşil, hem sert olduğundan, hem de ben pek alışık olmadığımdan, ilk başta gerçekten de neredeyse beynimi uyuşturdu. Sonra başka bir parçayı, bir iki saat romda beklettim ve yatarken bundan biraz içmeye karar verdim. Son olarak da, birazını kömür ateşi üzerinde yaktım ve sıcakla havasızlığa dayanabildiğim sürece burnumu dumanın üzerinde tuttum. Bu işlemi yaparken bir ara elime Đncil'i alıp okumaya başladım, ama tütün yüzünden zihnim o kadar bulanmıştı ki, okuyacak durumda değildim; en azından o an için. Yalnız, kitabı rastgele açtığımda karşıma çıkan ilk sözcükler şunlardı: "Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtarırım, sen de Bana şükredersin."* Bu söz durumuma çok uygun olduğundan, okur okumaz beni canevimden vurmuştu, ama sonradan üzerimdeki bu etki azaldı; çünkü kurtarılma sözünün benim için hiçbir anlamı yoktu, içinde bulunduğum duruma o kadar uzaktı ve o kadar olanaksızdı ki, Đsra- * Orj.: Shalt glorify me, Zebur 50:15ten alıntı. iloğullannın kendilerine yiyecek sözü verildiği zaman, "Tanrı çölün ortasında bir sofra* kurabilir mi?" dedikleri gibi ben de, 'Tanrı beni bu yerden kurtarabilir mi?" demeye başladım. Yıllarca hiçbir umut ışığı belirmediği için de bu düşünce kafamda iyice yer etti. Ama yine de, okuduğum o sözler üzerimde öyle büyük bir etki bırakmıştı ki, bunları sık sık hatırlayıp üzerinde düşünüyordum. Artık geç olmuştu ve dediğim gibi, tütün de kafamı öyle uyuşturmuştu ki, uykum geldi; gece bir şeye ihtiyacım olabilir diye lambayı mağarada yanık bırakarak yatağa gittim. Ama yatmadan önce, bütün hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şey yaptım; yere diz çöktüm, sıkıntılı günlerimde O'na sığınırsam beni kurtaracağına söz veren Tann'ya bu sözünü tutması için dua ettim. Bu yarım yamalak duamı bitirdikten sonra, tütünle kaynattığım romu içtim, tütün yüzünden öyle acı-laşmış, öyle ağırlaşmıştı ki, boğazımdan zor geçirdim. Sonra hemen yatağa girdim. Rom hemen başıma vurmuştu, derin bir uykuya daldım ve ertesi gün, güneşin konumundan anladığıma göre ancak öğleden sonra üçte uyanabildim. Daha doğrusu, şimdi, ertesi gün ve gece boyunca da, öbür gün

Page 39: Robinson Crusoe

öğleden sonra üçe kadar uyuduğum görüşündeyim kısmen; yoksa birkaç yıl sonra ortaya çıktığı üzere, haftanın günlerini hesaplarken bir günü atlamış olmamı nasıl açıklayabilirim? Ekvatoru geçip tekrar geri döndüğüm için kaçırmış olsaydım, sadece bir değil, birkaç gün ek- Orj.: A table in the wildnerness, Zebur, 78:19'dan alıntı. sik olurdu. Ama yalnız bir gün kaçırmıştım ve nasıl kaçırdığımı da bir türlü anlayamıyor-dum. Her ne olursa olsun, uyandığımda kendimi son derece dinlenmiş buldum, keyfim de yerine gelmişti. Yataktan kalktığımda bir önceki günden daha güçlüydüm ve midem de daha iyiydi; çünkü acıkmıştım, kısacası, ertesi gün nöbet gelmedi ve giderek daha iyi oldum. Ayın 29'uydu. Ayın 30'unda daha da iyiydim elbette. Silahımı alıp dışarı çıktım, ama çok uzağa gitmeye cesaret edemedim. Yabankazma benzer bir iki deniz kuşu vurup eve getirdim ama yemeyi pek istemiyordum; dolayısıyla yine kaplumbağa yumurtalarından yedim, çok güzeldi. Akşam olunca.'önceki gün iyi geldiğini düşündüğüm ilaçtan, yani romda bekletilmiş tütünden yaptım yine; yalnız bu sefer önceki kadar çok içmedim, ayrıca ne yaprak çiğnedim, ne de kafamı tütün dumanı üzerine tuttum. Bununla birlikte, temmuzun ilk günü olan ertesi gün umduğum kadar iyi değildim; hafif bir üşüme nöbeti gelmişti çünkü, ama pek uzun sürmedi. 2 Temmuz - Đlacımın üç türünü de yaptım ve ilk seferinde olduğu gibi uyguladım; içtiğim rom miktarını da iki katına çıkardım. 3 Temmuz - Sıtmayı tamamen atlattım, ama bütün gücümü yeniden kazanmam birkaç haftamı aldı. Bu şekilde gücüm yavaş yavaş yerine gelirken bir yandan da aklıma sürekli Kutsal Kitap'taki, "Seni kurtaracağım," sözü takılıyor ve hiçbir umut ışığı göremedi- I ğimden kurtulmamın olanaksız olduğu kafamda iyice yer ediyordu. Ama böyle düşüncelerle kendi kendimi yıldınrken, bu temel derdimden kurtulmayı çok fazla kafama taktığımı; bu yüzden de daha önceki kurtuluşlarımı göz ardı ettiğimi fark ettim birden. Ve kendi kendime şu türden sorular sormaya başladım: Başıma gelebilecek en sıkıntılı durumlardan biri olan ve beni o kadar çok korkutan hastalıktan kurtulmamış mıydım, hem de olağanüstü bir şekilde! Hiç önem vermiş miydim buna? Kendi görevimi yerine getirmiş miydim? Tanrı beni kurtarmıştı, ama ben O'na şükretmemiştim; yani bunun bir kurtuluş olduğunu ne benimsemiş, ne de bunun için minnet duymuştum, peki şimdi daha büyük bir kurtuluşu nasıl bekleyebilirdim? Bu düşünce yüreğime çok dokundu; hemen yere diz çökerek beni iyileştirdiği için yüksek sesle Tann'ya şükrettim. 4 Temmuz - Sabahleyin Đncili elime aldım ve Yeni Ahit'ten itibaren ciddi ciddi okumaya başladım; bundan sonra her sabah ve her gece, bölüm sayısına bağlı kalmadan elimden geldiği kadar okumayı kendime ödev edindim. Bu işe ciddi ciddi baş koymamın üzerinden çok geçmeden, geçmişteki hayatımın kötülüğünden ötürü gönlümde daha derin ve içten bir acı duymaya başladım. Gördüğüm rüyanın etkisi tekrar kendini gösterdi ve "Bütün bunlar sende pişmanlık uyandırmadı," sözleri ciddi ciddi aklıma takılmaya başladı. Tann'dan, bana pişmanlığı öğretmesini bütün kalbimle diliyordum ki, tam da o gün -nasıl bir kısmettir ki- Đncil okurken şu sözlere rastladım: "O, pişmanlığı öğreten, bağışlayan yüce bir Kurtancı'dır."* Hemen kitabı bıraktım, ellerimi göğe kaldırarak bütün gönlümle, kendimden geçercesine bir sevinç içinde seslendim: "Ey Đsa! Sen Davud'un oğlu! Đsa, Sen yüce Kurtarıcı, bana pişmanlığı öğret!"" Bütün hayatim boyunca, kelimenin gerçek anlamıyla ilk dua edişimin bu olduğunu söyleyebilirim; çünkü şimdi hem durumumun bilincinde olarak, hem de Tann'nm sözünün verdiği cesarete ve Kutsal Kitap'a dayanan gerçek bir umutla dua ediyordum; diyebilirim ki, ancak bundan sonra Tann'nm beni duyacağına dair bir umut beslemeye başladım. Yukarıda bahsedilen, "Bana sığın, Ben seni kurtannm," sözüne, daha önce düşündüğümden bambaşka bir anlam yüklemeye başlamıştım şimdi; çünkü o sıra, içinde bulunduğum tutsaklıktan kurtulmaktan başka, kurtuluş diye adlandırılacak bir şey olduğunu bilmiyordum. Burada gerçekten serbest olsam da adanın kendisi benim için, dünyadaki en kötü anlamıyla tam bir hapishaneydi. Ama artık buna başka bir açıdan bakmayı öğrenmiştim; artık geriye, geçmişteki hayatıma öyle bir irkilerek bakıyordum ve günahlarım gözüme öyle korkunç görünüyordu ki, ruhum, bütün rahatımı kaçıran suçların ağır yükünden kurtulmaktan başka bir şey iste- • Resullerin Đşleri Kitabı 5:31'den alıntı. *• Markos, 10:47den alıntı. miyordu Tann'dan. Yapayalnız hayatıma gelince, O bunun yanında hiç kalıyordu; bu yalnızlıktan kurtulmak için çok fazla dua etmiyor, bunu pek düşünmüyordum; günahlarımla karşılaştırınca hiç önemi kalmıyordu. Bu kısmı, bu satırları okuyanlara, günahlardan kurtulmanın, acılardan kurtulmaktan çok daha büyük bir mutluluk olduğunu, ancak içinde bulundukları durumun gerçek anlamını kavradıklarında göreceklerini belirtmek için ekledim. Ama şimdi işin bu kısmını bir kenara bırakıp günlüğüme dönüyorum. Şimdi durumum, yaşayış tarzım açısından hâlâ eskisi kadar perişan olsa da zihnim çok daha rahatlamaya başlamıştı. Sürekli Đncil okuyup Tanrı'ya dua ettiğimden düşüncelerim de daha yüce şeylere yönelmiş, üstelik

Page 40: Robinson Crusoe

şimdiye kadar hiç tatmadığım büyük bir iç huzuruna kavuşmuştum. Sağlığımı ve gücümü geri kazandığımdan ihtiyacım olan her şeyi toparlamak ve hayatıma elimden geldiğince çekidüzen vermek için harekete geçtim. Temmuz'un 4'ünden 14'üne kadar günlerimi esas olarak tüfeğimle dolaşmakla geçirdim; hastalıktan yeni kalkmış, gücünü yavaş yavaş yeniden kazanan bir adam olarak dolaştığım süreyi yavaş yavaş artınyordum; sağlığımın ne kadar kötüleştiğini, ne kadar güçsüz kaldığımı tahmin bile edemezsiniz. Kullandığım ilaç tamamen yeniydi ve belki de daha önce sıtma tedavisinde hiç kullanılmamıştı, bununla birlikte, bir tek bu denemeyle kimseye de denemesini tavsiye edemem; ayn- ca nöbetlerimi geçirmesine rağmen zayıf düşmemde de epeyce etkisi olmuştu, çünkü bir süre için sinirlerim gerilmiş, kol ve bacaklarımda sık sık kasılmalar meydana gelmişti. Ayrıca bundan, yağmurlu mevsimde, özellikle de fırtına ve kasırgalarla beraber gelen yağmurlar sırasında dışarıda durmanın sağlığım için en tehlikeli şey olduğunu öğrendim; kurak mevsimde yağan yağmurlar beraberinde daima bu türden fırtınalar da getirdiği için, bu yağmurların eylül ve ekim aylarında yağanlardan çok daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bu uğursuz adaya düşeli on aydan fazla olmuştu; ufukta bu durumdan kurtulmamı sağlayacak hiçbir olasılık görünmüyordu ve bu yere daha örice hiçbir insanın ayak basmadığına ciddi ciddi inanıyordum. Evimi tam kafama göre iyice güvenli bir hale getirdikten sonra adayı daha iyi öğrenmeye ve henüz bilmediğim başka ne gibi yiyecekler bulabileceğimi görmeye can atıyordum. Adayı daha ayrıntılı tanımak için işe koyulduğumda Temmuz'un 15'iydi. Đlk önce, daha önceden söz ettiğim, sallarımı karaya çıkardığım koyun yukarısına çıktım. Đki mil kadar ilerledikten sonra deniz sularının buralara kadar gelmediğini, koyun da küçük bir akarsuyun ağzından başka bir şey olmadığını anladım, suyu tatlı ve güzeldi; ama kurak mevsim olduğu için bazı yerlerinde neredeyse hiç su yoktu, en azından orada bir derenin aktığı anlaşılacak kadar bile. Derenin kıyılarında da çimenlerle kaplı, geniş, dümdüz, güzel bir savana ya da çayırlık vardı; çayırların tepelere yakın olan, sanırım hiç su basmayan daha yüksek kesimlerinde, büyük ve çok sağlam saplan olan bir sürü yeşil tütün buldum. Benim hiç bilmediğim ya da anlamadığım, türlü türlü başka bitkiler de vardı ve bunlar belki de, benim hiçbir zaman öğrenemeyeceğim özellikler taşıyordu. Bu iklimde yaşayan yerlilerin ekmek yaptıkları manyok kökünden aradım, ama hiç bulamadım. Büyük sarısabır bitkileri gördüm, ama o zaman bunların ne olduğunu bilmiyordum. Birkaç şekerkamışı gördüm ama yabani olduklarından ve işlenmeleri gerektiğinden işe yaramazlardı. Bu seferlik bu kadar keşifle yetindim; geri dönerken de, bulduğum bitki ve meyvelerin ne gibi özellikleri ve faydalan olduğunu anlamak için nasıl bir yol izlemem gerektiğini düşündüm; ama herhangi bir sonuca varamadım; çünkü sözün kısası, Brezilya'dayken bitkileri o kadar az incelemiştim ki, bölgede yetişen bitkilerle ilgili çok az şey biliyordum; bu kadarının da şimdi içinde bulunduğum bu sıkıntılı durumda bana hiçbir faydası dokunmazdı. Ertesi gün, ayın 16'smda da aynı yere gittim ve bir gün önce gittiğim yerden biraz daha ilerlediğimde derenin de çayırlığın da bittiğini, bu arazinin öncekinden daha ağaçlık olduğunu gördüm. Bu bölgede farklı meyveler, özellikle de yerde bol miktarda kavun ve ağaçlann üzerinde üzümler buldum. Asmalar gerçekten de ağaçların üzerine kadar uzan- mıştı ve üzüm salkımlan da tam kıvamında, olgun ve suluydu. Bu şaşırtıcı bir buluştu ve beni çok sevindirmişti; ama deneyimlerimden bunlan yerken dikkatli olmam gerektiğini biliyordum; çünkü Berberistan kıyılannday-ken, orada köle olarak bulunan bizim Đngilizlerden birkaçının, yedikleri üzüm yüzünden ishal olup ateşlenerek öldüklerini hatırlıyordum. Ama ben bu üzümlerden yararlanmak için mükemmel bir yol buldum; güneşte kurutup kuru üzüm olarak saklayacaktım. Böylece taze üzüm bulamadığım zaman hem yemeye uygun hem de sağlıklı olacaklardı ki, gerçekten de öyle oldu. Bütün akşamı orada geçirdim ve eve dönmedim, bu arada bunun evimden başka bir yerde yattığım ilk gece olduğunu söyleyebilirim. Geceleyin, adadaki ilk günümde yaptığım gibi bir ağaca çıktım ve güzelce uyudum. Ertesi sabah keşif gezime devam ettim ve vadinin uzunluğundan çıkarabildiğim kadanyla aşağı yukan altı kilometre kadar kuzeye gittim; güneyimle kuzeyimde tepeler vardı. Bu yürüyüşün sonunda, batıya doğru inen bir açıklığa geldim; yanımdaki tepeden küçük bir tatlı su kaynağı diğer yöne, yani doğuya doğru akıyordu. Bu arazi öyle taze, öyle yeşil, öyle canlı görünüyordu ve her şey öyle sonsuz bir bahar yeşilliği içindeydi ki, bakımlı bir bahçeye benziyordu. Bu güzel vadinin kenanndan biraz aşağı indim; bütün bunlann bana ait olduğunu düşünerek diğer üzüntülerimle kanşık da olsa, gizli bir sevinçle etrafı inceliyordum; bü- tün bu bölgenin kralı, kayıtsız şartsız tek efendisiydim ve burada istediğim gibi hüküm sürebilir, bunları nakledebilseydim, tıpkı Đngiltere'deki bir lord gibi tamamıyla mirasıma dahil edebilirdim. Burada bir sürü kakao, ağaçkavunu, portakal ve limon ağacı gördüm; ama hepsi yabaniydi ve çok azı meyve vermişti, en azından o mevsim için. Bununla birlikte topladığım yeşil misket limonlarının hem yemesi çok hoştu hem de sağlıklıydılar;

Page 41: Robinson Crusoe

sonradan bunları sıkarak suyla karıştırdım, böylece su hem sağlıklı oluyor hem de soğuyup serinletici bir özellik kazanıyordu. Şimdi bunları toplayıp eve götürmek gerektiğinden yeteri kadar işim vardı; yaklaştığını bildiğim yağmurlu mevsime hazırlanmak için üzüm, misket limonu ve limonları bir kenara saklamaya karar verdim. Bunun için, bir yere büyük, başka bir yere de küçük bir üzüm yığını yaptım; ayrı bir yere de misket limonlarını ve limonları yığdım; birkaçını yanıma alarak eve doğru yola çıktım; tekrar gelmeye ve yanımda da bir torba, çuval ya da geri kalanı eve taşıyabilmeme yarayacak ne bulabilirsem getirmeye karar verdim. Üç gün süren bu yolculuktan sonra eve (çadırımla mağarama böyle diyeceğim artık) döndüm, ama daha eve varmadan üzümler bozulmuştu, taneler dolgun ve sulu olduğu için ezilmiş ve çürümüşlerdi, artık pek işe yaramazlardı; misket limonlarına bir şey olmamıştı, ama onlardan çok az getirebilmiştim. Ertesi gün, ayın 19'unda, mahsulümü eve I getirmek için iki küçük torba yaparak geri döndüm; ama topladığımda o kadar sulu ve güzel olan üzüm yığınımın yanına vardığımda hepsinin etrafa saçılmış, ezilmiş, dağıtılmış ve çoğunun da yenmiş olduğunu gördüğümde şaşırdım. Buna dayanarak etrafta yabani hayvanlar olduğu sonucuna vardım, bunu da onlar yapmıştı, ama ne tür hayvanlar olduklarını bilemiyordum. Bununla birlikte, üzümleri ne orada yığınlar halinde bırakabilir, ne de çuvalla eve götürebilirdim; birinci durumda hayvanlar tarafından ziyan edilecekler, ikincisinde ise kendi ağırlıklarıyla ezileceklerdi, bu yüzden başka bir yol buldum; epey bir miktar üzüm topladım ve bunları, güneşte kurusunlar diye ağaçların dış dallarına "astım. Misket limonlarına ve limonlara gelince, taşıyabileceğim kadarını torbalara doldurup götürdüm. Bu yolculuktan eve döndüğümde büyük bir zevk duyarak vadinin verimliliğini, yerinin güzel, fırtınaya karşı korunaklı, sulak ve ağaçlık olduğunu düşündüm; böylece evimi kurmak için adanın en kötü yerini seçmiş olduğum sonucuna vardım. Bütün bunlar üzerine evimin yerini değiştirmeyi ve mümkünse, adanın o güzel, verimli kısmında şimdi bulunduğum yer kadar güvenli bir yer aramayı düşünmeye başladım. Bu düşünce kafamda dolaşıp durdu ve oraların güzelliği beni büyülediğinden bir süre için bu fikir çok hoşuma gitti. Ama bu konuyu daha ayrıntılı düşününce, şimdiki yerim deniz kenarında olduğundan en azından Mi bana yaran dokunacak bir şeyler olabileceğine, beni buraya atan kör talihin aynı yere belki başka zavallıları da sürükleyebileceğine; böyle bir olasılık çok düşük de olsa kendimi adanın ortasındaki dağlarla ormanın arasına kapatmanın tutsaklığımı daha baştan kabul etmek ve bana yaran dokunacak bir şeyin gerçekleşme ihtimalini düşürmek, hatta yok etmek demek olduğuna, ne olursa olsun taşınmamam gerektiğine karar verdim. Bununla birlikte, orası o kadar hoşuma gitmişti ki, temmuz ayının geri kalan kısmında, zamanımın çoğunu orada geçirdim; yuka-nda belirttiğim gibi, ikinci kez düşündüğümde evimin yerini değiştirmemeye karar vermeme rağmen orada kendime çardak gibi küçük bir yer yaptım ve çevresini de boyumun yettiği yükseklikte, iki kat sağlam çitle çevreledim, çitleri kazıklarla destekledim ve iki çitin arasını da çalılarla doldurdum. Daha önceki gibi merdiven kullanarak girdiğim bu çitin ortasında artık güven içinde yatabiliyordum ve bazen iki üç gece üst üste kalıyordum. Böylece artık hem bir kır evim, hem de bir yalım olduğunu düşünmek hoşuma gidiyordu; ama bu iş beni ağustosun başına kadar uğraştırmıştı. Çitimi bitirmiş, verdiğim emeklerin tadını daha yeni yeni çıkanyordum ki, yağmurlar başladı ve beni ilk evime kapanmak zorunda bıraktı. Bir yelken parçasını iyice gererek buraya da önceki gibi bir çadır yapmıştım, ama burada beni fırtınalardan koruyacak ne bir dağ eteği, ne de arkamda yağmur iyice bastırınca sığınabileceğim bir mağara vardı. Dediğim gibi ağustosun başlarında çardağımı bitirmiş ve keyfini sürmeye başlamıştım. Ağustosun 3'ünde, dallara astığım üzümlerin tamamen kurumuş olduğunu, güneşin altında gerçekten de mükemmel kuru üzümlere dönüştüklerini gördüm; dolayısıyla bunlan dallardan indirmeye başladım. Bunu iyi ki de yapmışım, yoksa gelen yağmurlar yüzünden hepsi bozulacak, kışlık erzağımın en önemli kısmını yitirecektim, çünkü kocaman kocaman iki yüz salkımdan fazla üzümüm vardı. Üzümleri indirip çoğunu mağarama taşıdıktan hemen sonra yağmurlar bastırdı ve o günden itibaren, yani ağustosun 14'ünden ekim ortalarına kadar hemen hemen her gün yağdı; hatta zaman zaman o kadar çok yağıyordu ki birkaç gün mağaramdan çıkamıyordum. Bu mevsimde ailemin sayıca artması beni çok şaşırttı. Kedilerimden biri ortadan kaybolduğu için çok üzülmüştüm, beni bırakıp kaçmıştı ve bir daha izine rastlayamadığım için öldüğünü sanıyordum; ama ağustosun sonlarına doğru, bir gün üç yavruyla çıkagel-diğini görünce şaşınp kaldım. Yavrularla gelmesi ise bana daha garip gelmişti; çünkü tüfeğimle, yabankedisi dediğim bir hayvanı öldürmüş olmama rağmen bu kedinin bizim Avrupa kedilerinden oldukça farklı olduğunu sanıyordum. Aynca yavrular tıpkı anneleri gibi ev kedisiydi ve kedilerimin ikisi de dişi olduğu için, bu çok tuhaf bir durumdu. Ama bu üç yavru sonradan öyle hızlı çoğaldılar ve kedilerden o kadar usandım ki onlan haşarat ya da vahşi hayvan gibi öldürmek ve müm- kün olduğunca evimden uzaklaştırmak zorunda kaldım.

Page 42: Robinson Crusoe

Ağustosun 14'ünden 26'sına kadar ardı arkası kesilmeden yağmur yağdığı için dışarı çıkamadım; artık ıslanmamaya çok dikkat ediyordum. Eve kapandığım bu süre içinde yiyeceğim azalmaya başladı; ama iki kez dışarı çıkmayı göze aldım ve ilk gün bir keçi vurdum; eve kapanışımın son günü olan 26 Ağustos'ta da çok büyük bir kaplumbağa buldum; bu benim için tam bir ziyafet oldu ve böylece yiyecek işim de düzene girdi: Kahvaltıda bir salkım kuru üzüm, öğle yemeğinde bir parça kızarmış -en büyük talihsizliğim de yiyecekleri kaynatacak ya da haşlayacak bir kabımın olmamasıydı- keçi veya kaplumbağa eti, akşamleyin de iki üç tane kaplumbağa yumurtası yiyordum. Yağmurdan korunmak için sığınağıma kapandığım süre boyunca, her gün iki üç saat mağaramı genişletmek için çalışıp durdum ve yavaş yavaş tepenin bir eteğinden dışan çıkana kadar mağaranın içini oydum, çitimin ya da duvarımın dışına açılan bir kapı ya da çıkış yolu yapmıştım; böylece giriş çıkışlarda bu yolu kullanmaya başladım. Ama böyle açıkta kalmaktan biraz huzursuz olmuştum; çünkü daha önce, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kendimi tam bir koruma altına almıştım; ama şimdi herhangi bir şeye karşı daha savunmasızdım. Yine de korkacak bir şey olduğunu sanmıyordum, çünkü şimdiye kadar adada gördüğüm yaratıkların en büyüğü keçiydi. 30 Eylül - Bu, adaya ayak basışımın uğursuz yıldönümü. Direğimdeki çentikleri saydım ve tam üç yüz altmış beş gündür bu adada olduğumu fark ettim. Bu günü kutsal bir oruç günü kabul ederek dini ibadetlere ayırdım; en içten duygularımla kendimi küçük düşürmek için yüzükoyun yere kapandım ve günahlarımı Tann'ya itiraf ettim, O'nun benimle ilgili yargılarının doğru olduğunu benimsedim, Yüce Đsa aracılığıyla beni bağışlaması için O'na dua ettim. On iki saat boyunca ağzıma tek lokma koymadım ve ancak güneş battıktan sonra bir peksimetle bir salkım üzüm yedim, günümü başladığım gibi bitirerek yatağa girdim. Bütün bu süre boyunca pazar günlerine hiç dikkat etmemiştim, çünkü ilk başta aklımda dinle ilgili hiçbir şey yoktu; bir süre geçince de haftaları birbirinden ayırt etmek için pazar günlerinin çentiklerini diğerlerinden daha uzun yapmayı unutmuştum, bu yüzden de hangi günün hangisi olduğunu gerçekten bilmiyordum. Ama şimdi yukarıda da belirttiğim gibi, günleri saydığımdan bir yıldır burada olduğumu anladım ve yılı haftalara böldüm, her yedinci günü de pazar günü olarak ayırdım. Ama serüvenimin sonunda hesaplarımda bir ya da iki günü atladığımı fark edecektim. Bundan kısa bir süre sonra mürekkebim azalmaya başladı, bunun üzerine her şeyi günü gününe not etmektense, yalnızca hayatımdaki en önemli olayları yazarak mürekkebimi daha tutumlu kullanmaya karar verdim. Artık yağmur mevsimiyle kurak mevsimin düzenini ayırt etmeye başlamış ve kendimi de buna göre hazırlamayı öğrenmiştim. Ancak bunu anlayana kadar geçen sürede yaptıklarım bana pahalıya mal olmuştu. Şimdi anlatacağım şey de cesaretimi en çok kıran deneyimlerimden biriydi. Şaşırtıcı bir şekilde kendi kendine yetiştiğini sandığım birkaç arpa ve pirinç başağını -otuz sap pirinç, yirmi sap da arpa olduğunu düşünüyordum- sakladığımdan bahsetmiştim. Yağmurlardan sonra güneş de güneye döndüğü için artık bunları ekme zamanının geldiğini düşündüm. Böylelikle, bir parça toprağı, tahta küreğimle elimden geldiğince kazdım ve iki kısma ayırarak tohumlarımı ektim; ama ekerken bir ara, doğru zamanın ne zaman olduğunu bilmediğim için tohumların hepsini birden ekmemem gerektiği geldi aklıma. Böylece her birinden bir avuç kadar ayırarak tohumların sadece üçte ikisini ektim. Böyle yapmakla çok iyi etmiş olduğumu sonradan anladım, çünkü bu ilk ektiğim tohumlardan hiçbiri yeşermedi. Tohumlan ektikten hemen sonra kurak aylar başlamış ve hiç yağmur yağmadığı için toprak, tohumların büyümesini sağlayacak nemden yoksun kalmıştı. Yağmur mevsimi yeniden başlayana kadar bu tohumlar hiç yeşermedi, ancak yağmur mevsiminden sonra, sanki daha yeni ekilmiş gibi büyümeye başladılar. Đlk ektiğim tohumların yeşermediğini görünce bunun kuraklıktan kaynaklandığını hemen anladım ve bir daha denemek için daha nemli bir yer aradım. Yeni çardağımın yakınlarındaki bir yeri "kazarak şubat ayında, bahar dönümünden hemen önce tohumlarımın geri kalanını ektim. Bu tohumlar mart ve nisan aylarının yağmurlarıyla sulandığı için çok güzel yeşerdiler ve iyi de ekin verdiler. Ama elimde sadece ilk ektiğim tohumlardan kalanlar olduğu ve hepsini de ekmeye cesaret edemediğim için sonunda elime çok az bir miktar geçmişti ve bütün ürünüm her iki tür birlikte iki avucu geçmiyordu. Ama bu denemeyle işimin ustası olmuş, ekime uygun zamanı tam olarak öğrenmiş ve yılda iki kez ekim, iki kez de hasat yapabileceğimi anlamıştım. Bu tahıllar büyürken sonradan bana faydası dokunacak küçük bir şey keşfetmiştim. Yağmurlar sona erip de hava düzelmeye başlar başlamaz, yani kasım ayı civarında çardağımın bulunduğu vadiye bir gezi yaptım. Aylardır oraya gitmemiştim, ama her şeyi bıraktığım gibi buldum. Yalnız yaptığım duvarı ya da iki kat çitimi sağlam ve eksiksiz bulmakla kalmadım, bir de çevredeki ağaçlardan kestiğim kazıkların hepsinin, kesildikten sonraki ilk yıl çoğunlukla sürgün veren söğüt ağaçları gibi, dallanıp budaklandığını gördüm. Bu kazıkları kestiğim ağacın adını bilmiyordum. Bu fidanların büyümesine hem şaşırmış hem de çok sevinmiştim.

Page 43: Robinson Crusoe

Budayarak birbirlerine benzer biçimde büyümeleri için elimden geleni yaptım. Üç yıl içinde nasıl güzel bir şekil aldıklarını söylesem inanmazsınız; böylece çi- tim çapı yirmi iki metre olan bir çember olmasına rağmen, ağaçlar -artık ağaç diyebilirdim çünkü bunlara -kısa bir sürede bunun üstünü kaplamış ve bütün kurak mevsim boyunca altında oturulabilecek bir gölgelik oluşturmuşlardı. Bu durumu görünce, biraz daha kazık keserek duvarımın etrafına (ilk evimin duvarı demek istiyorum) yarım daire şeklinde, aynı bunun gibi bir çit daha yapma karan aldım ve nitekim yaptım. Ağaçlan ya da kazıklan çitimden, yani ilk çitimden aşağı yukarı altı metre öteye, iki sıra halinde diktim. Kısa bir süre sonra yeşerdiler. Đlk başta evim için hoş bir gölgelik oldular ve sonradan da, sırası gelince anlatacağım gibi savunma görevi de gördüler. Yılın mevsimlerini, Avrupa'daki gibi yaz ve kış diye değil de, genellikle yağmur mevsimi ve kurak mevsim diye ayırabileceğimi artık anlamıştım; bu genellikle şöyle oluyordu: Şubatın yansı Mart Nisanın yansı (Yağmurlu, güneş gündönümünde ya da yakınlannda.) Nisanın yansı Mayıs Haziran Temmuz Ağustosun yansı (Kurak, güneş ekvatorun kuzeyinde.) Ağustosun yansı Eylül Ekimin yansı (Yağmurlu, güneş geri geliyor.) Ekimin yansı Kasım Aralık Ocak Şubatın yansı (Kurak, güneş ekvatorun güneyinde.) Yağmur mevsimi rüzgârın esişine göre daha uzun ya da daha kısa sürebiliyordu; ama gözlemlerime göre genel olarak yukandaki gibiydi. Tecrübelerimle, yağmurda dışanda kalmanın acı sonuçlannı anladıktan sonra, dışarı çıkmak zorunoTa kalmayayım diye erzağı-mı önceden hazırlamaya özen gösteriyor ve yağmurlu aylarda mümkün olduğunca evde kalıyordum. Bu süre içinde, birçok iş buldum. Zamanım da elverişli olduğundan ancak çok zorlanarak ve sürekli uğraşarak yapabileceğim bir sürü şeyi yapmak için büyük bir fırsat doğmuştu. Özellikle de kendime bir sepet yapmak için birçok yolu denedim, ama bu iş için bulabildiğim dallann hepsi de çok çabuk kı-nldıklarmdan hiçbir işe yaramıyorlardı. Çocukken, yaşadığımız kasabadaki bir sepetçi dükkânına giderek hasır sepetleri nasıl yaptıklarını büyük bir zevkle izlemiş olmamın şimdi bana çok faydası dokunuyordu; hemen her çocuk gibi yardım etmeye fazla istekliydim, ellerindeki malzemeyle nasıl çalıştıklan- nı dikkatle izliyor ve bazen yardım bile ediyordum; böylelikle sepetlerin nasıl yapıldığını tamamıyla öğrendiğimden şimdi tek ihtiyacım olan şey malzemeydi. Sonra, sürgün veren kazıklarımı kestiğim ağacın dallarının Đngiltere'deki sepetçi söğüdünün dallan kadar sağlam olabileceği aklıma geldiğinde bir deneme yapmaya karar verdim. Ertesi gün hemen kır evime -oraya böyle diyordum- gittim; birkaç küçük dal kestim ve bunların amacıma arzu ettiğim ölçüde uygun olduğunu gördüm. Bunun üzerine bir dahaki gidişimde, bunlardan daha çok kesebilmek için yanımda küçük bir balta da götürdüm ve çevrede bu ağaçtan bol miktarda bulunduğu için kısa bir süre içinde istediğim kadar dal da buldum. Bunlan çitimin ya da duvanmın içinde kurumaya bıraktım ve kullanıma elverişli hale geldiklerinde mağarama taşıdım; sonraki mevsim boyunca, elimden geldiğince, hem toprak hem de gerektiğinde başka şeyler taşımama ya da koymama yarayacak bir sürü sepet yapmakla uğraştım. Görünüşleri pek şık olmasa da işimi görecek kadar kullanışlı sepetler yapabilmiştim. Ondan sonra da hiç sepetsiz kalmamaya özen gösterdim; eskidikçe yenilerini yapıyordum. Bir de aldığım mahsulün bir gün artabileceğini düşünerek tahıllanmı koymak için çuval yerine, derin ve sağlam sepetler yaptım. Dünyanın zamanını harcayarak bu güçlüğün de üstesinden geldikten sonra iki eksiğimi daha giderip gideremeyeceğimi görmek için harekete geçtim. Sıvı şeyleri koyacak, ne-

Page 44: Robinson Crusoe

redeyse ağızlanna kadar romla dolu iki fıçı, orta büyüklükte birkaç şişe, içinde su ve içki gibi şeyleri tuttuğum birkaç dört köşe şişeden başka kabım yoktu. Gemiden kurtardığım büyük bir kazan dışında hiç tencerem yoktu ve bu kazan da çorba yapmak ve et haşlamak için fazla büyüktü. En istediğim ikinci şey de bir pipoydu, ama pipo yapmam imkânsızdı. Bununla birlikte, en sonunda bunun da bir yolunu buldum. Bütün yaz ya da kurak mevsim boyunca, tahminimden daha fazla zamanımı alan bir iş çıkmadığı sürece, kazıklann ikinci sırasını çakmak ve sepet örmekle uğraştım. Bütün adayı görmeyi çok istediğimden daha önce bahsetmiştim; derenin yukarılanna doğru çıkıp çardağımı yaktığım yere ulaştığımı ve oradan adanın diğer tarafını ve denizi görebildiğimi de anlatmıştım. Şimdi adanın o tarafındaki deniz kıyısına kadar gitmeye karar vermiştim. Böylece silah, küçük bir balta ve her zamankinden daha fazla barut ve saçma alıp torbama da iki peksimetle büyük bir salkım üzüm koyarak yolculuğuma başladım. Çardağımın bulunduğu vadiyi geçtiğimde, yukanda da bahsettiğim gibi, batıdan uzanan denizi görmeye başladım ve hava çok açık olduğundan birden karşıda bir kara gördüm. Bir ada mı, yoksa bir kıta mı olduğunu anlayamıyordum, ama çok yüksek olduğunu görebiliyordum, batıdan güneybatıya doğru uzanıyordu ve çok uzaktaydı; tahminime göre en az on beş yirmi fersah uzaklıkta olmalıydı. Bu kara parçasının dünyanın neresi olduğunu kestiremiyordum, ancak Amerika'nın bir parçası olması gerektiğini biliyordum ve gözlemlerimden Đspanyol sömürgelerinin yakınlarında, belki de tümüyle vahşilerin yaşadığı bir yer olabileceği sonucuna vardım; kazadan sonra oralara çıksaydım şimdikinden çok daha kötü bir duruma düşebilirdim. Bunu düşünerek, artık her şeyde bir hayır olduğu inancını da benimsemeye başladığımdan Tann'nın iradesine boyun eğdim. Yani bu düşünceyle kendimi avuttum ve boşu boşuna, "Orada olsaydım keşke," diyerek kendimi üzmekten vazgeçtim. Ayrıca, bu konu üzerinde biraz düşündükten sonra, o kara parçası şayet Đspanyollara ait olsaydı, bir ara mutlaka gelen ya da giden bir gemi görmüş olmam gerektiğini anladım. Ama Đspanyolların değilse, o zaman Đspanyol topraklarıyla Brezilya arasındaki, vahşilerin yaşadığı kıyılardı ve buradaki vahşiler gerçekten de en azılı olanlarıydı; çünkü yamyam ya da insan-yiyici türdendiler ve ellerine düşen hiçbir insanı öldürüp yemekten geri kalmazlardı. Kafamda bu düşüncelerle yavaş yavaş ileri doğru yürüdüm. Adanın şimdi bulunduğum bu tarafının; çiçekler ve çimenlerle bezeli açık alanlarıyla, sevimli çayırlanyla, şirin korulanyla benim oturduğum tarafından çok daha güzel olduğunu gördüm. Bir sürü papağan gördüm ve mümkün olsa da bir tanesini tutup evcilleştirerek konuşmayı öğretsem, ne güzel olur diye düşündüm. Bir süre çabaladıktan sonra yavru bir papağanı tutmayı başardım; bir değnekle vurup yere düşürmüş, sonra alıp eve götürmüştüm. Ama ona konuşmayı öğretmem birkaç yıl sürdü. Yine de en sonunda, beni adımla çağırmayı öğrendi. Ama bu yüzden başıma gelen kaza, önemsiz olmakla birlikte sırası gelince anlatacağım üzere, oldukça eğlencelidir. Bu yolculuk çok hoşuma gitmişti. Aşağılarda tavşanlar ve -öyle zannediyorum- tilkiler gördüm; ama benim daha önce gördüğüm türlerin hepsinden çok farklıydılar ve birkaçını vurmuş olmama rağmen hiçbir zaman bunları yemeye cesaret edemedim. Başıma iş açmanın anlamı yoktu; çünkü yiyeceğim vardı, hem de bunlar çok güzel şeylerdi. Hele şu üç çeşide, yani keçi, güvercin ve deniz ya da kara kaplumbağasına bir de üzüm eklenince Leadenhall Pazarı bile benden daha iyi bir sofra kuramazdı. Acınacak durumda olmakla birlikte, yine de şükredebileceğim çok şey vardı; yiyecek sıkıntısı çekmiyordum, hatta çerezlere varıncaya dek bolluk içindeydim. Bu yolculuklarda, hiçbir zaman bir günde iki milden öteye gitmiyordum, ama ne gibi şeyler bulabileceğimi görmek için çok dönüp dolaşıyor ve geceyi geçirmek için seçtiğim yere geldiğimde bitkin düşmüş oluyordum. Sonra ya bir ağaca çıkıp dalma uzanıyor ya da vahşi hayvanlar gelirse uyanayım diye etrafımı, bir ağaçtan bir ağaca, yere çaktığım kazıklarla kuşatıyordum. Deniz kenarına ulaşır ulaşmaz, evimi gerçekten de adanın en kötü yanında kurduğu- mu görerek şaşırdım; çünkü bu kıyının kaplumbağalarla kaplı olduğunu gördüm. Oysa ben diğer tarafta bir buçuk yıl içinde sadece üç tane bulmuştum. Burada ayrıca çok çeşitli, sayısız kuş da vardı; kimisini daha önce görmüş, kimisini hiç görmemiştim ve çoğunun eti de çok iyiydi, ama penguenler dışında hiçbirinin adını bilmiyordum. Bunlardan istediğim kadar vurabilirdim; ama bu, barutumla saçmamı boşa harcamak olurdu, bu yüzden tadı daha güzel bir dişi keçi vurmayı tercih ederdim. Burada, adanın benim oturduğum tarafından daha çok keçi vardı, ama arazi düz ve engebesizdi; dolayısıyla beni tepelere çıktığım zamankinden çok daha çabuk gördükleri için yanlarına yaklaşmak çok zordu. Adanın bu tarafı benimkinden çok daha güzeldi; ama buraya taşınmak gibi en ufak bir istek duymadığımı da belirtmem gerekiyor. Evimdeki düzenimi iyice oturttuğumdan yaşadığım yeri benimsemiştim. Adanın bu yanında bulunduğum süre boyunca kendimi evimden uzakta, bir yolculukta gibi hissediyordum. Bununla birlikte, deniz kıyısı boyunca doğuya gittim, sanırım on beş kilometre kadar yol aldıktan sonra bir işaret olsun diye, kıyıya büyük bir direk diktim ve eve dönmeye karar verdim. Bir dahaki yolculuğuma adanın öbür tarafından

Page 45: Robinson Crusoe

başlayacak ve evimden doğuya doğru giderek buraya diktiğim direğe varana kadar adanın çevresini dolaşmış olacaktım. Bunu da yeri gelince anlatacağım. Adanın her yanını tanıdığımı, geçtiğim yerlere baka baka evimi kolayca bulabileceğimi düşünerek dönüşte başka bir yolu denedim. Ama yanılmışım; üç dört kilometre gittikten sonra kendimi tepelerle çevrili büyük bir vadinin içinde buldum. Tepeler de koruluklarla kaplı olduğundan yönümü bulabilmek için güneşe bakmaktan başka çarem yoktu, günün bu saatinde güneşin hangi tarafta olacağını çok iyi bilmediğim sürece bunun da bir faydası olmazdı. Đkinci bir şanssızlığım da, ben bu vadideyken havanın üç dört gündür sisli olmasıydı; dolayısıyla güneşi göremediğimden huzursuz bir şekilde etrafta dolandım; en sonunda diktiğim direği bulabilmek için deniz kenarına inmek, geldiğim yoldan geri dönmek zorunda kaldım. Hava aşın 'derecede sıcaktı; tüfeğim, cephanem, baltam ve diğer malzemelerim de ağır olduğundan mola vere vere eve doğru yol aldım. Bu yolculuk sırasında köpeğim, yavru bir keçi görüp üzerine atladı; koşup köpeği tuttum ve yavruyu elinden sağ kurtardım. Elimden gelirse, bu yavruyu eve götürmeyi çok istiyordum; çünkü eskiden beri, böyle bir iki yavru tutup ileride barutumla saçmam bittiği zaman beni besleyecek evcil bir keçi türü yetiştirebilir miyim acaba, diye sık sık düşünüyordum. Bir halattan yaptığım ve her zaman yanımda taşıdığım bir ip parçasından, bu küçük keçiye bir tasma yaptım ve güçlükle de olsa çardağıma varıncaya kadar arkamdan getirdim. Onu içeri kapayıp orada bıraktım; çünkü bir aydan uzun bir süredir ayrı olduğum evime gitmek için sabırsızlanıyordum. Eski barakama vanp da hamağıma şöyle bir uzandığım zaman ne büyük bir mutluluk duyduğumu anlatamam. Başımı sokacak bir yer olmadan dolaşmaktan öyle rahatsız olmuştum ki, bununla karşılaştırınca evim -ben artık ona böyle diyorum- bana eşsiz bir yer gibi geliyordu. Evimdeki her şey bana öyle bir rahatlık sağlıyordu ki, kaderimde bu adada kalmak yazılı olduğu sürece bir daha asla evimden çok fazla uzaklaşmamaya karar verdim. Bu uzun yolculuğun yorgunluğunu çıkarmak ve beslenip tekrar güç kazanmak için bir hafta evde dinlendim. Bu süre boyunca, zamanımın çoğunu, artık evcilleşmeye ve bana da iyice alışmaya başlayan papağanım Poll'a bir kafes yapmak gibi önemli bir işle uğraşarak geçirdim. Sonra küçük çitimin içine kapattığım zavallı keçi yavrusu aklıma geldi; gidip onu eve getirmeye ya da en azından biraz yiyecek vermeye karar verdim. Gittiğimde yavruyu bıraktığım yerde buldum, oradan çıkamazdı zaten, ama neredeyse açlıktan ölmek üzereydi. Gidip ağaç dallan ve fundalardan elime ne geçerse kestim, önüne attım. Besledikten sonra, arkamdan çekmek için önceki gibi boynundan iple bağladım, ama açlıktan öyle uysallaşmıştı ki, bağlamama gerek bile yoktu, çünkü bir köpek gibi tıpış tıpış peşimden geliyordu. Sonra bu yavruyu besledikçe, öyle sevimli, uysal ve tatlı bir yaratık oldu ki, evcil hayvanlarımın arasına katıldı ve bir daha benden hiç ayrılmadı. Güzdönümünün yağmur mevsimi artık gelmişti; adaya çıkışımın yıldönümü olan eylülün 30'unu yine aynı kutsal gün havası içinde geçirdim. Tam iki yıldır buradaydım ve kurtulma umudum da ilk günkünden fazla değildi. Bütün günü, yaşadığım yalnızlığın yanı sıra bana bağışlanan bir sürü olağanüstü şey için alçakgönüllü bir şekilde şükrederek geçirdim; bu bağışlar olmasaydı, çok daha sefil olurdum çünkü. Bana, insanlar arasında özgürce dolaşmaktan ve dünyanın bütün zevklerini tatmaktansa, bu yapayalnız halimle bile daha mutlu olabileceğimi gösterdiği için Tann'ya alçakgönüllü bir şekilde ve bütün kalbimle teşekkür ettim. Varlığıyla, ruhuma bağışladığı esenlikle; O'nun takdirine güvenmem, öbüY dünyada da sonsuz varlığına sığınmam için bana verdiği destek, rahatlık ve cesaret dolayısıyla yalnızlığımın kusurlarını ve insanlara duyduğum özlemi gidermişti. Düştüğüm sefil durum bir yana, şimdiki hayatımın, eski günlerimde sürdüğüm o kötü, kahrolası, iğrenç hayattan çok daha güzel olduğunu şimdi ciddi ciddi hissetmeye başlamıştım. Artık üzüntülerim de sevinçlerim de değişmişti; isteklerim başka başka olmuş, duygularım daha değişik şeylere yönelmiş ve zevk aldığım şeyler de adaya ilk gelişimden bu yana, yani iki yıldır bütünüyle yenilenmişti. Önceleri, avlanırken ya da adada dolaşırken, içinde bulunduğum durumdan dolayı, birdenbire ruhumda bir acı fırtınası patlak verir; çevremdeki ağaçlara, dağlara ve bozkırlara baktıkça, okyanusun, ıssız bir kırın ortasında, ucu bucağı olmayan sürgüler ve kilitlerle kuşatılmış, hiçbir kurtuluş umudu olmayan bir tutsak olduğumu düşündükçe yüreğim daralırdı. En soğukkanlı anlarımda, bu duygular aniden bir fırtına gibi kopar, ellerimi ovuşturup çocuk gibi ağlamaya başlardım. Bazen de bu duygu, tam işimin ortasında üzerime çöküverirdi, o zaman içimi çekerek yere oturur ve bir iki saat bomboş bakar dururdum. Bu durum benim için daha kötüydü; çünkü ağlayabilseydim ya da acımı söze dökebilseydim açılırdım, çektiğim acı da dinerdi. Ama artık kendimi yeni düşüncelere alıştırmaya başlamıştım. Her gün Tanrı Sözü'nü okuyor, verdiği bütün tesellileri içinde bulunduğum duruma uyguluyordum. Bir sabah, büyük bir üzüntüyle Đnciti açtığımda şu sözlerle karşılaştım: "Hiçbir zaman, hiçbir zaman seni terk etmeyeceğim, unutmayacağım."* Bu sözlerin benim için söylendiğini düşündüm hemen; tam da Tann'nm ve insanların unuttuğu biri olduğum için durumuma ağladığım bir anda, bu sözler böyle karşıma çıkar mıydı yoksa? "Peki o zaman," dedim. 'Tanrı beni unutmayacaksa, bütün

Page 46: Robinson Crusoe

dünya unutsa, ne çıkar? Dünyayı kazanıp da Tan-n'nın lütfunu ve merhametini kaybetsem, bu eşi benzeri görülmedik bir kayıp olmaz mıydı?" O andan itibaren bu unutulmuş, yapayal- * Joshua l:5'ten alıntı. nız halimle bile, dünyada erişebileceğim herhangi bir durumdan çok daha mutlu olabileceğimi düşünmeye başladım. Aklımda bu düşünceyle beni bu mertebeye getirdiği için Tann'ya şükretmeye karar verdim. Ne olduğunu bilmiyorum; ama o anda birden aklıma gelen bir şey beni şiddetle sarstı, ağzımı açmaya bile cesaret edemedim. "Nasıl bu kadar ikiyüzlü olabiliyorsun?" dedim kendi kendime, hatta yüksek sesle. "Ne kadar hoşnut olmaya çalışsan da kurtulmak için bütün kalbinle dua edeceğin bir durumdan dolayı nasıl şükran duyuyormuş gibi davranmaya kalkarsın?" Durdum; burada bulunmaktan dolayı Tann'ya şükredemeyeceğimi anladım, ama acı verici olaylarla da olsa gözlerimi açarak eski «hayatımı görmemi ve işlediğim günahlar için üzülüp pişmanlık duymamı sağladığı için bütün içtenliğimle Tann'ya teşekkür ettim. Önceden Đnciti ne açmış, ne de okumuştum. Ama Đngiltere'deki arkadaşımı eşyalanmın arasına bir Đncil koymaya yönelten -ben ondan böyle bir şey istememiştim- ve sonra da benim bu Đnciti gemiden kurtarmama yardım eden Tann'ya bütün gönlümle şükrettim. Üçüncü yılıma bu düşünceler içinde girdim. Okuyucuyu sıkmamak için bu yıl yaptığım işleri, ilk yıldaki gibi teker teker anlatmayacağım, ama genel olarak neredeyse hiç boş durmadığımı, zamanımı her gün yapılacak birkaç işe göre şöyle böldüğümü söyleyebilirim: Birincisi, Tann'ya karşı görevim ve Kutsal Kitap'ı okumaktı; bunun için sürekli belli bir zaman ayırıyor ve günde üç kez okuyordum. Đkincisi, yiyecek bulmak için tüfeğimle dışarı çıkmaktı; bunu yağmur yağmadığında yapıyordum. Bu iş genellikle, sabahlan üç saatimi alıyordu. Üçüncüsü, yemek için vurduğum, yakaladığım, topladığım şeyleri temizlemek, tütsülemek, saklamak ve pişirmekti; bunlar da günün büyük bir kısmını alıyordu. Ayrıca günün ortasında, güneş tam tepedeyken, dışarı çıkılmayacak kadar sıcak olduğunu da göz önüne almak gerekiyor. Bu yüzden ancak akşama doğru, aşağı yukarı dört saat çalışabiliyordum. Ara sıra da avlanma saatlerimle çalışma saatlerimi değiştiriyor, sabahleyin çalışıp tüfeğimle avlanmaya da öğleden sonra çıkıyordum. Çalışmaya elverişli zamanın kısalığına; işlerimin aşın zorluğu ile aletsizlik, yardım edecek kimsemin olmaması ve beceriksizlik yüzünden, yaptığım her şeyin çok zaman aldığını da eklemek isterim. Örneğin, mağarama koymak istediğim uzun bir rafı yapmak tam kırk iki günümü aldı; oysa aletleri ve bir atölyeleri olan iki bıçkıcı, aynı ağaçtan altı tahtayı yanm günde keserdi. Benim durumum şöyleydi: Kesilecek ağacın büyük olması gerekiyordu, çünkü geniş bir raf yapmak istiyordum. Bu ağacı kesmem üç günümü aldı ve dallarını temizleyip ağacı bir kütük ya da kereste haline getirmek içinse iki gün daha gerekti. Epey bir kesip yonttuktan sonra iki yanını da inceltip ağacı yerinden oynatabilecek kadar hafif bir yongaya dönüştürmeyi başardım. Sonra ters çevire- I rek bir yüzünü, boydan boya, bir tahta gibi dümdüz yaptım, sonra diğer tarafını çevirerek tahta üç parmak kalınlığında ve dümdüz olana kadar o yüzünü de incelttim. Böyle bir iş için ne kadar çok el emeği harcadığımı herkes kestirebilir; ama emeğimle sabnm bunun gibi birçok başka işin de üstesinden gelmemi sağladı. Bunu anlatmaktaki tek amacım, böyle küçük bir iş için neden bu kadar çok zaman harcadığımı, yardım isteyebileceğiniz birileri ve aletleriniz olduğu zaman küçük bir iş olarak kabul edilebilecek bir şeyin, tek başına ve elle yapıldığında müthiş -zaman aldığını ve çok fazla emek harcamayı gerektirdiğini belirtmektir. Buna karşın, sabırla çalışarak pek çok şeyin üstesinden gelebiliyor, daha doğruöu, aşağıda da görüleceği gibi içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla yapmak zorunda olduğum her şeyi yapabiliyordum. Şimdi, kasım ve aralık aylannda, ektiğim arpa ve pirinçlerin ürün vermesini bekliyordum. Bunlar için kazdığım, gübrelediğim yer pek büyük değildi; daha önce de söylediğim gibi, kurak mevsimde ektiğim için bir mevsimlik ürünün tamamı boşa gittiğinden her birinin tohumu bir avucu geçmiyordu. Ama şimdi ekinim iyi olacak gibi görünüyordu. Ne var ki bir gün, birkaç tür düşman yüzünden bu ürünümün de hepsini birden kaybetme tehlikesi içinde olduğumu fark ettim. Ürünümden uzak tutmamın imkânsız gibi göründüğü bu düşmanlann başında keçiler ve yaban tavşanı dediğim hayvanlar geliyordu. Yaprakların tadını aldıklarından gece gündüz ekinin içinde yatıyorlar ve bitkiler çıkar çıkmaz öyle çabucak yiyip bitiliyorlardı ki, sap vermelerine bile zaman tanımıyorlardı. Bunun için tarlamın çevresine bir çit yapmaktan başka çare bulamadım; bu çit beni bir hayli uğraştırdı. Hemen yapmak zorunda olduğum için de her zamankinden daha çok çalışmak zorunda kaldım. Bununla birlikte, ekinim az olduğundan tarlam da küçüktü; dolayısıyla aşağı yukarı üç hafta içinde bütün etrafını çitle çevirmeyi başardım; gündüzleri etraftaki hayvanlardan bazılarını vuruyor, geceleri de, bekçilik yapsın diye, köpeğimi girişteki bir kazığa bağlıyordum. Köpek gece boyunca orada durup havlıyordu; böylece kısa zamanda düşmanların ayağı kesildi ve ekin de kuvvetlenip çabucak olgunlaştı.

Page 47: Robinson Crusoe

Ama ekinlerim yeşerirken hayvanların verdiği zararı, şimdi başaklar çıkmaya başladığında kuşlar veriyordu; büyüyüp büyümediklerine bakmak için oraya gittiğimde, bilmem kaç türlü kuşun azıcık ekinimin başına üşüşmüş olduğunu gördüm, benim uzaklaşmamı bekliyormuş gibi orada duruyorlardı. Hemen, daima yanımda taşıdığım tüfeğimle üzerlerine ateş ettim. Ateş eder etmez, ekinin içinden de daha önce hiç fark etmediğim küçük bir kuş bulutu havalandı. Bu bana çok dokundu; çünkü bu kuşların birkaç gün içinde bütün umutlarımı silip süpüreceklerini, açlıktan öleceğimi ve bir daha asla ekin yetiştiremeyeceğimi anlamıştım; ne yapacağımı da bilemiyordum. Bununla bir- likte, gece gündüz başlarında beklemek zorunda kalsam bile ekinlerime sahip çıkmaya karar verdim. Đlk olarak, ne kadar zarar verdiklerine bakmak için tarlanın içine girdim ve bir kısmını mahvettiklerini gördüm. Ama ekinler henüz yeşil olduklarından zararım o kadar da büyük değildi ve kurtanlabilirse geri kalanlardan da iyi ürün alabilirdim. Tüfeğimi doldurmak için tarlanın kenarına gittim ve geri döndüğümde bütün hırsızların, sanki sadece benim gitmemi bekliyorlarmış gibi, tekrar etrafımdaki ağaçlara doluştuklarını gördüm. Gerçekten de böyleydi; gidiyormuş gibi yaparak yürümeye başladım. Görüş alanlarından çıkar çıkmaz, hepsi teker teker yine ekinin içine üşüştüler. Öyle öfkelenmiştim ki, daha fazlasının gelmesini bile bekleyemedim. Şimdi yedikleri her bir tanenin ileride bana bir parça ekmeğe mal olacağını bildiğimden, çitin kenarına varır varmaz tekrar ateş ettim ve üç tanesini vurdum. Đstediğim de buydu; vurulanları topladım, Đngiltere'de azdı hırsızlara yapılanı ben de onlara yaptım; öbürlerine ibret olsun diye bunları zincire vurup bir direğe astım. Bunun ne büyük bir etkisi olduğunu anlatmak imkânsız, artık kuşlar değil ekinlerime yaklaşmak, adanın o kısmını tamamıyla unuttular. Korkuluklarım orada asılı durduğu sürece, o civarlarda bir daha tek bir kuş bile görmedim. Buna ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Yılın ikinci hasat zamanı olan aralık ayının sonuna doğru da ekinimi kaldırdım. Ne yazık ki, ekini biçmek için kullanabileceğim bir tırpan ya da orağım yoktu; elimden gelen tek şey, geminin silahlarından kurtardığım kılıç ya da palalardan birini kullanmaktı. Bununla birlikte, ekinim çok az olduğu için biçmekte fazla zorluk çekmedim; kısacası bunları kendime özgü bir yoldan, yalnız başaklarını keserek biçtim ve kendi yaptığım büyük bir sepetle eve taşıdım, ellerimle ovalayarak da taneleri ayırdım. Harman sonunda yarım ölçek tohumdan, iki kile pirinçle iki buçuk kileden fazla arpa elde ettiğimi gördüm, yani tahminimce; çünkü o zaman ölçü kabım falan yoktu. Bununla beraber bu beni bir hayli yüreklendirdi ve zamanla Tanrı da yardım ederse, ekmek yiyebileceğimi düşündüm. Ama bu noktada yine kafam karıştı, çünkü ürünümü nasıl öğütüp un yapacağımı bilmediğim gibi nasıl temizleyip ayıracağımı da bilmiyordum ve un yapmayı başarabilsem bile nasıl ekmek yapacağımı bilmiyordum; ekmek yapmayı bilsem de nasıl pişireceğimi bilmiyordum. Çok ürün elde etmek, yiyeceğimi sürekli bir güvence altına almak arzuma bir de bu eklenince, bu mevsim aldığım mahsulün tamamını, hiç tadına bile bakmadan gelecek mevsim için tohum olarak saklamaya ve bu arada bütün çalışma saatlerimi de kendime un ve ekmek yapmak gibi büyük bir işe adamaya karar verdim. Şimdi artık gerçekten ekmeğimi kazanmak için çalıştığımı söyleyebilirim. Bu bir parça ekmeğin ununu üretmek, hazırlamak, ekmeğin kendisini yapmak, şekle sokmak, pişirmek için gerekli birtakım ufak tefek şeylere bu denli kafa yoran pek az kimse olduğu kesindir. Doğanın en yalın hali içinde yaşamak zorunda kalan ben, bu bilgisizliğimi, cesaretim kırılarak her gün biraz daha hissediyor ve yukarıda bahsettiğim gibi hiç ummadığım bir zamanda, şaşılacak bir şekilde bir avuç tohum elde ettiğim ilk günden beri, her geçen saat bunu daha iyi anlıyordum. Đlk önce, ne toprağı sürecek sabanım, ne de kazacak bir bel ya da küreğim vardı. Daha önce de anlattığım gibi, tahta bir kürek yaparak bunun üstesinden geldim. Ama yaptığım iş de bir odun parçasıyla ne kadar yapılırsa, o kadar oldu. Bu' küreği yapmak günlerimi almıştı, ama demiri olmadığı için çabucak aşınmakla kalmamış, bir de bu kürek, hem işimi zorlaştırmış hem de ortaya çok kötü bir iş çıkmıştı. Ama buna da katlandım ve sabırla çalışarak sonucun kötü olmasına da aldırmadım. Tohumlar ekildiğinde tırmığım olmadığı için ağır bir ağaç dalını toprağın üzerinde gezdirmek zorunda kaldım; buna da toprağı tırmıklamak ya da düzeltmek değil de, olsa olsa tırmalamak denir. Ekinler büyürken de büyüdükten sonra da, çevresini çitle kapamak, biçmek, toplamak, ayıklamak, dövmek, dış kabuklarını çıkarmak ve saklamak için de birçok şey yapmam gerekiyordu. Sonra tahılı öğütecek değirmenim, eleyecek eleğim, ekmek yapacak tuzla mayam ve pişirecek bir fırınım bile yoktu. Ama daha sonra anlatılacağı üzere, bütün bu şeyleri de yapmayı başardım; tahılın bana paha biçilemez bir faydası dokunmuştu. Bütün bunlar, dediğim gibi, her şeyi daha zor ve yorucu bir hale getiriyordu, ama başka çarem yoktu; zamanımı böldüğüm ve her günün belli bir kısmını bu işlere ayırdığım için çok fazla zaman da kaybetmiyordum. Elime daha çok ürün geçene kadar ekmek yapmamaya

Page 48: Robinson Crusoe

karar verdiğimden, önümdeki altı ay içinde var gücümle çalışarak ve bütün hünerimi ortaya dökerek elime geçecek üründen tam yararlanabilmek için kendimi gerekli aletleri hazırlamaya verdim. Ama ilk olarak, daha büyük bir tarla hazırlamam gerekiyordu; çünkü artık elimde bir dönümden fazla toprağı ekecek kadar tohum vardı. Bu işe başlamadan önce, en azından bir hafta uğraşarak kendime bir bahçıvan beli yaptım; ama ortaya çıkan, çok ağır, çalışırken insanı iki kat daha fazla uğraştıran, hantal bir alet oldu. Bununla birlikte, işimi gördü; evimin yakınlarında, kafama uygun iki geniş düzlüğe tohumlarımı ektim ve tarlalarımın etrafım güzelce çitle çevirdim. Bu çitin bütün kazıklarım daha önce de kullandığım ve yeşereceğini bildiğim ağaçtan kesmiştim; bu yüzden bir yıl içinde, çabuk büyüyen yeşil bir çit olacağını ve biraz tamirden başka bir şey gerektirmeyeceğini de biliyordum. Bu iş o kadar da basit bir iş değildi, en azından üç ayımı aldı; çünkü bu zamanın çoğu yağmur mevsimine rastladığından dışarı çıkamıyordum. Yağmurlu havalarda dışarı çıkamayıp evde kaldığımda aşağıda sözünü edeceğim işlerle uğraşıyordum. Çalıştığım süre boyunca da papağanımla konuşarak eğleniyor, ona konuşmayı öğretiyordum, kendi adını çabucak öğrendi ve en sonunda oldukça yüksek bir sesle, "Poll," dediğinde, bu söz adada, kendi ağzımdan başka bir ağızdan duyduğum ilk söz olmuştu. Ama bu işimin bir parçası değil, işime yardımcı olan bir eğlenceydi. Çünkü dediğim gibi, elimde bir sürü iş vardı; örneğin, şu ya da bu şekilde kendime, çok ihtiyaç duyduğum ama nereden ulaşacağımı bilmediğim toprak kaplardan yapmayı uzun süredir düşünüyordum. Bununla birlikte, iklimin sıcaklığını da göz önüne alarak bu işe elverişli kil bulabilirsem, çok düzgün olmasa da, güneşte kurutularak, kuru saklanması gereken şeyleri koymaya yarayacak kadar sert ve sağlam kaplar yapabileceğimden şüphe etmiyordum. Üretmeye çalıştığım tahıl ve un gibi şeyler için de gerekli olduğundan, bazılarını küp gibi ayakta duracak şekilde ve içine konulan şeylerin ağırlığım taşıyabilecek kadar, elimden geldiğince büyük yapmaya karar verdim. Bu çamura şekil vermeye uğraşırken yaptığım beceriksizlikleri anlatsam -ne garip, şekilsiz, çirkin şeyler yaptığımı; kil kendi ağırlığını taşıyacak güçte olmadığı için kapların ne kadarının içe göçtüğünü, ne kadarının yıkıldığını; aceleyle dışarı çıkarıldıkları için kaç tanesinin güneşin sıcağına dayanamayıp çatladığım; kurumadan önce olduğu kadar ku- ruduktan sonra da kaç tanesinin yerinden azıcık oynatılınca parçalara ayrıldığını- okuyucu bana acıyacak, dahası gülecektir. Kısacası, kili bulmak, kazıp çıkarmak, kıvamına getirmek, eve taşımak, şekle sokabilmek için o kadar çok çalıştıktan sonra, aşağı yukarı iki ay içinde ancak iki büyük çirkin şey (bunlara küp demeye dilim varmıyor) yapabilmiştim. Bununla birlikte, kızgın güneşte kuruyup sertleştikten sonra bu iki kabı dikkatle yerlerinden kaldırdım ve yine bu amaçla, yani kaplar kırılmasın diye yaptığını iki büyük hasır sepetin içine yerleştirdim; küple sepetin arasında küçük bir boşluk kalmıştı. Bu boşluğu da pirinç ve arpa samanıyla doldurdum. Bu iki küp her zaman kuru kalacağından içlerine tahılları ve tahıllarımı öğüttüğümde belki un da koyabileceğimi düşünüyordum. Büyük küpler yapma tasarımda çok fazla başarılı olamasam da küçük yuvarlak kaplar, düz tabaklar, testi, çömlek gibi daha ufak şeyleri ve elimin döndüğü başka şeyleri yapmakta daha iyi bir sonuç aldım ve bunlar kızgın güneş altında son derece sertleştiler. Ama bütün bunlar gerçek ihtiyacıma karşılık vermiyordu; sıvı şeyleri koyabileceğim ve ateşe de dayanıklı bir toprak kap yapmak istiyordum, ancak hiçbiri bu özelliklere sahip değildi. Bir süre sonra bir gün, et pişirmek için oldukça büyük bir ateş yakmıştım; işim bittikten sonra tam söndüreceğim sırada, ateşin içinde toprak kaplarımın kırık bir parçasını buldum; yanarak taş gibi sert, kiremit gibi kıpkırmızı olmuştu. Bunu görmek beni hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti; kendi kendime, bu kapların kırık bir parçası ateşte pişe-biliyorsa, mutlaka bütün olarak da pişirilebi-leceklerini söyledim. Böylece çanak çömlek pişirmek için nasıl bir ateş hazırlamam gerektiğini düşünmeye başladım. Çömlekçilerin çömlek pişirmek için kullandıkları fırının nasıl bir şey olduğuna ya da biraz kurşunum olmasına rağmen bunları kurşunla nasıl cilaladıklarına dair en ufak bir fikrim yoktu. Ama üç büyük çömlekle iki üç çanağı üst üste dizdim; çevresine odun, altlarına da kızgın kor koydum. Çanaklar kor kırmızısı oluncaya kadar ateşi yanlardan ve üstten taze çalı çırpıyla besledim; çanaklardan hiçbiri çatlamamıştı. Kıpkırmızı olduklarını gördüğümde bu çan'aklan beş altı saat kadar ateşin içinde beklemeye bıraktım; en sonunda hiç çatlamamakla birlikte bir tanesinin eriyip akmaya başladığını gördüm. Kille karışık olan kum, sıcaktan erimeye başlamıştı, biraz daha ateşin içinde tutsaydım neredeyse cama dönüşecekti. Bu yüzden çanakların kızıllığı açılana kadar ateşi yavaş yavaş azalttım ve ateşin çok hızlı sönmesine izin veremeyeceğim için de bütün gece başlarında bekledim. Sabahleyin çok iyi -çok güzel diyemeyeceğim- üç güvecim, iki tane de tam istediğim sertlikte toprak kabım olmuştu ve bunlardan biri de eriyip akan kumla iyice sırlan-mıştı. Bu deneyden sonra, toprak kap eksiğim kalmadı ama şekillerine gelince, tahmin edileceği üzere pek biçimsiz olduklarını söylemem gerekiyor; çocukların çamurdan yaptığı pastalardan ya da hamura nasıl şekil vereceğini bilmeyen bir kadının yaptığı çöreklerden hiç farkları yoktu.

Page 49: Robinson Crusoe

Kimse böyle basit bir şeye karşı, ateşe dayanıklı toprak bir kap yaptığımı anladığımda duyduğum kadar büyük bir sevinç duymamıştır herhalde; öyle ki soğumalarını bile zor bekledim. Soğur soğumaz da bir tanesine su doldurup et haşlamak için yine hemen ateşe koydum; çok da güzel oldu. Bir parça oğlak etinden de çok güzel bir çorba yaptım; gerçi tam istediğim gibi olması için içine biraz yulaf ezmesi ve başka şeyler de koymam gerekiyordu ama yine de güzel oldu. Bundan sonraki işim, içinde tahıllarımı dövebileceğim ya da ezebileceğim bir dibek yapmaktı. Değirmene gelince, yalnız bir çift elle bu kadar ustalık gerektiren bir şey yapabileceğimi hiç sanmıyordum. Bu eksiğimi gidermek için daha çok yol almam gerekiyordu; çünkü dünyadaki bütün zanaatlar içinde elimin en az yatkın olduğu iş taşçılıktı. Ayrıca bunu yapacak aletim de yoktu. Đçini oyarak dibek yapabileceğim kadar büyük bir taş bulmak için günlerce dolaştım ve hiçbir şekilde kesip çıkaramayacağım bütün bir kayadan başka bir şey bulamadım. Adadaki kayalar da yeterince sert değildi; hepsi kumlu ve ufalanan şeyler olduğundan ne havan tokmağının ağırlığına dayanabilirlerdi, ne de içleri kumla dolmadan tahıl dövmeye uygundular. Böylece, taş aramakla kaybettiğim onca zamandan sonra bu fikirden vazgeçtim ve sert bir ağaç kütüğü aramaya karar verdim; nitekim kolayca buldum, yerinden kımıldatabileceğim ağırlıkta bir kütüğü seçtim, balta ve keserle dışından yontarak yuvarlak bir şekle getirdim. Sonra da ortasına, Brezilya'daki yerlilerin kanolarını yaptıkları gibi ateş yardımıyla ve bin bir emek harcayarak bir oyuk açtım. Ondan sonra da demir ağacı denilen ağaçtan büyük bir tokmak yaptım; bütün bunları, önümüzdeki mevsim alacağım ürünü döverek ya da öğüterek una dönüştürmek ve ekmek yapmak üzere hazırlayıp bir kenara kaldırdım. Karşıma çıkan bir sonraki zorluk da unumu eleyip kepeğinden ve dış kabuklarından ayıklayacak bir elek yapmak ya da bulmaktı. Bunlar olmadan ekmek yapmamın mümkün olmadığını düşünüyordum. Bu en zor işti; elek yapmaya yarayacak hiçbir şeyim olmadığından -unu geçirebilecek ince bir bez ya da kumaş parçası- düşünmesi bile canımı sıkıyordu. Tam bu noktada kalakaldım ve aylarca hiçbir şey yapamadım. Gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum; elimde hiç keten bezi kalmamıştı, sadece paçavralar vardı; keçi kılı vardı ama nasıl eğrilip dokunacağını bilmiyordum ve bilsem bile bunu yapacak aletim yoktu. Sonunda bulabildiğim tek çıkar yol, gemiden kurtardığım denizci kıyafetlerinin arasındaki pamuklu kumaş ya da tülbentten yapılmış eşarpları değerlendirebileceğim oldu; bunların birkaçından küçük ama işimi görecek üç elek yaptım ve böylece birkaç yıl bunları kullandım. Daha sonra ne yaptiğımı sırası gelince anlatacağım. Bundan sonra düşünülmesi gereken şey, işin pişirme kısmı ve ürünümü aldığımda ekmeği nasıl yapacağımdı; ilk olarak hiç maya yoktu. Bu eksiğimi gidermenin hiçbir yolu olmadığından bu konuya pek kafa yormadım; ama fırın olmaması gerçekten büyük bir dertti. En sonunda bunun için de bir deneme yaptım: Çok geniş ve yayvan birkaç toprak kap yaptım; çaplan aşağı yukarı iki ayakken derinlikleri dokuz parmağı geçmiyordu. Diğerleri gibi bunları da ateşte pişirdim ve bir kenara koydum. Ekmek pişirmek istediğim zaman, yine kendim yapıp ateşte pişirdiğim dört köşe tuğlalardan -gerçi bunlara tam da dört köşe diyemem- ördüğüm ocağımda büyük bir ateş yakıyordum. Odunlar epeyce yanıp kızgın kor ya da köz durumuna geldiğinde bunları bütün ocağı kaplayacak şekilde yayıyor ve ocak iyice kızana kadar orada bekletiyordum, sonra bütün korları süpürerek ekmeğimi ya da ekmeklerimi ocağın içine yerleştiriyor ve toprak kapla üzerlerini kapatıyordum. Sıcak tutmak ve daha da çok ısıtmak için de bütün korları kabın etrafına diziyordum. Böylece, dünyanın en iyi fırınını bile aratmayacak güzellikte arpa ekmekleri pişirmeye başladım ve üstelik kısa bir zaman içinde de tam bir hamur işi aşçısı oldum; pirinçten kendime birkaç çeşit kek ve muhallebiler yapıyordum, ama hiç çörek yapmadım çünkü kuş ve keçi etinden başka içlerine koyacak şeyim yoktu. Bütün bu işlerin, buradaki üçüncü yılımın büyük bir kısmını almasına şaşmamak gerek. Bu işlerin arasında bir de yeni harmanı kaldırıp tarlamla uğraştığımı gözden kaçırmamak gerekiyor; mevsimi gelince ekinimi biçmiş, elimden geldiğince eve taşımış ve elimle ovup ayıklamaya vakit bulana kadar da başaklanyla beraber, büyük sepetlerimde saklamıştım; çünkü ekinleri dövmeye ne yerim ne de aletim vardı. Artık ürünüm de gittikçe arttığı için gerçekten ambarlarımı büyütmek* istiyordum. Bunları koyacak bir yere ihtiyacım vardı; çünkü ürünüm o kadar artmıştı ki, elimde yirmi kile arpayla bir o kadar, belki daha da fazla pirinç vardı; öyle ki artık bunları bol bol kullanmaya karar verdim. Ekmeğim de uzun süre yettiği için bu yıl yalnız bir defa ekim yaparak bütün bir yıl ne kadar ürünün yeteceğini görmeye karar verdim. Bunun üzerine, kırk kile arpayla pirincin bir yılda tüketebileceğimden çok daha fazla olduğunu gördüm; böylece, hiç olmazsa ekmeğime yeter umuduyla artık her yıl en son ektiğim kadar tohum ekmeye karar verdim. Bütün bu işleri yaparken aklımın birçok kez, adanın öbür yanında gördüğüm kara parçasına takıldığına da emin olabilirsiniz; oranın yerleşilmiş bir kara parçası olduğunu hayal ediyor, nasıl olsa oradan daha ilerilere de gitmek için bir yol bulabilirim ve belki de sonunda, bir şekilde buradan kurtulma şansım olabilir diyerek içimden, gizli gizli o kara parçasına çıkmayı geçiriyordum. Ama bu arada, böyle bir durumun tehlike- ¦ Luka 12:16-21'den alıntı.

Page 50: Robinson Crusoe

lerini aklıma bile getirmiyor ve Afrika'daki aslanlar ve kaplanlardan çok daha kötü olduklarını düşünmekte haklı olabileceğim vahşilerin eline düşebileceğimi; bir ellerine geçersem kesinlikle öldürüleceğimi ve hatta belki de onlara yem olacağımı hiç düşünmüyordum; Karayip kıyılarındaki insanların yamyam ya da insan-yiyici olduğunu duymuştum ve içinde bulunduğum iklimden dolayı bu sahillerden pek de uzak olmadığımı biliyordum. Farz edelim ki, yamyam değildiler, ama yine de beni öldürebilirlerdi; ellerine düşen Avrupalılar on beş yirmi kişi olsa bile yaptıkları gibi. Dolayısıyla tek başıma hiçbir şekilde kendimi savunamazdım. Bununla birlikte, önceden iyice düşünmem gereken bütün bu şeyler sonradan aklıma gelse bile, bu fikri bir türlü kafamdan atamadım; bir gün o kıyıya çıkma düşüncesi aklımda iyice yer etmişti. Şimdi uşağım Ksuri'yi ve Afrika kıyılarında bin milden fazla yolculuk ettiğim kırlangıç kanadı yelkenli uzun kayığımı özlüyordum; ama boşuna! Sonra, gidip bizim geminin, kazaya uğradığımız zaman fırtınayla kıyıya doğru epeyce sürüklendiğini söylediğim sandalına bir bakmak geldi aklıma. Sandal ilk gördüğüm yerde duruyordu; ama tam olarak da değil; çakıllı bir kum yığınının üstüne çıkmış, rüzgâr ve dalgaların gücüyle neredeyse tepetakla olmuştu; ama etrafında, önceki gibi su yoktu. Sandalı onarmama ve suya indirmeme yardım edecek birileri olsaydı, yüzdürebilir ve kolayca Brezilya'ya bile dönebilirdim. Ama sandalı çevirip düz oturtmanın adayı yerinden oynatmak kadar zor olduğunu biliyordum. Yine de koruya gittim, ne kadar başarılı olabileceğimi görmek için kaldıraç gibi kullanabileceğim yuvarlak direkler ve kalaslar keserek sandalın yanına getirdim. Bir düz çevirebilir-sem, aldığı hasan tamir edebileceğime, çok iyi bir sandal olacağına ve onunla kolayca denize açılabileceğime inandırmıştım kendimi. Bu verimsiz iş için verilebilecek her türlü emeği verdim; hiçbir şeyi esirgemedim ve sa-nınm, üç dört hafta uğraştım. Sonunda azıcık gücümle sandalı kaldırmamın olanaksız olduğunu anladığımda devrilmesi için altındaki kumlan oymaya giriştim ve düzgün bir şekilde düşmesi için ağaç parçalanyla destekledim. Ama bunu yaptıktan sonra da, suya doğru itmek şöyle dursun, ne yerinden oynatabildim, ne de altına girebildim; bu yüzden bu işten vazgeçmek zorunda kaldım. Sandalı kullanma umudumdan vazgeçmiş olmakla birlikte, karşıdaki kara parçasına gitme isteğim azalacağına, bunu yapmak im-kânsızlaştıkça, daha da artıyordu. En sonunda, büyük bir ağaç kütüğünden bir kayık, ya da yardıma bile ihtiyaç duymadan kendime, bu iklimlerdeki yerlilerin yaptığı gibi bir kano ya da periegua* yapıp yapamayacağımı düşünmeye başladım. Sadece bunun mümkün olduğunu düşünmekle kalmadım, kolay bile olduğuna karar verdim ve bir kayık yapma düşüncesinin tadını çıkarmaya başladım. Elimde zencilerin ya da yerlilerin sahip Yerlilerin kullandığı kanoya verilen isim. olduğundan çok daha fazla imkân vardı; ancak bazı konularda yerlilere oranla daha fazla sıkıntı çekeceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu; örneğin, kayığı bitirdiğimde suya indirmek için kimseden yardım alamayacaktım; yerlilerin aletleri olmadığı için karşılaşacağı güçlüklerden çok daha büyük, aşılması daha zor bir durumdu bu. Yapacağım kayığı suya indiremeyecek ve olduğu yerde bırakmak zorunda kalacaksam; korulukta büyük bir ağaç bulmak, başarabilirsem bin bir güçlükle kesmek, sonra da bu ağacı aletlerimle kayık şeklinde yontmak ve yakarak ya da yine keserek kayıklardaki gibi içini oymak neye yarardı? Bu kayığı yaparken, onu nasıl denize indireceğimden başka bir şeye kafa yormadığım düşünülebilir, ama ben bu yolculuğu yapmayı öyle çok istiyordum ki, kayığı karadan denize nasıl taşıyacağımı bir kez olsun düşünmedim; gerçekten de denizde kırk beş mil yol almak, benim için, kayığı karada durduğu yerden kırk beş kulaç götürerek suya indirmekten çok daha kolaydı. Aklı başında bir adamdan çok, tam bir deli gibi bu kayığı yapmaya koyuldum. Altından kalkıp kalkamayacağımı bile düşünmeden bu tasarıyı kurup seviniyordum. Kayığımı suya indirmenin ne kadar zor olduğu sık sık aklıma gelmiyor değildi; ama kendi kendime verdiğim şu aptalca cevapla bütün bu sorulara bir son veriyordum: "Đlk önce bir yapıp bitireyim de, sonra nasıl olsa bununla da başa çıkmanın bir yolunu bulurum mutlaka." Bu çok saçma bir yöntemdi, ama hevesim geçmek bilmediğinden çalışmaya devam ettim. Bir sedir ağacı kestim: Süleyman'ın* Kudüs'teki tapınağı yaptırmak için böyle bir ağaç bulup bulamadığını soruyordum kendi kendime. Alttan kestiğim kısmının çapı yüz yetmiş beş santim, yukarıda incelip dallara ayrılmaya başladığı yerin çapı ise yüz otuz beş santimdi ve gövdenin uzunluğu da altı buçuk metreydi. Bu ağacı kesmek için öyle az çaba harcamış falan değilim. Yirmi gün boyunca yanp kesmeye uğraştım ve on dört gün de dallarını budaklarını ayırmak, balta ve keserle sonsuz emekler vererek yonttuğum geniş kısmını tamamen kesip ayırmakla geçti. Ondan sonra bu kütüğü yontarak belli bir şekil vermek ve suyun üstünde düzgün durabilmesi için de altını bir kayığınkine benzetmek bir ayımı aldı. Đçini oyup tam bir kayık gibi yapmak da bana yaklaşık üç aya mal oldu. Bunu hiç ateş kullanmadan tahta bir tokmak ve keskiyle çalışarak yaptım; en sonunda, yirmi altı kişiyi, daha doğrusu beni ve bütün eşyalarımı taşıyacak büyüklükte, çok güzel bir periegua çıkardım ortaya. Bu işi bitirdiğimde son derece mutlu olmuştum. Kayık gerçekten de hayatım boyunca gördüğüm bir tek ağaçtan yapılan bütün kanolardan ya da periegua'lardan çok daha büyüktü. Bunun için çok uğraştığıma emin olabilirsiniz; şimdi bir tek, kayığı denize indirmek kalmıştı; bir denize indirebilirsem, gelmiş geçmiş yolculukların en çılgınına başlayacağıma hiç şüphe yoktu.

Page 51: Robinson Crusoe

I Krallar. 5:6ff. Ama kayığı denize indirmek için düşündüğüm hiçbir şey işe yaramadı; üstelik bunlar için de çok fazla emek harcamıştım. Sudan çok değil, sadece elli metre uzaktaydı, ama ilk zorluk şuydu ki, koyla kayık arasındaki yol yokuş yukarıydı. Bu engeli ortadan kaldırmak için toprağı kazıp orayı denize doğru inen eğilimli bir yer haline getirmeye karar verdim. Giriştiğim bu iş için olağanüstü çaba sarf etmem gerekti, ama kurtulmaya kararlı olan kim çalışmaktan şikâyet eder ki? Ancak bu işi de bitirip bu güçlüğün de üstesinden geldikten sonra önümde hâlâ bir engel daha vardı; çünkü bu kanoyu diğer kayıktan daha fazla kıpırdatamıyordum. Sonra aradaki mesafeyi ölçtüm; kanoyu suya götüremeyeceğimi anladığımdan suyu kanoya getirmek için arada bir gemi havuzu ya da kanal açmaya karar verdim. Đşe giriştim ve kazmaya başlamadan önce, ne kadar derin, ne kadar geniş kazmam gerektiğini ve çıkardığım toprağın nasıl dışarı atılacağını hesapladığımda yardımcılarımın sayısına, yani tek başıma olduğuma bakarak bu işi yapıp bitirmemin on belki de on iki yıl süreceğini anladım; çünkü kara çok yukarıda kalıyordu, dolayısıyla kanalın en az altı metre derinliğinde olması gerekiyordu; en sonunda büyük bir isteksizlikle de olsa bu işten de vazgeçtim. Bu durum beni derinden yaraladı; şimdi, neye mal olacağını hesaplamadan ve kendi gücümü doğru dürüst değerlendirmeden bir işe başlamanın ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu geç de olsa anlıyordum. ORHAN KEMAL LHALK KÜTÜPHANESĐ Bu işlerin arasında, adadaki dördüncü yılımı da tamamlamıştım; bu yıldönümünü de öncekiler gibi, aynı bağlılık ve iç huzuruyla geçirdim; çünkü sürekli Tann'nm Sözü'nü okuyup düşünerek Tann'nm da yardımıyla öncekinden çok daha farklı bir bilgi edinmiştim. Olaylara başka bir gözle bakıyordum artık. Şimdi dünyayı uzak, hiçbir işimin olmadığı, kendisinden bir beklentimin ya da arzumun bulunmadığı bir yer gibi görüyordum. Uzun sözün kısası, dünyayla yapılacak ne bir işim kalmıştı ne de olmasını istiyordum; dolayısıyla şimdi dünya, belki öbür dünyadan görüneceği gibi bir zamanlar yaşadığım, ama şimdi ayrıldığım bir yer gibi geliyordu bana; bu durumda tıpkı Đbrahim'in, zengin adama dediği gibi, "Seninle benim aramda büyük bir uçurum var,"* diyebilirdim. En başta, burada, dünyadaki bütün kötülüklerden uzaktım. Ne ten tutkusu duyuyor, ne gördüğümü kıskanıyor, ne de hayatımla kibirleniyordum.** Gözümün kalacağı hiçbir şey yoktu; çünkü şu anda beni hoşnut edecek her şeye sahiptim. Bütün bu adanın efendisiydim; canım isterse, kendime sahip olduğum bütün bu yerlerin kralı ya da imparatoru diyebilirdim. Tek bir rakibim bile yoktu; benimle yarışacak, buradaki egemenliğime ya da isteklerime karşı çıkacak kimse yoktu. Gemiler dolusu tahıl yetiştirebilirdim, ama ihtiyacım yoktu; bu yüzden sadece ken- * Luka 16:19-26'dan alıntı. "On.: The pride of life; Yuhanna'nın Đlk Risalesi 2:16dan alıntı. dime yetecek kadar yetiştiriyordum. Yeterince kaplumbağam vardı; ama ara sıra bir tanesini tutmak bile yeterdi. Bir gemi filosu yapacak kadar kerestem vardı. Şarap yapmaya ya da kuru üzüm olarak saklamaya yetecek kadar üzümüm vardı; o kerestelerden donanma yapılsa, buradaki üzümler bütün gemileri yüklemeye yeterdi. Ama bütün bunları ihtiyacım olduğu kadar kullanıyordum. Yiyecek ve ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar her şeye sahiptim; geri kalanı ne işime yarardı? Yiyebileceğim daha çok hayvan vursam, artanı ya köpek ya zararlı böcekler yiyecekti. Yiyebileceğimden daha çok tahıl eksem, bozulacaktı. Kestiğim ağaçlar yerde durmuş, çürüyordu; bunları ancak yakacak olarak kullanabilirdim, ama yakacak da yemek pişirmekten başka bir şey için lazım olmuyordu. Kısacası doğa ve tecrübelerim, dünyadaki bütün güzel şeylerin bize gerekli olanından fazlasının hiçbir işimize yaramayacağını öğretmişti bana; gerçekten, başkalarına vermek için de olsa bu nimetlerden ne kadar çok bi-riktirirsek biriktirelim, sadece kendimize gerektiği kadarının tadını çıkarabiliriz, daha fazlasının değil. Benim yerimde dünyanın en doymak bilmez, en hırslı cimrisi olsa bu açgözlülük hastalığından kurtulurdu; çünkü işime yarayandan kat kat daha fazla şeye sahiptim. Çok faydası dokunacak olmakla birlikte, yine de önemsiz birkaç şeyden başka hiçbir şeyi arzulayacak durumda değildim. Daha önceden de söylediğim gibi hem altın hem gümüş olmak üzere otuz altı sterlin kadar param da vardı. Neye yarar! Çirkin, zavallı, işe yaramaz bir şey olarak orada öylece duruyorlardı; bu parayı kullanmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Sık sık bir düzine pipo ya da arpamı öğütecek bir el değirmeni için bu paradan bir avuç dolusu verebileceğimi düşünüyordum kendi kendime. Üstelik, Đngiltere'de altı peni eden şalgam ve havuç tohumu ya da bir avuç bezelye, fasulye ile bir şişe mürekkep için bu paranın hepsini verebilirdim. Durduğu yerde o paranın bana en ufak bir faydası yoktu; bir çekmecede duruyor ve yağmur mevsiminde, mağaranın neminden küfleniyordu.* Bir çekmece dolusu elmasım olsaydı, durum yine aynı olacak, işime yaramadıklar! için gözümde hiç değerleri olmayacaktı. Artık hayatımı ilk başta olduğundan çok daha rahat bir duruma getirmiştim; hem bedenen hem de zihnen çok daha rahattım. Yemeğe çoğunlukla bin şükür ederek oturuyor ve bu ıssız yerde soframı böyle donatan Tan-n'nın takdirine hayran kalıyordum. Durumumun karanlık yönlerinden, çok parlak yönlerine bakmayı, eksiklerimden çok beni hoşnut eden şeyleri düşünmeyi öğrenmiştim; bu içimde zaman zaman öyle gizli bir avuntu oluyordu ki, anlatamam. Bunu, Tann'nın kendilerine verdikleriyle yetinmeyip vermediklerine göz diken hoşnutsuz insanların dikkatini çekmek için söylüyorum. Sahip olama-

Page 52: Robinson Crusoe

Altın ve gümüş aslında küflenmez; ama Defoe burada Matta 6:19-20'ye gönderme yapıyor olmalı. dığımız şeyler yüzünden yaşadığımız hoşnutsuzluk, elimizdekiler için şükretmeyi bilmemekten ileri geliyordu bence. Bana büyük faydası dokunan ve kuşkusuz benimki gibi sıkıntılı bir duruma düşecek herkese de faydası dokunacak başka bir düşünce de, şimdiki durumumu buraya ilk çıktığım zaman başıma geleceğinden korktuğum durumla karşılaştırmaktı; daha doğrusu, gemi, Tann'nm takdiriyle olağanüstü bir şekilde kıyıya yakın bir yere sürüklenmeseydi, kesinlikle başıma gelecek olanlarla. Đşte o zaman, ne gemiye gidebilir, ne de gemiden aldığım, bana burada destek ve rahatlık veren şeyleri karaya çıkarabilirdim; böylece çalışacak aletten, kendimi savunacak silahtan ya da yiyeceğimi elde etmemi sağlayacak barutla saçmadan yoksun kalırdım. Saatlerce, hatta günlerce; gemiden hiçbir şey alamasaydım nasıl yaşamak zorunda kalacağımı en renkli görüntülerle zihnimde canlandırmak için uğraşmışımdır. Balıkla kaplumbağadan başka yiyecek bir şey bulamayacaktım ve bunları bulmak da çok uzun süreceğinden açlıktan ölecektim; diyelim ki, ölmedim, o zaman da tam bir vahşi gibi yaşamak zorunda kalacaktım; herhangi bir şekilde bir keçi ya da kuş öldürsem, derisini yüzemeye-cek, karnını yaramayacak, bağırsaklarını çıkaramayacak, etini kesip ayıramayacak, onu bir hayvan gibi dişlerimle kemirmek, tırnaklarımla parçalamak zorunda kalacaktım. Bu düşünceler Tann'nın bana karşı ne kadar cömert olduğunu daha iyi anlamamı, bütün zorluklan ve talihsizlikleriyle beraber, şimdiki durumum için şükran duymamı sağlıyordu. Burada da, sıkıntıya düştüklerinde, "Benim acım gibi bir acı daha var mıdır?" demeye meyilli olanların dikkatini çekmeden edemeyeceğim. Bu kişiler, durumumun kendilerininkinden çok daha kötü olduğunu, Tann isteseydi kendilerinin de o duruma düşebileceğini bir düşünsünler. Beni rahatlatan, içimi umutla dolduran başka bir düşünce de gerçekte hak ettiğim, dolayısıyla Tann'nın beni düşürebileceği durumla şimdiki durumumu karşılaştırmaktı. Tann'yı hiç tanımadığım, Tann korkusu duymadığım korkunç bir hayat yaşamıştım. Annemle babamdan iyi bir eğitim almıştım; bana erken yaşta* din, Tann korkusu, görev bilinci, yaradılışımın özü ve amacıyla ilgili düşünceler de aşılamışlardı. Ama ne yazık ki, Tann'dan gelebilecek her türlü tehlikeyle karşı karşıya olmalanna rağmen yine de Tann korkusundan yoksun denizcilerin arasına düşmüştüm! Dediğim gibi erken yaşta gemicilerin arasına düşüp hayatlanna kanşınca arkadaşlarımın arasında alay konusu olmak; tehlikeyi de, ölüm korkusunu da kaskatı bir yürekle aşağılamayı alışkanlık haline getirmek; uzun yıllar boyunca kendim gibilerden başka insanlarla konuşma, iyi ya da iyiye yönelik hiçbir şey duyma fırsatı bulamamak, içimdeki azıcık da olsa bütün din duygusunu alıp götürmüştü. Đyi olan her şeyden, ne olduğum, ne olacağım bilincinden o kadar yoksundum ki, yaşa- dığım en büyük kurtuluşlarda bile -Sale'den kaçışım, Portekizli kaptanın beni gemisine alışı, Brezilya'da iyi bir düzen kuruşum, Đngiltere'den gelen eşyalarımı alışım ve bunun gibi şeylerde bile- ne gönlümle ne dilimle bir kez olsun, 'Tann'ya şükür," dememiştim; en sıkıntılı anlarımda da ne Tann'ya dua etmek aklıma gelmiş ne de, "Tanrım, acı bana!" demiştim; öyle ki, küfür ya da yemin etmediğim sürece Tann'nın adını ağzıma bile almıyordum. Daha önce de belirttiğim gibi, eskiden yaşadığım o kötü, taşyürekli hayatla ilgili korkunç düşünceler geçiyordu aklımdan; etrafıma bakıp da buraya geldiğimden beri Tann'nın bana ne gibi kolaylıklar bağışladığını; bana karşı ne kadar cömert davrandığını; işlediğim günahlara hak ettiğim cezadan çok azını verdiğini, üstelik beni bolluk içinde yaşattığını düşündükçe pişmanlığımın kabul edildiğine ve Tann'nın hâlâ bana karşı merhamet duyduğuna dair büyük umutlara kapılıyordum. Bu düşüncelerle, şimdiki durumumda sadece Tann'nın iradesine boyun eğmeyi değil, içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla gönülden şükran duymayı; işlediğim günahlar karşısında hak etmiş olduğum cezayı çekmediğim için yaşadığım sürece şikâyet etmemem gerektiğini; hiç hak etmediğim birçok lütuf-tan yararlandığımı; bu yüzden içinde bulunduğum durumdan yakınmamam, tam tersine sevinmem ve bir dolu mucize sonucu her gün yediğim ekmeğe şükretmem gerektiğini, hatta karnımın doyuyor olmasının kargalann beslediği Đlyas'mki* kadar büyük bir mucize olduğunu, daha doğrusu art arda gelen bir sürü mucize sonucu olduğunu; dünyanın hiçbir ıssız köşesine düşmenin buraya düşmekten daha hayırlı olamayacağını; bu adada toplumdan uzak olmak bana acı verse bile, en azından hayatımı tehlikeye sokacak yırtıcı hayvanların, azgın kurtlann ya da kaplanla-nn, beni ısıracak ağulu yaratıkların, öldürüp yiyecek vahşilerin olmadığını hesaba katmayı iyice kafama yerleştirdim. Sözün kısası, hayatım bir yandan kederlerle doluydu, ama öte yandan da tam anlamıyla bağışlanmış bir hayattı. Bunu rahat bir hayata dönüştürebilmek için hiçbir şeyim eksik değildi; tek yapmam gereken Tann'nın bana karşı ne kadar iyi olduğunu kavramak ve her gün, bu durumda beni koruduğunu düşünerek avunmaktı. Bütün bu şeyleri anlamada belli bir ilerleme katettikten sonra rahatça yaşayıp gitmeye başladım ve bir daha hiç üzülmedim. Artık buraya geleli uzun bir süre olmuştu ve işime yarar diye gemiden getirdiğim birçok şey ya bitmiş, ya ziyan olmuştu, ya da bitmek üzereydi. Dediğim gibi, mürekkebim bir süredir epey azalmış, çok az kalmıştı; sulandıra

Page 53: Robinson Crusoe

sulandıra öyle soluklaşmıştı ki, kâğıdın üzerindeki siyahlık zor görülüyordu. Mürekkebim yettiği sürece, her ay, başımdan geçen önemli şeyleri kaydetmek için kullandım sadece. Đlk olarak zamanı gözden geçirirken, • I Krallar 17:4207- başıma çeşitli şeylerin geldiği günler arasında garip bir ilişki olduğunu hatırlıyorum. Batıl inançlara dayanarak bu günleri uğurlu ya da uğursuz diye ayırmaya kalksaydım, bunu çok ilginç bir şey olarak görmeye yetecek kadar çok sebep bulabilirdim. Birincisi, denize açılmak için babamdan ve yakınlarımdan kaçıp Hull'a gittiğim gün ile sonradan Sale'li korsanların eline düşüp köle oluşum aynı güne denk geliyordu. Yarmouth sularında batan gemiden kaçıp kurtuluşumla, sonradan kayıkla Sale'den kaçışım da aynı güne geliyordu. Doğduğum gün olan 30 Eylül'den tam yirmi altı yıl sonra, yine aynı gün, bir mucizeyle hayatım kurtulmuş ve bu adaya çıkmıştım; dolayısıyla günah dolu hayatımla yalnız hayatım aynı günde başlıyordu. Mürekkebimden sonra biten ilk şey ekmeğim, daha doğrusu gemiden getirdiğim peksimetler oldu. Bir yıldan uzun bir süre kendime günde sadece bir peksimet hakkı vererek bunları son derece idareli kullanmıştım, ama yine de, kendi ektiğim ürünümü alana kadar bir yıla yakın ekmeksiz kaldım. Ekmeğe kavuştuğum için şükretmem gereken en büyük neden, daha önce de anlatıldığı gibi, ekmeği mucizeye çok yakın bir olayla elde etmiş olmamdır. Kıyafetlerim de iyice eskimeye başlamıştı. Çamaşıra gelince, öbür gemicilerin sandıklarında bulduğum birkaç kareli gömlekten başka, uzun süre hiç çamaşırım olmadı. Çoğu zaman bir gömlekten başka hiçbir şey giymediğim için bu karelileri özenle muhafaza ede- bilmiştim. Gemicilerin giyecekleri arasında neredeyse üç düzine gömlek bulmam da çok işime yaramıştı. Ayrıca bu eşyalar arasında birkaç kalın palto da vardı; ama burası böyle şeyler giymeye gerek bırakmayacak kadar sıcaktı. Havanın aşırı sıcak olduğu ve aslında hiçbir şey giymeye gerek olmadığı doğru, ama ben yine de çırılçıplak dolaşamıyordum; bunu düşünmüş olmak bile beni rahatsız ediyordu, burada tamamıyla yalnız olmama rağmen çıplak dolaşma düşüncesine tahammül edemiyordum. Çıplak gezemeyişimin sebebi, güneşin sıcağına elbiselerim üzerimde olduğu zamanki kadar dayanamıyor olmamdı; dahası sıcaktan derimin su toplamasıydı. Oysa bir gömlek giydiğim zaman gömleğin altından hava girip esiyor, çıplakken hissettiğimden iki kat daha serin geliyordu bana. Güneşin altında şapkasız ya da kasketsiz gezmeye de alıştıramamış-tım kendimi. Buralarda güneşin sıcağı öyle keskin vuruyordu ki, şapka ya da kasket giymeden çıkmışsam, doğrudan tepeme vurduğu için o anda başıma dayanılmaz bir ağrı giriyordu; oysa şapkamı giydiğimde bu ağrı hemen geçiyordu. Bu düşünceler üzerine, elbise adını verdiğim, elimdeki birkaç paçavrayı düzene sokmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bütün yeleklerim eskimişti; şimdiki işim elimdeki büyük paltolar ve diğer malzemelerden ceket yapmayı denemekti. Böylece terzilik, daha doğrusu yamacılık işine giriştim; çünkü ortaya pek zavallı şeyler çıkarıyordum. Bu- nunla birlikte, paltoları bozarak, uzun bir süre işime yarayacağını düşündüğüm iki üç yeni yelek yaptım. Pantolon ve donlara gelince, epeyce bir zaman için bunları doğru dürüst beceremedim. Vurduğum bütün hayvanların -dört ayaklı olanların demek istiyorum- derilerini saklayıp sırıklara gererek güneşte kuruttuğumdan bahsetmiştim; bu yöntemle bazıları öyle kuruyor ve sertleşiyordu ki, hiçbir işe yaramıyorlardı; ama geri kalanı çok faydalı olabilecek gibi görünüyordu. Bu derilerden yaptığım ilk şey büyük bir şapka oldu; yağmur süzülüp aksın diye tüylü kısmını dışa getirmiştim. Bu şapka öyle güzel iş görüyordu ki, bu derilerden kendime bir kat elbise de yaptım; yani bir yelek, bir de diz boyu pantolon. Beni sıcak değil, daha çok serin tutmaları gerektiğinden ikisini de bol yapmıştım. Ama ortaya çok bi-çimsiz şeyler çıktığını da eklemeyi unutmamalıyım; marangozluğum kötüydü; ama terziliğim daha da kötüydü. Böylece ben dışarıdayken yağmur yağacak olursa, yeleğimle şapkamın tüyleri dış tarafta olduğu için kupkuru kalıyordum. Bundan sonra, uzun bir süre kendime bir şemsiye yapmaya uğraştım. Bir şemsiyeye gerçekten çok ihtiyacım vardı ve yapmayı da çok istiyordum. Brezilya'da, aşın sıcaklarda bir hayli işe yarayan bu şemsiyelerin yapılışını görmüştüm. Ben de burada sıcakları aynı şekilde, hatta gündönümüne yakın olduğum için daha bile fazla hissediyordum. Ayrıca, dışarıda çok fazla dolaşmak zorunda olduğum- dan, şemsiye sıcakta olduğu kadar yağmurda da çok faydalı bir şey olacaktı. Bunun için dünya kadar emek harcadım ve elle tutulur bir şey yapmam da bir o kadar zaman aldı; doğru yolu bulduktan sonra da tam istediğim gibi bir şemsiye yapabilmek için iki üç tanesini ziyan ettim; ama en sonunda orta karar bir şey yapmayı başarabildim. Karşılaştığım temel zorluk şemsiyeyi kapanacak şekilde yapamamaktı. Açabiliyordum ama kapanıp toplanmazsa hiçbir işe yaramazdı; çünkü ancak başımın üzerinde açık tutarak taşımak zorunda kalırdım. Bununla birlikte, en sonunda, istediğim gibi bir tane yaptım; üzerini de tüyleri dışarı bakacak şekilde deriyle örttüm, böylece yağmur sularını, sundurma gibi dışarı akıtırken güneşten de öyle iyi koruyordu ki, en sıcak havalarda bile serin havalardakin-den daha rahat dolaşabiliyordum. Đhtiyacım olmadığında kapatıp kolumun altında taşıyabiliyordum.

Page 54: Robinson Crusoe

Böylece, Tann'nın iradesine boyun eğmiş, kendimi tamamen O'nun eline bırakmış olduğumdan kafam bütünüyle huzur içinde, rahatça yaşayıp gidiyordum. Hayatım, toplum içinde yaşamaktan daha iyi bir duruma gelmişti; konuşacak kimseyi bulamamaktan üzüldüğüm zamanlar, kendi kendime düşünmenin, düşüncelerimle konuşmanın ve hatta yakarışlarım yoluyla Tann'nın kendisiyle konuşmanın dünyadaki insanların bana verebileceği en büyük mutluluktan bile daha iyi olup olmadığını soruyordum kendime. Bundan sonraki beş yıl boyunca başımın- dan herhangi sıradışı bir şeyin geçtiğini söyleyemem. Aynı yollarla, aynı şekilde, aynı yerde, tıpkı eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Arpa ve pirinç ekimi, üzümleri kurutmak gibi, hazırlığını önceden yaptığım yıllık işlerin ve her gün tüfeğimle avlanmaya çıkmanın yanı sıra uğraştığım tek iş, bir kano yapmak oldu. Sonunda kanoyu bitirince yüz seksen santim genişliğinde, yüz yirmi santim derinliğinde bir kanal kazarak neredeyse yedi yüz metrelik uzaklıktan koya getirdim. Đlk kanoya gelince, önceden düşünmem gerektiği halde denize nasıl indireceğimi hiç düşünmemiştim ve çok büyük olmuştu; dolayısıyla ne onu suya götürebileceğim, ne de suyu ona getirebileceğim için bu ilk kanoyu, bana bir dahaki sefere daha akıllıca davranmamı hatırlatan bir anıt gibi olduğu yerde bırakmak zorunda kaldım. Đkinci seferde ise dediğim gibi, amacıma uygun bir ağaç bulduğum yerle su arasındaki mesafe yarım milden az olmasa bile, bu işin eninde sonunda halledilebileceğini görerek çalışmayı hiç bırakmadım ve yaklaşık iki yılımı almakla birlikte, en sonunda denize açılabileceğim bir kayığa sahip olma umuduyla çalışmaktan hiç yakınmadım. Bununla birlikte, küçük periegucCm bittiğinde, ilk kayığı yaparken gerçekleştirmeyi tasarladığım yolculukta kullanılabilecek büyüklükte değildi; demek istiyorum ki, bununla en azından altmış kilometre uzaktaki terra fir-ma'ya,* yani anakaraya gitmek üzere açılmayı göze alamazdım. Dolayısıyla kayığınım kü- Latince: Anakara. çüklüğü yüzünden bu tasarıma bir son vermek zorunda kaldım ve bunu bir daha hiç düşünmedim. Ama artık bir kayığım olduğu için şimdi de adanın çevresinde dolaşmak gibi bir tasarım vardı; daha önce anlattığım gibi karadan adanın öbür yanına geçmiş ve belli bir yerinde bulunmuştum; bu küçük yolculukta keşfettiğim şeylerden ötürü kıyının diğer kısımlarını da görmeye çok hevesliydim. Şimdi bir kayığım da olduğu için yelken açıp adanın çevresini dolaşmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Bu amaçla, her şeyi uzun uzadıya, ayrıntılarıyla düşünerek hazırladım, kayığıma bir yelken direği uydurdum ve gemiden çıkardığım, elimde bol miktarda bulunan yelken parçalarından da bir yelken yaptım. Direğimi ve yelkenimi takıp da kayığımı deneyince çok güzel gittiğini gördüm. Sonra, yiyeceklerimi, malzemelerimi ve cephanemi yükleyerek hem yağmurdan, hem denizin sularından etkilenmeden kuru kalmaları için kayığın her iki ucuna da küçük birer dolap yaptım. Kayığın içindeki bir yeri de tüfeğimi koymak için ince uzun bir şekilde oydum, tüfeğim ıslanmasın diye üzerine de bir kapak yaptım. Ayrıca şemsiyemi de yelken direği gibi, kıç taraftaki bir oyuğun içine diktim; tam başımın üzerine gelecek şekilde ayarladığımdan tente gibi beni güneşten koruyordu. Böylece, ara sıra küçük deniz yolculuklarına çıkmaya başladım; ama çok açılmıyor, küçük koydan fazla uzaklaşmıyordum. Ancak en sonunda küçük krallığımın çevresini görme istediğime dayanamayıp böyle bir yolculuğu yapmaya karar verdim; iki düzine arpa ekmeği (bunlara peksimet demek daha doğru olur), bir kap dolusu kavrulmuş pirinç -bu çok yediğim bir şeydi- küçük bir şişe rom, yarım keçi, daha fazlasını vurmak için barut ve saçma, daha önce gemicilerin sandıklarından çıkardığımı söylediğim büyük paltolardan da iki tanesini yanıma alarak bu yolculuk için gemimi donattım; paltolardan birini yatarken altıma sermek, diğerini de geceleri üstüme örtmek için almıştım. Bu yolculuğa çıktığımda, adadaki saltanatımın -ya da isterseniz tutsaklığımın da diyebilirsiniz- altıncı yılındaydım ve kasımın 6'sıydı. Yolculuk tahminimden daha uzun sürdü. Adanın kendisi pek o kadar büyük değildi; ama doğu kıyısına geldiğimde denize doğru en az iki fersah uzanan, kimisi suyun üstünde, kimisi altında, birtakım kayalar olduğunu gördüm; kayaların bittiği yerden de yarım fersah kadar uzanan sığ bir kumluk başlıyordu; dolayısıyla bu burnun etrafından dolanabilmek için epeyce denize açılmak zorunda kaldım. Bu kayaları ilk gördüğümde denize ne kadar açılmak zorunda kalacağımı bilmediğimden, daha da önemlisi, geri dönüp dönemeyeceğim şüpheli olduğu için bu yolculuktan vazgeçip eve dönmeyi düşündüm; böylece demir attım; gemiden çıkardığım kırık bir kancadan kendime demire benzer bir şey yapmıştım çünkü. Kayığımı güvenceye aldıktan sonra tüfeği- mi alıp karaya çıktım. Bu çıkıntıyı kuşbakışı göreceğini düşündüğüm bir tepeye tırmanarak kayalarla kumluğun uzunluğunu tamamıyla gördüm ve yolculuğa devam etmeye karar verdim. Tepeden denize bakarken güçlü ve gerçekten çok azgın bir akıntı da görmüştüm; doğuya doğru akıyordu ve kayalıkların çok yakınından geçiyordu. Bu akıntıyı iyice inceledim; çünkü ona yaklaştığımda bir tehlike söz konusu olabilir, akıntının gücüne kapılıp denizin açıklarına sürüklenebilir ve bir daha adaya dönemeyebilirdim. Gerçekten de önceden tepeye çıkıp bakmamış olsaydım, böyle bir durumla karşılaşabilirdim. Çünkü aynı akıntı adanın öbür yanından da geçiyordu, ama bu biraz'daha uzaktaydı. Kıyının yakınlarında da güçlü bir anafor olduğunu gördüm. Đlk akıntıdan kaçmak için anafora girmekten başka çarem olmayacaktı.

Page 55: Robinson Crusoe

Bununla birlikte, güneydoğudan oldukça sert esen rüzgâr yüzünden iki gün burada durmak zorunda kaldım; bahsettiğim akıntıya tam ters estiği için denizin bu kıyılara çok şiddetli çarpmasına sebep oluyordu; dolayısıyla dalgalar yüzünden ne kıyıya yaklaşabilir, ne de akıntıdan ötürü denize açılabilirdim. Üçüncü günün sabahı, rüzgâr geceleyin dinmiş, deniz de yatışmış olduğundan yola çıkmayı göze aldım. Ama bu hareketim yine bütün gözükara ve cahil denizcilere örnek olsun; burna varır varmaz, daha burundan bir kayık boyu kadar bile açılmaya fırsat bulamış- madan kendimi derin bir suda, değirmen savağına benzer bir akıntının içinde buldum. Kayığımı öyle büyük bir güçle sürüklüyordu ki, ne yaparsam yapayım akıntının dışına çı-kamıyordum; sol tarafımda kalan anafordan da gittikçe uzaklaşıyordum. Bana yardım edecek en ufak bir rüzgâr esmiyordu ve küreklerimle ne kadar uğraşsam da işe yaramıyordu. Şimdi, artık mahvolduğumu düşünmeye başlamıştım; akıntı adanın iki yanında da bulunduğundan birkaç fersah sonra birleşeceklerini biliyordum, işte o zaman işim bitikti. Bundan kaçma imkânım olduğunu hiç sanmıyordum; dolayısıyla önümde ölümden başka bir seçenek göremiyordum; ama ölümüm epeyce sakin olan denizden gelmeyecek, açlıktan ölecektim. Gerçi kıyıda güçlükle kaldırabileceğim bir kaplumbağa bulup kayığın içine atıvermiştim ve büyük bir testi dolusu -yani toprak kaplarımdan biri- içme suyum da vardı; ama uçsuz bucaksız okyanusa sürüklendiğimde bunlar neye yarardı? Çünkü okyanusa sürüklenirsem, en azından bin beş yüz kilometrelik bir alan içinde bir kara parçası, ya da bir ada bulamayacağım kesindi. Şimdi insanların içinde bulunabilecekleri en kötü durumu çok daha kötü bir hale getirmenin, Tann'nın iradesi için ne kadar kolay olduğunu daha iyi anlıyordum. Şimdi geri dönüp baktığımda ıssız, yapayalnız adayı dünyanın en güzel yeri olarak görüyor; gönlümün dileyebileceği tek mutluluğun oraya dönmekten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Büyük bir arzuyla ellerimi adaya doğru uzatıp, "Ey mutlu bozkır! Seni bir daha asla göremeyeceğim!" dedim. "Ne düşkün bir yaratığım ben böyle, nerelere gidiyorum?" Sonra, şükran nedir bilmeyen bu huyumu; adadayken yalnızlıktan ne kadar yakındığımı, şimdi ise oraya dönmek için her şeyimi verebileceğimi düşününce kendime kızdım. Biz böyleyiz işte, tamamen farklı bir durumla karşılaşıncaya kadar içinde bulunduğumuz durumun gerçek değerini asla göremez, elimizdekinin değerini ancak bunları yitirince anlarız. Sevgili adamdan (şimdi gözüme böyle görünüyordu) uçsuz bucaksız okyanusa doğru, neredeyse iki fersah sürüklenmiş olmaktan dolayı kapıldığım dehşeti ve bir daha asla oraya dönemeyeceğimi düşündükçe içine düştüğüm umutsuzluğu anlatmak imkânsız. Bununla birlikte, gücüm tükenene kadar çalıştım, çabaladım ve kayığımı elimden geldiğince akıntının kuzeyinde, yani anaforun bulunduğu yönde tutmaya uğraştım. Öğlen vakitlerinde, güneş dönmeye başladığında güneybatıdan esen hafif bir meltemin yüzüme vurduğunu hisseder gibi oldum. Bu yüreğime biraz su serpti; özellikle de yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra, bu esinti küçük tatlı bir yele dönüşünce. Bu süre içinde adadan bir hayli uzaklaşmıştım; öyle ki bu mesafe ürkütücüydü. Havada en ufak bir sis ya da bulutlanma olursa, bu sefer başka bir sebepten işim bitecekti; çünkü kayıkta hiç pusula yoktu ve adayı bir gözden kaybedersem doğru yöne nasıl gideceğimi bilmiyordum. Ama hava hâlâ açık olduğundan işe koyulup tekrar direği kaldırdım ve yelkenimi açarak akıntıdan çıkmak için mümkün olduğunca kuzeye doğru yol almaya çalıştım. Tam yelken açıp yol almaya başladığım sırada, suların durgunluğundan akıntıda bir değişiklik olacağını anladım; çünkü akıntının güçlü olduğu yerlerde sular bulanıktı. Ama sular durgunlaştığında akıntı da kesildi ve tam o sırada, doğuya doğru yarım mil kadar ötedeki kayalıklara dalgaların vurduğunu gördüm. Bu kayalar akıntının tekrar ikiye ayrılmasına sebep oluyordu; akıntının ana kolu kayalıkları kuzeydoğuda bırakarak güneye doğru yol alıyordu. Kayalıklara çarparak geri dönen diğer kol da kuvvetli bir anafor yaparak hızla kuzeybatıya doğru gidiyordu. Darağacına çıkmak üzereyken ölümden kurtulan veya tam öldürülmek üzereyken haydutların elinden kurtulan ya da buna benzer bir ölüm kalım anını yaşamış biri ne kadar sevindiğimi; kayığımı bu anafora ne büyük bir mutlulukla soktuğumu ve rüzgâr da hızlandığı için yelkenimi açıp kendimi de bu güçlü anafora bırakarak rüzgârın önünde ne büyük bir sevinçle yol aldığımı anlayacaktır. Geri dönüş yolumda, bu anafor beni adaya doğru aşağı yukarı bir fersah götürdü; ama akıntının beni ilk sürüklediği yerin iki fersah kadar da kuzeyine attı. Dolayısıyla adaya yaklaştığımda kendimi kuzey kıyıda, başka bir deyişle, yola çıktığım yerin tam karşısında, adanın öbür ucunda buldum. Bu akıntı ya da anaforun yardımıyla bir fersahtan biraz daha fazla yol aldıktan sonra akıntının geçtiğini ve artık işime yaramayacağını anladım. Bununla birlikte, kendimi iki büyük akıntının; yani beni açıklara sürükleyen güneydeki akıntıyla bir mil ötedeki kuzey akıntısının arasında buldum. Adanın eteğinde, en azından bu iki akıntının arasındaki suların durgun olduğunu, hiçbir tarafa akmadığını gördüm ve rüzgâr hâlâ güzel estiğinden adaya doğru yol almaya devam ettim; ama önceki gibi hızlı gidemiyordum. Akşamüstü saat dört sularında, adaya bir mil kadar yaklaşmışken başıma gelen bu uğursuzluğun sebebi olan kayaların, önceden de söylediğim gibi, güneye doğru uzandığını ve akıntıyı daha da güneye atarak kuzeyde

Page 56: Robinson Crusoe

başka bir anafor oluşturduğunu gördüm. Ayrıca bu akıntı çok güçlüydü, ama yolumun üstünde değildi; ben batıya doğru giderken o neredeyse tamamen kuzeyde kalıyordu. Bununla birlikte, rüzgâr da güzel estiğinden kuzeybatıya yönelerek anaforun ortasından geçtim ve aşağı yukarı bir saat içinde kıyıya bir mil yaklaşmayı başardım; burada sular durgun olduğu için de çok geçmeden karaya çıktım. Karaya ayak basar basmaz diz çöktüm ve kurtulduğum için Tann'ya şükrettim; kayığımla buradan kurtulmak konusundaki bütün düşünceleri kafamdan silmeye karar verdim. Yanımda bulunan şeylerden yiyip içerek gücümü topladım; sandalımı karaya, gözüme kestirdiğim, birtakım ağaçların altındaki küçük bir koya getirdim; yol yorgunluğundan ve çabalamaktan bitkin düşmüş bir halde yere uzanıp uykuya daldım. Şimdi kayığımla hangi yoldan eve döneceğime karar veremiyordum. Geldiğim yoldan geri dönmeyi düşünemeyecek kadar büyük bir tehlike atlatmıştım ve aynı yoldan dönersem neler olacağını çok iyi biliyordum. Diğer tarafta (adanın batısında demek istiyorum) ise nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmediğim gibi yeni tehlikeleri göze almaya da niyetim yoktu. Dolayısıyla ancak ertesi sabah, kıyı boyunca batıya doğru yürümeye ve firkateynimi gönül rahatlığıyla bırakıp ihtiyacım olduğunda tekrar alabileceğim bir ırmak ağzı olup olmadığına bakmaya karar verdim. Kıyıda beş kilometre kadar ilerledikten sonra, aşağı yukarı bir mil uzunluğunda, gittikçe daralıp çok küçük bir çaya ya da dereye dönüşen çok güzel bir koy ya da körfeze geldim ve kayığım için çok uygun bir liman buldum; burada sanki kendisi için özel olarak yapılmış küçük bir rıhtımdaymış gibi rahatça durabilirdi. Kayığımı buraya yerleştirip güven altına aldıktan sonra etrafıma bakıp nerede olduğumu anlamak için kıyıya döndüm. Çok geçmeden daha önce yaya olarak geldiğim kıyının biraz ötesine vardım; dolayısıyla kayığımdan tüfeğimle şemsiyem -çok sıcaktı çünkü- dışında bir şey almaksızın yürümeye başladım. Yaptığım öylesine korkunç bir deniz yolculuğundan sonra bu yol çok rahattı; akşam olduğunda eski çardağıma ulaştım ve her şeyi bıraktığım gibi buldum; önceden de dediğim gibi kır evimi daima düzenli tutuyordum. Çitin üzerinden geçtim, çok yorgun olduğumdan kollarımı bacaklarımı dinlendirmek için gölgeliğe uzandım ve uykuya daldım. Ama birkaç defa beni adımla çağıran bir ses tarafından uykumdan uyandınldığımda ne büyük bir şaşkınlığa düştüğümü, bu öyküyü okuyan sizler tahmin edebilirseniz edin: "Robin, Robin, Robin Crusoe, zavallı Robin Crusoe! Neredesin, Robin Crusoe? Nerdesin? Nerelerdeydin?" Günün ilk kısmını kürek çekmekle ve sonraki kısmım da yürümekle geçirdiğim için çok yorgun olduğumdan ilk başta öyle deliksiz bir uykuya dalmışım ki, bir türlü tamamen uyanamadım; ancak uykuyla uyanıklık arasında rüyamda birinin bana seslendiğini sanıyordum. 'Ama ses "Robin Crusoe, Robin Crusoe," diye seslenmeye devam ettiğinden, sonunda adamakıllı uyandım ve ilk başta öyle korktum, öyle katıksız bir dehşete düştüm ki, irkilerek hemen ayağa fırladım. Ama gözlerimi açar açmaz, Poll'un çitin tepesine konmuş olduğunu gördüm ve bana seslenenin o olduğunu hemen anladım; çünkü ben onunla hep böyle kederli bir dilde konuşuyor, bunları ona da öğretiyordum. O kadar güzel öğrenmişti ki, parmağıma konup gagasını da yüzüme yaklaştırarak, "Zavallı Robin Crusoe! Neredesin? Nerelerdeydin? Buralara nasıl düştün?" diye bağırır ve ona öğrettiğim buna benzer şeyleri söyleyip dururdu. Bununla birlikte, bana seslenenin papağanım olduğunu ve aslında başka kimse de olamayacağını bilsem bile uzun bir süre ken- II dimi toparlayamadım. Đlk olarak, bu kuşun nasıl olup da oraya geldiğine ve oradan ayrılıp başka bir yere gitmediğine şaşırmıştım. Ama bunun bizim sadık Poll'dan başkası olamayacağına iyice ikna olduğumda şaşkınlığımı da atlattım. Elimi uzattım ve 'Poll' diye adıyla seslenerek onu çağırdım; arkadaş canlısı yaratık, yanıma gelip her zaman yaptığı gibi başparmağıma kondu ve beni tekrar gördüğüne sevinmiş gibi, "Zavallı Robin Crusoe! Buraya nasıl geldim? Nerelerdeydin?" diye benimle konuşmaya devam etti. Eve giderken onu da yanıma aldım. Bu deniz yolculuğu artık bir süre için bana yeterdi ve günlerce yerimde oturup atlattığım tehlikeyi düşünmek için de yeteri kadar sebebim vardı. Kayığımı, adanın bu yanına geri getirebilseydim çok mutlu olacaktım; ama bunu yapmanın uygun bir yolunu bilmiyordum. Adanın, dolaşmış olduğum doğu kıyısını bir daha oralara gitmeyi göze alamayacak kadar iyi biliyordum; düşündükçe bile yüreğim daralıyor, kanım donuyordu. Adanın diğer yanına gelince, orada başıma neler gelebileceğini bilmiyordum; ama akıntı o yanda da doğudaki gibi güçlü akıyorsa, aynı şekilde akıntıya kapılıp daha önce olduğu gibi adadan uzaklara sürüklenebilirdim. Bu düşüncelerle, aylarca verdiğim emeğin bir ürünü olmasına, denize indirmek için ise daha bile fazla uğraşmış olmama rağmen kayıksız yaşamaya boyun eğdim. Bu kararın etkisiyle, bir yıla yakın bir süre, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi çok sa- kin, huzurlu bir hayat sürdüm. Đçinde bulunduğum duruma çok uygun düşen bu düşünceler ve kendimi tamamıyla Tann'nın iradesine bırakmış olmam dolayısıyla, toplumdan uzak olmak dışında elimdeki bütün imkânlarla gerçekten çok mutlu bir hayat yaşadığımı düşünüyordum. Bu süre içinde ihtiyaçlarımın beni yönelttiği bütün el sanatlarında kendimi geliştirdim ve bu vesileyle çok iyi bir marangoz oldum; hele bir de elimde ne kadar az alet olduğu göz önüne alınırsa. Bunun yanı sıra, çanak çömlek

Page 57: Robinson Crusoe

yapımında umulmadık bir ustalığa ulaştım ve bunları yapmak için bir çark geliştirdim. Bu işin çarkla çok daha kolay ve iyi yapıldığını gördüm; çünkü eskiden yaptıklarım yüzüne bakılmayacak derecede çirkin olurken şimdikiler yuvarlak ve biçimli oluyordu. Ama sanırım, bir şey yaptığımda ya da bulduğumda, hiçbir zaman, bir pipo yapmayı başardığım zamanki kadar mutlu olmamış ya da gurur duymamıştım. Ortaya oldukça çirkin, yamuk yumuk bir şey çıkmasına ve öbür toprak kaplar gibi sadece ateşte pişirilmesine rağmen sert ve dayanıklı olmuştu, dumanı da iyi çekiyordu ve çok hoşuma gitmişti; çünkü tütün içmeye alışıktım ve gemide de pipolar vardı. Ama adada tütün olduğunu bilmediğimden başta pipoları almayı unutmuş ve sonradan gemiyi aradığımda bir tane bile bulamamıştım. Hasır örme işinde de kendimi bir hayli geliştirdim ve yaratıcılığımı kullanarak çeşit çeşit, bir sürü sepet yaptım; çok güzel olmadılar; ama içine bir şeyler koymaya ya da eve götüreceğim şeyleri taşımaya elverişliydiler. Örneğin kırda bir keçi vurursam bunu bir ağaca asıyor, derisini yüzüyor, içini temizliyor ve kesip bir sepetin içinde eve getiriyor-dum. Aynı şeyi kaplumbağalar için de yapıyordum; içini açıp yumurtalarını ve kendime yetecek bir iki parçasını alarak bir sepet içinde eve getiriyor; geri kalanını da orada bırakıyordum. Kurur kurumaz dövüp tanelerini ayırdığım, büyük sepetler içinde sakladığım ekinlerimi de yine büyük ve derin sepetlerle eve götürüyordum. Artık barutumun kayda değer ölçüde azaldığını görüyordum ve bu benim için yeri doldurulması imkânsız bir yoksunluktu. Hiç barutum kalmadığında ne yapmam gerektiğini; yani nasıl edip de keçi vurabileceğimi ciddi ciddi düşünmeye başladım. Gerçi, önceden de söylendiği gibi, buradaki üçüncü yılımda yavru bir keçi tutup evcilleştirmiş, bir de erkek keçi bulmayı umut etmiştim. Ama hiçbir şekilde bunu gerçekleştiremedim ve yavru keçim de yaşlandı; onu kesmeye gönlüm asla elvermediğinden en sonunda iyice yaşlanıp kendiliğinden öldü. Artık buraya yerleşeli on bir yıl olmuştu; dediğim gibi cephanem de gittikçe azalmıştı; birkaçını canlı yakalayıp yakalayamayacağımı görmek için keçilere kapan ya da tuzak kurmanın yollarını aramaya başladım; özellikle de karnında yavrusu olan dişi bir keçi istiyordum. Böylece keçi yakalayabilmek için bir sürü kapan kurdum ve inanıyorum ki, birkaç keçi de bunlara yakalanmıştı. Ama elimde hiç tel olmadığı için tuzaklarım pek iyi olmamıştı; bu yüzden tuzakları hep kırılmış, içindeki yemleri de yenip bitirilmiş buluyordum. Sonunda, bir tuzak çukuru kazmaya karar verdim. Keçileri otlarken gördüğüm yerlere birkaç büyük çukur kazdım ve bunların üzerini yine kendi yaptığım çitlerle örttüm, üstlerine de büyük ağırlıklar koydum. Çitleri kurmadan önce oraya birkaç kez arpa başağıyla kuru pirinç koymuş ve ayak izlerinden keçilerin gelip yemi yediklerini kolayca anlamıştım. En sonunda, bir gece, üç tuzak kurdum ve ertesi sabah geldiğimde tuzaklar olduğu yerde dursa da yemlerin yenip bitirilmiş olduğunu gördüm; bu çok umut kinciydi. Bununla birlikte kapanlarımı değiştirdim; ayrmtılarla canınızı sıkmayayım, ama bir sabah gidip baktığımda tuzakların birinde kocaman, yaşlı bir teke, diğerinde de biri erkek, ikisi dişi üç yavru buldum. Yaşlı olanla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. O kadar azgındı ki, çukura inmeye, başka bir deyişle, çok istediğim halde onu canlı olarak dışarı çıkarmaya cesaret edemiyordum. Onu vurabilirdim, ama bunu yapmak istemiyordum, amacım da bu değildi zaten; bu yüzden onu salıverdim ve o da korkudan aklını yitirmiş gibi kaçıp gitti. Ama açlığın bir aslanı bile dize getirebileceğini henüz bilmiyordum. Onu orada üç dört gün aç susuz bırakıp sonra biraz suyla arpa götürsey-dim, tıpkı yavrular gibi evcilleşirdi; çünkü bunlar kendilerine iyi davranıldığında oldukça akıllı, uysal yaratıklar oluyorlardı. Ancak o zamanlar daha iyi bir yol bilmediğim için bu tekeyi salıvermiştim. Sonra yavruların yanına gittim, teker teker üçünü de aldım ve iplerle birbirlerine bağlayarak biraz güçlükle de olsa hepsini birden eve getirmeyi başardım. Uzun bir süre bir şey yemediler; ama önlerine tatlı arpalardan atınca bu yiyecek onları cezbetti ve evcilleşmeye başladılar. Barut ya da saçmam kalmadığında keçi etiyle karnımı doyurmam gerekiyorsa, artık tek çıkar yolumun bu keçileri evcilleştirip yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Belki o zaman evimin etrafında, koyun sürüsü gibi bir keçi sürüm bile olabilirdi. Ama sonra hemen aklıma, evcilleri ya-bankeçilerinden uzak tutmam gerektiği geldi; yoksa büyüdüklerinde kaçıp giderlerdi. Bunu yapmanın tek yolu içeridekilerin kaçamayacağı, dışandakilerin de içeri giremeyeceği sağlam bir çit ya da duvarla çevrili, kapalı bir yer yapmaktı. Bu yalnız bir çift el için çok büyük bir işti; ama bunu mutlaka yapmam gerektiği düşünülünce, ilk işim yiyecekleri otu, içecekleri suyu, bir de keçileri güneşten koruyacak gölgeliği sağlayabilecek, uygun bir yer bulmaktı. Böyle çitlerden anlayanlar, bütün bu saydıklarıma çok uygun; yani geniş bir çayırlığı ya da savanası (bizim batı kolonilerinde çayırlara böyle derler) olan, içinden iki üç küçük derenin aktığı, bir yanı ağaçlık bir yer seçmekle hiç de akıllıca bir iş yapmadığımı düşüneceklerdir. Bu yerin etrafını çevirmek için en az üç kilometre uzunluğunda olması gereken bir çit ya da duvar yapmaya başladığımı söylediğimde ise bu tasarıma güleceklerdir. Bu işteki delilik, seçtiğim alanın büyüklüğünden kaynaklanmıyordu; çünkü on beş kilometrelik bir çit yapmam gerekse bile, bunu yapmaya yetecek zamanım vardı. Ama keçilerimin bu kadar

Page 58: Robinson Crusoe

büyük bir alanda, sanki bütün ada ellerine kalmış gibi tekrar yabanileşeceklerini; ne kadar kovalasam da onları asla yakalayamayacağımı hiç düşünmemiştim. Bu düşünce aklıma geldiğinde çitimi çevirmeye başlamış ve sanırım, aşağı yukarı yirmi beş metre de yapmıştım. Dolayısıyla bu işi hemen bıraktım ve başlangıç olarak yüz otuz metre boyunda, doksan metre eninde bir yer çevirmeye katar verdim; bu genişlikte bir yer de belli bir süre için yakalayabileceğim keçilerin hepsine yeterdi ve sürüm büyüdükçe yerimi genişletebilirdim. Bu mantıklı bir hareketti ve yine bütün gücümü toplayarak çalışmaya başladım. Đlk alanı çitle çevirmem yaklaşık üç ayımı aldı; bu işi bitirene kadar yavru keçileri çayırın en güzel yerine bağladım ve alıştırmak için mümkün olduğunca yakınımda besledim. Sık sık onlara arpa başaklan ya da bir avuç pirinç getirip elimle yediriyordum; böylece çitim bitince keçileri saldığımda bir aşağı bir yukarı peşimden gelmeye, bir avuç arpa için mele-yip durmaya başladılar. Bu çit işimi gördü. Bir buçuk yıl içinde yavrularla birlikte on iki keçilik bir sürüm oldu; iki yıl daha geçince de yemek için alıp kestiklerimin dışında kırk üç keçim oldu. Ondan sonra, keçileri beslemek için etrafı çitle çevrili beş yer daha hazırladım; bu alanların içlerine de keçileri yerleştirebileceğim, onları istediğim zaman almama yarayacak ağıllar, bir bölümden diğerine açılan kapılar yaptım. Ama bu kadarla da kalmıyordu, çünkü artık, canım istediğinde yiyebileceğim keçi etinin yanı sıra, sütüm de vardı; bu aslında başlangıçta hiç düşünmediğim bir şeydi; ama sonradan aklıma geldiğinde gerçekten çok hoş bir sürpriz olmuştu. Şimdi bir süthane yapmıştım ve bazen günde bir iki galon süt alıyordum; her yaratığa yiyeceğini veren Doğa o yiyecekten nasıl yararlanılacağını bile öğretiyordu doğal olarak. Böylece daha önce değil keçi, inek bile sağmamış, yağ ya da peynirin nasıl yapıldığını hiç görmemiş olan ben, bir sürü deneme ve başarısızlıktan sonra da olsa, en sonunda, yağ ve peynir yapmayı da başardım ve bir daha asla bunların yokluğunu çekmedim. Büyük Yaradanımız, mahvolup gideceklerini sandıklan bir anda bile, kendi yarattığı kullarına karşı, ne kadar merhametli davranıyor! En acı durumlara bile nasıl tatlı bir avuntu veriyor ve zindanları, hapishaneleri için bile O'na şükran duymamızı sağlıyor! Đlk başta açlıktan ölmekten başka bir çaremin olmadığını düşündüğüm bu ıssız yerde, benim için ne kadar da güzel bir sofra kurmuştu! Küçük ailemle birlikte sofraya oturuşumuzu bir gören olsa, herhalde acı acı gülümserdi. Majesteleri, prens ve bütün adanın yüce efendisi olan bana... bütün kullarımın ha- yatı, kayıtsız şartsız benim buyruklarıma bağlıydı. Astığım astık, kestiğim kestikti. Đstediğime özgürlük verir, istediğim zaman geri alırdım ve tebaamın arasında hiç başkaldıran yoktu. Sonra tıpkı bir kral gibi, çevremde bir tek hizmetkârlarımla, tek başıma yemek yemem de görülecek şeydi. Gözdem olduğu için yalnız Poll'un benimle konuşmaya izni vardı. Artık çok yaşlanmış ve bunamış, üremek için kendine eş bulamayan köpeğim daima sağ tarafımda otururdu; biri masanın bir tarafında, diğeri öbür tarafında duran kedilerim de özel bir yakınlık göstergesi olarak ara sıra elimle verdiğim bir lokma yiyeceği beklerlerdi. Ama bunlar gemiden getirdiğim ilk iki kedi değildi; onların ikisi de ölmüş ve kendi ellerimle evimin yakınlarına defnedilmişlerdi. Ama gemiden getirdiğim bu kedilerden biri, hangi tür olduğunu bilmediğim bir hayvanla çiftleşerek üremişti; bu şimdiki iki kedim, o yavruların arasından evcilleştirmek için ayır-dıklanmdı; geri kalanlar ise korulukta yaba-nileşmiş ve sonunda da gerçekten başıma bela olmuşlardı. Sık sık evime girip yiyeceklerimi çaldıklarından en sonunda büyük bir kısmını vurup öldürmek zorunda kalmış, geri kalanların da evimi tamamen terk etmelerini sağlamıştım. Đşte bu refakatçilerimle birlikte ve böyle bolluk içinde yaşayıp gidiyordum; in-sansızlıktan başka hiçbir eksiğimin de olmadığını söyleyebilirim, ama bundan bir süre sonra istemediğim kadar insan olacaktı çevremde. Daha önce de belirttiğim gibi, kayığımı kullanmak için bir bakıma sabırsızlanıyordum, ama yeni tehlikelere atılmaya da gönülsüzdüm; bu yüzden bazen oturup adanın çevresinden dolaştırarak kayığımı getirmenin yollarını düşünüyor, bazen de onsuz yaşama fikrini benimsiyordum. Ama dediğim gibi, son yolculuğumda kıyının nasıl uzandığını, akıntının durumunu görmek ve ne yapacağıma karar vermek için tırmandığım tepenin bulunduğu yere tekrar gitmek gibi garip, huzursuz edici bir düşünce vardı aklımda. Đçimdeki bu istek gün geçtikçe artıyordu. En sonunda deniz kıyısını takip ederek oraya karadan gitmeye karar verdim. Böyle de yaptım; ama Đngiltere'de benim gibi bir adamla karşılaşan biri ya korkar, ya da kahkahayı patlatırdı; ben bile ikide bir durup kendime bakıyor, böyle bir kılıkta ve elimdeki bu malzemelerle Yorkshire'da dolaştığımı düşündükçe gülmekten kendimi alamıyordum. Aşağıda kendimi nasıl tasvir ettiğime bakabilirsiniz. Başımda keçi derisinden yapılma kocaman, oldukça yüksek, şekilsiz bir şapka vardı ve arkasından da, hem beni güneşten korumak, hem de yağmur sularının enseme girmesini engellemek için yaptığım kuyruk gibi bir parça sarkıyordu; bu iklimlerde, yağmurun elbiselerin içine sızıp teninize değmesinden daha zararlı bir şey yoktu. Etekleri aşağı yukarı kalçalarımın yarısına kadar gelen keçi derisinden yapılma kısa bir ceketim ve yine aynı deriden diz boyu bir

Page 59: Robinson Crusoe

pantolonum vardı. Yaşlı bir tekenin derisinden yapılan bu pantolonun tüyleri iki taraftan aşağı o kadar çok sarkıyordu ki, palyaçoların pantolonları gibi bacaklarımın yansına kadar iniyordu. Çorabımla ayakkabım yoktu; kendime, ne ad vereceğimi bilmediğim, potin gibi bacaklarımı saran, tozluk gibi yanlardan bağlanan bir şey yapmıştım; ama bunlar gördüğüm en kaba saba şeylerdi, aslında bütün giyeceklerim öyleydi ya! Belimde; kurutulmuş keçi derisinden, toka yerine iki parça sırımla tutturduğum geniş bir kemer vardı. Kemerin iki yanına da kılıçla hançer yerine, küçük bir testereyle küçük bir balta takmıştım. Bunun kadar geniş olmayan ama yine aynı şekilde tutturulan başka bir kemeri de omzumdan geçirmiştim; sol kolumun altında kalan ucuna da yine ikisi de keçi derisinden yapılma iki kese asmıştım; bunların birinde barutum, diğerinde saçmam vardı. Sırtımda sepetimi, omzumda tüfeğimi, başımın üstünde de çarpık çurpuk, çirkin, keçi derisi şemsiyemi taşıyordum; ama bu şemsiye tüfeğimden sonra eşyalarımın içindeki en gerekli şeydi. Yüzüme gelince; rengi, ekvatorun on dokuz derece yakınında yaşayan ve kendine pek bakmayan bir adamdan beklenebileceği kadar da zenci melezine ben-zemişti. Bir keresinde sakalımı neredeyse bir karış uzatmıştım, ama makasım ve usturam olduğu için sonradan oldukça kısaltmış, yalnız üst dudağımın üzerindeki kıllara dokunmamış, Sale'de gördüğüm bazı Türklerin bıraktığı Müslüman bıyığı şekline sokmuştum; I Mağripliler Türkler gibi bıyık bırakmıyordu. Bu bıyıkların, uçlarını şapkama asabileceğim kadar uzun olduğunu söyleyemeyeceğim; ama Đngiltere'de korkunç sayılacak uzunlukta ve biçimdeydiler. Bütün bunları aklıma gelmişken anlatıver-dim; çünkü zaten etrafımda kılığıma dikkat edecek kimse olmadığı için bunların hiç önemi yoktu; dolayısıyla bu konuyu burada kesiyorum. Đşte böyle bir kılıkla yeni yolculuğuma çıktım ve beş altı gün dışarıda kaldım. Đlkin deniz kıyısından, doğruca, önceki gezimde kayalıklara tırmanmak için kayığımı demirlediğim yere gittim. Şimdi göz kulak olacağım bir kayık olmadığından, kestirme yoldan, daha önce çıktığım tepeye çıktım; kayığımla çevresini dolaşmak zorunda kaldığımı söylediğim, kıyı boyunca bir burun gibi uzanan kayalıklara bakıp da denizi o kadar durgun görünce şaşırdım; diğer yerlerdekinden farksızdı; ne bir dalga, ne bir kıpırtı, ne de akıntı vardı. Bu duruma bir türlü aklım eriniyordu; gelgitin bir sonucu olup olmadığını anlamak için bir süre orada kalıp denizi incelemeye karar verdim. Kısa bir süre sonra da bunun nasıl olduğunu anladım; o zamanki akıntı, deniz batıdan alçalırken kıyıdaki büyük bir nehrin sularıyla karışınca meydana geliyor olmalıydı; rüzgârın batıdan ya da kuzeyden esişine göre de bu akıntı ya kıyıya yaklaşıyor ya da uzaklaşıyordu. Akşama kadar o civarlarda oyalandım ve akşam olunca yine tepeye çıktım; sonra denizin çekilmesiyle aynı akıntının tekrar oluştuğunu açıkça gördüm. Ama bu sefer, daha uzaktan, kıyının yaklaşık yarım fersah ötesinden geçiyordu; oysa ben kayığımla denizdeyken, karanın yakınında olduğu için beni de, kanomu da kıyı boyunca sürüklemişti, ama başka bir zaman böyle bir şey olmayabilirdi. Bunu görünce denizin yükselme ve alçalma zamanlarına dikkat ederek kayığımı adanın çevresinden kolayca geri getirebileceğime ikna oldum. Ama bunu uygulama fikrini düşündükçe geçirdiğim tehlikeleri hatırlayarak öyle bir korkuya kapılıyordum ki, bir daha böyle bir şeye cesaret edebileceğimi sanmıyordum. Daha yorucu olmakla birlikte, daha güvenli başka bir çözüm buldum: Kendime başka bir periegua ya da kano yapacaktım; böylece adanın iki yanında da birer sandalım olacaktı. Şimdi adada iki çiftliğim -herhalde çiftlik diyebilirdim- olduğunu siz de biliyorsunuz. Birincisi, kayanın dibindeki, etrafına bir duvar ördüğüm, arkasında bir mağara bulunan küçük korunağım ya da çadınmdı; bu zamana kadar mağaramı genişleterek iç içe birkaç bölme yapmıştım. Bunlardan en kuru ve en büyük olanını -duvarımın dışına açılan, yani duvarımın kayayla birleştiği yerin ilerisinde bir kapısı olan- daha önce sözünü ettiğim büyük toprak kaplar ve her biri beş altı kile alan on dört on beş büyük sepetle doldurmuştum. Bu kaplara ve sepetlere erzağımı, özellikle de sapı koparılmış başaklarla birlikte elimle ovalayıp ayıkladığım tahıllarımı koyuyordum. Duvarıma gelince, önceden de söylediğim gibi uzun kazıklardan yapılmıştı ve sürgün verip ağaç olan bütün bu kazıklar şimdi öyle büyümüşler, etrafı öyle bir sarmışlardı ki, arkalarında bir barınak olduğunu kimse anlayamazdı. Bu evimin yakınlarında, ama adanın biraz daha içlerinde yer alan bir düzlük üzerinde, zamanı gelince sürüp ektiğim, mevsimi gelince de düzenli olarak ürün veren iki parça tarlam vardı ve daha fazla ürüne ihtiyaç duyduğum zaman bu tarlalara eklemeye elverişli bir toprak parçası daha bulunuyordu. Bunun yanı sıra, bir de kır evim vardı ve orada da orta halli bir çiftliğim olmuştu artık. Önceleri çardak adını verdiğim ve düzenli olarak onardığım küçük yerim vardı; onarmak derken şunu demek istiyorum; çardağımın çevresindeki çiti her zaman aynı yükseklikte tutuyor, merdiveni hep içeride bırakıyordum. Đlk başta, sadece birer kazık olan, ama sonradan büyüyüp kuvvetlenen ağaçlarımı, sık ve yabanıl bir şekilde büyüyüp daha hoş bir gölgelik oluştursunlar diye her zaman buduyor-dum; tam istediğim gibi oluyorlardı. Bu çitin ortasında da her zaman çadırım duruyordu; direkler üzerine gerilmiş bir yelken parçası olan çadırım hiçbir zaman tamir ya da yenilenme gerektirmiyordu; bunun altına, vurduğum hayvanların derilerinden ve başka yumuşak şeylerden

Page 60: Robinson Crusoe

yaptığım bir döşek sermiş, üzerine bizim gemicilerin yatak takımlarından aldığım battaniyelerden birini yaymış, kendi üstümü örtmek için de kocaman bir palto bırakmıştım. Ne zaman büyük kona- ğımdan ayrılmaya fırsatım olsa işte buraya, kır evime geliyordum. Bunun bitişiğinde keçilerimin çiftliği vardı. Bu yerin çevresini çitle çevirmek için akla hayale sığmaz emekler vermiştim; ama yine de keçiler kaçabilir diye huzursuz olduğumdan yeniden sonsuz çabayla, çitin dışına da küçük kazıklar çakıp iyice kapatana kadar çalışmayı bırakmamıştım. Bu kazıklar birbirine o kadar yakındı ki, yaptığım şey, bir çitten çok, tahta perde gibi bir şey olmuştu, aralarında bir el geçecek kadar bile yer yoktu. Bu kazıklar, ertesi yağmur mevsiminde yeşe-rince bir duvar gibi sağlam, aslında duvardan bile sağlam bir çit çıktı ortaya. Bütün bunlar boş boş oturmadığımı, rahat yaşamamı sağlayacak her şeyi hayata geçirmek için hiçbir şeyden kaçınmadığımı doğrulayacaktır; çünkü evcil bir sürünün, isterse kırk yıl olsun, burada yaşadığım sürece bana taze et, süt, yağ ve peynir kaynağı olacağını düşünüyordum. Bunları elimin altında bulundurmanın tek yolu çitimi, keçileri bir arada tutabileceğim derecede sağlamlaştırmaktan geçiyordu. Bu yöntem gerçekten de işe yaradı, öyle ki, küçük kazıklarım yeşermeye başladığında çok sık dikmiş olduğum için içlerinden bazılarını söküp atmak zorunda bile kaldım. Bütün yiyeceklerim arasında en iyi, en lezzetli şey olduğu için özenle saklamayı asla ihmal etmediğim kışlık kuru üzümlerin başlıca kaynağı da burasıydı. Aslında kuru üzüm sadece güzel değil, aynı zamanda son derece yararlı, sağlıklı, besleyici ve güç verici bir yemişti. Burası ayrıca diğer evimle, kayığımı bıraktığım yer arasındaki yolun ortasında kaldığı için oraya gideceğim zaman genellikle burada kalıyordum; çünkü sık sık kayığımı görmeye gidiyor ve hem kayığımın parçalarını hem de çevresindeki her şeyi çok düzenli tutuyordum. Zaman zaman eğlenmek için kayığımla gezmeye de çıkıyordum; ama akıntılar ve rüzgârla açığa sürüklenmekten o kadar gözüm korkmuştu ki, artık tehlikeli yolculuklara çıkmıyor, kıyıdan da ancak bir ya da iki taş atımı uzağa açılıyordum. Ama artık hayatımdaki yeni dönemi anlatacağım. Bir gün, öğle sularında sandalıma doğru giderken kumun üzerinde açık ve net bir şekilde görülen çıplak bir insan ayağının iziyle karşılaşınca büyük bir şaşkınlığa kapıldım. Yıldırım çarpmış ya da bir hayalet görmüş gibi, olduğum yerde donakaldım. Kulak kabartıp etrafı dinledim ve çevreme bakındım; ama ne bir şey görebildim, ne de duyabildim. Daha uzaklara bakabilmek için bir tümseğe çıktım. Kıyıyı boydan boya yürüdüm, ama başka hiçbir iz yoktu; o tek ayak izinden başka hiçbir şey göremedim. Başka var mı diye bakmak ve bir de hayal görüp görmediğimden emin olmak için o tek izin yanına döndüm; ama hayal olmasına imkân yoktu, bu tam bir ayak iziydi; parmaklan, topuğu, her şeyiyle bir insan ayağı. Oraya nasıl geldiğini ne biliyor, ne düşünebiliyordum. Kafası karmakarışık olmuş, kendini kaybetmiş bir adam gibi darmadağın düşüncelerle, deyim yerindeyse bastığım yeri bilmeden, büyük bir korkuyla her iki üç adımda bir dönüp arkama baka baka, her çalıyı, ağacı ve kütüğü bir insan sanarak eve geldim; yolda giderken korkudan, gördüğüm kaç nesneyi başka başka şeylere benzettiğimi, ne kadar çok çılgınca kuruntuya kapıldığımı ve aklıma ne acayip, olağandışı şeyler geldiğini anlatmam mümkün değil. Şatoma varınca -sanırım, bu adı evime o olaydan sonra vermiştim- arkamdan kovalı-yorlarmış gibi kendimi içeri attım. Önceden düşündüğüm gibi merdivenden mi, yoksa kapı adını verdiğim kayadaki delikten mi girdim, bir türlü hatırlayamıyordum; ertesi sabah da hatırlanamadım; çünkü hiçbir tavşan ya da tilki yeraltındaki kovuğuna kaçarken benim bu sığınağıma girerken kapıldığım kadar büyük bir korkuya kapılmamıştır. O gece hiç uyuyamadım. Korkuma yol açan olayın üstünden zaman geçtikçe endişelerim daha da artıyordu; oysa bu, böyle olayların doğasına, özellikle de korkuya kapılan yaratıkların alışılmış davranışlarına aykırı bir şeydi. Ama kendi kuruntularım yüzünden içim öyle bir kararmıştı ki, şimdi olayın üzerinden epeyce zaman geçmiş olsa bile kötü şeylerden başka bir şey düşünemiyordum. Ara sıra bunun şeytanın ayak izi olması gerektiğini kuruyordum, mantığım da bu düşüncemi destekliyordu; insan şeklinde başka herhangi bir varlık oraya nasıl gelebilirdi ki? Onlan adaya getiren gemi neredeydi? Öbür ayak izleri neredeydi? Bir insan nasıl olup da oraya gidebilirdi? Ama şeytanın ortada hiçbir sebep yokken sadece öyle bir yere ayak izini bırakmak için insan kılığına girdiğini düşünmek anlamsızdı, öyle olsa bile benim bu izi göreceğimden emin olamazdı; bu tam bir bilmeceydi. Şeytanın beni korkutmak için tek bir ayak izinden başka bir sürü yol bulabileceğini; adanın ta öbür ucunda yaşadığım için on binde bir olasılıkla görebileceğim bir yere, hem de kumun üstüne, bir dalga veya kuvvetli bir rüzgârla tamamen silinecek bir iz bırakacak kadar saf olmadığını düşündüm. Bütün bunlar hem olayın kendisine, hem de şeytanın kurnazlığıyla ilgili inanışlarımıza aykırı görünüyordu. Bunun gibi bir sürü düşünce, bunun şeytanın işi olduğuna dair kuruntuları kafamdan atmamı sağladı. Bunun ardından da hemen, o zaman o izin daha tehlikeli başka bir yaratığa, örneğin karşıda gördüğüm kara parçasından gelen bazı vahşilere ait olması gerektiği sonucuna vardım; kanolanyla denizde dolaşırken akıntıyla

Page 61: Robinson Crusoe

ya da ters esen bir rüzgârla sürüklenerek adaya çıkmış, ama nasıl ben onları görmek istemiyorsam, belki onlar da bu ıssız adada kalmayı istemeyip çekip gitmiş olmalıydılar. Bu düşünceler aklımda dolaşırken o sırada oralarda olmadığıma ya da sandalımı görmediklerine sevinerek şükrediyordum; sandalımı görselerdi, adada yaşayan birilerinin olduğunu anlar ve belki de adanın içlerine doğru girerek beni ararlardı. Sonra sandalımı bulup burada insanlar olduğunu anlamış olabilecekleri aklıma gelince korkudan kıvranmaya başladım; eğer öyleyse, mutlaka kalabalık bir grup halinde tekrar gelerek beni öldürüp yerlerdi; beni bulamasalar bile barınağımı bulur, bütün tahılımı ziyan edip keçilerimin hepsini alıp götürürler, ben de sonunda başka bir şeyden değil de açlıktan ölürdüm. Böylece, duyduğum korku bütün dini umutlarımı da alıp götürdü. Tann'ya duyduğum, O'nun iyiliği sayesinde edindiğim o olağanüstü tecrübelere dayanan güven; şimdiye kadar mucizelerle beni besleyen Tanrı, sanki kendi bağışladığı yiyeceği koruyamayacakmış gibi bir anda silinip gitti. Sanki ektiğim ürünü almamı engelleyecek bir kaza çıkmasına imkân yokmuş gibi ertesi mevsime yetecek kadar tohum ekmediğim için kendi kendime, tedbirsizliğime kızıyordum. Bundan ders alarak bir dahaki sefere iki üç yılın ürününü önceden hazırlamaya karar verdim; böylece ne olursa olsun, hiç olmazsa ekmeksizlikten ölmezdim. Đnsan hayatı kaderin ne garip bir cilvesi-dir! Şartlar değişince insanın içinden ne de gizli, değişik değişik duygular çıkıyor! Bugün sevdiğimizden ertesi gün nefret ediyor, bugün aradığımızdan ertesi gün kaçıyor, bugün arzuladığımızdan ertesi gün korkuyoruz; korkmak ne kelime, düşüncesi bile bizi titretiyor. Đşte ben şimdi, bunun akla gelebilecek en canlı örneği olmuştum; çünkü tek üzüntüm toplumdan uzak, yapayalnız, uçsuz bucaksız bir okyanusla çevrili, insanlıktan koparılmış, sessiz bir hayata mahkûm edilmiş olmak; Tann'nın, yarattığı canlı cansız tüm diğer varlıkların arasına sokmaya layık bulmadığı biri olmaktı. Kendi türümden birini görmenin, ölümden uyanıp tekrar hayata başlamak gibi bir şey, Tann'nın, yüce kurtuluştan sonra bağışlayabileceği en büyük kutsama olacağını sanıyordum. Ama şimdi bir insan göreceğim korkusuyla tir tir titriyordum ve adaya ayak basacak bir insanın sessiz gölgesini ya da kendisini göreceğime yerin dibine gizlenmeye hazırdım! Đşte insan hayatı böyle değişkendir; ilk şaşkınlığımı biraz atlattıktan sonra bu durum beni birçok ilginç düşünceye yöneltti. Tann'nın sonsuz bilgeliği ve iradesinin bana uygun gördüğü hayatın bu olduğunu; tanrısal aklın bütün bunlarla neyi amaçladığını anlayamayacağımı; dolayısıyla O'nun egemenliğini sorgulamaya hakkım olmadığını; O'nun yarattıklarından olduğum için beni uygun gördüğü biçimde yaşatma hakkına sahip olduğunun şüphe götürmediğini; O'nu gücendiren bir kulu olduğum için de aynı şekilde bana uygun gördüğü cezayı verme hakkının bulunduğunu; O'na karşı günah işlediğim için bana düşenin, öfkesine boyun eğmek olduğunu düşündüm. Sonra Tann'nın yalnız haklı olmakla kalmadığını, her şeyi yapmaya gücünün yeteceğini, bana ceza verip acı çekmemi uygun gördüğü gibi kurtulmamı da sağlayabileceğini; beni kurtarmayı uygun görmüyorsa, o zaman bana düşenin, kendimi sorgusuz sualsiz, bü- t tünüyle ve mutlaka O'nun iradesine teslim etmek olduğunu; diğer taraftan da Tann'dan umudumu kesmemem gerektiğini, benim görevimin O'na dua etmek, her gün O'ndan gelebilecek her şeye, bütün buyruklarına boyun eğmek olduğunu düşündüm. Bu düşünceler beni saatlerce, günlerce, hatta diyebilirim ki, haftalar ve aylarca meşgul etti. Bu düşüncelerin garip bir sonucunu anlatmadan geçemeyeceğim. Bir sabah erken saatlerde, yatağımda yatmış, vahşilerin ortaya çıkmasıyla karşılaşacağım tehlikeleri düşünüp dururken bu olayın beni çok sarstığını fark ettim; o sırada Kutsal Kitap'taki şu sözler geldi aklıma: "Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtannm, sen de Bana şükredersin."* Bunun üzerine sevinçle yataktan çıktım. Yalnız yüreğim rahatlamamış, kurtuluşum için Tann'ya içtenlikle dua etme cesaretini de bulmuştum. Duamı bitirdikten sonra Đncil'i aldım ve okumak üzere açtığımda karşıma çıkan ilk sözler şunlardı: 'Tann'ya kulluk et ve sevincini kaybetme, Tann senin yüreğini güçlendirecektir; derim ki, Tann'ya kulluk et."** Bu sözlerin bana verdiği huzuru ifade etmek olanaksız. Ben de buna karşılık olarak, minnettar bir şekilde kitabı bıraktım ve bir daha hiç üzülmedim, hiç olmazsa bu konuda. Bu düşüncelerin, kuruntulann, endişelerin arasında bir gün, bütün bunlann kendi uydurduğum bir hayal olabileceğini düşün- * Zebur, 50:15'ten alıntı. *• Zebur, 27:14'ten alıntı. düm; o ayak izi, sandaldan karaya çıkarken bıraktığım kendi ayak izim bile olabilirdi. Bu düşünce keyfimi biraz daha yerine getirdi ve kendi kendime bütün bunların bir kuruntu olduğunu, o izin kendi ayak izimden başka bir şey olamayacağını söylemeye başladım. Sandala o yoldan gidiyordum, yine o yoldan dönmüş olamaz mıydım? Sonra, sandaldan gelirken nereye basıp nereye basmadığımı kesin olarak hiçbir şekilde bilemezdim; bu iz en

Page 62: Robinson Crusoe

sonunda kendi ayak izim çıkarsa, insanları korkutmak için türlü hortlak, hayalet hikâyeleri uydurup da sonra kendileri herkesten daha çok korkan budalalar gibi davranmış olacaktım. Şimdi cesaretlenmeye, tekrar dışarısını gözetlemeye başlamıştım. Üç gün üç gecedir şatomdan dışarı adım atmadığım için yiyeceğim iyice azalmıştı; evde biraz arpa ekmeğiyle sudan başka bir şey ya var ya yoktu. Sonra keçilerimi sağmam gerektiğini biliyordum; bu benim akşam isimdi. Zavallı hayvanlar sa-ğılmadıklan için çok acı çekmiş, rahatsız olmuş olmalıydılar. Gerçekten de kimisi hastalanmış, kimisinin de sütü çekilmişti. Böylece, gördüğüm izin kendi ayak izimden başka bir şey olamayacağı inancıyla kendimi yüreklendirerek, artık neredeyse kendi gölgemden korkacağımı düşünerek tekrar dışarı çıktım ve sürümü sağmak için kır evime gittim. Ama ne biçim bir korku içinde ilerlediğimi, sık sık dönüp arkama baktığımı, her an sepetimi bırakıp canımı kurtarmak için kaçmaya hazır olduğumu gören biri, ya kötü bir I suç işlediğimi, ya da az önce beni çok korkutacak bir olay yaşadığımı sanırdı; gerçekten de öyleydi ya. Bununla birlikte, iki üç gün böyle gidip geldikten sonra hiçbir şey göremeyince, biraz daha cesaretlenmeye ve bütün her şeyin benim kendi kuruntumdan başka bir şey olmadığını düşünmeye başladım. Ama tekrar kıyıya gidip o izi görmeden, kendi ayağımla ölçüp uyup uymadığına bakmadan, ayak izinin bana ait olduğundan tam olarak emin olamıyor-dum. Đzin bulunduğu yere vardığımda birincisi, sandalı bıraktığımda kıyının o civarına adımımı bile atmış olamayacağımı açıkça gördüm; ikincisi, ayağımla izi ölçtüğümde iz ayağımdan epey büyük çıktı. Bu ikisi kafamı yine endişelerle doldurdu ve son derece canımı sıktı; öyle ki, sıtmaya yakalanmışım gibi titremeye başladım. Kıyıya bir ya da daha çok insanın geldiğine iyice inanarak eve döndüm. Kısacası, adaya insanlar gelmişti ve ben daha ne olduğunu anlamadan karşıma çıkabilirlerdi; ben ise güvenliğimi sağlamak için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Đnsan korkuya kapıldığında ne gülünç kararlar veriyor! Korku, insanı kurtuluş için aklın gösterdiği yollardan yararlanmaktan alıkoyuyor. Kendi kendime önerdiğim ilk çözüm; düşman onları bulup da yağmalamak umuduyla sık sık adaya gelmesin diye ağıllarımı yıkıp evcil keçilerimi ormana salmaktı; sonra aklıma gelen bir başka aptalca şey de ekinimi bulup yine adaya dadanmasınlar diye iki tarlamı da bozmaktı; sonra da adada birilerinin yaşadığını gösterecek herhangi bir şey bulup da yaşayanları aramaya kalkmasınlar diye çardağımı ve çadırımı da yıkmayı düşündüm. Bunlar eve döndüğüm ilk geceki düşüncelerimin ürünüydü; o sıra kapıldığım korku daha yeniydi ve kafam da, dediğim gibi türlü türlü kuruntularla doluydu. Tehlikeyle karşılaşma düşüncesi, tehlikenin kendisi gözümüzün önündeyken duyduğumuzdan bin kat daha korkutucudur. Bir kötülükten duyduğumuz endişe, o kötülüğün kendisinden çok daha ağır bir yüktür. Bütün bunların en kötüsü, bu sıkıntılar içinde beni rahatlatacağını umduğum, önceden Tann'ya duyduğum güvenden şimdi yoksun olmamdı. Yalnız Filistinlilerin kendisine karşı gelmesinden değil, Tann'nın da ondan yüz çevirmesinden yakman Saul gibi* hissediyordum kendimi; çünkü bu sefer, önceden yaptığım gibi beni koruması ve kurtarması için acılar içinde Tann'ya yakarmak, O'nun iradesine sığınmak gibi beni rahatlatacak yollara başvurmamıştım; oysa bunu yapmış olsaydım, bu yeni olay karşısında hiç olmazsa daha yürekli olur, belki de daha büyük bir kararlılıkla bunu atlatabilirdim. Bu karmakarışık düşünceler yüzünden bütün gece gözüme uyku girmedi; ama sabahleyin uyuyakalmışım. Zihnim bir hayli yorgun, ruhum da bitkin olduğundan deliksiz uyumuşum; uyandığımda bir gece öncesinden çok daha iyi hissettim kendimi. Sakin Samuel 28:15. sakin düşünmeye başladım ve uzun uzadıya kendi kendimi sorguladıktan sonra, karşıda gördüğüm anakaradan pek de uzak olmayan bu son derece güzel, verimli adanın sandığım kadar ıssız olmadığı; adaya yerleşmiş insanlar olmasa bile ara sıra isteyerek ya da istemeyerek, ters rüzgârlara kapılan sandalların bu kıyılara gelebileceği; on beş yıldır burada yaşadığım halde henüz bir insanın ne kendisine, ne de gölgesine rastlamadığım; bir şekilde buraya sürüklenmişlerse bile, yerleşmeye hiç de elverişli görmeyerek gelir gelmez dönmüş olabilecekleri; düşünebileceğim en büyük tehlikenin, karşıda gördüğüm kara parçasında yaşayan bazı insanların, kendi iradeleri dışında, bir tesadüf eseri buraya sürüklenmiş olabilecekleri; burada hiç kalmadıkları ya da akıntının dönmesini ve havanın aydınlanmasını beklemek için kıyıda en fazla bir gece geçirdikleri, ertesi gün de ellerinden geldiğince çabuk adayı terk ettikleri; dolayısıyla vahşilerin adaya çıkması ihtimaline karşı elimden gelecek tek şeyin kendime güvenli bir gizlenme yeri yapmak olduğu sonucuna vardım. Şimdi mağaramı o kadar büyüttüğüm, duvarımla kayanın birleştiği yerin dışına açıldığını söylediğim bir kapı yaptığım için büyük bir pişmanlık duyuyordum. Bunu uzun uzadıya düşündükten sonra duvarımın dışına, bundan aşağı yukan on iki yıl önce iki sıra ağaç diktiğimi söylediğim yere, yine yanm daire şeklinde, ikinci bir korunak daha yapmaya karar verdim. Bu ağaçlar önceden çok sık dikilmiş olduklarından, daha sık ve sağlam olmaları için, yalnız aralarına birkaç kazık çakmak ikinci duvarımın da çabucak bitmesi için yeterli olacaktı.

Page 63: Robinson Crusoe

Böylece, artık iki duvarım oldu. Dış duvarımı kereste parçalan, eski halatlar ve duvarı sağlamlaştıracağını düşündüğüm her türlü şeyle iyice kalınlaştırdım ve kolumun geçebileceği kadar yedi küçük delik bıraktım. Mağaramdan çıkardığım topraklan getirip iç taraftan duvann dibine yığdım, üzerlerini de ayağımla ezerek duvarımı on ayaktan daha fazla kalınlaştırdım; duvardaki deliklere de gemiden çıkarmış olduğumu söylediğim yedi adet piyade tüfeğini yerleştirdim. Bunlan top kundağına benzer ayaklıklar üzerine koyarak top gibi dizdim; böylece iki dakika içinde yedisini birden ateşleyebilecektim. Bu duvan bitirmek için aylarca emek verdim ama tamamıyla bitene kadar yine de hiçbir zaman kendimi güvende hissedemedim. Bu iş tamamlandıktan sonra, duvarımın dışında kalan geniş bir alana, her yönden, çok çabuk büyümekle birlikte, dayanıklı olduğunu bildiğim kazıklardan ya da daha doğrusu sepetçi söğüdüne benzer ağaçlardan diktim, her tarafı bunlarla doldurdum; öyle ki, bunlardan yirmi bin tane bile dikebilirdim. Düşmanlar dış duvanma yaklaşmaya kalkarsa, fidanlann arasında gizlenemesin-ler, onlan rahatlıkla görebileyim diye de duvarımla bu fidanlar arasında oldukça geniş bir açıklık bıraktım. Böylece, iki yıl içinde evimin önünde sık bir fidanlığım; beş altı yıl içinde gerçekten de aşılması çok zor, kocaman, sık bir koruluğum olmuştu; artık her kim olursa olsun, hiçbir insan, bu ağaçlığın arkasında bir şeyler olduğunu, hele bir ev bulunduğunu asla anlayamazdı. Ağaçlann arasında bir geçit bırakmadığım için girip çıkarken iki merdiven kullanıyor, birinci merdivenle kayanın alçak tarafına tırmanıp içeri giriyor, sonra öbür merdiveni de oraya yerleştiriyordum. Böylece iki merdiven de kaldınldığında hiçbir insan kendine zarar vermeden benim yanıma inemez, inse bile hâlâ ikinci duvanmın dışında kalmış olurdu. Böylece kendimi korumak için bir insanın alabileceği her türlü tedbiri almıştım ve sonunda görüleceğf gibi bu tedbirler hiç de boşu boşuna alınmamıştı; yine de o zamanlar korktuğum bu bir tek şeyden başka şeyler de olabileceğini hiç düşünememiştim. Bu işler yapılırken diğer işlerime pek de ilgisiz kalmış sayılmam; çünkü küçük keçi sürüm için çok endişeleniyordum. Şimdi sadece barut ve saçma harcamadan her durumda beslenmemi sağlayacak, kendime yetecek büyüklüğe ulaşmış hazır bir kaynak olmakla kalmıyor, yabankeçilerinin arkasından koşmanın yorgunluğundan da kurtanyordu beni ve bunlan kaybedip yenilerini yetiştirmek zorunda kalma fikrinden hiç hoşlanmıyordum. Bu amaçla uzun uzadıya düşündükten sonra, keçilerimi korumak için ancak iki yol bulabildim: Birincisi, yerin altına mağara kazmaya elverişli başka bir yer bulmak ve ke- çileri her gece oraya götürmekti; diğeri ise birbirinden uzak iki üç küçük toprak parçasını çitle çevirmek ve elimden geldiğince gizlediğim bu yerlerin her birinde, beş altı yavru keçi tutmaktı. Böylece büyük sürünün başına bir felaket gelecek olursa, diğerleri sayesinde çok uğraşmadan ve vakit kaybetmeden yeni bir sürü yetiştirebilirdim. Bir hayli zaman ve emek gerektirmekle birlikte, en mantıklı çözümün bu ikincisi olduğunu düşündüm. Bir süre adanın en gizli yerlerini aramakla uğraştım ve tam da gönlüme göre, gözden ırak bir yer buldum. Bir keresinde, adanın doğu tarafından dönmeye uğraşırken kaybolduğumu söylediğim, derin ve sık ağaçlık alanın ortasında, sulak bir yerdi. Burada üç dönüme yakın, etrafı neredeyse doğal bir çitle çevrilmiş gibi ağaçlarla kuşatılmış, açık bir alan buldum; en azından daha önceki yerlerde çit yaparken uğraştığım kadar emek istemiyordu. Hemen bu yer üzerinde çalışmaya başladım ve bir ay geçmeden bütün çevresini çitle öyle bir kapadım ki, artık ilk başta olduğu kadar vahşi olmayan sürüm bunun içinde bir hayli güvende olacaktı. Böylece, daha fazla gecikmeden, on dişi yavruyla iki erkek yavruyu buraya getirdim. Keçileri yerleştirdikten sonra, diğeri gibi sağlam olana kadar bu çit üzerinde de çalıştım. Bununla birlikte, bu sağlamlaştırma işini daha çok boş zamanlarımda yaptığım için bir hayli uzun sürdü. Bütün bu çabalarım, gördüğüm tek bir ayak izinin uyandırdığı korkular yüzündendi; çünkü henüz adaya yaklaşan tek bir insan bile görmemiştim. Şimdi, iki yıldır içimde bu tedirginlikle yaşıyordum ve bu tedirginlik, sürekli korkunun pençesinde yaşamanın ne demek olduğunu bilenlerin çok iyi anlayabileceği gibi, eskiye oranla, hayatı bana zehir ediyordu. Şunu da üzülerek belirtmem gerekiyor ki, zihnimdeki bu huzursuzluğun dini düşüncelerim üzerinde de çok büyük bir etkisi olmuştu; çünkü vahşilerin ya da yamyamların eline düşmek korkusu ruhumda öyle bir baskı yaratıyordu ki, Yaradanıma karşı kulluk edecek kuvveti kendimde çok az bulabiliyordum, en azından eskiden alışkanlık haline getirdiğim gönül rahatlığı ve ruh bütünlüğüyle kulluk edemiyordum. Tann'ya daha çok, tehlikeyle kuşatılmış ve geceleyin öldürülüp sabaha sağ çıkamamak korkusuyla, acılar içinde ve kafam karmakarışık dua ediyordum. Tecrübelerime dayanarak şuna şahitlik ederim ki, dehşet ve tedirginlik değil de huzur, şükran, sevgi ve bağlılık dolu bir ruh, Tann'ya dua etmek için çok daha uygundur; bir insanın yaklaşan tehlike karşısında gönül rahatlığıyla Tann'ya dua etmesi hasta yatağında tövbe etmesinden daha kolay değildir. Çünkü hastalığın vücudu etkilemesi gibi bu huzursuzluk da ruhu etkiliyor ve iç huzursuzluğu da kesinlikle vücudun çektiği acılar kadar

Page 64: Robinson Crusoe

büyük bir engel; hatta Tann'ya dua etmek vücutla değil de ruhla ilgili bir eylem olduğu için bunlardan daha büyük bir engel bile olabilir. Ama öykümüze devam edelim. Hayvanlarımın bir kısmını bu şekilde güven altına aldıktan sonra, böyle gözden ırak bir yer daha bulmak için bütün adayı dolaştım. Batıya doğru, adanın daha önce hiç bulunmadığım yerlerine giderken denize baktığımda denizin üzerinde, çok uzaklarda bir sandal gördüğümü sandım. Gemiden kurtardığım denizci sandıklarının içinde bir iki dürbün bulmuştum, ama o an için yanımda değillerdi; bu nesne de o kadar uzaktaydı ki, gözlerim yorulana kadar uzun süre bakmış olmama rağmen hiçbir şeye benzetemedim. Bir sandal olup olmadığını bilmiyorum; ama tepeden indikçe artık bu şeyi göremez oldum ve daha fazla ilgilenmedim; yalnız bundan sonra cebime bir dürbün koymadan dışarı çıkmamaya karar verdim. Tepeden inip de adanın daha önce hiç gelmediğim bir ucuna varır varmaz, adada bir ayak izi görmenin sandığımın aksine hiç de garip* bir şey olmadığını anladım. Tam tersine, adanın vahşilerin hiç uğramadığı bir tarafına düşmüş olmam Tanrı'nın bir takdiriydi. Bu yana düşmüş olsaydım, biraz ilerideki anakaradan gelip adanın bu kıyılarına sığınan kanolardan daha sık görülen bir şey olmadığını; aynı şekilde farklı grupların sık sık karşılaşıp savaştığını, galip gelenlerin esirlerini bu kıyıya getirdiğini ve hepsi de yamyam oldukları için, korkunç gelenekleri uyarınca esirleri öldürüp yediklerini kolayca anlayacaktım; işte artık bunları anlatacağım. Yukarıda söylediğim gibi, tepeden kıyıya ORHAN K . AN KEM^bL ĐL HALK KÜTÜPHANESĐ inip de adanın güneybatısına vardığımda şaşkınlıktan donakaldım; kumsala saçılmış ka-fataslannı, elleri ayakları ve insan vücudundaki diğer kemikleri gördüğümde düştüğüm dehşeti ifade etmem mümkün değil. Ayrıca, ateş yakılan bir yer ve horoz dövüşlerinin yapıldığı yerlerdeki gibi daire şeklinde kazılmış bir çukur gördüm; burası alçak vahşilerin, kardeşlerinin etiyle kendilerine insanlıkdışı ziyafetler çekmek için oturdukları yer olmalıydı. Gördüğüm bu şeyler karşısında o kadar şaşırmıştım ki, uzun bir süre benim de tehlikede olduğum aklıma gelmedi. Daha önce sık sık duymuş olmama rağmen hiç bu kadar yakından görmediğim, böyle insanlıkdışı, cehenneme yaraşır'bir zalimliğe, insan doğasının soysuzlaşmasına duyduğum dehşetle bütün korkularım bir anda aklımdan uçup gitmişti. Kısacası, yüzümü bu korkunç görüntüden öte yana çevirdim. Midem bulanmaya başladı; doğa midemdeki bozukluğu dışan atmamı sağladığı sırada neredeyse bayılacaktım. Acayip bir şekilde kusarak biraz rahatladım; ama orada daha bir saniye bile kalmaya tahammül edemeyecektim; bu yüzden hızla kendimi yine tepeye attım ve evime doğru yola çıktım. Adanın o bölgesinden biraz uzaklaşınca, şaşkınlıktan bir süre olduğum yerde durdum; kendimi toparladıktan sonra ruhum sevgiyle dolup gözlerimden yaşlar boşanarak yukarı baktım. Beni dünyanın, böyle korkunç yaratıklardan ayrı tutulacağım bir ye- rinde barındırdığı; şimdiki durumumu çok sefil bulmama rağmen yine de şikâyet etmekten çok şükretmemi gerektirecek, rahat yaşayabileceğim birçok şey bağışladığı; ve hepsinden önemlisi bu sefil durumda bile O'nun varlığından haberdar olduğum ve O'nun bana mutluluk vermesini umut edebildiğim -şimdiye kadar çektiğim ve bundan sonra çekeceğim bütün sıkıntıları yeterince telafi edebilecek bir mutluluk- için Tann'ya şükrettim. Bu minnet dolu düşüncelerle şatoma döndüm ve artık güvenliğim açısından kendimi önceden olduğumdan çok daha rahat hissetmeye başladım; çünkü bu alçakların adaya asla bir şeyler ele geçirmek için gelmediklerini anlamıştım; belki de hiçbir şey aramıyor, istemiyor, ummuyorlardı; hiç şüphesiz, birçok defa adanın gizli ormanlık bölgelerinde de bulunmuş, ama işlerine yarayacak bir şey bulamamışlardı. Neredeyse on sekiz yıldır buradaydım ve adanın bu kısmında daha önce en ufak bir ayak izine bile rastlamamıştım; onlara kendimi göstermezsem burada şimdiki gibi tam bir gizlilik içinde, bir on sekiz yıl daha yaşayabilirdim; kendimi göstermem için de hiçbir neden yoktu. Tek yapmam gereken, kendimi tanıtmaya değecek, bu yamyamlardan daha iyi yaratıklarla karşılaşıncaya kadar saklanmaktı. Sözünü ettiğim bu alçak vahşilerden ve birbirlerini parçalayıp yemek gibi adice ve in-sanlıkdışı geleneklerinden öyle tiksinmiştim ki, bu olayın üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ üzüntümü yene- miyor, yaşadığım çevreden pek uzaklaşamı-yordum. Yaşadığım çevre derken, üç çiftliğimi yani, şatomu, çardak dediğim kır evimi ve ormanlardaki keçi ağıllarımı kastediyorum. Ormandaki yeri artık sadece keçi ağılı olarak kullanıyor, başka da bir şey ummuyordum; çünkü doğa, bu cehennem yaratıklarına karşı içimde öyle bir nefret uyandırmıştı ki, onlarla karşılaşmaktan, şeytanı görmekten korktuğum kadar korkuyordum. Bütün bu süre içinde gidip kayığıma da bakmadım; kendime başka bir kayık yapmayı düşünüyordum. Adanın çevresinden dolaştırarak kayığımı buraya getirmeye kalkışamazdım; çünkü denizde bu yaratıklarla karşılaşıp da ellerine düşersem, başıma geleceği biliyordum. Bununla birlikte, bu insanların beni bulma ihtimali olmadığı düşüncesi, zamanla onlar yüzünden duyduğum tedirginliği yavaş yavaş sildi ve eskiden olduğu gibi gönül rahatlığıyla yaşamaya başladım. Yalnız arada şöyle bir fark vardı ki, içlerinden biri beni görmesin diye daha dikkatli davranıyor, gözümü sürekli açık tutuyordum;

Page 65: Robinson Crusoe

özellikle de o sırada adada olup duyabilirler diye tüfeğimi ateşleme konusunda çok daha sakıngan dav-ranıyordum. Dolayısıyla, bir keçi sürüsü yetiştirmiş olmak ve artık korulukta avlanmak ya da ateş etmek zorunda kalmamak benim için tam bir şans olmuştu. Bundan sonra keçi tutacak olursam, bunu önceki gibi tuzaklarla yapıyordum. Bu yüzden, iki yıl boyunca, sanırım, tüfeğimi hiç ateşlemedim. Ama asla dışarı tüfeksiz çıkmıyordum; dahası, gemiden çıkardığım üç tabancadan en azından ikisini, keçi derisinden kemerime sokarak daima yanımda taşıyordum. Ayrıca, gemiden çıkardığım büyük kılıçlardan birini parlattım ve onu da taşımak için kendime bir kemer daha yaptım. Böylece daha önce anlattığım görünüşüme, iki tabancayla kemerime takılı, kını olmayan, büyük palayı da eklerseniz, dışarıda dolaştığımda ne korkunç göründüğümü tahmin edersiniz. Dediğim gibi, işler bir süre böyle giderken, aldığım tedbirler dışında eski sakin, huzurlu yaşamıma döner gibi oldum. Bütün bunlar; bazı insanlannkiyle, hatta, Tann'nın bana da verebileceği birçok hayatla karşılaştırılacak olursa, durumumun sefil olmaktan ne kadar uzak olduğunu gittikçe daha iyi gösteriyordu. Bunun üzerine, insanlar kendilerim daha iyi durumdakilerle karşılaştırarak sızlanıp şikâyet edeceklerine, daha kötü durumda olanlara bakarak şükretselerdi, hayatta pek az üzüntü kalırdı diye düşünmeye başladım. Şu anda, gerçekten de ihtiyacım olan çok fazla bir şey yoktu; ama bu alçak vahşilere karşı duyduğum korku ve kendimi korumak için endişe edip durmam, kendi rahatım için yapacağım bir sürü şeyi yapmama engel oluyordu. Bir ara üzerinde epeyce düşündüğüm çok güzel bir tasarımı da bir kenara bırakmak zorunda kalmıştım. Bu tasan, arpamın bir kısmından malt yaparak kendime biraz bira yapmayı denemekti. Bu aslında saçma bir düşünceydi ve budalalığım yüzünden çoğunlukla kendime kızıyordum; çünkü bira yapmak için gerekli birçok şeyden yoksun olduğumu ve bunları elde etmenin de imkânsız olduğunu görüyordum. Đlk olarak birayı saklamak için fıçı gerekiyordu ve daha önce de anlattığım gibi, günlerce değil, haftalarca, aylarca uğraşmış olsam bile yine de yapmayı beceremediğim bir şeydi bu. Đkincisi, ne birayı tutacak şerbetçiotu, ne mayalayacak maya, ne de kaynatacak kazan ya da tencerem vardı. Bütün bunlar bir yana, bu hisler -vahşiler yüzünden kapıldığım dehşet ya da korku demek istiyorum- araya girmeseydi, bu işe girişebilir ve belki gerçekleştirebilirdim bile; çünkü bir işi bir kere kafama koyup da gerçekleştirmediğim pek nadir oluyordu. Ama şimdi aklım bambaşka bir şeye işliyordu; gece g'ündüz tek düşündüğüm, bu canavarlardan birkaçını tam da o zalim, kanlı eğlencelerinin ortasında yakalayıp öldürebil-mek; elimden gelirse, yemek için buraya getirdikleri kurbanlarını da kurtarmaktı. Bu yaratıkları yok etmek ya da hiç olmazsa bir daha buraya gelemeyecekleri kadar korkutmak için kurduğum ya da tasarladığım kumpasları tek tek anlatmaya kalksam, bu kitap düşündüğümden çok daha kalın olur. Ama hepsi boşunaydı; ben kendim oraya gitmedikçe hiçbir şeyin etkisi olmazdı. Belki yirmi otuz kişilik bir grup olan, mızraklanyla, okları ve yaylanyla benim tüfekle aldığım kadar iyi nişan alabilen bu vahşiler arasında tek bir adamın elinden ne gelirdi? Zaman zaman ateşlerini yaktıkları yerin altına bir çukur kazıp içine de iki üç kilo ba- rut koymayı düşünüyordum, böylece ateşlerini yaktıkları zaman hepsi birden havaya uçardı. Ama birincisi, yalnız bir fıçı kalan barutumu onlara harcamaya gönlüm elvermiyordu; ayrıca onları hiç beklemedikleri bir anda yakalayıp tam zamanında patlayacağından da emin olamazdım; patlasa bile en iyi ihtimalle kulaklarının dibinde patlar, onları biraz korkutmaktan öteye gidemez ve bu da adayı bir daha hiç dönmemek üzere terk etmelerine yetmezdi. Böylece bu fikirden vazgeçtim; sonra tüfeklerimi doldurarak uygun bir yerde pusuya yatmayı düşündüm; böylece tam kanlı törenlerinin ortasında, her atışta iki üç tanesini öldürebileceğim ya da yaralayabileceğim-den emin olduğum bir anda üzerlerine ateş edebilir, sonra üç tabancam ve kılıcımla üstlerine atılarak yirmi kişi olsalar bile hepsini rahatça öldürebilirdim. Birkaç hafta boyunca bu hayalle oyalandım durdum; bu düşünce kafamı o kadar meşgul ediyordu ki, sık sık rüyama da giriyor ve bazen kendimi tam onlara ateş açmak üzereyken görüyordum. Bu düşünceyi öyle ileri götürdüm ki, birkaç gün boyunca pusuya yatıp, dediğim gibi onları gözetleyebileceğim yerler bulmaya uğraştım. Sık sık, artık bana yabancı gelmeyen, o kemikleri gördüğüm yere de gidiyordum. Zihnim sürekli intikam alma ve diyebilirim ki, bu vahşilerin yirmisini otuzunu birden kılıçtan geçirme düşüncesiyle dolu olduğu için, bu yere ve zalim vahşilerin birbirlerini yediklerini gösteren işaretlere karşı duyduğum korku da azalmıştı. En sonunda, tepenin eteğinde, kayıklarının geldiğini görene kadar güven içinde bekleyebileceğime inandığım bir yer buldum; onlar daha karaya çıkmadan kimseye görünmeden ağaçlıklara gidebilir ve iyice gizlenebileceğim kadar büyük bir ağaç kovuğuna girebilirdim. O kovukta oturup kanlı eylemlerini gözetlerken birbirlerine iyice yakın oldukları bir sırada, tam kafalarına nişan alabilirdim; bu konumdayken ıskalamak ya da ilk atışta üç ya da dördünü yaralayamamak mümkün değildi. Böylece, tasarımı bu yerde uygulamaya karar verdim ve buna uygun olarak iki piyade tüfeğimle av tüfeğimi hazırladım. Đki piyade tüfeğimi, ikişer tüfek kurşunu ve dört beş tane de daha küçük, tabanca kurşunuyla; av tüfeğimi de neredeyse bir avuç en büyük boy domuz saçmasıyla doldurdum. Tabancalarımın her birine de

Page 66: Robinson Crusoe

dörder kurşun koydum; bu şekilde, yanıma ikinci, üçüncü kez ateş etmeye de yetecek kadar cephane alarak yolculuğa çıkmaya hazırlandım. Bu şekilde planımı kurup kafamda provasını da yaptıktan sonra, her sabah, şatom dediğim evimden aşağı yukarı beş kilometre ötede, belki daha bile uzakta kalan tepeye giderek adaya gelmiş ya da yaklaşmakta olan bir kayık olup olmadığına bakmaya başladım. Ama iki üç ay bu gözetleme işini sürdürdüğüm halde, hep elim boş döndüğümden bu zor görevden bıkmaya başladım; bütün bu süre içinde yalnız kıyıda değil, gözlerim ve dürbünümle taradığım koca okyanusta bile en ufak bir şey görememiştim. Çevreyi gözetlemek için her gün o tepeye gidip geldiğim sürece tasarıma olan inancım kuvvetli bir şekilde devam ediyor ve ilk başta bu insanların anormal geleneklerine karşı duyduğum dehşetle, müthiş bir öfkeye kapıldığımdan beri kafamda hiç tartmadığım bir suçtan dolayı yirmi otuz çıplak vahşiyi öldürmek gibi gözü dönmüş bir eylem için cesaretimi de hiç kaybetmiyordum. Oysa ki, kendi iğrenç ve rezil tutkularından başka kılavuzları olmayan, dolayısıyla çağlardır böyle çirkin işler yapmaya, korkunç töreler edinmeye terk edilmiş bu insanlar da Tann'mn bilge iradesiyle düzenlediği dünya içinde yine ilahi takdirin bir ürünüydüler. Onları böyle davranmaya, cehenneme yaraşır bir soysuzlukla hareket etmeye yönelten, Tann'nın büsbütün terk ettiği bir doğadan başka bir şey değildi. Ama artık, dediğim gibi, uzun bir süredir her sabah boşu boşuna çıktığım bu verimsiz yolculuktan usanmaya başlayınca bu eylemin kendisiyle ilgili görüşlerim de değişmeye başladı; ben de yapacağım işi daha serinkanlı, daha sakin bir şekilde düşünmeye yöneldim. Tann'nın çağlar boyunca acı çekmelerine, hiçbir ceza almadan birbirleri üzerinde O'nun yargılarının uygulayıcısı olmalarına izin verdiği bu insanları suçlu olarak görme, öldürerek cezalandırma hakkını ve yetkisini bana kim vermişti? Bu insanlar bana karşı suç işlemekten ne kadar uzaktı; yerli yersiz birbirlerini öldürüp kan döktükleri için gidip onlarla kavgaya tutuşmaya ne hakkım vardı? Bu konuyu kafamda sık sık şöyle sorguluyor- dum: Tann'nın bu konudaki görüşünü nereden biliyordum? Bu insanların bunu yaparken bir suç işlediklerini düşünmedikleri, böyle bir şeyin vicdanlarına ya da bildiklerine aykırı olmadığı apaçık ortadaydı. Bunun bir suç olduğunu bilmiyor ve böylece, bizim de işlediğimiz birçok günahta olduğu gibi, bilmeden ilahi adalete karşı çıkıyorlardı. Biz bir öküzü kesmeyi nasıl günah saymıyorsak, onlar da savaş esirlerini öldürmeyi günah saymıyorlar; biz nasıl koyun eti yiyorsak, onlar da insan eti yiyorlardı. Bunu biraz.düşününce, doğal olarak bu işte kesinlikle yanıldığım; bu insanların önceden düşündüğüm anlamda katil olmadıkları; savaşta esir aldıklarını öldüren ya da birçok durumda olduğu, sıklıkla görüldüğü gibi silahlarını bırakıp teslim oldukları halde koca bölükleri amansızca kılıçtan geçiren Hıristi-yanlardan daha suçlu sayılmayacakları sonucuna vardım. Ayrıca bu insanların birbirlerine karşı davranışları ne kadar hayvanca, ne kadar in-sanlıkdışı olursa olsun, beni hiç ilgilendirmediğini; çünkü bana hiçbir zararlarının dokunmadığını düşündüm. Bana saldırmış olsalar ya da kendimi savunmak için onlara saldırmak zorunda kalsaydım, buna bir şey denemezdi; ama erişemeyecekleri bir yerde olduğum, gerçekten de benden haberleri bile bulunmadığı ve sonuç olarak benimle ilgili hiçbir niyetleri olmadığı için onlara saldıra-mazdım. Bunu yapmak Đspanyolların Amerika'da gerçekleştirdiği barbarlığı; puta tapan, barbar, geleneklerinde insan kurban etmek gibi kanlı ve acımasız ritüelleri bulunmakla birlikte, yine de Đspanyollara göre çok masum kalan milyonlarca insanı öldürmüş olmalarını haklı çıkarmak olurdu. O zaman Đspanyolların bu insanları kendi topraklarından söküp atması, Đspanyolların kendi aralarında bile tiksinti ve nefretle karşılanmış; Avru-pa'daki diğer Hıristiyan ülkelerde de gerek insanlık, gerek Hıristiyanlığa özgü merhamet, gerekse Tanrı inancıyla bağdaşmayacak, kanlı ve aşın bir zalimlik, düpedüz kasaplık olarak görülmüştü. Öyle ki, Đspanyollar bütün insanların en korkuncu diye anılmaya başlamış, Đspanya Krallığı ise şefkat ilkesinden ya da iyiliğin bir işareti olarak görülen düşkünlere karşı acıma duygusundan uzak insanlar yetiştiren bir ülke olarak ünlenmiş-ü. Bu düşünceler gerçekten de önce bir duraksamama sebep oldu, sonra da elimi kolumu tamamen bağladı; yavaş yavaş taşanlarımdan vazgeçmeye başladım. Vahşilere saldırma karan alarak yanlış adım atmış olduğum; ilk önce onlar bana saldırmadıkça işlerine kanşmamam gerektiği; benim işimin mümkün olduğunca onlardan uzak durmak olduğu sonucuna vardım; ama olur da beni görüp saldınrlarsa o zaman ne yapacağımı biliyordum. Öte yandan, böyle bir hareketin kendimi kurtarmaya değil, tam tersine tamamen yok etmeye yarayacağını düşünüyordum. Çünkü sadece o sırada adada olanlan değil, daha sonra gelecek olanlann da hepsini öldürmediğim sürece, elimden kaçıp kurtulanlar, ülkelerine dönüp neler olduğunu anlatacak ve sonra da arkadaşlannın intikamını almak için binlerce kişi birden gelecek ve böylece ortada hiçbir sebep yokken kendi ölümümü kendi ellerimle hazırlamış olacaktım. Bütün bu düşünceler üzerine, gerek ahlak, gerekse benimseyeceğim tutum açısından bu işe kanşmamam gerektiği sonucuna vardım. Benim işim, ne yapıp edip onlardan saklanmak ve adada yaşayan bir yaratık -insan demek istiyorum- olduğunu düşünmelerine sebep olacak en ufak bir ipucu bırakmamaktı.

Page 67: Robinson Crusoe

Bu ölçülü düşüncelerime din de eklenince, birçok bakımdan, bu masum yaratıkları -bana göre masum demek istiyorum- öldürmek gibi kanlı işlerin kesinlikle benim işim olmadığı sonucuna vardım. Birbirlerine karşı işledikleri suçlara gelince, bu beni hiç ilgilendirmezdi. Bu, kendi uluslanm ilgilendiren bir şeydi ve onlan bütün uluslann yöneticisi olan Tann'nın adaletine bırakmam gerekiyordu; Tann ulusça işlenen suçlar için hak edilen cezayı vermeyi, böyle topluca suç işleyenleri uygun gördüğü şekilde topluca yargılamayı bilirdi. Bunu şimdi öyle bir açıklıkla görüyordum ki, bile bile adam öldürmek gibi kesinlikle günah sayılacak bu işe girişmediğim için hiçbir şeyden duyamayacağım kadar büyük bir gönül rahatlığı duyuyordum. Diz çöküp beni böyle kanlı bir suç işlemekten kurtaran Tan- n'ya en içten şükranlarımı sundum. Beni bu vahşilerin ellerine düşmekten koruması ya da Tanrı tarafından, kendi canımı korumak gibi daha geçerli bir sebep çıkmadan, elimi kana bulamaktan beni esirgemesi için Tann'ya yalvardım. Bundan sonra, bir yıla yakın bu düşüncelerimi sürdürdüm. Bu vahşilere saldırmak için bir fırsat kollamaktan o kadar uzaktım ki, bütün bu zaman içinde, onlara karşı kurduğum kumpaslar tekrar aklıma gelmesin ya da bir fırsat doğacak olursa, üstlerine saldırmaya kalkmayayım diye gelip gelmediklerini, adaya çıkıp çıkmadıklarını öğrenmek için bir kere bile tepeye gitmedim. Yaptığım tek şey, adanın diğer tarafında kalan kayığımı alıp adanın etrafından dolaştırarak doğu kıyısına getirmek, yüksek bir kayalığın altında bulduğum küçük bir koya sokmak oldu; akıntı yüzünden vahşilerin buraya gelmeye cesaret edemediklerini, ya da en azından her ne olursa olsun uğramadıklarını biliyordum. Kayığımla birlikte, orada bıraktığım her şeyi, buraya gelirken gerekli olmasa bile, kayık için yaptığım direkle yelkeni, demire benzer şeyi de getirdim; buna ne demir, ne de çengel diyebilirdim; ama elimden gelenin en iyisi de buydu. Bütün bunları, adada bir kayık bulunduğuna ya da bir insanın yaşadığına dair en ufak bir iz, en ufak bir ipucu bırakmamak için getirmiştim. Ayrıca dediğim gibi her zamankinden daha sakin bir hayat yaşıyor, hücremden pek seyrek olarak, o da ancak keçileri sağmak, koruluktaki küçük sürümle ilgilenmek gibi sürekli yaptığım işler için çıkıyordum. Koruluktaki sürüm adanın öbür yanında olduğundan tehlikeden oldukça uzaktı; ara sıra adaya uğrayan bu vahşilerin burada bir şey bulmak gibi bir umutlan olmadığı; dolayısıyla hiçbir zaman kıyıdan uzaklaşmadıkları apaçık ortadaydı. Ayrıca önceden olduğu gibi, onlardan korkarak dikkatli davranmaya başladığımdan beri adaya birkaç kez daha geldiklerine şüphem yoktu. Gerçekten de, geçmiş günleri düşündüğümde, elimde çoğunlukla sadece küçük saçmalarla doldurulmuş tek bir tüfekle adanın her tarafını dolaşıp bir şeyler bulma umuduyla bakmıp durduğum günlerde, tamamen hazırlıksız bir halde onlarla karşılaşsaydım ya da beni görselerdi, halim ne olurdu diye düşünüp korkudan ür-periyordum. O tek bir ayak izi yerine, on beş yirmi vahşiye birden rastlasaydım, nasıl da gafil avlanmış olurdum; hele bir de o hızlı bacaklarıyla beni kovalamaya başlasalardı, asla ellerinden kurtulamazdım! Bunca düşünmüş ve hazırlık yapmış olduğum şimdiki halimle karşılaştırınca, öyle hazırlıksız bir durumda ne yapacağımı; ellerinden kurtulmak bir yana, kendimi nasıl savunacağıma karar verecek kadar bile aklımın yerinde olmayacağını düşündükçe bazen içim kararıyor, bu düşünceler öyle canımı sıkıyordu ki, epey bir zaman geçmeden kendime ge-lemiyordum. Gerçekten de bu konulan ciddi ciddi düşündükçe üzerime bir karamsarlık çöküyor ve bazen bu durum çok uzun sürü- yordu. Ama en sonunda, beni böyle görünmez tehlikelerden kurtardığı, kendi başıma asla kurtulamayacağım kötülüklerden koruduğu için Tann'ya şükretmeye karar verdim; çünkü gerçekten de böyle bir tehlikenin ne varlığından, ne de başıma gelebileceğinden habersizdim. Bu durum, hayatımız boyunca karşılaştığımız tehlikelerde Tann'nın ne kadar da merhametli davrandığını ilk olarak görmeye başladığım zamanlarda sık sık aklıma gelen düşünceleri tazeledi. Hiç haberdar olmadığımız tehlikelerden ne olağanüstü bir şekilde kurtuluyoruz! Şu yoldan mı, yoksa bu yoldan mı gitmemiz gerektiğine karar veremediğimiz kuşku ya da tereddüt anlarında gizli bir güç nasıl da bizi gitmeye niyetlendiğimiz yola değil de öteki yola yöneltiyor? Aklımız, duygularımız ya da zorunluluk bizi bir yola yönelttiği sırada nereden, nasıl geldiğini, hangi güçten beslendiğini bilemediğimiz garip bir etki ağır basıyor ve öteki yola giriyoruz; kendi aklımıza uyup da gitmemiz gerektiğine inandığımız yola girseymişiz yok olup gideceğimizi sonradan anlıyoruz. Bu ve bunun gibi bir sürü düşünce üzerine, kendi kendime kesin bir kural belirledim; kafama takılan böyle sezgi ya da ipuçları için başka bir gerekçe bulamamakla birlikte bir şeyi yapıp yapmamak, bir yola girip girmemek konusunda ne zaman gizli bir güç ya da ipucu hissedersem bu gizli buyruğa uyuyordum. Bu davranışın başarıya ulaştığına dair, hayatımdan, özellikle de bu uğursuz adadaki hayatımın ikinci yansından pek çok örnek verebilirim; ayrıca bu gözle bak-saydım, dikkatimi çekebilecek birçok durum da yaşamıştım. Ama insanın aklını başına toplaması için hiçbir zaman geç sayılmaz; hayatlarında benimki gibi böyle sıradışı -o kadar sıradışı olmasa bile- olaylar yaşayan bütün akıllı insanlara, hangi görünmez akıldan geliyorsa gelsin, Tann'nın böyle gizli işaretlerini göz ardı etmemelerini öneririm. Bunu ne tartışabilirim, ne de açıklayabilirim; ama bunların ruhlar arasındaki etkileşimin, somut şeylerle soyut şeyler arasındaki gizli bir iletişimin kanıtı olduğu ve böyle

Page 68: Robinson Crusoe

kanıtların tartışmaya gelmediği kesindir. Sırası gelince bu kasvetli yerdeki yalnız hayatımın geri kalanından kayda değer bazı örnekler de vereceğim. Bu endişelerin, sürekli olarak içinde yaşadığım bu tehlikenin ve duyduğum kaygının, gelecekteki rahatım için yaptığım bütün işlere bir son verdiğini itiraf edersem, okuyucuların bunu tuhaf bulacağını sanmıyorum. Şimdi yiyeceğimden çok, güvenliğim için çalışmaya özen gösteriyordum. Gürültüsü duyulur korkusuyla ne bir çivi çakabiliyor, ne de ağaç kesebiliyor, aynı nedenden dolayı tüfeğimi kullanmaya ise hiç cesaret edemiyordum; hepsinden önemlisi, dumanı gündüz vakti çok uzaklardan bile görülebilir ve beni ele verir diye gönül rahatlığıyla bir ateş bile yakamıyordum. Dolayısıyla çanak, çömlek ve pipo pişirmek gibi ateş yakmayı gerektiren işlerimi ormanın içindeki yeni yerime taşıdım; bir süre sonra orada, yerin epeyce altına inen doğal bir mağara bulduğumda ne kadar se- vindiğimi anlatamam. Şunu da söyleyebilirim ki, hiçbir vahşi, bu mağaranın ağzına gelse bile, içeri girmeyi göze alamazdı; aslına bakılırsa, buraya ancak benim gibi kendisine güvenli bir sığınak bulmaktan başka bir şey istemeyen biri gelebilirdi. Büyük bir kayanın dibinde olan bu mağaranın ağzını mangal kömürü yapmak için bazı kalın ağaç dallarını keserken, tamamen tesadüf eseri bulduğumu söyleyebilirdim (bütün böyle şeyleri şimdi Tann'ya yormak için bir sürü nedenim olmasaydı); ama bunu anlatmadan önce neden mangal kömürü yapma gereği duyduğumu anlatmalıyım. Daha önce de söylediğim gibi evimin etrafında duman çıkarmaktan korkuyordum; ama ekmek yapmadan, yemek pişirmeden de yaşayamazdım. Böylece Đngiltere'de gördüğüm gibi, odunu kararıp kuruyana kadar çim kesekleri altında yakarak kömür elde etmeyi düşündüm; sonra ateşi söndürüp kömürü eve taşıyacak ve böylece ateş gereken işleri duman çıkacak diye korkmadan yapabilecektim. Ama aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Bir gün burada odun keserken çok sık bir fundalığın arkasında kovuk gibi bir yer gördüm. Merak edip içine bakmak istedim ve bin bir güçlükle bu kovuğun ağzına ulaştığımda bir hayli büyük olduğunu gördüm; yani içinde rahatlıkla ayakta durabiliyordum, belki benimle birlikte bir kişiyi daha bile alabilirdi. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki, kapkaranlık olan kovuğun biraz daha içlerine doğru bakıp da cin mi insan mı, ne olduğunu anlayamadığım bir yaratığın, iki yıldız gibi parlayarak kovuğun ağzından gelen loş ışığı doğruca yansıtan koca gözlerini görür görmez, kendimi dışarı zor attım. Bununla birlikte, bir süre sonra kendimi topladım. Kendi kendime budala, bin kere budala olduğumu; cin görmekten korkacak adamın, yirmi yıl boyunca bir adada tek başına yaşayamayacağını söyledim ve o mağarada benden daha korkunç bir şey olamayacağına kendimi inandırdım. Bunun üzerine cesaretimi toplayıp elime de büyük bir meşale alarak yine içeri daldım. Daha üç adım bile atmamıştım ki, yine önceki gibi bir korkuya kapıldım; acılar içindeki bir adamınki gibi bir inilti duymuştum; bunun ardından da yarı anlaşılır yan anlaşılmaz sözleri andıran bir ses, sonra gene derin bir inilti geldi. Geri adım attım, gerçekten de öyle ürkmüştüm ki, her tarafımı soğuk terler basmıştı; başımda şapka olsaydı diken diken olan saçlarım yüzünden yerinden fırlardı. Ama yine elimden geldiğince cesaretimi topladım; Tann'nm ve gücünün her yerde olduğunu, beni koruyabileceğini düşünüp kendimi yüreklendirerek ileri yürüdüm. Başımın biraz üzerinde tuttuğum meşalenin ışığında, son anlarını yaşayan ya da diyebiliriz ki, can çekişen ve yaşlılıktan ölmek üzere olan, dev gibi, korkunç bir tekenin yerde yattığını gördüm. Dışarı çıkarabilir miyim diye biraz kımıldattım; o da kalkmaya çalıştı, ama gücü yetmiyordu. Sonra orada yatmasının hiçbir sa- loncasının olmadığını; eğer beni korkuttuysa, hâlâ hayattayken oraya gelmeye yeltenecek vahşileri de korkutabileceğini düşündüm. Artık şaşkınlığım geçtiğinden çevreme bakınmaya başladım ve mağaranın çok küçük, on iki ayak genişliğinde olduğunu gördüm; ama ne yuvarlak, ne dört köşe, doğru dürüst bir şekli yoktu, insan elinden değil, olsa olsa doğanın kendi elinden çıkmıştı. Ayrıca en dipte, daha da içerilere uzanan bir yer olduğunu gördüm; ama çok alçak olduğu için dizlerim ve ellerimin üzerinde emekleyerek ilerlemem gerekiyordu; oranın nereye açıldığını da bilmiyordum. Yanımda hiç mum olmadığı için bakmaktan vazgeçtim; ama ertesi gün yanıma birkaç mum ve piyade tüfeklerimden birinin çakmağından yaptığım kav çakmağını da alarak tekrar gelmeye karar verdim. Böylece ertesi gün, yanıma kendi yapmış olduğum altı büyük mumu da alarak -artık keçilerin donyağından çok güzel mumlar yapabiliyordum- yine mağaraya gittim; o alçak kısmına girdiğimde, dediğim gibi, ellerim ve dizlerim üzerinde neredeyse on metre sürünmek zorunda kaldım; bu arada yolun uzunluğunu ve ötesinde ne olduğunu bilmediğimden bunun oldukça gözü pek bir davranış olduğunu düşündüm. Bu geçitten sonra, mağaranın tavanı, sanırım yirmi ayak yükseldi. Ama adada daha önce hiç bu kadar muhteşem bir manzara görmediğimi söyleyebilirim; iki mumun ışığı mağaranın ya da kubbenin duvarlarında sanki yüz binlerce mum varmış gibi parlıyordu. Bu kayada elmas mı, başka de- ğerli taşlar mı, yoksa altın mı vardı, bilmiyordum; ama daha çok altın olduğunu düşünüyordum.

Page 69: Robinson Crusoe

Đçinde bulunduğum yer, anlaşılacağı üzere kapkaranlık olmakla birlikte, kendi türünde en güzel mağara ya da oyuktu. Zemin kuru ve düzdü; sağda solda çakıl taşlan olduğundan içeride mide bulandırıcı ya da zehirli yaratıklar olamazdı; ne duvarlarda ne de tavanda bir ıslaklık ya da nem vardı. Tek zorluğu girişiydi; bununla birlikte güvenli bir yer, tam istediğim gibi bir sığınak olduğu için bu mağaranın bana büyük bir rahatlık sağlayacağını düşündüm. Dolayısıyla burayı bulduğuma gerçekten çok sevinmiştim; güvenliğinden endişe ettiğim bazı eşyalarımı; özellikle de barutumla yedek silahlarımın hepsini -üç av tüfeğimden ikisini, sekiz piyade tüfeğimden üçünü- hiç vakit kaybetmeden buraya getirmeye karar verdim. Böylece şatomda, yalnızca en dıştaki çitime top gibi ateş etmeye hazır bir şekilde dizdiğim beş tüfeği bıraktım; yolculuğa çıkacak olursam da bunlardan birini alabilirdim. Cephanemi taşıdığım sırada denizden çıkardığım, ıslanmış barut fıçısını da açma fırsatım oldu. Fıçının her tarafından üç dört parmak su girmiş olduğunu, ıslanan bu kısmın kalıp gibi sertleşerek daha içteki barutu, bir kabuğun çekirdeği tuttuğu gibi kupkuru tuttuğunu gördüm; böylece bu fıçının ortasında aşağı yukarı yüz kilo çok iyi barut bulmuştum. Bu, o sırada benim için hoş bir sürpriz oldu; ne olur ne olmaz diyerek şatom- da asla bir iki kilodan fazla barut bırakmadığım için hepsini bu mağaraya taşıdım. Ayrıca mermi yapmak için kullandığım bütün kurşunu da oraya götürdüm. Şimdi kendimi, kimse saldıramasın diye mağaralarda ya da kayaların oyuklarında yaşayan o eski zaman devleri gibi hissediyordum; çünkü burada yaşadığım sürece, beş yüz vahşi bile peşimde olsa beni bulamayacaklarına ya da bulsalar bile burada bana saldırmayı göze alamayacaklarına iyice inanmıştım. Can çekişen yaşlı keçi, burayı bulduğumun ertesi günü mağaranın ağzında öldü. Çeke çeke dışarı çıkarmaya uğraşmaktansa büyük bir çukur kazmak, keçiyi içine atıp üstünü de toprakla örtmek daha kolay geldi, böylece kokusundan rahatsız olmamak için onu oraya gömdüm. Şimdi bu adada yirmi üç yıldır oturmaktaydım; bu yeri, yaşam tarzımı öyle benimsemiştim ki, adaya vahşilerin gelip beni rahatsız etmeyeceğinden emin olsaydım, hayatımın geri kalanını orada geçirmeye, hatta yaşlı keçi gibi son nefesimi verene, mağaranın içine uzanıp ölene kadar burada yaşamaya seve seve razı olabilirdim. Ayrıca zamanımı eskiden olduğundan daha güzel geçirmemi sağlayacak küçük oyunlar ve eğlenceler de bulmuştum. Đlk olarak, daha önce de belirttiğim gibi Poll'a konuşmayı öğretmiştim; buna öyle alışmıştı, öyle anlaşılır ve düzgün konuşuyordu ki, benim için çok iyi bir eğlence oluyordu. Benimle birlikte en az yirmi altı yıl ya- şadı. Sonradan daha ne kadar yaşadığını bilmiyorum, ama Brezilya'da papağanların yüz yıl yaşadığını söylüyorlardı. Belki de zavallı Poll hâlâ orada, bugün bile zavallı Robin Cru-soe'nun arkasından seslenip durmaktadır. Dilerim ki, bir talihsiz Đngiliz oraya düşüp de onu duymamıştır; ama eğer duyan varsa duyduğu sesin kesinlikle şeytana ait olduğunu zanneder. Köpeğim de on altı yıl boyunca bana güzel ve sevgi dolu bir arkadaş oldu ve sonra yaşlılıktan öldü. Kedilerime gelince, dediğim gibi öyle bir ürediler ki, yiyeceklerimi ve beni yemesinler diye ilk başta birkaç tanesini vurmak zorunda kaldım; en sonunda gemiden getirdiğim ilk ikisi ölünce diğerlerini sürekli kovduğum ve yiyecek bir şey vermediğim için, bir süre sonra ormana kaçıp yaba-nileştiler. Yalnız iki üç tanesini ayırıp evcilleştirmiştim; bunların yavruları olunca hepsini boğuyordum; bu iki üç kedi ise ailemin bir parçası olmuşlardı. Bunların yanı sıra, evde daima iki üç yavru keçi besliyor, bunlara elimden yem yemeyi öğretiyordum. Ayrıca iki papağanım daha vardı; ikisi de oldukça iyi konuşuyor, "Robin Crusoe" diyebiliyordu; ama ilk papağanım kadar iyi konuşamıyorlardı; aslında ikisiyle de Poll'la ilgilendiğim kadar ilgilenmemiştim. Kıyıda yakaladığım, kanatlarını kesip alıştırdığım, ama adını bilmediğim birkaç deniz kuşum da vardı. Şatomun duvarının önüne diktiğim kazıklar artık büyüyüp sık bir ağaçlık haline geldiğinden bu kuşların hepsi çalılıkların arasında yaşıyor, orada ürüyorlardı ki, bu benim çok hoşuma giden bir şeydi; yukarıda da söylediğim gibi vahşilere duyduğum korku bir yana, burada sürdürdüğüm hayatı çok sevmeye başlamıştım. Ama alınyazım başka türlüymüş; öykümü okuyan herkesin şöyle bir haklı sonuç çıkarması hiç de fena olmayabilir: Hayatımız boyunca köşe bucak kaçtığımız, başımıza geldiğinde bizi korkutan kötülükler, aslında kurtuluşumuzun kapılarını aralayan şeyin ta kendisi de olabiliyorlar; içine düştüğümüz üzüntülerden de ancak bunun aracılığıyla kurtulabiliyoruz. Anlatmakla bitmez hayatımdan buna birçok örnek verebilirim; ama bu konuda, adadaki yalnız hayatımın son yıllarında başıma gelen olaylardan daha kayda değer bir örnek bulunamaz. Yukarıda da dediğim gibi buradaki yirmi üçüncü yılımın aralık ayıydı; güzdönümü zamanı (kış diyemeyeceğim) olduğu için tam harman zamanıydı ve sık sık dışarıda, tarlalarda bulunmam gerekiyordu. Bir sabah çok erkenden, daha güneş bile tam doğmadan dışarı çıkmıştım; evimden aşağı yukarı üç kilometre uzakta, adanın önceden vahşilerin geldiği tarafına doğru, deniz kıyısında bir ateş yandığını görünce şaşırdım kaldım. Ama bu sefer öbür yanda değil, maalesef adanın benim yaşadığım yanındaydı. Gördüğüm bu şey karşısında o kadar korktum ki, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkarlar diye koruluğumdan dışarı çıkmayı bile göze alamadım. Ayrıca bu vahşiler, adada dolaşırken biçilmiş ya da biçilmemiş

Page 70: Robinson Crusoe

ekinimi, işlerimi, hazırlıklarımı görürler de adada birilerinin olduğunu anlar, ne yapıp edip beni bulurlar diye korktuğumdan bir türlü sakinleşemiyordum. Bu olağandışı durum karşısında doğruca şatoma döndüm, merdiveni arkamdan içeri aldım ve her şeye elimden geldiğince yabanıl ve doğal bir görünüş verdim. Đçeride savunma durumuna geçerek bütün hazırlıklarımı yaptım. Yeni duvarımın üzerine dizdiğim bütün toplarımı (öyle diyorum ya bunlara) yani piyade tüfeklerimi ve tabancalarımı doldurdum; kendimi Tann'ya emanet etmeyi ve O'na beni bu vahşilerin elinden kurtarması için yürekten dua etmeyi unutmadan son nefesime kadar kendimi savunmaya karar verdim. Bu şekilde aşağı yukarı iki saat durdum; ama dışarı gönderecek casuslarım olmadığından orada neler olup bittiğini öğrenmek için de sabırsızlanmaya başladım. Bu durumda ne yapmam gerektiğini düşünerek bir süre daha oturduktan sonra, neler olduğunu bilmeden öylece beklemeye daha fazla dayanamadım. Böylece merdivenimi, tepenin daha önce bahsettiğim düz yerine dayadım, oraya çıktıktan sonra merdiveni yanıma çekip bir daha kenara dayayarak tepenin doruğuna çıktım; özellikle bu amaçla aldığım dürbünümü çıkardım, yüzükoyun yere yatarak etrafı incelemeye başladım. Hemen o anda en azından dokuz çıplak vahşinin, yaktıkları küçük bir ateşin çevresinde oturduklarını gördüm; bu ateşi ısınmak için yakmamış- lardı elbet; hava aşırı sıcak olduğu için buna ihtiyaçları yoktu zaten; ölü mü diri mi bilemem, ama yanlarında getirdikleri insan etinden kendilerine barbarca bir ziyafet hazırlamak içindi bu ateş, zannedersem. Yanlarında, kıyıya çekilmiş iki sandal vardı; o sırada sular alçalmış olduğundan geri dönmek için denizin tekrar yükselmesini bekliyorlar gibi geldi bana. Bu manzara karşısında, özellikle de adanın benim bulunduğum tarafına, bu kadar yakınıma geldiklerini görmekten dolayı kafamın nasıl da allak bullak olduğu kolay kolay tahmin edilecek bir şey değil. Ama adaya daima deniz çekildiğinde oluşan akıntıyla geldiklerini anlayınca biraz yatıştım. Önceden kıyıya çıkmadılarsa, deniz yükseldiği zamanlar daima güvenle dışarı çıkabileceğime ikna olunca daha sakinleşmiş olarak harman işimi yapmaya gittim. Düşündüğüm gibi çıktı; gelgit batıya doğru döner dönmez, kayıklarını alıp kürek çekerek uzaklaştıklarını gördüm. Şunu da belirtmem gerekiyor ki, adayı terk etmelerinden bir buçuk saat önce dans etmeye başladılar; eğilip kalkmalarını, el kol hareketlerini dürbünümle kolayca seçebiliyordum. Hepsinin çırılçıplak olduğunu, üzerlerinde en ufak bir bez parçası bile bulunmadığını görebiliyordum; ama erkek mi kadın mı olduklarını anlayamadım. Kayıklarına binip denize açıldıklarını görür görmez, omzuma iki tüfeğimi, kuşağıma iki tabancamı, yanıma da kınsız büyük kılıcımı alarak hızla bütün o şeyleri ilk defa gördüğüm te- peye gittim. En az iki saat sonra (çünkü bunca silahla çabuk gidemiyordum) oraya vardığımda öbür kıyıdakilerden başka, üç kano dolusu vahşinin daha gelmiş olduğunu anladım; denizin açıklarına bakınca hep beraber karşıdaki karaya doğru yol aldıklarını gördüm. Bu benim için korkunç bir manzaraydı, özellikle de tepeden aşağı inerken yaptıkları iğrenç işten geriye kalan tüyler ürpertici izleri gördüğümde... kanlar, kemikler, bu alçakların güle oynaya yedikleri insanlann etinden arta kalan parçalar. Bu gördüklerim karşısında öyle büyük bir öfkeye kapıldım ki, kaç kişi olurlarsa olsunlar, bir dahaki sefere gelenleri hemen oracıkta gebertmeyi düşündüm. Bu adayı pek sfk ziyaret etmedikleri apaçık ortadaydı; çünkü bundan sonraki gelişlerine kadar on beş aydan fazla zaman geçti; yani, ben bütün bu süre içinde onları ne gördüm, ne ayak izlerine, ne de onlara ait herhangi başka bir işarete rastladım. Demek ki yağmur mevsiminde denize açılmıyorlar, ya da en azından bu kadar uzağa geliniyorlardı. Yine de bütün bu süre içinde huzursuzdum; sürekli olarak hiç ummadığım bir anda gelip karşıma çıkmalarından korkuyordum; o zamandan beri kötü bir şeyi beklemenin, o kötülüğün kendisine maruz kalmaktan daha acı bir şey olduğunu düşünüyorum; hele bir de insanın bu korkulan, bekleyişi üzerinden silkip atmasına imkân yoksa. Bütün bu zaman içinde onları öldürmeyi düşünüp durdum; daha iyi işlerle değerlendi- rebileceğim zamanımın çoğunu bir dahaki gelişlerinde onları nasıl tuzağa düşürüp de üstlerine saldırabileceğimi; özellikle de geçen sefer olduğu gibi iki ayn grup olarak gelirlerse ne yapacağımı düşünmekle geçirdim. On on iki kişilik bir grubu öldürürsem, ertesi gün, bir dahaki hafta, ondan sonraki ay başka bir grubu, sonra yine başkalarını öldüreceğimi, hatta bu işin sonsuza kadar devam edeceğini ve en sonunda onların insan yiyiciliğinden aşağı kalır yanı olmayan bir katile dönüşeceğimi ve belki de bu konuda onları bile geçeceğimi aklımdan bile geçirmiyordum. Artık günlerimi büyük bir kafa karışıklığı ve endişe içinde geçiriyor, her an bu acımasız yaratıkların eline düşmekten korkuyordum; tehlikeyi göze alıp dışarı çıkarsam da düşünülebilecek en büyük dikkatle, sakınganlıkla dört bir yanıma bakmadan edemiyordum. Şimdi evcil bir keçi sürüsü yetiştirmekle ne kadar iyi bir iş yapmış olduğumu görüp mutlu oluyordum; çünkü vahşilerin dikkatini çekmeyeyim diye, özellikle de adanın onların geldiği kıyısının yakınlarında hiçbir şekilde ateş etmeye cesaret edemiyordum. Tüfeğin sesinden korkup da kaçtılar diyelim, birkaç gün içinde belki de iki yüz üç yüz kanoyla geleceklerine adım gibi emindim; işte o zaman neler olacağı da belliydi.

Page 71: Robinson Crusoe

Bununla birlikte, bu vahşileri bir daha görene kadar bir yıl üç ayı devirdim ve sonra, şimdi anlatacağım üzere onları tekrar buldum. Bu süre içinde bir iki kez daha adaya gelmiş olabilecekleri doğru; ama ya geceyi burada geçirmemişlerdi ya da en azından ben duymamıştım. Ama hesaplayabildiğim kadarıyla buraya gelişimin yirmi dördüncü yılının mayıs ayında onlarla çok garip bir şekilde karşılaştım; bunu da sırası gelince anlatacağım. Bu on beş on altı aylık zaman dilimi içinde çok büyük bir tedirginlik içindeydim. Rahat rahat uyuyamıyor, hep korkunç rüyalar görüyor ve geceleri sık sık irkilerek uyanıyordum. Gündüzleri büyük sıkıntılar içinde boğuluyor, geceleri de rüyamda çoğunlukla vahşileri öldürdüğümü, bunu yapmaya neden hakkım olduğuna ilişkin şeyleri görüyordum. Ama bütün bunları şimdilik bir kenara bırakalım; mayısın ortasıydı, hâlâ işaretlemeye devam ettiğim • zavallı tahta direk takvimimden hesaplayabildiğim kadarıyla, sanırım on altısıydı; demek istiyorum ki, mayısın 16'sında bütün gün şimşeklerle gök gürültü-leriyle karışık büyük bir fırtına esti; ardından da çok kötü bir gece geldi. Tam olarak nedenini bilmiyorum, ama tndl okuyor ve kara kara içinde bulunduğum durumu düşünüyordum; tam o sırada denizden geldiğini sandığım bir top sesi duydum. Bu, daha önce karşılaştıklarımdan kesinlikle çok farklı bir sürprizdi; çünkü aklıma getirdiği şeyler bambaşkaydı. Yerimden fırladım, bir çırpıda merdiveni kayanın orta yerine koydum, arkamdan çekip ikinci kez kayaya dayadım ve tepenin zirvesine tırmandığım anda bir alev görünce ikinci bir top sesi duyacağımı anlayarak kulak kesildim; gerçek- ten de yarım dakika içinde bir top sesi duydum; bu sesin kayığımla akıntıya kapıldığım taraftan geldiğini anladım. Hemen bunun başı dertte olan bir gemi olduğunu, yanlarında başka bir gemi de bulunduğunu ve bu toplan yardım almak için tehlike işareti olarak ateşlediklerini düşündüm. Tam bunları düşünürken ben onlara yardım edemesem bile onların bana yardım edebileceği aklıma geldi. Bunun üzerine elime geçirdiğim bütün kuru odunları toplayıp yığarak tepenin üstünde bir ateş yaktım. Odunlar kuru olduğundan hemen tutuştu; rüzgâr çok sert esse de çok güzel yamyorlar-dı; dolayısıyla oralarda gemi gibi bir şey varsa, bu ateşi görecekleri kesindi ve hiç şüphesiz görmüşlerdi; çünkü ateşim parlar parlamaz, bir top sesi daha duydum ve sonra birkaç tane daha; hepsi de aynı taraftan geliyordu. Bütün gece, gün ağarana kadar ateşimi canlı tuttum; güneş doğup da hava iyice aydınlanınca çok uzakta, adanın tam doğusunda, bir gemi mi yoksa tekne mi olduğunu dürbünümle bile kestiremediğim bir şey gördüm; hem mesafe çok uzaktı, hem de hava hâlâ bulutluydu; en azından o şey çok açıkta duruyordu. Bütün gün sık sık ona baktım ve çok geçmeden hiç kımıldamadığını fark ettim; bu durumda hemen bunun demir atmış bir gemi olduğu sonucuna vardım. Sizin de kesinlikle anlayabileceğiniz gibi neler olduğunu tam olarak görmeyi çok istediğimden tüfeğimi aldım ve adanın güneyine, daha önce akıntının beni sürüklediği kayalıklara doğru koştum; oraya vardığımda hava bu sefer son derece açık olduğu için sandalla denize açıldığımda gördüğüm denizaltındaki gizli kayalara çarparak parçalanmış bir gemi enkazını büyük bir üzüntüye kapılarak gördüm; aynı kayalar benim durumumda, akıntının gücünü kırmış ve karşı bir akıntı ya da anafor yaparak hayatım boyunca düştüğüm en çaresiz, en umutsuz durumdan kurtulmamı sağlamışlardı. Böylece bir adamın kurtuluşu bir başkasının yıkımı olmuştu; çünkü anlaşılan, her kim iseler artık, bu adamlar nerede olduklarını bilmedikleri ve rüzgâr da geceleyin doğu ile kuzeydoğudan çok sert estiği için tamamen suyun altında kalan bu kayalara çarpmışlardı. Çok büyük ihtimalle adayı görmediklerini sanıyorum, görmüş olsalardı, mutlaka sandallarına binip karaya çıkmaya çalışırlardı; yine de özellikle yaktığım ateşi gördükten sonra yardım istemek için top atıp durmaları aklıma türlü türlü şeyler getiriyordu. Đlk olarak, ateşimi gördükten sonra sandallarına binip kıyıya çıkmaya çabaladıklarını; ama dalgalar çok azgın olduğu için devrildiklerini düşünüyordum. Zaman zaman sandallarını kazadan önce kaybetmiş olabileceklerini düşünüyordum; bu birçok şekilde olabilirdi, özellikle de dalgaların gemiye çarpması üzerine gemiciler çoğu kez sandallarını kırıp parçalamak ya da bazen de kendi elleriyle güverteden atmak zorunda kalırlar. Zaman zaman da yanlannda başka bir gemi ya da gemiler bulunduğunu, yardım çağrılan üzerine bu gemilerin, hepsini kurtarıp götürdüğünü düşünüyordum. Ara sıra da sandallarına binip gemiden ayrıldıklarını, daha önce benim de kapıldığım akıntıyla açık denize doğru sürüklendiklerini, orada onları bekleyen açlık ve sefaletten başka bir şey bulamadıklarını; belki de bu zamana kadar açlıktan ölmek üzere olduklarını, birbirlerini yiyecek hale geldiklerini düşünüyordum. Bütün bu düşünceler altı üstü birer varsayım olduğundan bu zavallı adamların düştüğü durumu düşünüp onlara acımaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu; bunun, üzerimde yine de iyi bir etkisi oldu; içinde bulunduğum bu yapayalnız durumda bile beni çok mutlu ve rahat yaşattığı, dünyanın bu bölgesinde kazaya uğrayan iki geminin mürettebatından benden başka sağ kalan olmadığından Tanrı'ya şükretmek için gittikçe daha çok nedenim oluyordu. Buna bakarak da şunu bir kez daha gördüm ki, Tann'nm takdiri bizi ne kadar kötü bir duruma düşürse, bize ne denli büyük acılar yaşatsa da, şükredecek bir şey bulamamak ya da bizden daha kötü duruma düşenine rastlamamak neredeyse imkânsızdı.

Page 72: Robinson Crusoe

Đçlerinden birilerinin kurtulduğuna dair pek umut göremediğim bu adamların durumu için de aynı kesinlik geçerliydi. Toptan ölüp gitmediklerini ne kadar umut etsem de bu dileğin gerçekleştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu; yanlarındaki başka bir gemi tarafından kurtarılmaları olasılığı dışında, bu da gerçekten çok uzak bir ihtimaldi; çünkü böyle bir gemi olduğuna dair en ufak bir işaret bile görmemiştim. Bu manzara karşısında nasıl özlem dolu, acı verici bir istek duyduğumu anlatmaya yetecek kadar güçlü bir kelime bulabileceğimi sanmıyorum; yalnız bu istek bazen şöyle dile geliyordu: "Ah, şu gemiden bir iki kişi, yok hayır, yalnız bir kişi bile olsun, kurtul-saydı da yanıma gelip benimle konuşacak, sohbet edecek tek bir arkadaşım olsaydı!" Yapayalnız yaşadığım süre boyunca etrafımda bir insan olmasını hiç bu kadar gönülden, bu kadar kuvvetli istememiş; bu yoksunluğumdan ötürü hiç bu kadar derinden üzül-memiştim. Đnsan duygularında gözle görülebilen ya da görünmese de hayal gücüyle akılda canlandırılan, bir hedefe doğru akan gizli ırmaklar vardır; içindeki bu hareket insan ruhunu, öyle tezcanlı, çılgınca bir istekle hedef alman o nesneyi kucaklamaya iter ki, bu nesnenin yokluğu dayanılmaz bir acı olur. Hiç olmazsa bir kişinin kurtulmuş olması dileği de böyle bir şeydi! "Ah, keşke bir kişi olsun kurtulsaydı!" Öyle sanıyorum ki, bu "Ah, keşke bir kişi olsun kurtulsaydı!" sözünü bin kez tekrarladım; bu sözleri söylerken öyle heyecanlanıyordum ki, ellerim birbirine kenetleniyor, parmaklarım avuçlarımı öyle bir sıkıyordu ki, elimde yumuşak bir şey olsa ister istemez ezilirdi; dişlerimi o kadar sıkıyordum ki, birbirlerine kenetleniyorlar, bir süre açılmıyorlardı. Bütün bunları, nedenlerini ve nasıl meydana geldiklerini açıklamayı bilim adamlarına bırakalım. Benim onlara tek söyleyebileceğim, neden ileri geldiğini bilmemekle birlikte karşılaştığımda bana bile çok şaşırtıcı gelen bu olguyu tarif etmektir. Hiç kuşkusuz, bunlar bir Hıristiyan kardeşimle konuşmanın beni rahatlatacağını düşündüğümden, aklımda iyice yer etmiş güçlü fikirlerin, ateşli dileklerin bir sonucuydu. Ama böyle olmayacakmış! Ya onların alınyazısı, ya benimki, ya da her ikisi de bu işe engel olmuştu; çünkü bu adadaki hayatımın son yılına kadar o gemiden kurtulan birisi olup olmadığını asla öğrenemedim. Yalnız, birkaç gün sonra geminin kazaya uğradığı yerin yakınlarında boğulmuş bir çocuk cesedinin kıyıya vurduğunu gördüm ve büyük bir üzüntüye kapıldım. Üzerinde bir gemici yeleği, diz boyunda bez bir pantolonla, mavi bir gömlekten başka hiçbir şey; hangi ulustan olduğunu anlamama yardım edecek en ufak bir ipucu yoktu. Cebinde de iki sekizlikle bir pipodan başka bir şey bulamadım. Đkincisi benim için paradan on kat daha değerliydi. Hava şimdi yatışmıştı; gemide işime yarayacak bir şeyler bulabileceğime hiç kuşkum olmadığı için sandalımla enkaza gitmeyi çok istiyordum. Ama beni oraya gitmeye daha çok zorlayan şey, gemide sağ kalmış birinin olabileceğiydi; böylece sadece onun hayatını kurtarmakla kalmam, kendi hayatım için de son derece güzel bir avuntu bulabilirdim. Bu dü- şünce yüreğimde öyle bir yer etmişti ki, sandalımla o gemiye gitmezsem ne gece ne de gündüz rahat edemeyecektim; gerisini Tan-n'ya havale edebilirdim. Zihnimdeki bu fikir karşı koyulamayacak kadar güçlü olduğundan görünmez bir güçten geldiğini, gitmezsem kendi kendime karşı görevimi yerine getirmemiş olacağımı düşünüyordum. Bu fikrin etkisi altında aceleyle şatoma döndüm, yolculuğum için gerekli olan her şeyi hazırladım; biraz ekmek, büyük bir testi içme suyu, yönümü bulmamı sağlayacak bir pusula, bir şişe rom (çünkü daha epeyce vardı), bir sepet kuru üzüm aldım. Böylece, bu eşyaları sırtlanarak sandalımın yanına gidip içindeki suyu boşalttım, sandalı suya indirdim ve bütün eşyalarımı yükledim, sonra bir şeyler daha almak için eve döndüm. Đkinci yüküm büyük bir çuval pirinç, gölge yapsın diye başımın üzerine açacağım şemsiye, bir testi daha içme suyu, iki düzine kadar küçük somun ve arpa çöreği, bir şişe keçi sütüyle bir parça da peynirden oluşuyordu; bütün bunları kayığıma taşırken çok yoruldum, çok ter döktüm. Yolum açık olsun diye Tann'ya dua ettikten sonra karadan ayrıldım; kıyı boyunca kürek çeke çeke en sonunda adanın o yanının, yani kuzeydoğusunun en uç noktasına geldim. Artık okyanusa açılmam; daha doğrusu bu tehlikeyi göze alıp almayacağıma karar vermem gerekiyordu. Belli bir uzaklıkta, adanın her iki yanında da sürekli akan güçlü akıntılara baktım; daha önce içinde bulunduğum tehlikeyi hatırlayınca bu bana I çok korkunç göründü ve canım sıkılmaya başladı; çünkü bu akıntılardan birine kapılır-sam denizin açıklarına sürükleneceğimi, belki adayı yine gözden kaybedeceğimi ya da bir daha geri dönemeyeceğimi; ayrıca sandalım da küçük olduğundan en ufak bir rüzgâr çıktığı takdirde kaçınılmaz olarak yok olup gideceğimi biliyordum. Bu düşünceler beni öyle bir bunalttı ki, yavaş yavaş bu girişimden vazgeçmeye başladım; kayığımı kıyıdaki küçük bir koya çekerek karaya çıktım ve küçük bir tümseğin üzerine oturarak kara kara düşünmeye koyuldum. Bu yolculuğu yapıp yapmama konusunda korkularımla arzularım arasında kalmıştım. Bu düşünceler içinde denizin değiştiğini, suların yükseldiğini fark edememişim; bu durumda daha birkaç saat denize açılmam mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine, hemen aklıma, bulabileceğim en yüksek tepeye çıkmak, başarabilirsem gelgitin ve akıntıların durumunu, sular yükseldiğinde nerede olduklarını incelemek geldi; böylece

Page 73: Robinson Crusoe

giderken bir akıntıya kapılsam bile gelirken akıntıların hızına ayak uydurarak hangi yolu kullanmam gerektiğine karar verebilirdim. Bu fikir aklıma gelir gelmez, denizin her iki yanım da yeterince gören küçük bir tepe ilişti gözüme; oradan akıntıları, gelgitin düzenini ve dönüşte hangi yolu kullanmam gerektiğini açık ve net bir şekilde görebilirdim. Bu tepeden, akıntının sular çekildiğinde güneydeki kıyının yakınından, sular yükseldiğinde ise kuzeydeki kıyının yakınından geçti- ğini gördüm; bu durumda, dönüşte adanın kuzey kıyısından gitmek zorundaydım ve bunu da çok dikkatli yapmalıydım. Bu gözlemden cesaret bularak ertesi sabah ilk akıntıyla denize açılmaya, geceyi de kayıkta, daha önce bahsettiğim büyük paltonun altında geçirmeye karar verdim; yola çıktım. Đlk önce biraz denize açıldım, doğuya doğru giden akıntının etkisini hissedene kadar doğruca kuzeye gittim; bu akıntı beni hızla götürüyordu, ama önceden güneydeki akıntının yaptığı gibi sürüklemiyordu. Akıntı kayığın idaresini elimden almıştı, ama küreğimi güçlü bir dümen gibi kullanıp kayığı yönlendirebiliyordum. Bu şekilde hızla enkaza doğru gittim ve iki saat geçmeden oraya vardım. Đçler acısı bir manzaraydı. Duruma bakılırsa bir Đspanyol yapımı olan gemi karaya oturmuş, iki kayanın arasında sıkışıp kalmıştı. Bütün kıç tarafı ve omuzluklar dalgalar yüzünden parçalanmış; kayaların arasına sıkışmış olan başkasarası bu kayalara büyük bir şiddetle çarptığı için hem ana direği hem de pruva direği* güverteden kırılmış, yani kökünden çıkmıştı; ama cıvadrası" sağlamdı ve baş tarafıyla burnu da dağılmamış gibi görünüyordu. Gemiye yaklaştığımda güvertede bir köpek belirdi, yaklaştığımı görünce acı acı havlayıp bağırdı; ben çağırır çağır- * Bir geminin en baştaki düşey direği; başlangıçta bu ad ikinci direk için kullanılmıştır. *• Yelkenli gemilerde, geminin baş bodoslamasının hemen üstünden dışarıya doğru biraz kalkık olarak uzatılan direk. maz da denize atlayıp kayığın yanma geldi. Onu tutup kayığın içine aldım; açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. Bir parça ekmeği, karda on beş gün aç kalmış bir kurt gibi hızla yedi. Sonra da zavallı yaratığa biraz temiz su verdim; bıraksaydım çatlayıncaya kadar içecekti. Bundan sonra gemiye çıktım; ama ilk gördüğüm şey, geminin baş tarafındaki mutfakta birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış halde boğulmuş iki adamdı. Gemi kayaya çarptığı zaman fırtına olduğu için suların gemiye ardı arkası kesilmeden dolduğu -bu gerçekten mümkündü- ve adamların tıpkı suyun altm-daymış gibi, dalgaların sürekli üstlerine gelmesine dayanamayıp boğuldukları sonucuna vardım. Gemide köpekten başka canlı kalmamıştı; görebildiğim eşyaların hepsi de sudan bozulmuştu. Ambarın dibinde, şarap mı konyak mı olduğunu anlayamadığım bazı içki fıçılan vardı; sular çekildiği için bunları görebiliyordum; ama çok büyük olduklarından taşımaya kalkamazdım. Gemicilere ait olduğunu düşündüğüm birkaç sandık gördüm; içlerinde ne olduğuna bakmadan bunlardan ikisini kayığa götürdüm. Geminin kıçı sağlam, ön kısmı da parçalanmamış olsaydı, güzel bir yolculuk yapabilirdim; çünkü bu iki sandığın içinde bulduğum şeylerden anladığıma göre gemide büyük bir servet vardı ve tuttukları yola bakılırsa da Amerika'nın güneyinden Buenos Aires ya da Rio de la Plata'dan yola çıkmış, Brezilya üzerinden, Havana'ya, Meksika Körfezi'ne ve belki de Đspanya'ya gidiyordu. Hiç şüphesiz, büyük bir hazine taşıyordu; ama bu hazine artık hiç kimsenin işine yaramazdı; gemideki öbür insanlara ne olduğunu o zaman da öğrenemedim. Bu sandıkların yanı sıra içkiyle dolu, aşağı yukarı yirmi galonluk küçük bir fıçı da buldum ve bunu epey zorlanarak sandalıma indirdim. Bir kamarada birkaç piyade tüfeği ve içinde yaklaşık iki kilo barut bulunan büyük bir barutluk vardı. Tüfeklere ihtiyacım yoktu, dolayısıyla onları bıraktım, ama barutluğu aldım. Çok fazla ihtiyaç duyduğum bir ateş kü-reğiyle maşalar, ayrıca iki küçük pirinç çaydanlık, çikolata yapmak için bakır bir kap ve bir de ızgara aldım. Sular yükselmeye başladığından bu eşyalarla ve' köpekle tekrar eve doğru yola çıktım; aynı gece saat bir sularında, yorgun argın bir halde adaya vardım. O gece kayıkta yattım ve sabahleyin gemiden aldıklarımı şatoma değil, yeni mağarama götürmeye karar verdim. Gücümü tekrar topladıktan sonra bütün eşyalarımı karaya çıkarıp teker teker incelemeye başladım. Bulduğum içki fıçısından bir tür rom çıktı; ama Bre-zilya'dakilere benzemiyordu; kısacası hiç de iyi değildi. Ama sandıkları açtığımda bana büyük faydası dokunacak birkaç şey buldum. Örneğin sandıkların birinde güzel bir şişe kasası buldum; şişeler çok değişikti ve içleri çok güzel meyve sularıyla doluydu; her biri aşağı yukarı bir buçuk litre alan bu şişelerin kapaklan gümüştendi. Đki kavanoz tatlı ya da reçel buldum, bunlann ağızlan öyle iyi kapanmıştı ki, içlerine hiç tuzlu su girmemişti; aynı tatlılardan iki kavanoz daha buldum, ama bunlar su almış, bozulmuştu. Đyi kaliteli birkaç gömlek buldum; bu beni çok sevindirdi; ayrıca on beş yirmi tane beyaz keten mendille renkli bo-yunbağlan da buldum. Sıcak bir günde yüzümü silip rahatlayabileceğim için mendillere de çok sevindim. Bunların yanı sıra sandığın dibine geldiğimde, hepsi toplam bin yüzü bulan sekizliklerle dolu üç büyük torba;

Page 74: Robinson Crusoe

torbalardan birinde bir kâğıda sarılmış altı Đspanyol altım ile bir miktar küçük külçe altınlar buldum. Öyle sanıyorum ki, bunların ağırlığı toplam yarım kilo ediyordu. Bulduğum diğer sandıkta da bazı elbiseler vardı, ama pek değerli şeyler değillerdi; görünüşe bakılırsa bu sandık topçu subayının yaverine ait olmalıydı. Đçinde barut yoktu; ama üç küçük şişe içinde, zannedersem gerektiğinde av tüfeklerini doldurmak için saklanmış, ince parlak baruttan bir kilo kadar vardı. Genel olarak bu yolculuktan işime yarayabilecek çok az şey çıkmıştı; paraya gelince, onu kullanabileceğim bir yer yoktu; ayağımın altındaki çamurdan farksızdı; çok ihtiyacım olan ama ayaklarımın yıllardır görmediği üç dört çift Đngiliz çorabıyla ayakkabısına, bu paranın hepsini değişirdim. Aslında şimdi, boğulan iki adamın ayaklarından çıkarıp aldığım iki çift ayakkabım vardı; ayrıca sandıklardan birinde iki çift daha bulmuştum ve bu beni çok sevindirmişti; ama bunlar gerek kullanışlılık gerekse rahatlık bakımından, bizim Đngiliz ayakkabılarına hiç benzemeyen, daha çok iskarpin gibi şeylerdi. Bu ikinci denizcinin sandığında aşağı yukarı elli adet sekizlik buldum; ama altın falan yoktu. Anlaşılan bu, diğer sandığın sahibinden daha yoksul bir adamındı; başka bir subaya ait olmalıydı. Her neyse, bu parayı da alarak önceden kendi gemimden getirdiklerim gibi mağarama sakladım. Ama ne yazık ki, dediğim gibi, geminin öbür kısmına gidememiştim; oraya gi-rebilseydim, kanomu birkaç kez parayla doldurup getireceğime emindim; bir gün buradan kurtulup Đngiltere'ye kaçacak olsam bile geri dönüp alıncaya kadar bu paralar mağaramda güvenle durabilirdi. Bütün eşyalarımı karaya çıkarıp güvenceye aldıktan sonra kayığıma geri döndüm; kıyı boyunca kürek çekerek kayığı eski limanına geri götürdüm, sonra da elimden geldiğince çabuk eve döndüm. Her şeyi bıraktığım gibi yerli yerinde buldum. Böylece kendimi dinlenmeye, eskisi gibi yaşamaya ve ev işlerini yürütmeye verdim; bir süre rahat rahat yaşadım, yalnız eskisinden daha tetikte duruyor, sık sık çevreyi kolluyor ve adanın içlerine pek fazla gitmiyordum. Serbestçe dışarı çıkacak olursam da adanm, vahşilerin hiç gelmediğine epeyce inandığım doğu yanına gidiyordum; adanın bu yanına giderken, o kadar çok tedbir almama ve öteki taraflara gittiğimde yanımdan hiç eksik etmediğim bir sürü cephane ve silahı taşımama gerek olmuyordu. Bu şekilde yaklaşık iki yıl daha yaşadım; ama sefil olmak için doğduğumu bana her za- man hatırlatan şu talihsiz başım, bu iki yıl boyunca, bu adadan nasıl kaçıp kurtulabileceğimle ilgili projelerle, taşanlarla doluydu; zaman zaman, mantığım o gemide kendimi tehlikeye atmama değecek hiçbir şey kalmadığını söylese de enkaza bir yolculuk daha yapmayı istiyordum; bir şu yana açılıyordum, bir bu yana; şuna kesinlikle inanıyorum ki, Sa-le'den kaçarken kullandığım kayığım olsaydı, nereye gidersem gideyim diyerek hiçbir hedef belirlemeden denize açılmayı bile göze alırdım. Bütün bu yaşadıklarımdan ötürü ben, bildiğim kadarıyla insanlığın çektiği acıların yarısının kaynağı olan salgın bir hastalığa yakalananlar için ders alınması gereken bir örnek oluşturuyordum; bu hastalık, insanın Tann ile Doğa'mn kendisine uygun gördüğü hayatla yetinmemesinden ileri geliyordu; çünkü benim bu sefil duruma düşmemin sebebi, ilk durumumu görmezden gelişim, babamın o güzel öğütlerini dinlemeyişim, bu öğütlere karşı gelişim -buna ilk günahım diyebilirim- ardından da aynı türden hatalar yapmam oldu; beni bir çiftçi olarak Brezilya'ya ne güzel yerleştirmiş olan Tann, arzula-nmı da biraz daha sınırlı tutsaydı ve ben de yavaş yavaş ilerlemekle yetins^ydim, bu zamana kadar, yani bu adada bulunduğum zaman içinde, Brezilya'nın ileri gelen çiftçilerinden biri olabilirdim; hatta inanıyorum ki, orada yaşadığım kısacık sürede katettiğim ilerlemeye ve kalsaydım erişebileceğim duruma bakılırsa, yüz bin Portekiz altınından oluşan bir servetim bile olabilirdi. Kurulu bir düzeni, sürekli gelişip büyümekte olan iyi bir çiftliği bırakıp zenci köle getirmek için yük sorumlusu olup Gine'ye gitmek benim ne haddimey-di? Evimizde oturup zamanla ve sabırla kazancımızı artırabilir, kendi kapımızın önünden, işi zenci köle getirmek olan kişilerden zenci köleler satın alabilirdik; bize biraz daha pahalıya mal olurdu, ama aradaki fiyat farkı hiçbir şekilde böyle büyük bir tehlikeyi göze almaya değmezdi. Ancak böyle şeyler çoğunlukla genç kafa-lann alınyazısı olduğundan ne kadar budalaca bir hareket olduğunu görmek de çoğunlukla yıllar geçtikten sonra ya da zamanla acı tecrübeler edinmekle mümkündür; benim için de işte böyle olmuştu. Yine de hatalar yapmak yaradılışımda öyle derinlere kök salmıştı ki, elimdekilerle yetinmeyi bilmiyor, sürekli buradan kaçmanın yollarını düşünüp duruyordum. Öykümün son kısmını anlatmam okuyuculann daha çok hoşuna gider; ama önce buradan kaçıp kurtulmak konusundaki aptalca planlanmdan ve nelere dayanarak hareket ettiğimden biraz bahsetmem yersiz kaçmaz, sanınm. Geminin enkazına yaptığım son yolculuktan sonra şatoma çekildiğim, firkateynimi yerine bırakarak her zamanki gibi sulann altına sakladığım, hayatımın da eski haline döndüğü düşünülebilir. Aslında eskisinden daha büyük bir servetim vardı, ama hiç de zengin sayılmazdım; çünkü Peru'daki yerliler gibi, Đspanyollar gelmeden önce benim de servetimi kullanacak yerim yoktu. Bu yalnızlık adasına ayak basışımın yirmi dördüncü yılı, mart ayında, yağmurlu gecelerden biriydi. Yatağımda ya da hamağımda yatıyordum; uyanıktım ve sağlığım da çok iyiydi, ne bir ağrım sızım, bedensel bir rahatsızlığım ne de kafamda bir huzursuzluk vardı. Ama hiçbir şekilde gözüme uyku girmiyordu; hatta aşağıda anlatacağım gibi bütün gece gözümü kırpmadım.

Page 75: Robinson Crusoe

Bu gece boyunca beynimin ve belleğimin büyük geçitlerinde fini fırıl dönen bin bir türlü düşünceyi anlatmama ne gerek var, ne de imkân. Bu adaya gelene kadarki bütün hayatım özet olarak gözümün önünden geçti; ayrıca adaya gelişimden beri yaşadıklarımı da düşündüm. Bu adaya çıktığım günden beri geçirdiğim zamanı düşünürken ilk yıllanm-daki mutluluğumla, kumda bir ayak izi gördüğümden beri yaşadığım endişeleri, korkulan ve kaygılan karşılaştırdım. O ayak izini görene kadar geçen bütün bu süre içinde, vahşilerin adaya sık sık geldiklerine ve zaman zaman yüzlercesinin kıyıda bulunmuş olabileceğine inanmıyor değildim; ama ben o zamanlar bunu hiç bilmiyordum ve onlardan korkmama gerek yoktu. O zaman da içinde bulunduğum tehlike aynıydı, ama içim rahattı; bu tehlikeden haberim olmadığı için sanki hiç yokmuş gibi mutluydum. Bu durum aklıma birçok faydalı düşünceyi, özellikle de şunu getirdi: Ulu Tann'nın, insanlann bazı konulardaki bilgilerini böyle dar sınırlar içerisinde tutması ve onlara çok az şeyi göstermesi ne büyük bir iyiliktir; insan, bir görse ya da haberi olsa, aklını kaçıracağı ya da ruhunun acılar içinde kıvranacağı binlerce tehlike arasında rahatça dolaşır; ama bazı şeyler onun gözlerinden gizlendiği, etrafını kuşatan tehlikelere dair hiçbir şey bilmediği için huzurlu ve sakin kalır. Bir süre bu düşüncelerle meşgul olduktan sonra, bu adada yıllardır ne ciddi bir tehlike içinde yaşamış olduğumu kara kara düşünmeye başladım; yıllarca ne büyük bir güvenle, sakin sakin dolaşıp durmuştum; bütün bu süre içinde başıma gelebilecek en kötü sonla, yani yamyam vahşilerin eline düşmekle aramda sadece bir tepenin sırtı, büyük bir ağaç ya da gecenin yaklaşmasıyla çöken karanlık varmış; oysa ben bir keçi ya da kaplumbağayı yakalarken ne düşünüyorsam, onlar da aynısını düşünecek, ben bir güvercin ya da çulluğu öldürüp yemeyi nasıl günah saymıyorsam, onlar da beni öldürüp yemeyi günah saymayacaklarmış. Hiç bilmediğim bütün bu şeylerden beni kurtardığı için Büyük Koruyucuma, O'nun eşsiz gücüne karşı yürekten şükran duymadığımı söylersem kendime haksızlık etmiş olurum; O beni koruyup kollamasaydı, şimdiye kadar çoktan acımasız vahşilerin eline düşmüştüm. Bu düşünceler gelip geçtikten sonra, zihnimi bir süreliğine, bu sefil yaratıklann -vahşilerin demek istiyorum- yaradılışlarını düşünmekle oyaladım; her şeyin Bilge Yöneticisi, kendi yarattıklannm böyle insanlıkdışı davranışlarda bulunmasına, hatta kendi türdeşlerini yiyecek ölçüde, hayvanlardan bile aşağı bir duruma düşmesine nasıl oluyordu da izin veriyordu? Ama bu merak (o zaman için verimsiz) birtakım düşüncelere yol açınca aklıma bu alçakların dünyanın neresinde yaşadığını, geldikleri kıyıların ne kadar uzakta olduğunu, evlerinden bu kadar uzaklara gelmeyi ne için göze aldıklarını, kayıklarının nasıl bir şey olduğunu araştırmak geldi; onlar buraya gelebiliyorlarsa neden ben de her şeyimi hazırlayıp oraya gidemeyeyim, diye düşündüm. Oraya gittiğimde ne yapacağımı, ellerine düşersem başıma neler geleceğini ya da bana saldınrlarsa nasıl kaçıp kurtulacağımı düşünmeye hiç kafa yormadım; o kıyılara nasıl ulaşacağımı, diyelim bana saldırmadılar ya da ellerine düşmedim, o zaman nereden yiyecek bulacağımı ya da oraya varmak için hangi yolu tutmam gerektiğini bile hiç düşünmedim. Bunların hiçbiri aklımın köşesinden bile geçmiyordu; tek düşündüğüm kayığımla o kara parçasına geçebilmekti. Şimdiki durumumu düşebileceğim en sefil durum olarak görüyordum; kendimi nereye atarsam atayım, bundan daha kötüsü ancak ölüm olurdu; ama o kara parçasına ulaşabilirsem, belki kurtulur ya da Afrika sahillerinde yaptığım gibi kıyı boyunca kayığımla ilerler, insanların yaşadığı bir yere varabilir; belki de beni alacak bir Hıristiyan gemisine rastlayabilirdim. Bu kadar kötü bir hayattan sonra başıma gelebilecek en kötü şey ancak ölüm olurdu; bu da çektiğim bütün acılara bir an önce son vermek anlamına gelirdi. Sizden tek dileğim, bütün bunların huzursuz bir kafa ile sabırsız bir yüreğin ürünü olduğunu; uzun zamandır sürmekte olan endişelerin verdiği umutsuzlukla geminin enkazına çıktığımda uğradığım hayal kırıklığını göz önünde bulundurmanız-dır; oysa gemiye çıkmadan önce çoktandır bütün yüreğimle özlediğim şeyi, yani benimle konuşacak, bana bulunduğum yerle, buradan kurtulmanın yollarıyla ilgili bilgi verebilecek birilerini bulmaya ne kadar da yaklaşmıştım. Demek istiyorum ki, bütün bu düşünceler yüzünden sinirlerim büsbütün altüst olmuştu. Anlaşılan, Tann'ya boyun eğmekle, O'nun buyruklarını beklemekle edinmiş olduğum bütün huzurum kaçıp gitmişti; üzerime büyük bir güçle gelen, içimde karşı konulamaz derecede ateşli bir istek uyandıran o kara parçasına bir yolculuk yapmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Bu düşünceler iki saat ya da daha uzun bir süre kafamda öyle bir şiddetle çalkalandı durdu ki, kanım büyük bir heyecanla akmaya, nabzım da sırf bu fikrin olağanüstü coşkusuyla sıtmaya tutulmuş gibi delicesine atmaya başladı; en sonunda sanki bu düşüncenin kendisi beni yorgun düşürmüş, tüketmiş gibi deliksiz bir uykuya daldım. Rüyamda bunu gördüğüm düşünülebilir; ama ne bunu gördüm ne de bununla ilgili herhangi bir şey; bambaşka bir rüyaydı. Her zamanki gibi sabahleyin şatomdan çıkıyor, kıyıda iki kanoyla karaya yaklaşan on bir vahşi görüyorum; yanlarında öldürüp yemek için başka bir vahşi getiriyorlardı; birdenbire bu vahşi kayıktan atlayıp karaya çıkıyor ve canını kurtarmak için koşmaya başlıyor. Saklanmak için duvarımın önündeki küçük, sık koruluğa geldiğini görüyorum; onu tek başına gördüğümden ve diğerleri de arkasından kovalamadığından karşısına çıkıp ona kendimi gösteriyorum, gülümseyerek onu yüreklendiriyorum; önümde diz

Page 76: Robinson Crusoe

çöküp ona yardım etmem için bana yalvarıyor; bunun üzerine merdivenimi gösterip içeri girmesini sağlıyorum, mağarama götürüyorum, benim uşağım oluyor; bu adamı alır almaz, kendi kendime, "Đşte şimdi o kara parçasına gitmeyi kesinlikle göze alabilirim; çünkü bu adam bana kılavuzluk yapar, ne yapmam, yiyecek bulmak için nerelere gitmem gerektiğini, vahşilere yem olma korkusu duymadan nerelere gidebileceğimi, nerelerden kaçınmam gerektiğini söyler," diyorum. Tam bu sırada uyandım, rüyamda-ki kaçma umutlarımdan dolayı kelimelerle anlatılamayacak, öyle büyük bir sevinç duymuştum ki, hâlâ bunun etkisi altındaydım ve kendime gelip bunun bir rüyadan başka bir şey olmadığını anladığımda duyduğum hayal kırıklığı en az rüyamda duyduğum sevinç kadar büyük oldu ve beni çok üzdü. Bunun üzerine yine de şu sonuca vardım: Buradan kaçıp kurtulabilmemin tek yolu, parçalanıp yenme cezasına çarptırılan ve öldürülmek üzere buraya getirilen vahşilerden birini, başarabilirsem, ele geçirmekten geçiyordu. Ama bunun da beraberinde getirdiği bazı zorluklar vardı; bir sürü vahşiye saldırıp hepsini öldürmeden bunu gerçekleştiremez- dim; bu sadece çılgınca, sonuçsuz kalabilecek bir girişim olmakla kalmıyor, aynı zamanda böyle bir şey yapmanın vicdanen doğru olup olmadığı konusunda tereddüte düşüyor, söz konusu olan kendi kurtuluşum olsa bile o kadar çok kan dökme düşüncesine gönlüm yanaşmıyordu. Böyle bir davranışın yanlışlığını savunan düşüncelerimden daha önce söz ettiğim için şimdi bunları tekrar anlatmama gerek yok. Gerçi, şimdi bu adamların canıma kastedebilecek düşmanlar olduğunu, ellerinden gelse beni öldürüp yiyeceklerini; dolayısıyla bunun aslında kendi canımı kurtarmak amacıyla yapılan bir nefsi müdafaa sayılacağını; gerçekten bana saldıra-caklarmış gibi kendimi savunmak yolunda hareket ettiğimi ileri sürmek için nedenlerim vardı; ama bütün bunlar bir yana, yine de kendi kurtuluşum için başka insanların kanını dökme fikri tüylerimi ürpertiyordu, dolayısıyla uzun bir süre, hiçbir şekilde kendimi bu fikre alıştıramadım. Bununla birlikte, en sonunda, kendi kendime yaptığım birçok tartışmadan, bu konudaki olumlu ve olumsuz bütün düşüncelerin uzun bir süre kafamın içinde mücadele vermesinden dolayı yaşadığım büyük tereddütlerden sonra geçip gitmek bilmeyen kurtulma arzusu hepsinden baskın çıktı ve ne pahasına olursa olsun, başarabilirsem, bu vahşilerden birini elime geçirmeye karar verdim. Bir sonraki işim bunu nasıl yapacağımı düşünmekti; bu gerçekten de karar vermesi çok zor bir işti. Ama hangi yolu seçeceğimi bulama- yınca kıyıya gelişlerini görmek için sürekli gözetlemede kalmaya, herhangi bir fırsat çıkarsa diye gerekli önlemleri alarak gerisini olayların akışına bırakmaya karar verdim. Aldığım bu kararla, elimden geldiğince sık sık gözcülük yapmaya başladım; aslına bakılırsa bu işi o kadar sık yapıyordum ki, en sonunda gözcülükten sıkıldım; çünkü bir buçuk yıldan fazla bir süredir bekliyor -bu zamanın büyük bir çoğunluğunu adanın batı ve güneybatı kıyılarında geçirmiştim- neredeyse her gün gidip kanoların gelip gelmediğine bakıyordum; ama tek bir kayık bile görmemiştim. Bu durum çok yıldırıcıydı ve artık çok canım sıkılmaya başlamıştı; ama öncekinin aksine bu sefer isteğimin geçip gittiğini söyleyemem. Tam tersine, geciktikçe bu işe karşı hevesim daha da artıyordu. Kısacası, onlarla karşılaşmayı çok istediğim için artık bu vahşileri görmekten ya da onların beni görmesinden o kadar korkmuyordum. Bunun yanı sıra, bu vahşilerden birini, yok hatta iki ya da üç tanesini ele geçirebilir-sem onlan kölem haline getirebileceğimi, ne istersem yaptırabileceğimi, bana hiçbir zaman zarar vermeyecek duruma getirebileceğimi hayal ediyordum. Bu işle uzun süredir oyalanıyordum; ama ne gelen vardı, ne giden. Bütün hayallerim, taşanlarım suya düşmüştü; çünkü uzun bir süredir adaya hiç vahşi gelmiyordu. Bu düşüncelerle bir buçuk yıl kadar oyalanıp uzun uzun düşündükten sonra bunları gerçekleştirebileceğim hiçbir fırsat çıkmadı- ğından hepsinin boşa gittiğine karar vermiştim. Ama bir sabah erkenden adanın benim yaşadığım kıyısında en az beş kano görünce çok şaşırdım; içindekiler inip gözden kaybolmuşlardı. Bunların sayısı, aldığım bütün önlemleri altüst etti; daha önce daima dört beş kişi ya da bazen biraz daha kalabalık geldiklerini bildiğim için şimdi bu kadarıyla nasıl başa çıkacağımı, tek başıma yirmi otuz kişiye nasıl saldırabileceğimi bilmiyordum; bu yüzden şatomdan dışarı çıkmadım, kafam allak bullak olmuş, sıkıntı içinde bekledim. Bununla birlikte, daha önceden hazırladığım saldın durumuna geçtim; bir fırsat çıkarsa harekete geçmeye hazırdım. Herhangi bir ses çıkarırlarsa duyayım diye kulak kesilerek uzun bir süre bekledikten sonra sabnm tükendi; tüfeklerimi merdivenin ayağına dayadım, her zamanki gibi iki seferde tepeye çıktım; bununla birlikte beni göremesinler diye tepenin üzerinde başım gözükmeyecek bir şekilde durdum. Buradan dürbünümün yardımıyla, sayılannın otuzdan az olmadığını, bir ateş yakmış, yemek pişirmiş olduklarını gördüm; ama ne pişirmişler, nasıl pişirmişlerdi bilmiyordum; hepsi de ateşin etrafında, kendi tarzlannda, bir sürü barbarca el kol hareketi ve figürle dans ediyordu. Bu şekilde dürbünümle onlara bakarken, iki zavallı yaratığın anlaşılan daha önce bıra-kıldıklan kayıklardan, boğazlanmak üzere sürüklenerek çıkanldıklannı gördüm. Bu yaratıklardan biri hemen yere yığıldı; sanınm ona bir sopa ya da ağaçtan bir kılıçla vur- .

Page 77: Robinson Crusoe

muşlardı; öldürme yollan bu olsa gerekti. Đki üç kişi hemen bu yere düşeni kesmek, pişirmeye hazırlamak için işe koyuldu; diğer kurban da orada öylece durmuş, sırasını bekliyordu. Tam o anda bu zavallı yaratık kendisini biraz serbest görmüş, canını kurtarabileceğini ummuş olmalı ki, yerinden fırladığı gibi onlardan uzaklaştı; kumların üzerinde inanılmaz bir hızla, bana doğru koşmaya başladı; evimin bulunduğu tarafa doğru demek istiyorum. Benim bulunduğum tarafa doğru koştuğunu gördüğümde, özellikle de hepsinin birden onun peşine takıldığını sandığımda itiraf etmeliyim ki, gerçekten çok korktum. Şimdi rüyamın öbür kısmının gerçekleşmesini, gerçekten de koruluğuma sığınmasını bekliyordum; ama rüyamın gerisinin gerçekleşeceğine; diğer vahşilerin onu buraya kadar kovalamayacaklarına ve bulamayacaklarına hiçbir şekilde güvenemezdim. Bununla birlikte, yerimden kıpırdamadım ve onu takip eden vahşilerin üç kişiden fazla olmadığım görünce kendimi toplamaya başladım; kurbanın, çok hızlı koştuğu için aralarından sıyrıldığını, onları bir hayli geride bıraktığını; dolayısıyla yarım saat daha dayanabilirse rahatça ellerinden kurtulabileceğini görünce daha da yüreklendim. Onlarla şatom arasında, öykümün ilk kısmında gemiden getirdiğim eşyaları karaya çıkardığım zaman sık sık bahsettiğim bir koy vardı; zavallı vahşinin yüzerek bu koyu geçmek zorunda olduğu, yoksa orada yakalana- ORHAN KEMAL 3oo »L HALK KÜTÜPHANESĐ cağı apaçık ortadaydı. Nitekim kaçak vahşi oraya geldiğinde, sular yüksek olmasına rağmen hiç duraksamadan suya atladı ve aşağı yukarı otuz kulaçta suyun öbür tarafına çıktı ve yine büyük bir hız ve azimle koşmaya devam etti. Peşine takılan üç kişi koya geldiğinde ikisinin yüzebildiğim, ama üçüncünün suyun kenannda durup yüzenlere baktığını gördüm; oradan daha ileri gidemeyip kısa bir süre sonra da yavaş yavaş geri döndü; bu kendisi için de çok hayırlı oldu. Kovalayan iki kişinin koyu geçerken kaçan adamdan iki kat daha fazla zaman har-cadıklannı gördüm. Şimdi bir uşak, belki de bir arkadaş ya da yardımcı edinmenin tam zamanı olduğu, Tann'nın beni bu zavallı yaratığın hayatını kurtarmaya çağırdığı düşüncesi bütün sıcaklığıyla ve gerçekten de karşı konulamaz bir şekilde içime doğdu. Hemen, bütün hızımla merdivenden aşağı inerek daha önce merdivenin dibine dayamış olduğumu söylediğim iki tüfeğimi kaptığım gibi, yine aynı hızla tepeye çıktım. Çok kestirme bir yoldan tepeden aşağı, denize doğru indim, kaçanla kovalayanlar arasına giriverdim, buyandan da kaçana sesleniyordum; arkasını dönüp baktı ve ilk başta belki de benden, en azından kendisini kovalayanlardan korktuğu kadar korktu; ama elimle ona geri gelmesini işaret ettim. Bu arada da yavaş yavaş kovalayanlara doğru ilerledim; sonra da birden önde olana saldırarak tüfeğimin dipçiğiyle vurduğum gibi yere serdim. Ötekiler duymasın diye ateş etmek istemiyordum; ama zaten o kadar uzaktan ne tüfeğin sesini kolayca duyabilecekleri ne de dumanı görebilecekleri için neler olup bittiğini tahmin bile edemezlerdi. Ben bu öndeki adamı yere devirince, diğeri sanki korkmuş gibi durdu. Çabucak ona doğru ilerledim, ama yaklaştığımda elinde bir okla yay olduğunu, beni vurmaya hazırlandığını gördüm; bu yüzden ilk önce ben ona ateş etmek zorunda kaldım; ilk atışta da öldürdüm. Zavallı kaçak vahşi, her iki düşmanının da yere düşüp öldüğünü -ikisinin de öldüğünü sanıyordu- görmesine rağmen durdu; yine de tüfeğimin çıkardığı sesten ve ateşten öyle ürkmüştü ki, olduğu yerde donakaldı; ne geri kaçabiliyor, ne de ileri gelebiliyordu; ama yaklaşmaktan çok kaçma eğiliminde gibi görünüyordu. Ona tekrar seslendim ve gelmesi için bazı el kol işaretleri yaptım; kolaylıkla anladı, bana doğru biraz ilerleyip yine durdu; sonra biraz daha ilerledi, gene durdu; esir alındığını, iki düşmanı gibi birazdan öldürüleceğini sanarak korkudan tir tir titrediğini o zaman anladım. Yanıma gelmesi için tekrar işaret ettim ve onu cesaretlendirebilmek için aklıma gelen her türlü el kol hareketini yaptım; yavaş yavaş yaklaştı, canını kurtardığım için duyduğu minnettarlığın bir göstergesi olarak on on iki adımda bir diz çöküyordu. Ona gülümsedim ve cana yakın bir şekilde baktım, daha da yaklaşmasını işaret ettim. En sonunda iyice yakınıma geldi ve sonra gene diz çökerek yeri öptü, başını yere uzattı, ayağımı alarak başının üzerine koydu. Anlaşılan bu hareket son- suza kadar kölem olacağına ant içtiğini gösteriyordu. Tutup yerden kaldırdım, onu okşadım ve yüreklendirmek için elimden geleni yaptım. Ama daha halledilmesi gereken işler vardı; çünkü tüfeğimin sapıyla yere serdiğim vahşinin ölmediğini, bu darbeyle sadece sersemlemiş olduğunu, şimdiyse kendine gelmeye başladığını gördüm; ona işaret ederek vahşinin daha ölmediğini gösterdim. Bunun üzerine bana birtakım sözler söyledi; ne dediğini anlayamasam da bu sözler kulağıma çok hoş geldi; çünkü bu, yirmi beş yıldan fazla bir süredir, kendi sesim dışında duyduğum ilk insan sesiydi. Ama şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Yere serdiğim vahşi oturabilecek kadar kendini toplamıştı; benim vahşinin de korkmaya başladığını1 gördüm; bu durumda diğer tüfeğimi sanki onu vuracakmışım gibi adama doğrulttum. Bunun üzerine benim vahşi -şimdi ona böyle diyordum- kemerimin yanında asılı duran kınsız kılıcımı ödünç almak için bana işaret etti; ben de verdim. Kılıcı alır almaz düşmanına doğru koştu ve bir vuruşta, Almanya'daki en iyi cellatlara bile taş çıkartacak bir ustalıkla adamın başını kesi-verdi; kendi tahta kılıçlan hariç hayatında hiç kılıç görmediğine inanmak için yeterince sebebim olan bu adamın bu kadar iyi kılıç kullanabilmesi bana çok garip geldi. Bununla birlikte, daha sonradan tahta kılıçların bir vuruşta kafaları, kollan düşürebilecek kadar keskin, ağır yapıldığını, tahtasının da çok sert olduğunu öğrendim. Vahşi bu işi hallettikten sonra bir zafer işareti olarak gülümseyerek

Page 78: Robinson Crusoe

yanıma geldi ve anlamadığım bin bir türlü el kol hareketi yaparak kılıcı bana geri getirdi, öldürdüğü vahşinin kafasıyla beraber hemen önüme, yere bıraktı. Ama onu en çok şaşırtan şey, öbür yerliyi bu kadar uzaktan nasıl öldürdüğümdü; dolayısıyla bu vahşiyi işaret ederek benden onun yanına gitmek için izin istedi; elimden geldiğince, gidebileceğini anlatmaya çalıştım. Adamın yanına vardığında şaşırmış gibi durdu, bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek adamı inceledi, kurşunun açtığı yaraya baktı; anlaşılan kurşun göğsünde bir delik açmıştı, fazla kan akmamıştı, ama iç kanama olmalıydı, çünkü adam ölmüştü. Benim vahşi, adamın okunu ve yaylarını alarak geri geldi; böylelikle ben de oradan uzaklaşmak için döndüm; bunların arkasından başkalarının da gelebileceğini anlatmaya çalışarak beni takip etmesini işaret ettim. Bunun üzerine, arkadan gelen olursa ölüleri görmesinler diye onları kuma gömmesi gerektiğini anlattı işaretlerle; ben de bunu yapmasını söyledim. Đşe girişti ve elleriyle çabucak kumda ilkini gömmeye yetecek kadar büyük bir çukur açtı, adamı çeke çeke götürüp çukurun içine attı ve üstünü örttü; öteki adam için de aynı şeyi yaptı. Sanırım, ikisini de on beş dakika içinde gömdü. Sonra onu çağırarak şatoma değil de adanın daha uzak bir köşesindeki mağarama götürdüm; böylece gördüğüm rüyanın bu kısmının gerçekleşmesine, yani vahşinin gelip koruluğuma saklanmasına izin vermedim. Mağarada ona, yemesi için biraz ekmekle bir salkım kuru üzüm, içecek su verdim; koştuğu için buna çok ihtiyacı olduğunu anlamıştım; kendisini toparladıktan sonra ara sıra uyumak için kullandığım, üzerinde bir battaniye bulunan, pirinç sapından yaptığım yatağı göstererek yatıp uyumasını işaret ettim; zavallıcık uzanıp hemen uykuya daldı. Güzel, yakışıklı, boylu poslu, kolları bacakları güçlü, pek iri sayılmayacak, uzun boylu, düzgün vücutlu bir delikanlıydı ve tahminime göre aşağı yukarı yirmi altı yaşındaydı. Çok güzel bir yüzü vardı; ne sert ne hırçındı, ama yine de erkeksi bir yüzdü; bununla birlikte, özellikle de gülümsediğinde, yüzünü bir Avrupalı yüzünün tatlılığı, yumuşaklığı buruyordu. Saçları uzun ve siyahtı, koyun gibi kıvırcık değildi; alnı yüksek ve genişti ve gözlerinde de büyük bir canlılık, parıltılı bir keskinlik vardı. Derisinin rengi tam siyah değil, koyu esmerdi; ama Brezilyalılar, Virginialilar ya da diğer Amerika yerlileri gibi çirkin, kara san iğrenç bir renk değildi, daha çok parlak, koyu bir zeytin rengindeydi; anlatması pek kolay olmasa da bu renkte hoşa giden bir taraf vardı. Yüzü yuvarlak, dolgundu; burnu küçüktü, zencilerinki gibi yassı değildi; çok güzel bir ağzı, ince dudakları, fildişi gibi bembeyaz düzgün dişleri vardı. Uyumaktan çok, aşağı yukarı yarım saat uyukladıktan sonra kalkmış, yanıma gelmek için mağaradan çıkmıştı; ben o sırada yandaki ağılda keçileri sağıyordum. Beni görünce koşarak yanıma geldi, kendisini yine yere atarak duyduğu minneti, borçluluğu göstermek için aklına gelen bütün hareketleri yaptı, bir sürü abartılı işaretle bunu anlatmaya çalıştı. En sonunda, başını ayağımın dibine, yere uzatarak daha önce yaptığı gibi diğer ayağımı da başının üzerine koydu; yaşadığı sürece bana nasıl hizmet edeceğini anlatmak için akla gelebilecek bütün kulluk, kölelik, boyun eğme işaretlerini yaptı. Demek istediği birçok şeyi anladım ve ondan çok hoşnut olduğumu anlattım. Biraz zaman geçince onunla konuşmaya başladım, ona da benimle konuşmayı öğrettim; ilk olarak adının Cuma olacağını öğrettim; bu onun hayatını kurtardığım gündü. O günün anısı olsun diye ona bu adı vermiştim. Aynı şekilde ona Efendi demesini de öğrettim ve benim adımın bu olduğunu söyledim. Evet, hayır demesini ve bunların anlamım öğrettim. Ona toprak bir kap içinde biraz süt verdim, görsün diye onun önünde içip ekmeğimi süte bandırdım; aynısını yapsın diye ona da bir parça ekmek verdim; buna çabuk alıştı ve işaretlerle çok hoşuna gittiğini söyledi. Bütün geceyi onunla birlikte orada geçirdim; ama sabah olur olmaz benimle gelmesini işaret edip giyecek vereceğimi anlattım; buna çok sevinmiş gibi göründü, çünkü çırılçıplaktı. Đki adamı gömdüğü yerin yakınlarından geçerken onları tekrar bulabilmek için bıraktığı nişanlan gösterdi, ölüleri çıkarıp yiyebileceğimizi anlattı. Bunun üzerine çok öfkelenmiş gibi göründüm, bazı hareketlerle bundan tiksindiğimi anlatmaya çalıştım ve bu düşünce karşısında kusacakmış gibi yaptım; sonra da elimle onu yanıma çağırdım; büyük bir itaatkârlıkla hemen geldi. Düşmanlarının gidip gitmediğine bakması için onu tepeye çıkardım, ben de dürbünümü çıkarıp baktım; bulundukları yeri görebiliyordum; ama ne vahşilerden, ne de kanolarından eser kalmamıştı; geride kalan iki arkadaşlarını hiç aramadan çekip gittikleri apaçık ortadaydı. Ama bu keşifle yetinmedim; şimdi cesaretim dolayısıyla merakım da arttığından adamım Cuma'yı yanıma aldım; eline kılıcı, omzuna çok ustaca kullandığını gördüğüm oklarla yayı, taşısın diye tüfeklerimden birini verdim; kendim de iki tüfek aldım. Bütün bu hazırlıklardan sonra bu'yaratıkların gelmiş oldukları yere doğru yola koyulduk; çünkü şimdi onlarla ilgili daha çok şey öğrenmeyi kafama koymuştum. Kıyıya vardığımda gördüğüm manzaranın dehşeti karşısında da-marlanmdaki kan buz kesti, yüreğim daraldı. Gerçekten de en azından benim için korkunç bir manzaraydı, ama Cuma'nm aldırdığı yoktu. Ortalık insan kemikleriyle doluydu, yerler kana boyanmış, etrafa yan yenmiş, parçalanmış, ateşte kavrulmuş büyük büyük et parçalan saçılmıştı; kısacası düşmanlanna karşı kazandıklan zaferden sonra çektikleri kutlama ziyafetinin bütün izleri ortadaydı. Üç kafatası, beş el, üç dört bacakla ayak kemiği ve insan vücudunun başka bir sürü parçasını gördüm. Cuma, işaretlerle bana buraya kendilerine ziyafet çekmek için dört kişi getir-

Page 79: Robinson Crusoe

diklerini anlattı; üçü parçalanıp yenmişti; kendisini işaret ederek dördüncünün de kendisi olduğunu söyledi. Bu vahşilerle komşu kral arasında büyük bir savaş çıkmış, anlaşılan Cuma'nın da tabi olduğu bu kralın halkından bir sürü esir alınmış, bu esirler ziyafette yenmek üzere başka başka yerlere götürülmüşlerdi; tıpkı buraya gelen alçakların yaptığı gibi. Cuma'ya bütün bu kafataslannı, kemikleri, etler ve geriye ne kaldıysa hepsini bir araya toplayıp bir yığın haline getirmesini ve büyük bir ateş yakarak hepsini küle çevirmesini anlattım. Cuma'nın bu etlere ağzının sulandığını, yaradılışında hâlâ vahşilik bulunduğunu gördüm; ama yamyamlığa, hatta en ufak bir belirtisine karşı bile duyduğum büyük nefreti ona gösterdiğimden bu eğilimini açığa çıkarmaya cesaret edemiyordu; böyle bir şeye kalkışırsa, onu öldüreceğimi birtakım hareketlerle anlatmıştım. Cuma bu işi yapıp bitirdikten sonra şatomuza geri döndük, ben de adamım Cuma için işe giriştim; ilk olarak ona, batık gemide bulduğum, daha önce bahsettiğim yoksul topçunun sandığından çıkardığım bir keten donu verdim; biraz değişiklik yapınca üstüne tam oldu. Sonra ona keçi derisinden, yeteneklerimin elverdiği kadar güzel bir yelek yaptım; artık şöyle böyle iyi bir terzi olmuştum; tavşan derisinden yaptığım yeterince kullanışlı ve güzel bir şapkayı da ona verdim; böylelikle şimdilik giyimi fena olmamıştı; neredeyse efendisi kadar iyi giyindiğini görünce de bir hayli sevindi. Đlk başta bu şeyler içinde rahat edemediği doğru; don giymek ona çok tuhaf geliyordu, yeleğinin kol kısımları da omuzlarını ve koltuk altlarını yara yapmıştı; ama acıdığından yakındığı yerleri biraz bollaştınn-ca ve kendisi de alıştıktan sonra bu giysilere iyice ısındı. Birlikte eve gelişimizin ertesi günü onu nerede yatıracağımı düşünmeye başladım. Hem onun rahatlığı, hem de kendi başıma fazla iş açmamak için iki duvarımın arasındaki boş yere, iç duvarla dış duvarın arasına küçük bir çadır kurdum, Oradan mağarama açılan bir kapı ya da giriş vardı; bir kapı kasası ve tahtalardan da bir kapı yaparak aradaki geçide taktım; kapıyı içeriye doğru açılacak şekilde ayarladım. Geceleri bu kapıyı sürgülüyor, merdivenleri de içeri alıyordum; böylelikle Cuma, beni uyandıracak kadar gürültü çıkarmadan en içteki duvarımı geçip bana saldıramazdı; çünkü ilk duvarımın üstü artık tam bir çatı olmuştu; duvardan tepeye doğru uzattığım direkler çadırımın üstünü tamamen örtüyordu, ayrıca bu direklerin üzerine de lata yerine çaprazlamasına daha küçük direkler koymuş ve kamış gibi sağlam pirinç saplanyla epeyce kalın bir dam örtüsü yapmıştım. Merdivenle girip çıkmak için bırakılan delik ya da boşluğa da dışarıdan zorlanırsa hiç açılmayacak, aksine yere düşüp gürültü çıkaracak bir çeşit tuzak kapı yerleştirmiştim; silahlanma gelince, hepsini geceleyin yanıma alıyordum. Ama bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktu; çünkü hiç kimsenin Cuma'dan daha bağlı, daha sevgi dolu, daha samimi bir uşağı olmamıştır. Cuma, hiçbir şeye öfkelenmeden, surat asmadan, içten pazarlık yapmadan tam bir minnet duygusuyla hareket ediyordu, bir çocuğun babasına karşı olduğu gibi onun da bana karşı kusursuz bir bağlılığı vardı; ne zaman, ne için olursa olsun benim hayatımı kurtarmak adına kendini feda edeceğini bile söyleyebilirdim. Bana karşı birçok örnek davranış, bunun hiç kuşkusuz doğru olduğunu ortaya çıkardı ve kısa bir süre sonra kendi güvenliğim için ondan sakınmama hiç gerek olmadığına iyice inandım. Bu durum beni sık sık, Tanrı'nın, yarattıklarından ne kadar büyük bir çoğunluğunu, aslında ruhlarında bulunan yetenekleri ve güçleri iyi amaçlar için kullanmaktan bilerek ve isteyerek alıkoyduğunu hayretle düşünmeye itiyordu; oysa bize verdiği gücün aynısını, aynı aklı, aynı duygulan, aynı şefkat ve sorumluluk duygusunu, aynı tutkuları ve yanlışlara karşı koyma gücünü, aynı minnet, içtenlik, bağlılık duygularını, iyilik yapma ve iyilik bulma kabiliyetlerinin hepsini onlara da bağışlamıştı. Onlara bu duygulan açığa çıkarma fırsatı verdiğinde kendilerine bağışlanan bütün her şeyi aynı bizim gibi, hatta bizden daha fazla doğru yolda kullanmaya hazırlardı. Tannsal Ruh'un büyük ışığıyla ve anlayışımızı artıran Tann Sözü'nün bilgisiyle aydınlatılmış bu güçlere sahip olsak bile birkaç kere ortaya çıktığı üzere, bütün bunlan ne kadar da kötü kullandığımızı düşündü- ğümde zaman zaman büyük bir üzüntüye kapılıyor, Tann'nın böyle kurtancı bilgileri neden milyonlarca insandan esirgediğini, oysa şu zavallı vahşinin durumunda da gördüğüm gibi bu insanlann o bilgileri bizden çok daha iyi kullanabileceklerini düşünüyordum. Bundan dolayı zaman zaman çok aşın giderek Tann'nın egemenliğinin sınırlannı çiğniyor, o ışığı kimilerine gösteren, kimilerinden gizleyen; ama yine de ikisinden de aynı ödevleri yerine getirmesini bekleyen adaleti, çok başına buyruk bir yapıya sahip olmakla suçluyordum. Ama böyle düşünmeyi bırakarak şu sonuca vardım: Đlk olarak, bu yaratık-lann hangi amaç, hangi yasa doğrultusunda bu şekilde yaşamaya mahkûm edildiklerini bilmiyorduk; ama Tann, varlığı gereği kaçınılmaz olarak kutsal ve haklıdır; dolayısıyla bu yaratıklann Tann'yı tanımaktan yoksun bırakılmış olmalan, Kutsal Kitap'ta da belirtildiği üzere başlı başına bir yasa* olan, hangi temele dayandığı bize bildirilmemişse de insanın kendi bilinciyle doğruluğunu kavrayabildiği o ışığa karşı günah işlemelerini gerektirmez; ikincisi, hepimiz çömlekçinin elindeki çamura benzeriz;** hiçbir çömlek dönüp de O'na, "Beni neden böyle yoğurdun?" diyemez.

Page 80: Robinson Crusoe

Ama şimdi yeni arkadaşıma dönelim. Cuma'dan son derece hoşnuttum; faydalı, becerikli ve yardımcı olabilmesi için gerekli her şeyi ona öğretmeyi kendime iş edinmiştim; özellikle konuşmasını, ben konuştuğum za- • Romalılar, 2:14'ten alıntı. ** Isaiah, 45:49'tan alıntı. man anlamasını sağlamaya çalışıyordum. Gelmiş geçmiş bütün öğrencilerden daha çabuk kavrıyordu; üstelik öyle neşeli, öyle çalışkandı ve beni anlayabildiği ya da bana bir şey anlatabildiği zamanlar öyle seviniyordu ki, onunla konuşmak benim için büyük bir zevk haline gelmişti. Artık hayatım o kadar kolaylaşmıştı ki, kendi kendime, vahşilerin bir daha gelmeyeceğini bilsem, yaşadığım sürece bu adadan çıkamasam bile umurumda olmayacağını söylemeye başlamıştım. Şatoma döndükten iki üç gün sonra, Cu-ma'yı bu iğrenç beslenme alışkanlığından vazgeçirmek, yamyamlara özgü o damak zevkini unutturmak için ona başka etleri tattırmam gerektiğini düşündüm; bu yüzden bir sabah onu da yanıma alarak ormana gittim. Aslında niyetim kendi sürümden bir oğlak kesmek, eve getirip pişirmekti; ama yolda giderken bir gölgelikte, yanında iki yavrusuyla uzanmış yatan dişi bir keçi gördüğümde Cu-ma'yı tuttum. "Dur," dedim, "kıpırdama." Kıpırdamamasını anlatmak için birtakım işaretler yaptım. Hemen tüfeğimi doğrultarak keçi yavrularından birini vurup öldürdüm. Düşmanı olan o vahşiyi öldürüşümü aslında uzaktan görmüş, bunu nasıl yaptığımı ne anlamış, ne de tahmin edebilmiş olan zavallı Cuma şimdi de epeyce şaşırdı, titreyip sarsılmaya başladı; öyle korkmuş görünüyordu ki, düşüp bayılacak sandım. Vurduğum keçi yavrusunu görmemiş ya da onu öldürdüğümü anlamamıştı; ama kendisinin yaralanıp yaralanmadığını anlamak için yeleğini kaldı- np baktı; onu öldürmeye karar verdiğimi sanmıştı; bunu gelip önümde diz çökmesinden anladım, dizlerime sarılarak anlamadığım bir sürü şey söyledi; dediklerini anlamıyordum, ama onu öldürmemem için yalvardığını kolaylıkla görebiliyordum. Ona zarar vermeyeceğimi anlatmanın hemen bir yolunu buldum; elinden tutup kaldırdım, gülümsedim ve öldürdüğüm keçi yavrusunu göstererek gidip onu getirmesini işaret ettim; getirdi. Cuma hayvanın nasıl öldüğünü anlamaya çalışırken tüfeğimi tekrar doldurdum; o sırada atış menzilim içindeki bir ağaca tünemiş şahin gibi büyük bir kuş gördüm. Ne yapacağımı biraz olsun anlaması için Cuma'yı yanıma çağırdım, ona kuşu gösterdim; şahin sanmıştım ama papağanmış. Her neyse, elimle bir kuşu, bir tüfeğimi, bir de kuşun bulunduğu ağacın altını göstererek kuşu düşüreceğimi, vurup öldüreceğimi anlatmaya çalıştım. Ateş ettim, ona da bakmasını söyledim, papağanın düştüğünü hemen gördü. Bütün her şeyi ona anlatmama karşın yine korkudan donakaldı; bu sefer daha çok şaşırmış olduğunu gördüm; tüfeği doldurduğumu görmediği için elimdeki bu şeyin insanı, hayvanı, kuşu, uzakta ya da yakında ne varsa her şeyi öldürebilecek olağanüstü bir ölüm kaynağı olduğunu düşünüyor olmalıydı. Bu, onda uzun süre üstünden atamayacağı bir şaşkınlık uyandırdı; sanırım bıraksam hem bana, hem tüfeğime tapınacaktı. Tüfeğe günlerce elini süremedi; ama kendi başına kaldığı zamanlar tüfekle konuşuyor, sanki tüfek ona cevap veriyormuş gibi bir şeyler anlatıp duruyordu; sonradan öğrendiğime göre tüfeğe kendisini öldürmemesi için yalvanyor-muş. Her neyse, şaşkınlığı biraz geçince ona koşup vurduğum kuşu getirmesini işaret ettim; koşup gitti ama gelmesi biraz uzun sürdü; çünkü daha tam ölmemiş olan papağan çırpına çırpına düştüğü yerden bir hayli uzağa gitmişti. Bununla birlikte, Cuma kuşu buldu ve alıp bana getirdi. Daha önce tüfeği doldurduğumu görmediğini anladığımdan bu fırsatı değerlendirip yine o görmeden tüfeği doldurdum ve karşıma çıkacak başka bir şeye ateş etmek için hazırlandım. Ama o sıra karşıma bir şey çıkmadı; böylece keçi yavrusunu eve getirerek aynı akşam derisini yüzdüm; elimden geldiğince kesip parçaladım; bu amaca uygun bir kabım olduğundan bir parça et kaynatarak çok güzel bir yemek yaptım. Kendim yemeye başladıktan sonra adamıma da biraz verdim; çok memnun oldu, yemeği de sevdi; ama en çok yadırgadığı şey eti tuzlaya-rak yediğimi görmesi oldu. Bana tuzun yenecek bir şey olmadığını göstermek için ağzına biraz tuz koyarak midesi bulanmış gibi yaptı; tuzu tükürerek ağzını temiz suyla çalkaladı. Öte yandan, ben de ağzıma bir parça tuzsuz et koydum, onun tuza karşı yaptığı gibi ben de tuzsuz eti tükürecekmişim gibi yaptım. Ama bu işe yaramadı, ne yemeğinde ne de çorbasında asla tuz istemiyordu; en azından uzun bir süre için, sonradan alıştı ama yine de çok az tuz kullanıyordu. Böylece onu haşlanmış et ve et suyuyla tanıştırdıktan sonra ertesi gün de kızarmış keçi etiyle bir ziyafet çekmeye karar verdim. Bunu Đngiltere'de pek çok kişinin yaptığı gibi, eti ateşin üzerine asarak yaptım; ateşin her iki yanına birer direk çaktım, bu direklerin üzerine birinden diğerine uzanan bir direk daha koydum; eti ortadaki direğe geçirip, direği ucuna sardığım iple sürekli çevirerek eti kızarttım. Cuma bu işe hayran kaldı. Eti tattığında da bana ne kadar beğendiğini anlatmak için öyle hareketler yaptı ki, onu anlamamak elde değildi; en sonunda bana bir daha asla insan eti yemeyeceğini söyledi, bunu duymak beni çok sevindirdi. Ertesi gün onu biraz başak dövmesi ve daha önce anlattığım şekilde benîm gibi bunları elekten geçirmesi için işin başına oturttum. Kısa bir süre içinde nasıl yapılacağını anladı ve özellikle bu işin anlamını, ekmek yapmaya yarayacağını anlayınca benim kadar iyi yapmaya başladı; çünkü daha sonra ona nasıl ekmek yaptığımı ve

Page 81: Robinson Crusoe

pişirdiğimi göstermiştim; çok geçmeden Cuma da bütün işi benim yerime, benim kadar iyi yapabilecek duruma geldi. Artık bir yerine iki boğaz beslemek gerektiğinden ekinim için daha geniş bir tarla hazırlamak ve eskisinden daha çok tohum ekmek zorunda olduğumu düşünmeye başladım. Bunun üzerine daha büyük bir toprak parçası belirledim ve önceden yaptığım gibi etrafını çitle çevirmeye başladım; Cuma bu iş için hem büyük bir istekle ve çok sıkı çalışıyor, hem de bunu seve seve yapıyordu; ona bu işin neye yarayacağını, artık o da benimle beraber olduğundan hem kendime hem ona yetecek ekmeği yapmak için daha fazla ürün almamız gerektiğini söyledim. Bu onu çok duygulandırdı; kendimden çok onun için çalıştığımı, ne yapması gerektiğini söylersem daha çok çalışacağını anlattı. Adada geçirdiğim bütün hayatımın en güzel yılı buydu. Cuma çok güzel konuşmaya, istediğim hemen her şeyin, onu gönderdiğim her yerin ismini öğrenmeye ve benimle epeyce konuşmaya başlamıştı. Kısacası önceleri hiç fırsat bulamazken artık dilimi yeniden kullanmaya, yani konuşmaya başlamıştım. Onunla konuşmaktan duyduğum zevkin yanı sıra Cuma'nm kendisinden de çok memnundum. Onun basit, yapmacıksız dürüstlüğünü her gün biraz daha görüyor, onu gerçekten de sevmeye başlıyordum; onun da beni, şimdiye kadar hiçbir şeyi sevmediği kadar sevdiğine inanıyordum. Bir gün kendi ülkesini özleyip özlemediğini öğrenmek istedim; Đngilizce'yi, neredeyse bütün sorularıma cevap verecek kadar iyi öğrenmiş olduğundan ona ulusunun savaşlarda hiç kazanıp kazanmadığını sordum. Bunun üzerine gülümseyerek, "Evet, evet, biz her zaman daha iyi savaşçı," dedi; her zaman savaşta kazandıklarını söylemek istiyordu. Böylece aramızda, aşağıdaki şu konuşma geçti: "Siz her zaman daha iyi savaşçı," dedim. "Peki o zaman, nasıl oldu da esir düştün, Cuma?" Cuma - Bizim ulus çok yenmek, onların hepsi. Efendi - Nasıl yenmek? Sizin ulus onları yendiyse, nasıl oluyor da sen yakalanıyorsun? Cuma - Benim olduğum yerde, onlar var bizden daha çok olmak; onlar almak bir, iki, üç kişi ve ben. Benim ulus ötede onları yenmek, ama ben orada değil; orada benim ulus onlardan bir iki, çok bin adam almak. Efendi - Peki o zaman, sizinkiler seni neden düşmanların elinden kurtarmadı? Cuma - Onlar götürmek bir iki, üç kişi ve beni kanoya; bizim ulusta o zaman kano yok. Efendi - Peki Cuma, sizin ulus aldığı o adamları ne yapar? Bunların yaptığı gibi bir yere götürüp yer mi? Cuma - Evet, benim ulus da insanları yemek. Hepsini bitirmek. Efendi - Onları nereye götürürler? Cuma - Başka yerlere götürmek, düşündükleri yere. Efendi - Buraya gelirler mi? Cuma - Evet, evet. Buraya gelirler; başka yere de gelmek. Efendi - Onlarla buraya hiç geldin mi? Cuma - Evet, geldim. (Eliyle adanın kuzeybatısını gösterdi, anlaşılan orası onların yeriydi.) Bu konuşmadan adamım Cuma'nın, adanın o uzak ucundaki kıyıya gelen vahşilerin arasında bulunduğunu, tıpkı kendisinin yenmek üzere buraya getirildiği gibi onun da başkalarını yemeye geldiğini anladım. Bir süre geçtikten sonra, onu daha önce bahset- tiğim yere götürecek cesareti bulunca bu yeri hemen tanıdı; bana bir keresinde oraya gelip yirmi adam, iki kadın ve bir de çocuk yediklerini söyledi. Đngilizce'de yirmi demeyi bilmiyordu; ama bunu anlatmak için bir sürü taşı yan yana dizip benden saymamı istedi. Bunları aşağıda söyleyeceklerime bir giriş olsun diye anlattım: Bu konuşmayı yaptıktan sonra ona, karşı kıyının adadan uzaklığını, kanoların denizde sık sık kaybolup kaybolmadığını sordum. Bana hiçbir tehlike olmadığını, kanoların hiç kaybolmadığını; ama denizin biraz açıklarında her zaman bir rüzgârla akıntının bulunduğunu, bunun sabahları bir yöne, öğleden sonraları da öbür yöne döndüğünü söyledi. Bunun gelgitten başka bir şey olmayacağını düşündüm; ama sonradan bunun güçlü Oroonoko Nehri'nin akıntılarından ileri geldiğini; adamızın bu nehrin ağzında ya da körfezinde bulunduğunu öğrendim; batı ile kuzeybatıda gördüğüm o kara parçasının da, nehrin ağzının kuzeyinde kalan büyük Trinidad Adası olduğunu anladım. Cuma'ya o yerlerle, orada yaşayanlarla, denizle, sahille, oranın yakınlarında yaşayan uluslarla ilgili binlerce soru sordum. Bana bütün bildiklerini akla gelebilecek en açık ve anlaşılır şekliyle anlattı. Kendi ulusuna benzer ulusların isimlerini sordum, ama hepsi için Karayipler dedi; bunun üzerine bunların bizim haritalarda, Amerika'nın Oroonoko Nehri'nin ağzından başlayıp Guyana'ya ve oradan da St. Mart- ha'ya* ulaşan bölgesinde yaşayan Karayipler olduğunu kolaylıkla anladım. Daha önce sözünü ettiğim kocaman bıyıklarımı işaret ederek bana aydan çok uzakta, ayın doğduğu yerin ötesinde -anlaşılan, ülkelerinin batısında demek istiyordu- benim gibi beyaz sakallı adamların yaşadığını; bunların çok fazla insanlar öldürdüğünü -bunlar onun sözleriydi-anlattı; bu sözlerinden, Amerika'daki gaddarlıkları bütün ülkelere yayılan, bütün uluslar arasında babadan oğula anlatılagelen Đspanyolları kastettiğini anladım.

Page 82: Robinson Crusoe

Ona, bu adadan o beyaz adamların yaşadığı yere gidip gidemeyeceğimi sordum. "Evet, evet, iki kanoda gidebilirim," dedi. Ne demek istediğini anlayamadım, bir türlü iki kanonun anlamını açıklığa kavuşturmasını sağla-yamadım; ama en sonunda bin bir güçlükle iki kayık büyüklüğünde tek bir kayık demek istediğini çıkarabildim. Cuma'nın bu konuşmaları çok hoşuma gitmeye başladı; o günden itibaren bir gün buradan kaçmanın bir yolunu bulabileceğime, bu zavallı vahşinin de bana yardım edebileceğine dair umutlar beslemeye başladım. Cuma artık uzun bir süredir benimle birlikte olduğu, benimle konuşmaya, söylediklerimi anlamaya başladığı için ona temel dini bilgileri vermeden edemezdim; bir keresinde ona kendisini kimin yarattığını sordum. Zavallıcık ne demek istediğimi bile anlamadı; babasının kim olduğunu soruyorum zannetti. Ama başka bir yol bularak ona denizi, üze- * Kolombiya kıyısındaki Santa Marta. rinde yürüdüğü toprağı, tepeleri ve ormanları kimin yarattığını sordum. Her şeyin ötesinde yaşayan yaşlı Benamuke'nin yarattığını söyledi. Bu büyük adamı bir türlü tanımlaya-madı, sadece çok yaşlı olduğunu, denizden, topraktan, aydan ve yıldızlardan bile daha yaşlı olduğunu söyleyebildi. Sonra bu yaşlı adam her şeyi yaratmışsa, neden bütün bu şeylerin ona tapmadığını sordum. Çok ciddi bir tavır takındı, masum bir yüz ifadesiyle, "Her şey ona Oo diyor," dedi. Ülkesindeki insanların öldüklerinde bir yere gidip gitmediklerini sordum. "Evet," dedi. "Hepsi Benamu-ke'ye gider." Sonra ona yedikleri insanların da oraya gidip gitmediğini sordum. "Evet," dedi. Bu konuşmalardan sonra, ona gerçek Tanrı üzerine bilgi vermeye başladım. Elimle gökyüzünü göstererek her şeyin yüce Yaratı-cısı'nın orada yaşadığını; bütün bunları yaratan gücün evreni de yönettiğini; gücünün sınırsız olduğunu; bize her şeyi yapabileceğini; her şeyi verebileceği gibi bizden her şeyi alabileceğini de söyledim; böylelikle yavaş yavaş onun gözlerini açtım. Can kulağıyla dinledi, Đsa'nın bizi günahlarımızdan kurtarmak için gönderildiğini, Tanrı'ya nasıl dua edeceğimizi, O'nun bizi cennetten bile duyabileceğini öğrenmek onu mutlu etti. Bir gün bana, bizim Tanrı güneşin ötesinden bile bizi duyabiliyorsa, O'nun, Benamuke'den daha büyük bir Tanrı olması gerektiğini söyledi; Benamuke, biraz ötede yaşıyormuş, ama bulunduğu büyük dağlara gitmeden ona hiçbir şey işittirile- miyormuş. Ona hiç Benamuke'yle konuşmaya gidip gitmediğini sordum. "Hayır," dedi; oraya gençler değil, bir tek yaşlılar gidiyormuş. Oovokaki diye adlandırdığı bu yaşlı adamlar, söylediklerine bakılırsa onların din adamları ya da ruhban sınıfıydı; bunlar oraya Oo demeye (dua etmeye böyle diyordu) gidiyorlarmış ve geri geldiklerinde onlara Benamuke'nin söylediklerini anlatıyorlamıış. Bundan, dünyadaki en kör, en cahil putperestlerin arasında bile bir din adamları topluluğu bulunduğunu anladım; demek ki insanların ruhban sınıfına saygısını korumak için dine gizlilik verme politikası, yalnız Roma Katolik-lerinde değil, belki de dünyanın bütün dinlerinde, en kaba, en barbar vahşiler arasında bile rastlanan bir şeydi. Adamım Cuma'ya bunun bir düzenbazlık olduğunu anlatmaya çalıştım; yaşlı adamların tanrıları Benamuke'ye Oo demek için dağlara çıkmasının bir aldatmaca, Benamuke'nin söyledikleri diye getirdikleri sözlerin ise daha büyük bir yalan olduğunu; orada onlara karşılık veren ya da onlarla konuşan herhangi biri varsa, bunun kötü bir ruh olması gerektiğini söyledim. Sonra da ona uzun uzadıya şeytanı, şeytanın nereden, nasıl geldiğini, Tanrı'ya başkaldırışını, insanlara duyduğu düşmanlığı, bunun nedenini, Tann'nm yerine, Tann'ymış gibi kendisine tapılmasını sağlamak için dünyanın karanlık köşelerine yerleşmiş olduğunu, akıllarını çelip insanları yıkıma sürüklemek için bin bir türlü hileye başvurduğunu; tutkularımızı ve duygulanmı- zı kullanarak bize nasıl da gizlice sokulduğunu, bu zayıf yönlerimize uygun tuzaklar kurarak kendi kendimizi ayartmamızı ve kendi yıkımımızı kendi ellerimizle hazırlamamızı sağladığını anlattım. Şeytanla ilgili doğru fikirleri kafasına yerleştirmenin, onu Tann'nın varlığına inandırmak kadar kolay olmadığını gördüm. Yüce bir Đlk Neden'in; her şeyin üstünde, her şeyi yöneten bir Güç'ün, gizli bir Takdir'in varlığını; bizim ve bizim gibileri yaratan O'na tapmanın doğruluğunu ve adilliğini anlatmama Doğa yardımcı oluyordu. Ama öyle görünüyordu ki, kötü ruhu, kökenini, varlığını, doğasını ve en önemlisi şeytanın kötülük yapma ve bizi de kötülüğün içine sürükleme eğilimini açıklamakta bana yardımcı olacak hiçbir şey yoktu; zavallıcık bir gün beni çok doğal ve masum bir soruyla öyle bir şaşırttı ki, ne diyeceğimi bilemedim. Ona uzun uzadıya Tann'nın gücünü, bu gücün her şeye yeteceğini, Tann'nın günaha karşı duyduğu müthiş öfkeyi, kötülük yapanlar için yok edici bir ateş* olduğunu; hepimizi yarattığı gibi bir anda, bizi de, bütün dünyayı da yok edebileceğini anlatmıştım; o da büyük bir ciddiyetle dinlemişti. Sonra da ona şeytanın insanların kalplerinde barınan bir Tanrı düşmanı olduğunu; Tann'nın tasarladığı iyi şeyleri bozmak, Đsa'nın yeryüzündeki egemenliğini yıkmak için bütün kötülüğünü ve hünerini kullandığını ve buna benzer şeyler söyledim. "Peki," dedi Cuma, "ama sen Tann'nın çok büyük, Deuteronomi 4:24'ten alıntı. çok güçlü olduğunu söylüyorsun; O, şeytandan daha çok güçlü olmak değil mi o zaman?" "Evet, evet," dedim, "Cuma, Tamı şeytandan daha güçlüdür; Tann şeytandan üstündür; işte bu yüzden şeytanı ayaklanmızın altına alabilmek* ve onun ateşli mızraklannı söndürebilmek** için Tann'ya dua ederiz." "Ama," dedi yine, 'Tann olmak şeytandan daha güçlü ise, neden şeytanı öldürmemek, böylece daha fazla kötülük yapmasına engel olmamak?"

Page 83: Robinson Crusoe

Bu soru karşısında kafam çok kanştı; artık yaşlı bir adam olmakla birlikte bilgelikte çok genç sayılırdım; bir dinbilimci ya da danışman olmak için ise oldukça kötüydüm. Dolayısıyla ilk başta ne diyeceğimi bilemedim; duymamış gibi yaparak ne dediğini sordum. Ama Cuma büyük bir istekle cevabı beklediği için sorusunu unutacak gibi değildi; sorusunu yukandaki bozuk cümlenin aynısını kurarak tekrarladı. Ama bu sefer biraz aklımı toplamıştım, 'Tann onu en sonunda çok kötü bir cezaya çarptıracak, kıyamet gününü bekliyor, şeytan o zaman dipsiz bir kuyuya atılacak, sönmek bilmeyen ateşler*** içinde kalacak," dedim. Bu cevap Cuma'yı tatmin etmedi; bana kendi sözlerimi tekrar ederek karşılık verdi, "En sona kalacak! Ben anlamamak; neden şeytanı şimdi öldürmemek, çok daha önce?" Ben de, "Öyleyse, sen bana O'nu gücendirecek bunca kötülük ya- • Romalılar, Ib:20'den alıntı. *¦ Efesliler, 16'dan alıntı. •••Vahiyler, 20:1 ve 19:20; Matta, 25:41'den alıntı. parken neden seninle beni de şimdi öldürmüyor diye sorabilirsin; biz bir gün pişmanlık duyabilir ve bağışlanabiliriz," dedim. Bunun üzerine biraz düşündü. "Peki peki," dedi duygu dolu bir sesle, "sen, ben, şeytan hepimiz günahkâr, hepimiz beklemek, pişman olmak, Tann herkesi bağışlamak." Đşte burada Cuma beni yine alt etmişti. Bu durum benim için, doğal olaylar, yaradılışımızın bir gereği olarak akılla donanmış yaratıkları Tann'yı tanımaya, yüce varlığından ötürü ona saygı duyup tapmaya yöneltmekle birlikte, Đsa'nın, kurtuluşumuzun hazırlandığını, onun sayesinde Tann'nın önünde kurtuluşumuzu sağlayacak bir aracı bulunduğumuzu öğrenmek için ayrıca tanrısal bir bilgi kaynağının şart olduğunu gösteren bir örnek oldu; demek istiyorum ki, bunları gönlümüze cennetten gelen bir bilgi kaynağından başka bir şey yerleştire-mez; dolayısıyla Tann'yı tanımak, kurtuluşun yollarını öğrenmek için başlıca rehber, Efendimiz Kurtarıcı Đsa'nın /nciifdir; insanlara yol gösterici olsun diye verilmiş olan Tann'nın Sözü'nü, Kutsal Kitap'ı kastediyorum. Bu soru üzerine, sanki aniden dışan çıkmam gerekiyormuş gibi aceleyle yerimden kalkarak konuşmayı burada kestim; Cuma'yı da bir iş için oldukça uzağa gönderdim. Büyük bir ciddiyetle, bu zavallı vahşiyi eğitebil-mem; zavallı cahil yaratığın gönlünü Tann ve Đsa'nın bilgisinin ışığıyla doldurmam için bana yardımcı olması, ona Tann'nın Sözü'nü aktarmamda bana yol göstermesi, vicdanının bun-lan benimsemesi, gözlerinin açılması ve ruhu- nun kurtulması için Tann'ya dua ettim. Geri döndüğünde Cuma'yı karşıma alıp ona gerek bütün dünyanın kurtarıcısı Đsa'nın, insanla-nn günahlann kefaretini ödeyerek onlan kur-tanşı, gerek gökten inen Kutsal Kitap'ın öğretisi konusunda, yani Tann'ya karşı pişmanlık duymamız ve yüce efendimiz Đsa'ya inanmamız gerektiği konusunda uzun bir konuşma yaptım. Sonra dilim döndüğünce, kurtancı-mız Đsa'nın meleklerden değil, Đbrahim soyundan geldiğini, bu yüzden düşmüş meleklerin bu kurtuluşta payı olmadığını; Đsa'nın Đsrailoğullanndan* yolunu kaybetmiş "koyunlara" yol göstermek için geldiğini ve buna benzer şeyleri açıkladım. Tann biliyor ya, bu zavallıcığı eğitmek için tuttuğum yol, bilgiden çok samimiyete dayanıyordu. Şunu da itiraf etmeliyim ki, aynı ilkeden yola çıkan herkesin de görebileceği gibi onun gözlerini açmaya çalışırken, kendim de, bilmediğim ya da önceden üzerinde uzun uzun düşünmediğim, ancak bu zavallı vahşiye bilgi vermeye çalışırken birden aklımda kendiliğinden beliriveren birçok şey öğrendim. Aynca bu konulan düşünürken şimdi eskisinden daha büyük coşku duyuyordum; bu zavallı vahşinin ortaya çıkmasının benim için iyi olup olmadığını bilmiyordum; ama geldiği- Batı Hindistan'da, özellikle Bombay ve çevresinde yaşayan Yahudi kabilesi. Đsrailoğulları, Süleyman peygamberin (Kral Şelomo) ölümünden sonra Kudüs topraklarından ayrılan 10. Đsrail kabilesinin torunları olduklarını söylerler. Bir başka söylentiye göre bu kabilenin ataları Kudüs Tapınağı'm yıkan (Đ.Û. 586) Babilliler'in baskısından kurtulmak için yurtlarından ayrılıp Hindistan'a sığındılar. ne şükretmem için bir sürü neden vardı. Üzüntülerim hafiflemiş, hayatım son derece kolaylaşmıştı. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakmanın, beni buraya atan eli aramanın ancak bu yapayalnız hayata mahkûm edilince aklıma geldiğini, üstelik yine burada Tann'nın takdiriyle zavallı bir vahşinin canını, sonra da elimden geldiğince ruhunu kurtarmaya, ona gerçek dinin bilgisini ve Hıristiyan öğretisini aşılamaya, dolayısıyla ölümsüzlük yolu olan Đsa'yı öğrenmesine aracı olduğumu düşündüğümde gönlümün her köşesine gizli bir neşe yayılıyor, önceden, başıma gelebilecek ıstırapların en korkuncu olarak gördüğüm bu yere düşüşüme çoğunlukla seviniyordum. Geri kalan bütün zamanımı bu şükran dolu ruh hali içinde geçirdim; Cuma ile aramızdaki saatler süren konuşmalar, birlikte yaşadığımız üç yılın tam bir mutluluk içinde geçmesini sağladı; ayın altındaki dünyada tam mutluluk diye bir şey varsa tabii. Vahşi adam şimdi iyi bir Hıristiyan olmuştu, hatta benden bile iyi; bununla birlikte ikimizin de eşit derecede tövbekar olduğunu ve bağışlandığını umuyor, bunun için Tann'ya şükrediyordum. Burada Tann'nın Sözü'nü her an okuyabiliyorduk; Tann'nın ışığına Đngiltere'de ne kadar yakın olacaksak burada da o kadar yakındık. Her zaman kendimi Kutsal Kitap'ı okumaya veriyor, okuduklarımın anlamını elimden geldiğince ona da anlatıyordum; dediğim gibi o da akıllıca sorularıyla Kutsal Kitap'ı, kendi başıma okuduğum zamankinden çok daha iyi

Page 84: Robinson Crusoe

anlamamı sağlıyordu. Hayatımın bu huzurlu yıllarında edindiğim tecrübelerle gördüğüm bir şeyi de burada belirtmeden geçemeyeceğim. Tann'nın Kitabı'nda, Tanrı bilgisinin ve Đsa'nın aracılığıyla kurtuluş öğretisinin o kadar kolay ve o kadar yalın bir dille anlatılmış olması ne büyük bir lütuftur; öyle ki, beni doğruca günahlarım yüzünden içten bir pişmanlık duymaya, yaşamak ve kurtuluş için Đsa'ya sarılmaya, hayatıma yeni bir düzen vermeye ve Tann'nın bütün buyruklanna boyun eğmeye yönelten görevlerimi yalnız Kutsal Kitap'ı okumakla, bir öğretmene (insana demek istiyorum) hiç gerek duymadan yeterince anlamıştım; aynı yalın bilgi bu vahşi yaratığın da aydınlanmasını, daha önce neredeyse hiç görmediğim kadar iyi bir Hıristiyan olmasını sağlamıştı. Değişik öğretilerdeki ince noktalar olsun, Kilise yönetiminin çevirdiği dolaplar olsun, dünyada din konusunda yapılan bütün tartışmalara, kavgalara, çekişmelere ve sürtüşmelere gelince, bunların hiçbirinin bize faydası yoktu; görebildiğim kadanyla böyle şeyler dünyanın geri kalanı içindi. Bizim elimizde cennete götüren en güvenilir yol gösterici vardı; yani Tann'nın Kitabı ve şükürler olsun ki bizi Kendi Sözü'yle eğitip aydınlatan, bütün gerçeklere yönelten ve ikimizin de O'nun Sözü'ne boyun eğmemizi sağlayan Tann'nın ışığı vardı; dinin, dünyada bunca kanşıklığa yol açan tartışmalı noktalarını bilsek bile, bu bilginin bize hiçbir faydasının dokunacağını sanmıyorum. Ama şimdi öykümün olağan akışına geri dönmem, her şeyi sırasıyla anlatmam gerekiyor. Cuma'yla iyice yakınlaştıktan, o hemen hemen söylediğim her şeyi anlamaya ve bozuk bir Đngilizce'yle de olsa akıcı bir şekilde konuşmaya başladıktan sonra ona kendi serüvenimi; en azından bu adaya gelişimle ilgili kısımlarını, ne kadar zamandır burada olduğumu ve nasıl yaşadığımı anlattım. Ona barutla kurşunun büyüsünü -çünkü bu onun için büyülü bir şeydi- açıkladım ve ateş etmesini öğrettim. Ona bir bıçak verdim, buna çok sevindi; bizim Đngiltere'de kullandıklarımız gibi ilmikli bir kemer yaptım; bıçak yerine, bu ilmiğe asması için hem daha iyi bir silah olan, hem de bazı durumlarda çok işe yarayan küçük bir balta verdim. Ona Avrupa'yı, özellikle de benim geldiğim Đngiltere'yi; nasıl yaşadığımızı, Tann'ya nasıl ibadet ettiğimizi, birbirimize nasıl davrandığımızı, gemilerle dünyanın dört bir yanında nasıl ticaret yaptığımızı anlattım. Kazaya uğradığım gemiden bahsettim, geminin durduğu yeri aşağı yukarı gösterdim; ama gemi çoktan parçalara ayrılmış, dağılıp gitmişti. Ona gemiden kaçışımız sırasında batan, sonradan bütün gücümü versem de bir türlü yerinden oynatamadığım, artık iyice parçalara ayrılmış olan sandalın kalıntılarını gösterdim. Cuma bu sandalı görünce uzun bir süre düşüncelere dalıp gitti, ama hiçbir şey söylemedi. Ona ne düşündüğünü sordum. Sonunda, "Ben var görmek, böyle bir sandal gelmek, benim yurtta," dedi. t Bir süre bu sözlerine bir anlam veremedim; ama iyice düşününce onun yaşadığı ülkeye böyle bir sandalın çıkmış olduğunu anladım; dediğine göre sandal oraya kötü hava yüzünden düşmüş, Avrupalılara ait bir geminin o kıyıya sürüklendiğini, sandalın da gemiden düşüp karaya vurduğunu sandım; o kadar budala bir insandım ki, batan bir gemiden kaçan insanlar olabileceği ve hatta bunların karaya çıkmış olabilecekleri bir an olsun aklımdan geçmedi; yalnız sandalın nasıl bir şey olduğunu sordum. Cuma sandalı çok güzel tarif etti; ama sıcak bir tavırla, "Biz kurtardık, beyaz adamlar boğulmaktan," dediğinde her şeyi daha iyi anladım. Hemen sandalda onun deyimiyle beyaz adam olup olmadığını sordum. "Evet," dedi. "Sandal dolu beyaz adamlar." Kaç tane olduğunu sordum. Parmaklarıyla sayarak on yedi olduğunu söyledi. Bu adamlara ne olduğunu sordum. "Yaşamak, oturmak benim ülkede," dedi. Bunun üzerine aklıma başka şeyler geldi; çünkü bu insanların, daha önce anlattığım üzere benim adanın açıklarında batan geminin tayfası olabileceğini düşündüm; gemi kayalara çarptığında artık kurtarmanın imkânsız olduğunu görerek kendilerini sandala atmış, o yaban kıyılara, vahşilerin arasına çıkmış olabilirlerdi. Bunun üzerine daha ciddi bir tavırla başlarına ne geldiğini tekrar sordum. Hâlâ hayatta olduklarına, dört yıldır orada yaşadıklarına beni inandırdı; vahşiler onları rahat bı- rakmış, yaşamaları için yiyecek vermişti. Cu-ma'ya nasıl olup da bu beyaz adamları öldürüp yemediklerini sordum. "Hayır, onlar var kardeş olmak," dedi; bundan bir ateşkes yapmış oldukları anlaşılıyordu. Sonra ekledi: "Bizim orada insan yemek, bir tek savaş olmak, o zaman." Bununla, savaşta esir aldıkları zamanlar dışında asla insan eti yemediklerini söylemek istiyordu. Bunun üzerinden epeyce bir zaman geçtikten sonra bir gün, adanın doğu yakasındaki tepenin doruğunda {daha önce söylediğim gibi açık bir havada, karşıdaki kara parçasını ya da Amerika kıtasını keşfettiğim tepe) duruyorduk. Hava çok güzel olduğundan Cuma büyük bir özlemle karşıdaki karaya bakıyordu; aniden hoplayıp zıplamaya, kendi kendine dans etmeye, benim bulunduğum tarafa doğru bağırmaya başladı. "Ne var?" diye sordum. "Ne mutluluk!" dedi. "Ne sevinmek! Orada benim ülke görmek, benim ulus görmek!" Yüzünden buna çok sevindiği anlaşılıyordu, sanki ülkesine dönmek istiyormuş gibi gözleri parlıyor, yüz çizgilerinden garip bir arzu okunuyordu. Bu durum aklıma bir sürü şey getirdi; ilkin adamım Cuma'ya eskisi kadar güvenmemeye başladım; bir gün kendi ülkesine dönecek olursa, yalnız dini unutmakla kalmayıp bana olan borçluluğunu da unutacağına hiç şüphem yoktu. Hatta daha da ileri gidip yurttaşlarına benden bahsedebilirdi; belki de yüz iki yüz kişiyle geri dönüp benimle kendilerine bir ziyafet çekecekler, Cuma da

Page 85: Robinson Crusoe

bu ziyafete savaşta esir aldıkları düşmanlarına karşı yaptıkları gibi keyifle katılacaktı. Ama bu zavallı, dürüst yaratığa çok büyük bir haksızlık etmişim, sonradan bunu öğrendiğimde çok üzüldüm. Bununla birlikte kuşkularım gitgide büyüyerek beni haftalarca oyaladı; bütün bu süre içinde ona karşı biraz daha dikkatli oldum, eskisi gibi sıcak ve iyi davranmadım; ama çok haksızmışım. Dürüst, minnettar yaratığın böyle şeyleri aklının ucundan bile geçirmediği, hem iyi bir Hıristiyan, hem de vefalı bir arkadaş olarak en iyi ilkelere göre hareket ettiği sonradan ortaya çıkınca büyük bir kıvanç duydum. Ona karşı duyduğum kuşkular sürdüğü sırada bunları doğrulayacak yeni şeyler bulabilecek miyim diye hef gün ağzını aradığımdan emin olabilirsiniz. Ama söylediği her şey o kadar saf, o kadar masumdu ki, kuşkularımı destekleyecek tek bir şey bulamadım. Bütün tedirginliğime karşın en sonunda beni yeniden kazanmayı başardı; huzursuz olduğumu azıcık olsun sezmediği için bu sözlerle beni kandırdığını da düşünemezdim. Bir gün yine aynı tepeye çıkmıştık, ama hava sisli olduğu için kıtayı göremiyorduk; onu çağırdım ve şöyle dedim: "Cuma, kendi ülkene dönmeyi, tekrar kendi ulusunla birlikte olmayı istemez misin?" "Evet," dedi, "kendi ulusumda olmak, ben çok sevinir." "Ne yapardın orada?" dedim. "Gene vahşileşip insan eti yer miydin, eskisi gibi mi olurdun?" Gücenmiş gibi baktı, başını iki yana sallayarak, "Hayır, hayır," dedi. "Cuma onlara güzel yaşayın demek; Tann'ya dua edin demek; arpa ekmeği, keçi eti, süt yiyin, bir daha insan yemeyin demek." "O zaman seni öldürürler," dedim. Bunun üzerine biraz düşündü, sonra, "Hayır, beni öldürmek yok, onlar sevecek öğrenmek," dedi. Bununla öğrenmeyi seveceklerini söylemek istiyordu. Sandalla gelen sakallı adamlardan da çok şey öğrendiklerini ekledi. Sonra onların arasına geri dönmek isteyip istemediğini sordum. Bu fikre gülümsedi ve bana o kadar uzağa yüzemeyeceğini söyledi. Onun için bir kano yapabileceğimi söyledim. Ben de onunla birlikte gidersem, gideceğini söyledi. "Ben mi?" dedim; "Neden? Oraya gelirsem beni yerler!" "Hayır, hayır," dedi. "Ben bırakmaz, seni yemek yok; ben yapar onları seni çok sevmek." Bununla düşmanlarını öldürüp onun hayatını kurtardığımı onlara anlatacağını; böylece beni sevdireceğini kastediyordu. Sonra bana kıyılarına düşen on yedi kişiye ya da onun deyimiyle sakallı beyaz adamlara ne kadar iyi davrandıklarını dili döndüğünce anlattı. Đtiraf edeyim, o zamandan itibaren, Đspanyol ya da Portekizli olduklarından hiç şüphe etmediğim bu sakallı adamlara katılıp katılamayacağımı görmek için denize açılmayı düşünmeye başladım. Orası bir kıtanın parçası olduğundan ve yardım edecek epeyce insan da olduğu için oradan kaçmanın karadan kırk mil uzaktaki bir adadan tek başına kurtulmaya çalışmaktan daha kolay olduğunu; elbirliğiyle kurtulmanın bir yolunu bulabileceğimizi düşünüyordum. Böylelikle, birkaç gün sonra konuşa konuşa Cuma'yı bu işe hazırladım ve ona yurduna geri dönmesi için bir kayık vereceğimi söyleyerek kendisini adanın diğer yanında duran firkateynimin yanma götürdüm; kayığı her zaman su altında tuttuğumdan önce suyunu boşalttım, kayığı su yüzüne çıkarıp gösterdim ve ikimiz beraber bindik. Kayık kullanmakta çok usta olduğunu gördüm, kayığı neredeyse benim kadar hızlı ve rahat götürüyordu. Kayıktayken ona, "Ne dersin, Cuma? Senin yurduna gidelim mi?" dedim. Bu soru karşısında donup kaldı; anlaşılan, bu kayığın o kadar uzağa gitmek için çok küçük olduğunu düşünüyordu. Bunun üzerine ona daha büyük bir kayığım da olduğunu söyledim ve'ertesi gün, bir zamanlar yapıp da tek başıma suya indiremediğim ilk kayığın yanına gittik. Bunun yeteri kadar büyük olduğunu söyledi; ama bu kayığa hiç özen göstermemiş olduğumdan, yirmi iki yirmi üç yıl orada öylece durduğu için güneşten kuruyup çatlamış, işe yaramaz bir hale gelmişti. Cuma bu kayığın çok iyi olduğunu ve "Yeter çok yiyecek, su, ekmek," taşıyabileceğini söyledi; konuşma tarzı böyleydi. Uzun sözün kısası, bu sefer onunla birlikte o kıtaya gitmeye öyle kararlıydım ki, bunun büyüklüğünde bir kayık daha yapabileceğimizi ve yurduna dönebileceğini söyledim. Buna karşılık tek söz etmedi, ama çok düşünceli ve üzgün görünüyordu. Nesi olduğunu sordum. Bana bir soruyla karşılık verdi; "Neden sen Cuma'ya böyle kızmak? Ben ne i yaptı?" Ne demek istediğini sordum. Ona hiç kızgın olmadığımı söyledim. "Kızgın değil! Kızgın değil!" dedi ve bu sözleri birkaç kez tekrarladı. "O zaman Cuma'yı neden yurduna yollamak?" "Neden mi?" dedim. "Cuma, oraya dönmek isteyen sen değil miydin?" "Evet, evet," dedi. "Đkimiz birlikte gitmek, Efendi gitmek, yoksa Cuma istememek." Kısacası oraya bensiz gitmeyi aklından bile geçirmiyordu. "Ben de geleyim, Cuma!" dedim; "Ama ben orada ne yaparım?" Bunun üzerine hemen karşılık verdi: "Sen çok iyilik yapmak orada, sen vahşi adamlara öğretmek iyi, akıllı, uysal olmak, Tann'yı tanımak, Tann'ya dua etmek, yeni hayat yaşamak." "Aman Cuma, sen ne dediğini bilmiyorsun. Ben kendim cahil bir adamını," dedim. "Evet, evet," dedi, "sen bana iyi öğretmek, onlara da iyi öğretmek." "Hayır, hayır Cuma," dedim, "bensiz gideceksin, ben burada kalıp eskisi gibi yaşayacağım." Bu sözüm üzerine yine kafası karıştı, koşup belinde taşıdığı baltalardan birini aldı, getirip bana verdi. "Ne yapayım bunu?" dedim. "Almak, Cuma'yı öldürmek," dedi. "Seni neden öldüreyim?" diye sordum. Hemen cevap verdi: "Neden sen Cuma'yı göndermek? Al bunu Cuma'yı öldür, gönderme Cuma'yı." Bunu öyle içten söylemişti ki,

Page 86: Robinson Crusoe

gözlerinin yaşardığını gördüm. Kısacası, bana duyduğu sevginin çok büyük, kararının da kesin olduğunu anladım. Đşte o zaman, benimle kalmak istiyorsa onu hiçbir zaman göndermeyeceğimi söyledim ve ondan sonra da bunu sık sık yineledim. Bütün bu konuşmalar üzerine Cuma'nın bana büyük bir sevgi duyduğunu, hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağım, dolayısıyla kendi ülkesine geri dönme arzusunun ulusunu çok sevmesinden, benim onlara iyilik yapabileceğim umudundan kaynaklandığını anladım. Oysa ben bu işin nasıl yapılacağını hiç bilmediğimden böyle bir şeye girişmeyi ne düşünüyor, ne de istiyordum. Ama yine de, yukarıda da belirttiğim gibi Cuma'yla konuşmalarımızdan, orada on yedi sakallı adam olduğunu öğrendikten sonra, içimde buradan kaçmayı denemek gibi büyük bir istek duyu-• yordum. Dolayısıyla, bu yolculuğa çıkabilmek için daha fazla vakit kaybetmeden, büyük bir periegua ya da kano yapabileceğim kadar kocaman bir ağaç bulmak için Cuma'yla birlikte işe giriştim. Adada yalnız periegua ya da kano yapmaya değil, kocaman, güzel gemilerden oluşan bir filo yapmaya bile yetecek kadar çok ağaç vardı. Ama dikkat ettiğim başlıca şey, ilk seferinde düştüğüm hataya tekrar düşmekten kaçınmak, kayığı yapıp bitirdiğimizde kolayca suya indirebilmek için kıyıya çok yakın bir ağaç bulmaktı. Sonunda Cuma bir ağaç seçti; çünkü bu iş için nasıl bir ağaç bulmamız gerektiğini o benden çok daha iyi biliyordu. Kestiğimiz bu ağaca ne dendiğini bugün bile bilmiyorum; yalnız bizim fustik dediğimiz ağaca çok benziyordu, daha doğrusu rengiyle kokusuna bakılırsa, bununla Nikaragua ağacı arasında bir şeydi. Cuma bu ağacı kayık biçimine sokmak için yakarak oyacaktı; ama ona aletlerle kese- >\ 1 rek yapsa daha iyi olacağını söyledim ve aletleri nasıl kullanacağını gösterdikten sonra da çok güzel yaptı. Aşağı yukarı bir ay çok sıkı çalışarak kayığı bitirdik; özellikle de Cuma'ya nasıl kullanılacağını öğrettiğim baltalarımızla dışını yontup keserek tam bir kayık şekline getirdiğimizde çok güzel oldu. Büyük direklerin üzerinde milim milim kaydırarak denize indirmek on beş günümüzü aldı; ama suya indiğinde yirmi kişiyi kolayca taşıyabilecek durumdaydı. Çok büyük olmakla birlikte suya indiğinde adamım Cuma'nın kayığı ne büyük bir ustalıkla, hızla kullandığını, nasıl çevirip kürek çektiğini görmek beni şaşırttı. Ona bununla denize açılmayı göze alırsak kullanıp kullanamayacağını sordum. "Evet," dedi, "çok rüzgâr esmek, yine de çok güzel gitmek." Bununla birlikte, Cuma'nın hiç bilmediği başka bir düşüncem daha vardı; bir direkle yelken yapmak, bir de demirle halat uydurmak. Direk bulmak çok kolaydı; yakınlardaki düz bir sedir ağacını seçtim; adada bunlardan bol bol vardı. Cuma'ya bunu kesme işini verdim, ona ağaca nasıl bir şekil vereceğini, nasıl düzelteceğini anlattım. Ama yelkene gelince, bu benim isimdi. Elimde yeteri kadar eski yelken ya da daha doğrusu yelken parçası olduğunu biliyordum. Ama bu parçalar yirmi altı yıldır durduğundan ve onları böyle bir amaç için kullanacağım hiç aklıma gelmediğinden korumak için pek özen göstermemiştim; hepsinin çürümüş olduğuna hiç şüphem yoktu; gerçekten de çoğu böyle çıktı. Bununla birlik- te oldukça iyi durumda olan iki parça buldum ve bunlarla işe giriştim. Đğnem olmadığı için işin dikiş kısmı garip ve sıkıntı vericiydi (bundan emin olabilirsiniz); epeyce uğraştıktan sonra, en sonunda Đngiltere'de kırlangıç kanadı denilen yelkenlere benzer, üç köşeli, çirkin bir şey çıkardım ortaya; bizim gemilerin kayıklarında çoğunlukla olduğu gibi dibinde bir seren, tepesinde de küçük, kısa bir açavele vardı; öykümün başlarında anlattığım üzere Berberistan'dan kaçarken kullandığım kayığın yelkeni de böyle olduğu için kullanmayı en iyi bildiğim yelken de buydu. Bu son işi yapmak, yani direğimi ve yelkenleri yapıp takmak yaklaşık iki ayımı aldı; çünkü rüzgâra karşı dönmemiz gerekirse yardımcı olsun diye küçük bir istralya ile trinketa da yaptım. Hepsinden önemlisi kayığı istediğim gibi yönlendirmek için bir de dümen takarak hiç eksik bırakmadım; beceriksiz bir gemi ustası olmakla birlikte, böyle bir şeyin ne kadar faydalı, hatta gerekli olduğunu bildiğimden bunu yapmak için canla başla çalıştım ve en sonunda başardım. Ama bir sürü denememde başarısız olduğum göz önüne alınırsa bu işin bana hemen hemen kayığı yapmak kadar zamana mal olduğunu sanıyorum. Bütün bu işler yapıldıktan sonra, artık geriye adamım Cuma'ya bu kayığı nasıl kullanacağını öğretmek kalıyordu; çünkü kürek çekmeyi çok iyi bilmekle birlikte yelken ve dümenle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Kayığı denizde dümenle çevirdiğimi, yönümüzü değiş- tirdikçe yelkenin bir o yana bir bu yana dönüp şiştiğini görünce çok şaşırmıştı; demek istiyorum ki, bunu gördüğünde şaşkınlıktan donup kalmıştı. Bununla birlikte, kısa bir süre içinde onu bütün bunlara alıştırdım; doğru dürüst anlamasını sağlayamadığım pusula dışında mükemmel bir gemici olup çıktı. Öte yandan, hiç kimsenin ne karaya, ne de denize çıkmak istemeyeceği yağmurlu mevsimler dışında buralarda hava pek bulutlu olmadığından, sis ise çok nadir görüldüğünden geceleyin yıldızlar, gündüz de kıyı görülüyor; pusulaya pek gerek olmuyordu. Artık buradaki tutsaklığımın yirmi yedinci yılına girmiş bulunuyordum. Ama Cuma yanıma geldiğinden beri hayatım öncekine göre oldukça değiştiği için bu son üç yıl sayılmasa da olur. Bu adaya çıkışımın yıldönümünü

Page 87: Robinson Crusoe

tıpkı ilk baştaki gibi Tanrı'nın merhametine şükrederek geçiriyordum. Önceleri de şükretmemi gerektiren şeyler olmakla birlikte şimdi şükretmek için çok daha fazla nedenim vardı; çünkü Tanrı'nın beni esirgediğini gösteren başka şeyler de olmuştu ve kısa bir süre içinde buradan tamamıyla kurtulacağıma dair büyük umutlar besliyordum; bana kurtuluşumun çok yakın olduğunu, burada bir yıl daha kalmayacağımı düşündüren çok kuvvetli bir his vardı içimde. Bununla birlikte, toprağı kazıp tohum ekmek, tarlamın etrafını çitle çevirmek gibi tarım faaliyetlerime her zamanki gibi devam ettim. Üzümlerimi toplayıp kuruttum ve önceki gibi gerekli her şeyi yaptım. Bu arada her zamankinden daha fazla evin içinde kaldığım yağmur mevsimi gelip çattığı için yeni kayığımızı elimizden geldiğince güvenli bir yere yerleştirdik. Kayığı, öykümün başında sallarımı karaya çıkardığımı söylediğim koyun yukarısına götürerek sular yükseldiğinde çekip kıyıya çıkardım. Adamım Cuma'ya yalnız bu kayığı alacak büyüklükte, kayığın suyun üstünde kalabileceği derinlikte küçük bir havuz kazdırdım. Deniz çekildiğinde, bu havuzun kenarına sağlam bir set yaptık; böylece deniz yükselince sular içeri giremeyecek, kayık kuru kalacaktı. Kayığı yağmurdan korumak için de üzerine birçok ağaç dalı koyduk, bu örtü öyle sık oldu ki, bir evin sazdan damına benzedi. Bu şekilde, serüvenime başlamayı tasarladığım kasım ve aralık aylarını beklemeye koyulduk. Kurak mevsim yaklaştıkça, güzel havayla beraber tasarılarım da geri döndüğünden her gün yolculuk hazırlıkları yapmaya başladım. Đlkin, yolculuk erzağı olarak belli bir miktar yiyecek ayırdım; bir hafta on beş gün içinde havuzu açmak, kayığımızı denize indirmek niye tindeydim. Bir sabah yine böyle bir işle uğraşırken Cuma'ya seslenip deniz kenarına gitmesini, kaplumbağa olup olmadığına bakmasını söyledim; eti için olduğu kadar yumurtaları için de çoğunlukla haftada bir kaplumbağa tutuyorduk. Gidişinin üzerinden çok geçmeden koşa koşa geri döndü, dış duvarımın üzerinden ayaklan hiç yere değmemiş gibi uçarcasına atladı; ben ağzımı açmaya fırsat bulamadan, "Ah Efendi! Efendi! Çok fena! Çok kötü!" diye bağırdı. "Ne var, Cu- V ma?" diye sordum. "Ötede, orada," dedi, "bir, iki, üç kano! Bir, iki, üç!" Böyle söylediği için altı kayık olduğunu sandım, ama bir daha sorduğumda sadece üç tane olduğunu anladım. 'Tamam Cuma," dedim, "korkma." Onu elimden geldiğince yüreklendirdim. Bununla birlikte, zavallıcık çok korkuyordu; çünkü onu aramaya geldiklerinden, parça parça kesip yiyeceklerinden başka bir şey düşünemi-yordu. Zavallıcık öyle bir titriyordu ki, ne yapmam gerektiğini ben de bilemedim. Elimden geldiğince onu rahatlatmaya çalıştım; kendisi kadar benim de tehlikede olduğumu, onun gibi beni de yiyeceklerini söyledim. "Ama," dedim, "onlarla savaşmahyız, Cuma. Savaşabilecek misin?" "Ben vurmak, ama onlar çok kişi gelmek," dedi. "Önemli değil," dedim; "öldüremediklerimizi de tüfeklerimiz korkutup kaçırır." Sonra ona kendisini ve beni savunmaya kararlı olup olmadığını, yanımda durup dediğim her şeyi yapıp yapmayacağını sordum. "Sen öl demek, ben ölmek, efendi," dedi. Bunun üzerine gidip ona biraz rom getirdim; romu çok idareli kullandığım için daha bir hayli vardı. Romu içince ona daima yanımızda taşıdığımız iki av tüfeğini getirttim ve bunları küçük tabanca kurşunu büyüklüğündeki iri domuz saçmasıyla hazırladım. Sonra dört piyade tüfeğini alarak her birini iki büyük, beş küçük kurşunla, iki ta- bancamı da birer avuç kurşunla doldurdum. Büyük kılıcımı her zamanki gibi kınsız olarak «a-imin yanına astım ve Cuma'ya da bal-. nüm. Böylelikle hazırlığımı yaptıktan sonra dürbünümü alıp bir şey görebilecek miyim diye bakmak için tepenin yamacına çıktım; dürbünümle bakar bakmaz kıyıda yirmi bir vahşi, üç tutsak, üç de kano olduğunu gördüm; anlaşılan bütün işleri bu üç insanın etiyle kendilerine bir zafer şöleni çekmekti; gerçekten de barbarca bir ziyafet olacaktı; ama görebildiğim kadarıyla bu gelişlerinde sıradışı bir şey yoktu. Ayrıca şimdi Cuma'nın kaçtığı zaman durdukları yerde değil de benim koyun yakınlarında, kıyının alçaldığı, sık bir ağaçlığın neredeyse denize kadar indiği bir yerde durduklarını gördüm. Bu alçakların girişecekleri in-sanlıkdışı işin yanı sıra bu da beni öyle bir öfkelendirdi ki, aşağî inip Cuma'ya, hepsini öldürmeye karar verdiğimi söyledim ve benimle gelip gelmeyeceğini sordum. Ona verdiğim romu içtiği için artık korkusunu yenmiş, az da olsa cesaret bularak neşelenmişti; biraz önceki gibi öl desem öleceğini söyledi. Bu öfke içinde ilk olarak doldurduğum tüfekleri alıp her zamanki gibi aramızda bölüştürdüm. Cuma'ya kuşağına sokması için bir tabanca, omzuna da üç tüfek verdim; ben de bir tabanca ve diğer üç tüfeği aldım; bu şekilde yola koyulduk. Cebime küçük bir şişe rom koydum; Cuma'ya da büyük bir torba dolusu yedek barut ve kurşun verdim; ona hemen arkamda durmasını, ben söylemedikçe kıpırdamamasını, ateş etmemesini, hiçbir şey yapmamasını; bu arada da tek kelime etmemesini söyledim. Koyu geçip ağaçlığın içine girebilmek, böylece onlara görünmeden ateş edebileceğimiz kadar yakınlarına gitmek için sağ tarafa doğru bir buçuk kilometre kadar yürüdüm; dürbünümle baktığımda bunu kolayca yapabileceğimizi görmüştüm. Bu yürüyüş sırasında eski düşüncelerimi hatırladığımdan kararımdan caymaya başladım. Kalabalık oldukları için korkmuş değildim; çıplak ve silahsız yaratıklar oldukları için tek başıma bile onlardan üstün olduğum kesindi. Ancak bana hiçbir kötülük yapmamış, böyle bir niyetleri olmayan bu insanlara saldırmam, durup dururken gidip elimi kana bulamam için hiçbir sebep ya da zorunluluk göremiyordum. Bu insanlar bana kalırsa

Page 88: Robinson Crusoe

masumdu, barbarca töreleri kendi zararlannay-dı; dünyanın bu bölgesindeki diğer uluslarla birlikte, Tann'nın onları da böyle bir budalalığa, insanlıkdışı davranışlara itmiş olduğunun bir göstergesiydi; davranışlarını yargılamak, hele bir de Tann'nın adaletini yerine getirmek bana düşmezdi; Tanrı ne zaman uygun görürse, işi kendi eline alır ve onları işledikleri suçlar yüzünden ulusça cezalandırırdı; ama bu beni hiç ilgilendirmezdi; gerçi Cuma haklı sebepler gösterebilirdi; bu insanlar düşmanı olduğu, onlarla savaş halinde bulunduğu için saldırmaya hakkı vardı, ama benim için aynı şey söz konusu değildi. Oraya giderken bu düşünceler beni öyle bir etkiledi ki, yalnızca gidip barbarca şölenlerini izleyecek kadar yakınlarında durmaya, Tan-rı'nın göstereceği yönde hareket etmeye ve şimdiye kadar bildiklerimden başka bir işaret olmadıkça işlerine karışmamaya karar verdim. Bu kararla ağaçlığa girdim; Cuma da mümkün olduğunca dikkatle ve sessizce hemen arkamdan geliyordu. Ağaçlığın onları gören eteğine gelene kadar yürüdüm; onlarla aramda sadece ağaçlığın bu köşesi vardı. Yavaşça Cuma'ya seslendim, ağaçlığın hemen köşesindeki büyük bir ağacı göstererek oraya gitmesini, ne yaptıklarını daha iyi görebilirse, gelip bana haber getirmesini söyledim. Bunu yapıp hemen geri geldi; oradan çok iyi göründüklerini, hepsinin ateş etrafında toplanmış, tutsaklarından birini yemekte olduklarını, bir başka tutsağın da az ötede kumların üzerinde eli kolu bağlı yattığını, şimdi de onu öldüreceklerini söyledi. Bu ikinci tutsağın, onların ulusundan değil de sandalla ülkelerine gelen sakallı beyaz adamlardan biri olduğunu söyleyince tepem iyice attı. Sakallı, beyaz adam sözünü duyunca tüylerim diken diken oldu; ben de o ağacın yanına giderek dürbünümle baktım ve gerçekten de elleri ve ayaklan sarmaşıklarla ya da sazlarla bağlanmış, giyinik bir Avrupalı'nın kumların üzerinde yatmakta olduğunu açık seçik gördüm. Şimdi bulunduğum yerden kırk metre daha yakınlannda başka bir ağaç, biraz ötesinde de küçük bir çalılık vardı. Bu çalılığa doğru biraz gidersem onlara gözükmeden yakın-lanna sokulabileceğimi ve bu vahşileri tüfeğimin menziline alabileceğimi gördüm. Böylelikle öfkeden kudurmakla birlikte yine de kendimi tuttum; şöyle böyle yirmi adım geri çekilerek öbür ağaca giden bütün yolu saklayan bir çalılığın arkasına geçtim; sonra onları rahatça görebileceğim, yetmiş metre uzaklıktaki bir tümseğe tırmandım. Şimdi kaybedecek bir saniye bile vaktim kalmamıştı; çünkü korkunç vahşilerden on dokuzu bir araya toplanarak yere oturmuş, diğer ikisini de zavallı Hıristiyan'ı boğazlamaya, belki de parça parça edip ateşe atmaya göndermişlerdi; bu ikisi şimdi eğilmiş adamın ayaklanndaki bağlan çözüyorlardı. Cuma'ya döndüm; "Hadi, Cuma," dedim, "ben ne söylersem onu yapacaksın." Cuma da kafasını salladı. "Peki, Cuma," dedim, "ben ne yaparsam sen de onu yap, sakın geri kalma." Bunun üzerine misketlerden biriyle av tüfeğini yere bıraktım, Cuma da aynısını yaptı. Diğer misket tüfeğiyle vahşilere nişan aldım ve Cuma'ya da nişan almasını söyledim. Ona hazır olup olmadığını sorduğumda, "Evet," dedi. "Öyleyse, ateş," dedim ve aynı anda ben de ateş ettim. Cuma benden çok daha iyi nişan alarak, ateş ettiği taraftaki iki kişiyi art arda öldürdü, üçünü de yaraladı; ben de birini öldürdüm, ikisini yaraladım. Büyük bir dehşete kapıldıklarına emin olabilirsiniz. Yaralanmamış olanların hepsi ayağa fırlamıştı, ama bu ölümlerin nereden geldiğini anlayamadıkları için ne yana kaçacaklarını, ne yana bakacaklarını bilemiyorlardı. Cuma ona söylediğim gibi ne yaptığımı görebilmek için gözünü benden ayırmıyordu. Đlk atışı yapar yapmaz tüfeği yere bıraktım, av tüfeğini aldım; Cuma da aynısını yaptı. Tetiği kavrayıp nişan aldığımı görünce yine o da aynısını yaptı. "Hazır mısın, Cuma?" dedim. "Evet," dedi. "Öyleyse, Tanrı adına vur onları," dedim ve tekrar şaşkın vahşilere ateş ettim; Cuma da böyle yaptı. Bu tüfeklerimiz domuz saçması dediğim saçmalarla ve küçük kurşunlarla dolu olduğu için bu kez yalnız iki tanesini devirebildik; ama çoğu yaralanmış, deliler gibi bağrışıp çığlıklar atarak koşturuyorlardı; hepsi kanlar içindeydi; bu arada üçü daha yere yığıldı, ama henüz ölmemişlerdi. Boşalan tüfekleri yere bırakıp hâlâ dolu olan tüfeği alarak, "Haydi, Cuma," dedim, "peşimden gel." Büyük bir cesaretle beni takip etti, bunun üzerine ağaçlıktan fırlayarak kendimi onlara gösterdim, Cuma da hemen arkamdaydı. Onlar beni görür görmez avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım ve Cuma'ya da aynısını yapmasını söyledim; bütün hızımla koşarak -silahları da taşıdığım için pek hızlı sayılmazdı gerçi- doğruca, vahşilerin oturduğu yerle deniz arasındaki kumsalda yattığını söylediğim zavallı kurbanın yanına gittim. Onu boğazlamak üzere olan iki kasap, ilk ateş ettiğimiz zaman düştükleri şaşkınlıkla kurbanlarını bırakıp büyük bir korkuyla deniz kenarına kaçmışlar, kanolardan birine atlamışlardı; başka üç kişi daha aynı şeyi yapmıştı. Cuma'ya döndüm, ileri atılıp ateş etmesini söyledim. Ne dediğimi hemen anladı ve onlara yaklaşmak için kırk metre kadar koşarak ateş etmeye başladı. Kayığın içine yığıldıklarını görerek hepsini öldürdüğünü sandım; ama ikisi hemen kalktı. Bununla birlikte Cuma ikisini öldürmüş, bir üçüncüyü de yaralamıştı; bu üçüncü ölmüş gibi sandalın içinde yatıyordu. Adamım Cuma onlara ateş ederken ben de bıçağımı çıkanp zavallı kurbanın bağlarını kestim; ellerini ve ayaklarını çözerek onu ayağa kaldırdım, Portekiz diliyle kim olduğunu sordum. Latince cevap vererek, "Christi-anus," dedi; ama öyle zayıf, öyle bitkin düşmüştü ki, ne ayakta durabilecek, ne de konuşacak hali vardı. Cebimden şişemi çıkarıp içmesi için işaretler yaparak ona verdim, içti; bir parça ekmek verdim, yedi. Sonra ona

Page 89: Robinson Crusoe

hangi ülkeden olduğunu sordum; "Espagni-ole," dedi. Biraz kendine gelince yapabildiği tüm işaretlerle onu kurtardığım için bana ne kadar büyük bir borçluluk duyduğunu belirtti. Bildiğim yarım yamalak Đspanyolca ile "Senyör," dedim, "bunu sonra konuşuruz, şimdi savaşmak zorundayız. Biraz gücünüz kaldıysa, bu tabancayla kılıcı alın, etrafa saldırın." Bunları büyük bir şükranla aldı ve silahlar eline geçer geçmez de sanki bunlar ona yeni bir kuvvet vermiş gibi, öfkeyle katillerinin üzerine atıldı ve bir anda ikisini birden doğrayıverdi. Aslına bakılırsa, bütün bunlar çok ani olduğu için zavallı yaratıklar tüfeklerimizin gürültüsünden öyle bir korkmuşlardı ki, kurşunlarımıza dayanamadıklanndan değil, kaçacak gücü bile kendilerinde bulamayıp sırf şaşkınlıktan ve korkudan yere yığılıyorlardı. Cuma'nın kayıkta vurduğu beş kişinin durumu da böyleydi; çünkü üçü aldıkla- n yara yüzünden, diğer ikisi de korkudan düşmüştü. Tabancamla kılıcımı Đspanyol'a verdiğim için tüfeğimi elimde tutuyor; ama dolu dursun diye ateş etmiyordum. Bu yüzden Cu-ma'ya seslendim, ilk ateş açtığımız ağacın yanma koşarak oraya bıraktığımız boş tüfekleri alıp getirmesini söyledim; bunu çabucak yaptı. Sonra ona kendi piyade tüfeğimi vererek diğer tüfekleri doldurmak için oturdum, tüfekleri boşalınca yanıma gelmelerini söyledim. Ben tüfekleri doldurmakla uğraşırken Đspanyol ile vahşilerden biri arasında korkunç bir boğuşma başladı; vahşi, az önce ben yetişmeseydim onu öldürecekleri büyük tahta kılıçlarından biriyle ona saldırıyordu. Bitkin düşmüş olmakla4birlikte, tahmin edileceği üzere çok yiğit ve cesur olan Đspanyol bu yerliyle epeyce bir dövüştü ve kafasında iki büyük yara açtı. Ama vahşi, iriyan ve güçlü bir adam olduğundan zayıf düşmüş olan Đspanyol'u tuttuğu gibi yere yatırmış, verdiğim kılıcı elinden almak üzereydi; tam bu sırada altta kalan Đspanyol akıllıca davranarak kılıcı bıraktı, kuşağından tabancayı çıkararak vahşinin göğsüne ateş etti; benim yardıma koşup yanına varmama kalmadan adamı oracıkta öldürüverdi. Kendi başına kalmış olan Cuma ise elinde silah olmadığından baltasıyla alçakların ardına düşmüştü; bununla ilk başta yaralanıp düştüklerini söylediğim o üç kişiyle geri kalanlardan yetişebildiklerinin hepsinin işini bitirdi. Đspanyol silah almak için yanıma gel- di, ona av tüfeklerinden birini verdim; bununla iki vahşiyi kovalayıp ikisini de yaraladı; ama Đspanyol iyi koşamadığı için bu ikisi elinden kurtulup ağaçlığın içine girdi. Arkalarından Cuma gitti, birini öldürdü, ama diğeri yaralı olmasına rağmen Cuma'ya göre fazla atik olduğu için denize dalıp bütün gücüyle, kanoda kalan iki kişinin yanına yüzdü; ölüp ölmediğini bilmediğimiz bir yaralıyla birlikte kanodaki diğer üç kişi, yirmi bir kişi içinde elimizden kaçmayı başaranlardı. Geri kalanların durumu şöyle: 3 ölü; ağacın oradan ilk ateş açışımızda vurulanlar 2 ölü; ikinci ateş edişimizde 2 ölü; Cuma'nın kayıkta vurdukları 2 ölü; ilk atışta yaralananlardan 1 ölü; Cuma'nın ormanda öldürdüğü 3 ölü; Đspanyol'un öldürdükleri 4 ölü; yaralanıp oraya buraya yığılanlardan ya da Cuma'nın kovalarken öldürdükleri 4 sağ; kayıkla kaçanlar; bunlardan biri öl-mediyse yaralıdır. Toplam 21 kişi. Kanodakiler tüfekten kurtulabilmek için uğraşıyorlardı; Cuma arkalarından iki üç el ateş etti, ama vurulan olduğunu görmedim. Cuma kanolardan birini alıp onları kovalamamız için can atıyordu; gerçekten ben de kaçmalarım istemiyordum. Yurtlarına döndüklerinde olanları anlatmalarından ve belki de iki üç yüz kanoyla geri dönerek sırf sayıca üstün oldukları için bizi parçalayıp yutmalarından korkuyordum. Bu yüzden onları takip etmeye razı oldum, koşup kanolardan birine atladım ve Cuma'ya da beni takip etmesini söyledim. Ama kanoya bindiğimde orada hâlâ yaşayan, zavallı bir yaratığın yattığını görmek beni şaşırttı; tıpkı Đspanyol gibi elleri ayaklan bağlı bir halde, boğazlanmayı bekleyen bu yerli, neler olup bittiğini bilmediğinden korkudan ölmek üzereydi. Tepeden tırnağa öyle sıkı bağlanmıştı ki, başını kaldırıp kayığın dışma bakamamıştı, ayrıca bu kadar uzun süredir bağlı durduğu için çok az canı kalmıştı. Hemen onu bağladıkları sarmaşık dallarını kestim, kalkmasl için yardım ettim; ama ne ayağa kalkabiliyor, ne de konuşabiliyordu. Anlaşılan, hâlâ öldürülmek üzere çözüldüğünü zannettiğinden yalnız acı acı inliyordu. Cuma yakınlarımıza geldiğinde ona bu adamla konuşmasını, kurtulduğunu anlatmasını söyledim; cebimden şişeyi çıkararak bu zavallı yaratığa bir yudum rom içirdim; kurtulduğu haberini almak onu canlandırdı, kalkıp kayığın içine oturdu. Ama Cuma adamın sesini duyup yüzünü gördüğünde onu nasıl öptüğünü, kucakladığını, sarılıp ağladığım, güldüğünü, bağırdığım, adamın etrafında hoplayıp zıplayarak dans ettiğini, şarkı söylediğini; sonra tekrar ağlayıp ellerini çırptığını, başını ve yüzünü dövdüğünü, delirmiş gibi tekrar adamın etrafında zıplayıp şarkılar Đm 1 I söylediğini görseniz, gözyaşlarınızı tutamazdınız. Benimle konuşup neler olduğunu söyleyene kadar epeyce bir zaman geçti; ama biraz kendine gelince anlattı; adam, babasıydı.

Page 90: Robinson Crusoe

Babasının ölümden kurtulduğunu görmenin bu zavallı vahşide uyandırdığı sevinçle, evlatlık bağı karşısında nasıl duygulandığımı anlatmak kolay değil; aslında Cuma'nm bundan sonraki duygu taşkınlıklarının yansını bile tarif edemem; çünkü defalarca kayığa girdi çıktı, girdi çıktı. Babasının yanına gittiğinde yanına oturuyor, göğsünü açıp babasının başını bağrına bastırıyor, dakikalarca kucaklayıp sallıyor, sonra bağlardan uyuşmuş kollarını ve ayak bileklerini tutup ovalıyor, ısıtıyordu. Bunu görünce romla ovalasın diye şişeden biraz verdim, çok iyi geldi. Bu olay kanoyla kaçan diğer vahşilerin peşinden gitmemizi engellemişti ve onlar da şimdiye kadar hemen hemen gözden kaybolmuşlardı; bunu yapmamamız aslında iyi olmuştu, çünkü iki saat sonra, onlar daha yollarının çeyreğini bile alamamışken, çok sert bir rüzgâr çıktı ve bütün gece esmeye devam etti; kuzeybatıdan, tam karşılarından estiği için sandalın dayanabildiğim ya da kendi kıyılarına ulaşabildiklerini sanmıyorum. Ama biz Cuma'ya dönelim. Babasıyla öyle bir ilgileniyordu ki, bir süre için onu babasından ayırmaya gönlüm elvermedi; ama daha sonra babasının yanından biraz ayrılabileceğini düşünerek onu yanıma çağırdım. Son derece sevinç içinde, atlaya zıplaya, gülerek seldi. Babasına ekmek verip vermediğini sor- ORHAN KEMAL0 dum. Kafasını iki yana sallayarak, "Hayır, ben pis köpek, hepsini kendi yemek," dedi. Bunun üzerine özel olarak taşıdığım küçük keseden bir çörek çıkarıp verdim. Kendisi için de biraz rom verdim, ama ağzına bile sürmeden doğruca babasına götürdü. Ayrıca cebimde de iki üç salkım kuru üzüm vardı, bunlardan da bir avuç verdim. Babasına bu kuru üzümleri verir vermez kayıktan atlayıp cin çarpmış gibi koşmaya başladığını gördüm; o kadar hızlı koşardı ki, hayatımda ayağına bu kadar çabuk bir adam gördüğümü söyleyemem. Öyle bir koşup gitti ki, bir anda gözden kayboldu; arkasından bağırıp seslendim ama duymadı; on beş dakika sonra geri geldiğini gördüm, ama bu sefer giderkenki kadar hızlı değildi; yaklaştıkça elinde bir şey taşıdığı için böyle yavaş yavaş geldiğini fark ettim. Yanıma geldiğinde babasına bir testi içme suyu getirmek için eve gittiğini anladım; ayrıca iki somun ekmek daha getirmişti. Ekmekleri bana verdi, ama suyu babasına götürdü. Bununla birlikte, ben de çok susamış olduğum için testiden bir yudum da ben içtim. Bu su babasını, verdiğim romdan daha çok canlandırdı; çünkü susuzluktan bayılmak üzereydi. Babası içtikten sonra ona su kalıp kalmadığını sordum. "Evet," deyince onu da en az babası kadar susamış olan zavallı Đspanyol'a vermesini söyledim. Cuma'nın getirdiği ekmeklerden birini de Đspanyol'a gönderdim; o da gerçekten çok zayıf düşmüş, bir ağacın gölgesinde uzanmış dinleniyordu; sımsıkı bağlandıkları için onun da kollan, bacakları şişmiş, kaskatı kesilmişti. Cuma'nın suyla kendisine doğru geldiğini görünce kalkıp oturdu, suyu içti, ekmeği de alıp yemeye başladı. Ben de yanına gidip bir avuç kuru üzüm verdim. Yüzünde, zor görülebilecek bir minnet ve teşekkür ifadesiyle baktı. Kavgada büyük bir çaba sarf ederek öyle bitkin düşmüştü ki, ayağa kalkacak hali yoktu. Đki üç kez kalkmayı denedi, ama ayak bilekleri öyle şişmiş, öyle acıyordu ki, yapamıyordu. Bunun üzerine oturmasını, Cuma'ya da babasma yaptığı gibi onun da ayak bileklerini ovup romla ısıtmasını söyledim. Zavallı, sevgi dolu yerlinin orada durduğu süre boyunca iki dakikada, belki de dakikada bir dönüp babasına, bıraktığı yerde olup olmadığına baktığını fark ettim. Bir an babasını göremeyince tek söz etmeden yerinden fırladığı gibi uçarcasına, öyle bir hızla o tarafa koştu ki, ayaklarının yere değmediğini sanırdınız. Ama yanına vardığında babasının bacaklarını dinlendirmek için uzanmış olduğunu gördü, sonra hemen yanıma döndü. Đspanyol'a ayağa kalkabilirse Cuma'nın kendisine kayığa gitmesi için yardım edeceğini, sonra onu evimize taşıyacağını ve benim de orada kendisine bakacağımı söyledim. Ama Cuma genç, güçlü bir adam olduğundan Đspanyol'u sırtına aldığı gibi kayığa götürdü, ayaklan içeri gelmek üzere yavaşça kenarına bıraktı, sonra kaldırarak kayığın içine, babasının yanına yerleştirdi. Kendisi de hemen çıkarak kayığı denize indirdi; rüzgâr oldukça sert esmesine rağmen kıyı boyunca kürek çeke çeke benim yürüyüşümden daha hızlı yol alıyordu. Böylece ikisini de sağ salim koyumuza getirdi, onlan kayıkta bıraktı ve koşarak diğer kanoyu almaya gitti. Yanımdan geçerken ona seslenip nereye gittiğini sordum. "Gitmek, daha kayık getirmek," dedi. Böylelikle rüzgâr gibi koşup gitti; onun kadar hızlı koşan ne bir insan ne de at vardır herhalde; hemen hemen ben karadan koya yürüyene kadar öbür kanoyu alıp geldi. Beni de alıp koyu geçirdi ve konuklarımızın kayıktan çıkmasına yardım etmeye gitti. Onlan kayıktan çıkardı; ama ikisi de yürüyebilecek durumda olmadığından zavallı Cuma ne yapacağım şaşırdı. Buna bir çare bulmak için düşünmeye başladım. Cuma'ya' seslenerek onlan koyun kıyısına oturtmasını, sonra da yanıma gelmesini söyledim. Kısa bir süre içinde onlan taşımak için sedyeye benzer bir şey yaptım; Cu-ma'yla birlikte ikisini de bunun üzerine koyduk, bir ucundan o, bir ucundan ben tutarak konuklanmızı taşıdık. Ama duvanmızın dışına getirdiğimizde öncekinden daha büyük bir sorunla karşılaştık; onlan duvann üzerinden geçirebilmemize imkân yoktu, ben de duvarı yıkmamaya kararlıydım. Bunun üzerine tekrar işe koyuldum. Cuma'yla birlikte iki saat içinde en dışta kalan duvarımla önceden diktiğim, şimdi büyümüş olan koruluğun arasında kalan yere çok güzel bir çadır yaptık; çadırın üzerini eski yelken bezleriyle örttük, bunların üzerine de ağaç dallan koyduk. Çadırın içine onlar için pirinç saplarından iki yatak yaptık, altlarına birer battaniye serdik, örtünmeleri için üstlerine de birer tane verdik.

Page 91: Robinson Crusoe

Issız adam şimdi kalabalıklaşmıştı, kendimi uyruklarım bakımından çok zengin hissediyordum; bir kral olduğumu düşünmek beni neşelendiren bir şeydi ve bunu sık sık yapıyordum. Đlk olarak bütün ada benim malım-dı, dolayısıyla şüphe götürmez bir egemenlik hakkım vardı. Đkincisi, halkım tamamıyla bana bağlıydı. Mutlak efendi bendim, yasaları ben koyardım; hepsi hayatlarını bana borçluydular ve gerekirse benim için canlarını feda etmeye hazırdılar. Yalnız üç uyruğum olması ve bunlann üçünün de farklı dinlerden olması ilginç bir durumdu. Adamım Cuma Protestan, babası putperest ve yamyam, Đspanyol da Katolik'ti. Bununla birlikte, ülkemde din ve vicdan özgürlüğü vardı. Ama şimdi konumuza dönelim. Kurtardığımız iki bitkin tutsağa güvenlik altında sığınıp dinlenecekleri bir yer verdikten sonra onlara biraz yemek yapmayı düşündüm. Đlk olarak Cuma'ya, sürüden bir yaşında bir keçi alıp kesmesini söyledim. Arka butlarını ayırarak küçük parçalar halinde doğradım. Cuma'ya bunları kaynatıp haşlamasını söyledim, sizi temin ederim, içine de biraz pirinçle arpa ekleyerek çok güzel bir yemek yaptım. En içteki duvarımın içinde ateş yakmadığım için yemeği dışarıda pişirdim. Onlar için bir masa kurarak yemeği yeni çadıra götürdüm, ben de oturup yemeğimi onlarla beraber yedim; elimden geldiğince onla- rı neşelendirip yüreklendirmeye çalıştım. Cuma hem babasıyla hem de Đspanyol'la aramda tercümanlık yapıyordu; çünkü Đspanyol da vahşilerin dilini oldukça iyi konuşuyordu. Akşam yemeğimizi yedikten sonra Cuma'ya kanolardan birini almasını, gidip tüfeklerimizi ve diğer silahlarımızı getirmesini söyledim; zaman kazanmak için bunları savaş alanında bırakmıştık. Ertesi gün de ona gidip vahşilerin cesetlerini gömmesini söyledim; güneşin altında, açıkta kaldıkları için hemen kokacaklardı yoksa. Ayrıca barbarca ziyafetlerinin korkunç kalıntılarını da gömmesini söyledim; bu işi kendim yapmayı düşünemezdim bile; hatta o yana gidecek olursam, bunları görmeye bile dayanamazdım. Cuma bütün bu işleYi öyle eksiksiz yapmış, vahşilerin oraya geldiklerini gösteren bütün izleri o kadar güzel ortadan kaldırmıştı ki, oraya tekrar gittiğimde koruluğun o tarafa yönelen köşesi olmasaydı, neresi olduğunu bile anlayamayacaktım. Sonra da iki yeni uyruğumla küçük bir sohbete başladım; ilk önce Cuma'ya, babasına, kanoyla kaçan vahşiler hakkında ne düşündüğünü; karşı koyamayacağımız kadar büyük bir güçle geri dönüp dönmeyeceklerini sordurdum. Đlk görüşü kayıktaki vahşilerin bütün gece esen fırtınaya dayanamayacakları, kesinlikle boğulmuş olmaları gerektiği ya da güneye doğru, diğer kıyılara sürüklendikleri, boğulmasalar bile oralarda başka vahşiler tarafından öldürülüp yenmiş oldukları yönündeydi. Ama sağ salim karaya çıktılarsa, ne yapacaklarını bilmediğini söyledi. Gerçi ona kalırsa, aniden saldırıya uğramış olmaktan, gürültüden ve ateşten öyle korkmuşlardı ki, yurttaşlarına, arkadaşlarının insan eliyle değil, yıldırımlar ve şimşekler tarafından öldürüldüğünü söyleyeceklerdi; kendilerine gözüken iki kişi, yani Cuma'yla beni eli silahlı insanlar değil de onları yok etmek için gökten inmiş iki ruh ya da cin sanacaklardı. Yaşlı adam bunu biliyordu, çünkü onların kendi dillerinde bağrışarak birbirlerine böyle şeyler söylediklerini duymuştu; bir adamın ateş püskürmesi, gök gibi gürlemesi, böyle elini bile kaldırmadan uzaktan adam öldürmesi onların akıllarının alacağı bir şey değildi. Bu yaşlı vahşi gerçekten de haklıydı; çünkü daha sonra başkalarından öğrendiğime göre vahşiler bir daha adaya gelmeye cesaret edememişlerdi. O dört adamın (anlaşılan denizden kurtulmayı başarmışlardı) anlattıklarından o kadar korkmuşlardı ki, bu perili adaya gelen herkesin tanrıların ateşiyle yok edileceğine inanmışlardı. Ama ben bunları bilmediğim için uzun bir süre korku içinde yaşayıp hem kendimi hem de bütün ordumu daima savunmaya hazır bulundurdum; şimdi dört kişi olduğumuz için yüz kişi bile gelseler, açık arazide onlarla çarpışmayı göze alabilirdim. Bununla birlikte, ortada hiç kano görün-meyince kısa bir süre içinde korkularım da geçmeye yüz tuttu ve karşıdaki karaya gitme konusundaki eski fikirlerimi tekrar göz önüne almaya başladım. Aynı şekilde Cu- ma'nın babası da oraya gidersem yurttaşlarından çok iyi muamele göreceğime güvenebileceğimi söylüyordu. Ama Đspanyol'la ciddi bir konuşmadan sonra, orada kendi yurttaşlarıyla Portekizlilerden on altı kişi daha olduğunu, kazaya uğradıklarında o kıyılara sığınarak kurtulduklarını, vahşilerle barış içinde yaşadıklarını, ama yaşamlarını sürdürmek için gerekli şeylerin sıkıntısını çektiklerini öğrenince bu düşüncemi gerçekleştirmeyi biraz erteledim. Yolculuklarının bütün ayrıntılarını sordum; Rio de la Plata'dan Havana'ya giden bir Đspanyol gemisindeymiş; orada çoğunlukla deri ve gümüşten oluşan yüklerini boşaltacak, Avrupa malı ne bulurlarsa alıp getirecekler-miş; gemilerinde, kazaca uğramış başka bir gemiden aldıkları beş Portekizli gemici de varmış. Kendi gemileri kazaya uğradığında gemicilerinden beşi boğulmuş, bu kaçanlar da sonsuz tehlikeler atlatarak neredeyse açlıktan ölmek üzereyken yamyamların yaşadığı kıyıya varmışlar; yamyamların her an kendilerini parçalayıp yemelerini bekliyorlarmış. Yanlarında bazı silahlar varmış, ama ne barutlan ne de saçmalan kaldığı için bunlar hiçbir işe yaramıyormuş; sandala vuran su, çok küçük bir kısmı dışında bütün barutlan-nı kullanılmaz hale getirmiş. Ama geri kalan bu azıcık barutu da karaya ilk çıktıklannda kendilerine yiyecek bir şeyler bulmak için harcamışlar. Orada başlarına neler geleceğini, kaçıp kurtulmak için planlar yapıp yapmadıklarını I

Page 92: Robinson Crusoe

sordum. Bunun üzerine uzun uzun konuştuklarını, ama gemileri, bir gemi yapacak araç gereçleri ya da gemiye koyacak erzakları olmadığı için bütün bu konuşmaların umutsuzluk ve gözyaşlarıyla son bulduğunu söyledi. Kaçmak için getireceğim bir öneriyi arkadaşlarının nasıl karşılayacağını, hepsi burada olsa başanlıp başanlamayacağını sordum. Hayatımı ellerine teslim edersem hainlik edebileceklerinden, bana kötü davranabileceklerinden çok korktuğumu; çünkü iyilikbilirligin insanların doğasında bulunan bir erdem olmadığını, insanların davranışlarını, gördükleri bir iyiliğe karşı duyulan borçluluktan çok, gözettikleri çıkarların belirlediğini açık açık söyledim. Onların kurtuluşuna aracı olduktan sonra, beni Đspanya'nın kolonilerinde kendilerine köle etmelerinin çok ağırıma gideceğini; oralara giden her Đngiliz'in, hangi şartlar altında, hangi amaçla gelmiş olursa olsun, kesinlikle feda edileceğini; papazların acımasız ellerine düşüp de Engizisyon'a çıka-nlmaktansa vahşilere canlı canlı yem olmayı tercih edeceğimi söyledim. Beni böyle bir şey olmayacağına ikna ederler ve hepsi buraya gelirse, bunca adamla hepimizi alacak büyüklükte bir tekne yapabilir ve bununla güneye doğru, Brezilya'ya, kuzeydeki adalara ya da Đspanyol sahillerine gidebilirdik. Ama silahlarımı ellerine vermeme karşılık beni zorla kendi insanları arasına sürüklerlerse ve yaptığım iyiliğe karşı kötü muamele görürsem, şimdikinden daha kötü bir duruma düşmüş olurdum. Büyük bir içtenlik ve temiz duygularla cevap vererek durumlarının içler acısı olduğunu, bu durumdan bıkıp usandıklarını; arkadaşlarının, kurtulmalarına yardım edecek bir adama kötü davranmanın düşüncesinden bile nefret edeceklerini; eğer istersem, yaşlı adamla birlikte gidip onlarla konuşacağını, dönüp bana cevaplarını getireceğini; kaptanları ve komutanları olarak mutlaka benim buyruklarıma göre davranacaklarına dair onlardan söz alacağını; bana sadık kalacaklarına, benim de kabul edeceğim bir Hıristiyan ülkesine gideceklerine, benim isteyeceğim bir ülkeye ayak basana kadar emirlerime uyacaklarına dair bütün kutsal şeyler ve Kutsal Kitap üzerine yemin edeceklerini; bu konuda ellerinden alacağı bir sözleşmeyi bana getireceğini söyledi. Yaşadığı sürece ben emir vermedikçe yanımdan bile ayrılmayacağına, arkadaşları sözlerini tutmayacak olursa, kanının son damlasına kadar benim yanımda savaşacağına dair ilk önce kendisinin yemin edeceğini söyledi. Bana arkadaşlarının görgülü, dürüst insanlar olduklarını, şu anda akla hayale sığmaz büyük bir sıkıntı içinde bulunduklarını, ne silahlan, ne elbiseleri, ne de giyecekleri olduğundan hayatlarının vahşilerin merhametine ve takdirine kaldığını, kendi ülkelerine dönme umutlarının tamamen tükendiğini; onları kurtarmaya girişecek olursam, hayatları boyunca benim yanımdan aynlmayıp benim yanımda öleceklerine emin olduğunu söyledi. Verdiği bu güvenceler üzerine başarabilirsem onları kurtarmaya, onlarla konuşmak üzere yaşlı vahşiyle Đspanyol'u göndermeye karar verdim. Ama yola çıkmaları için gereken her şeyi hazırladığımızda Đspanyol'un kendisi bir sakınca öne sürdü; bu bir taraftan çok tedbirli, diğer taraftan da samimi bir öneri olduğu için kabul etmekten başka çarem yoktu. Önerisi, arkadaşlarının kurtuluşunu hiç olmazsa altı ay ertelemekti. Durum şuydu: Kendisi yaklaşık bir aydır bizimle kalıyordu; bu süre içinde Tann'nın yardımıyla karnımı nasıl doyurduğumu ona göstermiştim; elimde ne kadar arpa, ne kadar pirinç kaldığını biliyordu; gerçi bu bana yeter de artardı bile, ama şimdi dört kişi olan aileme yetecek gibi değildi, en azından çok tutumlu kullanılması gerekiyordu. Ama dediği gibi, hâlâ hayatta olan on dört arkadaşı da gelecek olursa, bu erzak hiç yetmeyecekti; ayrıca bir gemi yapar da Amerika'daki Hıristiyan kolonilerinden birine doğru yola çıkarsak, gemimize koyacak hiç erzağımız olmayacaktı. Bundan ötürü kendisi ile öbür iki adama, ayırabileceğim tohum oranında bir tarla açıp sürmeleri için izin vermemin yerinde bir şey olacağını söyledi; böylece yeni harmanı bekleyecek, arkadaşları geldiğinde yiyeceklerini hazırlamış olacaktık; çünkü yiyecek sıkıntısının arkadaşları arasında uzlaşmazlığa yol açabileceğini, bir sıkıntıdan başka bir sıkıntıya düştüklerini düşünerek kendilerini kurtulmuş saymayacaklarını düşünüyordu. "Biliyorsunuz," dedi. "Đsrailo- ğullan da Mısır'dan kurtulduklarına ilk başta sevinmişlerdi, ama çölün ortasında ekmeksiz* kalınca kendilerini kurtaran Tann'ya bile isyan edecek duruma gelmişlerdi." Uyarısı öyle yerinde, verdiği öğüt de öyle güzeldi ki, yalnız gösterdiği bağlılıktan ötürü memnun olmakla kalmadım, önerisini de yerine getirmeye karar verdim. Böylece, yaptığımız tahta aletlerin elverdiği ölçüde dördümüz beraber toprağı kazmaya koyulduk; bir ay içinde -tam tohum atma zamanına rastlıyordu- yirmi iki kile arpa, on altı küp de pirinç ekebileceğimiz kadar bir toprak parçasını kazmış, temizleyip hazırlamıştık; zaten ayırabildiğimiz tohumun hepsi de bu kadardı; aslına bakılırsa hasat zamanı gelene kadar geçecek altı ay için kendimize yetecek kadar arpa bile bırakmamıştık; bu altı ayı ekeceğimiz tohumu ayırdığımız günden itibaren hesaplıyorum, çünkü bu bölgede tohumun toprakta altı ay kalması da şart olmayabilir. Şimdi artık sayıca fazla olduğumuz için çok kalabalık gelmedikleri sürece vahşilerden korkmamıza gerek yoktu, dolayısıyla gerektiği zaman bütün adada rahatça dolaşabiliyorduk. Artık buradan kaçıp kurtulmak gibi bir düşüncemiz olduğu için, en azından ben bu kurtuluşun yolları üzerine düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu amaçla işimize yarayacak birkaç ağaç belirledim, Cuma'yla babasına bunları kesmelerini söyledim ve Đspanyol'a da bu konudaki düşüncelerimi açarak Cuma'yla babasına göz kulak olmasını, iş ¦ Hicret, 16dan alıntı.

Page 93: Robinson Crusoe

konusunda onları yönlendirmesini tembihledim. Büyük bir ağacı yarıp kalasları nasıl elde ettiğimi onlara göstermek için ne emekler verdim; altmış santim genişliğinde, on metre uzunluğunda ve iki ilâ dört parmak kalınlığında bir düzine meşe kalası elde edene kadar bu şekilde çalışmalarını söyledim. Bu iş için ne olağanüstü çabalar sarf edildiğini herkes tahmin edebilir. Aynı zamanda küçük keçi sürümü de elimden geldiğince büyütmeyi düşündüm; bu amaçla ormana sırayla, bir gün Cuma'yla Đspanyol'u gönderiyor, bir gün de Cuma'yı alıp kendim gidiyordum. Bu şekilde sürüye katıp yetiştirmek üzere yirmiden fazla yavru keçi tuttuk; ne zaman bir anne keçi vursak, yavrularını alıp sürümüze katıyorduk. Ama her şeyden önemlisi, üzüm kurutma mevsimi gelmişti; güneşte kurutmak üzere o kadar çok üzüm astık ki, kuru üzümlerin işlendiği Ali-cant'ta olsaydık, yetmiş seksen fıçıyı doldurabilirdik. Ekmeğimizle birlikte bu kuru üzümler yiyeceğimizin önemli bir kısmını oluşturuyordu, ayrıca, çok besleyici bir yiyecek olduğu için iyi yaşamanın yolunun da bu üzümlerden geçtiğine sizi temin edebilirim. Harman zamanı geldi ve iyi ürün aldık. Adada gördüğüm en bereketli hasat değildi, ama ihtiyacımızı karşılamaya yeterdi; çünkü ektiğimiz yirmi iki kile arpadan iki yüz yirmi kileden fazla arpa, aynı oranda da pirinç kaldırdık; on altı Đspanyol'un hepsi benimle birlikte adada olsa bile, bu ürün bir dahaki hasat mevsimine kadar bize yeter; yolculuğa çıkmaya hazır olsak, gemimizde bizi dünyanın herhangi bir yerine, örneğin Amerika kıyılarına kadar bol bol idare edecek kumanyamız olurdu. Bu şekilde erzağımızı ambara kaldırıp güvence altına aldıktan sonra, arpa ve pirinçleri koyacağımız büyük hasır sepetler örme işine koyulduk; Đspanyol bu işte çok ustaydı ve savunmamda bu hasırlardan faydalanmadığım için sık sık beni kınıyordu; ama ben buna gerek görmemiştim. Artık beklediğim konukların hepsine yetecek yiyeceği hazırladığımdan Đspanyol'a geride bıraktığı arkadaşlarıyla görüşmesi için karşıdaki karaya gitme izni verdim. Ona yazılı bir emir vererek bu adada karşılaşacakları, kurtarmak için onlari yanına çağırmak gibi bir iyilik yapan adama zarar vermeyeceklerine ve saldırmayacaklarına; böyle bir şeye kalkışacak herkese karşı onun yanında yer alıp onu savunacaklarına; nereye giderlerse gitsinler ona bağlı kalıp emirlerinden dışarı çıkmayacaklarına, kendisiyle bu yaşlı vahşi önünde yemin etmeyen kimseyi alıp getirme-meyeceklerine, bu konuda her birinin elinden, imzalı bir senet almalarına dair sıkı sıkıya tembihte bulundum. Ne kalemleri ne de mürekkepleri olmadığından bunu nasıl yapacakları gerçekten de hiç aklımıza gelmemişti. Bu tembihlerle, Đspanyol ile Cuma'nın babası yaşlı adam, vahşiler tarafından parçalanıp yenmek üzere tutsak olarak adaya getirildikleri kanolardan biriyle yola çıktılar. Đkisine de birer piyade tüfeği, sekiz sefer ateş edebilecekleri kadar barut ve kurşun vererek bunları çok tutumlu kullanmalarını, acil bir durum olmadıkça harcamamalarını tembih ettim. Yirmi yedi yıldan birkaç gün fazla bir süredir ilk kurtuluş denemem olduğu için bu iş beni çok sevindiriyordu. Kendilerine günlerce, öbür arkadaşlarına da sekiz gün yetecek kadar ekmek ve kuru üzüm verdim. Dönüşlerinde karaya çıkmadan önce onların geldiğini anlayabileyim diye belli bir işaret konusunda anlaştık, iyi yolculuklar diledim ve yola çıkıp uzaklaşmalarını izledim. Hesaplanma göre ekim ayında, dolunay zamanında tatlı bir rüzgârla yola çıktılar; tam olarak hangi gün olduğuna gelince, bir kere şaşırdıktan sonra bir daha takvimimi doğru düzgün tutamamıştım. Yıllan bile doğru hesapladığımdan emin değildim, ama sonradan takvimimi incelediğimde yılların hesabını doğru tutmuş olduğum ortaya çıktı. En az sekiz gündür onlan bekliyordum; tam o sırada çok garip, eşi benzeri görülmemiş, belki de tarih boyunca hiç rastlanmamış bir olay meydana geldi. Bir sabah evimde uyurken Cuma koşarak gelip beni uyandırdı, "Efendi, efendi, geldiler, geldiler!" diye bağın-yordu. Yataktan fırladım, elbiselerimi üzerime geçirir geçirmez, tehlike falan düşünmeden dı-şan çıktım, o zamana kadar sık bir koruluk haline gelmiş olan ağaçlığımın içinden geçtim. Tehlike falan düşünmeden diyorum, çünkü silahlanmı almadan çıkmıştım ki, bu benim âdetim değildi. Ama denize bakıp da kıyıya bir buçuk fersah mesafede kırlangıç kanatlı dedikleri yelkenli bir kayığın, oldukça güzel esen bir rüzgârla adaya doğru gelmekte olduğunu görünce şaşıp kaldım; aynca kayık karşıdaki kara parçasının bulunduğu taraftan değil de adanın en güney ucundan geliyordu. Bunun üzerine Cuma'yı içeri çağırarak saklanmasını, bunlann bizim beklediklerimiz olmadığını, dolayısıyla dost mu, düşman mı olduklarını bilemeyeceğimizi söyledim. Sonra kim olduklarım anlamak için gidip dürbünümü aldım; bir şeyden endişelendiğim zamanlar, kimseye gözükmeden etrafı daha iyi incelemek için yaptığım gibi merdivenimi dışan çıkararak tepeye tırmandım. Daha tepeye ayağımı basmadan, güneydoğu yönünde, benden iki buçuk fersah, karadan da en fazla bir buçuk fersah uzakta bir geminin demirlemiş olduğunu gördüm. Gözlemlerime göre, bunun bir Đngiliz gemisi, kayığın da uzun bir Đngiliz kayığı olduğu apaçık ortadaydı.

Page 94: Robinson Crusoe

Đçine düştüğüm şaşkınlığı anlatamam; gerçi, bir gemi, özellikle de kendi yurttaşla-nmla, sonuç olarak dost insanlarla dolu olduğuna inandığım bir gemi görmekten duyduğum sevinç anlatılamayacak kadar büyüktü. Ama yine de nereden geldiğini bilmediğim gizli bir kuşku kafama üşüşmüş, tetikte kalmamı söylüyordu. Đlk olarak, burası Đngilizlerin ticaret yaptığı bölgelerin gidiş ya da dönüş yolu üzerinde olmadığı için, bir Đngiliz gemisinin dünyanın bu ıssız köşesinde ne aradığını soruyordum kendi kendime; onları buraya sürekleyecek bir fırtınanın çıkmadığını da biliyordum. Eğer bu gerçekten bir Đngiliz gemi-siyse, buraya gelme niyetleri, büyük ihtimalle hiç de iyi değildi. Dolayısıyla haydutlarla katillerin eline düşmektense olduğum yerde kalmayı tercih ederdim. Hiç kimse, gerçek olabileceğine ihtimal vermediği tehlikeleri haber veren içindeki hisleri görmezden gelmemeli. Đçimize doğan böyle hislerle sezgileri, görmüş geçirmiş pek az insanın yadsıyabileceğine inanıyorum; bunların görünmez bir dünyanın, ruhlar arasındaki iletişimin göstergeleri olduğu da şüphe götürmez; bunların amacı bizi uyarmaksa, ister yüce bir kaynaktan, isterse de ikincil bir kaynaktan gelmiş olsunlar, bir dost tarafından gönderildiklerine, bizim iyiliğimiz için olduklarına neden inanmayalım? Şimdi anlatacağım şeyler, bu düşüncenin doğruluğunu göstermeye fazlasıyla yetecektir; çünkü nereden gelirse gelsin, bu gizli uyarıyı dikkate almamış olsaydım, işim bitikti; hem de şimdi göreceğiniz üzere öncekinden çok daha kötü bir şey yüzünden. Tepede fazla kalmamıştım, ama sandalın karaya çıkmak için yanaşmaya uygun bir koy arıyormuş gibi kıyıya yaklaştığını gördüm. Bununla birlikte kıyıya yeteri kadar yaklaşmadıkları için önceden sallarımı karaya çıkardığım küçük koyu görmediler; sandallarını benden yarım mil ötedeki kumsala yanaştırdılar ve bu benim için çok iyi oldu; yoksa tam kapımın önüne yanaşsalardı, beni hemen şa- tomdan kapı dışarı edip belki de elimde avu-cumda ne varsa hepsini yağmalayacaklardı. Kıyıya çıktıklarında, hiç olmazsa çoğunun Đngiliz olduğuna iyice inandım; bir ikisini Hollandalı sandım, ama öyle çıkmadı. Toplam on bir kişiydiler; üçü silahsızdı ve bunlar bana bağlı gibi geldi. Đlk dört beşi karaya atlayınca o üç kişiyi tutsak gibi dışarı atıverdiler. Bu üç kişiden birinin aşın sayılacak ölçüde yalvarıp yakarma, acı ve umutsuzluk ifade eden hareketler yaptığını gördüm; diğer ikisi de ellerini kaldırmışlardı ve kaygılı görünüyorlardı; ama birincisi kadar değil. Bu manzara karşısında kafam allak bullak oldu; bütün bunlara bir anlam veremiyor-dum. Cuma yarım yamalak Đngilizcesiyle bana seslenerek, "Hey efendi! Bak Đngiliz adamlar da yemek tutsakları, vahşiler gibi," dedi. "Neden, Cuma?" dedim. "Sen onları yiyeceklerini mi sanıyorsun?" "Evet," dedi Cuma, "onları yiyecekler." "Hayır, hayır," dedim, "korkarım onları öldürecekler, ama yemeyeceklerine emin olabilirsin, Cuma." Bütün bu süre boyunca neler olup bittiğini gerçekten anlayamıyordum; ama bu manzara karşısında, her an bu üç adamı öldürmelerini bekleyerek korkudan tir tir titriyordum; hatta bir ara bu alçaklardan birinin, büyük bir kılıcı ya da denizcilerin dediği gibi palayı, bu zavallı adamlardan birine indirmek üzere kaldırdığını gördüm; her an adamın düşmesini beklerken damarlarımda akan kan buz kesmişti. Đspanyol ile onunla giden vahşiyi şimdi fazlasıyla arıyordum. Görünmeden onları tüfek menziline alabileceğim kadar yaklaşıp bu üç adamı kurtarmanın bir yolunu bulsam diye düşünüyordum; çünkü gördüğüm kadarıyla aralarında ateşli silahı olan yoktu; ama sonra aklıma başka bir şey geldi. Bu ahlaksız adamların, o üç adama o kadar gaddarca davrandıktan sonra çevreyi incelemek ister gibi dört bir yana dağıldıklarını gördüm. Diğer üç adam da serbest kalmıştı, nereye isterlerse gidebilirlerdi; ama yere oturmuş kara kara düşünüyor, çok umutsuz görünüyorlardı. Bu bana gemi kazasından sonra karaya ilk çıktığım zamanı hatırlattı; etrafıma bakı-nıp nasıl bir umutsuzluğa kapılmış, çılgın gibi dolanarak ne büyük korkular yaşamış, vahşi hayvanlara yem olacağım korkusuyla nasıl da bütün geceyi bir ağaçta tüneyerek geçirmiştim. Benim o gece, bunca zamandır karnımı doyurup geçinmemi sağlayacak olan geminin fırtına ve gelgitle Tanrı tarafından karaya yaklaştırılacağını bilmediğim gibi bu üç zavallı, terk edilmiş adam da kendilerini mahvolmuş, çaresiz hissettikleri şu anda aslında kurtuluşlarının ve karınlarını doyurmalarının ne kadar kesin, ne kadar yakın olduğunu, gerçekten de büyük bir güven altında olduklarını bilmiyorlardı. Dünyada önümüze serilecek nimetleri işte bu kadar az görürüz; aslında evrenin Büyük Yaratıcısı'na güvenmemizi gerektiren birçok şey vardır; Tanrı kullarını asla tamamen yok- sunluk içinde bırakmaz; en kötü durumlarda bile, insanın şükredecek şeyleri vardır ve bazen kurtuluş, umduğundan daha yalandır, hatta ölüme gittiği sanılan yol, kurtuluşuna giden yolun ta kendisi bile olabilir. Bu adamlar suların en yüksek olduğu zamanda karaya çıkmışlardı; bir süre getirdikleri tutsaklarla uğraştılar, bir süre de adanın nasıl bir yer olduğunu görmek için dolaştıklarından suların çekilmeye başladığını fark etmediler; sular iyice alçalınca da sandalları karada kalıverdi.

Page 95: Robinson Crusoe

Đki adamı sandalda bırakmışlardı. Sonradan anladım ki, bu adamlar konyağı biraz fazla kaçırdıklarından sızıp kalmışlardı. Bununla birlikte bunlardan biri, öbüründen önce uyandı; sandalın, tek başına kımıldatama-yacağı kadar karada kalmış olduğunu görünce etrafa dağılmış olan diğer arkadaşlarına seslendi. Çok geçmeden hepsi sandalın başına toplandılar. Ama hem sandal çok ağır olduğundan, hem de kıyının o yanı neredeyse bataklık gibi bir hayli cıvık bir kumsal olduğundan sandalı denize indirmeye güçleri yetmedi. Bu durumda, gerçek birer denizci gibi -bütün insanlık içinde en az öngörü sahibi olanlar belki de denizcilerdir- bu işten vazgeçip tekrar adada gezinmeye gittiler; bunlardan birinin kayığın başında kalan bir arkadaşına, "Sandalı kendi haline bırakamaz mıyız, Jack? Ne de olsa sular yükselince kendiliğinden suyun üzerine çıkar," dediğini duydum. Böylece bunların hangi ülkeden olduk- larıyla ilgili görüşüm de tamamen doğrulanmış oldu. Bütün bu süre boyunca kendimi onlara göstermemeye çalışmıştım. Tepenin üstündeki gözetleme yerim haricinde, şatomdan çıkmaya bir kez bile cesaret edememiştim; evimin etrafına sağlam bir duvar yapmış olmama şimdi çok seviniyordum. Sandalın tekrar yüzebilmesine en az on saat olduğunu biliyordum; o zamana kadar hava kararacak, böylece ne yaptıklarını görmek, konuşurlarsa, ne konuştuklarını duyabilmek için daha serbestçe hareket edebilecektim. Bu arada, önceki gibi savaş hazırlıkları yaptım; ama bu sefer karşımda başka türlü bir düşman olduğunu bildiğimden daha dikkatli davranıyordum. Keskin bir nişancı olarak yetiştirdiğim Cuma'ya da silahlarını hazırlamasını söyledim. Đki av tüfeğini kendim aldım, üç piyade tüfeğini de ona verdim. Kılığım da gerçekten çok korkunçtu. Üstümde daha önce sözünü ettiğim keçi derisinden heybetli ceketimle kocaman şapkam, yanımda kınsız bir kılıç, kemerimde iki tabanca, iki omzumda da birer tüfek vardı. Planım, yukarıda da söylediğim gibi karanlık basmadan herhangi bir saldırıya girişmemekti. Ama günün en sıcak zamanı olan saat iki sularında, tahmin ettiğim gibi, hepsinin koruluğa dağıldıklarını, yerlere uzanıp uyuduklarını gördüm. Uyuyamayacak kadar endişeli olan üç zavallı üzgün adam ise benden çeyrek mil kadar uzaktaki büyük bir ağacın gölgesine sığınmışlardı ve düşündü- ğüm gibi diğerlerinin göremeyeceği bir yerdeydiler. Bunun üzerine kendimi onlara göstermeye ve durumlanyla ilgili bir şeyler öğrenmeye karar verdim. Hemen, yukarıda anlattığım kılıkta, onlara doğru yürüdüm. Bu arada, arkamdan gelen adamım Cuma da silahlarıyla benim kadar korkunç görünüyordu, ama benim kadar hayalete benzemiyordu. Onlara gözükmeden sokulabildiğim kadar yakınlarına sokuldum, sonra onlar daha beni görmeden Đspanyolca seslendim: "Baylar, siz kimsiniz?" Sesimi duyunca irkilip ayağa kalktılar; ama beni ve çirkin kılığımı görünce on kat daha fazla şaşırdılar. Hiç cevap vermediler; ama tam kaçacaklarını anladığım sırada onlarla Đngilizce konuştum. "Baylar," dedim, "görünüşüme bakıp şaşırmayın; hiç beklemediğiniz bir anda, karşınızda bir dost duruyor." Đçlerinden biri büyük bir ciddiyetle, "Öyleyse doğrudan cennetten gönderilmiş olmalı, çünkü şu anda hiçbir insanın yardım edemeyeceği bir durumdayız," dedi ve aynı anda şapkasını çıkararak beni selamladı. "Bütün yardımlar cennettendir, bayım," dedim. "Ama bir yabancıya size yardım etmesi için yol gösterir miydiniz? Anlaşılan başınızda büyük bir dert var. Sizi karaya çıkarken gördüm; sizinle birlikte gelen o zalimlere yalvarırken, içlerinden birinin sizi öldürmek için kılıcını kaldırdığını gördüm." Zavallı adam, yüzünden süzülen gözyaşlarıyla, şaşırmış gibi titreyerek, 'Tanrı'yla mı ko- nuşuyorum, yoksa insanla mı? Bu gerçek bir insan mı, melek mi?" dedi. "Bu konuda korkmanıza gerek yok, bayım," dedim. 'Tanrı size yardım etmek için bir melek göndermiş olsaydı, bu melek herhalde benden daha iyi bir kılıkta ve bambaşka silahlarla gelirdi. Lütfen, korkularınızı bir yana bırakın; ben insanım, bir Đngiliz; gördüğünüz gibi size yardım etmek istiyorum. Yalnız bir uşağım var; silahımız, cephanemiz var; hiç çekinmeden söyleyin, size yardım edebilir miyiz? Sıkıntınız nedir?" "Sıkıntımız," dedi, "bayım, katillerimiz bu kadar yakındayken anlatılamayacak kadar uzun bir hikâye bu; ancak kısaca anlatayım; ben şu geminin kaptanıydım; adamlarım isyan etti; beni öldürmemeleri için çok yalvardım. En sonunda beni, bu iki adamla birlikte bu ıssız adaya attılar; biri ikinci kaptan, diğeri de yolcudur. Biz burasını ıssız bir yer sandığımız için ölüp gitmeyi bekliyorduk, ne yapacağımızı da henüz bilmiyoruz." "Düşmanınız olan herifler nerede?" dedim. "Nereye gittiklerini biliyor musunuz?" Sık bir ağaçlığı göstererek, "Şurada yatıyorlar bayım," dedi. "Bizi görmüş, sizin konuşmalarınızı duymuş olmalarından ödüm kopuyor. Duydularsa, hepimizi öldürürler." "Ateşli silahlan var mı?" dedim. Sadece iki tane olduğunu, birini de sandalda bıraktıklarını söyledi. "Peki, o zaman," dedim, "gerisini bana bırakın, hepsinin uyuduğunu görüyorum; topunu birden öldürmek kolay olacak. Yoksa onlan esir mi alsak?" Kaptan aralarında iki korkunç alçağın bulunduğunu, onlara acımanın doğru olmayacağını; ama onların işini bitirirsek geri kalanların görevlerinin başına döneceğini söyledi. Bu ikisinin hangileri olduğunu sordum. Bu kadar uzaktan söyleyemeyeceğini, ama kendisine vereceğim bütün emirleri yerine getireceğini söyledi. "Peki," dedim, "onlan uyandırmamak için bizi görüp duyamayacaktan bir

Page 96: Robinson Crusoe

yere çekilelim, gerisine orada karar veririz." Ormanın görün-meyeceğimiz bir köşesine kadar benimle birlikte seve seve geldiler. "Bakın, bayım," dedim, "sizi kurtarmak için kendimi tehlikeye atacak olursam, öne süreceğim iki şartı kabul edecek misiniz?" Đsteklerimin ne olduğunu tahmin ederek hem kendisinin, hem de geri alınabilirse gemisinin tamamıyla benim emrim altına verileceğini; gemi geri alınmazsa da onu dünyanın hangi köşesine gönderirsem göndereyim hayatının sonuna kadar benim yanımda olacağını söyledi; diğer iki adam da onun bu sözlerine katıldı. "Peki," dedim, "yalnız iki şartım var. Birincisi, bu adada benimle kaldığınız sürece kendinizi hiçbir konuda yetkili saymayacaksınız; size silah verirsem, istediğim zaman bunlan bana geri vereceksiniz, bana ve bu adada bana ait olan hiçbir şeye zarar vermeyeceksiniz; bu süre içinde de emirlerime uyacaksınız. Đkincisi, gemi geri alınabilirse, beni ve adamımı hiçbir karşılık talep etmeden Đngiltere'ye götüreceksiniz." Bir insanın aklına gelebilecek ve yüreğinden geçebilecek bütün yeminleri ederek bu çok haklı isteklerimi yerine getireceğini, ayn- ca hayatını bana borçlu olacağı için yaşadığı sürece kendisini bana adayacağını söyledi. "Öyleyse," dedim, "bu üç tüfek, barut ve kurşunlar sizin için; şimdi, sizce ne yapmamız uygun olur, söyleyin." Elinden geldiğince duyduğu borçluluğu dile getirdi ve bütünüyle benim düşündüğüm şekilde hareket etmeyi önerdi. Ona herhangi bir tehlikeyi göze almanın zor olduğunu; düşünebildiğim en iyi yolun, uyurlarken aniden üzerlerine ateş açmak olduğunu; ilk yaylım ateşinden kurtulup da teslim olan olursa onları bağışlayabileceği-mizi, dolayısıyla kurşunlarımızın gidip kimi vuracağını bütünüyle Tann'ya bırakabileceğimizi söyledim. Alçakgönüllü bir tavırla, elinden gelse hiçbirini öldürmek istemediğini; ama o ikisinin ıslah olmaz birer hain, gemideki isyanın da elebaşıları olduklarını, bu yüzden bu iki kişi şayet elimizden kaçarlarsa işimizin bitik olduğunu; çünkü gemiye gidip bütün tayfayı toplayacaklarını ve hepimizi öldüreceklerini söyledi. "Peki, o zaman," dedim, "bu şartlar altında benim önerim akla yakın görünüyor; çünkü canımızı kurtarmanın tek yolu bu." Bununla birlikte, hâlâ kan dökmek istemediklerini görünce onlara gidip bu işi uygun gördükleri şekilde halledebileceklerini söyledim. Bu konuşmanın ortasında birkaçının uyandığını duyduk, hemen sonra da ikisi ayağa kalktı. Đsyanın elebaşıları olduğunu söylediği adamların bunlardan biri olup olmadığını sordum. "Hayır," dedi. "Öyleyse," dedim, "bırakın kaçsınlar; anlaşılan canlarını kurtarmalan için onları Tanrı uyandırmış. Şimdi, geri kalanlar kaçacak olursa, bu sizin hatanızdır." Bunun üzerine canlanarak ona verdiğim tüfeği eline aldı, kemerine de bir tabanca sokarak yine ellerinde birer tüfek bulunan iki arkadaşını da yanına kattı. Önden giden bu iki arkadaşının çıkardığı gürültüye uyanan denizcilerden biri çevresine bakınıp onları görünce diğerlerine seslendi, ama artık çok geçti; çünkü o bağırdığı anda onlar ateş etmeye başladılar; ateş edenler sadece kaptanın iki arkadaşıydı, çünkü kaptan akıllılık ederek kendi tüfeğini hemen boşaltmayıp son ana saklamıştı. Tanıdıkları iki elebaşına öyle iyi nişan almışlardı ki, birini anında öldürmüşler, diğerini de ağır yaralamışlardı. Ama bu adam daha ölmediği için ayağa kalktı ve acı acı bağırarak ötekilerden yardım istedi. Ama kaptan onun yanına giderek yardım istemek için çok geç olduğunu, yaptığı alçaklığı bağışlaması için Tann'ya yalvarmasının daha yerinde olacağını söyledi. Bunu söyler söylemez de tüfeğinin dipçiğiyle vurduğu gibi adamı yere devirdi; adamın ağzından başka söz çıkmadı. Geriye üç kişi kalmıştı ve bunlardan biri çok hafif yaralanmıştı. O sırada ben de yanlarına gittim; tehlikeyi görünce direnmenin işe yaramayacağını anlayarak merhamet dilenmeye başladılar. Kaptan, yaptıkları hainlikten pişman olduklarına kendisini inandı-rırlarsa ve geminin geri alınmasına yardım ederlerse, gemiyi Jamaika'ya, yani geldikleri yere götürene kadar ona bağlı kalacaklarına yemin ederlerse canlarını bağışlayacağını söyledi. Arzu ettiği gibi bütün içtenlikleriyle yemin ettiler. Kaptan da onlara inanıp canlarını bağışlamaya istekliydi; buna ben de karşı değildim; ama adada bulundukları sürece ellerinin ve ayaklarının bağlı tutulmasını zorunlu tuttum. Bu iş yapılırken Cuma'yla ikinci kaptanı sandala yollayarak sandalı güvenlik altına almalarını, yelkenle kürekleri getirmelerini söyledim; bunu yaptılar. Bu arada diğerlerinden ayrılıp etrafta dolaşmaya çıkmış olan (bunu yapmalan kendileri için hayırlı olmuştu) üç adam da silah seslerini işiterek geri dönmüşlerdi; önceden esirleri olan kaptanlarının şimdi onları alt etmiş olduğunu görünce ellerinin ve ayaklarının bağlanmasına boyun eğdiler; böylece tam bir zafer kazanmış olduk. Şimdi geriye kaptanla birbirimize başımıza gelenleri sormak kalmıştı. Đlk önce ben başladım ve ona bütün hikâyemi anlattım, beni ilgiyle, neredeyse hayretle dinledi; özellikle de yiyeceklerimi ve cephanemi elde edişimle ilgili olağanüstü kısmını. Aslına bakılırsa, hikâyem başından sonuna mucizelerle dolu olduğundan onu derinden etkiledi. Ama kendi durumunu, benim yıllardır burada sanki onun canını kurtarmak için beklediğimi düşününce gözlerinden yaşlar boşanıverdi ve bundan sonra tek bir kelime edemedi. Bu konuşma sona erdikten sonra onu ve iki adamını, barınağıma götürdüm. Elimdeki yiyecekle içeceklerden vererek kendilerini toplamalarını sağladım ve onlara bu yerde

Page 97: Robinson Crusoe

yaşadığım uzun süre boyunca yaptığım bütün icatları gösterdim. Onlara gösterdiğim, söylediğim her şeyi büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar; ama kaptan her şeyden çok duvarlarıma ve sığınağımı küçük bir korulukla nasıl da güzel gizlediğime hayran kaldı. Bu ağaçlan yaklaşık yirmi yıl önce dikmiştim ve burada ağaçlar Đngilte-re'dekinden çok daha hızlı büyüdüğü için bu ağaçlar küçük bir orman haline gelmiş ve öyle sıklaşmıştı ki, bir kenarından bıraktığım küçük, dolambaçlı yol dışında geçit vermiyordu. Ona, bunun şatom ve sürekli konutum olduğunu, ama birçok prens gibi benim de kırda bir yazlık evim olduğunu, gerektiğinde oraya çekildiğimi, başka bir zaman onu da göstereceğimi; ama şimdiki işimizin gemiyi nasıl geri alacağımızı düşünmek olduğunu söyledim. Bu konuda benimle aynı fikirdeydi; ama ne gibi bir yol tutmak gerektiğine dair hiçbir fikri olmadığını; çünkü gemide hâlâ yirmi altı adam olduğunu ve bunların giriştikleri alçakça tezgâh yüzünden yasalar önünde suçlu duruma düştüklerini, yakalanırlarsa, Đngiltere'ye ya da Đngiliz kolonilerinden birine varır varmaz darağacına çıkarılacaklarını bildiklerinden gözlerinin döndüğünü, dolayısıyla sayıca bu kadar az olduğumuz için onlara saldırmamızın imkânsız olduğunu söyledi. Bu söyledikleri üzerine biraz düşününce vardığı sonucu çok mantıklı buldum. Dolayısıyla gemideki adamların karaya çıkıp bizi yok etmelerini engellemek için onlan ansızın kapana kıstırarak bu işi çok çabuk halletmemiz gerekiyordu. Bunun üzerine, kısa bir süre sonra, gemi mürettebatının, arkadaşlarına ve sandala ne olduğunu merak ederek mutlaka diğer sandallarla karaya çıkacakları aklıma geldi; belki de silahlı gelecekler ve bizden çok daha güçlü olacaklardı. Kaptan da bu düşüncemi mantıklı buldu. Bu durumda yapacağımız ilk işin, alıp gö-türmemeleri için kıyıda duran sandalı kırıp parçalara ayırmak olduğunu söyledim; her şeyini alacak ve sandalı yüzemeyecek bir hale getirecektik. Bunun üzerine sandala gittik, içinde kalan silahlan ve bulduğumuz her şeyi aldık; bu eşyalar içinde bir şişe konyak, bir şişe rom, biraz peksimet, bir boynuz barut ve bir beze sarılı büyük bir parça şeker vardı -şeker iki buçuk üç kilo ağırlığındaydı- bütün bunları, özellikle şekerle konyağı bulmak çok hoşuma gitti; elimdeki şeker yıllar önce bitmişti. Bütün bunları karaya çıkardıktan sonra (yukarıda da söylediğim gibi kürekler, direk, yelken ve dümeni önceden kaldırmıştık) bizi yenecek kadar kalabalık gelseler bile yine de sandalı götüremesinler diye dibinde büyük bir delik açtık. Aslına bakılırsa gemiyi ele geçirebileceğimizi pek zannetmiyordum; ama sandalı almadan giderlerse onu tamir ederek bizi Leeward Adalan'na götürecek bir hale getirmek benim için işten bile değildi, yolda da Đspanyol dostlarımıza uğrayabilirdik; onları unutmuş değildim. Bu hazırlıkları yaparken ilk önce, sular iyice yükseldiğinde alıp sürüklemesin diye, sandalı elbirliğiyle kıyının yukarılarına çektik; dibine de kolay kolay tıkanamayacak bir delik açtık. Tam oturup ne yapmamız gerektiğini düşünmeye başladığımız sırada geminin bir top attığını, sandalı çağırmak için sancak kaldırarak işaret verdiğini gördük. Ama yola çıkan bir sandal göremedikleri için birkaç kez daha top atarak başka işaretler de verdiler. Sonunda, bütün işaretleri ve top atışları sonuçsuz kalıp da sandal yerinden kımıldamayınca dürbün yardımıyla onları gördük. Başka bir sandal indirip karaya doğru yola çıktılar; yaklaştıklarında sandalda en az on adam bulunduğunu ve ellerinde de tüfekler olduğunu gördük. Gemi kıyıdan neredeyse iki fersah uzakta durduğu için gelirken onları iyice görebiliyor, adamları yüzlerine kadar seçebiliyorduk. Akıntı onları diğer sandalın karaya ulaştığı yerin biraz doğusuna attığından sandalın durduğu yere ulaşabilmek için kıyı boyunca kürek çekiyorlardı. Dediğim gibi bu arada hepsini tek tek seçebiliyorduk, kaptan sandaldaki bütün adamların kişiliklerini ve huylarını biliyor, üç tanesinin çok dürüst insanlar olduğunu, bu tezgâha diğerlerinin baskısıyla ve korkudan bulaştıklarına adı gibi emin olduğunu söylüyordu. Ama sandaldakilerin elebaşısı lostromoya ve diğerlerine gelince, bunların gemideki diğer adamlar kadar ahlaksız ve giriştikleri bu yeni işte de gözlerinin dönmüş olduğuna hiç şüphesi bulunmadığını; bize göre fazla güçlü olmalarından da korktuğunu söyledi. Gülümseyip ona bizim durumumuzdaki adamların korku nedir bilmeyeceğini; başımıza gelebilecek her şeyin şimdi içinde bulunduğumuz durumdan daha iyi olduğunu, dolayısıyla bu işin sonunda ölsek bile bunun bir kurtuluş sayılacağım söyledim. Ona yaşadığım hayatla ilgili ne düşündüğünü, kurtulmak için bir girişimde bulunmaya değip değmeyeceğini sordum. "Ayrıca, bayım, biraz önce sizi o kadar duygulandıran, benim burada bunca yıl sizi kurtarmak için kalmış olduğuma duyduğunuz inanç nerede kaldı? Kendi adıma, şu anda beni düşündüren tek bir şey var," dedim. "Nedir o?" dedi. "Dediğinize göre aralarından kurtulması gereken sadece üç dört adam. Sandaldakilerin hepsi kötü adamlar olsaydı, böyle hepsini bir arada elimize düşürenin Tanrı olduğunu düşünürdüm; çünkü inanın bana, karaya çıkan her adam elimize düşmüş olacak ve bunlar bize karşı davranışlarına göre ya yaşayacak ya da ölecek." Bunu sesimi yükselterek ve neşeli bir tavır takınarak söylediğimden kaptanın da büyük bir cesaret bulduğunu gördüm; böylece canla başla işe koyulduk. Sandalın yola çıktığını ilk gördüğümüzde tutsaklarımızı birbirinden ayırmaya karar vermiş, böylece onları son derece güvenli yerlere götürmüştük.

Page 98: Robinson Crusoe

Kaptanın ötekilerden daha az güvendiği ikisini, Cuma ve kurtardığımız adamlardan birinin önüne katarak mağarama göndermiş- tim. Orada yeterince uzakta ve duyulup görülemeyecekleri ya da kendilerini kurtarmayı başanrlarsa, ormanda yollarını bulamayacakları bir yerde olacaklardı. Onları orada bırakmışlar, ama yanlarına yiyecekle içecek de verip şayet sakin dururlarsa, bir iki gün içinde özgürlüklerine kavuşacaklarına söz vermişler; ama kaçmaya kalkışacak olurlarsa, hiç acımadan öldürüleceklerini de söylemişler. Adamlar, tutsaklıklarına sabırla katlanacaklarına yürekten söz vermişler; ayrıca yanlarına yiyecek ve bir de ışık bırakmakla gösterdiğimiz iyiliğe de teşekkür etmişlerdi -çünkü Cuma onlara rahat etsinler diye kendi yaptığımız mumlardan vermişti- ama Cu-ma'nın mağaranın girişinde nöbet tuttuğunu bilmiyorlardı. Diğer tutsaklara daha iyi davrandık. Aslında ikisinin elleri ve ayaklan bağlıydı, çünkü kaptan onlara güvenemiyordu; ama kaptanın tavsiyesi ve ölene kadar bizim yanımızda olacaklarına da yemin etmeleri üzerine diğer ikisini kendi hizmetime aldım; böylelikle bu ikisi ve üç dürüst adamla birlikte yedi kişiydik ve iyi silahlanmıştık. Kaptanın gelenler arasında üç dördünün dürüst adam olduğuna dair sözlerini göz önüne aldığımda gelen on kişiyle rahatça baş edebileceğimize hiç şüphem yoktu. Diğer sandalın durduğu yere gelir gelmez, kendi sandallarını kumsala yanaştırdılar ve karaya çıkıp arkalarından çekerek kumların üzerine getirdiler; bunu görmek beni çok sevindirdi; çünkü sandalı koruyacak birkaç adam bırakarak kıyıdan biraz ileride demir atmalanndan ve sandalı ele geçiremeyeceği-mizden korkuyordum. Karaya çıkar çıkmaz ilk yaptıkları diğer sandala koşup bakmak oldu; yukarıda anlattığım gibi içindeki her şeyin alındığını ve dibinde de büyük bir delik açıldığını gördüklerinde ne büyük bir şaşkınlığa düştüklerini görmek zor değildi. Bunun üzerine biraz düşündükten sonra arkadaşlarına duyurabilmek için bütün güçleriyle iki üç kez bağırdılar; ama hepsi boşu-naydı. Sonra birbirlerine sokularak halka oldular ve küçük tabancalanyla aynı anda hep beraber ateş ettiler. Biz bu sesi duyduk ve bütün orman da bu sesle yankılandı. Ama hepsi bu kadardı; mağaradakilerin duymadığından emindik; yanımızdakiler de bu silah seslerini çok iyi duymakla birlikte karşılık vermeye cesaret edemezlerdi. Gelenler buna öyle şaşırmışlardı ki, sonradan anlattıklarına göre hep beraber gemiye dönmeye, bütün arkadaşlarının öldürüldüğünü, uzun kayığın da kırıldığını gemidekile-re haber vermeye karar vermişlerdi. Gerçekten de hemen sandallarını suya indirip içine doluştular. Kaptan çok şaşırmıştı, hatta bunların gemiye dönüp kayıp arkadaşlarını aramaktan vazgeçerek yelken açıp yola çıkacaklarına ve bu durumda da kurtarmayı umut ettiğimiz gemiyi kaybedeceğine inandığı için kafası karmakarışık olmuştu; ama çok geçmeden başka bir şeyden korkmaya başladı. Sandalla denize açılmalarının üzerinden çok geçmeden dönüp tekrar karaya doğru geldiklerini gördük. Anlaşılan, yolda düşünüp taşınmışlar; üç kişinin sandalda nöbetçi kalmasına, geri kalanların da karaya çıkıp arkadaşlarını aramasına karar vermişlerdi. Bu bizi büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı; şimdi ne yapacağımızı şaşırmıştık; çünkü sandalın kaçmasına izin verirsek karaya çıkan yedi adamı yakalamak hiçbir işimize yaramayacaktı. Sandaldakilerin gemiye döneceğinden, gemide kalanların da demiri çekip yelken açacaklarından, böylece gemiyi ele geçirme umutlarımızın tükeneceğinden emindik. Bununla birlikte, bekleyip neler olacağını görmekten başka çıkar yolumuz yoktu. Yedi kişi karaya çıktı ve üç kişi de sandalla kıyıdan epeyce açılarak diğerlerini beklemek üzere demir attı; böylelikle sandaldakilere ulaşabilmek bizim için imkânsız hale gelmişti. Karaya çıkanlar birbirlerinden uzaklaşmadan, altında evimin bulunduğu küçük tepenin zirvesine doğru yürüdüler; onları rahatça görebiliyorduk, ama onlar bizi görmüyordu. Bize daha da yaklaşsalar çok sevinecektik, çünkü onlara ateş edebilecektik; ama daha uzağa gitseler, yine sevinecektik, çünkü saklandığımız yerden çıkabilecektik. Kuzeydoğuya, adanın daha alçak kesimlerine uzanan vadileri ve ormanları görebildikleri tepenin yamacına gelince bitkin düşene kadar bağırıp arkadaşlarına seslendiler. Sonra da anlaşılan, ne kıyıdan ne de birbirlerinden fazla uzaklaşmayı göze alamayarak ne yapacaklarını düşünmek için bir ağacın altına oturdular. Ötekiler gibi bunlar da orada uyuyabileceklerini düşünselerdi, işimizi kolaylaştırmış olacaklardı. Ama karşılarında ne gibi bir tehlike olduğunu bilmeseler de uyumayı göze alamayacak kadar korkuyorlardı. Onlann böyle oturup konuşmaları üzerine kaptan çok yerinde bir öneride bulundu. Arkadaşlarına seslerini duyurmak için tekrar bir yaylım ateşi açabileceklerini, tam tüfeklerinin boşaldığı anda karşılarına çıkarsak, mutlaka teslim olacaklarını ve hiç kan dökmeden hepsini ele geçireceğimizi söyledi. Bu öneri hoşuma gitti; ama tüfeklerini tekrar doldurmadan karşılarına çıkabilecek kadar yakınlarında bulunmamız gerekiyordu. Ama böyle bir şey yapmadılar, uzun bir süre nasıl bir yol tutsak diye kararsızlık içinde öylece durduk. En sonunda ben, kanımca, gece çökene kadar yapılacak bir şey olmadığını söyledim; o zaman da sandala dönmezlerse,

Page 99: Robinson Crusoe

bunlarla kıyı arasına girmenin bir yolunu bulabilir ve bir hileye başvurarak sandal-dakilerin karaya çıkmasını sağlayabilirdik. Uzun bir süre bekledik, ama adadan gidecekler diye ödümüz kopuyordu. Kendi aralarında uzun uzun konuştuktan sonra kalkıp denize doğru yürüdüklerini gördüğümüzde iyice huzursuz olduk. Anlaşılan, bu yerde başlarına gelebilecek tehlikelerden öyle korkuyorlardı ki, arkadaşlarını aramaktan vazgeçip gemiye dönmeye, sonra da planladıkla-ılculuğa devam etmeye karar vermişlerdi. nya doğru gittiklerini görür görmez ara- maktan vazgeçtiklerini ve geri döndüklerini anladım, gerçekten de böyleydi. Bu düşüncemi kaptana söylediğimde korkudan az kalsın bayılacaktı; ama hemen onları geri getirmek için bir oyun düşündüm ve bu oyun biraz olsun, yapmak istediğim şeye yaradı. Cuma ve ikinci kaptana batıdaki küçük koyun oraya, Cuma kurtulduğu zaman vahşilerin geldikleri yere gitmelerini ve aşağı yukarı yarım mil uzaktaki ufak tepeye varır varmaz da bütün güçleriyle bağırmalarım, gemiciler onları duyana kadar beklemelerini; kendilerine karşılık verdiklerini duyar duymaz tekrar bağırmalarını, onları mümkün olduğunca adanın içlerine, ağaçların arasına çekmek için de kendilerini göstermeden, her seslenişlerinde cevap'vererek içerilere doğru ilerlemelerini, sonra da söylediğim gibi tekrar yanıma dönmelerini söyledim. Cuma'yla ikinci kaptan seslendiğinde tam sandala binmek üzereydiler. Adamlar hemen onlann sesini duyarak cevap verdiler ve kıyı boyunca batıya, sesin geldiği yöne koşmaya başladılar. Koya varınca, sular yüksek olduğu için karşıya geçemeyeceklerinden durdular ve tam da umduğum gibi onları alıp karşıya geçirmesi için sandalı çağırdılar. Karşıya geçtiklerinde sandalın, koyun içlerine doğru ilerlediğini gördüm; orası da kara içinde bir liman olduğundan üç adamdan birini de yanlarına aldılar, sandalı kıyıdaki bodur bir ağaca bağlayarak içinde yalnızca iki kişi bıraktılar. Benim istediğim de buydu; Cuma'yla ikin- ci kaptanı kendi işlerini yapmaya bırakarak hemen ötekileri yanıma aldım. Sandaldakile-re gözükmeden koyu geçerek onlar daha ne olduğunu anlayamadan iki adamın karşısına dikildik; biri kıyıda uzanmış yatıyor, diğeri de sandalın içinde duruyordu. Kıyıdaki adam uykuyla uyanıklık arasında, ayağa kalkmak üzereydi. En önde yürüyen kaptan, üzerine atladığı gibi adamı yere devirdi ve sandalda-kine seslenerek ya teslim olmasını ya da kendini ölmüş bilmesini söyledi. Karşısında beş kişi varken ve arkadaşı da yere serilmişken tek bir adamı teslim olmaya ikna etmek için fazla söze gerek yoktu; ayrıca bu adam anlaşılan gemideki isyana diğer arkadaşları kadar yürekten katılmayan üç adamdan biri olduğu için sadece teslim olmayı değil, sonradan büyük bir samimiyetle bize katılmayı da kolayca kabul etti. Bu arada Cuma'yla ikinci kaptan ötekilerle ilgili işlerini öyle güzel başarmış, seslene seslene onları tepeden tepeye, korudan koruya öyle bir dolaştırmışlardı ki, adamlar hem yorgun düşmüş, hem de karanlık basmadan sandala dönemeyeceklerine emin oldukları için oldukları yerde kalakalmışlardı; aslına bakılırsa, yanımıza döndüklerinde Cuma'yla ikinci kaptan da iyice yorgun düşmüştü. Đşlerini bitireceğimizden emin olmak için şimdi karanlıkta onları gözetleyip saldırmak için uygun bir zaman kollamaktan başka yapacağımız bir şey yoktu. Cuma yanıma geldikten sonra adamlar sandala dönene kadar birkaç saat geçti; gelir- lerken öndekilerin arkada kalanlara seslenip çabuk olmalarını istediklerini, arkadakilerin de çok yorulduklarından, artık ayaklarının tutmadığından yalanıp daha hızlı gelemeyeceklerini söylediklerini duyuyorduk; bu bizim için iyi bir haberdi. En sonunda sandalın yanına geldiler; ama sular çekilmiş olduğu için sandalın karaya oturduğunu, iki adamın da çekip gittiğini gördüklerinde düştükleri şaşkınlık anlatılabilecek gibi değildi. Ağlayıp sızlayarak birbirlerine seslenip perili bir adaya düştüklerini, burada yaşayan insanlar varsa öldürüleceklerini, yok eğer cinler ve ruhlar varsa kaçırılacaklarını, parçalanıp yutulacaklarını söylediklerini duyuyorduk. Tekrar bağırmaya başladılar ve defalarca adlarıyla seslenerek sandalda bıraktıkları iki arkadaşlarını çağırdılar; ama cevap veren yoktu. Bir süre sonra, kalan azıcık ışıkta, bunların etrafta koşuşturup durduklarını, çaresizlik içinde kıvranarak ellerini ovuşturduklarını, ara sıra da dinlenmek için gidip sandalda oturduklarını; sonra yine kıyıya çıkıp etrafta dolaştıklarını, dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaptıklarını görebiliyorduk. Adamlarım karanlıkta aniden üstlerine atılmalarına izin vermem için can atıyordu; ama ben elimden geldiğince az adam öldürmek ve kurtulmalarını sağlamak için daha uygun bir zamanda saldırmak istiyordum. Özellikle onların da çok iyi silahlanmış olduğunu bildiğimden kendi adamlarımdan kimsenin vurulmasını istemiyordum. Birbirlerin- den ayrılıp ayrılmayacaklarını görmek için beklemeye karar verdim; dolayısıyla onları menzilimize aldığımızdan emin olmak için pusumu daha yakına çektim, Cuma'yla kaptana, ateş etmeye başlamadan sürünerek onlara

Page 100: Robinson Crusoe

mümkün olduğu kadar yaklaşmalarını, aynca görünmemek için ellerinden geldiğince yere kapanarak sürünmelerini söyledim. Onlar bu şekilde ilerlemeye başladıktan sonra çok geçmeden, isyanın elebaşısı olan ve şimdi de ötekilerden daha çok üzülüp daha çok umutsuzluğa kapılan lostromo, yanında iki kişiyle yürüyerek onlara doğru geldi. Bu baş haini ele geçirmeyi çok isteyen kaptan, adam daha yakına gelmeden saldırmamak için kendini zor tutuyordu; çünkü ilk önce onun sesi duyulmuştu; ama iyice yaklaştıklarında kaptanla Cuma ayağa fırladıkları gibi ateşe başladılar. Lostromo hemen oracıkta öldü; göğsünden vurulan diğer adam onun yanına düştü, ama ancak bir iki saat sonra öldü; üçüncüsü ise kaçmıştı. Silah sesi üzerine artık sekiz kişi olan bütün ordumla beraber ilerledim; ben başkomutan, Cuma korgeneral; kaptan ve iki adamı ile kendilerine güvenip silah verdiğimiz üç savaş esiri de askerlerimizdi. Karanlıkta saldırdığımız için kaç kişi olduğumuzu görememişlerdi, sandalda kalan ve şimdi bize katılan adama onlara isimleriyle seslenmesini söyledim. Belki konuşarak anlaşabiliriz diye onları ateşkese ikna etmesini istiyordum. Tam da istediğimiz gibi oldu; çünkü bu durumda seve seve teslim olacaklarını anlamak hiç zor değildi. Bu adam sesi çıktığı kadar onlardan birine bağırdı, Tom Smith! Tom Smith!" Tom Smith hemen cevap verdi, "Kimdir o? Robinson, sen misin?" Anlaşılan sesini tanımıştı. Diğeri cevap verdi, "Evet, evet; Tanrı aşkına, Tom Smith, hemen silahlarınızı bırakıp teslim olun, yoksa şimdi hepiniz öleceksiniz." "Kime teslim olmamız gerekiyor? Neredeler?" dedi Smith. "Buradalar, kaptan elli kişiyle birlikte burada, iki saattir sizi takip ediyorlar, lostromo öldü. Will Fiye yaralı, ben de esir alındım; teslim olmazsanız, hepiniz öleceksiniz." "Canımızı bağışlarlarsa, teslim oluruz," dedi Tom Smith. 'Teslim olacağınıza söz veriyorsanız, gidip bir sorayım," dedi Robinson. Böylece kaptana sordu, kaptan da kendisi seslendi, "Hey, Smith, sesimi tanırsın. Hemen silahlarınızı bırakıp teslim olursanız, Will Atkins dışında hepiniz ölümden kurtulacaksınız." Bunun üzerine Will Atkins bağırdı: 'Tanrı aşkına, kaptan! Acı bana; ben ne yaptım? Ötekiler de en az benim kadar kötü." Oysa bu doğru değilmiş; çünkü anlaşılan, bu Will Atkins isyan başladığında kaptanı yakalayan kişiymiş; ellerini bağlayıp hakaretler yağdırarak ona çok kötü davranmış. Bununla birlikte kaptan ona akıllılık edip silahlarını bırakmasını ve valinin merhametine sığınmasını söyledi; bu da bendim, çünkü hepsi beni vali diye çağırıyordu. Sözün kısası, hepsi silahlarını bıraktılar ve canlarının bağışlanması için yalvarmaya başladılar. Onlarla konuşan adamı, iki kişiyle beraber yanlarına yolladım; hepsini bağladılar ve sonra sözde elli kişilik, gerçekte ise o üç kişiyle beraber yalnızca sekiz kişi olan büyük ordum ilerleyerek onları yakaladı ve sandala el koydu; yalnız ne olur ne olmaz diye düşünüp ben yanıma bir kişi daha alarak onlara kendimi göstermedim. Bundan sonraki işimiz sandalı tamir edip gemiyi ele geçirmek için bir yol düşünmekti. Kaptan şimdi onlarla konuşma fırsatı bulmuştu. Giriştikleri bu işin bir alçaklık olduğunu, kötülük dolu bu planlarını daha ileri götürürlerse sonunda sıkıntı ve acıdan başka bir şey bulamayacaklarını, belki de darağacında sallandınlacaklarını söyleyerek onları dostça azarladı. Hepsi çok pişman görünüyordu, canlarının bağışlanması için çok yalvardılar. Bunun üzerine kaptan onları esir alanın kendisi değil, adanın komutanı olduğunu; onu ıssız, çorak bir adaya bıraktıklarını sandılarsa da Tann'nın yardımıyla bu adada hem insanların bulunduğunu hem de adanın Đngiliz bir valisinin olduğunu söyledi; isterse, valinin hepsini burada asabileceğini; ama canlarını bağışladığından yasaların gerektirdiği şekilde cezalandırılmaları için hepsini Đngiltere'ye göndereceğini zannettiğini; yalnız Atkins'in kendini ölüme hazırlasa iyi olacağını, çünkü valinin emriyle ertesi sabah asılacağını söyledi. Bütün bunlar onun kendi uydurmasıydı, ama istenen etkiyi sağladı. Atkins diz çökerek valinin canını bağışlaması için aracılık etsin diye kaptana yalvarmaya başladı; geri kalanlar da Đngiltere'ye gönderilmemek için yalvan-yorlardı. Bana öyle geliyordu ki, artık kurtulma zamanımız gelmişti; gemiyi ele geçirmek için bu adamları işbirliğine ikna etmek çok kolay olacaktı. Bu yüzden ne tür bir valileri olduğunu görmesinler diye karanlığa çekilerek kaptanı yanıma çağırdım. Uzaktayım sansınlar diye adamlardan birini, "Kaptan, komutan sizi çağırıyor," demekle görevlendirdim. Kaptan hemen cevap verdi, "Ekselanslarına söyleyin, hemen geliyorum." Bu onları iyice şaşırttı ve hepsi de komutanın elli adamıyla hemen orada olduğuna iyice inandılar. Kaptan yanıma gelince ona gemiyi ele geçirme planımı anlattım; kaptanın da çok hoşuna gidince hemen ertesi sabah uygulamaya karar verdik. Ama bu işi daha ustaca halletmek ve başarılı olacağımızı garantilemek için kaptana tutsakları ayırmak zorunda olduğumuzu, gidip Atkins'le birlikte en azılılardan iki kişiyi daha seçerek bunları elleri ayaklan bağlı olarak ötekilerin durduğu mağaraya göndermesini söyledim. Bu iş Cuma ve kaptanla birlikte adaya çıkan iki adama verildi.

Page 101: Robinson Crusoe

Onlan hapse götürür gibi mağaraya götürdüler. Gerçekten de orası, özellikle de onların durumundaki insanlar için iç karartıcı bir yerdi. Ötekilerin de yazlık köşküm dediğim ve daha önce bütün aynntılanyla anlattığım yere götürülmesini emrettim; çardak çit- le çevrili, adamlar da bağlı olduğundan burası yeterince güvenli bir yerdi; ayrıca hayatta kalmalarının davranışlarına bağlı olduğunu da biliyorlardı. Sabahleyin kaptanı çardaktaki bu adamların yanına gönderdim; onlarla konuşacak, gemiye çıkıp diğerlerine baskın yapmak konusunda onlara güvenip güvenemeyeceğimizi öğrenip bana haber getirecekti. Kaptan onlara kendisine yapılan kötülüğü, düştükleri durumu anlatmış; vali şimdilik canlarını bağışlamış olsa da Đngiltere'ye gönderilirlerse, hepsinin mutlaka zincire vurulacağını, ama gemiyi geri almak gibi haklı bir girişimde bize katılacak olurlarsa, affedilmeleri için validen söz alacağını söylemiş. Onların durumundaki insanların böyle bir teklifi kabul etmeye ne kadar hazır oluğunu herkes tahmin edebilir. Kaptanın önünde diz çöküp en büyük yeminlerle, kanlarının son damlasına kadar ona sadık kalacaklarına, hayatlarını ona adayacaklarına, dünyanın neresine giderse gitsin onun yanında olacaklarına; yaşadıkları sürece onu bir baba olarak kabul edeceklerine dair söz vermişler. "Peki, öyleyse," demiş kaptan. "Gidip valiye bu dediklerinizi söylemem gerekiyor, bakalım buna razı olacak mı?" Böylece gelip bana içinde bulundukları ruh halini anlattı ve sadık kalacaklarına gerçekten inandığını söyledi. Bununla birlikte işi sağlama almak için geri dönüp içlerinden beşini seçmesini ve onlara aslmda adama ihtiyacı olmadığını; ama bu beş kişiyi kendi yardımcıları olarak ayırdı- ğını, valinin diğer iki kişiyle şatomda, daha doğrusu mağaramda esir tutulan üç kişiyi de yardımcı olarak seçilen bu beş kişinin sada-katına karşılık rehin bulundurduğunu; herhangi bir ihanette bulunacak olurlarsa, beş rehinenin kıyıda canlı canlı zincire vurulacağını belirtmesini söyledim. Bu sözler çok sert görünmüş, valinin bu işi gerçekten çok ciddiye aldığına iyice ikna olmuşlardı. Bununla birlikte, önlerinde kabul etmekten başka bir seçenek kalmamıştı; dolayısıyla şimdi öbür beş kişiyi görevlerim yapmaya ikna etmek, kaptanın olduğu kadar rehinelerin de işiydi. Şimdi, sefere çıkmak için elimizdeki güçler şöyleydi: 1. Kaptan, ikinci'kaptan ve yolcu. 2. Kaptandan karakterlerini öğrendiğim için özgür bırakarak silah verdiğim, ilk çeteden aldığımız iki esir. 3. Şu ana kadar bağlı olarak çardakta bulundurduğum ama kaptanın sözü üzerine salıverdiğim diğer iki kişi. 4. Son olarak serbest bırakılmış bu beş kişi; böylece, mağarada rehin olarak tuttuğumuz beş kişinin yanı sıra, toplam on iki kişi oluyorlardı. Kaptana elindeki bu adamlarla gemiye gitmeye istekli olup olmadığını sordum; benimle Cuma'ya gelince, geride yedi adam kaldığı için onları ayrı ayrı tutmak, beslemek başlı başına bir iş olduğundan bizim gitmemizin uygun olduğunu sanmıyordum. Mağaradaki beş kişiye gelince, onları bağlı tutmaya karar vermiştim; ama Cuma, gerekli yiyecekleri götürmek için günde iki kez yanlarına gidiyordu. Yiyecekleri belli bir mesafeye kadar esir aldığımız öbür iki adama taşıtıyordum, oradan sonra Cuma alıp götürüyordu. Bu iki rehineye kendimi gösterdiğimde kaptan da yanımdaydı; onlara valinin beni kendilerine bakmakla görevlendirdiğini; benim emrim olmadan hiçbir yere ayrılmamalarının valinin emri olduğunu; buna uymazlarsa, şatoya götürülüp orada zincire vurulacaklarını söyledi. Böylece valinin ben olduğumu anlamalarını engellemiş; onların gözünde, sürekli validen, garnizondan, şatodan ve buna benzer şeylerden bahseden başka biri olmuştum. Kaptanın önünde artık sandalın birindeki deliği kapatıp sandalları yolculuğa hazırlamaktan ve adamlarıyla yola çıkmaktan başka bir iş kalmamıştı. Yolcusunu sandallardan birinin kaptanı yaptı ve yanına dört adam daha verdi; kendisi de ikinci kaptan ve beş kişiyle beraber öbür sandala bindi; her şeyi çok güzel ayarlayıp gece yansı gemiye doğru yola çıktılar. Gemidekilere seslerini duyurabilecekleri bir yere gelir gelmez, Robinson kaptanın emriyle bağırarak adamlan ve sandalı getirdiklerini, ama onlan bulmalannın çok zaman aldığını ve buna benzer şeyler söylemiş; bu şekilde gemiye iyice yanaşana kadar onları lafa tutmuş. Đlk olarak kaptan ve ikinci kaptan gemiye çıkarak tüfeklerinin dipçiğiyle ikinci miçoyla marangozu yere sermişler; adamlan da büyük bir bağlılıkla onlara yardım etmişler. Ana güverteyle kıç güvertelerin- de bulunan diğer bütün adamlan da yakalamış, ambardakiler de dışan çıkamasın diye lombarlan sımsıkı kapamışlar. Öbür sandal-dakiler de ön zincirlerin oradan gemiye girerek başkasarasıyla mutfağa inen ambar ağzını ele geçirmiş, orada bulduklan üç adamı da esir almışlar. Bu işler bitip bütün güverte güvenlik altına alındıktan sonra kaptan, ikinci kaptana, yanına üç adam alarak asilerin arasından seçilen yeni kaptanın yattığı kamaraya girmesini söylemiş. Oysa ki bu yeni kaptan önceden haberleri alarak yataktan kalkmış, yanında silahlı iki adam ve bir çocukla tetikte bekliyormuş. Đkinci kaptan bir küsküyle kapıyı açtığında yeni kaptan ve adamlan gözlerini kırpmadan ateş açmışlar ve bir tüfek kurşunuyla ikinci kaptanı yaralamışlar; kolu kırılmış ve iki kişi daha yaralanmış, ama kimse ölmemiş.

Page 102: Robinson Crusoe

Đkinci kaptan bağırarak yardım istemiş ve yaralı olduğu halde kamaraya dalıp tüfeğiyle yeni kaptanı tam kafasından vurmuş; kurşun ağzından girip kulağından çıktığı için adam gıkını çıkaramadan oluvermiş; bunun üzerine diğerleri teslim olmuşlar ve gemi başka can kaybı olmadan bütünüyle ele geçirilmiş. Bu şekilde gemi güvenlik altına alınır alınmaz kaptan yedi top atılmasını emretmiş; ba-şanlı olduğunu bildirmesi için bu işaret üzerine anlaşmıştık. Bunu duymanın beni çok sevindirdiğinden emin olabilirsiniz, çünkü sabahın ikisine kadar kıyıda oturup işaret beklemiştim. Verilen işaretin beklediğim işaret olduğu- nu anladıktan sonra yattım. Benim için çok yorucu bir gün olduğundan deliksiz uyumuşum, ama sonra birdenbire bir top sesiyle irkilerek uyandım, hemen yerimden fırladım ve birinin, "Vali, Vali," diye bana seslendiğini duydum, bunun kaptanın sesi olduğunu hemen anladım. Tepeye tırmanıp baktığımda onun orada durduğunu gördüm, gemiyi göstererek beni kucakladı. "Sevgili arkadaşım, kurtarıcım," dedi, "işte gemin, çünkü tamamıyla senindir artık, tıpkı bizim gibi, her şeyiyle birlikte." Gözlerimi gemiye çevirdim, kıyıdan bir kilometre uzakta duruyordu; çünkü gemiyi ele geçirir geçirmez, hava da güzel olduğundan demir almışlar, gemiyi küçük koyun ağzının hemen karşısına getirip demir atmışlardı; sular da yüksek olduğundan kaptan filikayı ilk başlarda sallarımı çıkardığım yere, yani neredeyse kapımın önüne getirmişti. Bu manzara karşısında ilk başta az kalsın düşüp bayılacaktım; çünkü kurtuluşum gerçekten de gözle görülür bir şekilde ayağıma getirilmişti; her şey yolundaydı ve beni istediğim yere götürecek büyük bir gemi önümde hazır duruyordu. Bir süre için kaptana tek kelime edemedim; ama o beni kollarına alınca ben de ona sıkıca sarıldım, yoksa yere düşecektim. Kaptan bu şaşkınlığımı gördü ve hemen cebinden bir şişe çıkararak benim için özel olarak getirmiş olduğu içkiden bir yudum verdi. Đçkiden içtikten sonra yere oturdum; beni kendime getirmişti, ama onunla konuşabilene kadar yine de uzun bir süre geçti. Bütün bu süre içinde zavallı adamcağız da benim kadar büyük bir heyecan içindeydi, ama benim gibi şaşkın değildi; sakinleşip kendime gelmem için bana binlerce güzel söz söyledi. Ama yüreğimde öyle büyük bir sevinç tufanı kopmuştu ki, tamamen altüst olmuştum. En sonunda bu sevinç, gözyaşlarına dönüştü ve biraz sonra da tekrar konuşmaya başladım. Sıra bana gelmişti, beni kurtardığı için ona sarıldım, birlikte sevindik. Onu beni kurtarmak için cennetten gönderilmiş biri olarak gördüğümü, bütün bu olup bitenlerin sanki bir mucizeler zinciri olduğunu; böyle olayların evreni yöneten Tann'nın üzerimizdeki gizli elinin bir işareti olduğunu; sonsuz bir Güç'ün gözlerinin, dünyanin en ıssız köşelerini bile gördüğünü; istediği zaman sıkıntı çekenlere yardım gönderdiğini kanıtladığını söyledim. Duyduğum şükranla ellerimi göğe kaldırmayı unutmadım; yalnız böyle ıssız bir yerde kalmış bir insanı mucizevi bir şekilde kurtarmakla kalmayan, aynı zamanda her kurtuluşun da kaynağı olan Tanrı'ya şükretmekten hangi yürek geri durabilirdi ki? Biraz konuştuktan sonra kaptan, gemiyi çok uzun bir süredir ellerinde tutan alçakların yağmalayamadıklan şeylerden bana biraz yiyecek içecek getirdiğini söyledi. Sandala seslenerek adamlarına, vali için getirilen şeyleri kıyıya çıkarmalarını söyledi. Aslmda bunlar sanki beni yanlarında götürmeyecekler-miş, ben adada kalacakmışım da bensiz gide-ceklermiş gibi bir hediyeydi. Đlk önce bana çok güzel içkilerle dolu bir kasa getirdi; altı büyük şişe Maderia şarabı (şişelerin her biri iki litre alırdı), en iyisinden bir kilo tütün, gemideki sığır etlerinden on iki parça, altı parça domuz eti, bir çuval bezelye, elli kilo da peksimet. Ayrıca bir sandık şeker, bir sandık un, bir çuval limon, iki şişe misket limonu suyu ve daha bir sürü başka şey de getirmişti; ama bunların bin katı daha çok işime yarayacak şey de şuydu ki, altı yepyeni gömlek, çok güzel altı boyun bağı, iki çift eldiven, bir çift ayakkabı, bir şapka, bir çift çorap ve kendisine ait çok az kullanılmış, kaliteli bir de takım elbise getirmiş, kısacası beni tepeden tırnağa giydirmişti. Bunlar tahmin edileceği üzere, benim du-rumumdaki biri için çok nazik ve hoş hediyelerdi; ancak bu elbiseleri ilk giydiğimde duyduğum rahatsızlığı, tedirginliği ve huzursuzluğu dünyada daha önce hiçbir şeyden duymamıştım. Bu tören sona erip bütün bu güzel şeyler küçük evime götürüldükten sonra elimizdeki esirleri ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü bunları, özellikle de içlerinden ikisini yanımızda götürüp götürmeyeceğimize karar vermemiz gerekiyordu. Bu ikisinin son derece dikbaşlı, ıslah olmaz adamlar olduklarını biliyorduk; kaptan bunların ne yapsak yola getiremeyeceğimiz türden alçaklar olduğunu; onları götürsek bile varacağımız ilk Đngiliz kolonisinde adaletin eline teslim edilmek üzere azılı katiller gibi zincirlere vurarak götürmek zorunda olduğumuzu söyledi; kaptanın bu konuda çok endişeli olduğunu anladım. Bunun üzerine, isterse, bahsettiği iki adamla konuşup onlan adada kalmak kendi dilekleriymiş gibi kandırabileceğimi söyledim. "Buna çok sevinirim," dedi, "bütün kalbimle."

Page 103: Robinson Crusoe

"Peki," dedim, "onlan çağırtıp kendileriyle senin adına konuşacağım." Böylelikle Cu-ma'yla iki rehineye -arkadaşları verdikleri sözü tuttuklan için onlan serbest bırakmıştım-mağaraya gitmelerini ve orada bağlı beş adamı alarak çardağıma götürmelerini, ben gelene kadar yine bağlı olarak orada tutmalannı söyledim. Bir süre sonra yeni elbiselerimi giymiş olarak oraya gittim; artık tekrar vali olmuştum. Hepsi oradaydı, kaptan da benimle birlikteydi. Adamlara onlan önüme getirmelerini söyledim. Onlara kaptana yaptıkları alçaklık-lann hepsini, gemiyi nasıl kaçırdıklannı ve başka soygunlar da yapmaya hazırlandıklan-nı bildiğimi; ama Tann'nın yardımıyla kendi kazdıklan kuyuya kendilerinin düştüğünü söyledim. Benim emrimle geminin ele geçirildiğini; şimdi limanda durduğunu ve bu arada yeni kaptanlannın yaptığı hainliğin cezasını bulduğunu; onun serenin ucunda asılı olduğunu görebileceklerini bildirdim. Onlara gelince, suçüstü yakalanmış korsanlar oldukla-nndan, hiç şüphesiz, görevimin bana verdiği yetkiye dayanarak onlan idam etmemem için öne sürebilecekleri bir neden olup olmadığını sordum. Đçlerinden biri diğerleri adına da söz alarak buna bir diyecekleri olmadığını, ama teslim olurlarken kaptanın canlarını bağışlamak için söz vermiş olduğunu ve benden merhamet dilediklerini söyledi. Onlara nasıl bir merhamet göstereceğimi bilemediğimi çünkü bütün adamlarımla beraber adadan ayrılmaya, kaptanla beraber Đngiltere'ye dönmeye karar verdiğimi söyledim. Kaptanın onların Đngiltere'ye, isyan edip gemiyi kaçırmaya kalkışmış mahkûmlar olarak ancak zincire vurulmuş halde götürülebileceğini ve bu yolun sonunun da bildikleri gibi darağacına çıktığını, dolayısıyla hayatlarına adada devam etmedikleri sürece onlar için hangisinin daha iyi olduğunu bilmediğimi söyledim. Adada kalmak isterlerse, buna diyeceğim yoktu, çünkü ben zaten adadan ayrılacaktım. Adada yaşayabileceklerini düşünüyorlarsa, canlarını bağışlamaktan yanaydım. Buna çok sevindiler, asılmak üzere Đngiltere'ye götürülmektense burada kalmayı tercih edeceklerini söylediler; dolayısıyla ben de bunda karar kıldım. Bununla birlikte, kaptan sanki onları burada bırakmaya cesaret edemiyormuş gibi biraz güçlük çıkarır numarası yaptı. Ben de kaptana kızmış gibi yaparak bu adamların onun değil, benim esirlerim olduğunu; onlara bu iyiliği önerdiğimi ve sözümde durmak istediğimi; onları nasıl bulduysam, öyle özgür bırakacağımı; hoşuna gitmez ve kendisi bunu uygun görmezse elinden gelirse onları tekrar layabileçeğini söyledim. ĐL HALK KÜTÜPHANESĐ Bunun üzerine çok mutlu oldular; dediğim gibi hepsini serbest bıraktım, ormana, geldikleri yere çekilmelerini; kendilerine birkaç silah, biraz cephane bırakacağımı ve uygun görürlerse, iyi yaşayabilmeleri için bazı tavsiyelerde bulunacağımı söyledim. Böylece gemiye gitmek için hazırlanmaya başladım, ama kaptana eşyalarımı toplamak için o gece adada kalacağımı, bu arada kendisinin gemiye gidip her şeyi yoluna koymasını istediğimi ve ertesi gün benim için bir sandal yollamasını; ayrıca bu adamların görmesi için öldürülen yeni kaptanın serenin ucuna asılmasını söyledim. Kaptan gittiğinde adamları evime çağırttım ve onlarla içinde bulundukları durum üzerine ciddi biı* konuşma yaptım. Onlara doğru bir seçim yaptıklarını, kaptanla beraber gitmiş olsalardı, mutlaka asılacaklarını söyledim. Geminin sereninden sallanan yeni kaptanı göstererek kendilerinin başına da bundan başka bir şey gelmeyeceğini bildirdim. Hepsi kalmak istediklerini belirttikten sonra onlara orada nasıl yaşadığımı anlattım ve hayatlarını kolaylaştıracak şeyleri gösterdim. Böylelikle bu yerin bütün hikâyesini, benim adaya nasıl geldiğimi anlattım ve onlara duvarlarımı, nasıl ekmek yaptığımı, ekin ektiğimi, üzüm kuruttuğumu; kısacası hayatlarını kolaylaştıracak her şeyi gösterdim. Beklediğim on altı Đspanyol'un hikâyesini de anlatarak onlar için bir mektup bıraktım ve Đspanyollara iyi davranacaklarına dair söz aldım. Onlara silahlarımı, yani beş piyade, üç av tüfeği, üç de kılıç bıraktım. Bir buçuk fıçıdan fazla barutum kalmıştı; çünkü ilk bir iki yıldan sonra çok az kullanmış, hiç boşa harcamamıştım. Keçilere bakmayı, onları sağmayı, semirtmeyi, yağ ve peynir yapmanın yollarını anlattım. Kısacası, onlara kendi hayatımın her yönünü gösterdim ve kaptanı da onlara iki fıçı barutla bazı tohumlar bırakmaya ikna edeceğimi; bundan çok mutlu olacağımı söyledim. Ayrıca kaptanın yemem için getirdiği bir çuval dolusu bezelyeyi de onlara bırakarak bunu ekip çoğaltacaklarına dair söz verdirdim. Bütün bunları yaptıktan sonra ertesi gün onlardan ayrılarak gemiye gittim. Hemen yelken açmaya hazırlandık, ama o gece demir kaldırmadık. Adada kalan beş adamdan ikisi ertesi sabah erkenden yüzerek geminin yanına geldiler, ağlayıp sızlayarak öbür üç kişiden yakındılar, Tanrı aşkına gemiye alınmak için yalvardılar, yoksa öbür adamlar tarafından öldürüleceklerini söyleyip kaptandan, hemen asılmak üzere bile olsa gemiye gelmek için izin istediler. Bunun üzerine kaptan ben emir vermeden bir şey yapamayacağını söyledi; ama birtakım güçlüklerden ve doğru yola geleceklerine dair ettikleri yeminlerden sonra gemiye alındılar. Sıkıca bir kırbaçlanıp yaralarına tuz basılınca da çok dürüst ve uslu adamlar oldular. Bir süre sonra suların yükselmesiyle adamlara söz verdiğim şeyleri götürmek üzere karaya bir sandal gönderildi; benim aracılık etmemle kaptan, bu şeylerin arasına

Page 104: Robinson Crusoe

adamlann sandıklarıyla elbiselerini de eklet-mişti; bunları alınca çok sevindiler. Ayrıca bir yolunu bulursam, onları alması için oraya bir gemi göndermeyi de unutmayacağımı söyleyerek onlara biraz cesaret verdim. Adadan ayrılırken hatıra olsun diye keçi derisinden yaptığım şapkamı, şemsiyemi ve papağanımı da gemiye götürdüm. Ayrıca daha önce sözünü ettiğim paralarımı da almayı unutmadım; onlara o kadar uzun zamandır el sürmemiştim ki, paslanıp kararmışlardı; biraz ovalayıp parlatmadan gümüş olduklarına kimse inanmazdı; Đspanyol gemisinin enkazından aldığım paralar için de aynı şey söz konusuydu. Böylece geminin kayıtlarından öğrendiğime göre 1686 yılı, 19 Aralık'ta, tam yirmi sekiz yıl, iki ay, on dokuz gün sonra adadan ayrıldım; ikinci tutsaklığımdan da Sale Mağrip-lilerinin elinden bir barco-longo* ile kaçışımla aynı günde kurtulmuştum. Bu gemiyle uzun bir yolculuktan sonra 1687 yılının, 11 Haziran'ında otuz beş yıldır hiç bulunmadığım Đngiltere'ye vardım. Đngiltere'ye geldiğimde sanki orayı hiç tanımayan bir yabancı gibiydim. Büyük yardımcım, paramı bıraktığım sadık vekilim hâlâ hayattaydı; ama başına çok büyük talihsizlikler gelmiş, ikinci kez dul kalmış, çok sıkıntı çekmişti. Bana borcundan dolayı başmı ağrıtmayacağımı söyleyerek onu avuttum; tam aksine önceden bana gösterdiği sadakat ve özene duyduğum minnet dolayısıyla azıcık Đspanyolca, uzun kayık. paramın elverdiği ölçüde ona yardım ettim; elimdeki para o zaman için gerçekten de çok az bir şeye elveriyordu; ama önceden bana yaptığı iyilikleri asla unutmayacağımı söyledim ve sırası gelince anlatacağım üzere gerçekten de ona yardım edecek güce ulaşınca verdiğim sözü tuttum. Ondan sonra Yorkshire'a gittim; ama annem babam ölmüş, aile ocağımız sönmüştü. Yalnız iki kız kardeşimle, erkek kardeşlerimden birinin iki çocuğunu buldum. Uzun bir süredir benim öldüğümü düşündükleri için babamdan kalan mallardan bana pay ayır-mamışlardı; uzun sözün kısası, yaşamımı sürdürebileceğim, geçinebileceğim hiçbir şeyim yoktu ve elimdeki azıcık para da Đngiltere'de yerleşmeme yetecek gibi değildi. Bununla birlikte beklemediğim vefalı bir davranış gördüm; hem kendisini hem de bütün yüküyle gemisini seve seve kurtardığım kaptan, adamlarının hayatını ve gemiyi nasıl kurtardığımı mal sahiplerine ballandıra ballandıra anlatmıştı. Bu mal sahipleri beni yanlarına davet ettiler, ilgili öbür tüccarlarla birlikte yardımlarımdan ötürü çok teşekkür ederek yaklaşık iki yüz sterlin de hediye ettiler. Durumumu, bir iş kurmak için elimde ne kadar az para olduğunu düşündükten sonra Brezilya'daki çiftliğim ve ortağımla ilgili bir şeyler öğrenip öğrenemeyeceğimi görmek için Lizbon'a gitmeye karar verdim; bu arada ortağım artık öldüğümü sanıyor olmalıydı. Kafamda bu düşünceyle Lizbon'a giden bir gemiye bindim ve ertesi yılın nisan ayında oraya vardım. Adamım Cuma da bütün bu yolculuklar sırasında büyük bir dürüstlükle bana eşlik ediyor, çok sadık bir uşak olduğunu her durumda kanıtlıyordu. Lizbon'a vardığımda sora sora Afrika kıyılarında beni gemisine alıp kurtaran eski kaptan arkadaşımı buldum ve bu beni çok sevindirdi. Şimdi iyice yaşlanmış, gemisinin başına pek de genç sayılmayacak bir adam olan oğlunu geçirerek denizlere açılmayı bırakmıştı; oğlu da hâlâ Brezilya'yla ticaret yapıyordu. Yaşlı adam ilk başta beni tanımadı; aslında ben de onu zor tanıdım; ama çok geçmeden onun nasıl göründüğünü hatırladım ve kim olduğumu söyleyince o da beni hatırladı. Eski arkadaşlığımız üzerine birkaç heyecanlı sözden sonra orta hemen çiftliğimi ve ortağımı sorduğuma emin olabilirsiniz. Yaşlı adam bana dokuz yıldır Brezilya'da bulunmadığını, oradan son ayrılışında ortağımın hâlâ yaşadığını; ama benim payıma göz kulak olmaları için bıraktığım iki vekilimin öldüğünü söyledi. Bununla birlikte, çiftliğimin gelirlerinden bir hayli kazancım olduğuna inandığını; çünkü herkesin benim denizde kazaya uğrayıp boğulduğumu kabul etmesi üzerine vekillerimin çiftlik gelirlerinden payıma düşeni savcıya verdiğini; savcının da hiçbir zaman gelip istemezsem diye bu paranın üçte birini krala, üçte ikisini yoksulların hayrına ve yerlilerin Katolik inancına dönmesine harcanmak üzere St. Augustine Manastın'na tahsis ettiğini; ama ben ya da bir mirasçım çıkıp da bu parayı isterse geri alabileceğini; yalnız ha- yır işleri için kullanılan kısmının geri alınamayacağını söyledi. Ama kralın vergi memuruyla, provedidore ya da manastırın vekilharcının bütün bu süre boyunca görevlerini titizlikle yaptıklarını, yani ortağımın her yıllık kazancın hesabını doğru verdiğini ve onların da benim hissemi tam olarak aldıklarını söyledi. Çiftliğimin ne kadar geliştiğini bilip bilmediğini, bu işe girişmeye değip değmeyeceğini, oraya gidersem haklarımı almada engellerle karşılaşıp karşılaşmayacağımı sordum. Bana çiftliğin tam olarak ne kadar büyüdüğünü söyleyemeyeceğini; ama ortağımın yan hissesiyle bile çok zengin olduğunu; hatırlayabildiği kadarıyla benim payımdan krala verilen üçte birlik hissenin, anlaşılan başka bir manastıra ya da dini kuruma devredildiğini ve bunun yılda iki yüz altım geçtiğini söyledi. Paranın bana geri verilmesine gelince, hâlâ sağ olan ortağım benim hakkım için tanıklık edebileceğinden ve adım da ülkenin kayıtlarında bulunduğundan bir sorun çıkmayacağını düşünüyordu. Ayrıca iki vekilimin çocuklarının da çok dürüst, iyi, varlıklı insanlar olduklarını söyledi; malımı geri almakta onlardan yardım görmekle kalmayacağıma, ayrıca onlarda duran bana ait hatırı sayılır bir miktar parayı da alabileceğime inanıyordu; bu para, babalarının,

Page 105: Robinson Crusoe

yukarıda söylediği üzere vekilliği bırakmadan önceki zamanlarda çiftlikten elde ettiği gelirmiş; bu da hatırladığı kadarıyla, aşağı yukarı on iki yıllık bir süreymiş. Bu konuda biraz üzülmüş, sıkılmış olduğumu söyledim; vasiyetimi; Portekizli kapta- nı, yani onu umumi vârisim tayin ettiğimi bildiği halde vekillerimin mallarımı bu şekilde dağıtmasına nasıl izin verdiğini sordum. Bunun doğru olduğunu söyledi; ama öldüğüme dair ellerinde hiçbir kanıt olmadığı için bu yönde kesin bir haber almadan vasiyet hükümlerini yerine getiremeyeceğini; ayrıca böyle belirsiz bir işe karışmak istemediğini; vasiyetimi kayıtlara geçirdiğinin ve hakkını talep ettiğinin doğru olduğunu; elinde yaşadığıma ya da öldüğüme dair bir belge olsaydı, vekâlet alarak ingenio dedikleri şeker imalathanesini üstüne geçirebileceğini, şimdi Brezilya'da olan oğlunu da işin başına koyacağını söyledi. "Ama," dedi yaşlı adam, "sana verecek başka bir haberim daha var; ancak bu ötekiler kadar hoşuna gitmeyebilir. Şöyle ki, senin öldüğüne inandığım ve herkes de böyle düşündüğü için ortağınla vekillerin ilk altı ya da sekiz yılın gelirini, senin adına bana vermeyi teklif ettiler; ben de kabul ettim. O zamanlar işleri geliştirmek, bir ingenio kurmak ve köle satın almak çok büyük masraf yapmayı gerektiriyordu ve çiftlik sonraları olduğu kadar büyük bir gelir getirmiyordu. Bununla birlikte, aldığım parayla bunu nasıl kullandığımın tam bir hesabını sana vereceğim." Birkaç gün sonra bu eski dostla başka bir görüşmemizde çiftliğimin altı yıllık gelirinin hem ortağım hem de vekillerim tarafından imzalanmış bir hesabını getirdi. Bu gelirin hepsi kendisine balyalarla tütün, sandıklarla şeker, ayrıca şekerin yan ürünlerinden olan rom, pekmez gibi mallar şeklinde verilmişti; bu hesaplardan gelirin her yıl kayda değer bir şekilde arttığını gördüm. Ama yukarıda belirtildiği gibi masraflar çok fazla olduğu için ilk baştaki kazanç azdı. Bununla birlikte, yaşlı adam bana dört yüz yetmiş Portekiz altını, bunun yanı sıra, benim Brezilya'dan ayrılışımdan aşağı yukarı on bir yıl sonra Lizbon'a gelirken kaza geçiren gemisiyle denizin dibini boylayan altmış sandık şeker ve on beş çift balya tütün borçlu olduğunu söyledi. Sonra bu iyi yürekli adam, başına gelen talihsizliklerden yakınarak zararlarını telafi etmek ve yeni bir gemiden kendisine hisse almak için benim paramı kullanmak zorunda kaldığını anlattı. "Ama eski dostum," dedi, "asla sıkıntı çekmeyeceksin, oğlum döner dönmez sana olan bütün borçlarımı ödeyeceğim." Bunu söyledikten sonra eski bir kese çıkarıp bana yüz altmış Portekiz altını verdi. Oğlunun Brezilya'ya gittiği, dörtte birine kendisinin, dörtte birine de oğlunun ortak olduğu geminin kendisine ait ortaklık senedini de geri kalan borcu için teminat olarak bana verdi. Bu zavallı adamın dürüstlüğü ve iyiliği karşısında fazlasıyla duygulandım; bu kadarına da tahammül edemezdim; bir de benim için yaptıklarım, beni denizden kurtarışını, her zaman bana ne kadar cömert davrandığını ve şimdi de benim için çok samimi bir arkadaş olduğunu hatırlayınca dedikleri üzerine ağlamamak için kendimi zor tuttum. Dolayısıyla ilkin durumunun bu kadar çok parayı vermeye elverişli olup olmadığını, sıkıntıya düşüp düşmeyeceğini sordum. Biraz sıkıntı çekmeyeceğini söylerse yalan söylemiş olacağını, ama bunun benim param olduğunu ve benim buna daha çok ihtiyacım olduğunu söyledi. Đyi yürekli adamın her sözü sevgi doluydu, o konuşurken gözyaşlanmı zor tutuyordum. Uzun sözün kısası, altınlardan yüz tanesini aldım ve buna dair bir senet imzalamak için de bir kalemle mürekkep istedim. Sonra paranın kalanını geri vererek çiftliği alacak olursam, aldığım yüz altını da geri vereceğimi söyledim; gerçekten sonra bunu başardım da. Oğlunun gemisindeki ortaklık senedine gelince, bunu hiçbir şekilde alamazdım; paraya ihtiyacım olduğunda borcunu ödeyecek kadar dürüst bir insan olduğunu biliyordum; ama ihtiyacım olmaz ve kendisinin geri alabileceğimi söylediği çiftliği alabilirsem, ondan asla tek bir kuruş bile almayacaktım. Bütün bunlar olup bittikten sonra yaşlı adam çiftliği geri almak konusunda bana bir yardımı dokunup dokunamayacağını sordu. Bunu gidip kendim halletmek istediğimi söyledim. Đstersem öyle yapabileceğimi ama kendim gitmeden de hakkımı almam, gelirimden hemen yararlanabilmem için başka yollar da olduğunu söyledi. Lizbon nehrinde Brezilya'ya doğru hemen yola çıkmaya hazır gemiler vardı; sağ olduğumu, ilk başta o toprakları tanm yapmak üzere üstüne alan kişinin ben olduğumu beyan eden yeminli bir belgeyle adımı kütüğe kaydettirdi. Noter tarafından da onaylanan bu belgeyle bir vekâletnameyi ve bir de kendi el yazısıyla yazılmış mektubu Brezilya'daki tanıdığı tüccarlardan birine göndermemi söyledi, sonra da bir cevap alana kadar yanında kalmamı teklif etti. Bu vekâletname üzerine gördüğüm muameleden daha şerefli bir şey olamaz; çünkü yedi ay geçmeden vekillerimin çocuklarıyla kendi hesaplarına denize açıldığım tüccarlardan büyük bir paket aldım; içinde aşağıdaki mektuplarla belgeler bulunuyordu. Birincisi; babalarının Portekizli kaptanla hesaplarını kapadığı yıldan başlayarak çiftliğimin altı yıllık bir gelir-gider çizelgesiydi; bu bilançoya göre bin yüz yetmiş dört Portekiz altını alacağım görünüyordu.

Page 106: Robinson Crusoe

Đkincisi; medeni ölüm dedikleri, kayıp bir insanın durumunda olduğu üzere devletin mallarımı kendi idaresine almasından önce, malların onların elinde bulunduğu dört yılın hesabıydı; bu bilançoya göre çiftliğin değeri artarak otuz sekiz bin sekiz yüz doksan iki gümüş olmuştu; bu da üç bin iki yüz kırk bir altın ediyordu. Üçüncüsü; on dört yılı aşkın bir süredir kârları alan Augustine Manastın'nın başrahi-binin bilançosuydu; ama hastaneye verilen paranın buna dahil edilmediğini, elinde harcanmamış sekiz yüz yetmiş iki altın kaldığını ve bunu benim hesabıma eklediğini dürüstçe belirtiyordu; kralın payına gelince bundan hiçbir şey geri verilmiyordu. Ortağımdan da bir mektup vardı; hâlâ ha- yatta olduğum için çok sevindiğini söylüyor, çiftliğin nasıl geliştiğini, yılda ne kadar ürün alındığını, kaç dönüm olduğunu, nasıl ekim yapıldığını, kaç köle çalıştığını anlatıyor, buna şükretmek için yirmi iki istavroz çıkardığını; sağ olduğumu öğrenince de Meryem Ana'ya şükretmek için birçok kez Ave Maria duasını okuduğunu söylüyor, beni çok candan bir şekilde oraya, hakkımı almaya davet ediyor, bu arada kendim gitmeyecek olursam mallarımı kime teslim etmesi gerektiğini soruyor ve mektuba kendisinin ve ailesinin en içten dostluk dilekleriyle son veriyordu. Ayrıca bana hediye olarak çok güzel yedi adet leopar postu göndermişti; anlaşılan bunları benden sonra Afrika'ya gönderdiği ve öyle görünüyor ki benimkinden daha hayırlı bir yolculuk yapan gemiyle getirtmişti. Bunun yanı sıra beş sandık çok güzel tatlıyla birlikte, Portekiz altınından daha küçük, yüz adet üzeri basılmamış altın para göndermişti. Aynı filoyla iki vekilim de bana bin iki yüz sandık şeker, sekiz yüz balya tütün ve geri kalan hesabımın tümünü de altın olarak göndermişlerdi. Şimdi Eyüp Peygamberin sonunun* başlangıcından daha iyi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Bu mektuplara baktığımda, özellikle de bütün servetimin çevremde olduğunu görünce kalbimin nasıl kıpır kıpır olduğunu anlatmama imkân yok. Brezilya gemileri filolar halinde geldikleri için mektuplarımı getiren filo mallanmı da getirmiş, daha mektuplar elime ulaşmadan mallarım güvenle li- Eyüp, 42:12'den alıntı. mana indirilmişti. Uzun sözün kısası birden saranp fenalaşıverdim; yaşlı adam koşup bana içecek bir şeyler getirmeseydi, zannedersem bu ani sevinç beni altüst edip oracıkta öldürüverecekti. Hatta bu rahatsızlık birkaç saat devam etti ve en sonunda bir hekim çağrıldı. Hekim hastalığımın gerçek sebebini anlayarak kan alacağını söyledi; bundan sonra biraz rahatladım, kendime geldim, ama şuna yürekten inanıyorum ki, doktor beni bu tedaviyle ra-hatlatmasaydı, ölecektim. Şimdi birdenbire beş bin sterlinden daha fazla bir paranın sahibi olmuştum. Brezilya'da da yılda bin sterlinden daha fazla gelir getiren, Đngiltere'deymiş gibi güvenebileceğim bir çiftliğim vardı. Kısacası, bir türlü inana-madığım, nasıl sevineceğimi bilmediğim bir durumdaydım. Đlk işim, gerçek koruyucum, sıkıntılı günlerimde bana çok yardım etmiş, bana karşı başlangıçta çok iyi, sonunda da çok dürüst davranmış olan iyi yürekli yaşlı kaptandan aldıklarımın karşılığını vermek oldu. Gönderilen her şeyi ona gösterdim. Bütün bu şeyleri, Tann'dan sonra ona borçlu olduğumu; şimdi bana düşenin yaptığı iyiliklerin karşılığını vermek olduğunu ve bunu yüz katıyla yapacağımı söyledim. Böylece ilk olarak ondan aldığım yüz Portekiz altınını geri verdim. Sonra da bir noter çağırtarak bana borçlu olduğunu söylediği dört yüz yetmiş altını ödenmiş saydığımı en kesin ayrıntılarıyla gösteren bir anlaşma hazırlamasını istedim. Bundan sonra da çiftliğimin yıllık gelirlerini alması için yetki veren ortağımın hesaplan ona vermesini, mallarımı da benim adıma ona göndermesini belirten bir vekâletname hazırlattım; bu vekâletnamenin sonuna da hayatı boyunca ona mallardan yılda yüz altın, ölümünden sonra da oğluna yılda elli altın verileceğini belirten bir madde ekledim. Böylece yaşlı dostuma borcumu ödemiş oldum. Şimdi bundan sonra hayatıma nasıl bir yön vereceğimi, Tann'nın bu şekilde elime verdiği mülklerle ne yapacağımı düşünmem gerekiyordu. Gerçekten de şimdi başımda adadaki sessiz hayatıma göre düşünülecek çok daha fazla şey vardı, adadayken elimde ihtiyacımdan fazla bir şey bulundurmuyor, elimdekiyle yetiniyordum; oysa şimdi üzerimde büyük bir sorumluluk vardı; bu mallan nasıl koruyacağımın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Paramı saklayabileceğim bir mağaram ya da bunların kilide falan ihtiyaç duymadan, kimse dokunmadan küflenip paslanıncaya kadar durabilecekleri bir yer yoktu. Tam aksine, parayı ne nereye koyacağımı, ne de kime bırakacağımı biliyordum. Velinimetim, dürüst, yaşlı kaptan güvenebileceğim tek insandı. Diğer taraftan Brezilya'daki çıkarlarım beni oraya çağınyor gibiydi; ama işlerimi yoluna koyup mallanmı emin ellere teslim etmeden oraya gitmeyi düşünemezdim. Đlk önce eski dostum olan o dul kadını düşündüm; onun dürüst bir insan olduğunu biliyordum, aynca bana karşı da çok iyi davranmıştı, ama şimdi hem yaşlı, hem yoksul, hem de bildiğim kadarıyla borç içindeydi; dolayısıyla Đngiltere'ye kendim gitmekten, mallarımı da yanımda götürmekten başka çarem yoktu. Ama ben buna karar verene kadar aylar geçmişti. Şimdi, yaşlı kaptanın yaptığı iyiliklerin de karşılığını ödemiş olduğumdan, kocası ilk velinimetim olan, ayrıca kendisi de gücü yerindeyken benim için sadık bir vekilharç ve akıl hocası olan zavallı dulu düşünmeye başladım. Böylece ilk işim, Lizbonlu bir tüccar bulmak, Londra'daki iş

Page 107: Robinson Crusoe

ortağına, gidip bu dul kadını bulmasını, göndereceğim yüz Đngiliz lirasını ona vermesini, onunla konuşup yoksulluğundan ötürü üzülmemesini, çünkü sağ kalırsam kendisine para göndereceğimi söylemesini belirten bir mektup yazdırmak oldu. Aynı zamanda Đngiltere'deki iki kız kardeşime de yüzer Đngiliz lirası gönderdim; çünkü yoksul olmamakla birlikte onların da durumları pek iyi değildi; biri evlenmiş, dul kalmıştı ve ötekinin de kocası ona gerektiği kadar iyi davranmıyordu. Ama bütün akrabalarım ve tanıdıklarım içinde, Brezilya'ya gözüm arkada kalmadan gidebilmek için malımın büyük bir kısmını güvenle teslim edebileceğim kimseyi bulamıyordum ve bu durum beni şaşkına çeviriyordu. Bir ara Brezilya'ya temelli gidip yerleşmeyi düşündüm; ne de olsa oraya alışıktım. Ama din konusunda kafamı kurcalayan, beni ister istemez bu kararımdan caydıran ufak bir tereddütüm vardı, bu konuyu birazdan açacağım. Bununla birlikte, beni oraya gitmekten alıkoyan şimdilik din değildi; o ül- kede yaşadığım sürece dinle ilgili bir çekimserliğim olmamıştı; şimdi de olmazdı; yalnız şimdi dinle ilgili düşüncelerim o zamana göre değiştiğinden orada yaşayıp orada öleceğimi düşününce Katolikliği kabul ettiğime pişman olmaya başlamıştım ve Katolik olarak ölmenin pek de iyi olmayabileceğini düşünüyordum. Ama dediğim gibi beni Brezilya'ya gitmekten alıkoyan başlıca sebep bu değil, mallarımı kime emanet edeceğimi bilmemekti. Böylece en sonunda Đngiltere'ye giderken mallarımı da yanımda götürmeye, oraya varabilir-sem bana sadık kalacak bir tanıdık ya da akraba bulabileceğime karar verdim. Böylece bütün servetimle Đngiltere'ye gitmek için hazırlanmaya başladım. Yurduma dönmek için yaptığım bu hazırlıklar arasında, ilk olarak Brezilya'dan aldığım dürüst ve sadık haberlere uygun cevaplar yazıp göndermeye karar verdim; çünkü Brezilya filosu kısa bir süre sonra yola çıkacaktı. Đlkin St. Augustine Manastın'nın baş-rahibine, vicdanlı tutumları için teşekkür dolu bir mektup yazdım ve bir yere harcanmamış olan sekiz yüz yetmiş iki altının beş yüzünün manastıra, üç yüz yetmiş ikisinin de başrahibin yönlendireceği şekilde yoksullara dağıtılmasını istediğimi belirttim, iyi yürekli rahibin benim için dua etmesini dileyerek bunun gibi şeyler yazdım. Daha sonra iki vekilime de bana çok adil ve dürüst davrandıklarını belirterek birer teşekkür mektubu yazdım. Hediye göndermeye gelince, durumları zaten çok iyi olduğu için buna hiç gerek yoktu. Son olarak ortağıma yazıp çiftliği geliştirmekteki çalışkanlığını, işleri büyütmekteki başarısını takdir ettim; payımı gelecekte nasıl idare edeceğine dair bilgiler vererek yaşlı dostuma verdiğim yetkiler doğrultusunda, benden başka bir haber almadığı sürece, .ne olursa olsun, benim payımı ona göndermesini belirttim; niyetimin yalnız onu ziyaret etmek değil hayatımın geri kalanını orada geçirmek olduğunu söyledim. Bu mektuba karısı ve kızı için -kızları olduğunu bana kaptanın oğlu söylemişti- hediye olarak Đtalyan ipeklileriyle Lizbon'da bulabileceğim en iyi ince Đngiliz yünlülerinden iki parça kumaş, beş parça siyah çuha ve kaliteli Felemenk dantelleri ekledim. Böylece işlerimi yoluna koymuş, eşyalarımı satıp parayı da sağlam poliçelere çevirmiştim; bundan sonraki sorunum Đngiltere'ye hangi yoldan gideceğime karar vermekti. Denize yeterince alışıktım, ama o sıralar Đngiltere'ye deniz yoluyla gitme fikrine karşı her nedense garip bir isteksizlik duyuyordum; bu güçlük gözümde öyle büyüdü ki, bir ara gitmek üzere eşyalarımı gemiye vermiş olduğum halde fikrimi değiştirdim; üstelik bu bir değil, iki üç kez oldu. Deniz yolculuklarında talihsiz olduğum doğru; isteksizliğimin sebeplerinden biri bu olabilirdi; ama kimse böyle anlarda içindeki kuvvetli hisleri görmezden gelmemeli. Binmek üzere seçtiğim -diğerleri yerine bunları tercih ettiğimi söylemek istiyorum- gemilerden ikisini 6- nin başına da felaketler geldi; birine eşyalarımı yerleştirmiş, diğerinin de kaptanıyla anlaşıp sonra vazgeçmiştim. Bu gemilerden biri Cezayir korsanlarının saldırısına uğramış, diğeri de Torbay* yakınlarında, Start'ta kazaya uğramış, üç kişi dışında içindekilerin hepsi boğulmuştu. Bu gemilerden birine binseydim, sonum kötü olacaktı; yalnız hangisinin daha kötü olduğunu söylemek zordu. Ben bu düşünceler içinde bocalarken kendisiyle her şeyi konuştuğum yaşlı dostum da denizyoluyla gitmemem konusunda ısrar etti; Đspanya'nın kuzeybatısına gidebileceğimi, Gaskonya Körfezi'nden Rochelle'e geçebileceğimi, oradan karayoluyla Paris'e, Paris'ten de Calais ya da Dover'a gitmenin de hem kolay hem de güvenli olacağını söyledi; ya da Madrid'e gidip bütün Fransa'yı karadan geçebilirdim. Kısacası, Calais'ten Dover'a geçmek dışında bir deniz yolculuğu yapmamayı öyle kafama takmıştım ki, bütün yolculuğu karadan yapmaya karar verdim. Zaten acelem de yoktu ve ne kadara mal olacağına da aldırış etmediğimden bu benim için güzel bir yolculuk olacaktı. Bu yolculuğu daha hoş bir hale getirmek için eski dostum yaşlı kaptan, benimle yolculuk etmeye istekli, Lizbon'daki bir tüccarın oğlu olan bir Đngiliz buldu. Ondan sonra iki Đngiliz tüccar ve iki genç Portekizli beyefendi daha bulduk; Portekizliler yalnız Paris'e kadar geleceklerdi. Böylece toplam altı kişi olmuştuk, beş de uşak vardı. Đngiliz * Devon kıyısında bir yer.

Page 108: Robinson Crusoe

tüccarlarla Portekizliler fazla masraf olmasın diye iki kişiye bir uşak tutmakla yetinmişlerdi; ben adamım Cuma'nın yanı sıra uşak olarak yanıma Đngiliz bir denizci almıştım; Cuma yolda uşaklık yapamayacak kadar buralara yabancıydı. Bu şekilde Lizbon'dan yola çıktım; hem araç gereç, hem de silah bakımından çok iyi donanmış olduğumuz için küçük bir askeri alay gibi olmuştuk. Aralarında hem en yaşlı ben olduğum, hem iki hizmetkârım bulunduğu, hem de bu yolculuk fikri benden çıktığı için bir saygı belirtisi olarak bana 'kaptan' diyorlardı. Daha önce sizi sıkmamak için deniz günlüklerimi anlatmadığım gibi şimdi de kara yolculuğumu anlatarak canınızı sıkmayacağım; ama bu uzun ve zor yolculukta başımıza gelen bazı serüvenlerden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Madrid'e geldiğimizde, hepimiz Đspanya'nın yabancısı olduğumuz için Đspanya Sa-rayı'nı ve görmeye değer diğer yerleri görecek kadar uzun kalmak istiyorduk; ama yazın sonları olduğu için çabuk ayrıldık; yani ekimin ortasında Madrid'den ayrıldık. Bununla birlikte, Navarre'ye vardığımızda birkaç kasabada, dağların Fransa kesimine çok kar yağdığını, birkaç yolcunun büyük tehlikeler atlattıktan sonra beklemek için Pampeluna'ya geri dönmek zorunda kaldığını duyduk. Pampeluna'ya geldiğimizde bunun gerçekten de böyle olduğunu gördük. Ben sıcak havaya ve neredeyse elbise giymeye bile katla- namadığımız ülkelere alışık olduğum için bu soğuk bana dayanılmaz geldi. Havanın ılık bile değil gerçekten sıcak olduğu Eski Kas-til'den* yola çıkışımızdan yalnız on gün sonra, şimdi birdenbire, Pirene Dağlan'ndan gelen dayanılmaz, el ve ayak parmaklarımızı don-durabilecek kadar sert, soğuk rüzgârı hissetmek yalnız şaşırtıcı değil, acı verici bir şeydi. Zavallı Cuma daha önce böyle bir şey görmediği için dağların karla kaplı olduğunu görüp soğuk rüzgârı hissedince büyük bir korkuya kapıldı. Lafı uzatmayalım, Pampeluna'ya vardığımızda kar büyük bir şiddetle o kadar uzun süre devam etti ki, insanlar kışın vaktinden önce geldiğini, zaten geçilmesi zor olan yolları geçmenin şimdi iyice olanaksızlaştığını söylüyorlardı; uzun sözün kısası, geçeceğimiz bazı yerlere çok fazla kar düşmüştü ve bunlar kuzey ülkelerinde olduğu gibi donup sert-leşmediği için de attığımız her adımda canlı canlı karın içine gömülme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Pampeluna'da en az yirmi gün kaldık; kışın geldiğini, bu Avrupa'daki gelmiş geçmiş en sert kış olduğundan havaların düzelme ihtimalinin olmadığını görünce arkadaşlarıma, Fontarabia'ya" giderek oradan da gemiyle Bordeaux'ya geçmeyi önerdim; bu çok kısa bir deniz yolculuğuydu. Biz bunu düşünürken şehre dört Fransız geldi; bizim, dağların Đspanya kesiminde kal- * Đspanya'nın bir eyaleti. Yeni Kastil'in kuzeyinde kalır ve Gaskonya Körfezine kadar uzanır. ** Fuenterrabia; Fransız sının yakınlarında, Gaskonya Körfezi'ndeki Đspanyol limanı. dığımız gibi onlar da Fransa kesiminde durduklarında bir rehber bulmuşlardı. Bu rehber onlan Languedoc yakınlarından geçirerek dağların arasından öyle bir yoldan getirmişti ki, kardan dolayı pek zahmet çekmemişlerdi; karların çok olduğu yerlerin de hem kendilerinin, hem de atlarının geçmesine elverecek kadar donduğunu söylüyorlardı. Bu rehberi çağırttık; kar tehlikesi olmadan bizi de aynı yollardan geçirebileceğini söyledi; ancak yanımıza vahşi hayvanlardan kendimizi koruyabilecek kadar silah almamız gerekiyormuş. Çünkü bu kadar çok kar yağdığında aç kurtlar dağların eteklerine iniyor-muş. Bu türden hayvanlara karşı çok hazırlıklı olduğumuzu, ama kendisinin iki ayaklı kurtlarla karşılaşmayacağımıza dair garanti vermesi gerektiğini söyledik; çünkü özellikle dağların Fransız kesiminde böyle bir tehlike olduğunu duymuştuk. Bizim gideceğimiz yolda böyle bir şey olmadığını söyledi; bunun üzerine onunla gitmeyi hemen kabul ettik. Daha önce gitmeyi deneyip de geri dönmek zorunda kalan kimisi Fransız, kimisi Đspanyol on iki beyefendi de uşaklanyla birlikte bize katıldı. Böylece kasımın 15'inde rehberimizle birlikte Pampeluna'dan ayrıldık. Đleri doğru yol almak yerine, rehber bizi, doğruca Madrid'den geldiğimiz tarafa, aşağı yukarı yirmi mü geri götürünce gerçekten çok şaşırdım. Đki nehir geçip düzlük bir araziye çıkınca kendimizi yine ılıman bir iklimde bulduk; burası çok güzel bir yerdi ve ortalıkta kar falan da yoktu. Ama sola dönerek yine başka bir yoldan birdenbire dağların oraya çıktık. Dağların ve uçurumların çok korkunç göründüğü doğru, ama rehber bizi öyle bir döndürdü dolaştırdı, dolambaçlı yollardan geçirdi ki, kar yüzünden pek fazla zorluk çekmeden, hatta hiç fark etmeden dağların tepesini aşıverdik; birden bize verimli, yemyeşil Languedoc ile Gaskonya illerini gösteriverdi; ama hâlâ uzakta olduğumuz için geçecek zorlu yollar vardı. Bununla birlikte, bütün bir gün ve gece boyunca yağan kar yüzünden yola devam edemeyince huzursuzlanmaya başladık; ama bize sakin olmamızı, her şeyin bitmesine çok az kaldığını söyledi. Gerçekten de dağlardan her gün biraz daha inip kuzeye doğru geldiğimizi görünce rehberimize güvenerek yola devam ettik. Gece olmasına aşağı yukarı iki saat vardı; rehberimiz biraz önümüzdeydi, onu göremi-yorduk; ormana bitişik kuytu bir yoldan üç kocaman kurt, sonra da bir ayı fırlamış. Kurtların ikisi rehberin üzerine atılmış; bizden yarım

Page 109: Robinson Crusoe

mil kadar önde olduğu için biz yardıma yetişene kadar hayvanlar adamcağızı parçalayıp yiyecekmiş az kalsın. Kurtlardan biri atın üzerine atılmış, diğeri de adama öyle azgınca saldırmış ki, tabancasını çekmeye ne vakit bulabilmiş, ne de bunu akıl edebilmiş; yalnız çılgın gibi bağırıp bizden yardım istiyordu. Yanımda duran adamım Cuma'ya gidip neler olduğuna bakmasını söyledim. Cuma adamı görür görmez rehber gibi avazı çıktığı kadar bağırdı: "Hey, efendi! Efendi!" Ama gözü pek bir delikanlı olduğu için atını doğruca zavallı adamın yanına sürüp tabancasıyla kurdu kafasından vurdu. Neler olduğuna bakmaya gidenin adamım Cuma olması zavallı rehber için hayırlı oldu; çünkü ülkesinde vahşi hayvanlara alışık olduğu için Cuma'nın hiç korkusu yoktu; yukarıda dediğim gibi hemen yanlarına gidip hayvanı vurmuş; oysa bizden biri olsaydı, uzaktan ateş eder, ya kurdu vuramaz, ya da yanlışlıkla rehberi vururdu. Ama bu durum benden daha cesur bir adamı bile korkutmaya yeterdi; gerçekten de Cuma'nın tabancasının çıkardığı gürültüyle dört bir yandan kurtların en ürkütücü sesleriyle uluduklarını duyunca hepimiz dehşete düştük; bu uluma sesleri dağlarda yankılandığı için bize etrafta binlerce kurt varmış gibi geliyordu; belki sayılan gerçekten de korkmamızı gerektirecek kadar çoktu. Bununla birlikte, Cuma bu kurdu öldürünce ata saldıran kurt da hemen kaçtı; neyse ki, atın kafasına saldırmıştı; böylece dişleri yularının zincirine geçtiği için hayvana pek zarar verememişti. Ama rehberimiz daha kötü yaralanmıştı, çünkü azgın kurt, kolundan ve dizinin üstünden olmak üzere onu iki yerinden ısırmıştı; Cuma yetişip kurdu vurduğunda da atın tepinip durması yüzünden adamcağız aşağı yuvarlanmak üzereymiş. Cuma'nın ateş ettiğini duyar duymaz hızımızı artırdığımızı, neler olduğunu görmek için yolun elverdiği ölçüde, zorla da olsa, elimizden geldiğince çabuk ilerlediğimizi tahmin edebi- lirsiniz. Rehberi görmemizi engelleyen ağaçları geçer geçmez öldürdüğünün ne tür bir yaratık olduğunu seçemesek de neler olup bittiğini, Cuma'nın zavallı rehberi kurtardığını anladık. Ama hiçbir boğuşma Cuma'yla ayı arasındaki kadar gözü pekçe yürütülmemiş, bu kadar şaşırtıcı olmamıştır. Bu boğuşma, ilk başta şaşırıp Cuma için endişelenmemize sebep olduysa da sonradan bizim için akla gelebilecek en büyük eğlenceye dönüştü. Bilindiği gibi ayılar ağır, hantal yaratıklardır; hafif ve çevik olan kurtlar kadar hızlı koşamazlar. Ayrıca davranışlarına yön veren iki önemli özellikleri vardır: Birincisi, insanlar çoğunlukla avları arasında değildir, çoğunlukla diyorum, çünkü şimdi olduğu'gibi her yer karla örtül-düğünde fazla aç kalırlarsa ne yapacaklarını bilemiyorum. Ama kendilerine saldınlmadığı sürece çoğunlukla insanlara saldırmazlar. Aksine, ormanda bir ayıyla karşılaştığınızda siz ona dokunmazsanız, o da size dokunmayacaktır. Ama kendisine karşı çok nazik davranmalı, yol vermelisiniz, çünkü pek titiz bir beyefendidir. Bir prens için bile yolunu bir adım değiştirmez; yok, gerçekten korktuysa-nız, sizin için en iyisi başka bir yol bulmak, oradan devam etmektir; çünkü olur da durup ona dik dik bakarsanız bunu bir hakaret olarak kabul edecektir. Ona bir şey atarsanız ve bu kendisine değerse, attığınız şey parmak büyüklüğünde ufacık bir çırpı bile olsa bunu da hakaret olarak kabul edecek, bütün işini gücünü bir kenara bırakarak şerefine sürdü- günüz lekenin intikamını almak için sizi kovalayacaktır, tik özelliği bu; ikincisi ise, bir kez kendisine hakaret ettiğinizde peşinizi asla bırakmayacak, intikamını alana kadar gece gündüz demeden sizi kovalayacaktır. Adamım Cuma, rehberimizi kurtarmıştı, yanına vardığımızda attan inmesine yardım ediyordu; çünkü adam hem yaralanmış, hem de korkmuştu; aslına bakılırsa yaralarından çok, duyduğu korkunun etkisi altındaydı. Tam bu sırada ormandan bir ayının çıktığını gördük; kocaman, o zamana kadar gördüğüm en büyük ayıydı. Onu görünce hepimiz irkil-dik, ama Cuma'nm yüzünden neşe ve cesaret okunuyordu. "Oh! Oh! Oh!" diyerek eliyle üç kez ayıyı işaret etti. "Hey, Efendi! Sen var onu bana bırakmak; ben onunla el sıkışmak, sizi bol bol güldürmek!" Cuma'nın bu kadar sevinmesine şaşırdım. "Seni budala," dedim, "o seni bir lokmada yu-tuverir." "Beni yutmak! Beni yutmak!" dedi Cuma iki kez; "Ben onu yutmak; sizi güldürmek; siz hepiniz burada kalmak, ben sizi iyi güldürmek." Sonra oturup çizmelerini çıkarıverdi, cebinden çıkardığı çarık gibi düz tabanlı bir ayakkabı giydi, atını diğer uşağa bırakarak tüfeğiyle rüzgâr gibi koşup gitti. Ayı yavaş yavaş yürüyor, kimseye dokunacak gibi görünmüyordu, ama Cuma iyice yanına yaklaşıp sanki dediklerini anlayacak-mış gibi seslendi: "Hey, baksana, sana söylüyorum, duymuyor musun?" dedi. Biz de biraz ilerden izliyorduk; şimdi dağların Gaskonya tarafına indiğimiz için geniş bir ormana gel- miştik; orada burada bir sürü ağaç olmasına rağmen dümdüz ve açık bir arazideydik. Daha önce de söylediğim gibi ayıdan daha hızlı koşan Cuma çabucak ona yetişti, yerden büyük bir taş alıp hayvana fırlattı; taş ayının kafasına çarptı, ama sanki duvara çarpmış gibi hayvana hiçbir şey olmadı. Ama Cuma'nın istediği oldu, serserinin içinde korku denilen bir şey olmadığı için bu taşı, ayı kendisini kovalasın, biz de gülelim diye atmıştı. Taş kafasına değer değmez ayı dönüp Cu-ma'yı gördü ve koca koca adımlarla, garip bir biçimde sallana sallana, hantal bir at gibi onu kovalamaya başladı. Cuma kaçarken sanki yardım istiyormuş gibi bize doğru koşmaya başlayınca hep birden ayıya ateş edip adamımı kurtarmaya karar verdik. Ama kendi yoluna giden ayıyı durup dururken üstüne saldırttığı için ona çok kızmıştım; özellikle de ayıyı bize doğru getirip kendisi kaçtığı için daha

Page 110: Robinson Crusoe

da kızgındım; "Seni köpek seni," dedim, "böyle mi güldürecektin bizi? Gel buraya, atına bin de şu hayvanı vuralım." Bu dediklerimi duyup bağırdı: "Vurmak yok, vurmak yok, siz durmak orada, gülmek çok." Çok çevik olduğu için hayvan bir adım atana kadar o iki adım atıyordu. Aniden bize doğru döndü ve amacına uygun bir meşe ağacı görerek onu takip etmemizi işaret etti. Đki kat daha hızlanarak ağaca çabucak tırmandı; tüfeğini ağaçtan beş altı metre ötede yere bırakmıştı. Biraz sonra ayı ağacın yanına geldi, biz de uzaktan izliyorduk. Yaptığı ilk şey tüfeğin yanında durmak oldu; tüfeği kokladı ve olduğu yerde bırakarak ağaca çıktı; çok ağır bir hayvan olmasına rağmen bir kedi gibi tırmanabiliyordu. Adamım Cuma'nın tam bir akılsızlık ettiğini düşündüğümden bunu nasıl yaptığına hayret ediyor, henüz bunda gülünecek bir şey göremiyordum; ayının da ağaca çıktığını görünce hepimiz atlarımızı o tarafa sürdük. Ağacın yanına vardığımızda Cuma büyük bir dalın ince ucuna kadar gitmişti, ayı da dalın yansındaydı. Ayı dalın zayıf kısmına varır varmaz, Cuma, "Hah!" dedi, "şimdi siz görecek, ben ayıya dans öğretecek," diyerek zıplamaya, dalı sarsmaya başladı. Ayı sendeliyor, ama olduğu yerde duruyordu, sonra nasıl geri döneceğini görmek için dönüp dönüp arkasına bakmaya başladı. Đşte buna gerçekten katıla katıla güldük. Ama Cuma onunla fazla uğraşmadı. Ayının tekrar olduğu yerde durduğunu görünce sanki ayı Đngilizce anlayabilecekmiş gibi tekrar seslendi: "Neden yakına gelmemek? Lütfen biraz yaklaşmak, siz." Böylece zıplayıp dalı sallamayı bıraktı; ayı da sanki dediklerini anlamış gibi biraz daha yaklaştı; bunun üzerine Cuma tekrar zıpladı ve ayı da durdu. Bunun ayıyı kafasından vurmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorduk; Cuma'ya kıpırdamamasını, ayıyı vuracağımızı söyledik. Ama o büyük bir coşkuyla, "Ah lütfen! Lütfen! Vurmayın, ben vurmak onu birazdan sonra," dedi; biraz sonra demek istiyordu. Her neyse, sözü uzatmayalım, Cuma o kadar çok dans etti, ayı o kadar çok olduğu yerde kalakaldı ki, gerçekten de çok güldük; ama Cuma'nın ne yapmaya çalıştığını hâlâ bilemi- yorduk; ilk başta dalı sarsarak ayıyı ağaçtan düşüreceğini sandık; ama ayı bu tuzağa düşmeyecek kadar kurnazdı, düşebileceğini bildiğinden daha ileri gitmiyor, koca pençeleri ve ayaklarıyla ağaca sımsıkı tutunuyordu. Dolayısıyla bu oyunun sonunun nereye varacağını tahmin edemiyorduk. Ama Cuma bizi şüpheden çabuk kurtardı. Ayının dala sıkıca tutunduğunu, daha fazla ilerleyemeyeceğini görünce, "Peki, tamam," dedi. "Sen yaklaşma, ben gelecek, ben gelirim; sen bana gelmez, ben sana gelir." Bunun üzerine daim en ince ucuna gitti, dal ağırlığından bükülünce dala tutunarak yere atlayabileceği kadar aşağı doğru kaydı ve usulca atladı; hemen koşup silahını aldı ve olduğu yerde durdu. "Peki, Cuma," dedim, "şimdi ne yapacaksın, bakalım? Neden onu vurmuyorsun?" "Vurmak yok," dedi, "daha değil; ben şimdi vurmamak, öldürmemek; ben duracak, siz daha çok gülecek." Şimdi göreceğiniz üzere gerçekten de böyle yaptı; çünkü düşmanının gittiğini gören ayı durduğu daldan geri döndü; ama ağacın gövdesine varana kadar her adımda arkasına dönüp baktığından bu çok vakit aldı; sonra pençeleriyle tutunup ağaçtan inerken yine bu şekilde her adımını çok yavaş attı. Tam arka ayaklarını yere bastığı sırada Cuma yanına sokuldu, tüfeğin namlusunu ayının kulağına dayayarak ateş etti ve hayvan taş gibi yere devrilip öldü. Bizimki sonra gülüp gülmediğimizi görmek için bakındı; çok eğlendiğimizi görünce kendisi de bir kahkaha patlattı. "Biz işte ayıları böyle öldürmek bizim orada," dedi. "Böyle mi öldürüyorsunuz?" dedim. "Sizde tüfek yok ki." "Hayır," dedi, "tüfek yok ama çok uzun oklarla öldürmek." Bu bizim için gerçekten de güzel bir eğlence olmuştu; ama hâlâ vahşi bir ormanda bulunuyorduk; rehberimiz de kötü yaralanmıştı ve biz ne yapacağımızı bilemiyorduk. Kurtların ulumaları hâlâ aklımdaydı; daha önce Afrika kıyılarında duyduğumdan bahsettiğim o sesler dışında hiçbir gürültü beni gerçekten bu kadar korkutmamıştı. Bu durum yüzünden ve gece de yaklaştığı için daha fazla oyalanmadan ormandan çıkmamız gerekiyordu; Cuma'ya kalsa, ayının gerçekten de değerli olan derisini yüzüp öyle gidecektik; ama daha gidecek üç fersah yolumuz olduğundan, rehberimiz de çabuk olmamızı söylediğinden ayıyı orada bırakıp yolumuza devam ettik. Dağlardaki kadar derin ve tehlikeli olmasa da yerler hâlâ karla kaplıydı; sonradan duyduğumuza göre açlıktan kuduran kurtlar yiyecek aramak için ormanlara, ovalara inmişler, köylere çok zarar vermişlerdi; koyunları, atlan ve birkaç kişiyi parçalamışlardı. Rehber geçeceğimiz tehlikeli bir yer daha olduğunu, bölgede başka kurt varsa, orada karşımıza çıkabileceklerini söylemişti; burası dört bir yanı ormanlarla çevrili, küçük bir ovaydı; ormanın içindeki dar bir geçitten de geceyi geçirebileceğimiz bir köye varacaktık. Đlk ormana girdiğimizde güneşin batması- na yarım saat vardı; güneş battıktan biraz sonra da ovaya vardık. Đlk ormanda karşımıza hiçbir şey çıkmadı; yalnız, ormanın içindeki küçük bir ovada, aşağı yukarı dört yüz metre ötemizden, sanki bir av kovalıyormuş gibi birbiri ardına beş koca kurdun bütün güçleriyle koşarak geçtiklerini gördük; bizi fark etmediler ve birkaç saniye içinde gözden kayboldular. Bunun üzerine, çok ödlek bir adam olan rehberimiz başka kurtlar da gelebileceğinden tetikte olmamızı söyledi. Silahlarımızı hazırlayıp gözlerimizi dört açtık; ama aşağı yukarı yarım fersah tutan ormanı geçip ovaya girene kadar tek bir kurt bile görmedik. Ovaya girer girmez, gerçekten de gözlerimizi dört açmamız gerektiğini iyice

Page 111: Robinson Crusoe

anladık. Karşılaştığımız ilk şey kurtların parçaladığı bir at leşi oldu; en azından bir düzine kurt başına üşüşmüştü; yedikleri de söylenemezdi; çünkü bütün etlerini bitirdiklerinden şimdi kemiklerini kemiriyorlardı. Ziyafetleri başında onları rahatsız etmenin uygun olmayacağını düşündük; onlar da bize pek aldırış etmemişlerdi. Cuma onlara ateş açmak istedi, ama ben buna kesinlikle izin veremezdim; çünkü henüz farkında olmasak da başımıza daha büyük bir dert açılacakmış gibi geliyordu bana. Daha ovanın yansını bile geçmeden sol tarafımızdaki ağaçlıktan korkunç kurt ulumalan işitmeye başladık ve hemen sonra da yaklaşık yüz kurdun topluca üzerimize geldiğini gördük; tecrübeli subayla-nn komutasındaki düzenli bir ordu gibi arka arkaya dizilmişlerdi. Bunlara nasıl karşı ko- yacağımızı bilemiyordum; ama tek çıkar yolun bir araya toplanıp yan yana dizilmek olduğunu düşündüm; böylelikle hemen toplandık. Çok fazla ara veremeyeceğimiz için her iki kişiden birinin ateş etmesini, ateş etmeyenlerin de, kurtlar üzerimize doğru ilerlemeye devam ederlerse hemen ikinci bir yaylım ateşi açmaya hazır olmasını; ilk ateş edenlerin tüfeklerini hemen doldurmaya kalkışmamalarını, tabancalarıyla tetikte durmalarını söyledim; çünkü hepimizde birer tüfek, ikişer de tabanca vardı. Bu yöntemle bir seferde altı yaylım ateşi açabilecektik. Ama şimdilik buna gerek yoktu; çünkü ilk yaylım ateşi üzerine düşman, ateşten olduğu kadar gürültüden de korkarak durdu. Kafasından vurulan dördü yere düşmüş, birkaçı da yaralanmıştı, karda bıraktıkları izlerden yaralan kanaya-rak kaçtıklarını gördük. Durdular ama hemen geri çekilmediler; bunun üzerine, en vahşi hayvanların bile insan sesinden korktuğunu hatırlayarak herkese sesleri yettiğince bağırmalarını söyledim; bu düşüncenin pek de yanlış olmadığını gördüm; çünkü biz bağırınca geri çekilmeye, arkalarını dönüp gitmeye başladılar. Sonra arkalarından bir yaylım ateşi daha açılmasını emrettim; bunun üzerine koşarak ormana doğru kaçtılar. Böylece tüfeklerimizi doldurma fırsatı bulduk; kaybedecek vaktimiz olmadığından hemen yola koyulduk. Ama tüfeklerimizi doldurup yola çıkmaya hazırlanmamızın üzerinden çok geçmeden sol tarafımızda, yine aynı ormanda korkunç bir gürültü koptu; yalnız bu sefer ses biraz daha ileriden, bizim gideceğimiz yönden geliyordu. Gece bastırıyor, ortalık karanyordu; bu bizim için daha kötüydü. Ama gürültü artınca bunun o cehennem yaratıklarının uluyup bağırmaları olduğunu kolayca anladık. Birdenbire biri önümüzde, biri arkamızda, diğeri de solumuzda olmak üzere üç kurt sürüsü gördük; anlaşılan, etrafımız kuşatılmıştı. Bununla birlikte, üzerimize saldırmadıklarından atlarımızı elimizden geldiğince hızlı sürerek ilerledik; ama yol çok kötü olduğundan atlan ancak tinsa kaldırabilmiştik. Bu şekilde ovanın sonundaki, geçmemiz gereken ormanın girişine geldik; ama ormanın içinden geçen yola yaklaştığımızda çok kalabalık bir kurt sürüsünün yolun girişinde durduğunu görünce çok şaşırdık. Birdenbire ormanın başka bir girişinde bir silah sesi duyduk. O yöne baktığımızda eyerli, gemli bir atın rüzgâr gibi koşarak ormandan çıktığım gördük; arkasında da on altı on yedi kurt olanca hızıyla koşuyordu; aslına bakılırsa at onlardan çok daha hızlıydı, ama bu şekilde devam edemeyeceğini tahmin ediyor, kurtlann sonunda ona yetişeceğine hiç şüphe etmiyorduk; nitekim, kesinlikle yetişmişlerdir. Ama az ilerde, görüp görebileceğimiz en korkunç manzara vardı; atın çıktığı yerden ormana girince başka bir at ve iki adamın le-şiyle karşılaştık; aç kurtlara yem olmuşlardı; adamlardan biri de hiç şüphesiz ateş ettiğini duyduğumuz adamdı; çünkü hemen yanında boş bir tüfek duruyordu. Adama gelince, ka- fası ve vücudunun üst kısmı tamamıyla parçalanıp yenilmişti. Bu durum karşısında büyük bir korkuya kapıldık; ne gibi bir yol tutacağımızı bilmiyorduk. Ama kurtlar hemen üzerimize doğru geldiler; yeni bir av umuduyla etrafımıza toplanmışlardı ve inanıyorum ki sayıları en az üç yüzdü. Şansımıza, ormanın girişinde, az ötede kocaman kerestelik ağaçlar duruyordu; yazın kesilmiş, nakliye için oraya bırakılmış olmalıydılar. Küçük bölüğümü ağaçların arasına çektim; uzun bir kerestenin arkasına dizildik, attan inerek bu ağacı kendimize siper edinmeyi, bir üçgen ya da üç cephe oluşturmayı, atlarımızı da ortamızda tutmayı önerdim. Böyle yaptık; iyi de oldu. Çünkü bu yaratıklar üzerimize öyle bir saldırdılar ki, bundan korkunç bir saldın görülmemiştir herhalde. Hırıltılar çıkararak üzerimize geldiler ve kendimize siper edindiğimiz kerestenin üzerine çıktılar, sanki avlarının üzerine atılacak gibiydiler; bu azgınlıklarının başlıca sebebi, anlaşılan arkamızda duran atlardı; av olarak atlan hedef almışlardı. Adamlanmıza önceki gibi sırayla ateş etmelerini söyledim; o kadar iyi nişan aldılar ki, ilk yaylım ateşinde birkaç kurdu öldürdüler; ama sürekli ateş etmek zorundaydık; çünkü itişe kakışa şeytanlar gibi üzerimize geliyorlardı. Đkinci yaylım ateşini açtığımızda biraz durakladıklannı sandık, artık kaçıp gideceklerini umuyordum; ama bu bir anlık duraklamaydı, arkalarından diğerleri geldi. Bunun üzerine tabancalanmızla ikişer yaylım ateşi daha açtık ve bu dört atışta on yedi on sekiz kurdu öldürdüğümüze inanıyorum; iki katı kadannı da sakatladık; ama yine gelmeye devam ediyorlardı. Son dolu tüfeklerimizi çabucak harcamak istemiyordum; bu yüzden uşağımı yanıma çağırdım -adamım Cuma'yı değil, çünkü Cuma o sırada daha iyi bir işle uğraşıyordu, biz başka bir şeyle meşgulken akla gelebilecek en büyük ustalıkla hem benim tüfeğimi hem de kendi tüfeğini doldurdu. Dediğim gibi diğer adamıma seslendim ve

Page 112: Robinson Crusoe

ona bir boynuz barut vererek bunu kerestenin üzerine kalın bir çizgi halinde serpmesini söyledim. Bunu yaptı; kurtlar gelip kerestenin üstüne çıkmadan oradan kaçmak için çok az vakit bulabilmişti; tam o sırada ben de boş bir tabancanın tetiğini barutun ucunda çakarak barutu ateşledim. Kerestenin üstüne çıkmış olan kurtlar ateşten kavruldu, altı yedi tanesi de bizim tarafa düştü, daha doğrusu ateşin şiddetinden ve korkulanndan aramıza atladılar. Bunlann işini anında bitirdik. Ötekiler de artık iyice karanlık bastığından daha korkunç görünen alevden korkarak biraz geri çekildiler. Bunun üzerine son tabancalanmızın da hep birden ateşlenmesini emrettim, ateş ettikten sonra da hep bir ağızdan bağırdık. Kurtlar kuyruklannı kıstınp gerisin geri kaçmaya başladılar. Biz de siperden çıkıp sakatlanmış, yerde debelenen yirmi kurdun üzerine atıldık, kılıçlarımızla onlan parçaladık; sonuç umduğumuz gibi oldu; çünkü kılıçla saldırdıklarımızın uluyup acı acı inlemeleri ar- kadaşlanna iyi bir uyan gibi göründü; böylece hepsi kaçıp bizi bıraktılar. Baştan itibaren aşağı yukarı altmış kurt öldürmüştük. Gündüz vakti olsaydı, daha da çok öldürebilirdik. Böylece savaş alanı temizlendikten sonra tekrar yola koyulduk, çünkü hâlâ yarım fersah yolumuz vardı. Yolda birkaç kez bu vahşi yaratıkların ormanda uluyup kükrediklerini duyduk; birkaç kez de onları gördüğümüzü sandık; ama kar gözlerimizi kamaştırdığından emin olamıyorduk. Böylece aşağı yukarı bir saat sonra konaklayacağımız köye vardık; herkesi büyük bir korku içinde silahlanmış bulduk; anlaşılan önceki gece kurtlarla birkaç ayı köye saldırarak büyük bir korkuya sebep olmuştu; bu yüzden sürülerini ve aslında insanlarını korumak için gece gündüz, özellikle de geceleri tetikte durmak zorunda kalmışlardı. Rehberimiz ertesi sabah çok hastalandı; iki yarası da iltihaplandığı için kollan bacakları şişti; dolayısıyla yola devam edemezdi. Bu yüzden orada yeni bir rehber tutup Toulouse'a gitmek zorunda kaldık. Verimli, güzel bir şehir olan Toulouse'da ılıman bir iklim hâkimdi; ne kar, ne kurt, ne de buna benzer bir şey vardı. Orada başımıza gelenleri anlattığımızda dağların eteğindeki büyük ormanlarda, özellikle de karlı havalarda bunun çok olağan bir şey olduğunu söylediler; böyle bir mevsimde bizi o yoldan götürmeyi göze alanın, ne biçim bir rehber olduğunu sorup kurtların hepimizi birden parçalamamasınm büyük şans olduğunu belirttiler. Onlara at- lan ortaya alarak kendimizi nasıl savunduğumuzu anlattığımızda epeyce kızdılar; kurtlan bu kadar azgınlaştıranm atlar olduğunu, böyle bir durumda kurtulma şansımızın ellide bir olduğunu söylediler; başka zaman olsa, silahlardan gerçekten korkarlar-mış; ama bu sefer açlıktan kudurduklan için atlara saldırma istekleri onlara tehlikeyi unutturmuş; sürekli ateş edip en sonunda da barut serpintisi yöntemiyle onlan alt et-meseymişiz parçalara aynlmadan kurtulmamıza imkân yokmuş; oysa at sırtında kalıp ateş etseymişiz, kurtlar, üstünde insan olan atlan bu kadar çok kendi avlan gibi görmez-lermiş; bununla beraber son olarak da bir araya toplanıp atlan bıraksak, kurtlann onlan yemek içih çılgınca saldıracağını, elimizde bol bol ateşli silah olduğu için bu sal-dından sağ çıkabileceğimizi söylediler. Kendi adıma, tehlikede olduğumu hiç bu kadar derinden hissetmemiştim; üç yüzden fazla canavarın kükreyerek ve bizi yutmak için ağızlarını açarak üzerimize geldiğini görüp de sığınıp kendimizi koruyabileceğimiz bir yer olmadığını düşününce ölüp gideceğimi zannetmiştim. Sanınm, o dağlan geçmeye bir daha asla cesaret edemeyeceğim. Haftada bir kez fırtına kopacağını bilsem bile bin mil deniz yolculuğu yapmayı böyle bir şeye tercih ederim. Fransa'daki yolculuğum sırasında, öbür gezginlerin benim anlatabileceğimden çok daha iyi şeyler anlatmalan dışında dikkatimi çekecek sıradışı bir şey görmedim. To-ulouse'dan Paris'e geçtim ve hiçbir yerde doğ- ru dürüst kalmadan Calais'e gittim, oradan da seyahate hiç uygun olmayan soğuk bir mevsimde 14 Ocak günü sağ salim Dover'a çıktım. Artık seyahatimin sonuna gelmiş; yanımda getirdiğim poliçelerin de hemen ödenmesiyle kısa bir süre içinde varlığından yeni haberdar olduğum servetime kavuşmuştum. Başlıca akıl hocam, sırdaşım yine o yaşlı, iyi yürekli dul kadın oldu; ona para gönderdiğim için duyduğu minnet dolayısıyla benim için hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmıyor, hiçbir şeyi zahmet olarak görmüyordu; her bakımdan güvenim tamdı, paralarımı gönül rahatlığıyla ona emanet edebilirdim; gerçekten de baştan beri bu iyi yürekli hanımefendinin kusursuz dürüstlüğünden çok memnundum. Artık malımı mülkümü bu kadına bırakıp Lizbon'a, oradan da Brezilya'ya gitmeyi düşünüyordum. Ama şimdi de aklıma başka bir şey takıldı; bu da din konusuydu. Ülke dışındayken, özellikle de yalnız kaldığım yıllarda Roma Katolik mezhebi konusunda bazı kuşkulara düşmüştüm; şimdi ise Roma Katolik mezhebini bütünüyle benimsemediğim sürece Brezilya'ya gitmenin, hele bir de oraya yerleşmenin benim için mümkün olmadığını biliyordum; aksi takdirde ilkelerim için kendimi feda etmeyi, Engizisyon'un elinde ölüp bir din şehidi olmayı göze almak zorundaydım. Bu yüzden Đngiltere'de kalmaya ve bir yolunu bulursam çiftliği elden çıkarmaya karar verdim. Bu iş için Lizbon'daki eski dostuma bir mektup yazdım. Kendisi de karşılık olarak bana çiftliği orada kolayca satabileceğini; ama izin verirsem, bu teklifi benim adıma, eski vekillerimin çocuklarına, yani Brezilya'da yaşayan bu iki tüccara yapacağını; orada yaşayan bu adamların çiftliğin değerini tam olarak bildiklerini, benim de bildiğim gibi çok zengin oldukları için

Page 113: Robinson Crusoe

çiftliği seve seve satın alacaklarına inandığını; çiftliği onlar alırsa fazladan dört beş bin sekizlik kazanacağıma hiç şüphesi olmadığını bildirdi. Ben de bunu kabul ettim, teklifi onlara yapmasını söyledim, o da böyle yaptı; aşağı yukarı sekiz ay sonra gemi dönünce adamların bu teklifi kabul ettiğini, bunun için Lizbon'daki bir ortaklarına otuz üç bin adet sekizlik gönderdiklerini bildirdi. Bunun üzerine ben de Lizbon'dan gönderdikleri satış belgesini imzalayarak yaşlı dostuma gönderdim; o da bana mülkün karşılığı olan otuz iki bin sekiz yüz adet sekizliği poliçe olarak gönderdi; yaşlı kaptana hayatı boyunca ödemeyi söz verdiğim yüz altını, ondan sonra da oğluna ödeyeceğim elli altını da ayırmışlardı; çiftliğin kira geliri bunu rahatlıkla sağlayabilirdi. Böylece rastlantılarla, serüvenlerle, kaderin karmakarışık oyunlarıyla dolu bir hayatın ilk kısmını anlatmış oldum; dünyada eşine benzerine pek az rastlanabilecek, budalaca başlamış ama kapanışı hayatımın herhangi bir döneminde uma-bileceğimden çok daha mutlu olan bir hayat. Böyle dolambaçlı bir şekilde alınyazımı düzelttikten sonra tehlikeleri geride bırak- tığım, artık başıma öyle şeyler gelmeyeceği düşünülebilir; olaylar başka türlü gelişseydi, gerçekten de böyle olacaktı. Ama başıboş dolaşmaya alışmıştım, ne bir ailem, ne pek fazla akrabam, ne de zengin olmakla birlikte çok arkadaşım vardı; Brezilya'da mülkümü satmıştım, ama o ülkeyi bir türlü aklımdan çıkaramıyordum; gene rüzgâra kapılıp nereye sürüklerse oraya gitmeye can atıyordum; özellikle de adamı görme, zavallı Đspanyolların oraya gelip gelmediklerini, adada bıraktığım asilerin onlara nasıl davrandığını öğrenme isteğine karşı koyamıyordum. Gerçek dostum dul kadın beni bundan caydırmak için çok uğraştı ve gerçekten de uzun bir süre bu fikri bir kenara bırakmamı sağlayarak neredeyse yedi yıl yurtdışına çıkmama engel oldu. Bu süre içinde, erkek kardeşlerimden birinin çocukları olan iki yeğenimi korumam altına aldım. Kendine ait biraz malı olan büyük yeğenimi tam bir beyefendi olarak yetiştirdim ve kendisine ölümümden sonra verilmek üzere bir miktar mülk tahsis ettim. Ötekini bir gemi kaptanının yanma verdim; beş yıl sonra aklı başında, gözü pek, girişken bir delikanlı olduğunu görünce kendisini iyi bir gemiye yerleştirerek denize gönderdim; bu genç delikanlı sonradan benim gibi yaşlı bir adamı başka başka serüvenlere sürükledi. Bu arada az çok yerleştim; her şeyden önce evlendim; bu evlilik beni zarara sokmuş, ya da mutsuz etmiş sayılmazdı. Đkisi erkek, biri kız olmak üzere üç çocuğum oldu; ama kanm öldü; yeğenim de Đspanya'ya yaptığı yolculuktan başarılar kazanmış olarak dönünce denizlere açılma özlemimle yeğenimin ısrarlarına dayanamayıp Batı Hint Adalan'na giden gemisine özel yolcu olarak bindim. Bu da 1694'te oluyordu. Bu yolculukta adadaki yeni halkımı da ziyaret ettim, benden sonra oraya yerleşen Đspanyolları gördüm; bütün hayat hikâyelerini ve adada bıraktığım alçaklarla aralarında geçenleri; bu adamların ilk başta Đspanyollara kötü davrandığını, sonradan nasıl anlaştıklarını, geçinemeyip bir ayrılıp bir barıştıklarını; en sonunda Đspanyolların şiddete başvurmak zorunda kaldıklarını, bu adamların Đspanyollara boyun eğdiğini, Đspanyolların onlara ne kadar adil davrandığını öğrendim. Bu hikâyeyi anlatmaya başlasam benimki gibi türlü türlü olaylar ve olağanüstü tesadüflerle dolu olduğunu göreceksiniz; özellikle de birkaç defa adaya çıkan Karayiplilerle yaptıkları savaşlar, adada meydana gelen gelişmeler ve Đs-panyollardan beşinin karşıdaki kara parçasına gitmeleriyle ilgili kısımları; bu beş kişi oradan on bir erkekle beş kadını esir alıp getirmişti, oraya gittiğimde adada yirmi çocuk olduğunu gördüm. Burada yirmi gün kaldım ve sonra onlara gerekli bütün şeyleri, özellikle de silah, barut, saçma, giyecek, alet ve Đngiltere'den getirdiğim biri marangoz, biri de demirci olmak üzere iki ustayı bıraktım. Bunların yanı sıra, mülkiyet hakkını kendimde saklı tutarak adayı aralarında paylaş- tirdim; her birine istedikleri parçayı verdim; böylece her şeyi düzene soktuktan sonra adayı terk etmeyeceklerine söz alarak oradan ayrıldım. Bundan sonra Brezilya'ya gittim, oradan aldığım üç direkli yelkenli bir gemiyle adaya daha fazla insan yolladım; gerekli malzemelerin yanı sıra hizmet etmeye ya da isterlerse evlenmeye uygun yedi kadın gönderdim. Đngilizlere gelince, kendilerini tarıma verecek olurlarsa, onlara da Đngiltere'den gerekli malzemelerle birlikte birkaç kadın göndereceğime söz verdim; sonradan bunu yaptım da. Denetim altına alınıp arazi aralarında bölüştürülünce bunlar da çok dürüst ve çalışkan adamlar oldular. Ayrıca onlara Brezilya'dan üçü gebe beş inek, birkaç koyun, birkaç da domuz göndermiştim; adaya bir dahaki gidişimde bunların sayısının oldukça arttığını gördüm. Ama üç yüz Karayîpli'nin gelip adayı nasıl istila ettiklerini, çiftlikleri yasıp yıktıklarını, bizimkilerin bu kadar büyük bir kalabalıkla iki kez savaştıklarını, başta yenildiklerini ve üç kişinin öldürüldüğünü; ama en sonunda bir fırtına düşmanlarının kanolarını batırmca açlıktan ölmeyenleri de bizimkilerin öldürdüğünü, sonra çiftliklerini onarıp hâlâ adada yaşadıklarını; bütün bunları ve bundan son- raki on yıl içinde yeni serüvenlerimde kendi şaşırtıcı bazı olayları Robinson Crusoe, 1719 yılındaki ilk basımının ardından sadece kendisinden sonraki "ada" edebiyatını etkilemekle kalmamış, 18. yüzyılın başına kadar uzanagelen benzer konudaki edebiyatı da "robinsonadlar"

Page 114: Robinson Crusoe

başlığı altında sonrakilere bağlamıştır. Onlarca taklidi çıkan, her dönemde kahramanı yeniden yorumlanan Robinson Crusoe, kimi edebiyat tarihçilerine göre modern romanın da babası sayılmaktadır. Oyunlara, operalara, çizgi romanlara, filmlere, günümüzdeki bilgisayar oyunlarına esin kaynağı olan Robinson Crusoe, Rosseau gibi aydınlanmacılann övgüsünü almış, Marx, ünlü das Kapital kitabında, ekonomideki "değer" kavramını açıklamaya çalışırken bu metne de başvurmuştur. Robinson Crusoe: Doğayı değiştirirken kendini de değiştirmek.

Page 115: Robinson Crusoe

DANIEL DEFOE ROBENSON KRUZOE'NĐN MACERALARI ROBENSON KRÜZOE'NIH MACERALARI ROBENSON'UN DOĞUŞU VE YETĐŞTĐRĐLMESĐ. DENĐZE AÇILMA EMELLERĐ 1632 senesinde York şehrinde, temiz bir aileden dünyaya geldim. Ticaret yaparak pek çok para kazanan babam, bu şehire gelip yerleşmişti; kendisi, aslen bu şehirden değildi. Annem de iyi bir ailedendi; soyu sopu Robenson soyadını taşırdı. iki ağabeyim vardı; bir Đngiliz piyade alayında yarbay olanı, Đspanyollara karşı savaşırken vurulup öldü. Öbür ağabeyime gelince, onun ne olduğunu hiçbir vakit öğrenemedim. Ailenin üçüncü çocuğu olduğum ve zanaat namına da hiçbir şey öğrenemediğim için, kafamda bir yığm hayaller kurmaya başlamıştım. Epey yaşlı olan babam, beni cahil bırakmamıştı; kimi zaman kendisi dersler vermek, kimi zaman da iyi bir mahalle okuluna göndermek suretiyle beni elinden gelen en iyi şekilde yetiştirmişti. Hukuk tahsil etmemi istiyordu; halbuki benim bambaşka emellerim vardı. Denizlere açılmaktan başka hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Bu hevesim yüzünden babamın istek ve emirlerine karşı öylesine ayak diriyor, annemin çıkışmalarına, yalvarıp yakarmalarına öylesine kulaklarımı tıkıyordum ki, daha o zamandan kaderin beni felâkete ve acılara doğru gizlice sürüklediğini sezmek kabildi. Aklı başında, ciddi bir adam olan babam, bu tasavvurumu gerçekleştirmek için inat ettiğimi görüyor, ve beni bundan vazgeçirmek gayretiyle gayet kandırıcı öğütlerde bulunuyordu. Bir gün beni odasına çağırarak, bu konuya dair uzun uzun konuştu. Rahat ve hoş bir hayat sürmem, kendi gayretim ve zekâm sayesinde servetimi bir riayli arttırmam ihtimali varken, ne diye tutup da baba ocağını ve vatanımı terketmek gibi bir deliliğe kalkıştığımı sordu. Sonra gayet müşfik ve dokunaklı sözlerle bir gençlik çılgınlığı yapmıyayıın ve durup dururken dertsiz başımı derde sokmıya-yım diye tembihlerde bulundu: — Ekmeğini gidip başka yerlerde aramak zorunda değilsin, dedi. Sana rahat ve şerefli bir iş bulmak için ne mümkünse yaparım.. Vereceğin saçma bir kararın basına ne gibi gaileler açacağını önceden söylemekle vazifemi fazlasıyla yaptım. Artık bundan sonra hiçbir şeyinden sorumlu değilim! Amma yine de başını alıp gitmene izin vererek felâketine yardım etmek istemem! Büyük ağabeyinin acıklı akıbeti gözlerinin önündedir. Onun da gözleri önüne kuvvetli sebepler sererek Felemenk savaşına gitmekten vaz geçirmeye çalışmış, fakat ne ağabeyimin kafasında kavak yelleri eserken verdiği bu kararı gerçekleştirmesine ve ne de eceline koşmasına mani olabilmişti. Babam sözüne devamla: — Senin için durmadan dua edeceğim, dedi Yalnız sana şunu önceden 'haber vereyim ki, böyle bir delilik yapmaya kalkışırsan, Allah da seni affetmez! Sonra bu öğütlerime kulak asmadığın için döğünür durursun amma, o vakit iş işten gedmiş olur! Babam bu sözleriyle sonradan başıma gelecek belâları nasıl da bir bir sayıp dökmüştü! Sözlerine son verirken, bilhassa ağabeyimin ölümünden bahsettiği sırada gözlerinden şakır şakır yaşlar boşandığım farkettim. Fakat pişman olacağımı söy-' lerken o kadar heyecanlandı ki, sözlerine devam edemiyeceğini itiraf etti. Bu şefkatli sözler bana öyle bir dokundu ki! Zaten kayıtsız kalmama imkân mı vardı? Neticede, yolculuğu aklımdan çıkararak, babamın istediği gibi, orada kalıp yerleşmeye karar verdim. Amma ne yazık ki, bu yerinde kararım şimşek gibi çaktı geçti: Babamın çıkışmalarına meydan vermemek için ondan izinsiz kaçmayı aklıma koydum. Ama yine de hemen faaliyete geçmedim. Annemi her vakitkinden daha neşeli bulduğum bir gün, onu bir kenara çektim: Ona, dünyayı dolaşmak için duyduğum hırsın önüne geçilemez cinsten olduğunu, bu hırsın beni, hakkından gelecek kadar bir azimle herhangi bir işe atıl- mak kudretinden mahrum ettiğini, Dautuum ucu* uu. iöiii „,„.__ zorunda bırakmaktansa, gitmeme müsaade etmesinin daha isabetli olacağını söyledim. On sekiz yaşında olduğumu, bir işe çırak girmek, veya bir avukat yanında kâtiplik etmek için vaktin çok geç olduğunu göz önüne almasını rica ettim. Ama benim yerime babamla konuşur da, ondan bir izin koparabilirse, bu serseri hayattan hoşlanmayıp da, geri döndüğüm takdirde bu sevdadan vazgeçeceğime ve kaybedilen zamanı kazanmak için iki misli çalışacağıma dair söz verdim. Bu sözler üzerine annem kızdı, köpürdü; bu meseleye dair babamla konuşmaktan bir netice almamıyacağmı, benim için tehlikeli olacak bir maceraya atılmama katiyen razı olmıyaca-ğmı, babamın beni yola getirmek için o kadar kandırıcı ve şefkatli sözler söylediği halde, nasıl olup da hâlâ gitmeyi düşünebildiğimi bir türlü kafasının almadığını söyledi. Ve: — Yok, sen hayatını mahvetmeyi aklına koymuşsan, buna bir diyeceğim yok! Ama senin felâketine yardan etmek istemem. Onun için babanın vermek istemediği izni ben de sana dünyada vermem! diye kestirip attı. Bundan ancak bir sene kadar sonra evden kaçtım. Ve bu . zaman boyunca bir mesleğe girmem için yapılan bütün tekliflere kulaklarımı tıkamakta inat ettim. Hattâ vakit vakit annemle babama, Nuh deyip Peygamber dememeleri yüzünden, en büyük emelimin gerçekleşmesine set çektiklerini yana yana yakıla söylediğim oldu. II ĐLK YOLCULUK

Page 116: Robinson Crusoe

Bir gün tesadüfen Hull'de bulunurken bir arkadaşıma rastladım; babasının gemisiyle Londra'ya gitmek üzereydi. Beni de beraber gitmeye davet etti, aklımı çelmek maksadiyle de bu yolculuk için benden beş para ahnıyacağını söyledi. O vakit hiç durur muyum? Annemle babamın fikirlerim almadan, hattâ onlara haber vermek zahmetine bile katlanmadan, işi oluruna bırakarak, doğru Londra'ya giden vapura atladım. 1651 yılı Eylülünün o ilk günü bütün hayatımın en uğursuz günü oldu. Hiç sanmıyorum ki, felâketleri benimkilerden daha evvel başlamış» ve daha uzun sürmüş bir macera düşkünü daha bu dünyaya gelmiş olsun. Gemi Humber ırmağından denize dahi yeni çıkmıştı ki, rüzgâr serinlemeye, deniz korkunç şekilde kabarmaya başladı. Daha önceleri vapurla hiç yolculuk etmediğim için, aldı mı beni bir korku? Rahatsızlık bir yandan, korku bir yandan vücudumu ve ruhumu aynı zamanda sararak, beni tarif edemi-yeceğim bir kedere garkettiler. O zaman arpacı kumrusu gibi ben ne yaptım diye, kara kara düşünmeye başladım. Anamın, babamın 'hayırlı öğütleri, babamın göz yaşları, annemin yalvarıp yakarmaları bütün canlılığiyle gözlerimin önüne geldi. Henüz daha taşlaşmamış olan vicdanım, o hayırlı öğütlere kulak asmamış, ve babamla Allaha karşı olan vazifemi yapmamış ol- „ duğum için bana azap veriyordu. Bu arada fırtına gittikçe şiddetleniyor, deniz çalkandıkça çalkalanıyordu. Hoş hu vaziyet, sonradan gördüklerimin yanında hiç kalırdı ama, benim gibi toy bir gemiciyi allak bullak etmek için bu kadarı yeter de artardı bile! Her an dalgalara ha gömüldük, ha gömüleceğiz diye bekliyor, ve geminin her alçalışında, bir daha çıkmamak üzere denizin dibini boylıya.cağını sanıyordum. Tanrı beni bu yolculuktan kurtarır da, karaya sağ salim ayak bastırırsa, bir dana tovoeıer oısun gem^e auummı atarsam, diye yemin üstüne yemin ediyordum. Ama bu kararım ancak fırtına müddetince devam etti! Ertesi gün, rüzgâr hafiflemiş, deniz durulmuş, ben de biraz, denize alışmaya başlamıştım. Deniz tutmasından rahatsız olduğum için, bütün gün ciddiyeti elden bırakmadım. Fakat ortalık kararırken hava açıldı; rüzgâr büsbütün kesildi; ve nefîs bir gece başladı. Güneş batarken gökyüzü masmavi ve bulutsuzdu; ertesi gün yine bulutsuz bir gök de doğdu. Hafif ve tatlı bir rüzgârla sallanan hava, bir ayna gibi dümdüz olan deniz, ve bu aynada parıldıyan güneş, gözlerimin önüne manzaraların en muhteşemini seriyordu. Gece pek rahat uyumuştum; deniz tutması şöyle dursun,, cesaretim de yerine gelmişti. Bir gün evvel o kadar öfkeli ve korkunçken, şimdi gayet sakin duran Okyanusu hayran hayran seyrediyordum. O sırada beni yolculuğa davet eden arkadaşım yanıma geldi. Dün geceki fırtınanın hafif bir esintiden başka bir şey olmadığını söyledi ve Punç yapıp içmeyi teklif etti. Đçtim, adamakıllı safhoş oldum. Ve nasıl fırtınadan sonra, sular tekrar sakinleşti, durulduysa, artık korkum kalmayınca o tehlike anında yaptığım yeminler, vaitler de öylece kafamdan silindi. Yolculuğumuzun altıncı günü Yarmavt körfezine vardık. Rüzgâr aksi istikametten estiği için, fırtına dindiğinden beri pek az yol almıştık. Burada demir atmaya mecbur olduk, ve rüzgâr aksi istikamette esmekte devam ettiği için sekiz gün bu körfezde kaldık. Bu zaman zarfında daha bir sürü gemiler bu körfeze girmişler, Taymis'e ulaşmak için bizim gibi müsait bir rüzgârın çıkmasını beklemişlerdi. Sığındığımız körfez gayet kuytu, ve demir attığımız denizin dibi gayet kuvvetli olduğu için, gemiciler tehlikeli bir vaziyet görmüyorlar, vakitlerini istirahat ve neşe içinde geçiriyor-lardı. Fakat sekizinci günün sabahı rüzgâr arttı. Öğleye doğru deniz müthiş kabardı. Gemimizin burnu sulara dalıp çıkıyor, denizin dalgaları gemiyi örtüyordu. Bunun üzerine geminin kaptanı en büyük çapayı denize attırdı; ama yine de halatları so- nuna kadar saldıktan sonra iki çapayla birlikte sürüklenmekten kurtulamadık. O esnada fırtına korkunçtu; tayfaların yüzlerinde bile şaş-Jkınlık ve korku izleri görmeye başlamıştım. Gemisini korumak için yorulmak bilmez bir gayretle çırpındığı halde kaptanın yanımdan her geçişinde: "Tanrım! Sen bize acı! Bittik, mahvol-duk!" diye alçak sesle söylendiğini işitiyordum. Bu ilk kargaşalık anında, dümenin yanındaki kamarada, korkudan iliklerim ¦donmuş bir halde, usanmış yatıyordum. O esnada zihnimin ne halde olduğunu anlatanııyacağım. Ettiğim yeminleri ne müthiş bir katı yürekle ayaklar altına aldığımı utanarak hatırlıyordum. Dışarda olan bitenleri görmek için kamaradan çıktım. Ömrümde bu derece tüyler ürpertici bir manzarayla hiç karşılaşmamıştım: Dalgalar dağ gibi yükselerek, her an üzerimize saldırıyorlardı. Gözlerimi ne tarafa çevirip baksam, hep aynı müthiş manzarayla karşılaşıyordum. Adamakıllı yüklü iki gemi yanımızdan geçti: Direkleri kökünden kesilmişti. Tayfalar bizden bir mil mesafedeki bir geminin denizin dibini boyladığı-nı haykırarak haber verdiler. Demirleri kopmuş iki başka gemi de, körfezden açık denize sürüklenmiş, direksiz rastgele gidiyordu. Yükü hafif gemiler fırtınaya daha az maruzdular. Akşama doğru, kılavuzla lostromo, kaptandan ön direği kesmeleri için izin vermesini istediler. Kaptan bu teklif karşısında hoşnutsuzluk gösterdi. Fakat lostromo, bu yapılmadığı takdirde geminin muhakkak surette batacağını anlatınca, razı oldu; ama ön direk bir defa kesilince, bu sefer başladı mı ortadaki direk sallanmaya, ve gemiyi şiddetle sarsmaya!. Onu da Tîesmek zorunda kaldılar. Böylece güverte bir baştan bir başa ¦cascavlak kaldı. Ben ki, o zamana kadar bu derece korkmamıştım, artık o sırada ne halde olduğumu tasavvur etmeyi sizlere bırakıyorum. Son defa atlattığım tehlikeden sonra ders alacak yerde, ilk kararımı tatbik etmek için, buna hiç aldırış etmemiş olduğumu düşünmek bana ölümden daha çok dehşet veriyordu. Bu gibi düşüncelerle fırtınanın tabii olarak yarattığı kortu, beni anlatılması imkânsız bir duruma soktular. Fakat teh-

Page 117: Robinson Crusoe

likeyi bu kadar ucuza geçiştirmek kaderimizde yokmuş- fırtına öyle bir kudurmugcasma devam etti ki, tayfalar bile hiçbir zaman bundan daha beterini görmediklerini söylediler. Gemimiz sağlamdı ama, ağzına kadar yükle doluydu; ve suya öylesine gömülmüştü ki, tayfalar ikide bir "Batacak1" diye bağırı-şıyorlardı. Fırtına o kadar kudurmuştu ki, kaptanın, lostromonun ve daha birkaç aklı başında tayfanın ellerini göğe kaldırarak dua ettiklerini ve geminin her an batmasını beklediklerini görüyordum. Bu kadar felâket azmış gibi, gece yarısına doğru anbarlarm dibini muayene etmesi için aşağıya gönderilen bir adam, teknede bir delik açıldığını haber verdi; bir başkası da geminin bir metreye yakın su aldığını bildirdi. O vakit herkesi tulumba başına çağırdılar. Yalnız bu tulumba kelimesi bile beni öyle bir de'hşete düşürdü ki, kenarına oturduğum yatağa arka üstü yuvarlandım! Fakat tayfalar gelip benim böyle uyuşuk uyuşuk yatmama mâni oldular, ve o zamana kadar hiçbir işe yaramadıysam da, şimdi pekâlâ herkes gibi benim de tulumba çekebileceğimi söylediler. Bunun üzerine ben de kalktım, tulumba başına koştum, ve bütün kuvvetimle çalışmaya başladım. Bu işler olmaktayken, fırtınanın şiddetine dayanamıyarak denize açılan birkaç hafif kömürcü mavnasının üzerimize doğru geldiklerini gören kaptan; içinde bulunduğumuz büyük tehlikeyi haber vermek için bir top attırdı. Fakat ben bunun ne demek olduğunu bilmediğim için, o kadar afalladım ki, geminin parçalandığını, veya başka korkunç bir kazaya uğradığını zannettim. Uzun lâfın kısası, bayılmışım! Herkesin kendi canını kurtarmaktan başka bir şey düşünmediği bir anda olduğumuz için, kimse benim hatime aldırış etmemişti; yalnız birisi benim yerime geçmiş, ve beni öldü sanarak, ayağı ile bir kenara itmiş, ve beni öyle boylu boyunca uzanmış bir halde bırakmıştı; neden sonra kendime geldim. ' Anbarlar suyla dolmuştu. Batacağımız muhakkak gibi görünüyordu. Gerçi fırtına biraz kesilmişti ama, geminin bir limana varıncaya kadar su üstünde kalmasına imkân yoktu. Kaptan yardım istemek için top atmakta ısrar etti. O sırada önü- iiıuzaen geçmekte olan küçük bir gemi, bize yardım iğin bir kayık indirdi; kayık ancak birçok tehlikeye göğüs gererek gemimize yaklaşabildi. Küreklerin başındakiler son gayretlerini sarfediyorlar, bizi kurtarmak için hayatlarını tehlikeye koyuyorlardı. Geminin arkasından onlara ucuna bir cankurtaran simidi bağladığımız bir halatı fırlatıp attık. Kayıktakiler zorluk ve tehlikelere meydan okuyarak, halatı yakaladılar. Onları yanımıza kadar çektikten sonra kayıklarına atladık. Gemilerine ne kadar yanaşmak istesek nafileydi. Herkes su üstünde kalmamız, ve elimizden geldiği kadar kayığın burnunu karaya doğru çevirmemiz lâzım geldiğini kabul ediyordu. Böylece kâh kürek çekerek, kâ'h rüzgârın keyfine uyarak, Kuzeye doğru yol almaya başladık. Ayrılışımızın üzerinden on beş dakika geçrciş geçmemişti ki, gemimizin sulara gömüldüğünü gördük. Fakat şunu samimi olarak söyliyeyim id, tayfalar bana geminin battığını söyledikleri vakit, ben etraf: bulanık görüyor, ve etrafımızdaki şeyleri zar zor seçebiliyordum» Çünkü kayıta bulunduğum, daha doğrusu beni kayığın içine attıkları zamandan beri gerek benliğimi saran korku, gerekse bana istikbalin korkunç akıbetlerini önceden hissettiren düşüncelerim yüzünden âdeta taş kesilmiş bir insan olmuştum. Bu sırada adamlarımız karaya mümkün olduğu kadar yaklaşmak için olanca kuvvetleriyle kürek çekiyorlardı; kayık dalgaların tepesine çıktığı zaman, sahilde bize yardım etmek için koşuşan bir yığın insan görüyorduk. Gel gelelim kayığımız sanki yerinde sayıyordu. Binbir güçlükle hepimiz sağ salim karaya çıktık. Oradan yaya olarak Yarmavt'a gittik; çok insanca muamele gördük. Gerek memurlar, gerek şehrin tüccarları ve gemi sahipleri Londra'ya gitmek veya istersek Hull'a dönmek için hepimize yeter derecede para verdiler. Keşke o zaman evime dönmek için Hull'un yolunu tutmak akıllılığını gösterseyrnişim bari! Ama cebimde biraz para vardı ya, karadan Londra'ya gitmeye karar verdim. Gerek şehirde, gerek yolda ne çeşit bir hayat süreceğime dair kendi kendimle ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 13 münakaşa ettim. Yani evime mi dönsem, yoksa denize mi açılsam diye.. Eve dönmek şüphesiz en akıllıca bir hareketti; fakat utancım yüzünden bunu bir türlü kabul edemiyordum. Herkes eliyle beni gösterecekmiş gibi geliyordu bana.. Yalnız anamla babamın değil, fakat kimin karşısına olursa olsun çıkmaktan utanacağımı düşünüyordum. Bir müddet kararsızlık içinde yaşadım; neye karar vereceğimi, ne de nasıl bir hayat süreceğimi biliyordum. Evime dönmek için içimde yenemediğim bir isteksizlik vardı. Sonra aradan zaman geçtikçe de, son felâketimin hâtırası hayalimden silinmeye başlamıştı. Nihayet eve dönmeyi büsbütün unutarak yeni bir yolculuğa çıkmak çarelerini aradım. in IKÎNCI VE ÜÇÜNCÜ YOLCULUKLAK KÖLELĐK.. Londra'ya varır varmaz, iyi kimselere rastlamak saadetine eriştim. Đlk tanıştığım adam bir gemi kaptanı oldu; Gine kıyılarına bir sefer yapmıştı. Bir hayli başarı elde ettiğinden yine oraya dönmek kararındaydı. Bu adam benimle konuşmaktan hoşlandı. Dünyayı tanımak istediğimi söyleyince de, aynı yolculuğu beraber yapmayı teklif etti. Yolculuk için benden beş para almıyacaktı. Üstelik onunla beraber yemek yiyecek ve ona arkadaşlık edecektim. Yanımda mal götürdüğüm takdirde, bunları satmaktan elde edeceğim kazanç tamamen benim olacaktı.

Page 118: Robinson Crusoe

Mert ve dürüst bir adam olan kaptanın teklifini kabul ettim. Bu iş için kırk Đngiliz lirasını gözden çıkardım, ve kaptanın tavsiyesini dinliyerek, bu parayla ufak tefek şeyler satın aldım. Bu serveti benimle 'haberleşen akrabalarımın yardımları sayesinde biriktirebilmiştim. Yaptığım bütün seyahatler içinde en başarılısı bir bu oldu, diyebilirim; bunu kaptan dostumun cömertliğine ve iyi niyetine borçluyum. Ondan elde ettiğim birçok faydalar arasında, yeter derecede matematik ve gemi idare etmesini öğrendim. O, bana öğretmekten zevk aldığı kadar, ben de öğrenmekten hoşlanıyordum. O kadar ki, bu yolculuk beni hem tayfa, hem de tüccar yaptı. Bu yolculuktan beş libreden biraz fazla altın tozu getirdim. Bunlar bana Londra'da üç yüz Đngiliz lirası kazandırdı. Bu başarı kafamda engin tasavvurlar uyandırdı Zaten beni mahveden de işte bu başarı oldu ya... Đklimin sıcaklığı yüzünden müthiş bir sıtmaya yakalandım. Geminin kaptanı, bu candan dost, Londra'ya dönüşümüzden birkaç gün sonra öldü. Bununla beraber aynı yolculuğu bir kere daha yapmayı aklıma koydum. Đki yüz Đngiliz lirasını emaneten. ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 15. ^Korsanlardan altmışı bizim güverteye atılıp ellerindeki baltalarla, halatları kesmeye, direkleri parçalamaya başladılar. Biz de onları tüfeklerle, mızraklarla ve daha başka silâhlarla karşılıyorduk. 16 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI kaptanın dul karısına bıraktım; yanıma yüz Đngiliz lirası değerinde eşyalar alarak, birinci seferde kılavuz, ikincisinde de .kaptan olan bir adamla gemiye bindim. Deniz yolculuğu hiçbir zaman bundan daha felâketli geçmemiştir. Kanarya adalarına doğru yol alırken, daha doğrusu bu adalarla Afrika sahilleri arasında giderken, sabaha karşı Sale'li bir Türk korsan gemisinin baskınına uğradık; gemi pu-payelken bizi kovalıyordu. Biz de bu takipten kurtulalım diye, bütün yelkenleri fora ettik; fakat korsan gemisinin bizdensda-iıa hızlı gittiğini, ve bir iki saate kalmadan bize muhakkak yetişeceğini anlayınca, çarpışmaya hazırlandık. Güvertede on iki topumuz vardı; korsan gemisinin toplarıysa on sekiz taneydi. Öğleden sonra saat üç sularında gemi yanımıza yaklaştı ve hücuma geçti. Fakat bir hata yaptı; bize arkadan vuracak yerde, yanımıza bindirdi. Biz de sekiz topumuzu üzerine çevirerek hücumuna mukabele ettik, ve 'hep birden ateş ederek onu geri püskürttük. Fakat o da bize toplariyle mukabele etti, ve iki yüz adamı bizi tüfek ateşine tuttu. Đçimizden kimse yaralanmamış-tı. Adamlarımız dayanıyorlardı. Gemi hücumunu yenilemeye hasırlandı, biz de karşı koymaya.. Fakat bu sefer öbür yanımızdan bize yanaştı; adamlarından altmışı bizim güverteye atılıp ellerindeki baltalarla halatları kesmeye, direkleri parçalamaya başladılar. Biz de onları tüfeklerle, mızraklarla ve daha başka silâhlarla karşılıyorduk. Öyle ki, onları iki defa güvertemizden kovduk. Ama sonunda gemimiz işe yaramaz hale geldiği, adamlarımızdan üçü ölüp sekizi yaralandığı için, teslim olmak zorunda kaldık; bizi esir ederek Araplara ait bir liman olan Sale'ye götürdüler. • Orada gördüğüm muamele evvelden zannettiğim kadar fena değildi. Genç ve çevik olduğum, bu yüzden işine epey yarayacağım için, korsan gemisinin kaptanı beni yanında alıkoymuştu. Hür bir adamken köle olmak gibi, vaziyetimde meydana gelen bu değişme beni ümitsizliğe düşürdü Babamın sefil ve perişan olacağıma dair kehanet dolu sözlerini tekrar hatırladım. Bundan daha beter bir felâketle karşılaşmadığım için, babamın dedikleri çıkmış, ve mahvolmuşum gibi geliyordu ba- 17 na.. Ama ne gezer! Meğer bu, ilerde başıma gelecek felâketlerin örneğinden başka bir şey değilmiş! Yeni efendim beni evine aldığı için, denize açıldığı zaman beni de yanına alacağını ümit ediyordum. Eninde sonunda nasıl olsa bir Đspanyol veya Portekiz barb gemisi tarafından yakalanacaktık, ve ben de bu suretle hürriyetime kavuşacaktım. Fakat az sonra bu ümidim de hayal oldu; çünkü kendisi gemiye binerken, küçük bahçesine bakayım, ve evinde bir köle gibi çalışayım diye beni karada bıraktı; seferden döndüğü zaman da, gemiyi beklemek için kamarasında yatmamı emretti. Bir defa gemiye ayak bastım ya, gözüm 'hep kaçmaktaydı. Uzun uzun düşündüğüm halde aklı başında bir insanın beğeneceği bir çare bulamadım. Kendisine fikrimi açabileceğim kimse olmadığı gibi, "haydi!" desem benimle gelecek hiçbir köle arkadaşım yoktu: Öyle ki, tam iki sene bu tasavvurumu gerçekleştirmek için en küçük bir ihtimal bile görmedim. Đki sene sonra acaip bir fırsat çıkınca, bendeki hürriyetime kavuşmak düşüncesi yeniden kafamda canlandı. Efendim, parasızlık yüzünden gemisini donatamadığı için her zamankinden daha fazla karada kalıyor, ve geminin büyük kayığiyle körfezde balık avlamaya çıkıyordu. O vakitler yanma hem beni, hem de kürek çeksin diye genç bir Afrikalı köleyi de alıyordu. Balık tutmakta büyük bir maharet gösteriyordum. Efendim, bundan o kadar memnun oluyordu ki, vakit vakit beni akrabalarından Đsmail adında biriyle ve o genç Arapla balık tutmak için gönderiyordu. Yine böyle bir sabah erkenden balık tutmaya çıkmıştık; hava açık, deniz sakindi. Ansızın etrafı o kadar kaim bir sis bastırdı ki, yarım mil mesafede olduğumuz halde sahili göremez olduk. Nereye gittiğimizi kati olarak bilmeden küreklere sarıldık, ve o gün o gece durmadan kürek çektik. Ertesi gün sabahleyin kendimizi açık

Page 119: Robinson Crusoe

denizde bulduk. Sahile yaklaşmak şöyle dursun, en az iki, üç mil uzaklaşmıştık. Bmbir güçlükle ve bir iki tehlike atlatarak sahile dönebildik. Çünkü rüzgâr sertleşmiş, ve hepimiz açlıktan ölü hale gelmiştik. Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 2 18 RUBEN BUN KRUZUE'JNIIN MACERALARI Bu hâdise efendimin gözünü açtı. Bunun üzerine bir pusula ve bir miktar yiyecek almadan bir daha balık avına çıkmamaya karar verdi. Bizden aldığı Đngiliz gemisinin büyük kayığı elinde olduğu için, bir Đngiliz kölesi olan doğramacısına bu kayığın ortasına bir kamara yapmasını emretti. Bu kamarada kendisiyle birlikte bir veya iki kölenin yatacağı kadar yer vardı. Ayrıca bir masa, içkilerini, ekmeğini, pirinç ve kahvesini koyacak küçük dolaplar bulunuyordu. Ekseriya bu kayıkla avlanmaya çıkıyordu. Ona pek çok balık tutmayı becerdiğim için, beni yanma almadan hiç balığa gitmiyordu. Derken bir gün memleketin ileri gelen iki üç kişisiyle bir gezinti tertip etmeyi tasarladı. Balık tutulacak, eğlenilecektL Bu maksatla birçok yiyecek satın aldı, bunları bir gün evvelden kayığa yükletti. Balıktan başka karaya da çıkıp avlanmak niyetinde oldukları için, baha üç tüfek ve kâfi derecede barut ve kurşun hazırlamamı emretti. Her şeyi emirlerine uygun olarak hazırladım. Kayığı sildim, süpürdüm, tertemiz yaptım, küçük bayraklarla süsledim. Ertesi sabah kayıkta beklerken, bir de baktım, efendim yalnız, başına çıka geldi; işleri çıktığı için misafirlerinin, gezintiyi başka bir güne bıraktıklarını söyledi. Fakat akşam yemeğini beraber yiyecekleri için akrabası ve o genç köle ile balık avlamağa gitmemi emretti. Bu fırsat kafamda, kölelikten kurtulmak ümidini uyandırdı. Emrimde küçük bir gemi bulunduğunu düşündüm. Efendim uzaklaşır uzaklaşmaz, hemen hazırlığa başladım. Maksadım balık avına değil, fakat uzun bir yolculuğa çıkmaktı. Gerçi hangi yoldan gideceğimi bilmiyordum ama, bu Allanın belâsı yerden kurtulmak benim için kâfiydi. Kayıkta olduğumuz müddetçe bize lâzım olacak yiyecekleri tedarik etmesini Araba söyledim. Efendimizin yiyeceğine el sürmemizin doğru olmıyacağım söyleyince bana hak verdi. Gidip bir sepet dolusu peksimet ve üç testi soğuk su getirdi. Đsmail karada bulunduğu sırada, gemideki yerini bildiğim mahzenden bizim kayığa şarap, kocaman bir topak balmumu, bir yığın ip, bir balta ve bir çekiç taşıdım. Sonradan bütün bunlar ROBENSON KRUZOE'NIN MACERALARI 19 iğime yaradı; hele mum yapmak için balmumundan pek çok faydalandım. Bizim Araba bir başka tuzak daha kurdum. O da buna bal gibi kandı! Ona: — Đsmail, dedim, yanımızda efendimizin tüfekleri var.. Bir parça barutla biraz da av saçması tedarik edemez misin? Hani bir iki kuş avlasak hiç de fena olmaz! — Pekâlâ, dedi, şimdi gidip getiririm. Gerçekten az sonra iki meşin kese getirdi; büyük olanının içinde yarım kilo kadar, belki de dalra fazla barut vardı. Öteki de kurşun doluydu. Kaptanın odasında bir miktar barut bulmuştum; kocaman bir şişeyi bununla doldurdum; artanını da başka bir şişeye boşalttım. IV KAÇIŞ Böylece lüzumlu bütün şeyleri yanımıza aldıktan sonra, yelken açıp balık tutmak üzere limandan çıktık. Bir mil kadar açılır açılmaz, yelkenleri indirip balık tutmaya başladık. Rüzgâr arzularımın aksine olarak, Kuzeyden esiyordu; eğer Güneyden esseydi, Đspanya sahillerine varacağımdan, hiç değilse Kadis Umanına ulaşacağımdan emin olabilirdim. Ama rüzgâr Kuzeyden değil de hani bilmem nereden esse, yjne bu Aîlahın belâsı yerden kaçmaya ve işin üst tarafını talihe bırakmaya karar vermiştim artık.. Uzun zaman avlandığımız halde hiç balık tutamamıştık; çünkü oltama balık takıldığını hissettiğim zaman Arap görecek diye oltamı sudan çıkarmıyordum. Nihayet Araba: — Burada pek balık tutamadık, dedim. Efendimizin şakası yoktur, kendisine iyi hizmet edilsin ister; biraz daha açılmamız gerek.. O, bu teklifimde fena bir niyet görmediği için, fikrimi kabul etti. Ve gidip yelkenleri açtı. Ben de dümene geçtim, kayığı beş kilometre kadar daha uzağa götürdüm; sonra tekrar balık tutmak istiyormuş gibi görünerek, yelkenleri indirttim. Birden dümeni Afrikalı çocuğa bırakarak, kayığın baş tarafında duran Araba yürüdüm, ve arkasında duran bir şeyi almak için eğiliyormuşum gibi yaparak, ansızın bacaklarından tutup denize fırlattım. Hemen suyun üstüne çıktı; çünkü bir balık gibi yüzmesini biliyordu. Bana seslenerek, kendisini kayığa almam için yalvardı; benimle istersem dünyanın bir ucuna gideceğine yeminler etti. Rüzgâr pek hafif esiyordu O da, o kadar hızlı yüzüyordu ki, az zamanda bize yetişecekti. Hemen kamaraya koşup bir tüfek aldım, Araba nişan alarak: -— Bana bak ahbap, dedim, sana bir fenalık yapmadım; rahat durduğun takdirde yapmıyacağım da.. Gayet iyi yüzdüğünden senin için sahile ulaşmak işten bile değil.. Hazır deniz sakinken, sa'hilin yolunu tutmak için acele etmeye bak. Yok, kayığa yaklaşmaya kalkarsan, beynini dağıtırım alimallah! Hürriyetime kavuşmayı aklıma koydum bir kere..

Page 120: Robinson Crusoe

Arap bir şey demeden bana arkasını dönüp sahile doğru yüzmeye başladı. Mükemmel bir yüzücüydü; muhakkak sahüe kolayca varmıştır. Sonra Afrikalı çocuğa dönerek : — Suri, dedim, bana sadık kalırsan, sana iyi muamele ederim. Ama bana sadık olacağına yemin etmezsen, seni de denize atarım. Çocuk bana tatlı tatlı gülümsiyerek, o kadar masum bir tavırla konuştu ki, içimde hiç şüphe bırakmadı. Sonra bana sadık kalacağına, ve nereye gidersem benimle geleceğine yemin etti. Yüzmekte olan Arabi görebildiğim müddetçe, boğaza doğru gittiğim sanılsın diye hiç rotamı değiştirmedim. Zaten Güneye, ihtimal bizi çiğ çiğ yiyecek yamyamların bulunduğu yere gideceğimiz kimin aklına gelirdi ki! Ortalık kararır kararmaz, yolumu değiştirdim, ve geminin burnunu Güney - Doğuya çevirdim. Rüzgâr müsait estiği, ve denizin yüzü sakin ve dalgasız olduğu için, o kadar yol adık ki, ertesi gün öğleden sonra saat üç sularında ük defa uzaktan kara gördüğüm zaman herhalde Sale'nin yüz elli mil Güneyinde bulunuyordum. Görünürlerde hiçbir gemi yoktu. Afrikalılardan pek çok korkuyordum; ellerine düşeceğim diye öylesine ödüm kopuyordu ki, ne karaya çıkmak, ne de demir atmak istemiyordum. Bu müsait rüzgâr estiği müddetçe tam beş gün, beş gece durmadan yoluma devam ettim. Sonra rüzgâr değişip Güneyden esmeğe bağladı. O zaman beni takip eden bir gemi varsa beni kovalamaktan vazgeçer, diye düşünerek, sahile yanaşmak tehlikesini göze aldım; adını bilmediğim küçük bir derenin döküldüğü yere demir attım. Hiçbir canlı mahlûk görmedim. Zaten görsem de korkacak değildim. Tatlı suya müthiş surette ihtiyacım vardı. Bu koya girdiğimiz zaman M.AUJÜJ.ĐAL1ARI akşam olmak üzereydi. Karanlık basar basmaz jaize yüze sahile çıkıp etrafı keşfetmeye karar verdim. Fakat ortalık iyiden iyiye kararınca da, vahşi 'hayvanların öyle korkunç bir şekilde uluyup kükrediklerini duyduk ki, zavallı çocuk az daha korkudan ölecekti. Ortalık ağarıncaya kadar karaya çıkmıyalım diye, bana yalvardı durdu. Ben de dediğini yaptım. Bütün gece hareketsiz durduk. Zaten uyumamıza imkân mı vardı ki?.. Çünkü az sonra ne isim vereceğimizi bilemediğimiz müthiş bir büyüklükte türlü cinsten hayvanlar görmeğe başlamıştık. Kıyıya doğru geliyorlar, suya giriyorlar, ve serinlemek için sulara dalıp çıkıyorlardı. Öyle korkunç sesler çıkarıyorlardı ki, ömrümde bunlara benziyenini hiç işitmemiştim. Suri korkudan üç buçuk atıyordu; ama ne yalan söyliye-yim, benim de ondan aşağı kalır tarafım yoktu. Bu kocaman hayvanlardan birinin yüze yüze kayığa yaklaşmakta olduğunu işitince, bizde şafak attı. Hakikatte hayvanı görmüyorduk ama, nefes alırken, çıkardığı gürültüden bunun son derece büyük ve azgın bir hayvan olduğunu anlamak kolaydı. Suri, bunun bir arslan olduğunu söylüyordu. Belki de doğruydu. Zavallı çocuk, küreklere sarılıp kaçmamız için feryat ediyordu. Birden karanlıkta hayvanı gördüm; aramızda beş altı metre bir şey vardı. Bu hal beni biraz korkuttu. Sonra hemen kamaraya koşup tüfeğimi aldım, üstüne ateş ettim. Hayvan hemen arkasını dönüp sahile doğru yüzmeğe başladı. Tüfeğimin patlayıp etrafta yankılar «yandırması üzerine gerek sahilde, gerekse daha gerilerde yükselen korkunç sesleri, böğürmeleri imkânı yok anlatamam. Bundan açıkça anladım ki, geceleyin karaya çıkmak kabil değildi. Fakat ne clursa olsun, içecek suyumuz pek azaldığı için karaya çıkmak zorundaydık. Fakat bu iş için hangi zamanı ve neresini seçmeliydik? Đşte bütün mesele buradaydı. Suri, bir testiyle karaya çıkmasına izin verirsem su bulup getireceğini söyledi. Ona niçin kendisinin gitmek istediğini sordum. Ve: — Su aramaya ben yalnız gitsem, ve sen de kayıkta kalsan daha iyi olmaz mı? Dedim. Çocuk, o bozuk ingilizcesiyle: — Eğer ki vahşi adamlar gelecek.. Beni yerler!.. Siz kaçar kurtulur'. Dedi, — Öyleyse Suri, beraber gideriz.. Vahşiler çıkarsa onları öldürürüz! Sonra çocuğa bir parça peksimetle, bir bardak içki verdim. Kayığı uygun bulduğumuz bir mesafeye kadar sahile yaklaştırdık, sonra yanımıza tüfeklerimizi ve iki testi alarak karaya çıktık. Vahşiler kayıklariyle dereden inip gelirler korkusuyla kayığımı gözden kaybedecek kadar uzaklaşmaya cesaret edemiyordum. Fakat çocuk, bir mil kadar ileride çukur bir yer far-kedince, o tarafa doğru koşa koşa gitmeye başladı: Bir müddet sonra onun var kuvvetiyle koşarak gelmekte olduğunu gördüm. Bir yamyam tarafından kovalandığını, veya vahşi bir hayvandan korktuğunu düşünerek, hemen yardımına koştum. F'akat yanma yaklaşınca, omuzundan aşağı doğru sarkan bir şey gördüm: Tavşana benzeyen bir hayvan avlamıştı. Yalnız fcumın rengi başka ve ayakları biraz daha uzuncaydı. Eti de gayet nefisti. Suri, vahşilere rastlamadan su bulduğuna sevinmiş, ve bu haberi bana müjdelemek için koşa koşa gelmişti. Böylece testilerimizi doldurduk; vurduğumuz tavşanla kendimize şöyle nefis bir ziyafet çektik. Sonra yola koyularak, hiçbir insan izine rastlamadan kayığa döndük. Bu sahillere evvelce bir yolculuk yaptığım için Kanarya ve Yeşil-Burun adalarının buradan uzakta olmadığından emindim. Yalnız elimde âletler olmadığından yerlerini kati olarak bilemiyor, ve onlara ulaşmak için hangi yoldan

Page 121: Robinson Crusoe

gideceğimi kes-tiremiyordum. Fakat sahili takip edersem, Đngilizlerin ticaret yaptığı bölgeye geleceğimi, ve onların ticaret gemilerinden birine rastlayacağımı ümit ediyordum. Buraları yalnız vahşi hayvanların yaşadığı baştan başa çorak yerler olacaktı.. Nitekim sahili takiben yüz mil gittiğimiz müddetçe, gündüzleri yalnız uçsuz bucaksız çöller görüyor, geceleri de vahşi hayvanların kükreme ve ulumalarından başka bir ses duymuyorduk. Böyle sahili takiben giderken, su bulmak için birçok defa karaya çıkmak zorunda kaldık Hele bir defasında sabahın erken saatlerinde oldukça yüksek bir arazi çıkıntısının önünde demir attık, ve sular yükselmeğe başladığı için, denizin bizi yavaş yavaş daha ileriye götürmesini bekledik. Anlaşılan gözleri benimkilerden daha keskin olan Suri, beni alçak sesle yanına çağırarak; "Sahilden uzaldaşsak daha iyi olur," dedi. Ve: —¦ Şu tepede, yamaçta yatmış korkunç bir canavar... Uyuyor. Siz görmüyor mu onu ? diye devam etti. Parmağiyle işaret ettiği tarafa gözlerimi çevirdim. Korkunç bir canavar gördüm. Bu, son derece büyük bir ¦ aralandı. Yamaçta küçük bir çukur içine yatmıştı. — Suri, karaya çık da, onu öldür! Dedim. Çocukcağız bu teklifimden müthiş surette korkmuş görünerek: — Ben onu öldürmek! Asla! O, bsni bir lokmada yemek kıtır kıtır.. Dedi. Ona gürültü yapmamasını söyliyerek, üç tüfeğimizden en büyüğünü aldım. Đçine bol miktarda barutla üç koca mermi yerleştirerek yanıma koydum; ikinci ve üçüncü tüfekleri de doldurdum. Sonra ilk önce doldurduğumu alarak, dikkatle canavarın başına nişan aldım. Fakat pençelerinden birini burnunun üstüne koyarak yatmış olduğundan, kurşunlar bacağına isabet etti, ve bacağının kemiğini kırdı. Arslan önce homurdanarak doğruldu. Fakat bir bacağı kırıldığı için yere yuvarlandı. Sonra üç ayağı üzerinde doğrularak korkunç bir şekilde kükremeye başladı. Hemen ikinci tüfeğe el attım. Kaçmaya başlamasına rağmen attığım kurşun başına saplandı. Hayvanın gık demeden yere yuvarlanışını zevkle seyrettim. Yerde çırpınıyor, âdeta ölümle pençeleşiyordu. O zaman Suri'ye cesaret geldi. Suya atladı, ve bir elinde tüfeğini tutarak yüze yüze sahile çıktı. Hayvanın burnuna kadar sokuldu, ve tüfeğini kulağına dayıyarak hayvanın işini bitirdi. Sonra kayığa gelerek, kendisine baltayı vermemi rica etti. •— Ne yapacaksın? Diye sordum. — Ben kesmek onun başı! Diye karşılık verdi. Fakat hayvanın başını kesmek onun, gücünü aşan bir işti. Bir pençesini kesip bana getirdi. Korkunç denecek kadar büyüktü. Postunun bize faydalı olacağını düşünerek, hayvanın derisini yüzmeye karar verdim. Hemen işe başladık. Suri, hayvanı soymayı benden daha iyi beceriyordu. Bu iş bütün günümüzü aldı. Hayvanın postunu kamaranın üstüne serdim. Güneş onu iki günde kuruttu. Sonraları onu şilte olarak kullandım. On gün bu şekilde yolumuza devam ettikten sonra, bir iki yerde insanlar gördüm; sahilde durmuş, geçişimizi seyrediyorlardı. Onların siyah derili ve çıplak olduklarını bile seçebiliyorduk. Sahile çıkıp onların yanına gitmek istedim. Her zaman bana akıllıca öğütler veren Suri, beni bu fikrimden caydırdı. Yine de onlarla konuşabilmek için sahile biraz daha yaklaşarak yoluma devam ettim. Onlar da sahil boyunca koşuyorlardı. Onların silâhsız olduğunu farkettim. Yalnız içlerinden birinin elinde bir sopa vardı. Suri, bunun bir mızrak olduğunu, ve bunu büyük bir ustalıkla çok uzaklara fırlatabildiklerini söyledi. Onlarla elimden geldiği kadar işaretleşerek, yiyecek bir şeyler istedim. Kayığı durdurmamı, gidip yiyecek getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenleri indirdik. Đçlerinden ikisi içerilere-doğru koştu. Ve yarım saate kalmadan dönüp geldiler. Đki parça etle bir miktar buğday getirdiler. Etin ne eti olduğunu bilmediğimiz gibi, buğdayın da ne cins buğday olduğunu bilmiyorduk. Ama yine de bunları kabul etmek niyetindeydik. Bunları almak için karaya çıkmak işime gelmiyordu. Vahşiler de bizden çekmiyorlardı. Nihayet hem bizim, hem de kendileri içirt, güzel bir çare buldular. Yiyecekleri sahile bırakıp uzak bir mesafeye çekildiler ve biz, onları alıp kayığa taşıyana kadar orada beklediler. Sonra sahile yiyeceklerine karşılık yere bıraktığım bir şişe şarabı aldılar. Damacanaları da sa'hilde bırakmıştım; onları da suyla doldurdular. Onları da aynı şekilde kayığa. taşıdık. Yiyecek ve içecek aldıktan sonra yelkenleri açtım, ve Gü- «26 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI neye doğru yoluma devam ettim; on bir gün hiç karaya çıkmadım. Bu müddetin sonunda karanın, denizin çok ilerilerine doğ-TU uzandığını gördüm. Deniz gayet sakindi. Buruna varmak için büyük bir kavis çizdim. Burnu dönünce karşı tarafta başta kara parçaları gördüm. O vakit bir tarafta Yeşil-Burun'un öbür tarafta da bu ismi taşıyan adaların bulunduğuna hükmettim. Dümeni hangi tarafa kıracağımı bilmiyordum. Yine de onlarla konuşabilmek için sahile biraz daha yaklaşarak yoluma devam ettim. Onlar da sahil boyunca koşuyorlardı. BREZĐLYA'YA GELĐŞ Bu kararsızlık içinde dümeni Suri'ye bırakarak, kamaraya girdim. Daha yeni oturmuştum ki, çocuğun: "Efendim, efendim, ben görüyor bir gemi yelkenli," diye bağırdığını işittim. Zavallı çocuk, bizi takip ettirmek için onu, efendimizin arkamızdan gönderdiğini sanacak kadar saf olduğundan, o kadar korkmuştu ki, her tarafı zangır zangır titriyordu. Hemen kamaradan dışarı fırladım. Yelkenliyi gördükten başka, onun bir Portekiz gemisi

Page 122: Robinson Crusoe

olduğunu tanıdım. Đlkin bunu Gine sahillerinde zenci ticareti yapan gemilerden biri sanmıştım; fakat takip ettiği yola dikkat edince, başka tarafa gittiğine ve karaya daha fazla sokulmak niyetinde olmadığına derhal kanaat getirdim. Đmkân olduğu takdirde onlarla konuşmak amaciyle yelkenleri açtım, ve olanca kuvvetimizle kürek çekmeye başladık. Elimden gelen bütün imkânları tüketip de, tam gemiye yetişmekten ümidimi kestiğim esnada bizi dürbünle gördüler, ve batmış herhangi bir Avrupalı geminin kayığı zannederek, kendilerine yetişelim diye, bazı yelkenleri indirdiler. Bu vaziyet bana cesaret verdi. Kayıkta bir bayrak vardı. Hemen bunu iplerimize astım; bu işaretle onlara tehlikede olduğumuzu anlatmak istiyordum. Arka&mdan bir el de silâh attım. Bu işaretler üzerine yelkenleri indirdiler, ve benim için durmak insanlığını gösterdiler. Ancak üç saat sonra yanlarına varabildim. Bana Portekizce, Đspanyolca ve Fransızca olarak kimin nesi olduğumu sordular. Bu dillerden hiçbirini bilmiyordum. Nihayet gemide bulunan Iskoçyalı bir tayfa bana seslendi. Ben de ona cevap olarak Đngiliz milletinden olduğumu, ve kölelikten kaçtığımı söyledim. O vakit beni gemiye davet ettiler, ve bana ait olan her şeyimle beni gayet iyi karşıladılar. Ümitsiz ve bu derece sefil bir durumdan kurtulduğumu görmekten duyduğum sevinci imkân yok ifade edemem. Kendisine duyduğum minneti göstermek için kaptana nem varsa vermeyi teklif ettim. Fakat o hiçbir şeyimi almamak cömertliğini gösterdi, ve Brezilya'ya vardığımız zaman bütün mallarımın bana geri verileceğini söyledi. Nitekim dediğini de tuttu. Bütün tayfalara eşyalarıma kafiyen el sürmemelerini emretti. Hepsini emaneten aldı, ve bana bütün eşyalarımın yazılı olduğu bir makbuz verdi. Gayet sağlam olan kayığımı da satın almayı teklif etti. Kaç para istediğimi sordu. Sonra Brezilya'da ödemek gartiyle kendi eliyle seksen altınlık bir senet yazdı. Bundan başka Suri için de altmış altın lira teklif etti. Fakat hürriyetime kavuşmam için bana sadakatle yardım eden bu zavallı çocuğun hürriyetini satmaya gönlüm razı olmuyordu. Nihayet o buna bir çare buldu. Çocuğu on sene sonra serbest bırakacağına dair bana eliyle bir senet yazdı. Çocuk da bu teküfi kabul ettiği için, onu kaptana teslim ettim. Brezilya'ya kadar güzel bir yolculuk yaptık.Yirmi iki gün sonra Azizler körfezine ulaştık. Kaptanın bana gösterdiği cömertliği ne kadar övsem yine azdır. Bir kere yolculuk için benden beş para almadı. Sonra arslan postu için bana (kırk duka altını verdi. Bütün eşyalarımın bana verilmesini emretti. Satmak istediğim şarap sandığını, iki tüfeğimi, elimde kalan balmumu parçasını para verip aldı. Uzun lâfın kısası, mallarımı satmakla elime iki yüz altın kadar bir para geçti. Đşte Brezilyaya böyle bir servetle ayak bastım. Bir müddet sonra kaptan beni kendisi gibi namuslu birine tavsiye etti. Bunun geniş arazileri ve bir de şeker fabrikası vardı. Bir müddet bu zatın evinde kaldım; bu suretle şeker kamışı yetiştirmesini ve şeker yapmasını öğrendim. Çiftlik sahiplerinin ne kadar rahat yaşadıklarını, ve ne kadar kolaylıkla servet yaptıklarını görünce, bir izin alabildiğim takdirde, burada yerleşip çiftlik sahibi olmaya karar verdim. Bir yandan Londra'da bıraktığım paraları getirmek çarelerini ararken, bir yandan da elimdeki parayla boş arazi satın aldım. 30 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI Lizbon'da bir ingiliz ailesinden doğma Portekizli bir komşum vardı; adı Wells idi; işleri benimkilerle aşağı yukarı aynı vaziyetteydi. Ona komşum diyorum çünkü arazisi benimkine bitişikti. Sonra kendisiyle gayet iyi anlaşıyorduk. Her ikimizin de elinde az bir para vardı. Đki sene ektiklerimizle ancak geçimimizi sağladık. Fakat bu müddetin sonunda işimiz gelişti. A-razimiz verimli olmaya başladı, O kadar ki, üçüncü sene tütün ektik. Ve arazimizin büyük bir kısmını da ertesi yıl şeker kamışı ekmek için ayırdık. Fakat yardımcılara ihtiyacımız vardı. Suri'yi elden çıkarmakla ne büyük bir hata işlemiş olduğumu o zaman da'ha iyi anladım. Fakat heyhat! Emelime tamamiyle aykırı bir iş tutmuştum. Böyle bir iş yapacak olduktan sonra Đngiltere'de kalıp bunu anamın babamın yanında yapamaz mıydım sanki ? Eski derdim yeniden tazelenmişti. Beni gemisine alan kaptan en sevdiğim bir dostumdu. Bir gün kendisine Londra'da bıraktığım servetimden söz açınca bana şu aklı öğretti: "Paranızın bulunduğu şahsa yazacağınız bir mektubu bana verirsiniz, ben ondan, paranızı alırım. Ve onların büyük bir kısmını ticaret eşyasına çeviririm." Bunun üzerine Kaptanın dul karısına bir mektup yazarak paramı göndermesini istedim. Kadın, kaptanın bana gösterdiği insaniyete karşılık kendisine yirmibeş Đngiliz lirası vermiş, ayrıca bana verilmek üzere kaptana yüz Đngiliz lirası teslim etmiş. Bütün bu eşyalar elime geçtiği zaman sevinçten çılgına döndüm. Bunlar Brezilya'da çok aranan çuha, kumaş vesaire olduğu için, bu eşyaları dört misli fiyata pattım. Đşlerimin ve servetimin gün geçtikçe arttığını görerek kafamda yine seyahat tasavvurları kurmaya başladım. Dört seneye yakın bir zamandır Brezilya'da yaşıyordum. Gün geçtikçe daha fazla para kazanmaya başladığım için, diğer çiftlik sahipleriyle de ahbaplığı ilerlettim. Konuşmalarımız arasında onlara iki kere.Gine'ye seyahat yaptığımı söylemiş, altın tozu, fildişi tedarik etmenin ne kadar kolay olduğunu anlatmıştım. Bıçak, ayna, makas gibi ufak tefek eşyalar karşılığında çok miktarda zenci satın alabi- ĐSĐ leceğimizi açıklamıştım. Brezilya'da pek az zenci vardı, ve çok kıymetliydi. Bir sabah üç çiftlik sahibi beni gelip buldular Bana bir sır gibi saklanması icabeden bir teklifte bulunacaklarını söylediler. Bu sırrı saklayacağıma dair söz verdim. Bana hükümetin haberi olmadan Gine'ye sefer yapacak bir

Page 123: Robinson Crusoe

gemi donatmak arzusunda olduklarını bildirdiler. Benim de kendileri gibi arazim olduğunu, ve hepimizin zenci sıkıntısı çektiğimizi anlattılar. Bu geminin komutasını elime almayı kabul ettiğim takdirde zencilerin taksiminde onlara eşit bir pay alacak, ve bu gemiyi donatmak için toplanacak paraya ben iştirak etmiyecektim. Vaktiyle babamın o makûl nasihatlerinin bir kulağımdan girip öbüründen çıkmasına sebebolan o acayip arzularımı nasıl susturamadıysam, bana yapılan bu teklife aynı şekilde karşı koyamadım. Ben yokken arazimle meşgul oldukları takdirde seve seve gideceğimi söyledim. Hepsi çiftlik işlerimi yaptıracaklarına dair söz verdiler, bir de senet imzaladılar. Gemi donatılıp da, bütün eşyalar gemiye yüklenince, ve ortaklarımla kararlaştırdığımız bütün hazırlıklar sona erince 1659 senesi Eylülünün birinci günü gemiye bindim. Bu gün, sekiz sene evvel Hull'da gemiye binişimin yıldönümüne rastlıyordu. Beni bir felâketin beklediğini nereden bilecektim. VI ROBENSON ISSIZ BĐR ADAYA ÇIKIYOR Gemimiz tahminen yüz yirmi ton kadardı; altı topu vardı. Kaptan, Muço ve ben dahil ondört kişiydik. Gemiye yalnız ticaretimize yarayacak bardaklar, istiridye kabukları, aynalar, 'bıçaklar, makaslar ve baltalar gibi ufak tefek eşyalar yüklemiştik. Yelken açıp, sa'hil boyunca Kuzeye doğru gitmeye başladık; on, oniki derece Kuzey enlemine gelecek, oradan da Afrika sahillerine doğru dümen kıracaktık. Hava boğucu sıcak olmakla beraber, kıyı boyunca rüzgâr gayet iyi esti. SentjOğustin burnu civarına gelince, denize açıldık, ve az sonra karayı gözden kaybettik. Kuzey-Doğuya doğru yönelerek oniki günlük l)ir yolculuktan sonra Ekvatoru geçtik. Son hesaplarımıza göre, yedi derece yirmi iki dakika Kuzey enleminde bulunuyorduk ki, şiddetli bir kasırga çıktı. Güney-Doğudan başlayıp Kuzey-Doğuya karar kılan rüzgâr öyle korkunç bir şekilde esiyordu ki, tam oniki gün kadere ve rüzgârın şiddetine boyun eğerek, oradan oraya sürüklenmekten başka bir şey yapamadık. Bu zaman zarfında her an dalgalara gömülmemizi beklediğimi söylemeye lüzum yok... Bu kasırga bize ecel terleri döktürdükten başka üç adamımızın da ölmesine sebeboldu. Biri sıtmadan öldü; birisi Muço olan diğer iki kişi de denize düştü. Onikinci günün sonuna doğru fırtına biraz hafifler gibi olunca, kaptan Kuzey enleminin onbirinci derecesi civarında olduğumuzu tahmin etti. O zaman hangi yolu takip edeceğimizi öğrenmek için bana fikrimi sordu. Gemimiz fena halde hırpalanmış, ve epey su almaya başlamıştı. "Kaptanla beraber bir Amerikan deniz haritasını inceledikten sonra, insanların oturduğu en yakın yer olan Barbad'a doğru yelken açmaya karar verdik. Engine açılmak suretiyle buraya onbeş günde rahat rahat varabilirdik. Fakat gerek gemi, gerek kendimiz için herhangi bir yardım sağlamadan o halimizle Afrika sahillerine gitmeyi aklımızdan bile geçiremezdik. Bu maksatla yolumuzu değiştirdik; Đngilizlerin oturduğu adalardan birine varmak amaciyle kuzey batıya doğru yol almaya başladık. Orada yardım göreceğimizi ümit ediyordum. Fakat yolculuğumuzun bambaşka bir şekilde sona ermesi kaderde varmış! Çünkü oniki derece onsekiz dakika enleminde bulunduğumuz sırada, ikinci bir kasırgaya tutulduk. Evvelki fırtınanın şiddetiyle bizi batıya doğru sürükledi, ve insanların yaşadığı yerlerden o kadar uzaklara götürdü ki, dalgaların azgınlığından hayatımızı kurtaracak olsak bile, vatanımıza dönmek ümidinden ziyade yamyamlara yem olmak ihtimali vardı. Rüzgâr 'hep çılgınca esti durdu; gün ağarmaya başlarken, tayfalarımızdan biri: "Kara!" diye bağırdı. Bunun ne olduğunu, ve dünyanın hangi yerinde bulunduğumuzu anlamak için kamaradan fırlamamızla gemimizin bir kum yığınına oturması bir oldu; ve yerinde saymaya başladı. Dalgalar gemiye o kadar 'hızla giriyorlardı ki, ha öldük ha öleceğiz diye bekliyor, ve kendimizi dalgaların şiddetine karşı korumak için de geminin kenarlarına sıkı sıkı tutunuyorduk. Böyle bir vaziyette duyulan korku ve dehşeti tasavvur etmek öyle kolay değildir. Ne hangi iklimde bulunduğumuzu bildiğimiz vardı, ne de hangi topraklara doğru sürüklendiğimizi.. Biraz hafiflemiş olmakla beraber rüzgârın azgınlığı devam ettiği için, bir çeşit mucize ile ortalık süt limana dönmedikçe gemimizin birkaç dakikaya kadar param parça olmıyacagını ümit edemezdik. Bir kelime ile, put gibi duruyor, biribirimizin yüzüne bakarak her an ölümü bekliyorduk. Gerçi rüzgâr biraz hafifler gibi olmuşsa da, gemimiz öylesine kumlara saplanmıştı ki, onu kurtarmaya imkân yoktu. Durumumuz gerçekten ümitsizdi; canımızı kurtarmaya bakmaktan başka yapacak bir işimiz kalmamıştı. Fırtına kopmazdan az önce, arkamızdan gelen bir kayığımız vardı; önce dümene çarpa çarpa bir yara almış, sonra da ya parçalanmış, yahut da bat- Robenson Krüzoe'nln Maceraları — F. 3 mıştı. Güvertede bir kayığımız daha vardı ama, bunu denize nasıl indireceğimizi bilmiyorduk. Halbuki kaybedecek zaman yoktu; geminin nerdeyse parçalanacağını biliyorduk. Kılavuz kayığı çekmeğe davrandı, tayfaların da yardımiyle nihayet kayık geminin yanma indirildi. Onbir kişi, canlarımızı AUaha emanet ederek, kayığa atladık, ve kendimizi kudurmuş dalgalara bıraktık. Çünkü fırtınanın şiddeti pek çok hafiflemiş olmakla beraber, dalgalar korkunç bir yüksekliğe çıkarak karaya, saldırıyorlardı. Korkunç tehlike gelmiş çatmıştı. Bu kudurmuş denize karşı kayığımızın uzun zaman dayanamıyacağını hepimiz anlamıştık. Sulara gömülüp boğulacağımız muhakaktı. Yelkenimiz yoktu; 'hoş, olsa da açamazdık. Bir an evvel karaya varmak için, bütün kuvvetimizle küreklere sarıldık; yüzlerimizde asılmaya giden mahkûmlarınkine benziyen ümitsiz bir ifade vardı.. Kayığın, sahile vardığı zaman uğrıyacağı ağır ve şiddetli darbeler yüzünden

Page 124: Robinson Crusoe

tuzla buz olacağını içimizde bilmeyen yoktu. Yine de ruhlarımızın selâmeti için AUaha bütün kalbimizle dua. : ettik. Sahilin ne halde olduğunu bilmiyorduk: Acaba kayalık mıydı, yoksa kumsal mıydı? Yüksek mi, yoksa alçak mıydı?.. Bize kurtuluş ümidi verecek biricik şey, bir körfeze veya bir derenin döküldüğü yere rastlamaktı. Fakat görünürlerde buna benzer bir şey yoktu; üstelik yaklaştıkça, kara, denizden daha korkunç görünmeye başlamıştı. Yaptığımız hesaba göre yedi sekiz kilometre kürek çektikten, daha doğrusu sürüklendikten sonra, azgın, dağ gibi bir dalga peşimizden yaklaşmaya başladı. Adeta işimizi bitireceğini haber veriyordu. Hakikaten, üzerimize öyle bir saldırış saldırdı ki, lâhzada kayığın altını üstüne getirdi. Daha "Allah!"' demeye vakit bulmadan hepimiz sulara gömüldük. Denizin dibine giderken, kafamdaki düşüncelerin perişanlığını anlatacak kelime yoktur; gerçi gayet iyi yüzmesini bilirdim amma, dalgadan yakamı kurtarıp nefes alamıyordum ki.r Nihayet dalga beni sahile doğru bir hayli sürükledikten sonra, kırılarak, beni yuttuğum sulardan âdeta boğulmuş bir halde ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 35 bıraktı. Karanın bana zannettiğimden daha yakın olduğunu görünce, ayaklarımın üzerine doğrulacak kadar soğuk kanlılık gösterip, yeter derecede kuvvetli bir nefes aldıktan sonra, bir başka dalga gelip beni yakalamadan sahile ulaşmaya çalıştım. Fakat bunu başaramayacağımı anladım. Çünkü arkama dönüp bakınca, denizin boy ölçüşemiyeceğim amansız bir düşman gibi, yükselip kudurarak beni tehdit ettiğini gördüm. Bütün yapacağım şey, nefesimi tutmak, ve imkân bulursam, suyun üzerine çıkmaktı. Bu şekilde yüzebilir, ve nefesimi muhafaza ederek sahile gidebilirdim. En çok korktuğum, bu dalganın gelirken beni sahile kadar götürdükten sonra, çekilirken beni tekrar denize sürüklemesiydi. Đkinci defa gelip üzerime saldıran dalga, beni önce yirmi veya otuz ayak boyunda bir su kitlesiyle kapladı; müthiş bir hız ve kuvvetle karaya doğru sürüklendiğimi hissediyordum; nefesimi tutuyor, ve bütün kuvvetimle yüzerek daha ilerilere gitmeye çabalıyordum. Nefesimi tuta tuta nerdeyse patlıyacak hale gelmiştim ki, suyun üstüne doğru çıktığımı hissettim. Bir an başımla, ellerimi suyun dışında buldum. Đki saniyelik bu zaman zarfında hemen nefes aldım. Fakat yine sular beni örttü. Dalganın kırılıp geri çekilmeye başladığını görünce, tekrar sürüklenmemek için olanca kuvvetimle ileri atıldım, ve ayağımın yere değdiğini hissettim. Gerek nefes almak, gerekse suların çekilmesini beklemek için bir an hareketsiz durdum, sonra mümkün olan hızla sahile doğru koşmaya başladım. Dalgalar daha iki defa beni sahile doğru kaldırıp attılar. Dalgaların sonuncusu az kalsın ölümüme sebebolacaktı. Çünkü dalga beni sa'hiîe getirip, bir kayaya o kadar şiddetle çarptı ki, kendimi, ve kurtulmak için hareket kabiliyetimi kaybettim. Göğsüm kayaya çarptığı için bir an nefessiz kaldım. Deniz ara vermeden hücumunu tazeleseydi, muhakkak boğulurdum. Suların dönüşünden az evvel kendime geldim. Kayaya sıkı sıkı yapışarak, nefesimi tuttum. Ve sular çekilinceye kadar bu vaziyette bekledim. Sonra bir hamle yaparak sahile vardım. Suların hücumundan uzak bir yerde, çimenlerin üzerine oturdum. Kendimi bu şekilde emniyette görünce, gözlerimi göğe kal- 36 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI dırıp, hayatımı kurtardığı için Allaha şükrettim. Adeta kefeni yırtıp ölümden kurtulan bir insanın duyduğu heyecan ve vecdi tam mânasiyle ifade etmek zannedersem imkânsızdır. Deniz kıyısında dolaşıyor, ellerimi göğe kaldırarak, binbir hareketle sevinç ve heyecanlarımı ifade ediyordum. Bütün arkadaşlarımın boğulduğunu, ve yalnız kendimin kurtulduğunu düşünüyordum; çünkü deniz kazasından sonra onların hiç birini görmemiş, üç şapka, bir başlık ve iki ayrı ayakkabı tekinden başka hiçbir izlerine rastlamamıştım. Gözlerimi kumlara oturan gemiye doğru çevirdim; fakat deniz o kadar azgın ve köpüklü idi, ve zaten gemi de o kadar uzak bir mesafedeydi ki, onu ancak hayal meyal seçebiliyordum. Bu manzara karşısında: "Hey, koca Tanrım! Nasıl oldu da karaya gelebildim?" diye haykırdım. Durumumun avutucu bir tarafı olduğunu düşünerek, cesaretim arttıktan sonra, nasıl bir yerde olduğumu ve ük defa ne yapacağımı anlamak için etrafıma bakınmaya başladım. Birden keyfimin kaçtığını hissettim; vaziyetim korkunçtu: her tarafım sırılsıklamdı, halbuki değişecek elbisem yoktu; karnım açtı, fakat ağzıma koyacak bir şey yoktu; susamıştım, içecek suyum yoktu; sonra çok 'halsiz düştüğüm halde, vücudumu kuvvetlendirecek bir şey yoktu. Ya açlıktan ölecek, yahut da vahşi hayvanlar tarafından parça parça edilip yenilecektim, işin keder verici tarafı, avlanarak herhangi bir yiyecek tedarik etmek, veya beni öldürmek isteyecek herhangi bir varlığa karşı kendimi korumak için yanımda hiçbir silâh yoktu. Üzerimde yalnız bir bıçak ve bir parça da tütün vardı.. Bu hal beni öyle korkunç bir kedere düşürdü ki, bir müddet bir deli gibi oradan oraya koştum, durdum. Gece yaklaşıyordu. Bu yerde vahşi hayvanlar varsa, sonumun ne olacağını düşünmeye başladım. Şimdilik yapılacak iş, çama benziyen yaprakları gayet sık, fakat dikenli bir ağaca çıkmak ve geceyi orada geçirmekten ibaretti. Sahilden birkaç yüz metre uzaklaşarak, içecek tatlı su aradım Suya rastlayınca da pek çok sevindim. Kana kana içtikten ve açlığımı oyalamak için ağzıma bir parça tütün attıktan sonra, ağaca koştum; üzerinde, uyuyakaldığım takdirde, yere

Page 125: Robinson Crusoe

düşmiyecek şekilde yerleşebileceğim bir yer aradım. Elimde, kendimi korumak için kestiğim kısa bir sopa vardı. Son derece bitkin bir halde olduğum için, bütün kuvvetimi yerine getiren derin ve tatlı bir uykuya dalmışım.. Uyandığım zaman güneş doğalı epey olmuştu; hava açmış fırtına dinmişti. Denizin de bir gün evvelki o kudurmuş hali kalmamıştı. Geminin, geceleyin sular tarafından saplandığı kumlardan çıkarılıp, korkunç şekilde çarptığım kayanın yakınma kadar sürüklenmiş olduğunu görünce hayretten ağzım açık kaldı. Bulunduğum yerle gemi arasında bir mü ya var, ya yoktu. Ağaçtaki yerimden iner inmez, tekrar etrafıma bakındım. Đlk gözüme çarpan şey, rüzgâr ve dalgaların kıyıya fırlattığı kayık oldu; sağ tarafta aşağı yukarı benden iki mil uzaktaydı. Yanma gitmek için kıyı boyunca yürüdüm; fakat kayıkla aramda yarım mil genişliğinde bir körfez görünce, gerisin geriye döndüm. Şimdi bütün arzularım gemiye çevrilmişti; çünkü orada yiyecek bir şeyler bulacağımı ümit ediyordum. ROBENSON KRUZOE'NIN MACERALARI 39 VII ROBENSON BATAN GEMĐSĐNĐ ZĐYARET EDĐYOR Öğleden biraz sonra, deniz gayet sakinleşmişti; sular da o kadar alçalmıştı ki, geminin bir çeyrek mil yanma kadar soku-labildim. O zaman anladım ki, gemide kalsaydık, şimdi hepimiz hayatta olacak ve ben de böyle kendimi tesellisiz ve yapyalmız görerek müteessir olmıyacaktım. Bu düşüncelerle gözlerimden yaşlar boşandı. Fakat bu yaşlar acılarımı biraz hafifletmekten başka bir şey yapmıyacağı için, mümkün olursa, gemiye gitmeye karar verdim. Hava müthiş surette sıcaktı; elbiselerimi çıkararak suya atladım. Geminin yanma ulaştığım zaman, üzerine çıkmanın beni miçin son derece zol olacağını anladım. Çünkü geminin güvertesi suların seviyesinden çok yukarıda olduğu için, tutunacağım bir şey yoktu. Yüze yüze geminin etrafını iki defa dolaştım. Đkinci seferinde geminin ön tarafında aşağı sarkan bir ip gördüm. Binbir zorlukla bu ipi yakalıyarak, tırma-na tırmana geminin burnuna çıktım. Güverteye ayak basar basmaz, geminin dibinin delinmiş, anbarinm da sularla dolmuş olduğunu gördüm. Sağlam bir kum tabakasına saplandığı için, geminin ön kısmı epey alçak olduğu halde, arka kısmı epey havadaydı. Bu suretle güvertede hiç su bulunmadığı için, oradaki her şey kupkuruydu. Đlk işim her tarafı dolaşıp işe yarıyacak bir şey aramak oldu. Kurt gibi acıkmış olduğumdan, doğru erzak anbarına gidip ceplerimi peksimetle doldurdum. Bir yandan bunları atıştırıyor, bir yandan da başka şeylerle meşgul oluyordum. Kaptanın odasında rom buldum. Büyük bir kadehi bununla doldurarak başıma diktim; çekeceğim ıstıraplara cesaretle karşı koyabilmek için, içkiye fazlasiyle ihtiyacım vardı. Elimi kolumu bağlayıp durmaktan, ve hiç bir şekilde elde edemiyeceğim bir şeyi arzu etmekle vakit kaybetmekten bir şey çıkmazdı, ihtiyaç beni gayrete getirdi. Gemide büyük, kü-•çük birçok yedek direkler ve iki üç tane de tahta parçası vardı. Derhal bunlardan faydalanmayı düşündüm; fazla ağır olmı-yanları ayrı ayrı iplere bağlıyarak suya attım. Sonra geminin yan tarafından indim, bunları kendime çekerek, dört tanesinin uçlarını biribirine bağlamak suretiyle bir sal yaptım. Üzerine de bir iki kısa tahta parçası döşedim. Salın üzerinde yürüyebiliyordum, fakat ağır bir yükü çekeceğe benzemiyordu. Tekrar gemiye çıkarak çalışmaya başladım. Marangozun testeresiyle direklerden birini uzunluğuna üç parçaya böldüm. Epey zorlukla, ve bir hayli yorulduktan sonra bunları da sala ekledim. Salım böylece fazla ağır olmıyan bir yükü taşıyacak 'hale gelmişti. Önce bulabildiğim bütün tahta parçalarını sala yükle-dim; en çok nelere ihtiyacım olacağını düşündükten sonra, üç tayfa sandığı alıp içlerini boşaltmak için kilitlerini kırmakla işe başladım. Bir ip yardımiyle sandıkları salıma indirdim. Birincisinin içine ekmek, pirinç üç teker Hollanda peyniri, beş kangal keçi sucuğu ve bir miktar buğday koydum. Đçkiye gelince birçok şişeler buldum. Bunları bir sandığa koymıya lüzum olmadığından, salın üzerine ayrı ayrı sıraladım. Ben bu şekilde yiyeceğimle içeceğimi hazırlamakla meşgulken suların yükselmeğe başladığını fark ettim. Sahilde bıraktığım ceketle gömleğimin suların keyfine uyarak gözden kayboluşlarını üzülerek seyrettim. Yüzeceğim sırada ayağımdan pantolonumla çoraplarımı çıkarmamıştım. Hemen elbise aramaya başlıyarak, kaybımı fazlasiyle karşılayabileceğimi gördüm. Karada çalışmak için âletlere ihtiyacım vardı. Uzun zaman aradıktan sonra nihayet marangozun sandığım buldum. Bu benim için bir defineydi, hattâ ağzına kadar altın yüklü bir gemiden kat kat kıymetli bir define.. Onu da indirerek salıma yerleştirdim Bu iş de olduktan sonra en çok istediğim şey silâh ve cephane idi. Kaptanın odasında iki tüfekle iki tabanca vardı. Bunları, ve birkaç kese barutla, küçük bir torba kurşunu, paslanmış iki eski kjlici aldım. Bir yerde üç fıçı barut olduğunu biliyordum. Köşeyi bucağı iyice araştırdıktan sonra, bunların yerini keşfettim. Fıçılarm birisi ıslanmıştı. Diğer ikisi kuru ve işe yarar cins- 40 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI ten idi. Silâhlarla birlikte bu iki fıçıyı da salıma yerleştirdim. Şimdi bütün bu şeyleri sahile nasıl götürecektim ? Ne yelkenim,, ne küreğim, ne de dümenim vardı. Şöyle hafif bir rüzgâr çıksa,, bütün yükümü sulara gömebilir di. Fakat üç şey bende ümit uyandırıyordu: Bir kere deniz sakindi; ikincisi kabarmaya başlıyan sular sahile doğru gidiyordu; üçüncüsü de, rüzgâr hafif olmakla beraber, elverişli esmeye devam ediyordu. Yarı kırık iki üç kürekle, iki testere, bir çekiç buldum; bunları da yüküme katarak denize açıldım. Salım bir mil kadar gayet iyi yüzdü;

Page 126: Robinson Crusoe

fakat daha önce karaya çıktığım yerden uzaklaşmakta olduğumu farkettim. Bundan bir su akıntısı olduğuna hükmettim. Eşyalarımı indirmek için bana liman vazifesi görecek bir koy veya dere bulacağımı ümit ediyordum. Vaziyet tıpkı tahmin ettiğim gibi çıktı: Kargımda küçük bir kara girintisi gözüme ilişti. Suların şiddetli akmtısiyle bu tarafa doğru sürüklendiğimi hissettim. Fakat bu sahil bana tamamen yabancıydı. Salımın bir ucu kuma saplandı, öbür ucu su üstünde ve havaya kalkık olduğu için, az daha bütün eşyalarım salın üstünden kayıp denize dökülecekti; üzerlerine abanarak, sandıkları yerinde tutabilmek için bütün kuvvetimi sarfet-tim. Fakat kuvvetim salı saplandığı yerden kurtarmağa kâfi gelmiyordu. Hattâ bulunduğum vaziyetten ayrılmaktan bile çekmiyordum. Bu durumda yarım saat kaldım; Nihayet sular yükselerek beni bir dere ağzına doğru sürükledi. Kıyıda gözlerimle yanaşabileceğim bir yer aradım. Nihayet sağ tarafta ufak bir sığmak gözüme ilişti. Salımı bu noktaya doğru sürmeye başladım. Sahile yanaşınca, salımın önüne arkasına bir kürek sapladım, ve bu vaziyette suların alçalmasını bekledim. Sular çekilince salım bütün eşya siyle emniyette olacaktı. Bundan sonra ilk iğim araziyi keşfe çıkmak, ve hem yatacağım hem de herhangi bir kazaya karşı eşyalarımı koyabileceğim bir yer aramak oldu. Bulunduğum yer bir kıtaya mı aitti, yoksa bir ada mıydı? Burada yaşıyan insanlar var mıydı, yok muydu? Hiçbir şey bilmiyordum. Bir mil kadar ötelerde-gayet yüksek ve sarp bir dağ görünüyordu. Bir tüfekle bir ta- bancayı, bir barut kesesiyle küçük kurşun torbasını yanıma alarak bu dağa doğru yola çıktım. Epey yorulduktan ve ter döktükten sonra dağın tepesine varınca, akıbetimin ne kadar acıklı olacağım anladım. Çünkü her tarafı denizle çevrilmiş bir adada olduğumu gördüm. Onbeş kilometre kadar batıda, bulunduğum adadan çok küçük daha iki ada vardı. Bundan başka kapanıp kaldığım adanın ekilmemiş olduğunu farkettim. Bu, adada insan yaşamadığına inanmam için kat'i bir delildi. Fakat herhalde vahşi hayvanlar vardı. Geri dönerken, orman kenarındaki ağaçlardan birine konmuş kocaman bir kuşa ateş ettim. Galiba bu, dünya yaratılalı beri burada atılan ilk kurşundu. Da'ha tetiği yeni çekmiştim ki, Ormanın her tarafından her biri kendi cinsine göre birtakım sesler çıkararak başka başka bir sürü kuş havalandı. Öldürdüğüm kuşu daha çok bir atmacaya benzettim. Çok ağır kokan eti muhakkak ki beş para etmezdi. Dağdan indikten sonra salımın yanma gelerek, onu boşaltmaya başladım. Bu iş beni akşama kadar oyaladı. Gece olunca ne yapacağımı bilmiyordum. Vahşi hayvanlar gelir de beni parçalar diye yerde yatıp uyumaya cesaret edemiyordum. Karaya getirdiğim sandık ve tahtalarla etrafımı duvar gibi çevirerek, geceyi geçirmek için kulübemsi bir şey yaptım. Bu adada kendime nasıl yiyecek temin edeceğimi bilmiyordum; yal!r nız kuş avladığım ormanda tavşana benzer bazı hayvanların kaçıştığını görmüştüm. O zaman gemiden işime yarıyacak daha birçok şeyler alabileceğimi düşündüm. Gemiyi bir defa daha ziyaret etmeye karar verdim. îlki gibi bu ziyaretimi de sular alçaldığı zaman yapacaktım. Gemiye varınca ikinci bir sal yaptım. Birinciyi yaparken edindiğim tecrübeyle ustalaştığım için bu sefer bunu o kadar ağır yapmadım, fazla da yüklemedim. Önce marangozun çalıştığı yerde çivi ve çuvaldızla dolu iki üç torba, büyük bir burgu, bir düzine kadar balta ve bir biley taşı buldum. Bunlardan başta topçuya ait iki üç demir manivelayı, iki fıçı mermiyi, yedi tüfeği, bir başka av tüfeğini, bir parça barutla kocaman bir torba kurşunu sala doldurdum. MACERALARI :"Sala yüklediğim eşyaları sahile götürürken; karadan uzakta bulundu-,ğum esnada vahşi hayvanların yiyeceklerimi yemiş olmalarından endişeliydim. Bütün bunlardan başka bulabildiğim bütün elbiseleri, bir yelken bezini, bir hamak, bir şilte ve birkaç yorgam da sala yükledim. Ve bu sefer salı başarıyla sahile ulaştırdım. Ben karadan uzakta bulunduğum esnada vahşi hayvanların yiyeceklerimi yemiş olmalarından korkuyordum. Kulübeme döndüğüm-, de, vahşi 'hayvanların istilâsına uğradığına dair hiç bir ize rastlamadım. Yalnız sandıklarımdan birinin üstüne kediye benzer bir hayvan oturmuştu; yaklaştığımı görür görmez birkaç metre uzaklaştı, sonra durdu: Ürkmüşe benzemiyor, sanki bana alışmak istiyormuş gibi gözlerini ayırmadan bana bakıyordu. Tüfeğimi ona çevirdim; fakat bunun ne işe yaradığını bilmediği için hiç korkmadı, kaçmaya da lüzum görmedi. Bunun üzerine ona bir parça peksimet attım. Hayvan peksimete aldırmazlık etmedi; hemen koştu, bir iki kokladıktan sonra midesine indirdi. Sonra memnun bir tavır takınarak daha atmamı bekledi ; fakat beklemekten iş çıkmıyacağını anlayınca yanımdan uzaklaştı. Bütün eşyamla birlikte karaya varır varmaz, getirdiğim yelken bezi, ve bu maksatla kestiğim kazıklarla kendime küçücük bir çadır yapmaya başladım. Yağmurdan ve güneşten bozulacağını bildiğim bütün eşyaları bu çadırın içine taşıdım. Boş sandıklarla fıçıları üst üste yığarak çadırımın etrafına sıraladım. Bu suretle çadırımı saldıracak her hangi bir kimseye karsı tahkim ettim. Çeşit çeşit eşyaları bir araya koyarak meydana getirdiğim istif, zannedersem, bir kişi için o zamana kadar yapılanların en büyüğüydü; ama yine de gözüm doymamıştı. Gemi olduğu yerde durduğu müddetçe, mümkün olan her şeyi alıp getirmek va-zifemdi. Nitekim, her gün sular alçaldığı zaman gemiye gidiyor, kâh şunu kâh bunu alıp geri dönüyordum. Üçüscü defa gidişim-îe, halat, ip, tel., ne buldumsa aldım. Islak fıçıyı da sala

Page 127: Robinson Crusoe

yükledim. Büyük yelkenleri de parçalara bölerek sahile taşıdım. Nasıl olsa bunlar artık bana yelken vazifesi değil, fakat çuval vazifesi görecekti. Bu şekilde elime geçirdiğim şeyler arasında beni en çok sevindiren şey, anlattığım şekilde beş altı yolculuk yaptıktan sonra, tam artık gemide taşımaya değer bir şey kalmadığını sandığım bir sırada, kocaman bir fıçı peksimetle, üç rom ve rakı fıçısı, bir kutu ham şeker, büyük bir fıçı gayet güzel un bulmam oldu.. Artık her gün muhakkak bir kere gemiye gidiyor ve âdeta gemiyi söküp getiriyordum. Karaya çıkalı onüç gün olmuş, bu zaman zarfında onbir kere gemiye gitmiştim. Onikinci defa gitmeye hazırlandığım sırada rüzgârın şiddetlenmeye başladığım gördüm. Ama bu sular alçakken gemiye gitmeme mâni olamadı; kaptanın odasını defalarca iyiden iyiye araştırdığım için artık bu sefer 'hiçbir şey bulamıyacağımı zannederken, birçok gözleri olan bir dolap keş-fetnıiyeyim mi ? Gözlerden birinde iki, üç ustura, küçük bir makas, on oniki bıçak ve bir o kadar da çatal buldum; bir başka gözde yarısı altın, yar'si gümüş otuzaîtı Đngiliz lirası vardı. Bu parayı görünce kendi kendime gülümsedim, ve: "Ey yalancı maden! Gözümde ne kadar kıymetsizsin!" diye içimden bir haykırmak geldi. "Ne işime yararsın ki? Haydi canım, eğilip seni almak zahmetine bile değmezsin: Bu bıçakların birisi bile benim için Karun'un hazinelerinden daha kıymetlidir. Kal kaldığın yerde, yahut daha iyisi denizin dibini boyla!' Bu şekilde adamakıllı öfkemi döktükten sonra, birden altınları denize atmaktan vaz geçerek; dolapta bulduğum diğer âletlerle beraber bir çuvala sarıp paket yaptım. Tam sal yapmiya niyetlendiğim sırada gök yüzünün karardığını ve rüzgârın şiddetlenmekte olduğunu farkettim. Bir çeyrek saat sonra kara tarafından kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. Her şeyi karadan uzaklaştıran bir rüzgâr karşısında sal yapıp sahile varmanın boş bir fikir olacağını derhal anladım. Sular yükselmeye başlamadan denize atlayıp yüze yüze karaya çıktım. Ama gerek arkamda taşıdığım yük, gerekse denizin dalgalı olması yüzünden bu iş epey zor oldu. Çadırıma gidip zenginliklerimin ortasına yerleştim. Bütün gece müthiş bir rüzgâr esti durdu. Ertesi sabah denize bir bakayım dedim; geminin yerinde yeller esiyordu. Duyduğum şaşkınlık pek çabuk geçti; hiç vakit kaybetmemiş, ve gemiden işime yarıyacak her şeyi alıp sahile taşımış olduğumu düşünerek kendimi avuttum. vm ROBENSON ADAYA YERLEŞĐYOR O günden sonra bir daha gemiyi düşünmez oldum. Deniz geminin kırık dökük parçalarını sahile attı; ama bunlar da o kadar işime yaramadı. Artık çıkabilecek yamyamlara veya vahşi hayvanlara karşı kendimi emniyete almaktan başka bir şey düşünmüyordum. Yapacağım meskenin cinsine ve onu inşa ediş tarzına dair kafamdan türlü türlü fikirler geçiyordu. Kendim için yer altında bir mağara mı kazacağımı yoksa bir çadır mı kuracağımı bilemiyordum. Nihayet her ikisini de yapmaya karar verdim. Önce bulunduğum yerin yerleşmeye elverişli olmadığını farkettim: Bir kere toprak çukur ve bataklıktı. Sonra da o civarda tatlı su yoktu. Onun için daha uygun bir yer aramayı aklıma koydum. Đstediğim gibi bir yer bulmakla birçok fayda elde edecektim : Birincisi, sıhhatim iyi olmakta devam edecek, ve yakınımda ta'tiı suyum olacaktı; ikincisi, güneşin sıcaklığından korunacaktım, üçüncüsü, insan veya hayvan, her türlü yırtıcı varlığın saldırışlarına karşı emniyette olacaktım; nihayet dördüncüsü de, denize bakan bir yerde olacak, ve Allah izin verir de o civardan bir gemi geçecek olursa, kurtulmam için mümkün olan her şeyi yapabilecektim. Çünkü kurtulmak ümidi henüz kalbimden silinmemişti. Böyle şartları bulunan bir yer ararken, yüksek bir tepenin eteğinde küçük bir düzlük buldum; tepenin önü bir ev cephesi gibi dikti; yâni yukarıdan bana bir tehlike gelmesine imkân yoktu. Bu kayalığın önünde, mağara ağzını andıran çukur bir yer vardı. Đşte kazıklarımı bu düzlüğe ve bu çukur önüne çakmaya karar verdim. Düzlük uzunluğuna yayılıyor, Oturacağım yerin önünde âdeta yeşil bir halı meydana getirerek, aşağılara, denize doğru iniyordu. Bu yer tepenin kuzey batısında olduğundan güneşin sıcaklığından da korunmuş olacaktım. 46 ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERALARI Çadırımı kurmadan önce, bu çukurun ön tarafına bir yarım daire çizdim. Đçine de, kazıklar çakmak suretiyle iki sıra sağlam çit yerleştirdim. Çitler yerden beş buçuk ayak yüksek-liğindeydi, ve kazıkların uçları sivriydi; iki çitin arasında da bir iki karışlık bir mesafe vardı. Sonra gemiden kesip getirdiğim halat parçalarını aldım, bunları iki çitin arasına üst üste yerleştirdim. Evvelkilere destek vazifesi görecek, iki buçuk ayak boyunda kazıklar çaktım. Bu çitler o kadar sağlam oldu ki, üzerinden ne insan ne de hayvan aşabilirdi. Çitten geçmek için kapı falan bırakmadım. Yaptığım bir merdivenle çitin üzerinden geçiyor, içeri girince de merdiveni kaldırıp yauıma alıyordum. Bu suretle kendimi her türlü saldırıya karşı korumuş oluyordum. Geceleri büyük bir emniyet içinde, rahat rahat uyuyordum. Cephanelerimi, yiyeceklerimi, kısacası bütün servetimi bu istihkâmın içine taşıdım. Đçerde bir de çadır kurdum; bu bölgeye senenin bazı zamanlarında fazla miktarda j'ağmur yağdığı için, bu çadırı iki katlı yaptım; yâni önce ufak bir çadır kurdum, onun üstüne de bir çadır daha geçtim. Üstünü de katranlı bir bezle örttüm: Sonra da yerde yatmaktan vaz geçerek, gemi kılavuzunun hamağını kullanmaya başladım.

Page 128: Robinson Crusoe

Bu işler de bittikten sonra, mağara ağzına benzeyen o çukuru kazmaya başladım. Çıkan taş ve toprağı çadırın içinden geçirerek, çitin eteğine atıyordum. Böylece çitin iç tarafında bir buçuk ayak boyunda bir duvar yükseldi. Bu şekilde kendime, çadırın arkasında bir mağara yapmış oldum; burası bana hem kiler hem de mahzen vazifesini görüyordu. Bu işleri yapmak epey zamanımı aldı, ve beni pek çok yordu. Bu işleri yapmakla meşgulken, kâh oyalanmak, kâh yiyecek bir şey vurmak maksadiyle hiç olmazsa günde bir kere dışarı çıkmayı ihmal etmiyordum. Birinci çıkışımda adada keçiler bulunduğu gözüme çarptı, Buna pek sevindim. Gel gelelim bunlar o kadar yabani, o kadar kurnazdı ve öyle bir hızla kaçışları vardı ki, onlara yaklaşmak son derece güçtü. Ama bu güçlük benim zerre kadar cesaretimi kırmadı. Eninde sonunda bunları avlıyabileceğimden emindim. 47* Dikkat ettim: Ben aşağılarda onlar da kayaların üstünde oldukları zaman beni görüyorlar, ve hemen dehşete kapılarak yıldırım hızıyla kaçıyorlardı; fakat keçiler aşağılarda otlarken ben kayalar üzerinde olacak olsam, hiç kımıldamıyorlar, hattâ bana aldırış bile etmiyorlardı. Bundan onların hep aşağıdaki şeyleri gördüklerini, yukarlardaki şeyleri kolayea seçemedikle-rini anladım. Bundan sonra kayalar arasına saklanıyor, ve istediğim kadar keçi vuruyordum. Bu hayvanların üzerine ilk ateş edişimde bir keçi öldürmüştüm. Yanında da henüz süt emen yavrusu vardı. Hayvan vurulunca yavrusu yanında kaldı. Gidip keçiyi omuzuma yükledim. Bütün yol boyunca yavrusu çitin. önüne kadar peşimden geldi. Anasını çitin içine bıraktıktan, sonra, yavruyu da kucağıma alarak içeri taşıdım. Onu kendime alıştıracağımı ümit ediyordum; "fakat yemedi, içmedi. Ben de-tuttum, onu kesip yedim. Böylece adaya iyice yerleştikten sonra, bu acaip yaşayış tarzına dair türlü türlü düşünceler zihnimi allak bullak ediyordu. Vaziyetim korkunç bir hayal halinde gözlerimin önünde canlanmaya başlamıştı. Bu adaya korkunç bir fırtınaya tutularak gelmiştim. Gemicilerin takibettikleri yoldan yüzlerce kilometre uzaklardaydım. Tanrısal adaletin bir hükmiyle böyle ıssız bir yerde ömrümü tüketmeye mahkûm edilmiştim. Zihnimden bu çeşit düşünceler geçtikçe gözlerimden sel gibi yaşlar bo-şanıyordu. Fakat gemideki onbir kişiden yalnız benim kurtulduğumu, yanımda da epey yiyecek olduğunu düşünerek teselli buluyordum. Đlk defa bu korkunç adaya Eylülün otuzuncu günü ayak basmıştım; bu tarihte güneş dikine şualarını kafama saplıyordu. Yaptığım hesaplara göre, Ekvatorun dokuz derece yirmi iki dakika Kuzeyinde bulunmam gerekiyordu. Adaya çıktığımın beşinci günü, defter, kalem, mürekkep bulunmadığı için tarihi unutacağımı, bir çare bulamazsam âdi günleri pazarlardan ayıramıyacağımı düşündüm. Bunu önlemek için, deniz kenarına, sahile ilk çıktığım yerde dört köşe: büyük bir direk diktim, ve üzerine şu yazıları kazdım: I ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 49 "BU ADAYA 30 EYLÜL 1659 DA ÇIKTIM." Bu direğin yanlarına her gün bir çentik yapıyordum; yedi günde bir bu çentiği daha kalın açıyor, ay başlarını da bundan J daha kaim bir çentikle işaret ediyordum. Haftaları, ayları ve seneleri işte bu şekilde hesaplamaya başladım. Gemiden aldığını bir yığın şey arasında, üç dört pergel, matematik âletleri, dürbünler, haritalar ve gemiciliğe dair kitaplar vardı; bunları darmadağın bir yere yığmış, hangilerinin | işime yarıyabileceğini anlamak için onları gözden geçirmeye ¦vakit bulamamıştım. Şunu da unutmadan ilâve edeyim ki, ge- | mide iki kedi ile bir köpeğimiz vardı; iki kediyi de alıp çadırıma getirdim. Köpeğe gelince, denize atlamış, ve ilk eşyaları ka-1 raya taşıdığımdan bir gün sonra beni gelip bulmuştu. Birçok I seneler bana hem bir uşak 'hem de sadık bir arkadaş, oldu. Bu- | lup getirebileceği hiçbir şeyden beni mahrum etmiyor, bana lam mânasiyle arkadaşlık edebilmek için iç güdüsünün bütün inceliğini kullanıyordu. Ah, onu bir de konuşturabilseydim, yok | mu ya! Eşyaları karıştırırken kalem, kâğıt ve mürekkep bulmuştum; mürekkebim olduğu müddetçe her şeyi sıcağı sıcağına yazdım; fakat bitince de, yenisini yapamadığım için, hatıralarımı aynı şekilde yazmak mümkün olmadı. Zihnimi yeni halime katlanmaya bir az olsun alıştırmıştım; acaba bir gemi görebilir miyim diye, denize bakmak alışkanlığını bir tarafa bırakmıştım. Vaktimi boş ve ekseriya üzücü olan ; şeylerle kaybetmekten vaz geçerek, bu çeşit hayatta mümkün olan her türlü rahatlığı kendime temin için çalışmaya başladım. Başlangıçta eşyalarımı karma karışık olarak mağaraya yığdığımı söylemiştim. Eşyalar intizamla dizilmedikleri için her tarafı kaplıyor, öyleki bana dolanacak yer kalmıyordu. Bu- aun üzerine mağaramı genişletmeye koyuldum. Kaya yumuşak olduğu için kolay kazılıyordu. Nihayet kayayı bir uçtan bir uca delerek, dışarı çıkabileceğim bir kapı açtım. Bu çalışma bana çadırıma ve depoma girmek için bir arka kapı temin ettikten başka eşyalarımı tertiplemek için daha fazla yer açtı. O vakit kendime bir masa ve bir sandalye yaptım. Bunlar olmasa, istediğim gibi yazı yazamaz, şöyle zevkle bir yemek yiyemezdim. ' Ömrümde elime bir âlet almamışken, çalışmam ve becerikliliğim sayesinde gerekli âletler olduğu halde elimden gelmiye-cek hiçbir iş olmadığını anladım. Bir balta ve bir rende yardı-miyle epey işler gördüm. Birbuçuk ayak eninde uzun tahtalar keserek, bunları mağaranın bir duvarı boyunca üst üste yerleştirip raflar yaptım; oraya âletlerimi, çivilerimi, demir eşyalarımı kolayca bulabileceğim şekilde sıraladım. Mağaranın duvarına aynı

Page 129: Robinson Crusoe

şekilde çiviler çakarak tüfeklerimi ve daha başka asılacak eşyalarımı astım. Mağaram o hale geldi ki, kim görse bin-bir çeşit mağazası sanırdı. Đskemlemi, masamı ve diğer bütün eşyalarımı elimden gelen en iyi şekilde hazırladıktan, böylece yerime iyice yerleştikten sonra, bir hatıra defteri tutmaya başladım. Bu iş mürekkebim bitinceye kadar devam etti. Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 4 50 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI Çadırımı kurmadan önce, bu çukurun ön tarafına bir yarım daire çizdim, isme de, kazıklar çakmak suretiyle iki S1ra sağlam çit yerleştirdim. IX KOBENSON'UN HATIEA DEFTEKÎNDEN ÖZETLER 1 KASIM : Çadırımı kayanın eteğine kurdum; yere çaktığım kazıkların üzerine oturtarak mümkün olduğu kadar geni§ olmasına dikkat ettim. Hamağımı kazıklara asarak geceleyin orada uyudum. 4 KASIM SABAHI : Kendime, her gün riayet edeceğim bir program çizdim: Yağmur yağmadığı zamanlar, her sabah tüfeğimi alıp iki üç saat dışarıda dolaşacağım; onbire kadar çalıştıktan sonra da Allah ne verdiyse yiyeceğim. Öğleleri, hava müthiş sıcak olduğu için, yatıp ikiye kadar uyuyacağım. Sonra kalkıp akşama kadar çalışacağım. 17 KASIM: Kendime biraz da'ha yer açmak ve daha rahat edebilmek için, çadırımın arkasındaki kayayı kazmaya başladım. Bu işi kolaylıkla yapmam için elzem olan üç âletten de mahrumum: Bir kazma, bir kürek, bir el arabası veya sepet... 20 ARALIK: Mobilyalarımı mağaraya taşımaya, evimi dayayıp döşemeye ve etleri hazırlamak için de mutfakta bir masa yapmaya başladım. Bu iş için tahtalar kullandım. 27 ARALIK: Bir keçi öldürdüm, bir başkasını da yaraladım; yakaladıktan sonra boynuna bir ip geçirip çeke çeke evime getirdim. Evde bacağını temizleyip sardım. Ona öyle iyi baktım ki, yaşadı, ve az zamanda yaralı bacağı öteki kadar kuvvetlendi. Onu uzun müddet yanımda alıkoyduğum için bana alıştı; çadırımın önündeki yeşillikte otluyor, ve hiç kaçmaya kalkmıyor. Aklıma kendim için hayvanlar beslemek fikri geldi; barut ve kurşunlarım tükenince kendimi bunlarla beslerim. 1 OCAK 1660: Bugün de hava müthiş sıcaktı. Buna rağmen sabah erkenden, ve akşam üzeri tüfeğimi alıp çıktım. Hemen hemen adanın ortasına rastlıyan yeşilliklere gelince, pek 52 ROBENSON KRÜZOE'NlN MACERALARI çok sayıda keçiler gördüm; fakat öyle yabaniler ki, onlara yanaşmak bir mesele! 3 OCAK: istihkâmımı daha doğrusu duvarımı inşa etmeye başladım. Baskına uğramaktan hâlâ korktuğumdan, duvarı kaim ve dayanıklı yapmak için hiç bir şeyi ihmal etmedim. Çalışmaktan çok yoruluyordum; yağmur değil sadece günlerce, fakat haftalarca bazan aylarca işime mâni oldu. Bu duvarın yapılması bitmedikçe, kendimi emniyette hissetmiyordum. Bu işi bitirince, üzerine bir duyar daha ördüm; bu duvarı çimenlerle sakladığım için, adaya çıkacak insanların yerimi keşf ede-miyeceklerine kanaat getirdim. Yağmur mâni olmadığı zamanlarda, ormanlarda dolaşıyor, kuşlar avlıyordum. Bu gezintilerde sık sık bana faydası dokunacak birçok şeyler buluyordum. Meselâ ağaç dallarına değil de kaya oyuklarına konan güvercinler keşfettim; besleyip kendime alıştırmak maksadiyle birçok yavru güvercin yakaladım; maksadımda muvaffak da oldum; fakat yavrular büyüyünce hepsi uçup gitti, bir daha da dönmediler. Belki de kursaklarını kâfi derecede yiyecekle dolduramadığım için gittiler, kim bilir?... Evimde da*ha bir çok eksiklerim olduğunun farkmdaydım; meselâ bir iki fıçım vardı ama, haftalarca bütün gayçetimi sarf ettiğim halde, kendime bir türlü bu tipte bir fıçı yapamadım. X HATIRA DEFTERĐNĐN DEVAMI! DEPREM.. Başka bir eksiğim de mumun olmamasıydı; saat yedide ortalığın kararmasiyle beraber yatağa girmeye mecbur oluşum hiç de hoşuma gitmiyordu. Nihayet düşünerek buna da bir çare buldum. Bir keçi öldürdüğüm zaman yağını ziyan etmiyor, sonra bu yağı kendi elimle yaptığım bir toprak çanak içine koyarak güneşte kurutuyordum; sonra iplerden fitil yaparak kendime bir kandil yapmak çaresini buldum. Alevi bir mumunki kadar parlak olmamakla beraber, etrafı iyi kötü aydınlatıyordu. Bu işlerim arasında, eşyalarımı karıştırırken elime bir torba geçti. Vaktiyle içi tavukları beslemek için alınmış hububatla doluydu; bir çoğunu da fareler yemişti. Đçine barut koymak için bu torbaya ihtiyacım olduğundan, içindekileri götürüp kayanın eteğine silktim. Aradan bir ay geçmiş ve ben bu buğdayları unutmuştum bile... Derken bir gün ötede beride topraktan çıkmış tek tük yeşillikler gözüme çarptı: ilkin bunları tanımadığım bazı bitkilerdir sandım. Fakat bir müddet sonra olgunlaşmış on, oniki başak görünce, hayretler içinde kaldım. Buna ne kadar hayret ettiğimi anlatmama imkân yoktur. Nihayet düşüne düşüne buraya içinde tavuklar için alınmış tek tük buğday bulunan bir torbayı silkmiş olduğumu hatırladım. Tasavvur edebileceğiniz gibi bu buğdayı haziran ayının sonlarına doğru itina ile toplamakta kusur etmedim. Bir tanesinin bile kaybolmamasma dikkat

Page 130: Robinson Crusoe

ederek, ileride ekmek yapmama yetecek kadar mahsul alırım düşüncesiyle, hepsini mevsiminde ekmeğe karar verdim. Üç dört ay durmadan çalışarak duvarımı tamamladım. Uzaktan kulübemi farkederler korkusuyla kapı yapmadım. 16 NĐSAN: Merdivenimi bitirdim; buna binerek çitleri geç- 54 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI tim; sonra merdivenimi içeri aldım. Bu işimi bitirdiğimin ertesi günü az daha hayatımı kaybediyordum. Bakın bu nasıl oldu: Çadırımın arkasında işimle meşgul olduğum sırada, mağaranın tavanının kımıldadığını görünce ödüm koptu. Mağaranın içine çaktığım kazıklardan ikisi korkunç bir şekilde çatırdadı. Tavan başıma yıkılır da altında kalırım korkusuyla, olanca hızımla merdivene koştum. Hemen çitlerin üstünden aşarak oradan uzaklaştım; çünkü kaya parçalarının başıma yıkılacaklarını sanmıştım. Merdivenden inip ayağımı yere basmamla, adada korkunç bir deprem olduğunu anladım. Ayağımın altındaki toprak üç defa sallandı. Her üç sarsıntı da o kadar şiddetli oldu ki, hani en sağlam binalar bile buna dayanamaz, muhakkak yıkılırdı ; benden yarım mil mesafede kocaman bir kaya parçası gök gürültüsünü andıran bir gümbürtüyle yuvarlandı. Okyanus bile heyecana gelmiş gibiydi; zannedersem denizde, adadakinden daha şiddetli bir zelzele oluyordu. Bu yer sarsıntısı midemi ayağa kaldırdı; hani denizde olsaydım, fırtınaya tutulmuş geminin sallarımasiyle de midem ancak bu kadar bulanabilirdi. Şimdiye kadar böylesini ne görmüş, ne de işitmiştim... Đçimi kaplıyan şaşkınlık damarlarımdaki bütün kanı dondurmuş, ve sanki ruhumun bütün kuvvetlerini bağlamıştı. Fakat kayanın yuvarlanırken çıkardığı cehennemi gürültü kulağıma çarpmış, ve beni içinde bulunduğum hissizlik halinden kurtararak, korku ve dehşet içinde bırakmıştı: Dağdan kopmuş kocaman bir kaya parçası çadırımın üstüne düşmek üzereydi; ağırlığı altında bütün varımı yoğumu ezip mahvedecekti. Dehşetlen âdeta her tarafım buz kesildi.. Diri diri gömülürüm korkusiyle duvarımı aşıp içeri girmeye cesaret edemediğim için, yere oturup kımıldamadan duruyor, keder içinde ne yapacağımı düşünüyordum. Hava kararıyor, gök, yağmur yağacakmış gibi, kapkara bulutlarla örtülüyordu. Az sonra rüzgâr çıktı, ve gittikçe şiddetini o kadar arttırdı ki, yarım saat içinde korkunç bir kasırga halini aldı. O zaman denizin halini görmeliydiniz! Okyanus köpükten bembeyaz kesiliyor, korkunç dalgalar sahili çılgınca dövüyor, ağaçlar köklerinden sökülüyor, kısacası kasırga ortalığı kasıp kavuru- ROBENSOÎT KRÜZOE NĐN MACERALARI 55 yordu. Fırtına üç saat kadar devam etti; sonra gittikçe hafifledi. Tamamen kesilince de, bu sefer ip gibi bir yağmur şakır şa- Itır yağmaya başladı. Bu fırtınayla yağmurun, depremin tabii bir neticesi oldu-jjunu düşünerek, depremin bittiğine kanaat getirdim; hemen çadırıma koştum. Fakat yağmurun şiddetiyle çöker diye çadırda uzun zaman kalamadım. Başıma yıkılır diye korkumdan titremekle beraber yine de mağarama çekildim. Yağmur bütün gece devam etti. Adanın zelzele bölgesinde olduğunu göz önünde tutarak, bir mağara içine yerleşmenin doğru olmıyacağını, ve çadırımı açık ve düslük bir yerde kurmam lâzım geldiğini düşündüm. 30 NĐSAN : Epey zamandır peksimetimin bir hayli azaldığını farkederek, geri kalanları gözden geçirdim; peksimet sayısını günde bir taneye indirdim. Benim için bu ne acı! 1 MAYIS : Sabahleyin sular alçalmışken denize bakınca, sahilde epeyce büyük bir şey gözüme ilişti; yaklaşınca, bunların son kasırganın sahile attığı küçük bir fıçıyla geminin bir iki kırık parçası olduğunu gördüm. Gemiye baktım, her zamankinden daha fazla su üstüne çıkmış gibi görünüyordu. Testeremi alarak gemiye gittim, ve haziranın onbeşine kadar, geminin işime yarayacak parçalarını kesip kulübeme taşımaya devam ettim. 16 HAZĐRAN: Denize doğru ilerlerken, adada ilk defa bir kaplumbağa gördüm. XI HASTALIK! ĐYĐLEŞME! ÜZÜNTÜ! AVUNMA!.. 17 HAZĐRAN: Bu günü kaplumbağayı pişirmekle geçirdim; kabuğunun içinde çok miktarda yumurta buldum. Bu Allanın belâsı adaya geldiğimdenberi ağzıma keçi ve kuş etinden başka birşey koymadığım için, kaplumbağanın eti bana dünyanın en lezzetli ve en tadına doyulmaz eti gibi geldi. 18 HAZĐRAN: Bütün gün durmadan yağmur yağdı; çadırımda oturdum. Yağmur bana soğuk gibi geldi. Galiba soğuk al dun. 19 HAZĐRAN: Halim pek berbat! Hava çok soğukmuş gibi zangır zangır titriyorum. 20 HAZĐRAN: Bütün gece rahat edemedim. Vücudum ateş gibi yanıyor, başım ağrıdan âdeta çatlıyordu. _23 HAZĐRAN: Yine pek fenalaştım; vücudum ürperiyor, başım da müthiş surette ağrıyor. 25 HAZĐRAN: Şiddetli bir sıtma beni kırdı geçirdi; yedi saat beni nöbet tuttu; kâh üşüyor, kâh ateş gibi yanıyordum. Nihayet ter geldi, biraz açıldım. 26 HAZĐRAN : îyileştim; yiyeceğim kalmadığı için, tüfeğimi alıp avlanmaya çıktım. Kendimi müthiş halsiz hissediyordum; bir keçi vurdum, ve güçlükle çadıra kadar sürükliyebil-dim. Bir parça ateşte pişirerek yedim.

Page 131: Robinson Crusoe

27 HAZĐRAN: Beni tekrar sıtma tuttu; o kadar şiddetliydi ki, bütün gün bir §ey yemeden, içmeden yatakta yattım. Susuzluktan ölüyordum; fakat öyle halsizdim ki, kalkıp su alacak kadar bile takatim yoktu. Sayıklamaya başladım. Bu sayıklama beni o kadar halsiz bıraktı ki, yatakta yatmak zorunda kaldım. Arasıra: "Tanrım, halime acı!" diye "haykırıyordum. Đki üç saat hep böyle haykırdım durdum; sonra nöbetim kesildi, uyumuşum; gece yarısına doğru uyandım. Gözlerimi açtığım zaman, halsiz olmakla beraber kendimi biraz açılmış, hissettim. Müthiş de susamıştım. Evde bir damla su olmadığı için, çaresiz sabaha kadar yatmak zorunda kaldım. Tekrar uykuya dalmışım. Sabaha karşı gördüğüm korkunç bir rüya ile gözlerimi açtım. Rüyamda güya çadırımdan dışarı çıkmış, fırtına esnasında bulunduğum yere oturmuştum. Kalın ve kapkara bir bulutun içinden bir adam çıktı, ve bir alev kasırgası içinde gökten yere indi. Her tarafı güneş gibi parlıyordu, o kadar ki, ona gözlerim kamaşmadan bakamıyordum. Hali insana tarif edemiye-ceğim bir korku veriyordu. Ayağını bastığı zaman bana toprak sallandı gibi geldi. Ateş kesilen hava sanki kızgın bir firma dönmüştü. Yere iner inmez üzerime doğru gelmeye başladı. Elindeki uzun mızrağiyle beni öldürmek istediği belliydi. Birkaç adımlık mesafeye kadar sokulunca, bana korkunç bir sesle: "BU KADAR ĐŞARET KARŞISINDA HÂLÂ PĐŞMANLIK DUYMADIĞIN ĐÇĐN ÖLECEKSĐN!" dedi. Sözlerini bitirince, o korkunç; mızrağını kaldırıp üzerime saldırdı. Bağırarak uyandım. 28 HAZĐRAN : Bir iki saatlik uykudan sonra kendimi iyi hissederek kalktım. Yaptığım ilk iş, büyükçe bir şişeye su doldurup yatağımın yanındaki masaya koymak oldu. Bir parça keçi eti kesip ateşte kızarttım. Fakat pek az yiyebildim. Yemekten sonra şöyle biraz gezineyim dedim. Fakat o kadar halsiz düşmüştüm ki, onsuz bir yere gitmediğim tüfeğimi güçlükle taşıyabiliyordum. Nitekim fazla uzağa gidemedim; yere oturup denizi seyre daldım; deniz dalgasız ve çarşaf gibi düzdü. Bu vaziyette derin derin düşündüm. Zihnimi Allah düşüncesi kapladı. Akşam yatmadan evvel romun içine tütün atarak hazırlamış olduğum ilâcı içtirn. Ertesi sabah uyandığım zaman kendimi gayet rahatlamış buldum; cesaretim ve neşem yerine gelmişti. Đştahım da açılmıştı. Sıtmadan da eser yoktu. Günden güne iyileşiyordum. Ellerimi göğe doğru kaldırarak, heyecan ve vecd: içinde AUalıa dua ettim. Đçimde o zamana kadar bilmediğim bir rahatlık ve teselli hissettim.. XII ROBENSON KENDĐNE BAŞKA BÎR YER SEÇĐYOR 4 TEMMUZDAN 14 TEMMUZA KADAR: îşim gücümj tüfeğim elimde olduğu halde, adada dolaşmak oldu. Gezintileri-1 mi sık sık tekrar ediyor, hastalıktan yeni kalkıp kuvvetini top-j lamaya çalışan bir kimse gibi, uzun uzun dolaşıyordum. On aya yakın bir zamandan beri bu ıssız adada bulunuyor-1 dum. Buradan kurtulmak ümidim tamamen kaybolmuştu. Bul vahşi yere hiç bir zaman bir insan ayağı basmamış olduğuns| kesin olarak inanıyordum. Ancak 15 Temmuzda adayı dolaşma! ya çıkabildim. Önce size bahsettiğim küçük koya gittim. Bütün! sallarımı oraya çekmiştim. Dere boyunca yürümeye başladım.! Đki mil kadar gittikten sonra, küçük bir dere gördüm; suyu iyi! ve bal gibi tatlı idi. Fakat mevsim yaz yâni kurak olduğu için, | bazı yerlerinde hiç su yokmuş gibiydi. Bu derenin kıyısında, güzel bir yeşillikle kaplı çayırlar bul-1 dum. Dere kenarından uzaklaştıkça, çayırlar hafif bir meyille yükseliyordu. Nihayet su altında kalmıyacak kadar yüksek olan 1 yerlerde gayet uzun saplı bir yığın tütün fidelerine rastladım, j Daha bilemediğim bir sürü bitki vardı. Yabani şeker kamışları da gördüm. 16 TEMMUZ: Ertesi gün aynı yoldan giderek, bir gün ev-1 velkinden daha ilerilere sokuldum. Çayırlarla derenin daha içe- f rilere kadar uzanmadığını ve arazinin ormanlarla kaplı olduğunu gördüm. Burada çeşit çeşit meyvalar buldum; yeri kaplıyan ka-'J vunlar mı istersiniz, ağaçlardan sarkan üzümler mi ararsınız, \ lıepsinden vardı. Olgun ve renkli salkımlar koparılmak için bek- j liyordu. Bu keşfim beni hem şaşırttı, hem sevindirdi. Bütün günü orman kenarında geçirdim; karanlık basarken evime dönmeyi uygun bulmıyarak, ilk defa açıkta yatmaya kavrar verdim. Ortalık iyiden iyiye kararınca, adaya ilk çıktığımda ' bana sığınak vazifesi görmüş olanına benzeyen sık yapraklı bir ağaç seçerek, üzerine rahatça yerleştim, ve derin bir uyku çektim. Ertesi sabah keşfime devam ederek, dört mil kadar yürüdüm : Kuzeye doğru gidiyor, sıra tepeleri gerimde ve sağımda bırakıyordum. Bu kadar gittikten sonra, kendimi Batıya doğru meyilli düz bir yerde buldum; suları serin küçücük bir dere; bir tepeden çıkarak, karşı tarafa yâni Doğuya doğru akıyordu. Bütün bu yerler o kadar hoş havalı, o kadar yeşil, ve o kadar çiçekli görünüyordu ki, insan eliyle ekilmiş bir bahçe zannedilebilirdi. Burada baharın devamlı olarak 'hüküm sürdüğünü anlamak kolaydı. Bu nefis manzaralı vadiyi biraz indim, sonra durarak doya doya seyretmeye başladım. Bir an içimi kemiren bütün üzüntülerimi unutarak, bütün bu seyrettiğim yerlerin benim olduğunu düşündüm; bundan gizli bir zevk duydum. Bu bölgenin sahibi, mutlak kiralı bendim. Çok miktarda kakao, portakal, limon ağaçları gördüm. Hepsi yabaniydi; pek azında meyva vardı. Kopardığım yeşil yeşil limonların yenmesi hoştu. Bu kısa yolculuktan dönerken, bu vadinin bereketini, güzelliğini hayran hayran seyrediyor, bu ormanlar ve yamaçların gerisinde yerleşmenin ne kadar hoş olacağını düşünüyordum. Çadırımı kurduğum yerin adanın en fena yeri olduğunu anladım. Bunun üzerine oradan taşınıp, bu hoş ve bolluk yerde yerleşmeyi aklıma koydum.

Page 132: Robinson Crusoe

Bu tasavvuru uzun zaman kafamda taşıdım; bu yerlerin güzelliği hayalimi alabildiğine zenginleştirmişti. Fakat vaziyeti iyice gözden geçirip te, şimdiki yerimin denize yakın olduğunu düşününce, bu yakınlığın bana hayırlı olabileceğini anladım. Beni bu yerlere sürükliyen kader, bana felâket arkadaşları gönderebilirdi; gerçi böyle mesut bir hâdise pek olacağa benzemiyordu amma, adanın göbeğindeki tepelere yerleşmekle, kurtulmamı imkânsız bir hale getirmiş olmaz mıydım? O vakit yerimi değiştirmemeye karar verdim. Halbuki o cennet gibi güzel yerlere gönlümü öylesine kaptırmıştım ki Temmuzun geri kalan hemen bütün günlerini bura- da geçirdim. Yerimi değiştirmemeye karar verdiğim halde, küçük bir çiftlik kulübesi kurarak, arzumu yerine getirmekten kendimi alamadım, Burayı da çitlerle ördüm. O günden sonra, kendime, biri sahilde gemilerin gelişine göz kulak olmak için, diğeri de kırda mahsulü ve üzümleri toplamak için, iki evi olan bir adam göziyle bakmaya başladım. 14 AĞUSTOSTAN 26 AĞUSTOSA KADAR: Yağmur hiç kesilmeden yağdı, durdu. O kadar ki, hiç dışarı çıkılacak gibi değildi. Halbuki yiyeceğim de gittikçe tükeniyordu; nihayet iki defa dışarı çıkmayı göze aldım; bir keçi vurdum, bir de kocaman bir kaplumbağa buldum. Bununla kendime nefis bir ziyafet çektim. 30 EYLÜL : Adaya ayak bastığım o uğursuz günün yıldönümü! Direğimin üzerindeki çentikleri hesapladım; adaya çıkalı üç yüz altmış beş gün olmuş. O gün güneş bâtaııa kadar, tam oniki saat ağzıma bir şey koymadım. Sonra bir salkım üzümle bir parça peksimet yiyerek orucumu bozdum, ve gidip yattım. XUI ROBENSON iYi BĐR MARANGOZ VE USTA BĐR ÇĐFTÇĐ OLUYOR Daha yukarılarda, bütün adayı bir baştan bir başa dolaşmak istediğkni, ve derenin çıktığı yere kadar gelerek, orada bir .çiftçi kulübesi yaptığımı söylemiştim. Buradan adanın öbür tarafını ve denizi görmeme mâni olacak hiçbir şey yoktu. O tarafları da görmek istedim. Tüfeğimi, baltamı, köpeğimi aldım, torbama da her zamankinden daha fazla barut, kurşun, ve iki üç salkım da üzüm koyarak yola çıktım. Bütün vadiyi geçince, Batıda denizi gördüm; hava gayet açık olduğu için, denizin karşı yakasında gözüm, e belli bir şekilde bir kara parçası ilişti. Bu bir ada mıydı, yoksa kıtanın bir parçası mıydı, bunu bir türlü kestiremiyordum. Bu kara parçası çok yüksekti, ve Batıdan Güney Batıya doğru uzanıyordu. Bulunduğum adadan yetmiş-beş kilometre kadar uzaktaydı. Bu kara parçasının durumu hakkında bütün bildiğim, buranın Amerika kıtasına bağlı olduğundan ibaretti; ihtimal oralarda vahşiler oturuyordu. Kazara oraya çıkmış olsaydım; muhakkakki vahşiler beni şimdiki durumumdan daha feci bir akıbete uğratırlardı. Vaziyeti daha dikkatle inceleyince anladım ki, bu arazi ispanyol topraklarına dahilse, muhakkak vakit vakit gemilerin geçtiğini görecektim; yok tersine, şimdiye kadar gemiye falan rastlamadıysam, buraların Brezilya'yı Yeni Gırnata'dan ayıran ve vahşilerin oturdukları sahiller olması lâzım gelirdi. Bunlar insan eti yiyen, dünyanın en korkunç yamyamlarıydı; ellerine geçen insanları öldürmekten geri kalmazlardı. Böyle şeyler düşünerek yoluma devam ediyordum. Adanın bu tarafı bana bulunduğum tarafından çok başka göründü; manzarası şirin, ovaları yeşillik ve çiçekli, ormanları yüksek ve 62 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI sık ağaçlıydı. Bir sürü papağan gördüm. Bir tanesini yakalayıp kendime alıştırmak ve konuşmasını öğretmek için can atıyordum. Ni'hayet sopamla bir yavru papağan düşürdüm. Sonra yarasını sağılttım, hayvancağız kendini toparladı. Evime götürdüm; ona konuşmasını öğretinceye kadar seneler geçti. Ama sonunda ismimi gayet teklifsiz bir şekilde çağırmasını öğretebildim. Bu yüzden başımdan bir vaka geçti; gerçi ehemmiyetsiz amma, yeri gelince anlatacağım. Deniz sahiline varınca, adanın bu tarafına karşı olan hayranlığım büsbütün arttı; gözüme çarpan herşey, hisseme adanın en işe yaramıyan tarafı düşmüş olduğuna dair olan kanaatimi kuvvetlendiriyordu. Kulübemin bulunduğu sahilde bir buçuk senede üç taneden fazla kaplumbağa bulamamışken, adanın bu sahili kaplumbağayla dolup taşıyordu. Etrafta türlü cinsten kuşlar oynaşıp duruyordu. Buraları cennet gibi yerler olmakla beraber, yerimi değiştirmek için içimde en küçük bir arzu duymuyordum. Geldiğim yere alışmıştım; şu güzelim yerleri seyrettiğim anda bile, yuvamdan uzaklaşıp yabancı bir memlekete gitmişim gibi geliyordu bana!. Sahil boyunca yoluma devam ederek doğuya doğru ilerledim. Oniki mil kadar gittikten sonra, bana işaret vazifesini görsün diye, sahile uzun bir sırık diktim. Evime dönmek üzere yola çıktım. Bir başka sefer evimin doğu tarafından gidip, işaret koyduğum yere gelinceye kadar, adanın diğer yarısını da dolaşmaya karar verdim. Köpeğim yolda bir keçi yavrusu yakaladı. Hemen atik davranıp hayvancağızı köpeğin ağzından kurtardım. Zaten ne zamandır, diri diri bir keçi yakalayıp üretmek ister dururdum. Keçinin boynuna bir tasma geçirdim, sonra buna bir ip bağlıyarak peşimden sürükliye sürükliye çiftlik evime getirdim. Bir hafta evden dışarı çıkmadım; yorgunluğumun acısını çıkardım. Artık ailemize katılmış olan papağana bir kafes yaptım. Keçiyle ayrıca meşgul oldum; kendisine her gün elimle yiyecek veriyor, ve sık sık okşuyordum. Az zamanda o kadar alıştı o kadar sokulgan oldu ki, bir daha hiç yanımdan ayrılmak istemedi. ROEENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI (33;

Page 133: Robinson Crusoe

Elimde yeter derecede âlet bulunmadığı, kendim de bu alanda becerikli olmadığım için, marangozluk işleri çok zamanımı alıyordu. Meselâ mağaramda kullanılmak üzere bir tahta rafı ancak kırk iki günde yapabildim. Halbuki gerekli âletleri ve atelyesi olan iki kişi bir ağaçtan böyle altı tane rafı bir günde yapabilirdi. Ben ise ormanda seçtiğim kalın bir ağacı üç günde zar zor kesiyordum. Sonra onu üç parmak kalınlığında parçalara bölmek için balta kuvvetiyle iş görüyordum. Kasım ayı gelince, ektiğim arpa ve pirinçlerden iyi bir mahsul alacağımı umuyordum. Ektiğim arazi o kadar büyük değildi. Fakat bir gün bütün mahsulü kaybedeceğimi anladım. Yabani keçiler ve yukarıda tavşan admı verdiğim 'hayvanlar tarlaya zarar veriyorlardı; bir kere arpa filizlerinin tadını aldılar ya, gece gündüz tarladan ayrılmıyorlar, ekini, başak bağlamasına meydan vermeden yiyip bitiriyorlardı. Bu zararı önlemek için tarlanın etrafına bir çit sarmaktan başka bir çare bulamadım. Geceleri de köpeğime nöbet beklettim. Bu vaziyet karşısında hırsızlar tarladan uzaklaşmak sorunda kaldılar. Bundan sonra ekin gözle görülecek şekilde ge-iişti, olgunlaştı. Ama tam ekinler başaklanacağı sırada bu sefer de kuşlar başıma belâ oldular, Çünkü bir gün mahsulün ne âlemde olduğunu anlamak için çit boyunca dolaşırken, türlü cinsten kuşların tarlanın etrafını sarmış olduklarım gördüm; hepsi pusuya yatmış, hırsızlıklarına başlamak için gitmemi bekliyorlardı. Bu manzara karşısında yüreğim cız etti. Ümitlerimin suya düştüğünü, başıma gelecek kıtlığı, ve mahsulümün mahvoldu-ğunu görür gibi oldum. Đşin fenası bu felâketi önceden tahmin ettiğim halde, bunu ne.sıl önliyeceğimi bilmiyordum. Tüfeğimi doldurdum. Sonra tamamen gidiyormuşum gibi yaparak, tarladan birkaç adım uzaklaştım. Daha yeni gözden kaybolmuştum ki, bütün kuşlar ağaçlardan buğday tarlasına üşüştüler. Sanki bağırsaklarımı kemiriyorlar, ve sanki yedikleri her bir buğday ianesiyle elimden bir kilo ekmeğimi alıyorlardı. Hemen usulca Çite yanaşıp üzerlerine ateş ettim. Üç tanesini öldürdüm. Sonra pil ^4 ROBENSON KRÜZOENĐN MACERAL'ARI inmları alıp diğerlerine örnek olsun diye tarlanın ortasına diktiğim uzun bir sırığa astım. Ötekilerini korkutmak için baş vurduğum bu çare çok iyi neticeler verdi. O günden sonra kuşlar ¦tarlama gelmedikten başka adanın bu tarafında bir daha da görünmediler. Buna, tahmin edileceği gibi, pek çok sevindim. Aralık ayının sonlarına doğru mahsulü biçtim. XIV ROBENSON ÇÖMLEKÇĐ, DEĞĐRMENCĐ, EKMEKÇĐ OLUYOR Fakat ekinleri biçmekle iş bitmemişti: Çünkü ekmek yapmak için taneleri ne şekilde öğüteceğimi bilemediğim gibi, öğütüp hamur yapmaya muvaffak olsam bile bunu nasıl pişireceğime akıl erdiremiyordum. Önce daha fazla mahsul elde etmek için bu buğdayların bir tanesine bile elimi sürmemeye karar verdim. Buğdayları baştan ekip de, mahsul alana kadar altı ay geçerdi; bu zaman zarfında ben de ekmek yapmak için lüzum-iu aletleri yapabilirdim. Yağmurların devamlı surette yağması yüzünden evimde kapanıp kaldığım zaman boyunca, lüzumlu aletleri yapmaya uğraştım. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da papağanımla eğlenmekten geri kalmıyordum. Böylelikle papağan adını söylemeği öğrendi: MĐNĐK PAPAĞAN.. Bunlar adaya yerleştiğimden beri benimkinden başka bir ses tarafından söylendiğini işittiğim ilk sözlerdi. Bu küçücük hayvan ben çalışırken bana arkadaşlık ediyor, ve onunla olan konuşmalarım bana üzüntülerimi unutturuyordu. Uzun zamandan beri acaba kendime topraktan bir çanak yapamaz mıyım diye düşünüp duruyordum; çünkü böyle kaplara fazla i'htiyacım vardı. Fakat nasıl bir usul kullanacağımı bilmiyordum. Memleketin sıcak iklimini göz önüne alarak, elverişli balçık bulabildiğim takdirde, bu çamura çanak çömlek şekillerini verebileceğimden emindim. Bunlar güneşte kuruyun-ca, kullanılmaya gelecek kadar sert ve dayanıklı olacaklardı. Balçıktan çanak çömlekler yapmayı başanncaya kadar ne hallere girdiğimi anlatsam, okuyucularım bana acırlar, daha doğrusu halime gülerler; kapların şekilleri öyle acaip, öyle bi-eimsiz oluyordu ki! Balçık kendi ağırlığına dayanacak kadar Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 5 66 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERAL'AĐRI ROBENSON KRÜZOENĐN MACERALARI 67 sağlam olmadığı için, parçalar halinde düşüp dağılıyordu. Ah, i hele kapların güneşin kızgın ışıklarında çatlamaları yok muydu ! Ya hele, kurumadan evvel veya kuruduktan sonra yerlerini değiştirirken o kırılmaları!... Kısacası iki ay didinip durmama karşılık elime küp adın veremiyeceğim kocaman iki biçimsiz. ¦.] kaptan başka bir şey geçmedi. Bununla beraber güneşte adamakıllı pişmiş ve sertleşmiş, i olduğundan, bu iki kabı kırılmalarına mâni olmak için hazırla- : dığım kamış sepetler içine koydum. Bu iki kabın daima kuru kalacağını ümit ediyor, onların içine buğdaylarımı, ve öğüttükten sonra da unumu koymayı düşünüyordum. Büyük kaplar yapmayı pek beceremediysem de, tas, tabak,, testi gibi ufak kaplar yapmaya muvaffak oldum. Çamur elimin, i altında her gün türlü şekil alıyor, ve güneşte şaşılacak derecede, j sertleşiyordu. Sonra çamur

Page 134: Robinson Crusoe

kapları küle gömüp etrafına ateşi yakmak suretiyle pişirmek usulünü buldum. Bundan sonra da; bana faydası dokunacak ne kadar kap kaçak varsa 'hepsini yap-1 tığımı söylememe bilmem lüzum var mı ? Ateşe dayanan bir kap yaptığımı gördüğüm zaman duydu- ] ğum sevinçten daha büyük bir sevinç zannetmem ki insan duyabilsin ! Kaplar soğuşun da içine et pişirmek için su koyup ' ateşe oturtayım diye âdeta bekleyemiyordum. Tencere ateşte < fokur fokur kaynadı; içine attığım keçi etinden nefis bir et suyu oldu. Bundan sonra en çok istediğim şey, buğdayı öğütebileceğim bir taşa sahip olmaktı. Zira bir değirmen yapmak öyle sa-"! nat isteyen bir şeydi ki, böyle bir şey yapabileceğimi aklıma, bile getirmedim. Günlerce adada kocaman bir taş aradım. Elimde alet olmadığı için dağlardan kaya parçaları da koparamazdım. Hem koparsam da kayalar kumlu olduğu için, kolayca ufalanıyorlardı. Birçok zamanımı böyle taş aramakla geçirdikten sonra, ormanda sert bir ağaç kütüğü aramayı akıl ettim. Böyle-; bir kütüğü kolayca buldum. Kımıldatabildiğim en büyük kütüğü alarak, baltamla ona yuvarlak bir şekil verdim, dışını yon- j tup düzelttim; uzun uzun çalışarak kütüğün içini oymaya mu-1 vaffak oldum; böylece kendime ağır ve kocaman bir havan yap-J tını. Bu suretle hazırladığım âletleri bir tarafa kaldırarak ikinci mahsul alacağım günün gelmesini bekledim. Bu güçlüğü de atlattıktan sonra bu sefer de başka bir mesele çıktı: kepeği undan ayırmak için bir eleğe ihtiyacım vardı. Buna da bir çare bulmak için uzun zaman kafa patlattıktan sonra, nihayet gemiden aldığım eşyalar arasında tayfaların kravatları bulunduğu aklıma geldi; bunlardan kendime bir elek yaptım. Bundan sonra iş ekmek pişirmeye dayanıyordu; hamuru hem yoğurmak hem de pişirmek lâzım geliyordu. Sonra mayam da yoktu. Nihayet ekmek pişirmeye de bir çare buldum. Fazla derin olmıyan geniş toprak kaplar yaptım. Onları ateşte pişirip hazırladıktan sonra bir tarafa kaldırdım. Ekmeğimi fırına atmak istediğim zaman, ocağımı yakacaktım. Onun ateşi kömür olup da ocağın taş zeminini örtecek şekilde etrafa dağılınca, ocağın taşının adamakıllı kızmasını bekliyecektim. Sonra da ocağın kömürleriyle küllerini bir tarafa süpürgeyle güzelce sü-pürdükten sonra hamurumu taşın üstüne koyacak ve üzerini bu iş için hazırladığım geniş kaplarla örtecektim. Bundan sonra da harareti arttırmak için bu kapların etrafını kömür ve küller le saracaktım. Adada yaşadığım üçüncü yılın büyük bir kısmını bu işleri yapmakla geçirdiğimi söylersem, hiç şaşmayınız; tabii bazı günler ziraat ve hasat işleriyle uğraştım. Zamanı gelince buğdayımı biçtim, elimden geldiği kadar buğdayı eve taşıdım, başakları büyük sepetlere doldurdum; vaktim oldukça taneleri elimle başaklardan ayıracaktım. XV KOBENSON BĐB KAYIK YAPIYOR Bütün bu işler olup biterken, düşüncelerimi ada'nın karşısında keşfettiğim kara parçasına doğru sık sık kaydığını pek âlâ tahmin edebilirsiniz. Bu kara parçası her aklıma geldikçe, oraya çıkmak için içimde gizli bir istek duyuyordum. Bulunduğum adada insan yaşamadığını, halbuki gitmeye can attığım arazinin Amerika kıtasına ait olduğunu düşünüyor, ve burası ne şekilde bir yer olursa olsun, oraya geçtiğim takdirde daha içerilere gidebileceğimi, bu suretle bir çaresini bulup bu sefil hayattan kurtulabileceğimi ümit ediyordum. Bütün bunları düşünürken, böyle bir teşebbüsün beni ne gibi tehlikelere sokacağını hesaba katmıyordum. Ya bir de Af-rikamn arslan ve kaplanlarından daha vahşi yamyamların eline düşersem?! Öldürülmeden onların elinden kurtulmak bir mucize idi! Haydi diyelim ki bu va'hşiler insan eti yemiyorlar, ama ellerine geçersem yine ölüm tehlikesine maruz olurdum; çünkü benden evvel birçok Avrupalı aynı akıbete uğramıştı. Halbuki denizi geçip bu araziye çıkmak için âdeta deli oluyordum. O vakit yol arkadaşım Suri ile Afrika sahilleri boyunca binyüz kadar millik yol katettiğim yelkenli kayığımı ne kadar aradım! Fakat bu pişmanlıktan bir fayda çıkmıyacağı için, geminin batan kayığını gidip görmek aklıma geldi. Kayığı hemen hemen eski vaziyetinde buldum; altı üstüne gelmiş, yüksek bir kum tümseğine oturmuştu. Biri yardım edip de, yüzdürmeğe muvaffak olsaydım, bu kayık beni Brezilya'ya kadar pek âlâ götürebilirdi. Günlerce kayığı yüzdürmeye uğraştımsa'da, bu mümkün olmadı. Nihayet bu parlak tasavvurdan vaz geçmek, zorunda kaldım. Bunun üzerine bu memleketin yerlilerinin yaptıkları gibi, kendime ağaç kütüğünden bir kayık yapıp yapamıyacağımı düşünmeye başladım. Bu işi yapmak bana kolay göründü. Ama kayığı yapıp bitirdikten sonra onu suya nasıl indirecektim? Halbuki bu kayığa binip karşı araziye geçmek arzusu bütün oyiesıne avucuna aımıştı ki, Kayığı nasıı yürütüp suya indireceğimi bir defa olsun düşünmek aklıma gelmedi. Bir sedra ağacı kesmekle işe başladım. Lübnan'ın bile Süleyman'a Kudüs tapınağını inşa etmesi için bundan daha güzel bir ağaç verdiğini sanmıyorum. Bu ağacın çapı dip tarafından altı ayağa, boyu da yirmi iki ayağa yakındı. Bu ağacı büyük bir gayret sarf ederek devirebildim; baltayla ağacı dibinden kesmek için tam yirmi gün uğraştım. Ağacın geniş tepesini budamak için on beş günümü harcadım. Bu ağacı bir kayık sırtı şekline sokabilmek, ve üstünü rendeleyip düzeltmek bana bir ay çalışmaya mal oldu. Đçini oyup mükemmel bir kayık haline sokmak için de en az üç ay çalıştım. Bu işi ateş kullanmadan, yalnız çekiç ve makasla başardım. Böylece yirmi altı adam taşıyacak kadar gayet güzel bir kayığa sahip oldum. Bu kayık beni ve eşyalarımı bol bol taşıyabilirdi. Bu işimi bitirince pek çok sevindim. Gerçekten bu derece güzel yekpare bir kayık görmemiştim. Şimdi kayığı suya indirmek kalıyordu. Kayığımı suya indirmek için başvurduğum bütün çareler boşa çıktı. Kayığı suya indireceğim diye, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Halbuki denize de fazla uzak sayılmazdı. Fakat karşıma çıkan ilk engel koyla aramızdaki bir toprak tümsekti; ama bu engel beni yıldırmadı; bir kürek yar-dımiyle bu tümseğin hakkından gelmeyi aklıma koydum. Ne yapıp yapıp bunu düzeltecek, hattâ bir iniş de

Page 135: Robinson Crusoe

meydana getirecektim. Hemen işe giriştim. Ne kadar yorulduğumu imkânı yok anlatamam. Gözlerimin önünde hürriyet gibi kıymetli bir hazine bulunmasaydı, bu işin hakkından zor gelirdim. Ama bu güçlüğü yenmekle iş bitmiş değildi; çünkü kayığı yerinden kımıldatmama imkân ve ihtimal yoktu. O vakit mesafeyi ölçerek, bir kanal kazmayı düşündüm; madem kayığımı denize getiremiyordum, o halde denizi kayığımın ayağına getirecektim. Kanalın derinliğiyle genişliğinin ne kadar olacağını, ve toprağı ne gibi bir usulle boşaltacağımı hesaplayınca, elimdeki imkânlarla bu işi on, oniki senede başarabileceğimi anladım. Gerçekleştiremediğim için bu tasavvurdan da içim yana yana vaz geçtim. Bu sonuncu teşebbüsümün ortasında, adadaki dördüncü senem tamam oldu. XVI DENĐZDE BĐR GEZĐNTĐ Artık hiç bir şeyde gözüm kalmamıştı; çünkü her şeyim vardı. Bütün ada emrimde olduğu için, isteseydim hükümdarlı ğımı bile ilân edebilirdim! Başlangıçtakinden çok daha rahat ve çok daha mesut bir hayat sürmeye başlamıştım. Elbiselerim eskimeye yüz tutmuştu. Epey zamandan beri de çamaşırım kalmamıştı; tayfaların sandıklarında bulduğum birkaç çizgili gömlek eskiyecek diye aklım gidiyordu. Çünkü adadaki boğucu sıcaklar yüzünden elbise namına gömlekten başka bir şey giyemiyordum. Müthiş sıcak olduğu halde ve adada yapayalnız olmama rağmen yine de çıplak dolaşmaya bir türlü razı olamıyordum. Böyle bir şeyi düşünmek bile içime fenalık veriyordu. Öldürdüğüm bütün hayvanların postlarını saklıyordum. Bunlardan bazıları güneşte öylesine kurumuş, ve öylesine sertleşmişti ki, bunların bana hiç bir faydası dokunmadı. Đşime ya-rıyanlardan, ilkin yağmurdan daha iyi korunayım diye, kıllı tarafını dışarı çevirmek suretiyle kocaman bir başlık yaptım. Sonra kendime gayet bol bir ceketle, paçaları son derece bol bir pantolon yaptım. Yağmur geçirmediği için bu elbise hayli işime yaradı. Bütün bu işler bittikten sonra, birçok zaman ve emek har-cıyarak kendime bir şemsiye yaptım. Ama yaptıklarımı hiç de beğenmiyordum. Nihayet oldukça ihtiyacımı karşılayan bîr şemsiye yaptım. Onu kıllı tarafı dışa gelecek şekilde deri ile kapladım. Bundan sonra tam beş sene başımdan olağanüstü bir hadi-1 se geçmedi. Bu beş sene zarfında her zamanki gibi, ekinlerimi] ektikten, üzümlerimi asıp kuruttuktan ve avlanmaya çıktıktan başka, kendime bir de küçük bir kayık yaptım. Sonra altı ayak ve uuil ayaü gemgugıııut; uır ii.a.j.ıa.1 j^aüctıaK, Kayı- ğı körfeze indirdim. Düşünmeden yaptığım ve son derece büyük olan birinci kayığı ne suya indirmeye muvaffak oldum, ne de onu denize indirmek için lüzumu kadar geniş bir kanal kazabildim. Yeniden denize açılmak çaresini bulmak suretiyle, bana hapishane vazifesini gören bu adadan kurtulacağımı o kadar ümit ediyorum ki, elimden gelen gayreti esirgemeden bu kanalı kazmak için tam iki yıl çalıştım. Küçük kayığımın boyu, onu yapmaya başlarken düşündüğüm gayeyi gerçekleştirmeme imkân vermiyordu; halbuki ben kırk millik bir yolculuğu göze alarak uzakta gördüğüm kara parçasına çıkmayı düşünüyordum. Bu tasavvurdan vaz geçerek, adanın etrafını dolaşmaya karar verdim. Karadan adayı dolaşırken yaptığım keşifler, bende onun geri kalan sahillerini de görmek gibi şiddetli bir arzu uyandırmıştı. Bu yolculuğu daha emniyetle yapabilmek için, kayığımı elimden gelen en iyi şekilde donattım; ona bir direk bir de yelken yerleştirdim. Kayığı bir prova ettim. Gayet iyi rüzgâr aldığını görünce, kayığa girebilecek yağmur ve deniz sularına karşı yiyeceklerimle cephanelerimi korumak için, ön ve arka tarafta dolabınısı bir şeyler yaptım. Sonra güneşten korunmak için de, şemsiyemi kayığın arka tarafına yerleştirdim. Artık kayığımla arada bir denizde gezintiler yapıyor, fakat koydan fazla açılmamaya dikkat ediyordum. Nihayet memleketimin sınırlarını görmek sabırsızlığıyla, kayıkla adanın etrafını baştan başa dolaşmaya karar verdim. Bu maksatla kayığa lüzumu kadar yiyecek taşıdım. Adadaki esaretimin altıncı yılında, Kasımın altıncı günü yola çıktım; Bu yolculuk umduğumdan daha uzun sürdü. Ada aslında pek geniş değildi ama, Doğu kısmında denizin iki mil kadar içine sokulan kayalar vardı. Bazıları denizin üstüne yükseliyor, bazıları, da suların içine gizlenmiş bulunuyordu. Bundan başka bu kayaların önünde geniş bir kumluk vardı; bu burnu geçmem için denize epey açılmak zorunda kalmıştım. Bu ilk güçlükler karşısında nerdeyse bu gezintiden vaz geçecektim. Kayığımı sahile yanaştırıp demir attıktan sonra ka- Artık kayığımla arada bir denizde gezintiler yapıyor, fakat koy'dan fazla açılmamaya dikkat ediyordum. oturdum. Bu burnun çok yakınından geçip doğuya doğru giden bir akıntı farkettim. Bu akıntı adanın öbür tarafında da devam ediyor, yalnız burada karadan çok uzaklaşıyordu. Güney Doğudan oldukça şiddetli bir rüzgâr estiği için iki gece bu tepede yattım. Üçüncü gün rüzgâr hafiflemiş, deniz de sakinleşmiş olduğu için, yolculuğa tekrar başladım. Daha burna yeni varmıştım ki, kendimi kuvvetli bir akıntı içinde ve derin bir denizde buldum. Halbuki denizden ancak bir kayık boyu uzaklaşmıştım. Bu akıntı beni o kadar şiddetle sürüklüyordu ki, kayığı sahil kenarında tutmaya muvaffak olamadım. Bütün yaptığım manevralar boşa çıkıyordu. Artık kendime ölmüş gözüyle bakıyordum. Deniz gayet sakin olduğu için, boğulmaktan korkmuyordum ama, yiyeceğim tükenince açlıktan yakamı nasıl kurtaracaktım? Bu akıntının beni açık denizlere atacağım tahmin ediyor, fcelki de bin milden fazla bir yolculuk yaptıktan sonra bile bir adaya veya bir kara parçasına rastlıyacağıml ümit etmiyordum. O zaman ada'm bana dünyanın en güzel yeri gibi göründü. Biz zaten hep böyleyizdir: bir şeyin değerini ancak o elimizden gittiği zaman anlarız!

Page 136: Robinson Crusoe

Sevgili ada'mdan engin denizlere doğru sürüklendiğimi görünce ne kadar ümitsizliğe düştüğümü tasavvur edemezsiniz. Adadan iki mil kadar uzaklaşmış, ve onu bir daha görmekten ümidi kesmiştim. Birçok gayret sarfederek, kayığımın burnunu Kuzeye doğru çevirmeye çalışıyordum. Öğlene doğru gayet elverişli bir rüzgâr çıktı. Bu esnada adadan pek çok uzaklarda olduğum için, onu hayal meyal seçebiliyordum. Yelken açarak Kuzeye doğru gitmeye başladım. Kendimi akıntıdan kurtarmaya çalışıyordum. Daha yelkenimi 'henüz açmıştım ki, suların berraklaştığmı görerek, akıntıda bir değişiklik olacağını anladım; çünkü akıntı şiddetli olduğu yerlerde sular bulanık ve kirli oluyor, ve akıntı azaldıkça da sular berraklaşıyordu. Yarım mil kadar gittikten sonra akıntıyı ikiye bölen kayalara rastladım. Akıntının büyük bir kısmı, kayaları Kuzey-Doğuda bırakarak, Güneye doğ- uugiu *du. Ancak idam edilecekleri yere geldikten sonra affa uğramanın veya kendilerini boğazlıyacak haydutların elinden kurtulmanın tadını tatmış olanlar, benim o vakit ne büyük bir sevinç duyduğumu tasavvur edebilirler. Bu akıntı beni bir saat ka->dar sürükledi; şimdi beni doğru ada'ma, yâni beni ondan uzak-laştirmış olan akıntıdan iki mil daha Kuzeye götürüyordu. Nitekim adaya vardığım zaman, Kuzey kısmında yâni hareket •ettiğim yerin tam aksi tarafında bulunuyordum. Sular burada tamamen hareketsizdi, denizde de bir kımıldama yoktu. Saat •dört olmalıydı. Ada'mdan henüz üç mil kadar uzaktaydım. Bir saat sonra sahilden bir mil kadar mesafeye yaklaştım. Burada da sular sakindi, nihayet karaya çıkmakta gecikmedim. Adaya çıkar çıkmaz hemen yere kapanıp beni kurtardığı için, Allaha dua ettim. Sonra kayığımı ağaçlar altında bulduğum sığ bir yere çektim. Bu yolculuğun verdiği yorgunluktan bitkin bir hale geldiğim için, hemen olduğum yerde uyuyup kalmışım. Uyandığım zaman, kayığımı evimin yanındaki koya kadar nasıl götüreceğimi düşündüm durdum; denizden götürmek tehlikeli olacaktı. Nihayet Batı tarafındaki kıyılar boyunca gitmeye karar verdim. Bu taraflarda kayığımı çekecek bir koy bulacağımı ümit ediyordum. Hakikaten sahili üç mil kadar takibet-iikten sonra bir koya rastladım. Koy, denize dökülen bir deremin ağzına doğru gittikçe daralıyordu. Kayığımı sahile çektim. Nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakmınca, evimden çok uzakta bulunmadığımı anladım. Bütün yiyeceklerimi kayıkta bırakarak, tüfeğimle şemsiyemi alıp yola çıktım. Akşama doğru eve vardım. Çitten atladım, müthiş surette yorgun olduğum için, gölgesine uzandım. Uyumuşum. Uykumun arasında birinin beni ismimle çağırdığını işitiyordum: Bobenson, Bobenson, Krüzoe, zavallı Robenson, nerelerdeydin? Robenson Kriizeo neredeydin? Bütün sabaîı kürek çekmiş, akşama kadar da taban tepmiş olduğumdan, bir türlü gözlerim açılmıyordu. Yarı uykuda, yarı tıyaniü, Kenaımaen geçmiş un name yn beni çağırdığını sanıyordum. Halbuki ses adımı tekrarlamakta devam ediyordu. Büyük bir korku ve dehşet içinde uyandım. Çitin üstüne konmuş olan papağanımı görünce korkum biraz yatıştı. Bana seslenenin bu kuş olduğunu anladım, çünkü bu sözleri söylemesini ona ben öğretmiştim. Ekseriya gelip parmağıma konar, sonra gagasını yüzüme yaklaştırarak: "Zavallı Kobenson Krüzoe, neredeydi»? Nerelerdeydin?" diye söylenmeye başlardı., Kuşu adıyla çağırdım; yine gelip baş parmağıma kondu, ve beni tekrar gördüğüne çok sevinmiş gibi: "Zavallı Bobenson Krüzoe, nerelerdeydin?" diye bağırdı. Kuşu alıp evime girdim. Denizlerde yeter derecede dolaşmıştım; şimdi artık dinlenmeye ve atlattığım tehlikeleri düşünmeye fazlasiyle ihtiyacım vardı. Kayıktan da, adanın etrafını dolaşmaktan da vaz geçerek, bir yıldan fazla bir zaman kadere boyun eğip rahat rahat yaşadım insanlar hariç, tamamiyle mesut olmam için hiç bir eksiğim 3?oktu.. ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERACARI 77 xvn DEHŞET VEREN BĐR KARŞILAŞMA. TEHLĐKE Adaya yerlegeli onbir sene geçtiği, ve yiyecekle barutum da epey azaldığı için, keçileri barut harcamadan, kurnazlıkla yakalamak için, bir çare düşünmeye başladım. Bu maksatla ağlar gerdim; muhakkak yakalananlar olmuştur amma, ipler gayet çürük olduğu için kolayca kurtuluyorlardı. Ne zaman baksam ağlarımm kopmuş, yemlerimin yenilmiş olduğunu görüyordum. Pirinç teller olmadığı için daha sağlam ağlar da yapamiyordum. Bir de keçileri tuzak kurarak yakalamaya çalıştım; keçilerin otlamak âdetinde oldukları yerlere çukurlar açtım; üzerlerini kafes şeklinde ördüğüm dallarla kapıyarak, bunların da üzerine toprak, pirinç ve buğday başakları serptim. Ama bu usul de para etmedi: Keçiler bizim başakları yiyor, hattâ çukura düşüyor, fakat bir kolayını bulup yine dışarı çıkıyorlardı. Nihayet bir gece üç kapan kurmayı akıl ettim. Ertesi sabah kapanlara bakmaya gittiğimde, birinde son derece büyük bir teke, diğerinde de biri erkek ikisi dişi olmak üzere üç keçi yavrusu buldum. Đhtiyar teke o kadar yabaniydi ki, onu ne yapacağımı bilmiyordum. Onu öldürmek benim için işten bile değildi amma, bundan elime bir şey geçmiyecekti. Nihayet hayvanı azat ettim. Üç keçi yavrusunu da ayni ipe bağlıyarak evime getirdim. Bana alışincaya kadar aradan epey zaman geçti. Onlara ekseriya arpa başakları ve bir iki avuç pirinç veriyordum. Bir buçuk sene iyinde yarısı teke yarısı da dişi keçi ve oğlak olmak üzere oniki baş hayvandan ibaret bir sürüm oldu. Đki sene sonra da bunların sayısı kırk üçü bulmuştu. Onlar için beş tane küçük ağıl yaptım.

Page 137: Robinson Crusoe

Kendimi saray adamları karşısında yemek yiyen bir krala benzetiyordum; en çok sevdiğim papağanıma konuşma müsaadesi vermiştim. Bir hayli yaşlanmış olan köpeğim her vakit sağıma otururdu. Đki kedimden biri masanın bir başında, diğeri öbür başında oturur, kendilerine et vermemi beklerlerdi. Bir zamandan beri yine kayığıma kavuşmak istiyordum. Gel gelelim başımı yeni tehlikelere sokmaktan da çekmiyordum. Nihayet bir gün bu arzum o kadar kuvvetlendi ki, dayanamayıp yola çıktım. Kayığımın bulunduğu yere yaklaşınca, kumun üzerinde çıplak ayak izlerine rastladım. Ömrümde bu kadar korktuğumu bilmiyorum; yıldırım çarpmış, yahutta bir hortlak görmüş gibi olduğum yerde zınk diye durdum. Yere yatarak etrafa kulak kabarttım, gözlerimi etrafta gezdirdim; fakat ne bir şey gördüm, ne bir şey işittim: daha uzakları göreyim diye küçük bir tepe üstüne çıktım; sonra tepeden inerek tekrar sahile gittim. Ama evvelce gördüğümden başka bir ayak izine rastlamadım. Belki de korkumun yersiz olduğunu, yanlış gördüğümü ümit ederek ize iyice sokuldum... Fakat parmakları, topuğu ile ayak izi olduğu gibi duruyordu. Buna ne mâna vereceğimi bilmiyordum: Şaşırmış bir halde, istihkâmıma doğru kaçmaya başladım; her adımda bir durup arkama takıyor, önüme çıkan her çalıyı insan sanıyordum. Đstihkâmıma doğru koşarken, aklıma ne çılgın fikirler, ne korkunç düşünceler gelmiyordu ki! Eve varır varmaz, peşimden kovalıyan varmış gibi, kendimi içeriye dar attım. Eive merdivenden çıkarak mı, yoksa mağaranın kapı adını verdiğim deliğinden mi girdim, burasını hatırlamıyorum bile! O kadar korkmuştum ki, buna dikkat edecek halde değildim,. Bütün gece gözüme uyku girmedi: Bu dehşete uğradığım yerden çok uzaklarda olduğum halde, kafama hep korkunç fikirler hücum ediyor, hayalimde 'hep korkulu şeyler görüyordum. Sahilde gördüğüm bu ayak izi kimin olabilirdi ? Bu olsa olsa vahşilerin ayak iziydi. Đhtimal kayıklarına binip denize açılmışlar, sonra da akıntılar ve ters taraftan esen rüzgârlarla adaya sürüklenmişlerdi. Ve gene belki de ben onların yüzünü nasıl görmek istemiyorsam onlar da, öylece ıssız adada kalmak istememişlerdi. Bir yandan zihnimden bu çeşit düşünceler geçiyor, bir yandan da vahşiler geldiği sırada adanın o tarafında bulunmadı- 78 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI ğım, ve kayığım gözlerine ilişmediği için, Allaha şükrediyordum. Çünkü kayığımı görmüş olsalardı, muhakkak adada insan bulunduğuna hükmeder, beni aramaya çıkarlardı. Öyle anlarım oluyordu ki, kayığımı bulmuş olduklarını düşünüyor, o zaman bu düşünce ile aklımı oynatacak hale geliyordum. Vahşilerin her an daha kalabalık bir halde gelmelerini bekliyordum; kendimi onların vahşetinden kurtarsam bile, ağıllarımı görürler de bütün hayvanlarımı alıp götürürler, tarlalarımı harap ederler diye ödüm kopuyordu. Maazalla'h açlıktan öldüğüm gündü. Zihnime korkunç düşüncelerin biri gelip biri giderken, korkumun bir kuruntudan ibaret olması ihtimali aklıma geldi. Öyle ya, belki bu gördüğüm izler benim kendi ayak izlerimdi. Bu düşünce üzerine bana cesaret geldi, tjç gün üç gece kale'mden dışarı çıkmamış, yanımda bir iki peksimetle sudan başka bir şey olmadığı için, açlıktan ölecek hale gelmiştim. Keçilerimin sağılması lâzım geldiğini düşündüm. Đyi etmişim de yanlarına gitmişim: Hayvancıklar üç gün sağılmadıkları için epey sıkıntı çekmişler, çoğu hastalanmış, bir kısmının da sütü kesilmişti. Keçileri sağmak için kırdaki evime giderken kazara biri beni görseydi, mutlaka benim oynattığıma hükmederdi: Çünkü korka korka yürüyor, sık sık dönüp arkama bakıyor, bazen de kovayı yere bırakıp canımı kurtarmak istiyormuşum gibi bacaklarımın var kuvvetiyle kaçıyordum. Bu evimde iki üç gün kaldıktan sonra, cesaretim daha da arttı. Artık hayalimin beni aldatmış olduğuna kanaat getirmeye başlamıştım. Amma yine de o yere gidip ayak izini ölçmeden bir türlü içim rahat etmiyordu. Mahut yere gelir gelmez, ayak izinin benim ayağımdan çok daha büyük olduğunu gördüm. O zaman aldı mı beni yeniden bir korku! Sıtmaya tutulmuşum gibi vücudum zangır zangır titremeye başlamasın mı? O vakit adanın bu sahiline vahşilerin çıktığına, veya adada benden başka insanlar oturduğuna kanaat getirerek, evin yolunu tuttum. Ansızın bir tehlikeye uğramam ihtimali vardı. Bu karma karışık düşünceler yüzünden bütün gece gözüme uyku girmedi. Nihayet sabaha karşı uyumuşum. Uyandığım ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 79* zaman sanki biraz rahatlamıştım. Durumumu daha sakin bir şekilde gözden geçirmeye başladım. Ve bu derece güzel, bereketli bir adanın boş bırakılmıyacağma, burada devamlı olarak, oturmamakla beraber ara sıra vahşilerin kayıklarla gerek kendi istekleriyle, gerekse ters istikametten esen rüzgârlar yüzünden adaya geldiklerine hükmettim. Adada onbeş senedenberi yaşadığım halde 'hiç insana rastlamamıştım. Đşte asıl onların,' bu belli olmıyan zamanlardaki gelişlerinden korkmam lâzımdı. O zaman mağaramın içini oyarak öbür tarafta bir kapı: açtığıma bin kere pişman oldum. Bu hatâyı tamir için, istihkamımın birkaç metre ötesinde yine yarım daire şeklinde ikinci., bir korunma hattı yapmaya karar verdim; zaten buraya onikt sene evvel iki sıra-ağaç dikmiştim. Bunlar o kadar sıktı ki, aralarına az miktarda çitler koymakla burasını kâfi bir korunma hattı haline koymak kolaydı. Böylece iki istihkâmım olmuştu: Dış taraftaki odun parça- . lan, eski halatlar ve sağlamlaşmasına yarıyacak bir sürü şeyle .kuvvetlendirdim, sonra toprak taşıyıp çiğnemek suretiyle bunu on ayaktan fazla genişlettim. Çitin duvarında elim geçecek kadar geniş beş tane delik açtım; her bir deliğe bir tüfek yerleştirdim. Bunları küçük

Page 138: Robinson Crusoe

fıçılara o şekilde yerleştirdim ki, iki dakikada hepsiyle ateş edebilirdim. Bu istihkâmı daha mükemmel-bir hale koymak için aylarca çalıştım. Onu bitmiş görünceye kadar da durmadım, dinlenmedim. Bu iş bitince, istihkâmın dışındaki büyük bir arazi parça--sini kısa zamanda tutunup gelişen, kamışa benzer ağaç fidan-lariyle doldurdum. Zannedersem yalnız bir senede yirmi binden fazla fidan ektim. Bu koru ile istihkâmım arasında geniş bir-boşluk bırakmıştım. Buradan düşmanımı görebilecek, ve bu fidanlar arasında bana tuzak kurmasına imkân vermiyecektim. Đki yıl sonra fidanlar oldukça sık bir koru meydana getirdiler. Altı yıl sonra da öyle sık öyle girift bir orman halini almıştı ki;, içinden geçmek imkânsızdı. Bu ağaçların bir insan evi sakladığı kimsenin aklına hayaline gelmezdi. Böylece kendimi korumak için, ihtiyatkârlığın insanın ak- 80 ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERAL'ARI ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERALARI 81 lına getireceği bütün tedbirleri aldım. Bunları şimdilik aslı astarı olmıyan bir korku yüzünden yapmıştım amma, bu tedbirlerin pek de lüzumsuz olmadığı ilerde görülecektir. Bu işlerim arasında başka şeylerle de meşgul olmaktan ge-xi kalmıyordum. Keçilerimi emniyette bulundurmak için, göze .görünmeyen yerlerde birbirinden uzak iki üç ağıl meydana getirmek çaresini buldum. Her bir ağıla beş altı keçi kapatacak, büyük sürünün başına bir felâket gelirse, kısa zamanda ve az -bir zahmetle bunları üretecektim. Đşte başıma bütün bu işleri açan hep o ayak izi oldu. Đki seneden beri ölüm korkusu içinde yaşıyor, her an parçalanıp yenilmesini bekleyen, etrafı binbir tehlikeyle çevrili bir adam gibi bitkin bir halde bulunuyordum. Canlı erzakımızın bir kısmını bu şekilde emniyet altına aldıktan sonra, bir gün adanın Batı burnuna doğru her zamankinden daha fazla ilerleyince, bulunduğum bir tepeden açık denizde bir kayık görür gibi oldum; gemiden kurtardığım sandıkların birinde bir iki dürbün bulmuştum; ama aksi gibi bunlardan hiçbirini yanıma almamıştım. Bunun ne olduğunu göreyim diye gözlerimi bir hay]i yordumsa da ne olduğunu iyice seçemedim. Bu bir kayık mıydı, yoksa başka bir şey miydi diye kararsızlık içinde kalınca, bir daha yanıma dürbün almadan bir yere çıkmamaya karar verdim. Adanın Güney-Doğusuna düşen sahilde gözlerime çarpan bir manzara beni şaşkınlık ve dehşet içinde bıraktı: Oraya buraya kafalar, eller, ayaklar ve daha bir sürü insan kemikleri saçılmıştı. Az ötede bir ateşin izleri gözüme ilişti. Toprağa kocaman bir daire çizilmişti; herhalde bu iğrenç vahşiler, buraya oturmuş ve kendilerine korkunç bir ziyafet çekmişlerdi. Sonradan vahşilerin esirlerini bu sahile getirip öldürdüklerini ve yediklerini öğrendim. Bu vahşi manzara karşısında, bu cehennemi vahşetin bende uyandırdığı hisler yüzünden bütün korkularım dağıldı. Yamyamların bu çeşit âdetlerinden bahsedildiğini çok defalar işit-miştim. Yine de bu manzara, böyle bir şeyin olabileceğine hiç ihtimal vermemişim gibi beni tiksindirmişti. Gözlerimi bu iğrenç manzaradan başka tarafa çevirdim. Yüreğim kabardı gasyan etmeseydim, muhakkak düşüp bayılacaktım; kendimi biraz toparlayınca bu yerde fazla kalmıyarak, evimin yolunu tuttum. Adada on sekiz seneden fazla bir zaman geçirmiş, hiç bir insana rastlamamıştım. Kendi kendimi ele vermezsem, ayni saadet içinde bir o kadar yaşamayı ümit edebilirdim. Zaten yamyamlardan daha kibar insanlarla tanışmadıkça ortalıkta görünmek niyetinde değildim. Yamyamların bu hayvanca âdetlerinin bende uyandırdığı dehşet beni bir derdi olan gamlı bir insan haline soktu. Bu yüzden iki sene kendi arazilerim içine kapandım, kaldım. Keçilerimin bulunduğu yere mecbur olmadıkça gıtmiyordum. Hele kayığımın ne halde olduğuna bakmayı 'hatırımdan bile geçirmiyordum. Bir yenisini yapmaya karar verdim. Eski kayığımı eve getireceğim diye adanın etrafını dolaşmaya kalkarsam, vahşilerle karşılaşıp ellerine düşmek vardı. Zamanla vahşiler tarafından keşfedilmiyeceğime kanaat getirerek eskisi gibi yaşamaya başladım; yalnız eskisinden da-lıa uyanık davranıyor, vahşilerin merakını çekerim diye tüfeğimle ateş etmiyordum Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 6 XVIII VAHŞĐLER ADAYA ÇIKIYOR! Şimdi de zihnim bambaşka bir fikirle meşguldü: Gece gündüz kanlı ziyafet ve eğlenceleri esnasında bu yamyamların birkaçını gebertip, mümkün olursa kurbanlarını kurtarmak için bir çare düşünüyordum. Nihayet pusu kurmaya karar vererek bu iş için elverişli bir yer aramaya başladım. Hattâ zihnim öç alma ve kan dökme fikirleriyle dolu olduğu zamanlar yamyamların kendilerine kanlı ziyafetler çektikleri yere sık sık indim. Çünkü bu zalim yamyamların vahşetlerini gösteren izler, onlardan öç almak tasavvurumu büsbütün kuvvetlendiriyordu. Araya araya nihayet bir tepenin yamacında uygun bir yer buldum; burada kayıklarla gelmelerini emniyetle bekliyebilir, ve yamyamlar karaya çıktıkları esnada da gayet sık bir ormana kaçabilirdim. Bu ormanda içine tamamen saklanabileceğim içi oyuk bir ağaç bulmuştum. Buradan yamyamların bütün hareketlerini gözetliyebilir, kanlı ziyafet sofrasının etrafına gayet sıkışık diziler halinde otururlarken de, üzerlerine ateş edebilirdim; ilk ağızda üç dört tanesini yere sermemem imkânsızdı. Kararımı bu yerde gerçekleştirmeyi kafama koyduğum için, tüfeklerimle tabancalarımı ağzına kadar doldurarak çarpışmaya hazırlandım. Bu kararla, şatoma beş kilometreden uzak olan tepeye her sabah gitmekte kusur

Page 139: Robinson Crusoe

etmedim. Đki aydan fazla bir zaman bu şekilde nöbet beklediğim halde, dürbünlerin de yardımıyle ne sahilde ne de engin denizde en küçük bir kayı* ğa rastlıyabildim. Fakat sonradan bu aldığım tedbirlerin beni mahvedebileceğim düşündüm; çünkü va'hşilerin arasından yalnız bir tanesi elimden kurtulup kaçsa, benim varlığımı kabilesine haber verebilir, ve onları vatandaşlarının öcünü almaya kışkırtabilirdi. O ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 83 zaman karar verdim, vahşilerin işine hiç karışmıyacak, adada bir insan yaşadığına dair onlarda en ufak bir şüphe uyandırmamak için, bir köşeye çekilecektim. Tam bir yıl bu niyetle hareket ederek, vahşilere saldırmaya kalkışmadım; elverişli bir durum elime geçer de, onlara karşı beslediğim kanlı tasavvurlarımı gerçekleştirmeye kalkarım diye korkarak, acaba karaya çıktılar mı, yoksa çıkmadılar mı diye bakmak için bile bir kere olsun o tepeye gitmedim. O zamandan beri daha gizli yaşıyor, yalnız her günkü işlerimi görmek için evimden çıkıyordum. Artık rahat yaşamaktan çok sadece yaşamaya bakıyor, gürültü yaparım korkusiyle bir yere bir çivi çakmıyordum. Tüfekle ateş etmeye cesaret edemiyor, uzak mesafelerden görülebilecek dumanı beni ele vereceği için, binbir endişe işinde ateş yakmayı göze alıyordum. Bu yüzden ateş. kullanılmasını icabettiren eşyalarımı ormandaki dairemin yakınında birçok gidiş gelişlerden sonra keşfettiğim büyük bir mağaraya taşımıştım. Eminim ki, hiçbir vahşi bu mağaranın ağzını görmemiş, görse bile içeri girecek cesareti kendinde bulamamıştır. Bu mağaranın ağzı büyük bir kayanın arkasındaydı; yakıp kömür yapmak için kalın kalın dallar keserken bu mağarayı tesadüfen keşfetmiştim. Sık çalılıklar arkasındaki bu delik gözüme ilişir ilişmez, merakım beni içeri girmeye zorladı. Mağaranın içi ayakta rahat rahat durabileceğim kadar yüksekti; bu karanlık mağarada bakışlarımı daha uzaklara kaydırıp ta, karanlıkta yıldız gibi parlıyan iki göz farkedince, girdiğimden çok daha fazla bir hızla kendimi dışarı attım. Birkaç dakika sonra cesaretimi topladım, ve elimde tutuşturduğum bir odun parçası olduğu halde, hızla mağaraya girdim. Ama daha üç adım kadar ilerlemiştim ki, işittiğim derin bir solumayla korkum bir kat da'ha arttı, bu solumayı söze ben-ziyen acayip bir ses ve korkunç bir soluma takibetti. O zaman vücudumu soğuk bir ter kapladı; başımda şapkam olsaydı, diken gibi dimdik olan saçlarım muhakkak onu yere düşürürdü. Korkularımı dağıtmak için bütün gayretimi sarfettim, ve 84 KOBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI cesaretle ilerleyince, bir köşede ölümle pençeleşen son derece büyük ve ihtiyar bir teke gördüm. O vakit içim rahat ederek, gözlerimi etrafta gezdirdim; mağara oldukça dardı. Mağaranın öbür ucunda bir ikinci delik daha gördüm; fakat o kadar alçaktı ki, buraya ancak yerde sürüne-rekten girmek mümkündü. Ertesi gün yanıma keçi yağından yaptığım altı tane büyük mum alarak geldim. Bu dar delikten sürünerek geçince, kendimi daha geniş bir mağarada buldum; burasının tavanı yerden yirmi ayak kadar yüksekti. Bütün adada bu kadar güzel, bu derece görülmeye değer bir mağara yoktu; duvarlar, yakmış olduğum iki mumun ışığını binbir şekilde aksettiriyordu. Mumların ışığını bu kadar parlak gösteren şey neydi, bilemiyordum. Duvarlarda elmas mı, kıymetli taşlar mı yoksa altın mı vardı? Bu sonuncu ihtimal bana daha akla yakın geldi. Burasi tamamen karanlık olmakla beraber, insanın tasavvur edebileceği en güzel mağaraydı; düz ve kuru olan zemini ince bir kum tabakası örtmüştü. Duvarlarda rutubete benzer bir şeye rastlanmıyordu. Cephanemi, ıslak barut fıçısını ve yedek silâhlarımı buraya taşımaya karar verdim. O sıralarda bu adaya yerleşeli yirmi üç yıl olmuştu. Bu çeşit hayata o kadar alışmıştım ki, hani vahşilerden korkmasam, ömrümün sonuna kadar burada yaşamayı ve bu mağaralarda ölmeyi isterdim. Ama kaderde daha çile çekmek varmış. Aralık aymdaydı, hasat zamanı olduğu için hemen her günümü kırda geçirmek zorundaydım; bir sabah, alaca karanlıkta evden çıkarken, iki üç kilometre uzakta, sahilde bir ışık gözüme çarptı. Bunun, va'hşilerin her zaman indiği kıyıdan değil de, evimin civarından geldiğini görünce, kalbime sanki bir bıçak saplandı. Vahşilerin, tarlaların yarısının biçilmiş olduğunu görerek adada insan oturduğunu anlıyacaklarından korkup, hemen evime döndüm. Merdivenimi içeri aldıktan sonra korunmaya hazırlandım; tabancalarımı, yeni istihkâmıma yerleştirdiğim tüfeklerimi doldurdum. Allahtan yardım dileyecek, ve son nefesime kadar çarpışacaktım; dışarıda olup bitenleri görmek için sabırsızlıktan çırpınarak, bu du- KUBüNSON KRUZOE'NIN MACERALARI 85 rumda tam iki saat düşmanımı bekledim. Fakat keşfe gönderecek kimsem olmadığı için, böyle öldürücü bir kararsızlık içinde daha fazla kalmaya dayanamıyarak, iki merdivenimin yardı-miyle kayalığın üstüne çıkıp yüzükoyun yere yatmak cesaretini gösterdim; vaziyeti anlamak için dürbünle baktım. îlkin bir ateşin etrafına halka şeklinde oturmuş dokuz vahşi gördüm; hava boğucu sıcak olduğundan, bunlara ısınmak için oturmuşlar denemezdi. Herhalde o kanlı ziyafetlerinde yiyecekleri insan etlerini pişirmek için oturmuşlardı. Kendilerini adaya getiren iki kayığı da sahile çekmişlerdi; suların kabarma zamanı olduğundan, gitmek için sanki suların çekilmesini bekliyorlardı. Bu halleri üzüntülerimi yatıştırdı: demek hep aynı şekilde gelip

Page 140: Robinson Crusoe

gidiyorlardı. Şu halde sular çekildiği zamanlarda kırlarda tehlikesizce dolaşabilir, rahat rahat ekinlerimi biçebilirdim. Aynen tahmin ettiğim gibi oldu: Sular çekilmeye başlar başlamaz, 'hemen kayıklarına atlayıp, var kuvvetleriyle kürek çektiklerini gördüm; yaptıkları hareketlerden, durumlarından daha evvel oyunlar oynıyarak eğlendiklerini anlamıştım. Hepsi de bana anadan doğma çıplak gibi gelmişti. Kayıklarına binip uzaklaştıklarını görür görmez, bu yamyamların korkunç ziyafetlerinin izlerine ilk defa rastlamış olduğum tepeye nefes nefese vardım. Omuzlarımda iki tüfek, belimde iki tabanca vardı. Geniş ağızlı kılıcım da yanımdan sarkıyordu. Tepeden bakınca bu sahilde de vahşilerin çıkmış olduğunu anladım; şimdi vahşiler kayıklarına binmişler, memleketlerine dönüyorlardı. Sahile inince, yamyamların vahşi âdetlerinin korkunç izleriyle yeniden karşılaştım. Bu manzara karşısında o kadar içerledim ki, hani on değil de bin kişi olsalar, yine rastlıyacağım vahşilerin üzerine saldırmaya tekrar karar verdim. Adaya pek seyrek geliyor olmalıydılar; çünkü onbeş aydan fazla bir zaman en ufak bir izlerine rastlamadım. Bununla beraber bu zaman zarfında en müthiş korkular içinde yaşadım. Gündüzleri hep korkulu şeyler düşünüyor, geceleri de korkulu rüyalar görüyor, yataktan sıçrayarak uyanıyordum. 86 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI Günlerimi işaret ettiğim direğe göre, mayıs ayı ortalarına doğruydu.. Korkunç bir fırtına koptu; şimşekler çakıyor, gök durmadan gürlüyordu. Ertesi gece de aynı derecede korkunçtu; denizde top sesini andıran bir gümbürtü işitince şaşırdım. Alelacele kalkarak, merdivenlerimin yardımiyle bir saniyede kayalığın üstüne çıktım. Aynı esnada gördüğüm bir ışıktan top atıldığını anladım. Ses yarım dakika sonra kulaklarıma çarptı; top sesi denizin kayığımla akıntıya kapıldığım tarafından geliyor olmalıydı. Önce bunun işaretlerle yardım isteyen, tehlikeye düşmüş bir gemi olduğunu sandım; ben kendisine yardım edemesem bile onun bana belki yardımı dokunabilirdi. Bu düşünceyle civarda ne kadar kuru odun varsa toplayıp, tepenin üstüne bir ateş yaktım. Rüzgâr şiddetli olmaya şiddetliydi amma, yine de ateş çatır çatır yandı. Eğer tahminlerim doğruysa, gemidekilerin ateşi göreceklerinden emindim. Her'halde görmüş olacaklar, çünkü ateşim daha yeni tutuşmuştu ki, bir üçüncü top sesi işittim; bunu aynı istikametten gelen başkaları takibetti. O gece ateşi sabaha kadar söndürmedim; sabah olup da hava aydınlanınca, Adanın doğu taraflarında, çok uzak mesafede siyah bir şey gördüm; bunun ne olduğunu dürbünlerimle bile seçemedim. Bütün gün gözlerimi ona dikip baktım; bu siyah lekenin hep aynı yerde durduğunu görünce, bunu demir atmış bir gemi sandım. Merakımı iyice gidermek arzusuna dayanamıyarak, tüfeğimi alıp adanın Güney tarafına doğru koşmaya başladım. Vaktiyle akıntıların beni sürüklemiş olduğu kayalıklara gelince, en yükseğinin tepesine tırmandım. Hava açıktı; Geceleyin suyun altındaki kayalara çarpıp parçalanan gemiyi üzülerek gördüm. Bu adada oturduğum son yıla gelinceye kadar, bu deniz kazasından kimsenin kurtulup kurtulmadığını öğrenemedim. Yalnız bir kaç gün sonra kumlar üstünde boğulmuş bir muço cesedi görünce yüreğim kan oldu. Elbise olarak, arkasında bir tayfa ceketi, beyaz bezden bir gömlek, ayaklarında eski bir pantolon vardı. Onun hangi milletten olabileceğini kestiremedim. ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 87 Ceplerinden çıka çıka, birkaç kuruşla bir pipo çıktı; bu sonuncusu benim için paradan kat kat kıymetliydi. Deniz sakinleşmişti; gemiyi ziyaret etmek için içimde dayanılmaz bir arzu duyuyordum; kendime faydası dokunacak bir şeyler bulmak ümidiyle değil de, acaba hayatını kurtarabileceğim canlı bir kimse var mı, yok mu, bunu anlamak için gitmek istiyordum. Bu ümitle yolculuğum için gerekli bütün hazırlıkları yaptım. Kayığıma yiyecek yükleyip, suya indirdim. Sahili takiben, adanın Kuzey-Doğu tarafındaki sonuncu buruna geldim; bu yolculuğu göze alacak kadar cesaret gösterdiğim takdirde, buradan okyanusa açılmak gerekiyordu. Bir vakitler az daha ölümüme sebep olacak olan akıntıya korkuyla baktım. O kadar korktum ki, nerdeyse bu kararımdan dönecektim. Akıntıların durumunu iyice gözden geçirdikten sonra, sular çekilirken, Kuzeye doğru yol aldım; nihayet elverişli bir akıntının beni Doğuya doğru götürdüğünü hissettim. Đki saate varmadan gemiye ulaştım. Manzara feciydi: yapısı bakımından Đspanyola benzeyen gemi sanki iki kayanın arasına çivilenmişti. Geminin ön kısmı şiddetle kayalara çarpmış, arkası da param parça olmuştu. Đyice yanma sokulunca, güvertede bir köpek göründü. Benim yaklaştığımı görünce ulumaya, havlamaya başladı. Kendisine seslenir seslenmez, hemen denize atladı. Kayığıma tırmanmasına yardım ettim; açlıktan ve susuzluktan ölecek hale gelmişti. Bir parça ekmek verdim; Onbeş gün karlarda açlık çekmiş bir kurt gibi yuttu. Sonra ona suyumdan verdim. Gemiye çıkınca, gözüme ilk çarpan şey boğulmuş iki tayfa oldu. Gemide köpekten başka canlı kimse yoktu. Su, eşyaların hemen hepsini berbat etmişti. Şarap dolu birkaç fıçı gözüme ilişti ; çok büyük, olduklarından bunlardan faydalanmama imkân yoktu. Daha birçok sandıklar da vardı: Đçlerinde ne bulunduğuna bakmadan, ikisini kayığıma yerleştirdim. Bulduğum eşyalara bakarak, gemiye pek çok mal yükletmiş olduklarını tahmin ettim. O iki sandıktan başka, bulduğum küçük bir fıçıyı hayli güçlükle kayığa indirebildim. Kamaralardan birinde birçok tü-

Page 141: Robinson Crusoe

feklerle kocaman bir barut torbası gördüm; torbanın içinde bir kaç kilo barut vardı. Torbayı aldım, kâfi derecede tüfeğim olduğu için, silâhlara dokunmadım. Bir ateş küreği, birkaç maşa, iki bakır kazan, bir ıskara ve bir çaydanlık bularak, bunları kayığa taşıdım. Aynı akşam yolculuktan bitkin bir halde adaya döndüm. O gece kayıkta uyuduktan sonra, yeni eşyalarımı şatoma değil de, mağarama taşımaya karar verdim. Fakat önce eşyaları bir gözden geçirmenin yerinde olacağını düşündüm. Küçük fıçı iyi olmayan cinsten romla doluydu. Đki sandığa gelince, bana faydası dokunacak birçok şeylerle doluydu; Yaldızlı şişeler içinde nefis içkiler vardı, iki kavanoz reçel buldum; ağızları o kadar sımsıkı kapanmıştı ki, içlerine su sızmamıştı. Diğer iki kavanozu ise deniz suları berbat etmişti. Bundan başka iyi cin^ gömlekler, renk renk kıravatlar, yarım düzüne kadar beyaz bezden mendiller vardı. Sandığın dibine gelince, bir kaç kese gümüş parayla bir miktar mücevherat buldum. Öbür sandıkta ise, birkaç âdi cinsten elbiseyle, ince barutla dolu üç şişe vardı. Kısacası bu yolculuktan pek fazla bir istifadem olmamıştı. Paranın turşusunu mu kuracaktım! Üç dört çift çoraba, bir iki çift ayakkabıya karşılık bütün bulduğum eşyaları seve seve verirdim. Bunlara fazlasiyle ihtiyacım vardı. Seneler var ki, ayaklarım ne çorap ne de ayakkabı yüzü görmez olmuştu. Bütün eşyaları emin bir yer olan mağarama yerleştirdikten sonra, kayığımı her zamanki koyda bırakıp, evime döndüm; her şey bıraktığım gibiydi. Eskisi gibi yaşamaya başladım. Ev işlerimle meşgul olarak, uzun bir zaman istirahatın tadını çıkardım. Yine her vakitki gibi tetikte bulunuyor ve evimden pek seyrek çıkıyordum. Böylece oldukça rahat bir şekilde iki sene? daha yaşadım. Ama kafam adadan kaçmak için binbir tasav^J yurla doluydu. m XIX ROBENSQN BĐR HĐNTLĐNĐN HAYATINI KURTARIYOR VE ONA CUMA ADINI VERĐYOR Adaya çıkacak vahşilerden birini yakalayıp kendime; köle yapmayı istiyordum. Bu maksatla her gün adanın batısıyla güney batısına gitmekte kusur etmedim; buraları vahşilerin çok bulundukları yerlerdi. Fakat on sekiz ay hiç bir ize rastlamadım. Nihayet bir sabah sahilde altı kayık gördüm; vahşiler karaya çıkmışlardı, fakat kendileri görünürlerde yoktu. Ekseriya bir kayığa beş altı kişi binip öyle gelirlerdi. Bir adamın otuz kişiye karşı döğüşmesine imkân var mıydı? Bir iki saniye kararsızlık içinde kaldıktan sonra, savaş için her şeyimi 'hazırladım. Acaba bir gürültü falan işitebilir miyim diye etrafa kulak kabarttım. Sonra iki tüfeğimi de merdivenimin alt basamağı yanma bırakarak, başım merdivenin üst tarafını aşmıyacak şekilde durdum. Oradan dürbünle bakınca, vahşilerin en az otuz kişi olduklarını gördüm; kurbanlarını pişirmek için bir ateş yakmışlardı. Acaip acaip, hareketler yaparak, türlü vaziyetlere girerek ateşin etrafında oynayıp duruyorlardı. Bir dakika sonra, kayıktan parçalamak için iki talihsiz insan çıkardıklarını gördüm. Đçlerinden biri hemen yere yıkıldı; galiba başına kaim bir sopayla vurup yere sermişlerdi. Hemen iki üç yamyam adamcağızın üzerine atıldılar ve ateşte pişirmek için vücudunu parça parça ettiler. Bu esnada öbür kurban orada kımıldamadan duruyor, öldürülme sırasının kendisine gelmesini bekliyordu- Bu zavallı biraz serbest kalınca, tabiat galiba onda kaçıp kurtulma ümidi uyandırdı. Çünkü canını dişine takarak, evime çıkan yola doğru koşmaya başladı. Adamın benim evimin yoluna saptığını görünce yüreğim ağzıma geldi. Çünkü bütün vahşilerin peşine takılacağını sanıyordum. Kendisini yalnız üç vahşinin kovaladığım görünce ge- KRUZOE'NÎN MACERALARI ROiîlÜJNSUĐN biraz serbest kalmca, tabiat galiba onda kacxp kurtulma ^x. Çünkü canım dişine takarak, evime Qikan yola dogm koşmaya başladı. »iş bir nefes aldım. Zavallı esir vahşilerle arasında olan mesafeyi bir hayli açmıştı. Bir yarım saatçik bu hızla koşmaya devam edebilseydi, ellerinden muhakkak kurtulabilirdi. Sahilde onunla şatom arasında küçük bir koy vardı; burayı yüzerek geçmedikçe, ister istemez yakayı ele verecekti. Fakat esir koyun yanına gelince uzun boylu düşünmedi suların kabarmış olmasına aldırmıyarak, kendini çılgın gibi denize attı; otuz kulaç kadar atıp kargı tarafa gelince tekrar eskisi gibi hızla koşmaya başladı. Düşmanları aynı yere gelince yalnız ikisinin suya atladıklarını gördüm. Üçüncü bir az. kıyıda durduktan sonra eğlence yerine doğru ağır adımlarla gitmeye başladı. O zaman kendime bir arkadaş edinmek için elverişli bir fırsatın çıktığına kanaat getirdim. Kayalıktan hızla inerek tüfeklerimi aldım, sonra denize doğru koşmaya başladım. Fazla Icoşmama lüzum kalmadı. Az sonra kovalayanlarla kovalanalım arasına atıldım; esire seslenerek durmasını anlatmaya çalıştım. Elimle de işaretler yaptım. Fakat galiba ellerinden kurtulmaya çalıştığı adamlardan korktuğu kadar benden de korkmuştu. Bunun üzerine ağır adımlarla vahşilere doğru yürüdüm, sonra birden öndekinin üstüne atılarak bir dipçikte yere serdim; ötekiler duyarlar korkusuyla ateş etmemiş, onu bu şekilde öldürmeyi daha doğru bulmuştum. Đkinci, arkadaşının yere yuvarlandığını görünce, korkmuş •gibi olduğu yerde durdu. Üzerine yürüdüm, fakat ona doğru yaklaşırken, yayına bir ok yerleştirdiğini gördüm. Buna mâni olmak zorunda kaldım ve bir kurgunda canını cehenneme gönderdim. Zavallı kaçak, iki düşmanının da yerde yattığını gördüğü halde, tüfeğin ağzından çıkan alevden ve kulaklarına gelen gürültüden o kadar korkmuştu ki, olduğu yerde kımıldamadan duruyordu. Korkmuş yüzünden yaklaşmaktan ziyade kaçmak istediğini anlıyordum. Tekrar yanıma gelmesi için işaret ettim. Önce bana doğru bir iki adım attı, sonra durdu. Her-thalde yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu düşünüyor,

Page 142: Robinson Crusoe

iki düşmanı gibi kendisinin de öldürüleceğini sanıyordu. Nihayet Üçüncü defa kendisine yaklaşmasını işaret etmem üzerine bana olan minnettarlığım göstermek için on, oniki adımda bir diz çökerek yanıma geldi. Bu esnada ona elimden gelen tatlı bir şekilde gülümsüyordum.. Yanıma yaklaşınca ayaklarıma kapandı, toprağı öptü, sonra bir ayağımı tutarak başının üstüne koydu; her halde sadakat yemini ettiğini ve kölem olması sıfa-tiyle bana saygı gösterdiğini anlatmak istiyordu. Cesaretini arttırmak için onu okşıyarak kaldırdım; ama iş bu kadarla bitmemişti; bir dipçik darbesiyle yere serdiğim vahşinin ölmeyip sadece sersemleşmiş olduğunu görünce, onu köleme gösterdim; bunun üzerine mânasını anlıyamadığım bir şeyler söyledi. Yirmibeş seneden beri kulağıma ilk çarpan insan sesi olduğu için, bu kelimeler az hoşuma gitmedi; ama şimdi kendimi bu zevke bırakmanın sırası değildi. Vahşi kuvvetini toplamış ayağa kalkmaya çalışıyordu. Kölemin yüzünde korku işaretleri belirmeye başladı. Bununla beraber bu bahtsızın üzerine ikinci defa tüfeğimi boşaltmaya davrandığımı görünce, işaretle kılıcımı almak istediğini anlattı. Kılıcımı kendisine verdim. Hemen onu almasıyla düşmanının üzerine atılması bir oldu; son derece usta bir cellât gibi, bir vuruşta kafasını uçurdu. Đşini bitirdikten sonra atlıya zıplıya yanıma geldi; zaferini kutlamak için kahkahalar atıyordu. Vahşinin kellesini, kılıcımı ayaklarımın dibine koydu. Ölünün yayı ile oklarını aldıktan sonra tekrar yanıma geldi. Eve dönmek istediğim için arkamdan gelmesini söyledim. Öldürdüğümüz iki kişiyi gömmek istediğini, arkadaşları bu cesetleri görecek olurlarsa, yerimizi keşfetmelerinden korktuğunu işaretle anlattı. Müsaade ettim. Bir saniyede kumlarda iki çukur kazdı; vahşileri bir biri arkasından gömdü. Bu tedbiri aldıktan sonra, onu şatoma değil de mağarama götürdüm. Orada ona ekmek, bir salkım kuru üzüm verdim; o kadar uzun ve çetin bir koşudan sonra içi susuzluktan yandığı için, verdiğim suyu lıkır hkır içti. Sonra ona bir saman yığınıyla bir örtü göstererek gidip uyumasını işaret ettim. Bu, yirmi beş yaşlarında çam yarması gibi bir delikanlıydı, erkekçe tavrında vahşiliğe benzer hiç bir şey gözükmüyordu. Bilâkis gülümsediği zaman yüzünün hatlarında Avrupalılara mahsus bir tatlılık ve yumuşaklılık seziliyordu. Saçları kıvırcık ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 93 olmayıp uzun ve siyahtı. Alnı geniş ve yüksek, gözleri parlak, ve ateşliydi. Rengi siyah değil, gayet esmerdi. Yuvarlak bir yüzü, biçimli bir burnu vardı. Ağzı küçücük ve dudakları inceydi; inci gibi dişleri fil dişi kadar beyazdı. Yarım saat kadar uyukladıktan sonra baktım mağaradan çıkıp yanıma geldi, bu esnada ben mağara yanındaki ağıla keçilerimi sağmaya gitmiştim. Koşa koşa yanıma geldi, gerçekten minnettar bir ru'hun bütün işaretleriyle ayaklarıma kapandı, ayağımı başının üstüne koyarak sadakat yemini merasimini tekrarladı; bu işaretlerin çoğunu anlıyordum; ben de kendisinden memnun kaldığımı anlatmak için elimden geleni yaptım. Az zamanda ona konuşmasını öğrettim, önce, elime geçtiği günün hatırası olarak ona CUMA adını verdiğimi anlattım. O gece mağarada, yattık. Sabah olur olmaz arkam sıra gelmesini, kendisine elbise vereceğimi anlattım; anadan doğma çıplak olduğu için buna pek sevindi. Đki vahşiyi gömmüş olduğu yerden geçerken orayı gösterdi; işaretle cesetleri topraktan çıkarıp yemek lâzım geldiğini anlattı. Bunun üzerine son derece kızmış bir adam tavrı takındım. Kusacakmış gibi yaparak, böyle bir şeyden ne kadar tiksindiğimi anlattım. Sonra onu tepeye götürdüm. Dürbünle bakınca vahşilerin karaya çıktıkları yerden başka bir şey görmedim. Ne kendileri ne de kayıkları ortalıkta görünmediğine göre herhalde gitmişlerdi. Fakat bu kadarla içim rahat etmediği için, köleme kılıcımı, tüfeklerimden birini verdim. Ben de yanıma iki tüfek aldım. Bu şekilde ziyafet yerine doğru yürümeye başladık. Gördüğüm manzaranın dehşetiyle damarlarımda kanım dondu. Meydan kemiklerle ve yarı yenmiş insan etleriyle kaplıydı. Yerde üç kafa tası, beş el, iki üç bacak kemiği ve bir o kadar ayak kemiği gördüm. Cuma işaretle bana getirdikleri dört esirin üçünü yemiş olduklarını, dördüncünün de kendisi olduğunu anlattı. Mensup olduğu kabile ile vahşiler arasında çetin bir savaş olmuş; her iki taraf ta birçok esirler almış.. Hepsi de kemiklerini gördüklerimin akıbetine uğramıştı. Sonra şatoma döndük; önce kendisine tayfalardan birinin sandığında bulduğum bez pantolonu verdim. Orasını burasını ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI biraz düzeltince, üzerine gayet iyi oturdu. Sonra kendisine keçi derisinden bir elbise ve tavşan postundan bir başlık yaptım. Bu haliyle efendisi kadar cesur göründüğü için çok, pek çok sevindi. Ertesi gün kölemi rahat bir şekilde nerede yatıracağımı düşünmeye başladım, Ona iki istihkâmın arasında bir kulübe yapmaktan daha iyi bir şey aklıma gelmedi. Arzuma aykırı olarak, şatoma gelmemesi için gerekli bütün tedbirleri aldım.. Fazla olarak, sahip olduğum bütün silâhları geceleri yattığım yere taşıdım. Sonradan bu. tedbirlere hiç lüzum olma-r; dığmı anladım. Onun kadar sadık, efendisine kargı o kadar sevgi besliyen bir köle görülmemiştir. Ondan çok memnundum; ona ders vermeyi ciddi bir vazife sayıyor, ona dilimi öğretmeye çalışıyordum. Beni anladığı, zaman o kadar seviniyordu ki, neşesi bana da geçiyor ve ko-, nuşmalarımızdan hakiki bir zevk almaya başlıyordum Bu de günlerim tatlı bir ra'hatlık içinde geçmeye başladı. XX CUMA ROBENSON'A FAYDALI ĐŞLER GÖRÜYOR CUMA ile birlikte yaşamaya başladıktan üç dört gün sonra, ona etlerimden tattırarak, insan eti yemek istinasını unutturmaya karar verdim. Bir sabah onu ormana götürdüm; keçilerimden birini vuracak, bununla kendisine bir

Page 143: Robinson Crusoe

ziyafet çekecektim. Fakat ormana girerken, ağaçlardan biri üzerinde gözüme bir kuş ilişti. Önce bunu yırtıcı bir kuş sanmıştım; fakat papağanmış. Kölemi çağırdım, parmağımla ona tüfeğimi, papağanı, ağacın altını göstererek, kuşu öldürmek istediğimi anlattım. Kuşu yere yuvarlayınca, Cuma'nm tekrar dehşete kapıldığını gördüm. Tüfeğime bir şey koyduğumu görmediği için, ona bitmez tükenmez bir ölüm kaynağı gözüyle bakıyordu. Bıraksaydım hem bana hem tüfeğime tapacaktı. Günlerce tüfeğime elini sürmedi; bu âlet sanki kendisine cevap verebilir-miş gibi, ona bir şeyler söyleyip duruyordu. Sonradan öğrendim, meğer hayatını bağışlaması için, tüfeğe yalvarıyormuş! O günün akşamı öldürdüğüm keçi yavrusunu yüzdüm, parçalara ayırdım, birkaç parçasını da bir tencereye koyup-güzelce kaynattım. Bu şekilde hazırladığım etten bir parça köleme verdim; benim yediğimi görünce o da yemeğe başladı. Đşaretle çok güzel olduğunu anlattı. Ondan sonra ona ekinleri biçmesini ve harman yapmasını-, öğrettim. Az zamanda bu işleri benim kadar iyi yapmağa başladı. Aynı şekilde ekmek yapmasını da öğrendi. Sözün kısası her bakımdan bana hizmet edecek hale gelebilmesi için pek az zaman lâzım geldi. Şimdi besliyecek iki boğaz olmuştu. Onun için eskisinden daha fazla buğdaya ihtiyacım vardı. Daha geniş bir araziyi gözüme kestirerek, onu sürmeye başladım. Cuma bu işi erza-ğımı çoğaltıp onunla paylaşmak için yaptığımı bildiğimden,. KUtüÜĐNSUJN ĐNĐJN MAUJܱĐAL,ARI $6 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI hem bütün kuvvetiyle hem de zevkle bana yardım etti. O yıl, ¦adada geçirdiğim en neşeli yıl oldu. Cuma Đngilizceyi zararsız konuşmaya başlamıştı. Gerek ihtiyacım olan bütün şeylerin, gerek kendisini göndereceğim bütün yerlerin ismini öğrenmişti. Onun yalnız konuşmasından zevk almıyordum, mükemmel karakterinden ötürü de beğeniyor ve bana sevgi ve şefkatle bağlı olduğunu görerek gittikçe daha çok seviyordum. Sevgili vahşimin konuşmalarından aldığım zevkle tam üç sene gayet mesut yaşadım. Cuma'ya başımdan geçenleri anlattım, tüfek barutunun ve kurşunların sırrını ona açarak, tüfekle nasıl ateş edileceğini öğrettim. Ona bir de bıçak verdim. Bunu yanında taşırken sanki dünyalar onun oluyordu! Ona Avrupadan, bilhassa vatanım olan îngiltereden bahsettim. Bir gün Cuma ile beraber tepe üstünde otururken, memleketine dönmek isteyip istemediğini sordum. Bana: — Evet, dedi, ben çok sevinçli görmek milletimi.. — Peki ama, orada ne yapacaksın? Yoksa tekrar vahşi olup beyaz adam eti mi yiyeceksin?.. Bu sorum karşısında üzülmüş gibi bir tavır takındı. Başı-aıı sallıyarak: — Hayır! dedi. Cuma onlar öğretecek iyi yaşamak... Yemek buğday ekmeği, hayvan eti, içmek süt! Yok artık beyaz adam yemek. Sonra sözlerine, bir kayıkla memleketinin sahiline çıkan sakallı beyaz adamlardan milletinin pek çok şeyler öğrendiğini ilâve etti. Kim bilir belki de bu beyaz adamlar o fırtınalı gecede batan geminin adamlarıydı. Bunun üzerine boğazdan geçmek tehlikesini göze alıp bu yabancıların yanma gitmeye karar verdim. Bir kere onları bulabilsem, ondan sonra onlarla memleketime dönmek işten bile değildi. Bu maksatla Cuma'yı adanın bir ucuna götürüp kayığımı gösterdim. Kayığı suya indirdik. Bindik.. Kayığı gayet ustalıkla kullandığım görünce: — Ee, Cuma dedim, bu kayıkla senin memleketine gide- riz! Kayığın böyle bir yolculuk için çok küçük olduğunu düşü- -\ iıerek korkup şaşalaması üzerine, ona bir vakitler yapmış olduğum kayığı gösterdim. Yirmi üç sene sudan çekildi dura dura hemen her tarafı çatlamış ve çürümüştü. Cuma bu kayığın yanımızda lüzumlu yiyeceklerle denizi geçecek kadar büyük olduğunu söyledi. Bunun üzerine ona bu büyüklükte bir kayık yapmamızı söyledim. Bu iş için elverişli bir ağaç aramaya başladım. Kölem bu iş için elverişli bir ağaç buldu. Đşe gayet ustalıkla girişerek, kayığı yapmaya başladı. Bir aylık sıkı bir çalışmadan sonra kayığı tamamladık ve altına yuvarlak tahtalar koymak suretiyle onbeş günde suya indirebildik. Kayığa direk, yelken, dümen takmak ve bütün eksiklerini tamamlamak da iki ay sürdü. Sonra Cuma'ya yelken kullanmasını öğrettim. Gayet yaman bir tayfa oldu. O sıralarda adadaki sürgün hayatımın yirmi yedinci yılma girdim. Adaya ayak bastığımın yıldönümlerini kutlamaya devam ediyordum. Yağmur mevsimi gelince kayığımızı emniyet altına almak için sahile çektik. Yağmura karşı korumak için de üzerini sık dallarla örttük. Bu şekilde Kasım ve Aralık aylarının gelmesini bekledik; bu aylarda boğazı geçmeyi deneyecektik. Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 7 XXI VAHŞĐLERLE BOĞUŞMA.. KOBENSON BĐR ĐSPANYOLUN ] VE CUMA'NIN BABASININ HAYATINI KURTARIYOR Bir sabah yolculuk için gerekli hazırlığı yapmakla meşgulken, Cuma'ya deniz kıyısına gidip birkaç kaplumbağa yakalamasını söyledim. Daha gideli bir dakika olmamıştı ki, koşa koşa geldiğini gördüm; kendisine ne olduğunu sormama vakit bırakmadan: — Efendi, efendi' Felâket! Fena, fena! Diye bağırmaya başladı. — Ne var, ne oluyorsun Cuma? Diye sordum.

Page 144: Robinson Crusoe

— Ah, orada bir, iki, üç kayık.. Bir, iki, üç.. ; Onu yatıştırmak için ne yaptımsa para etmedi; zavallı çocuk vahşilerin bilhassa kendisini param parça edip yemek için geldiklerine inanıyor, bu yüzden ecel teri döküyordu. — Cesur ol, Cuma, dedim, senin kadar ben de tehlikedeyim ; bizi yakalarlarsa, seni yiyip de benim güzümün yaşına bakacaklar mı sanıyorsun? Onun için vahşilerle çarpışacağız.. Döğüşmesini bilir misin, oğlum? — Evet.. Efendi emreder: Öl; ben ölür! • Kalbine cesaret gelsin diye kendisine Rom içirdim; iki av tüfeğini en iri saçmayla doldurup ona verdim. Dört tüfeğimle tabancalarımı doldurdum. Kılıcımı da yanıma astım ve Cuma'ya baltasını almasını emrettim. Bu şekilde hazırlandıktan sonra, dürbünlerimden birini alarak sa'hilde olup bitenleri görmek için, tepeye tırmandım: Düşmanlarımızın yirmi bir kişi olduğunu gördüm; yanlarında üç tane esir getirmişlerdi. Zaferlerini kutlamak için bu zavallıları yemek niyetinde oldukları belliydi. Cuma'nın ellerinden kaçtığı yerde değil de, küçük koya çok yakın bir yerde sahile _ „„„. vv çıkmış olduklarını farkettim; burada sahil alçaktı ve gayet sık bir koru deniz kenarına kadar uzanıyordu. Bu keşif yeniden cesaretimi arttırdı. Köleme dönerek, bana cesaretle yardım edecek olursa, hepsini öldürmek niyetinde olduğumu söyledim. Korkusu geçmiş, iç//.i de maneviyatını arttırmıştı. Metin bir tavırla : — Ben ölmek.. Ne zaman siz emreder bana ölmek! Diye tekrar etti. Bu kızgınlık anından faydalanarak, silâhları aramızda paylaştık. Sonra yola çıktık. Silâhlarımdan başka yanımda bir şişe de Rom vardı; barut ve kurşun dolu bir keseyi de köleme yüklemiştim. Verdiğim emre göre, sessizce arkamdan gelecek ve kendisine müsaade etmedikçe, hiç bir hareket yapmayacak, ağzını açıp bir kelime bile söylemiyecekti. Mümkün olduğu kadar ses çıkarmadan koruya girerek, vahşilerle aramızda pek az ağaç kalıncaya kadar sokulduk. Gözüme gayet yüksek bir ağaç ilişince, Cuma'yı usulca yanıma çağırdım, bu ağaca kadar gidip vahşilerin ne yapmakta olduğuna bakmasını söyledim. Gidip baktı, sonra geri gelip bütün vahşilerin ateşin etrafına oturup, esirlerden birinin etiyle kendilerine ziyafet çekmekte olduklarını, bir iki adım ötede de aynı akıbeti bekleyen bir başka esirin elleri ayakları bağlı olarak yerde yattığını söyledi. Bu sonuncusunun kendi milletinden olmayıp sakallı bir beyaz adam olduğunu ilâve etti. Bu anlattıkları, hele o sakallı esir sözü beni çileden çıkardı. Bu sefer kendim ağaca doğru ilerledim. Elleri bağlı beyaz bir adamın kumların üstünde yattığını açıkça gördüm. Üzerinde gördüğüm elbiseler bunun bir Avrupalı olduğuna dair içimde şüphe bırakmadı. Vahşilerin kendilerine o iğrenç ziyafeti çektikleri yerin çok yakınında, etrafı çalıyla örtülü başka bir ağaç vardı; görülmeden oraya gidebilirsem, hepsine daha yakından ateş açabilecektim. Çalılar arasından sürünerek oraya ulaştım. Burada bulduğum küçücük bir tümsekten olan bitenleri daha iyi görmeye başladım. Bir saniye bile kaybetmeye gelmezdi. Yamyamların ondo-kuzu yerde oturmuş ve biribirilerinin yanma sokulmuşlardı, içlerinden iki kasap, herhalde beyaz adamı parça parça edip ge- ^ -lux vxi.j-txi.rvx tirmek için, ellerini ayaklarını çözmeye başlamışlardı. O vakit köleme dönerek: — Haydi Cuma, göreyim seni! dedim. Ben ne yaparsam sen de aynını yap! Aynı şeyi yapmasını emrederek tüfeğimle vahşilere nişan aldım. Đkimiz de aynı zamanda ateş ettik. Cuma doğru nişan almakta benden o kadar usta çıkmıştı ki, iki vahşi öldürdü, üçünü de yaraladı; halbuki ben yalnız ikisini yaraladım ve birini öldürebildim. Ötekilerin korkudan ne hale geldiklerini bir düşünün! Yaralı olmayanlar hemen ayağa fırladılar; tehlikeden kurtulmak için ne tarafa gideceklerini bilemiyorlardı. Cuma yapacağım hareketi aynen yapmak için gözlerini bana dikmişti, ilk ateşimizin neticesini gördükten sonra, elimdeki tüfeği atıp, yerden av tüfeğimi aldım; kölem de öyle yaptı. Benim gibi nişan aldıktan sonra "ateş!" diye bağırdım. Dehşete kapılan vahşilerin ortasına aynı anda ateş ettik, ikisi yere düştü. Çoğunun üzerinden kanlar aka aka oraya buraya kaçıştığını gördük. Biraz sonra içlerinden üçü cansız yere düştüler. Boş silâhları yere attıktan sonra öbür dolu tüfeğimi aldım ve Cuma'ya arkamdan gelmesini emrettim. Cuma arkamda olduğu halde ormandan dışarı fırladım. Ortaya çıkınca, korkunç bir çığlık attım. Cuma da benim gibi bağırdı. Sonra sırtımdaki silâhların müsaadesi nisbetinde hızla kumlarda yatan zavallıya doğru koşmaya başladım. San'atlarını bu zavallı bahtsızın üzerinde tatbik edecek olan o iki kasap, ilk ateşimizin gürültüsünü duyunca esiri bırakmışlar, müthiş bir korku içinde denize doğru kaçıp kendilerini bir kayığın içine atmışlardı. Arkalarından üç vahşi de aynı kayığa atladılar. Cuma'ya o tarafa koşup üzerlerine ateş etmesi için bağırdım. Yamyamlara yüz adım kadar yaklaşarak, ateş etti. Birbirlerinin üzerine düştüklerini görünce, ilkin hepsini öldürdüğünü zannettim. Fakat az sonra ikisi doğruldu. Cuma onların ikisini öldürmüş, birini de o kadar yaralamıştı ki, kayığın dibinde ölü gibi yatıyordu. Kölem düşmanlarımızı öldürmekle meşgulken, ben de bıçağımı çıkarıp zavallı esirin iplerini kesmeye başladım. Elleriyle J.U1 ayaklarını kurtardıktan sonra onu ayağa kaldırdım. Portekizce kira olduğunu sordum. Bana lâtince Hıristiyanım diye cevap verdi; fakat kendisinin ayakta duramıyacak ve söz söyliyemı-yecek kadar halsiz olduğunu görünce, içki şişesini ona uzatarak içmesini işaret ettim. Đçti. Bir parça ekmek verdim; onu da yedi.

Page 145: Robinson Crusoe

Biraz aklı başına geldikten sonra, bana Đspanyol olduğunu ve kendisine yaptığım bu iyilikten dolayı bana sonsuz bir minnet duyduğunu anlattı. Bildiğim birkaç kelimelik Ispanyolcam-dan faydalanarak: — Sinyor, dedim, bunları başka zaman konuşuruz; şimdi dövüşmek lâzım. Eğer biraz kuvvetiniz kaldıysa, bu tabancayla kılıcı alın da, onların hakkını vermeğe çalışın! Minnettar bir tavırla tabancayla kılıcı aldı. Sanki bu silâhlar ona bütün kuvvetini iade etmişti. Düşmanlarının üzerine derhal bir Cehennem zebanisi gibi saldırdı, ve bir çırpıda ikisini kılıçla yere serdi. Gerçi yamyamlar artık kendilerini savunmuyorlardı. Bu vahşicikler tüfeklerimizin sesinden öylesine dehşete kapılmışlardı ki, ne kendilerini korumayı akıl ediyorlar, ne de vücutları mermilerimize dayanabiliyordu. Sonuncu tüfeğimi hep elimde tutuyor, ne olur ne olmaz diye ateş etmiyordum. Tabancamla kılıcımı Ispanyola verdiğim için, kendimi müdafaa edecek bundan başka silâhım yoktu. îs-panyolla vahşinin biri kavgaya tutuşmuşlardı. Vahşi elinde bir tahta kılıçla Đspanyolun üzerine saldırmıştı. Halsiz olmakla beraber cesur ve gözü pek olan Đspanyol vahşiyle gayet iyi boğuştu, hattâ kafasının ik' yerinden yaraladı; fakat birara öteki Đspanyolu belinden yakalayıp yere yıktı ve bütün gayretiyle kılıcını elinden almaya çalıştı, ispanyol bu durumda soğukkanlılığını kaybetmedi; akıllılık edip kılıcı bıraktı ve tabancasına el atarak düşmanını öldürdü. Emirlerimi işitemiyecek kadar uzaklara gitmiş olan Cuma, kendini serbest kalmış görünce, baltasiyle öbür vahşileri kovalamaya başladı. Önce tüfeklerimizle yaralanmış olanlan sonra da yakalayabildiğini baltasıyla temize havale etti. Bir yandan da ispanyol tüfeklerimden birini kaptığı gibi iki vahşiyi kovalamaya başladı, ikisini de yaraladı 102 ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI ama, koşacak kuvveti olmadığından ikisi de koruya kaçtılar; bunlardan birini Cuma öldürdü; müthiş çevik olan ikincisi ise elinden kurtulup çılgın gibi denize atıldı; yüze yüze üç arkadaşının bulunduğu kayığa yetişti. Đşte böylece vahşi kalabalığından ancak elimizden dördü yakasını kurtarabildi. Kayıktakiler tüfeklerimizin atış mesafesinin dışına çıkmak için olanca kuvvetleriyle küreklere sarılmışlardı. Cuma kayıklardan birine atlayıp onların peşlerine düşmemizi istiyordu; hakkı da vardı; Korkulacak nokta şu idi ki, bunlar kurtulacak olurlarsa başlarına gelen felâketi vatandaşlarına anlatacaklar ve yüzlerce kayıkla gelip fazla kalabalık olmaları sayesinde bizim iflahımızı keseceklerdi. Onları kovalamaya razı oldum. Cuma'ya arkamdan gelmesini emrederek kayıklardan birine atladım; fakat hayret, kayıkta eli ayağı bağlı üçüncü bir esir daha vardı. Ne olup bittiğini bilmediği için korkusundan âdeta ölecek hale gelmişti. Vücudu o kadar sıkı bağlanmıştı ki, başını olsun kaldıramıyordu; bir nefeslik cani kamıştı. Efemen onu rahatsız eden ipleri kestim. Kaldırmaya çalıştım, fakat ne ayakta duracak ne de söz söyleyecek takati vardı. Kendisini öldürmek için iplerinin çözüldüğünü sanarak bir takım boğuk fakat yürekler paralayıcı sesler çıkarıyordu. : Cuma kayığa biner binmez, ona artık kurtulduğunu bildirmesini ve şişemden bir iki yudum Rom içmesini söyledim; bu hiç beklenmedik müjdeye bu içki de katılınca adama bir kuvvet ve canlılık gelsin! Hemen kalkıp oturdu. Cuma bir iki dakika esire bakıp sesini de işittikten sonra, dünyanın en katı yürekli insanlarının bile gözlerinden yaşlar getirecek bir sahne oldu: Vahşiye sarılıp bir öpmeye başladı ki! Ya o ağlayışı, o gülüşü, yerinde zıp zıp zıplayıp adamın etrafında dans edişi, sonra da ellerini büküğü, o yüzünü tokatlayıp yeniden dans edişi!. Kim görse oynatmış sanırdı! Birkaç dakika bu birbirini tutmayan hareketlerin sebebini anlatacak kuvveti kendinde bulamadı; fakat biraz aklı başına gelince, esirin kendi öz babası olduğunu söyledi. Babasının cellâtların elinden kurtulduğunu gören bu zavallı çocuğun kalbinde baba sevgisinin yarattığı heyecan ve ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 103 sevinci görünce nasü yüreğim parçalandı, imkânı yok anlatamam Çocukcağız kâh kayıktan iniyor, kâh kayığa biniyor, ba-basmm yanma oturuyor, babasının başını dakikalarca göğsüne bastırıyordu. Bu hâdise bizi vahşilerin kayığını kovalamayı unutturdu; zaten kayık da gözden kaybolmuştu. Allahtan gitmemişiz çünkü iki saat sonra, vahşilerin ancak yolun dörtte birini kat ettikleri sırada müthiş bir fırtına çıktı ve bütün gece devam etti. Rüzgâr Kuzey-Batıdan yâni onlara nazaran ters istikametten estiği için, vahşilerin memleketlerine varmış olduklarını hiç zannetmiyorum. Babasının cellâtların elinden kurtulduğunu gören bu zavallı çocuğun kal binde baba sevgisinin yarattığı heyecan ve sevinci görünce nasıl yüreğim parçalandı, takanı yok anlatamam. Çocukcağız kâh kayıktan iniyor kah kayığa biniyor, babasının yanma oturuyor, babasının başını dakL kalarca göğsüne bastırıyordu. xxn KOBENSON ADADAN KURTULMA ÜMĐDĐNE KAPILIYOR Bir dakika sonra Cuma'nm kayıktan inip evime doğru müthiş bir hızla koşmaya başladığını gördüm; öyle bir koşuş koşuyordu ki, bir anda gözden kaybettim. Bu kadar becerikli,, bu kadar ayağına çabuk bir çocuğu ömrümde görmemiştim» Arkasından boşuna seslenip durdum, beni duymuyordu. Bir çeyrek saat sonra elinde bir testi su ve ekmekle geri döndü. Susuzluğunu gidermek için bir yudum bir şey içtikten sonra suyu babasına götürdü. Adamcağız meğer susuzluktan ölüyormuş ta haberimiz yok! Suyu içince canlamverdi! Đspanyol da müthiş surette halsizdi; bir ağacın gölgesinde, otlar arasına uzanmıştı. Maamafih yerinde doğrulup bir parça ekmek yedi, su içti. Boğuşurken epey kuvvet sarf ettiği için o kadar 'halsiz düşmüştü ki, ayakta

Page 146: Robinson Crusoe

duramıyordu. Bir iki defa ayağa kalkmaya teşebbüs etti amma, nafile.. Kölem Đspanyolun bir gayret daha sarfetmesini beklemeden hemen omuzlarına yükledi, kayığa taşıdı. Sonra müthiş rüzgâra rağmen kayığı sahil boyunca yürüterek koyumuza getirmeye muvaffak oldu. Yeni arkadaşlarımızın hiç biri yürüyecek halde olmadığından bunları eve kadar nasıl taşıyacağımızı bilmiyorduk. Nihayet buna da bir çare buldum; Cuma'ya oturup istirahat etmesini söyledikten sonra sedyemsi bir şey yapmaya koyuldum;: Sonra îspanyolla ihtiyarı sediyeye koyarak eve kadar taşıdık. Đki yeni arkadaşımı da yerleştirdikten sonra, şöyle nefis, bir yemekle kuvvetlerini yerine getirmeyi düşündüm. Cuma'ya sürüm içinden bir yaşında bir keçi yavrusu yakalayıp getirmesini emrettim. Keçiyi parçalara böldükten sonra kaynattım. Onların önüne gayet lezzetli bir et yemeği çıkardım. Misafirlerimle beraber sofraya oturdum. Cuma yalnız babasıyla değil,. fakat vahşilerin dilini gayet iyi konuşan Đspanyolla da anlaşmak için bana tercümanlık ediyordu. Yeni tebaalarımla konuşmaya başlamanın zamanı geldi diye düşündüm. Önce Cuma'nın babasından başlıyarak, ona elimizden kaçıp kurtulan vahşiler hakkında ne düşündüğünü, bizi öldürmek için adaya çok sayıda gelip gelmiyeceklerini sordum. Onun kanaatince kaçan vahşilerin fırtınaya dayanmış olmalarına imkân yoktu; ya hepsi yolda ölmüş, yahut da sürüklenmeleri muhtemel olan Güney kıyılarında başka yamyamlar tarafından yenilmişlerdi. Talihleri yardım edip te, kendi sahillerine ulaştıkları takdirde, kendilerine yapılan baskından o kadar korkmuş ve silâhlarımızın gürültüsünden o kadar sersemlemiş olacaklardı ki, vatandaşlarına arkadaşlarının yıldırım çarparak öldüklerini ve karşılarında gördükleri iki kişinin de kendileri ni yok etmek için gökten yere inmiş cinler olduğunu anlatacakları muhakkaktı. Đhtiyar vahşinin hakkı varmış; kayıkla kaçan vahşilerin memleketlerine varmış olduklarını sonradan öğrendim; vatandaşlarını anlattıklariyle öyle bir dehşete düşürmüşlerdi ki, bu SĐHĐRLĐ ADA'ya kim yaklaşacak olursa Allahm ateşi tarafından öldürüleceği korkusu hepsinin iliğine işlemişti. Ama o zamanlar benim bu vaziyetten haberim olmadığı için, daha bir müddet korku içinde yaşadım. Yine uyanık davranıyor ve arkadaşlarımı da silâh altında tutuyordum. Şimdi artık dört kişi olmuştuk; düzlük bir yerde yüzlerce düşmana meydan okumaktan korkmıyacaktım. Aradan epey zaman geçip te kıyılarıma bir kayığın bile gelmediğini görünce korkularım yatıştı, kıtaya doğru yapacağım yolculuk hakkında arkadaşlarla konuşmaya başladım. Cuma'nın babası kendi hatırı için vahşilerin bana iyi muamele edeceklerini temin ediyordu. Đspanyolla yaptığım ciddi bir konuşma yüzünden adadan Tcaçmak tasavvurumu gerçekleştirmeyi daha geç bir zamana bıraktım. Bana o kara parçasında Đspanyol ve Portekizli olmak üzere onaltı kişi bıraktığını söyledi. Bunlar bir deniz kazasına uğradıktan sonra o sahillere çıkmışlar; vahşilerle aralarında hırgür yokmuş amma, ancak açlıktan ölmiyecek kadar yiyecek toulabiliyorlarmış. Buradaki yamyamlar da'ha insani olduklarından onlara dokunmuyorlarmış. Onaltı .kişi her şeyden mahrum, açlıktan ölmek tehlikesi içinde yaşıyorlarmış. Gerçi yanlarında silâhları varmış amma, onlara bir hayrı dokunmuyormuş; çünkü kurtarabildikleri az miktardaki "barutla mermiyi karaya yıktıkları günler.av avlıyarak tükettiklerinden ellerinde barut ve mermi namına bir şey kalmamışmış. Bunun üzerine Đspanyola: — Peki amma, bunlar orada ne olacak? diye sordum. Oradan kaçmayı hiç düşünmediler mi? Bana birkaç kere bu işi düşündüklerini fakat ne gemileri ne de bir gemi inşaası için gerekli âletleri olmadığı için, bu husustaki konuşmalarının göz yaşları ve ümitsizlikle sona erdiğini söyledi. Ona bu adamların kurtarılmalarına dair tarafımdan yapılacak bir teklifi nasıl karşılayacaklarını ve hepsini ada'ma getirmek mümkün olduğu takdirde, hep beraber buradan kaçmamızın kolay olup olmayacağını sordum. Đspanyol dikkatle dinledikten sonra, bana dedi ki: —¦ Đsterseniz ihtiyar vahşiyle beraber gidip onları görürüm; kendilerine bu niyetinizi bildirir ve onlardan alacağım cevabı size getiririm. Hükümlerine saygı göstereceklerine dair ¦en kat'i yeminlerle bana teminat vermedikçe de, onlarla bir anlaşmaya girişmem. Sizi komutan olarak tanıyacaklarına onlara yemin ettiririm. Bana daha fazla itimat vermek için, gitmeden evvel emirlerimin dışına hiçbir zaman çıkmıyacağma, vatandaşları verdikleri sözleri tutmayacak kadar alçak çıktıkları takdirde beni kanının son damlasına kadar müdafaa edeceğine dair yemin etti. Bu teminatlardan sonra o onaltı kişiyi kurtarmaya ve kendileriyle de görüşmek üzere Đspanyolla ihtiyar vahşiyi yanlarına göndermeye karar verdim. Đşte yirmi yedi senedenberi yaşadığım bu adadan kaçmak îçin aldığım ilk tedbirler bunlar oldu. Onlara birkaç günlük yiyecek ve silâhla cephane verdim. Şiddetli bir rüzgâr eserken sahilden açıldılar. Ta'hminime göre aylardan Ekimdi.. 109 xxin ĐSYAN EDEN ÎNGĐLÎZ TAYFALARI ADAYA ÇIKIYOR. ROBENSON KAPTANIN YARDIMINA KOŞUYOR Elçilerimin dönücünü tam iki gün beklemiştim ki, başımdan bir benzerine hiç bir yerde rastlıyamıyacağıniz bir macera geçti. Henüz sabahtı; yatağımda horul horul uyurken, Cuma koşa koşa başucuma gelmiş sesleniyordu: "Efendim, efendim! Geldiler! Geldiler!" Hemen yataktan fırlayıp giyindim; korudan geçtim. Aklıma bir tehlike ihtimali hemen hemen gelmediği için, yanıma silâh almamıştım. Gözlerimi denize doğru çevirip bakmca hayretten ağzım bir karış açıldı: sahilden üç

Page 147: Robinson Crusoe

dört mil uzakta, yelkenleri müsait bir rüzgârla şişmiş bir kayık ada kıyılarına doğru yaklaşıyordu. Đlkönce kayığın karşı taraftan değil de, adanın Güney tarafından geldiğini farkettim. Bunun üzerine Cüma'ya gelenlerin beklediğimiz insanlar olmadığı için, yerinden kımıldanmamasını, bunların dost mu yoksa düşman mı olduklarını bilemiyeceğimizi söyledim. Daha açık bir fikir edinmek düşüncesiyle dürbünümü aldım ve merdivenim yardımıyle kayalığın tepesine tırmandım; zaten ne zaman bir şeyden korkup da, kendimi belli etmeden bunun aslını astarını öğrenmek istesem, hep bu kayalığın tepesine çıkardım. Tepeye çıkar çıkmaz Güney-Batı tarafında bir geminin demir atmış olduğunu gördüm. Biçiminden bunun bir Đngiliz gemisi olduğunu tamdım. Kayık da bu gemiye aitti. Tayfaları benim milletimden olan bir gemi görünce pek çok sevin-diysem de, içimde bana tedbirli olmamı söyliyen garip bir his duydum. Bu esnada kayık sahile yaklaşmış, karaya rahatça çıkmak için elverişli bir koy arıyordu. Fakat her vakit sözünü ettiğim o koyu bulamayınca, benden iki kilometre ötede kayıklarını kumluğa doğru sürdüler. Tayfalar karaya çıktıkları zaman suların en çok yükseldiği zamandı; gerek esirleriyle konuşmaktan, gerekse adanın her tarafını dolaşmaktan vakit geçmiş, gular da çekilerek kayığı kumlar üstünde bırakmıştı. Sa. hilde bıraktıkları tavfaiar da içe içe kütük gibi sarhoş olmuşlar ve oracıkta sızmışlardı. 110 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 111 Sahile çıkınca bunların Đngiliz olduklarını gördüm; hepsi onbir kişiydi. Yalnız içlerinden üçü silâhsızdı. Elleri ayakları iplerle sıkı sıkı bağlanmıştı. Đçlerinden beş altı kişi sahile atlayınca, bu üç kişiyi esirmiş gibi kayıktan çıkardılar: Birisi delice hareketlerle aşırı dereceye varan kederini açığa vuruyordu;, diğer ikisi de ara sıra ellerini havaya kaldırıyorlar ve çok kederli görünüyorlardı. Fakat bana ıstırapları daha azmış gibi geldi. Bu manzaraya ne mâna vereceğimi bilemeyip büyük bir kararsızlık içinde bulunduğum esnada Cuma o berbat Đngiliz-cesiyle: "Bak, efendim, Đngiliz adamlar istiyorlar yemek esirleri, tıpkı vahşi adamlar gibi!" dedi. "Yok, öyle şey olmaz Cuma dedim. Emin ol ki, onları yemiyeceklerdir. Yalnız onları öldürmelerinden korkuyorum!" Bu ihtimal karşısında benliğimi.nefret bürümüş ve vücudum titremeye başlamıştı; her an öldürmelerini bekliyordum. Hatta bir defasında bu gözü dönmüş herif- j lerden birinin kılıcını kaldırıp, o kara bahtlılardan birine şiddetle indirdiğini gördüm. Zavallının yere yuvarlanacağını göre-cekmişim gibi geldi bana.. Damarlarımdaki bütün kanım dondu. O vakit Đspanyolla o ihtiyar vahşinin yanımda olmalarını o kadar istedim ki! Ellerinden esirleri kurtarmak için bu halin Đngilizleri tüfek menzilim içinde bastırmak istiyordum. Çünkü ellerinde ateşli silâhlara benzer bir şey görmüyordum. Bu küstah gemiciler etrafı keşfetmek istiyorlarmış gibi adanın her tarafını dolaşırlarken, üç esirin diledikleri yere gitmek için serbest bırakılmış olduklarını farkettim; ama onlar bir yere gitmeye cesaret edemiyorlar, ümitsiz bir halde oturup arpacı, kumrusu gibi düşünüyorlardı. Tayfalar karaya çıktıkları zaman suların en çok yükseldi- j ği zamandı; gerek esirleriyle konuşmaktan gerekse adanın her1 tarafını dolaşmaktan vakit geçmiş, sular da çekilerek kayığı j kumlar üstünde bırakmıştı. Sahilde bıraktıkları iki tayfa dal içe içe kütük gibi sarhoş olmuşlar ve oracıkta sızmışlardı. Der-Đ ken birara birisi arkadaşından» daha evvel uyanıp da, kayığın| yalnız basma çekip çıkaramıyacağı kadar kumlara saplandığı^! nı görünce, bağıra bağıra ötekileri sahile topladı; fakat kayık son derece ağır olduğu ve sahilin o tarafında kumlar sağlam olmadığı için, hepsi bir araya geldiği halde kayığı saplandığı kumdan kurtaramadılar. Bu zorluğu görünce, en ihmalci insanlar olan bütün hakiki gemiciler gibi onlar da kayığı bir tarafa bırakıp adayı dolaşım-ya çıktılar. Bütün bu zaman ben şatomun istihkâmı içinde kaldım; gözetleme yerimden daha ileri gitmedim. Evimi adamakıllı tahkim etmek akıllılığını gösterdiğim için pek memnundum. Kayığın, akşamın onundan evvel denizde yüzdürülemiyeceğini biliyordum. O vakte kadar hava kararacak, ben de hiç bir tehlikeye uğramadan onların bütün hareketlerini gözetliyecektim.. Bu arada ben de döğüşmek için hazırlandım; vaktiyle karşılaştığım düşmanlardan bambaşka olan düşmanlarla çarpışacağımı bildiğim için gayet tedbirli hareket ettim. Cuma'ya da. aynı şekilde hazırlanmasını söyledim. Đnsana parmak ısırtan bir isabetle ateş ettiği için ondan medet umuyordum. Kılık kıyafetim korkunçtu; başımda keçi postundan yaptığım o dehşet, veren kalpağım vardı; kılıcım yanıma sarkıyordu. Belime iki tabanca sokmuştum; iki omuzumda da birer tüfek vardı. Ortalık kararmadan bir işe girişecek değildim; fakat saat iki sularında, günün en sıcak zamanında, baktım tayfaların hepsi koruya girdiler. Herhalde orada istirahat edeceklerdi. Esirler de pek uyuyacak halde olmamakla beraber yanıbaşım-daki kocaman bir ağacın altına uzanmışlardı. Bunun üzerine durumları hakkında bilgi edinmek için onlara kendimi göster-miye karar vererek derhal harekete geçtim. Benim kadar korkunç bir şekilde silâhlanmış olmakla beraber benim gibi bir mezar kaçkınına benzemiyen Cuma beni oldukça uzaktan takibedi-yordu. Kendimi göstermeden onların yanma mümkün olduğu kadar sokulduktan sonra, Đspanyolca: — Siz kimsiniz, baylar? Diye seslendim. Cevap vermediler. Kaçmıya davrandıklarını görünce Đngilizce : 112

Page 148: Robinson Crusoe

KO-hSiÜJNSUN KKUZUJbÜJNĐJN — Korkmaymız, baylar, dedim; en ummadığınız bir anda karşınızda bir dost buldunuz! Đçlerinden biri titriyerek ve gözleri yaşla dolu olduğu halde gözlerine inanamıyormuş gibi bir tavırla: — Allah, Allah! Bir insanla mı konuşuyorum, yoksa bir melekle mi? Dedi. — Ben halis muhlis bir Đngiliz'im.. Size yardım etmek için «mirlerinizi bekliyorum. Yanımda yalnız bir kölem var. Silâhlarımız da cephanemiz de var! Şimdi bana başınızdan geçen felâketi anlatın! — Yazık ki dostum, maceramız o kadar uzundur ki, düşmanlarımız burnumuzun dibindeyken bunu anlatmak imkânsızdır.. Sadece şu kadarını söyliyeyim ki, ben gördüğünüz gemicin kaptanıyım; adamlarım bana karşı isyan ettiler; az daha beni öldüreceklerdi; şimdi beni bu iki adamla bu ıssız adada bırakmak istiyorlar.. Bunun ölümle ne farkı var sanki? Bu adamlardan biri benim lostromomdur, öteki de bir yolcu, Adada kimsenin oturmadığını sanarak birkaç gün içinde öleceğimizi düşünüyorduk. — Peki amma, isyan eden o hain adamlarınız ne oldular? Diye sordum. Kaptan parmağıyla gayet sık bir ağaç kümesini göstererek: — Đşte orada yatıyorlar, dedi. Konuştuklarımızı duymuşlardır diye ödüm kopuyor; eğer duymuşlarsa, hepimizi öldürdükleri gündür! Ona âsilerin yanlarında silâ'h olup olmadığını sordum. Tanlarında iki tüfek varmış; birini de kayıkta bırakmışlarmış. -—¦ Öyleyse işin üst tarafını bana bırakın, dedim; hepsi horul horul uyuyor! Onları öldürmek işten bile değil! Yok onları esir etmek isterseniz, o vakit iş değişir... O zaman bana ellerinden her türlü fenalık gelebilecek iki haydudun bulunduğunu, bunlar zarar veremiyecek hale getirildikleri takdirde, ötekilerin kolaylıkla işleri başına dönecekleri aıi söyledi, o iki kişiyi bu kadar uzaktan işaret etmenin müm- jtikı olmadığını, her hususta vereceğim emirlere itaat etmiye iıazır olduğunu sözlerine ilâve etti. — Peki öyleyse, dedim, uyanınca bizi görmesinler diye önce buradan kaçalım. Arkam sıra geliniz.. Gideceğimiz yerde ra-iat rahat işimizi konuşuruz.. Koruda bir yere gizlendikten sonra: — Şimdi dinleyin, bayım, dedim. Sizi kurtarmak için her .şeyi göze alacağım. Buna mukabil iki şartımı kabul edeceksiniz tabu... Kaptan sözümü keserek, kendisine hürriyetini ve gemisini iade ettiğim takdirde minnettarlığını göstermek için, her ikisini de benim hizmetimde kullanacağını, yok onun ancak hayatını kurtarırsa1^, o vakit de kendisini dünyanın neresine' gfttürürsem götüreyim, benden ayrılmıyacağım temenni etti. Đki arkadaşı da bana aynı teminatı verdiler. — Şimdi şartlarımı dinleyin, dedim. Birincisi, bu adada benimle beraber kaldığınız müddetçe, yalnız benim emirlerime boyun eğeceksiniz, ve size silâh verdiğim takdirde, bunları istediğim anda bana geri vereceksiniz... Đkincisi de, gemiyi ele geçirmeye muvaffak olursak, benimle kölemi bizden yolculuk için beş para almadan Đngiltere'ye götüreceksiniz. Minnettar bîr kalbin akla getirebileceği en kuvvetli sözlerle istediklerimi yapacağım vaadetti. O vakit her üçüne de birer tüfekle kurşun ve barut verdim. Kaptan elinde tüfek, ve belinde de tabancalanmdar. biri olduğu halde âsilere doğru yürüdü Bir iki adım önünden giden iki arkadaşı biraz gürültü yaptığı için tayfalardan biri uyandı ve arkadaşlarını uyandırmak için bağırmaya başladı; fıkat ikisi de aynı anda ateş ettiler. Kaptan da asilerin elebaşılarına mümkün olduğu kadar doğru nişan alarak, içlerinden birini cansız yere serdi, ötekisi de, tehlikeli surette yaralı olduğuna bakmadan, hızla ayağa kalkıp imdat çağırmaya başladı; fakat Kaptan onun yanma gitti, artık imdat istemenin zamanı geçtiğini, hiyanetini affetmesi için Allaha dua •etmesini söyliyerek, bir dipçik darbesiyle leşini yere serdi. Geriye daha üç kişi kalmıştı; bunlardan biri hafifçe yaralanmıştı; fakat benim de geldiğimi görüp te, karşı koymanın im- Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 8 kansız olduğunu anlayınca yelkenleri suya indirip dize geldiîs»:,. Kaptan, gemiyi ele geçirmesine yardım ederek, yaptıkları lisas-netten pişmanlık duyduklarını göstermeleri şartıyla, hayatlar nnı bağışlamıya razı oldu. Yalnız ben Kaptanı zorlıyarak, adada kaldıkları müddetçe bunların elleriyle ayaklarını bağlattım. Ondan sonra Cınna'yla Lostromoyu kayığa göndererek, ka-yıklanyla yelkenlerini çıkarttırmak suretiyle onu da emniyet altma aldım. O esnada ötekilerinden ayrılmış olan üç tayfa tffc-f ek seslerini duyunca çıkageldiler. Ve Kaptanlarının esirken galip duruma geldiğini görerek teslim oldular, ötekiler gibi ballanmayı kabul ettiler. Bütün düşmanlarımızı zararsız hale getirdiğimizi görünse. Kaptana başımdan geçen bütün maceralarımı anlattım. Be»> hayranlığa varan bir dikkatle dinledi. Bü'hassa cephane ve yiyecek tedarik etmek için başvurduğum mucizemsi usullere hayran kaldı. Hikâyem hep böyle harika kabilinden şeylerle örifi-düğü için, Kaptanın üzerinde derin bir tesir bıraktı. Konuşmamız bitince, Kaptanla arkadaşlarını şatoma götürerek, onîarat elimdeki bütün içkilerden ikram ettim. XXIV KAPTAN, ROBENSONTN YAKDIMÎYLE GEMĐNĐN ĐDARESĐNĐ TEKRAR ELE ALIYOR

Page 149: Robinson Crusoe

Kaptana gemiyi ele geçirmemiz için şimdiden çareler düşünmemiz lâzım geldiğini söyledim. Nasıl bir çareye baş vuracağını bilmediğini gizlemedi. Ve: — Gemide daha yirmi altı kişi var, dedi. îsyana karışarak ölümü hallettiklerini bildikleri için, çılgınca ayak direyecekler-dîr. Çünkü teslim oldukları takdirde Đngiltere'ye varır varmaa kendilerinin idam edileceklerine kanaat getirmişlerdir. Şimdi bu kadar kişiyle onlara hücum etmek için nasîl bir çare bulabiliriz?.. Bu muhakemeyi çok yerinde buldum. Gemideki tayfalara bir. tuzak kurmaktan, hiç olmazsa karaya çıkıp bizi öldürmelerine mâni olmaktan başka yapacak bir şey olmadığım anladım. Gemidekilerin, arkadaşlarının dönmediklerine hayret ederek denize bir kayık indireceklerinden ve onların ne olduklarını an-iamıya geleceklerinden emindim. Onların silâhlı olarak kendilerine karşı koyamıyacagımız kadar çok sayıda gelmelerinden korkuyordum. Bunun üzerine j/apaeağımız ük işin, geri götürememeleri için kayığı batırmak olduğunu söyledim. Fikrimi kabul etti. Hemea işe girişip kayığın içine ne varsa hepsini dışarı iaşıyıp, dibine kocaman bir delik açtık Hakikat bu ya, gemiyi tekrar ele geçireceğimizi hiç zannetmiyordum. Maksaciım, kayığı bize bırakıp gittikleri takdirde, hemen o deliği tıkayıp bizi Đspanyol dostlarımıza götürebilecek hale getirmekti. Sular en yüksek olduğu zaman bile alıp götüremiyeceği kadar uzağa kayığı çekmek için bütün kuvvetimizi harcadık. Biz bu zor işle meşgulken, bir top sesi duyduk, ve gemiden kayığı çağırmak için işaret 116 verildiğini gördük. Onlar varsın istedikleri kadar top atsın, işaret versin, bu kayığın umurunda bile değildi! Aynı esnada dürbünlerimizle, onların denize başka bir kayık indirip hızla kürek çekerekten sahile doğru geldiklerini farkettik. Görüş sahamıza yaklaşınca on kişi olduklarını ve yanlarında tüfek bulunduğunu iyice gördük. Hattâ yüzlerinin hatlarını bile seçtiğin-ds için Kaptan kayıktakileri dikkatle gözden geçirebildi. Đçlerir.de gayet mert ve dürüst üç tayfa gördüğünü, ötekilerin bunları isyana zorla sürüklediklerinden emin olduğunu söyledi; fakat kayığa komuta eden tayfayla ötekilerine gelince, bunların gemideki tayfaların en alçaklarından olduklarını, giriştikleri işten dünyada dönmiyeceklerini, bize göre çok kuvvetli olmalarından korktuğunu ilâve etti. Kayığın bize doğru gelmek üzere denize açıldığını görür görmez, esirlerimizi tiribirlerinden ayırıp emin yerlere götürmeyi akü etmiştik. Bunların içinde kaptanın pek güvenemediği iki tayfa vardı. Cuma ve Kaptanın bir arkadaşı vasıtasıyla bunları mağarama götürmüştüm. Buradan kendilerini gösteremezler, seslerini işittiremezler, iplerini çözecek olsalar bile ormanda kendilerine bir yol bulamazlardı. Yanlarına bir miktar yiyecek bıraktım, ve yerlerinde rahat dururlarsa bir iki gün sc^ra kendilerini serbest bıraktıracağımı temin ettim. Öteki esirlerimiz daha talihli çıkmışlardı. Gerçi içlerinden şüpheli olan ikisini bağlamıştık amma, diğer üç tanesini Kaptanın salık vermesi, ve kendilerinin ölünceye kadar bana sadık kalacaklarına dair yemin etmeleri üzerine hizmetime almıştım. Bu suretle iyice silâhlı yedi kişi olmuştuk. Düşmanlarımızın hakkından geleceğimizden emindim; hele Kaptanın içlerinde üç dört tanesinin namuslu tayfalar olduğunu söylemesiyle bu kanaatim da!ha da artmıştı. Tayfalar öteki kayığın bulunduğu yere gelir gelmez, kayıklarını sahile çekip kayığı yalnız bıraktılar. Bu durum hoşuma gitti. Çünkü sahile yakın bir yerde demirleyip, bir de nöbetçi bırakmalarından korkuyordum. Bu takdirde kayığı ele geçirmemiz mümkün olamazdı. Karaya çıkanlar ük iş olarak öteki kayıklarına koştular, içindekilerin boşaltılıp dibine bir de*> iı ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI lik açılmış olduğunu görünce pek hayret ettiler. Bir saniye sonra seslerini arkadaşlarına duyurabilmek için hep bir ağızdan bağırıp çağırmaya başladılar. Bundan da bir fayda çıkmadığını görünce halka oldular, ve hep birden havaya ateş edip silâhlarını boşalttılar. Silâh sesleri ormanlarda geniş yankılar uyandırdı; fakat mağaradaküerin bu sesleri duymadıklarından emindik; yanımızda bağlı tuttuklarımız da cevap vermek cesaretini gösteremezlerdi. Kayıkla gelenler arkadaşlarından hiç bir ses çıkmadığım görünce o kadar şaşırıp kaldılar ki, kayıklarını denize indirip hepsinin bindiğini gördük. Daha sahüden yeni ayrılmışlardı ki tekrar dönüp geldiler. Her halde arkadaşlarını bulmak için akıllarına başka bir çare gelmişti; Đçlerinden üçü kayıkta kaldı; ötekiler de karaya çıkıp arkadaşlarını aramaya koyuldular. Bu son aldıkları kararı bizim için tehlikeli buldum. Kayığı elimizden kaçıracak olursak, karaya çıkan yedi kişiyi yakalamışız,, bunun bir faydası oknazdı. O zaman kayıktakiler gemiye ulaşacaklar, ve gemi de yelken açıp oradan uzaklaşacak, bizim için de onu ele geçirmiye imkân kalmıyacaktı. Bu duruma bir çare bulmak kabil değildi; üstelik kayığın sahilden uzaklaşıp biraz uzakta demir attığını gördük. Korktuğum başıma gelmişti. Artık bizim için hadiselenn gelişmesini beklemekten başka yapacak bir iş kalmamıştı. Karaya çıkan yedi kişi birbirlerine sokulmuş vaziyette altında kulübemin bulunduğu tepeye doğru geliyorlardı. Onlar bizi görmedikleri 'halde biz onları gayet iyi görüyorduk. Üzerlerine ateş açabilmek için daha yakınlara gelmelerini, yahut da saklandığımız yerden çıkabilmemiz için uzaklaşmalarını istiyorduk. Tepenin üstüne çıkınca, buradan ormanların ve adadaki vadilerin büyük bir kısmını ve bilhassa arazinin gayet alçak olduğu Kuzey-Doğu taraflarını görebilirlerdi; oraya gelince, nefesleri tükeninceye kadar bağırmaya başladılar, ne

Page 150: Robinson Crusoe

yapacaklarını kararlaştırmak için oracığa oturdular. Hani orada uyu-mıya karar verseydiler bize ne büyük bir hizmette bulunmuş olurlardı. Ne yapacağımızı bilemeden uzun zaman bekledik. Nihayet 118 yerlerinden kalkıp sahile doğru gittiklerini üzülerek gördük. Burada kendilerini bekliyen tehlikelerden gözleri o kadar korkmuş olacak ki, arkadaşlarına kaybolmuş nazariyle bakarak gemiye dönüp yollarına devam etmiye karar vermişlerdi her halde. Bii sefer dönmemek üzere gittiklerini görünce, Kaptan ümitsizliğe düştü; fakat ben onları geri çevirmek için bir hile düşündüm, ve bunda muvaffak da oldum. Lostromoyla Gu-rna'ya küçük koyu batı tarafından geçip sonuncusunu düşmanlarının elinden kurtardığım yere doğru gitmelerini, bir tepeye varır varmaz var kuvvetleriyle bağırmalarını, tayfaların kendilerini işittiklerinden ercin oluncaya kadar orada kalmalarını ve ondan sonra tayfalar cevap verir vermez bir daha haykırmalarını, bundan sonra da adamlara görünmeden onları korunun içerlerine çekmek için, önlerine çıkan her tepeden bağırmaya devam ederek, gösterdiğim yollardan benim bulunduğum yere gelmelerini emrettim. Tayfalar tam kayığa ayak basacakları sırada, adamlarımın haykırışını işittiler. Sesin geldiği Batı tarafına koşunca küçük koy yollarını kesti; sular yüksek olduğu için koyu geçemediler. Bu vaziyet onları kayığı getirmek zorunda bıraktı. Zaten ben de bunun böyle olacağını önceden tahmin etmiştim. Koyua karşı tarafına varınca, kayıktaki tayfalardan biri indi, geride j kalan iki kişi de kayığı bir ağaca bağladılar. ' Tam istediğim olmuştu: Cuma ile Lostromo emirlerimi ye-' rine getire dursunlar, ben öteki adamları yanıma aldım, vs koyun öbür sahiline varmak için bir yarım daire çizdikten sonra kayîktakilere ansızın baskın yaptık. Tayfalardan biri kayık Đçindeydi; ötekisi kumlara uzanmış uyukluyordu. Biz yanma! yaklaşınca sıçrayarak uyandı; en önde giden kaptan hemen.| onun üzerine atılıp, dipçikle kafasını patlattı. Kayıktaki ne teslim olmasını yoksa öldürüleceğini bildirdi. Etrafının beş lri-J siyle çevrili olduğunu görüyordu. Arkadaşı da yere serilmişti*! Zaten Kaptanın iyi dediği tayfalardan 1-iri olduğu için yalnız| teslim olmakla kalmadı, o da bize katılıp sadakatla hizmet etti.' Bu esnada Cuma ile Lostromo işlerini gayet iyi görmüşler,; ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI %ağırarak ve tayfalann "haykırışlarına cevap vererek, onları te-peden tepeye dolaştırmışlar, nihayet onları zor bir duruma sokmuşlardı. Oniarı ancak ormanın içine çektikten sonra rahat îsrakmışlardı; tayfaların karanlık basmadan evvel kayıklarına Magmalarına imkân yoktu. Yanımıza geldikleri zaman Cuma ile Lostromo yorgunluktan bitirin bir haldeydiler. Bizim için en sağlam iş düşmanlarımı-Ea karanlıkta saldırmak olacağına göre, dinlenecek zamanları vardı. Tayfalar Cuma'mn dönüşünden ancak bir iki saat sonra kayıklarının yanına gelebil diler. En öndekilerin arkadakilere acele etmeleri için seslendiklerini açık bir şekilde işitiyorduk; ötekiler de yorgunluktan ölecek hale geldiklerini söylüyorlardı: ;JBu haber içimize ferahlık verdi. I Suların çekildiğini, kayığın kumlara saplanıp başıboş bırakılmış olduğunu'görünce bir hayret ettiler ki imkânı yok anlatamam! Acıklı bir şekilde birbirlerine seslenip tekinsiz bir adada bulunduklarını cinler tarafından kaçırılıp yenileceklerimi söylediklerini gayec iyi işitiyorduk. Tekrar bağırmıya ve iki arkadaşlarını isimleriyle çağırmıya başladılar; yine cevap alamadılar. O vakit alaca karanlıkta onların öteye beriye koştuklarım, ümitleri kırılmış insanlar gibi ellerini yoğurduklarını gördük. Kâh kayığa girip dinleniyorlar, kâh kayıktan çıkıp sa-. tulde koşuşuyorlardı. Adamlarım hep birden üzerlerine çullanmak için dayanılmaz arzu duyuyorlardı. Fakat benim niyetim onlan bastırıp ¦mümkün olduğu kadar az insan öldürmek ve içimizden bir kişinin bile burnunun kanamasına meydan vermemekti. Birbirlerinden ayrılırlar ümidiyle beklemiye karar verdik. Elimizden •kurtuhzıamalan için de onlara biraz daha yaklaşarak pusuya yattık. Kaptanla Cuma'ya elleri üzerinde sürünerek, kendilerini göstermeden, mümkün olduğu kadar onların yanma yaklaşmalarını emrettim. Bu vaziyette uzun zaman beklemediler; uğradığı felâket karşısında arkadaşlarından daha fazla ümitsiz ve korkunç görünen ve isyanın elebaşısı olan tayfa yanında iki arkadaşı olduğu halde, onların bulunduğu tarafa doğru gelmiye başladı. Kap- 120 ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERALARI ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 12ÎL tan bu alçak herife öyle diş biliyordu ki, yaklaşması için kei&-dini güç tutuyordu; biraz daha sabrettikten sonra birden ayağa fırlayıp üzerine ateş etti. Herif oracıkta yığılıp kaldı; diğeri karnından yaralandı^, fakat ancak iki saat sonra öldü; üçüncüsü de tabanları yağlayıp kaçtı. Tüfek sesleri duyulurken, sekiz kişilik ordumla birden ileri atıldım. Başkomutan bendim. Cuma da muavinim!... Askerlerimiz de kaptan, iki arkadaşı ve kendilerine silâh verdiğim esir aldığımız üç tayfaydı.

Page 151: Robinson Crusoe

Gece zifiri karanlıktı; o kadar ki, düşmanlarımızın bizim kaç kişi olduğumuzu anlamalarına imkân yoktu. Kayıkta bulduğumuz ve şimdi askerlerimden biri olan tayfaya, bakalım teslim olacaklar mı diye, onları isimleriyle çağırmasını emrettim; buna muvaffak oldum. Bizim tayfa yüksek sesle bağırmaya başladı: — Hey! Tomas Smit! Tomas Smit! Beriki bizim tayfanın sesini tamyarak: — Sen misin Conson? Diye sordu. — Evet, benim, ben... Alîahaşkma Tomas silaHannizst atıp teslim olun, yoksa hepiniz derhal öldürülürsünüz! — Peki teslim olalım? Hani neredeler?... — Buradalar.. Kaptan elli kişiyle iki saattir sizi arıyor-, Đsyanın elebaşısı öldürüldü. Vilyam tehlikeli şekilde yaralandi-J Ben de harp esiriyim. Teslim olmazsanız hepiniz mahvolura**-J nuz! Smit: — Silâhları bırakırsak, canımız bağışlanacak mı? Diye sordu. Conson da: — Dur bir gidip Kaptana sorayım. Dedi. O zaman Kaptan, Smit ile konuşmıya başladı: — Sesimi tanıdın, değil mi? dedi. Silâhlarınıza atarsam^) Vilyam Atkins hariç hepinizin hayatını bağışlarım. Bunun üzerine Atkins yalvaran bir sesle: — Allah aşkına, Kaptan, dedi. Benim de canıma kıymik-j yın! Ben de ötekilerden fazla ne yaptım? Onlarda benim kadar suçludurlar! Doğru söylemiyordu; çünkü Kaptana fena muamele edenlerin başında Atkins geliyordu. Bir yandan Kaptana en ağıza. ahnmıyacak küfürler ederken, bir yandan da ellerini bağlamıştı. Nitekim Kaptan da ona bir şey vaadetmediğini, kayıtsız şartsız teslim olmasını ve Ada Valisinin iyiliğinden medet ummasını, söyledi. Uzun lâfın kısası, hepsi silâhlarını bıraktılar, hayatlarının; bağışlanması için yalvardılar. Conson ile iki arkadaşını onlarla hepsini bağlamaları için yolladım; bundan sonra aslında sekiz, kişiden fazla olmıyan, sözüm ona elli kişilik büyük ordum ilerledi, onları ve kayıklarını ele geçirdi. Bana gelince bazı sebeplerden dolayı yanımda adamlarımdan" biri olduğu halde bir kenarda durdum. Kaptan bütün esirlerle istediği kadar konuştu. Hepsinin hainliğini acı bir dille başlanna kaktı. Hepsi çok pişman olmuş görünerek, gayet uysal bir tavırla 'hayatlarının bağışlanmasını istediler. Kaptan da onlara kendisinin değil, ada valisinin esiri olduklarını söyledi ve: — Beni ıssız bir adada bırakacağınızı sanıyordunuz, değil, mi? dedi. Halbuki bu ada bir ingiliz Valisi tarafından idare edilmektedir. Bu vali hepinizi idam ettirmek yetkisindedir; fakat hepinizin hayatını bağışladığına göre, sizleri Đngiltere'ye gönderip adaletin eline teslim etmekle yetinmesi mümkündür-yalnız validen emir aldım, Atkins'e, ölüme hazırlanmasını söyli-yebilirim; çünkü yarın sabah asılacaktır! Bu uydurma deraeç hepsinin üzerinde kuvvetli bir tesir bıraktı; Atkins, Kaptanın ayaklarına kapanarak, kendi namına. Validen af dilemesi için yalvardı. Ötekiler de Kaptana Đngiltere'ye gönderilmelerine mâni olması için yalvarıp yakardılar. Ben kurtuluş zamanının geleceğini aklıma koymuş olduğum için, bu tayfaları kandırıp, gemiyi ele geçirmek hususunda, bütün kuvvetleriyle bize yardım etmelerini sağlamanın kolay olacağını düşündüm. Onları daha fazla aldatmak için, Vali diye karşüarında ne gibi bir şahsın bulunduğunu görmemeleri mak- vadiyle onlardan uzakta duruyordum. Kaptanın yanıma getirilmesini emrettim. O zaman benden az ötede duran adamlarımdan biri: "Kaptan, Vali sizinle konuşmak istiyor!" diye seslendi. Kaptan da: "Vali hazretlerine söyleyin, şimdi geliyorum." diye cevap verdi. Bu numaraya pek kandılar, ve Valinin elli askeriyle az ilerde durduğundan şüphe etmediler. Kaptan yanıma gelince, gemiyi ele geçirmek için tasarladıktım plânı ona bildirdim. Plânımı pek beğendi ve bunu ertesi gün gerçekleştirmeye karar verdi. Daha emin bir şekilde hareket etmiş olmak için esirlerimizi biribirlerinden ayırmak lâzım geldiğini düşündüm ve Kaptanla iki arkadaşına Atkins ile ea suçlu iki tayfayı yakalayıp, daha iki tayfanın bulunduğu mağaraya götürmelerini emrettim. Burası korkuya kapılmış kimseler için muhakkak ki pek hoş bir yer sayılamazdı. Geri kalan tayfaları bir çit ile çevrili olan kırdaki evime yolladım. Elleri kolları kıskıvrak bağlandığı akıbetleri de hareket tarzlarına bağlı bulunduğu için, elimden kaçmıyacaklarm-dan emin olabilirdim, içlerinden geçenleri okumaya çalışması ve plânımızın gerçekleşmesinde kendilerinden faydalanmanın akıllıca bir hareket olup olmıyacağım anlaması için ertesi gün Kaptanı onların yanlarına gönderdim. Onlara giriştikleri fena Üıareketin başlarını belâya soktuğundan, burada hayatları bağışlanmakla beraber, Đngiltere'ye gönderilecek olurlarsa, idam edileceklerinin muhakkak olduğundan .bahsetti. Ve: — Bununla beraber, gemiyi ele geçirmek gibi haklı bir işte bana sadakatle yardım edeceğinize dair söz verecek olursa-:îuz, Vali hepinizi affettirmiye çalışacaktır. Dedi. Böyle bir teklifin bu zavallılar üzerinde ne derin bir tesir bıraktığını tahmin etmek kolaydır. Tayfalar, Kaptanın önünde diz çöktüler ve kendisine sadık kalacaklarına, onun uğruna kanlarını son damlasına kadar dökeceklerine, kendilerini nereye götürürse götürsün, peşinden aynlmıyacaklarma, hayatlarını ona borçlu olacakları için her vakit kendisine bir baba gözüyle bakacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Kaptan:

Page 152: Robinson Crusoe

— Öyleyse şimdi gidip vaitlerinizi Valiye bildireyim, dedi. Sizin lehinize hareket etmesi için bütün gayretimle çalışacağım. Ondan sonra gelip tayfaların verdiği cevabı anlattı ve sa-.mimi olduklarından şüphe etmediğini sözlerine ilâve etti. Bununla beraber emniyetimiz için hiç bir noktayı ihmal etmemek •düşüncesiyle, tekrar yanlarına dönüp, işinde kullanması için içlerinden beş kişi seçmeye razı olduğunu, Valinin içlerinden ikisini şatosundaki diğer üç esirle beraber rehine olarak alıkoyacağını, arkadaşları yeminlerini tutmıyacak olurlarsa bu beş kişiyi deniz kıyısında astıracağını söylemesini rica ettim. Bu sözlerde onlara Valinin şakaya gelmediğini anlatacak sert bir taraf vardı. Sözü geçen beş tayfa bu teklifi sevinçle kabul ettiler. Şimdi artık Kaptanın plânını gerçekleştirmesi için yapaca-;ğı tek şey iki kayığı da donatmaktı. Kayıklardan birine kaptan »olarak yolcusunu ve dört kişiyi bindirdi. Kendisi de Lostromosu -ve beş tayfayla öteki kayığa binerek hareket etti. Gemiyi karanlıkta seçmeye başladığı zaman vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ses ulaşacak kadar geminin yakınma gelince, Conson'a tayfalara seslenip birinci kayıkla uzun zaman aradıktan sonra bulabildikleri tayfaları getirdiklerini bildirmesini emretti. Conson bu ve buna benzer sözlerle, kayık tâ geminin altına sokuluncaya kadar âsileri oyaladı. Kaptanla Lostromo hemen silâhlariyla güverteye çıktılar. Üçüncü kaptanla marangozu dipçikle vura vura öldürdüler. Ötekilerin de yardımıyla, güvertede ne buldularsa ellerine geçirdiler. Aşağıdakilerm yukarı çıkıp arkadaşlarının yardımına gelmelerine mâni olmak için kapıları tutmakla meşgulken, ikinci kayıktakiler de geminin ön tarafına çıkıp ön güverteyi temizlediler, sonra ahçmın kamarasını sararak üç âsiyi esir ettiler. Bu şekilde bütün güverteye hâkim olduktan sonra, Kaptan, Lostromoya yanına üç kişi alıp yeni Kaptanın bulunduğu kamaraya hücum etmesini emretti. Beriki telâşa kapılarak, kalkmış, ve iki tayfa bir miçonun yardımıyla silâha sarılmıştı. Lostromo bir löviye yardımıyla kapıyı açar açmaz, bu dört âsi onunla ar-îkadaşları üzerine ateş ettiler. Hiç kimseyi öldüremediler, yalmz 124 KOĐ3BNSON KRUZOE'NIN MACERALARI ikisini hafifçe yaraladılar, Lostromonun kolunu kırdılar, fakat Lostromo yaralı olmasına rağmen bir kurşunla yeni kaptanım beynini dağıttı. Kurşun Kaptanın ağzından girmiş kulağının arkasından çıkmıştı; arkadaşları onun gık demeden öldüğün» görünce teslim oldular. Böylece boğuşma sona erdi, kaptan dadana fazla kan dökmek zorunda kalmadan gemisini ele geçirdi. 1EOBENSON GEMĐYE BĐNĐP MEMLEKETĐNE DÖNÜYOR. Evvelce aramızda kararlaştırmış olduğumuz gibi, Kaptan yedi pare top attırarak işinin başarıyla bitmiş olduğunu bana Mldirdi. Kayıklar gittikten sonra, sabahın ikisine kadar sahilde öbeklediğim için, bu top seslerini işitince ne kadar sevindiğimi .artık siz tasavvur edin. Bu hayırlı haberi aldıktan sonra, yatağıma yattım, ve o .gün müthiş surette yorgun olduğum için, bir top sesiyle uyan-«dırılmcaya kadar derin bir uyku ile uyudum. Niçin top atıldığımı anlamak için daha yataktan yeni kalkmıştım ki, Vali diye be-:ni çağırdıklarını işittim; Kaptanın sesini hemen tanıdım; beni "iteklediği kayalığın tepesine çıkınca, bana sonsuz bir muhab-1 'betle sarıldı, sonra elini gemiye doğru uzatarak: "Sevgili dostum, sevgili kurtarıcım, işte geminiz, dedi... O, da biz de ve her neyimiz varsa size aittir." Gözlerimi denize çevirince, sahilden bir mil kadar açıkta -demir atmış olan gemiyi gördüm; çünkü Kaptan teşebbüsünü gerçekleştirir gerçekleştirmez yelken açtırmış, hava da güzel olduğu için, gemiyi küçük koyumun ağzına kadar getirebilmişti. O esnada sular da yüksek olduğundan kayığıyla âdeta kapıma kadar gelmişti. Artık kurtuluşuma muhakkak gözüyle bakıyordum; istediğim bir yere götürmek için sağlam bir gemi beni bekliyordu. , Bu kadar beklenmedik bir saadet beni o kadar sevince garket-mişti ki, uzun zaman ağzımdan bir kelime çıkmadı. Kaptan beni ¦kucaklamasaydı, muhakkak düşüp bayılacaktım... Fenalaşmı-ya başladığımı görünce, Kaptan benim için getirdiği içkiden bir bardak içirdi. Bunu içtikten sonra yere oturdum; yavaş yavaş kendime geldim amma, ona bir kelime söyliyemeden uzun zaman. o halde kaldım. Zavallı Kaptanın da sevinmek bakımından benden aşağı kalır tarafı yoktu. Beni sakinleştirmek için, bana bir yığm güzel şeyler söyledi; nihayet heyecanım geçip gözlerimden, sel ,gi-M yaşlar boşandı, ve az sonra dilim çözüldü. Ben de onu kurtarıcım olarak kucakladım ve binbir teşekkürde bulundum. Sonra Kaptan kayıktaki tayfalara seslenerek, Valiye mahsus hediyeleri karaya çıkarmalarını bildirdi. Doğrusu hediyeler gemiye binecek bir Vali için değil de, adada kalacak bir Vali Đçindi sanki.. Şişe şişe içkiler, şaraplar, nefis tütün, koca sığır ve domuz eti parçaları, bir çuval nohut ve yüz libreye yakın. peksimet.. Ayrıca bunlara bir kutu şeker, bir kutu ağzına kadar dolu sıcak memleket meyveleri, iki şişe limon suyu, hoş ye faydalı daha bir sürü şeyler ilâve etmişti. Fakat beni çok sevindiren yepyeni altı gömlek, gayet iyi cinsten bir o kadar kra-* vat; iki çift eldiven, bir çift ayakkabı, bir çift çorap, bir şapka. ve kendi gardrobundan çıkardığı hiç giyilmemiş bir takım elbise oldu. Bir kelime ile beni tepeden tırnağa kadar donatmafc için ne lazımsa hepsini getirmişti. Senelerce bunlardan mahrum yaşadığım için, bu elbiseleri giyince neye benzediğimi ve ne kadar rahatsızlık duyduğumu, sıkıntı çekmeden tasavvur edebilirsiniz. Bütün bu hediyeleri evime taşıttım; sonra Kaptanla, Kölelerimizi ne yapacağımızı konuştum; düzelmiyecek derecede fena kalbli olduklarını bildiğimiz iki âsi şefi hakkında görüştük.. Kaptan, bana onların iyilikle de, cezayla da yola gelmiyecek-lerini temin etti ve onları yanma alırsa, ayaklarına demir vurdurup ya Đngiltere'de, yahut da ilk Đngiliz sömürgesinde kendilerini adaletin eline teslim edeceğini söyledi.

Page 153: Robinson Crusoe

Kaptanın bu kararı üzülerek verecek kadar iyi kalbîi olduğunu bildiğim için, ona bu iki hainin kendisinden adada kalmalarına müsaade etmesini bir lütuf olarak istemelerini sağ-lıyacak bir çare bildiğimi söyledim. O da böyle bir işi yapmama bütün kalbi ile razı oldu. Vücutları bağlı bsş tayfayı kırdaki evime götürmeleri ve ben gelinceye kadar onları orada muhafaza etmeleri için, Gu-ma ile serbest bıraktığım iki rehineyi mağaraya gönderdim. Bir müddet sonra arkamda yeni elbiselerim, yanımda Kaptan; olduğu halde oraya gittim, işte ancak o zaman bana açıkça-Vali gibi muamele ettiler. Önce esirleri yanıma getirttim ve onlara, Kaptana karşı isj-an edip, ele geçirdikleri gemiyle korsan- lık etmek için aldıkları tedbirlerden haberim olduğunu, Allab-tan, başkası için kazdıkları kuyuya kendilerinin düştüğünü, gemi ele geçirildiği iğin yeni Kaptanlarını biraz sonra ihanetinin:, cezası olarak geminin direğinde asılmış göreceklerini söyledim.. Kendilerini suç üstünde yakalanmış korsanlar gibi cezalandır-• mama mâni olmak için ellerinde ne gibi kuvvetli sebepler olduğunu bilmek istediğimi sözlerime ilâve ettim. Đçlerinden biri; kendileri lehinde söyliyecek bir şeyleri olmadığını, yalnız Kaptanın kendilerini teslim alırken hayatlarını bağışlıyacağma söz verdiğini ve kendilerinin affedilmesini istediklerini söyledi. Ben de cevap olarak, adadan ayrılıp Đngiltere'ye gideceğimi, Kaptanın kendilerini bağlı olarak götürüp isyan çıkarmak suçumla adalete teslim edeceğini ve neticede darağacını boylıyacakîanm, halbuki kendileri için bu adada-kalmaktan daha iyi bir çıkar yol bulunmadığını söyledim. Teklifimi minnettarlıkla kabul etmiş görünerek, adada kalmayı, Đngiltere'de kendilerini bekliyen akıbete tercih ettiklerini söylediler. Kaptan razı olmuyormuş gibi yapmasına rağmen, iplerini çözdürtüp onları serbest bıraktırdım; ormana, gitmelerini söyledim, onlara tüfek, cephane ve gerekli bilgiler vermeyi vaadettim. Sonra Kaptana yolculuk için gerekli hazırlıklarımı yapmak üzere bu geceyi de adada geçirmek istediğimi söyledin, kendisinin de gemisine dönüp ertesi gün kayığımı göndermesini ve âsilerin görmeleri için de öldürülen yeni Kaptanı direğe asmayı unutmamasını rica ettim. Kaptan gider gitmez âsileri evime çağırtıp, kendileriyle-durumları ile ilgili ciddî bir konuşmıya giriştim. Kaptan, kendilerini gemiyle götürdüğü takdirde onları da yeni Kaptan gibi astıracağı için, verdikleri yerinde karardan dolayı kendilerini; övdüm. Adada kalmıya karar verdiklerini görünce, onlara ada. hakkında gtniş bilgiler verdim; nasıl ekmek yapacaklarını* araziyi ekip, üzümleri nasıl kurutacaklarını anlattım. Sonra onlara adaya gelecek olan Cuma'nm babasiyle on altı îspanyol-dan bahsettim ve onlarla dostça yaşıyacaklarına dair söz âî diktan sonra kendilerine verilmek üzere bir de mektup bıraktım. Onlara tüfeklerimi, kılıçlarımı, barut fıçılarımı bıraktım;. -Đkeçileri nasıl yetiştireceklerini, sağacaklarını, ne şekilde yağ ve peynir yapacaklarını öğrettim. Kaptanın bana hediye ettiği Đ3Đr çuval nohutu onlara verdim ve bunları ekecek olurlarsa pek «çoğalacaklarını söyledim. Benim arzum üzerine bir müddet s©n-:ra Kaptan, sürgünlere bir kayıkla yiyecek ve kendi sandıklarıyla elbiselerini gönderdi. Ada'ma veda ederken, yanıma hâtıra olarak keçi derisi kalpağımı, güneş şemsiyemi ve papağanımı aldım; uzun zaman igömülü kaldıkları için paslanmış olan paralarımla Đspanyol gemisinden kurtardığım az miktardaki parayı da almayı unutmadım. Đşte bu suretle yirmi sekiz yıl, iki ay, on dokuz gün daldıktan sonra, 1686 yılının 18 Aralık sabahı sadık kölem Cuma ile birlikte adadan ayrıldım. Bu perişan hayattan kurtulduğum gün, bir kayıkla Sale'li korsanın elinden kaçtığım günün :yıldönümüne rastlıyordu. Yolculuğum rahat geçti; otuz beş ^yıl vatanımdan ayrı yaşadıktan sonra nihayet 11 Haziran 1687 de Đngiltere'ye geldim. Vatanıma çıktığım zaman, şimdiye kadar hiç buralara ayak basmamışım gibi kendimi yabancı hissettim. Kendisine küçücük hazinemi emanet ettiğim iyi kalbli kadın, hâlâ hayattaydı; fakat başından büyük felâketler geçmiş ve ikinci defa yine dul lîalmıştı. Bana borcu olan paraları ödeyemiyecek durumda olmasından üzüldüğünü görünce, kendisini teselli ettim ve duru-mumun müsaade ettiği kadar ufak bir yardım da yaptım. Ondan sonra York şehrine geldim; annemle babam ölmüşler, iki kızkardeşimle kardeşlerimden birinin oğlundan başka 'Tîütün ailem dünyadan göçmüştü. Uzun zamandanberi öldü bildikleri için, malların taksiminde beni unutmuşlardı. Öyle ki, adadan getirdiğim küçük servetten başka bir param yoktu; bu da kendime bir dükkân açmak için kâfi değildi. O sıralarda hiç beklemediğim bir iyilik gördüm. Gemisi ve «şyasıyla hayatını kurtardığım Kaptan, gemi sahiplerine benden gördüğü yardımı ballandıra ballandıra anlatmış. Gemi sa-j hipleri beni_ çağırttılar, bana -jzun uzun teşekkür ettikten son-J ra, hediye olarak iki yüz Đngiliz lirası verdiler. Brezilya'daki çiftliğimle işlerimin ne olduğu hakkım doğru bir bilgi alabilmek için Lizbon'a gitmeye karar verdim. XXVI «OBENSON YENÎ BĐR YOLCULUK YAPIYOR, ĐŞLERĐNĐ DÜZELTTĐKTEN SONRA FRANSA'DAN GEÇIDREK ĐNGĐLTERE'YE DÖNÜYOR Bu maksatla Lizbon'a gitmek için gemiye bindim. Bütün -yolculuklarımda yanımdan ayrılmayan, sadakat ve dürüstlüğünü gittikçe daha fazla gösteren Cuma ile birlikte bu şehire vardım. Böyle bir karar vermiş olduğum için kendi kendimi tebrik ettim. Otuz sene evvel 'hayatımı kurtaran Kaptanı buldum. O esnada yakında yerini alacak oğluyla Brezilya'dan dönmüştü. Ortaklarımın gayretiyle çiftliğimin gittikçe geliştiğini, gelirinin her yıl 'hükümet bankasına yatırıldığını, kim olduğumu ispat ettiğim takdirde bu paraları geri alabileceğimi söyledi

Page 154: Robinson Crusoe

- Bu haberler bani sevinçten çılgına döndürdü Brezilya'ya g'ltrneye lüzum görmedim. Senetlerimi ilci ay sonra hareket «elen Kaptanın oğluna verdim. Kendisine yetki de verdiğimden namıma yatırılmış olan paraları bankadan aldı ve çiftliğimi de gayet uygun şartlarla sattı. Lizbon'a dönünce bütün bu serveti bana verdi. Đstediğimden daha çok zengin oluverdim. Dsli-'ikanlıyla babasına minnettarlığımı ifade ottikten ve her birine oldukça yüklü bir para verdikten sonra, Đspanya ve Fransa'dan geçerek Đngiltere'ye dönmeye karar verdim. Ba ypl deniz yolundan daha uzun ve daha pahalıydı; fakat aceleni yoktu, masraftan da pek korkmuyordum. Yol çok güzeldi. Yolda canım sıkılmasın diye, ihtiyar Kaptan bana bir yol arkadaşı buldu; bu Lizbon tüccarlarından bir îngilizin oğluydu. •O da aynı milletten iki yol arkadaşı daha buldu. Bizim gruba Paris'te kalacak olan iki Portekizli süvari katıldı. Böylece altı Robenson Krüzoe'nin Maceraları F. 9 13ü JttUCJlUN ĐSILIN 1S.KUZiU.Bi1N.UN ıvı.aı :tun.a i .a h[ efendi, beş uşaktan ibaret bir grup olduk. Ayrıca hizmetime Cuma'dan başka bir de Đngiliz tayfası aldım. Yanımıza silâh alarak atlara bindik, ve Lizbon'dan ayni-* dik. Madrid'e gelince bir müddet burada kalıp Đspanya sarayını, ve görülecek yerleri görmeye karar verdik; fakat sonbahaar yaklaştığından bu memleketten ayrılmak için acele ettik. Hududa varıp da, Fransa tarafına pek fazla miktarda kar düştüğünden yolların kapalı olduğunu, birçok yolcuların hayli teM3*-keler atlatarak dağları geçmeğe çalışmalarına rağmen sonua-da geri dönmek zorunda kaldıklarını öğrenince bizi fcir korkudur aldı.. Pampelün'e gelince bu haberin doğru olduğunu gördükc burada dayanılmaz bir soğukla karşılaştık; hele ben hemen nig elbise giyilmeyen sıcak memleketlerde yaşamaya alıştığım içia müthiş üşüyordum. Zavallı Cuma'nm hali hepimizinkinden fenaydı; karla örtülü dağları hayatında ilk defa görüyordu. Soğuktan da fazla müteessir oluyordu. Kar durmadan lâpâ lâpfe yağmaya devam ediyor, yollan kapatıyordu. Yüksekliği de bir hayli olmuştu. Ayaz çıkıp sertleşmediğinden yolcular her-adımda diri diri karlara gömülmek tehlikesi atlatıyordu. Ne yapacağımızı konuştuğumuz sırada, hana iki Fransız geldi; buldukları bir kılavuz onları karların az bulunduğu yollardan geçirerek Đspanya'ya getirmişti. Hemen bu kılavuz© buldurduk; kardan korkmadan aynı yoldan bizi ele geçirebileceğini, fakat yırtıcı hayvanlara, bilhassa dağ eteklerinde rastlanan açlıktan gözü dönmüş kurt sürülerine karşı kendirriiKĐ koruyabilmek için gayet iyi silâhlanmamız gerektiğini söyledi. Bunun üzerine kılavuzla gitmeye karar verdik; yoldan dön-' mek zorunda kalmış on iki Fransız süvarisi de bize katıldı*, Pampelün'den 15 Kasımda çıktık. Kılavuzumuzun bizi ileri götürecek yerde, geri döndürüp, Madrit'den gelirken geçtiğimi* yoldan götürdüğünü görünce ilkin hayret ettik; fakat iki nehir' aştıktan, karın izine rastlamadığımız sıcak ve hoş bir iklimde» geçtikten sonra, bizi birden sola saptırdı. Başka bir yoîda» dağlara tırmanmaya başladık. Đnsanın bakınca içine korku ve»~ ren uçurumlardan geçtik. Bu yolculuk esnasında başımızdan korkunç bir macera geçti. Güneşin batmasına iki saat bir şey vardı. Durak yerimize bir an evvel varmak için acele ediyorduk. Sık bir orman yanındaki çukur bir yoldan üç büyük kurdun çıktığım gördük. Arkalarından da bir ayı gelmekteydi. Kılavuzumuz bizden epey-ee önde gittiği için, kurtlardan ikisi üzerine saldırdı. Hayvanlardan biri atın üzerine atılmış, öteki de adamcağızın üstüne o kadar şiddetle saldırmıştı ki, kılavuz silâhına davranmaya vakit bulamamış, korkunç çığlıklar atmaya başlamıştı. Cuma kepimizin önünde gittiği için, ona kılavuzun imdadına koşmasını söyledim. Cesur bir çocuk olduğu için tüfeğim, adama saldıran kurdun kafasına dayadı ve hayvanı cansız yere serdi. Kılavuzun verilmiş sadakası varmış: Cuma, memleketinde böyle yırtıcı hayvanlara alışık olduğundan kurtlardan korkmamış, tüfeğiyle hayvana burnunun dibinden ateş etmişti. Yoksa bize kalsaydı, uzaktan ateş edecek, ya kurdu, ya da kılavuzu öldürecektik. Ata saldıran kurt arkadaşının yere düştüğünü görünce, hayvanı bırakıp kaçmaya başladı. Bereket atın kafasına sal-. dırmış, dişleri dizginlere rastladığından hayvana büyük bir sa-*ar verememişti. Fakat kılavuzun vaziyeti öyle değildi; kurt onu, biri kolundan, diğeri dizinden olmak üzere iki yerinden fena halde ısırmıştı. Cuma imdadına yetiştiği esnada şaha kalkan atının sırtından yere yuvarlanmak üzereydi. Cuma, yaralı olmaktan ziyade kurttan ödü kopmuş olan' kılavuzun attan inmesine yardım ederken, ayının ormandaa çıktığını gördük. Bu kadar büyük bir ayıyı ömrümde görmemiştim. Hayvanı görünce hepimiz korkmuştuk; fakat Cuma'nm halinden buna sevindiği belli oluyordu. Bana: "Efendi, bana izin verecek. Ben toka edecek onunla. Sizi çok güldürecek!" diye seslendi. Sonra hemen atından aşağı atladı, çizmelerini çıkarıp, cebinde taşıdığı ayakkabılarını giydi, atım tutsun diye uşağıma verdi, sonra eline bir tüfek alarak rüzgâr gibi koşmaya başladı. O esnada ayı yavaş adımlarla dolaşıyor, bize bir fenalık yapmayı aklından geçirmiyordu. Cuma yanma yaklaşınca, san- 132 ROBENSON KRtTZOE'NlN MACERAL.AKI ROBENSOjST KRÜZOE'NIN MACERALARI 133 ki hayvan kendisini anlıyabilirmiş gibi, onunla konuşmaya başladı: "Bana bak, ben biraz konuşmak istiyor seninle!" diye bağırdı. Dağdan geniş bir ovaya inmiştik; oraya buraya serpilmiş pek çok sayıda ağaç vardı.

Page 155: Robinson Crusoe

Hayvanın peşini bırakmıyan Cuma, yerden kocaman bir taş alıp, o korkunç hayvana fırlattı. Duvara çakıl taşı vurmuş gibi, başına isabet eden taş hayvanm hiç canını yakmadı. Ama korkunç adımlarla Cımıa'nın üzerine doğru koşmaya başladı. Fakat hayvanın Cuma'yı bırakıp, sanki yardımımıza ihtiyacı varmış gibi, bize doğru geldiğini görünce hayret ettim. Cuma'yı pençelerinden kurtarmak için üzerine aynı zamanda ateş etmeye hazırlandık. Cuma, ayıdan iki defa daha hızlı koştuğu ve aralarında epey bir mesafe olduğu için, tasavvuruna uygun kocaman bir meşe ağacına doğru yöneldi, tüfeğini ağacın altına bıraktıktan sonra şaşılacak bir ustalıkla tırmanmaya başladı. Biz de kısmış olan ayıyı yakından takip ediyorduk; hayvan da aynı yoldan koşup, ağaca tırmanmaya başladı. Cuma'nın bu deliliğine şaşıyor ve o zamana kadar bu işte gülecek bir taraf göremiyordum. Ayı, ağacın dallan bulunan yere varmıştı. Cuma da kalın bir dalın ucuna oturmuştu. Hayvan aynı dala ayaklarını basıp da, Cuma'ya doğru yürümeğe başlayınca, "ayıya dansetmesini öğreteceğim" diye bağırarak daim üstünde zıplamaya ve onu bütün kuvvetiyle sarsmaya başladı. Sendelemeye başlıyan ayı bu işten nasıl kurtulacağım anlamak için arkasına bakıyordu. Hay/anın bu vaziyetini görünce1 kahkahayı bastık. Fakat komedi henüz bitmemişti. Cuma dalı sarsmayı bıraktı, ayı da ileri doğru bir iki adım attı. Cuma ne zaman dalı sarsacak olsa, hayvan olduğu yerde duruyor ve dururken de o kadar gülünç bir hal alıyordu ki, katıla katıla gülüyorduk. Ouma'nm maksadını hâlâ anlamamıştık. Önce dalı sallıyarak bu koca hayvanı yere yuvarlamak istediğini sanmıştık; ama hayvan tongaya basmayacak kadar kurnazdı; dört ayağiyie dala öyle bir sarılış sarılmıştı ki, onu aşağı yuvarlamak imkânsızdı. Onun için bu maceranın nasıl bir şaka ile sona ereceğini merak ediyorduk. Cuma bizi bu meraktan kurtardı; ayının daha fazla ya- jmşmak niyetinde olmadığını görünce; "Peki, peki öyleyse, madem sen benim yanıma geîmiyecek, öyleyse ben senin yanma gelecek!" dedi. Daim ucuna doğru yürüdü; sonra elleriyle dalın ucundan aşağı sarkarak, yere tehlikesizce atlayınca-ya kadar onu eğmeğe başladı. Ayı, düşmanının bu şekilde elinden kaçtığını görünce, onu kovalamaya karar verdi. Dalın üstünde gerisin geriye yürümeye başladı; gayet yavaş ve dikkatle yürüyor, arkasına bakmadan bir adım atmıyordu. Ağacın gövdesine varınca, oradan da aşağı geri geri inmeye başladı. Bir ayağıyla ağacın gövdesine iyice tutunduğunu hissetmeden öbür ayağını atmıyordu. Tam ayağını yere basacağı esnada, Cuma, "hayvanın üzerine yürüdü, ve tüfeğinin ağzım ayının kulağına dayıyarak onu cansız yere yuvarladı. Ondan sonra bizim kahraman, ciddi bir tavırla gülüp gülmediğimize baktı, güldüğümüzü görünce kendisi de kahkahayı koyuverdi. Etraftaki kurtların korkunç ulumaları, ve havaiun kararmak üzere bulunması yüzünden bu yerden bir an önce ayrılmak zorunda kahnasaydık, postunu yüzüp saklıyacaktık; fakat ko-nakîıyaeağımız yere varmak için daha onbeş kilometre gitmek lâzımdı, kılavuzumuz da bir an evvel yola çıkmak için bizi sıkıştırıyordu. Takip ettiğimiz yol dağdakinden daha az kalınlıkta karla örtülüydü, bu yüzden daha az tehlikeli sayılırdı; buna mukabil açlıktan gözü kararan kurtlar sürüler halinde ovalara ve ormanlara inmişler, birçok köylerde çok sayıda hayvan ve hattâ insan öldürerek geniş zararlar yapmışlardı. Kılavuzdan, geçecek gayet tehlikeli bir yerimiz kaldığını, ve orada muhakkak kurtlarla karşılaşacağımızı öğrendik. Burası dört bir tarafı ormanla çevrili ve daracık bir boğazla nihayetîenen küçücük bir ovaydı; ormanlardan çıkmak ve geceyi geçireceğimiz kasabaya ulaşmak için bu boğazdan geçmek zorundaydık. Yarım saat sonra birinci ormana girdik. Burada bizi korkutacak hiçbir şeye rastlamadık; yalmz gayet küçük bir ovada sanki belli bir avın peşinden koşuyorlarmış gibi, arka arkaya dizilmiş beş tane kocaman kurdun yoldan geçtiğini gördük. Her halde bizleri görmemiş olacaklar ki, az zamanda gözden 134 ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI JVLAUlUKAJ^AKl 135 kayboldular. Bununla beraber korkakların şahı olan kılavuzumuz, kendimizi korumaya 'hazırlanmamızı, çünkü bunların arkasından başka kurtlar gelebileceğini söyledi. Öğütünü tutarak, habire dört bir tarafımıza bakınmaya başladık; uzunluğu üç kilometreye yakın olan ormanda bir tane kurt bile görmedik. Fakat yukarıda sözünü ettiğim ovaya gelince iş değişti. Burada gözümüze ilk çarpan şey, kurtların parçaladığı bir at oldu; hayvanın cesedinde düzinelerce kurt vardı, ve hayvanın etlerini yiyecekleri yerde kemiklerini kemirmekle meşguldüler. Onlan ziyafetlerinde rahatsız etmeyi uygun bulmadık, on-îar da ziyafeti bırakıp üzerimize saldıracağa benzemiyorlardı.. Ovanın henüz yarısını geçmemiştik ki, sol tarafımızda korkunç ulumalar işittik: bir dakika sonra, tecrübeli bir subay tarafından savaş düzenine sokulmuş gibi, diziler halinde yüz kurdua bize doğru gelmekte olduklarını gördük. Onları gerektiği gibi karşılamak için yapılacak biricik iş, ayni hat üzerinde dizilip birbirimize yanaşık durmaktı. Derhal bir sıra olduk. Arkadaşlarıma, yarımızın ateş ederken yarımızın da beklemesini söyledim. Kurtlar saldırmaktan vazgeçmezlerse, tüfeklerini doldurmakla vakit kaybetmiyerek hemen tabancalarına el atmalarını tenbih ettim. Her birimizin yanında iki tabanca vardı, fakat bütün silâhlarımızı kullanmağa hacet kalmadı; ilk ateşimizi yiyince, düşmanlarımız oldukları yerde durdular. Dört tanesini öldürmüş, birçoğunu da yaralamıştık; yaralılar sürüden ayrılıp kaçarken, karlar üzerinde kan izleri bırakıyorlardı. Geri kalan kurtların kaçmadıklarını görünce, en yırtıcı hayvanların bile insan bağrışmalarından ürkerek kaçtıkları hatırıma geldi. Bunun üzerine arkadaşlarıma bütün gayretleriyle bir nâra atmalarını söyledim.

Page 156: Robinson Crusoe

O saat kurtlar kaçışmaya başladılar; en arkada gidenlere bir daha ateş edince, onlar da bacaklarının olanca kuvvetiyle kaçarak ormanda kayboldular. Kaçışları üzerine silâhlarımızı yolda giderken doldurmaya vakit bulduk; bu tedbiri daha yeni almıştık ki, aynı ormanın sol tarafında evvelkilerden çok daha korkunç ulumalar duymaya başladık. Kayık ta bu gemiye gitti. Tayfa'arı benim milletimden olan bir gemi görünce pek çok sevindiysem de, içimde bana tedbirli olmamı söyleyen garip bir his duydum. Bu esnada kayık sahile yaklaşmış, karaya rahatça çıkmak için elverişli bir koy arıyordu 136 ROBEJVSON KRUZOE'NÎN MACERALARI Havanın kararmak üzere olması işlerimizi daha güç buH duruma sokuyordu. Derken biri solumuzda, biri karşımızda*. biri da arkamızda olmak üzere üç kurt sürüsünün sökün etmekte olduğunu gördük; kurtlar bizi âdeta her taraftan kuşatmışlardı. Bununla beraber hemen üzerimize saldırmadıkları için,, atlarımızı mümkün olduğu kadar sürerek, ileri doğru gitmeyi uygun bulduk. Az sonra ovanın nihayetinde, geçmek zorunda; olduğumuz bcğaa göründü; tam boğaza gireceğimiz sırada, yolumuzu kesmek istiyorlarmış gibi karşımıza kalabalık bir kurt sürüsü çıkınca şaşırdık. Birdin kargı taraftan tüfek sesleri işittik ve aynı anda eyerli ve dizgiııli bir atın ormandan çıkarak, rüzgâr gibi koştuğunu gördük; uzun müddet bu kadar hızlı koşamıyaeağma göre, peşine takılmış olan on. altı, on yedi kadar kurdun ona yetişecekleri muhakkaktı. Atın çıktığı tarafa doğru ilerleyince, bu azgın hayvanlar tarafından parçalanmış ve kemiklerine kadar yenmiş bir atla iki insan cesedine rastladık.' Bu manzara bizi dehşet içinde bıraktı; ne taraftarı gidelim diye düşünüp dururken, en az yüz kurt her taraftan üzerimize doğru gelerek, bizi bir karara varmak zorunda bıraktılar. AJlahtan, ormanın kenarında yazdan kesilip yere devrilmiş bir sürü büyük ağaç gözümüze ilişti. Küçük ordumu attan indirdikten sonra ağaçların tam ortasına yerleştirdim ve kendi-s. ne siper vazifesi görecek en iri ağaçların arkasında üçgem şeklinde sıraladım. Bu tedbirin bize faydası dokundu; çünkü bu azgın kurtlar anlatılması imkânsız bir şiddetle ve insanın tüylerini ayağa kaldıran korkunç ulumalarla üzerimize saldırdılar. Ortamızda gördükleri atların, onların gözlerini döndürdüğüne emindim.. A— damlanma, kurtlarla ilk karşılaşmamızda yaptıkları gibi aynı sakilde ateş etmelerini emrettim. Emirlerimi o kadar iyi yerine getirdiler ki, ilk ateşte düşmanlarımızın bir kısmım yere serdiler; fakat devamlı olarak ateş etmek gerekiyordu; çürıkiE: kurtlar üzerimize saldırmaktan vazgeçmiyorlar ve arkadakiler önlerindekileri daha ileriye itiyorlardı. ikinci defa ateş açtıktan sonra, kurtlar biraz durur oldular; işi bu kadarcıkla geçiştireceğimi sanıyordum, fakat yanılmışım! Tabancalarımızla da ikişer defa ateş etmek zorunda kaldık. Nihayet bu dört kere ateşten sonra, zannedersem kurtların on yedi veya on sekizini öldürdük, otuz beş kadarını,. da yaraladık. Cuma kendi tüfeğiyle benimkini doldurmakla meşgul olduğu için, Đngiliz uşağımı yanıma çağırdım; bir torba barut alıp*. bize siper vazifesi gören, ve kurtların korkunç bir azgınlıkla. üzerine saldırdıkları ağacın üstüne yol yol serpmesini söyledim. Dediğimi derhal yaptı ve düşmanlarımızla ağacın üstüne çıktıklarım görünce, tabancamla barutu ateşledim. Ağacın üzerinde bulunan kurtların hepsi ateşte kavruldu; patllyan barut onlardan yedi, sekizini bize doğru fırlatmıştı; kaşla göz arasında bunları da öldürüverdik. Arkadan gelenler, gecenin karan-lığıyla ışığı bir kat daha artan bu ateş kargısında biraz gerilediler. Naralar atarak üzerlerine son defa ateş ettik; bu gürültü, patırdı hepsini kaçırdı. Ondan sonra ellerimizde kılıçlarla bir çıkış yaptık. Yirmi kadar yaralı kurdu kılıçlarımızla parçalarken, onların çıkardıkları acı ulumalar çoktan ormanın yolunu tutmuş olan öteki kurtları büsbütün korkuttu. En azından altmış kadar kurt öldürmüştük; bu işi gündüzü gözüyle yapsaydık, çok daha fazlasını öldürebilirdik. Harfe meydanı temizlenmişti, amma daha gidecek beş kilometrelik, bir yolumuz vardı ve hâlâ vakit vakit ormanların içinden gelem korkunç ulumalar işitiyorduk. Hattâ birkaç defa yanı başımızda kurtların belirdiğini görür gibi olduk, amma kar gözlerimizi kamaştırdığı için onları iyice seçemedik. Korku ve endişe içinde bir saat yol gittikten sonra, geceyi geçireceğimiz kasabaya vardık. Herkesi ellerinde silâh bek-îsr bulduk. Çünkü bir gece evvel kasabaya bir yığın kurtla ayılar inmişler ve oradakilere epey tehlikeli dakikalar geçirtmişler. Onlar da geceleri hem kendilerini, hem de sürülerini korumak için silâh elde nöbet beklemek zorunda kalmışlar. Ertesi gün kılavuzumuzun hali gayet fenaydı ve vücudunun ısırılmış olan yerleri öyle fena şişmişti ki, bize daha fazlst ^hizmet etmesine imkân kalmamıştı. O vakit bizi Tuluz'a götürmesi için başka bir kılavuz tutmak zorunda kaldık. Oraya va-ınnca, dağlar, kar ve kurtlar yerine sıcak bir iklim ve çiçek açmış bereketli kırlarla karşılaştık. Fransa'daki yolculuğumdan bahsedecek değilim, çünkü benden başka birçokları bu memleketin her şeyinden, benim anlatabileceğimden çok daha iyi bir şekilde bahsetmişlerdir. Yalnız şu kadarını söyliyeyim ki, fazla kalmadan Tuluz'dan SParis yoluyla Kaleye geçtim, insanın iliklerine işleyen bir so-gkl karşılaştıktan sonra, 11 Ocakta Duvr'a vardım. xxvn IHEDt SENE SONRA ROBENSON UZUN BĐR YOLCULUĞA ÇIKIYOR

Page 157: Robinson Crusoe

Londra'ya gelince, evvelce bahsettiğim o iyi kalbli ihtiyar <dul kadına, kendisini rahat rahat geçindirecek bir gelir sağladım ve otuz beş senelik yorgunluklara ve işitilmedik felâketlere mal olan bir istirahatın ve zenginliğin tadını çıkarmaya baş- üadım. Yedi sene tembel tembel oturmuş ve gayet geçkin bir ya-;şa gelmiştim. Seyahatlere ve maceralara karşı bende doğuştan ¦•olan bu ihtirasın, gençliğin ateşiyle birlikte uçup gitmiş olaca-•ğını ve altmış bir yaşında insanı vatanından uzağa sürükliye->cek her türlü kaprislerin tesirinden kurtulmuş olacağımı zan-netmiyecek kimse var mıdır? Halbuki, dünyayı dolaşmak için îbeni zorlayan arzuya epey zamandanberi karşı koyamaz ol-;muştum. Bu arzu hakiki bir hastalık halini almıştı; hele ada'mı, tarlalarımı ve orada bıraktığım insanları görmek arzusu beni îbir an olsun rahat bırakmıyordu; geceleri aklım fikrim hep bu seyahatle meşguldü; uyumadığım zamanlar hep bu arzudan bahsediyor ve bunu hiçbir şekilde zihnimden söküp atamıyordum; konuşmalarım hep bu noktaya yöneldiği için sıkıcı bir 'hal alıyor ve gayet gülünç bir duruma düştüğümün farkında ¦olmama rağmen, bu halden kurtulacak kuvveti kendimde göre- aniyordum. 1693 yılının başlarında, gemicilik mesleğine atılmış olan yeğenim, ilk defa kendi komutasma verdiğim mükemmel bir gemiyle Bilbao'ya yaptığı seferden döndü. Gayet zengin tüccarlar kendisine Hindistan ve Çin'e kendileri hesabına bir sefere çıkmasını teklif etmişler. Bu yolculuk başarıyla sona erer-^se, büyük kazançlar temin edecek ve kârların yarısı da kendi- MACERALARI sine verilecekmiş. Yeğenim sözüne devamla: "Haydi, amcacığım, siz de benimle gelseniz fena mı olur sanki?" dedi. "Ne za-mandanberi denizlerde maceralara atılmaya can atıyorsunuz i Söz veriyorum, size adanızı görmek zevkini de temin edeceğim, 5Đinkü Brezilya'ya da uğrayacağım." Bu teklif o esnada ruh halime o kadar uygun düşmüştü kv ada'mda bir ay kadar kalmak şartiyle, derhal kabul ettim. Ve-onunla gitmek için hazırlığa başladım. Yeğenim 1694 yılının Ocak ayı başlarında yelken açmaya hazır olabildi; 18 Ocakta sadık kölem Cuma'yla gemiye bindim; yanıma, parçalarına ayırdığım bir kayıkla, adadakilerin işine yanyacak türlü türlü eşyalar aldım. Bunlardan başka yanımda dört tane de işçi vardı; bunları adada bırakacak ve adada, kaldığım müddetçe kendi hesabıma çalıştıracaktım, adadan, ayrılmaya karar verdiğim zaman da onlar isterlerse adada kalacaklar, isterlerse benimle beraber geleceklerdi. Bunlardan biri marangoz, biri demirci, biri terzi, biri de asıl zanaatı fıçıcılık olmakla beraber, gayet becerikli bir makine ustasıydı. Tekerlek ve buğday öğütmek için el değirmeni yapmakta gayet ustaydı. Üstelik çömlekçiydi de.. Tahtadan veya topraktan türlü türlü işlsr yapmak elinden geliyordu. Eşyalarım arasında, adada bulabileceğimi ümit ettiğim Đs-panyollarla beş îngilizi giydirmeye yanyacak çok miktarda bez ve ince kumaşlar vardı; tahminime göre bunlar onların yedi sene giyimine bol bol yeterdi. Bunlara ilâveten giymeleri içi» aşağı yukarı üg yüz Đngiliz liralık eldiven, şapka, ayakkabı ve-çorap almıştım; bu hesaba yatak malzemesi, kap kaçak, tabaklar, kazanlar ve bunlardan daha fazla yapmak için bakır dahildi. Bu yüke beş yüz okka ağırlığındaki çivi, her nevi âîety çengel, kapı tokmağı ve kilit gibi işlenmiş demir e§3^alan da. ilâve etmiştim. Yüz kadar tüfek, mavzer, tabanca gibi ateşli silâhı, muhtelif çapta kurşunlan, iki adet topu saymadan geçemiyeceğim; bir gün ada halkının başına geleeek tehlikeleri önceden kestirmeme imkân olmadığı için, gemiye yüz tane kadar barut fıçısı,, îcılıçlar, palalar ve birçok demir mızraklar yüklemiştim. Bundan başka yeğenime kendi ihtiyaçlarmdan başka iki tane de küçük Hop almasını rica etmiştim; Mr istihkâm inşa edip, kendilerini lerhangi bir düşmana karşı korumak imkân ve ihtimaline kargı bunları adalılara bırakacaktık. } : . xxvin v "¦' ¦ ; <\ ; BÎR GEMĐ YANGINI Bu seyahatim, şimdiye kadar yapmış olduğum deniz yolculuklarının hepsinden daha iyi geçti. Bundan dolayı adadaki insanların ne halde olduklarım merak eden okuyucularıma, bir iki ehemmiyetsiz hâdiseyi anlatmakla, sabırlarını tüketecek değilim; yalnız anlatılmaya değer bir kazadan bahsedeceğim. 20 Şubat gecesi, nöbet bekîiyen bir tayfa koşa koşa yanımıza, gelerek uzaklarda bir ışık gördüğünü, arkasından da bir top sesi duyduğunu söyledi; o esnada ikinci bir topsesi işittik. Hepimiz güverteye koştuk. Bir iki dakika hiçbir ses işitmedik. Fakat az sonra uzaklarda büyük bir ışık farkettik ve bunun bir yangın olduğunu tahmin ettik. Bir gemide yangın çıkmış olduğunu düşündük; işittiğimin. top sesleri bizde, yangından çok uzak olmadığımız kanaatini; uyandırdı. Vakit vakit alevler bize daha büyük göründüğü içüv yolumuza devam ettikçe, yangına da yaklaştığımızdan emindik. Fakat hava sisli olduğu için ateşten başka bir şey göremi-yorduk. Yarım saat sonra, hava biraz açıldığından denizin ortasında kocaman bir geminin alevlerle cayır cayır yandığım apaçık gördük. Bu kazazedelere, yakınlarında kendilerine yardım etmeye hazır bir gemi bulunduğunu ve kayıklarla bizim bulunduğumun tarafa doğru gelmelerini haber vermek için, birbiri arkasîndaa beş pare top atılmasını emrettim: Gerçi alevler yüzünden hm anların gemisini görüyorduk amma, gecenin karanlığından onların bizim gemimizi görmeleri imkânsızdı. Sabah olmasını bek-liyerek, alevler içinde yandığım gördüğümüz geminin bulundu--ğu

Page 158: Robinson Crusoe

tarafa doğru yol almaya devam ettik. Bu esnada korku içi»--. de, geminin havaya fırladığını gördük. Her halde geminin geri kalan kısmı sulara gömülmüş olacaktı ki, birkaç dakika soars yangından eser kalmadı. Bu korkunç ve acıklı bir manzaraydı ı gemideki bedbaht insanların ya alevlerle yandığını, ya da şimdi uçsuz bucaksız okyanusta kayıklarla dolaşıp durduklarına düşünerek yüreğimiz burkuldu; fakat karanlık yüzünden kayıklara binmiş olup olmadıklarım göremiyorduk. Kayıklara binip açılmış olacakları bana daha akla yakın geldi. Onlara mümkün olduğu kadar yollarım gösterebilmek için, geminin kenarları boyunca fenerler sarkıttım ve bizden uzakta olmadıklarını* bildirmek için de durmadan top attırdım. Ertesi sabah sekize doğru, dürbünlerimizle bakarken ağza» na kadar tıklım tıklım dolu iki kayık gördük; rüzgâr aksi istikametten estiği için, zavallılar var kuvvetleriyle kürek çekiyorlar ve bizi gördükleri için de, kendilerini bize göstermek mak» sadiyle türlü işaretler yapıyorlardı. Onlara gemimize yaklaşmaları için işaret verdik, aynı zamanda daha fazla yelken açarak onların yanına varıp, hepsini: gemiye aldık. Yarısı erkek, yarısı kadm ve çocuk olmak üzere en az altmış kişi vardılar. Havaya uçan geminin üç yüz tonilâto hacminde olduğunu ve Kanada'dan Fransa'ya gittiğini-©grendik. Kaptan, bize bu felâketin bütün safhalarını anlattı. Yangın, dümencinin dikkatsizliğinden pusula ve mumlanın konduğu kamaramsı bir yerden çıkmış. Herkes yardıma l:oş~ muş, yangım söndürdük zannetmişler; fakat sonradan geminin» erişilmesi imkânsız bazı yerlerine bir iki kıvılcımın sıçramış olduğunu farketmişler; oradan ateş geminin her tarafını o kadar* şiddetle sarmış ki, bastırmak bir türlü kabil olamamış. Onlar için gemiyi terketmekten başka yapacak bir iş kalmamış. Bereket yanlarında oldukça büyük iki kayıkla, ancak yiyecek ve su koymaya yarıyacak ufak bir sandal varmış. Ateşten kurtulduk diye kendilerini avutuyorlar, fakat karadan çok uzakta bulundukları için kurtulacaklarını hiç ümit etmiyorlarmış. Biricik ümitleri kendilerini güvertesine alacak bir gemiye rastlamak-mış. Yelkenleri, kürekleri, pusulaları varmış ve Ternöv'e doğru gitmej^e hazırlanıyorlarnuş; yanlarındaki yiyecekler açlıktan ölmelerine olsa olsa on iki gün mâni olacak kadarmış. Hakikatte bu kadar bir zaman, hava müsait olduğu takdirde ad® geçen memlekete varmaları için kâfi gelirmiş; Kanada'ya- ulaşıncaya kadar balık tutarak geçineceklerini ümit ediyorlarmış. Fakat fırtınalardan, aksi yandan esen rüzgârlardan, kendilerini batırabilecek şiddetli yağmurlardan da o kadar korkuyorlar-mış ki, ancak bir mucize onları kurtarabilirmiş. Ne yapacaklarını kararlaştırdıkları sırada, h«men herkes ümitsiz bir haldeyken, önce bir, arkasından da dört tane top sesi işitince, anlatılması imkânsız bir şekilde sevinmişler; cesaretleri artmış ve kendilerine yardıma koşan bir gemi civarında olduklarını anlamışlar. Rüzgâr bize yaklaşmalarına müsaade etmediği için, yelkenleri ve direkleri indirmişler ve bir müddet sonra, ışıklarımızı görüp, aralıkla bütün gece devam eden top seslerini işitince ümitleri kat kat artmış. Üç el silâh atmışlar amma, rüzgâr, onlara göre ters istikametten estiği için duymamıştık. Rüzgârın kendilerini sürükleyip götürmemesi için de küreklerini suya indirip yanaşmamızı beklemişler. Zavallıların Đ3U hiç beklenmedik kurtuluşlarından dolayı duydukları sevinci anlatmak için ne değişik 'hallere girdiklerini, nasıl heyecan içinde kendilerinden geçtiklerini ve ne şaşılacak işaretlerle konuştuklarını kabil değil tasvir edemem. Size anlatılması uzun sürecek hâdiseler yüzünden gemilerinde bulunan iki kişiden başka hepsi Fransızdı: O iki kişi de yaşı bir hayli ilerlemiş bir ingiliz papazıyla on sekiz yaşlarında genç bir îngiliz kızıydı; yolculuk esnasında annesiyle babasını kaybeden kızcağız ihtiyar papazın himayesine sığınmıştı. Bütün bu yolcular, hislerin ve nezaketin akla getirebileceği türlü şekillerle bize minnettarlıklarını ifade ettiler. Onlara rastlıyacağız diye batı tarafına fazlasiyle kaydığımız için, Ter-növ adasına varmcaya kadar aynı istikameti takip etmemi rica ettiler; orada Kanada'ya dönmek için bir gemi kiralayabileceklerini ümit ediyorlardı. Bu teklifi mâkul buldum, Đstedikleri gibi, aynı yolu takip etmeye razı oldum. Bir hafta sonra Ternöv adasına vardık. Fransızları oraya bıraktık; yanlarında paraları olduğu için, kendilerini Kanada-y& götürecek vasıtayı kolayca buldular. Gemimizde kalmak isteyen yegâne yolcular, Hindistan'a ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 145 gitmek niyetinde olduğumuzu öğrenince, bizimle yolculuğa devam etmek arzusunu gösteren yaşlı papazla, yolculuk esnasında anasiyle babası öldükleri için, kimsesiz kalan genç kız oldu; kendisini himayesine alan papaz, onu bir ingiliz müessesesinde işçi veya hizmetçi olarak yerleştireceğine dair söz vermişti. Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 10 XXIX ROBENSON ZĐYARET ETTÎĞÎ ADASINDA YlRMt BEŞ GÜN KALIYOR Ada'mı 10 Nisan 1695 te bulabildim; yerini çok güçlükle keşfedebildim; vaktiyle adaya, Brezilya'ya bakan Güney-Doğu tarafından girmiş, yine aynı taraftan çıkmıştım; fakat o sırada kıt'a ile ada arasında yol aldığımız için, üstelik elimizde bu sahilleri gösteren bir harita olmadığı gibi, adayı tanımama yardım edecek hususî bir işaret de olmadığından onu gördüğüm zaman kendi ada'm olduğunu bilmiyordum. Uzun bir zaman her iki sahil arasında gidip geldik; Ore-nok nehrinin denize döküldüğü yerde bulunan adalara çıktık, amma maksadımıza ulaşamadık; yalnız bu sahillerin boyunca giderken, vaktiyle gördüğüm kara parçasının kıt'aya bağlı olduğunu sanmakla yanılmış olduğumu anladım. Burası gayet uzun bir adaymış, daha doğrusu bu nehrin ağzındaki geniş sa-îıada bulunan takım adalarmış.

Page 159: Robinson Crusoe

Bazan gemiyle, bazan kayıkla bir adadan diğerine giderken, ada'mm Güney sahillerine varınca derhal tanıdım. Yeğenim, vaktiyle evimin bulunduğu koyun karşısında hemen demir attı. Ada'mı keşfedince, Cuma'ya seslenerek nerede olduğunu bilip bilmediğini sordum. Bir müddet gözlerini karşı sahile dikip baktıktan sonra, sevincinden ellerini çırparak: "Aa, tamam, evet, evet, bizim ada!" diye bağırdı. Parmağiyle şatomu göstererek, şarkı söylemeye ve bir deli gibi zıplayıp durmaya başladı. Denize atlayıp yüze yüze adaya çıkmasına güçlükle mâni olabildim. — Eh, söyle bakayım Cuma, dedim.. Ne dersin ha? Adada kimseyi bulacak mıyız, yoksa bulmıyacak mıyız? Baban, acaba adada mı? Babasından bahsedildiğini duyunca, hassas kalbli çocuk heyecanlandı, gözlerinden sel gibi yaşlar boşandığını gördüm. Başını hızla sallayarak: — Yok, yok, hayır, ben artık onu görmiyecek! Dedi. — Haydi canım! Nereden biliyorsun görmiyeceğini evlâdım? — Ah, o öldü çok zaman evvel.. Benim baba çok ihtiyar.. — Orası belli olmaz, dedim. Adamlarımızdan başka kimseyi bulacağımıza ümit ediyor musun? Gözleri muhakkak ki benden iyi görüyordu; çünkü sahilden üç kilometre uzakta olduğumuz halde, parmağiyle şatomun üstündeki tepeyi göstererek: — Ben çok adamlar görüyor.. Orada, tepe üstünde.. Diye bağırdı. Gözlerimi o tarafa doğru çevirdim; ama bir §ey görmedim; dürbünü de yanlış bir yere çevirmiş olacağım ki, onunla da bir şey görmedim. Cuma'nın hakkı vardı. Ertesi gün öğrendim. Gemiyi görmek için beş altı kişi tepenin üstüne çıkmışlarmış, buna ne mâna vereceklerini bilemiyorlarmiş. Cuma, bana adada insanlar gördüğünü söyler söylemez, gemiye ingiliz bayrağı çektim, ve onlara dost olduğumuzu anlatmak için iki pare top attırdım; beş dakika sonra küçük koy tarafından bir duman yükseldiğini gördüm. O zaman denize bir kayık indirip, sulh işareti olarak beyaz bir bayrak asmalarını emrettim, sonra yanıma Cuma ile ihtiyar papazı alarak karaya çıktım. Suların kabarma zamanında sa'hile doğru gittiğimiz sırada, dosdoğru küçük koya girdik; gözlerimin takıldığı ilk insan, hayatını kurtardığım Đspanyol oldu. Yüzünün bütün hatlarını gayet iyi tamdım. Önce herkesin kayıkta kalıp, kimsenin benim arkamdan karaya çıkmamasını emrettim; ama sen gel de Cuma'yı kayıkta tutabilirsen tut! Đspanyolların çok gerilerinde duran babasını tanımıştı. Hani o esnada karaya çıkmasına mâni olmaya kalkışsak, ne yapıp yapıp denize atlar ve yüzerek sahile çıkardı. Karaya ayak basmasiyle kuvvetli bir kol tarafından atıl- mış bir ok hızıyla ihtiyar vahşiye doğru koşması bir oldu. En katı yürekli bir insan bile, babasına kavuşan bu hayırlı evlâdın yaptığı o sevinç taşkınlıklarını görünce, gözlerinden yaş gelmesine imkânı yok mâni olamazdı. Bana gelince, Đspanyolların bana gösterdikleri nezaket ve iltifatı anlatmakla bitiremem. En önde duran gayet iyi tanıdığım Đspanyol, elinde beyaz bir bayrakla yanında vatandaşlarından biri olduğu halde kayığa yaklaştı. Önce beni tanımadığı gibi, bunun ben olabileceğim aklının kenarmdan bile geçmemişti; nihayet kendisine: — Hayret doğrusu! Beni tanıyamadınız mı? Dedim. Ağzını açıp bir kelime söylemedi; fakat tüfeğini arkadaşına vererek, kollarını açtı, ve ancak bir kısmını anlıya-bildiğim Đspanyolca bir yığın şeyler söyliyerek beni kucakladı, kolları arasında sıktı ve bir vakitler kendisini kurtarsın diye Allah tarafından gönderilmiş bir melek gözüyle baktığı beni tanımadığı için tekrar tekrar özür diledi. Đspanyol nezaketinin gerçekten iyilik bilir kalbine ilham ettiği daha bir yığın güzel şeyler söyledi; sonra arkadaşına dönerek, diğer Đspanyolları da çağırmasını söyledi. Bunlar on dört kişiydi. Onlar da beni gayet candan ve dostça karşıladılar. Đspanyol, şatoma, doğru gitmek isteyip istemediğimi sordu ve onun ne kadar güzelleştiril-diğini, keçilerin ve tarlaların ne kadar çoğaldığını gösterdikten sonra, şatoyu benim emrime vermekten zevk duyacağını söyledi. Teklifini kabul ettim; sanki hiç içinde oturmamışım gibi evimi bulmam mümkün olmadı. O kadar çok sayıda ağaç dikmişler ve bunları birbirine sık olarak o kadar acaip bir şekilde düzenlemişlerdi ki, bu ağaçlar on senelik yokluğum esnasında şaşılacak derecede büyümüşler ve şatomu âdeta erişilmez bir hale getirmişlerdi. Şatoya ancak iğri büğrü yollardan yanaşmak kabil olduğundan, orada oturanlardan başkası için bu yollar, içinden geçilmesi imkânsız bir geçit teşkil ediyordu. Kendisine ne sebepten bu kadar çok tahkimat yaptığını sorunca, bana, Đspanyolların adaya gelişinden beri olup bitenleri anlattığı zaman, bunların lüzumlu olduğunu anlıyacağımı söyledi. Ve sözüne devamla: "Adadan ayrılmış olmanızdan do- ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 149 layı büyük bir üzüntü duymuş olmakla beraber, bir gemi bula-:'\ fak bu ıssız adadan kurtulduğunuza sevinmekten kendimi alamadım, dedi. Bununla beraber şunu da söyliyeyim ki, vatandaşlarımı adaya getirip de, sizin gitmiş olduğunuzu öğrenince duyduğum kederi ve üzüntüyü o zamana kadar ömrümde duymamıştım." Giderken adada bıraktığım beş Đngilizden neler çektiklerini anlattı ve adaya gelen Đspanyolların onların yanında, evvelce feci bir hayat sürdükleri vahşilerin yanındaki kadar olsun rahat etmediklerini, yalnız Đngilizlerin sayıca az olduklarından kendilerinden daha az korktuklarını söyledi. Ve: "Umarım ki* efendim, mutlak bir mecburiyetin ve

Page 160: Robinson Crusoe

aramızda konuşarak aldığımız bir kararın bizi ellerinden silâhlarını alıp onları kendimizden uzaklaştırmak zorunda bıraktığını öğrendiğiniz zaman, hoşnutsuzluk göstermiyeceksiniz." diye ilâve etti. Đşte bu konuda bana anlattıklarının kısa bir özeti: "Durmadan bize karşı suikastler tertip ediyorlardı; biz de gece gündüz tetikte durmak zorunda kalıyorduk. Hepsi de bu kadar olsa yine iyi! Bir gün adaya vahşiler çıkmışlardı, bunlar ellerine bir vahşi geçirdiler, ve bunu kendileri için çalışmaya zorladılar. Vahşicik, onları memnun etmek için bütün gücü ile çalışıyordu; fakat bir gün, Đngilizlerden biri kendisine verdiği işi iyi yapmamış diye, ve düzeltmesini söyleyince de mırın kırın etti diye, baltayı kaptığı gibi vahşiyi öldürmek istemiş. Kafasını yarmak istiyormuş, fakat öfkesinden vuruşunu iyi ayarlamadığı için, balta zavallı vahşinin koluna inmiş; bunun üzerine Đspanyollardan biri, vahşinin kolunu kopardığını sanarak, bu zavallıyı öldürmemesini rica etmek, ve gerekirse bunu yapmasına kuvvetle mâni olmak maksadiyle Đngilizin yanma koşmuş. O vakit bu azgın, vahşi yerine kendisini öldüreceğini söyliyerek Ispanyolun üzerine atılmış; fakat Đspanyol, Đngilizin baltasından kendini koruyarak, onu elindeki bir kürekle bir vuruşta yere sermiş. Arkadaşının yere yuvarlandığını gören başka bir Đngiliz, Ispanyolun üzerine hücum ederek onu yere sermiş. Đki Đspanyol, arkadaşlarının yardımına koşunca, bu sefer diğer üç Đngiliz de arkadaşlarının yanında yer almışlar. Đki ta- 150 ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERALARI raftan hiç birinde ateşli silâh yokmuş amma, birbirlerini öldürmeye yetecek kadar baltaları, ve başka âletleri varmış; în-gilMerden biri elbisesi altında saklı bir kılıç bulunduruyormuş, bununla arkadaşlarının imdadına koşan iki Đspanyolu yaralamış. Derken kavgaya hepimiz karıştık, ve beş îngilizi esir ettik. Önce bunları ne yapacağımızı görüştük. Başımıza bir sürü işler açmışlardı, sonra o kadar öfkeli ve haylaz kimselerdi ki, küçük topluluğa en ufak bir faydaları dokunmadıktan başka üstelik ona zarar da veriyorlardı; zaten bunlar hain, kalleş insanlardı, cinayet işlemekten çekinmezlerdi. Arkadaşlarım beni başkan olarak seçtikleri ve bana Vali unvanını verdikleri için, Đngilizlere, hükümetlerin yaptığı kanunların cemiyeti yaşatmak için olduğunu, o cemiyeti yıkmaya çalışanların yok edilmesinin doğru olacağını, onun için eğer kendileri benim milletimden olsalardı, hepsini aman vermeden astırmış olacağımı söyledim; fakat ingiliz oldukları için, kendisine "hepimizin hayatımızı borçlu olduğumuz kendi milletlerinden bir insanın yüzü hürmetine, kendilerine gayet tatlılıkla muamele edeceğimi sözlerime ilâve ettim. Durumu büyük bir dikkatle görüştük, ve oy birliğiyle aşağıdaki kararları aldık: "Silâhlan ellerinden alınacak, ne barut, ne kurşun, ne de kılıçları olmasına müsaade edilecek. Cemiyetimizden kovulup, adanın bir köşesinde yerleşmelerine izin verilecek." Yerleşmek için bir yer arayacaklarını ve orada çiftçilik yapacaklarını söyliyerek hiç memnun olmamış bir tavırla yanımızdan ayrıldılar; onlara bir miktar yiyecek verdik, fakat ne tüfek, ne de âlet almalarına müsaade ettik. Dört beş gün sonra, yiyecek almak için geri geldiler, ve bana, yerleşmek ve ekip biçmek için seçmiş oldukları yeri tarif ettiler. Burası adanın Kuzey-Doğusunda gayet elverişli bir yerdi, işte orada her tarafı ağaçlarla çevrili bir tepenin eteğinde, güzel güzel kulübeler inşa ettiler; daha da ağaç dikerek, kendilerini tamamiyle gizlediler. Yatak yorgan yapmak için bizden keçi postları istediler, verdik. O zamanlar daha barışçı bir tabiatte oldukları için, bize karşı hiçbir harekette bulunmaya- caklarına dair söz verdiler, biz 'de bu şartla onlara, fazla gelen âletleri ve ekmeleri için de nohut, dan, ve pirinç verdik; kısacası silâh ve cephaneden başka kendilerine lâzım olabilecek her §ey verildi. Daha anlayışlı oldular, ve komşu sahillere bir çıkış yapmak için kayığı almalarına müsaade etmemizi istediler. Gayet kısa süren bu seferde, kendilerini yemek için saklıyan bir düşman kabilenin elinden, beş vahşi kadın kurtardılar, adaya getirdiler. Onlarla evlenip, birbirleriyle gayet iyi geçinen beş aile kurdular. O gün bu gün, hareketleri çok iyileşti, ve kendilerinden bir şikâyetimiz olmadı. Vahşiler bize saldırmak için adaya geldiklerinde, onlar bizimle beraber gayet iyi döğüştüler; bu münasebetle vermiş olduğumuz silâh ve cephaneleri kendilerine bıraktık. Benim otoritemi tanıyorlar, ve birbirleriyle gürültüsüz patırdısız geçiniyorlar. Vahşilere gelince, bizden öyle müthiş bir ders aldılar ki, onlann baskınlarından artık korkmuyoruz; bir daha buraya gelmek hevesine kapılmazlar!" ispanyol valisinin anlattıkları bunlardı. Küçük cemiyetin gittikçe geliştiğini, ve ingilizlerin oldukça namuslu insanlar olduğunu görerek sevindim. Onlan görmiye gittik; fakat Allaha karşı olan ödevlerini pek az düşündüklerini görünce üzüldüm; yalnız kanlarına zararsız ingilizce konuşmasını öğretmişlerdi; çocukları da anaları gibi, gayet komik bir tarzda konuşuyorlardı. Kadınların içinde bir tanesi yoktu ki, iyi huylu, kanaatkar, uysal, çalışkan, alçak gönüllü olmasın.. Đspanyollarla ingilizler, vahşilerin ziyaretleriyle artık rahatsız edilmiyeceklerinden, geldikleri takdirde, evvelkinden iki misli sayıca olsalar bile, yine onlan koyabileceklerinden benim kadar emindiler. Bu taraftan hiç korkuları yoktu. Vali diye adlandırdığım Đspanyolla konuştuğum önemli bir nokta da, kendilerinin adada kalmalannı arzu ettiğimi söylemek oldu. içlerinden hiç birini alıp götürmek niyetinde değildim: Nitekim böyle bir lûtfu içlerinden bir ikisine gösterip geri kalanlan adada bırakmak doğru olmazdı; sayılarını azaltacak olsam, muhakkak ki adada kalanların ümitleri kırılırdı.. Onun için hepsine, kendilerini adaya yerleştirmek için geldiğimi, kimseyi alıp götürmek istemediğimi, yaşamaları ve emniyetleri için lüzumlu şeyleri kendilerine temin maksadiyle büyük masraflara girdiğimi söyledim; üstelik onlara başka adamlar getirmiş olduğumu, bunların sayılarının artmasına yardımları olabileceği

Page 161: Robinson Crusoe

gibi, hepsi de zanaat sahibi olduğu için, o güne kadar noksanları olan türlü âlet ve malzemeyi yaparak kendilerine hayli faydaları dokunabileceğini sözlerime ilâve ettim. Đspanyollar cevap olarak, bolluk içinde yaşadıkları bu adada kalmaktan memnun, olduklarını, yalnız karıları ve çocuklarından uzak düştükleri için çok acı çektiklerini, bu sevgili varlıklar da kendilerinin yanma gelirlerse, sonsuz derecede mesut olacaklarını söylediler; onlara bu saadeti temin edeceğime dair söz verdim; ailelerinin isim ve adreslerini aldım; hepsi de Loksa kasabası civarında oturuyorlardı. Onların önce Brezilya'ya, oradan da adaya nakilleri için gerekli yol masrafını yapmayı üzerime aldım; ve sonradan 'her hangi bir münakaşayı önlemek için, gitmeden evvel adayı herkesin arasında taksim edeceğimi haber verdim. XXX ROBENSON'UN MÜKELLEF ZĐYAFETĐ Sevinç ve heyecanla karşılanan bu sözlerimden sonra, hepsini ertesi gün için yemeğe davet ettim; onlara kelimenin tam mânasiyle nefis bir ziyafet çektim. Bu ziyafeti hazırlamak için,, geminin ahçısiyle yamağını adaya indirmiştim. Gemiden altı parça sığır, dört parça domuz eti, Punç yapmak için kocaman porselen bir kap, on şişe kırmızı Bordo şarabı ve on şişe de bira getirildi. Yıllardan beri ağızlarına böyle bir gey koymadıkları için, bu içkiler pek makbule geçti. Đspanyollar da yemeklerimize beş tane keçi ilâve ettiler; bunları da alıcılarımız pişirdi; ada halkı geminin tuzlu yiyecek-leriyle can beslerken, gemidekiler de kendilerine taze et ziyafeti çeksinler diye. bu keçilerden üç tanesi gemiye gönderildi. Yemekten sonra kendilerine vereceğim bütün eşyaları karaya taşıttım; pay esnasında her hangi bir münakaşanm çıkmasına mâni olmak için, herkese şimdilik giyimlerine yarıya-cak eşyalardan eşit miktarda almalarını emrettim. Sonra her birine altı gömleklik kumaş dağıttım. Dünyada hiçbir şey onları bu kumaş kadar sevindiremezdi; senelerden beri giymedikleri için, gömlek kelimesi hafızalarından silinmişti. Đklimin sıcaklığına karşı gayet elverişli bol elbiseler yapmaları için hepsine ince kumaşlardan verdim. Ve bunlar eskiyince yenilerini yapmalarını söyledim. Đskarpin, ayakkabı, çorap, şapka için de aşağı yukarı aynı tenbihlerde bulundum. Kendilerine bu kadar faydalı ve kullanışlı şeyleri tedarik etmek hususunda ne büyük bir itina göstermiş olduğumu gördükleri zaman, bu zavallıcıkların yüzlerinin sevinç ve memnunluktan nasıl parıldadığım anlatmama imkân yoktur. Ondan sonra beraberimde getirdiğim terziyi, demirciyi, iki marangozu ve kendilerine her şeyden fazla lâzım olan becerikli? ustayı onlara takdim ettim. Terzi, ada halkına karşı duyduğu sevgiyi göstermek için hemen işe koyulup, her birine bir gömlek dikti. Aynı zamanda beş kadına iğne tutmasını, dikiş dikmesini öğretti, ve gerek kocalarına, gerek öbürlerine gömlek dikmek için onları da çalıştırdı. Marangozlara gelince, bunların ada halkına ne kadar faydalı olduklarını söylemeye bile lüzum yok.. Bütün kaba mobilyalarımı parçaladılar, ve kısa zamanda onların yerine gayet biçimli masalar, sandalyeler ve dolaplar yaptılar. Saban yerine herkese bir kazma, bir kürek ve bir tırmık verdim; keza büyük baltalar, löviyeler, ve testereler de verdim. Benim, elinden her iş gelen ustama gelince, sevincinden ağzı kulaklarına varıyordu: Fransız gemisinin yanışından sonra kurtardığımız genç kız onunla evlenip adada kalmaya razı olmuştu. Adaya geldiğimiz gün ihtiyar papaz, onların nikâhlarını kıymıştı. Topları, diğer silâhları ve cephaneleri Valiye teslim ettim, -adada yirmi beş gün kaldıktan, ve orada kalmaya karar veren insanlara, fırsat bulursam, Brezilya'dan daha başka yardımlar yapacağımı vaadettikten sonra, gemiye döndüm. Bilhassa onları bir iki baş öküz, ve koyun sahibi yapacağıma söz vermişimi. XXXI BREZĐLYA'DA BÎR MOLA ... I>ENÎZ SAVAŞI Ertesi gün, ada halkını beş pare topla selâmladıktan sonra., yelken açtık, ve rahat tir yolculuktan sonra, deniz savaşı hariç, kayda değer bir şeye rastlamadan Brezilya'nın Azizler körfezine geldik. Yelkenleri açıp yola çıktıktan üç gün sonraydı; deniz sakindi; Doğuya doğru şiddetli bir akıntı olduğu için, rotamızın biraz dışına sürüklenmiştik. Adamlarımız üç kere bağırarak Doğu tarafında kara göründüğünü haber verdiler; bunun kıtanın bir parçası mı, yoksa ada mı olduğunu kestirmek mümkün olmadı. Akşama doğru, kara tarafından denizin, ne olduğunu bir türlü seçemediğimiz karaltılarla örtülü olduğunu gördük ; fakat elinde bir dürbünle en büyük direğe tırmanan Lostromo, bunun bir ordu olduğunu aşağıya haykırmaya başladı. Ordu kelimesiyle neyi kastettiğini bilmediğim için, ona: "Aklından zorun var, galiba!" dedim. Lostromo: — Kızmayınız bayım, dedi. Sizi temin ederim ki, bu bir deniz ordusu.. Binden fazla kayık var.. Üzerimize doğru geldiklerini apaçık görüyorum. Yeğenim gibi ben de bu haber karşısında şaşaladım; adada bu vahşiler hakkında gayet korkunç şeyler işitmiş olan, ve bu denizlere ilk defa gelen yeğenim, buna ne mâna vereceğini bilemiyordu. Đki üç defa: "Vahşiler tarafmdan yenilmemizi beklemekten başka yapacak bir şey yok" dedi. Denizin sakin olduğunu, ve akıntının bizi sahile doğru sürüklediğini görünce, ne saklıyayım, ben de korkmuştum. Yine de ona cesaret vererek, bu yamyamlarla boğuşmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılır anlaşılmaz, hemen demir atmasını tenbih ettim.

Page 162: Robinson Crusoe

Deniz hâlâ sakin olduğu, ve harb filosu gemimize epey so- ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI 157 Ertesi gün ada halkını beş pare topla selâmladıktan sonra yelken agtık, ve rahat bir yolculuktan sonra, deniz savaşı hariç, kayda değer bir şeye rastlamadan Brezilya'nın Azizler körfezine geldik. kulduğu için, demir atılmasını, ve yelkenlerin indirilip direklere sarılmasını söyledim; tayfalara korkulacak tek §eyin, vah--şilerin gemimizi ateşlemeye kalkmaları olacağını, bunu yapmalarına mâni olmak için de, iki kayığa da silâhlı adamlar doldurup birini geminin önüne, ikincisini arkasına bağlamak lâzım geldiğini anlattım. Bu çare herkesçe kabul edildiğinden, vahşiler gemiyi ateşe verdikleri takdirde, bu yangını söndürmek için, kayıkta bekliyecek tayfalara çok sayıda suyla dolu kovalar verdim. Bu şekilde düşmanlarımızı bekledik; az sonra onları yakından gördük. Bir insanın gözüne bundan daha korkunç bir manzara hiçbir zaman görünmemiştir; zannederim. Bereket Lostromo, kayıkların sayısında yanılmıştı: Bin yerine yüz yirmi kayık var, yoktu; fakat öylesine dolu idiler ki, bazılarında on yedi kişi vardı,' en küçüklerine ise, en azından yedi kişi bin-r misti. Üzerimize doğru cesaretle ilerliyorlardı, ve gemiyi her taraftan kuşatmak niyetinde oldukları belli oluyordu; bunun üzerine kayıktakilere, onların fazla yaklaşmalarına müsaade etmemelerini emrettik. Bu emir, hiç niyetimiz olmadığı halde, bizi vahşilerle savaşmak zorunda bıraktı. Vahşilerin en büyük kayıklarından beşi altısı, en büyük kayığımıza o kadar sokuldu ki, kayıktaki adamlarımız onlara elleriyle geri çekümelerini işaret ettiler; bu işaretin mânasını gayet iyi anlıyarak geri çekildiler; fakat çekilirlerken de, bize elli kadar ok atarak, adamlarımızdan birini tehlikeli bir şekilde yaraladılar. ] Kayıktaki adamlarımıza ateş etmemeleri için bağırdım, tekrar atacak olurlarsa, vahşilerin oklarına karşı kendilerini Iforumaları için, aşağıya çok sayıda tahtalar attırdım. xxxn SADIK CUMA'M ÖLÜYOR Yarım saat kadar sonra, geminin arka tarafına ordu halinde ilerlediler; maksatlarını bir türlü sezemiyorduk. Yeter derecede yaklaşınca, bunların eski dostlarım, yani evvelce de kapıştığım vahşiler olduğunu güçlük çekmeden tamdım. Bir dakika sonra, gemimizin bir yanma tamamiyle dikey oluncaya kadar uzaklaştılar, sonra birden küreklere sarılarak üzerimize saldırdılar. O kadar yanımıza sokuldular ki, sözlerimizi işitebilirlerdi. Bunun üzerine tayfalara bir ikinci defa ok atıncaya kadar beklemelerini, fakat topu hazır bulundurmalarını emrettim. Aynı zamanda Cuma'ya, güverteye çıkıp onlarla konuşmasını, ve niyetlerinin ne olduğunu anlamasını emrettim. Kölemin sözlerini işittiler mi, bilmem amma, az sonra Cuma, ok atacaklarını haber verdi; zavallı çocuğun talihsizliğine bakın ki, gemiye üç yüzden fazla ok attılar; oklar o sadık kölemden başka kimseyi yaralamadı. Vahşilerin karşısında ondan başka kimse olmadığı için, gözlerimin önünde zavallı çocuğun vücuduna üç ok saplandı. Her işimde benim yardımcım olan bu eski arkadaşın ölümüyle duyduğum acı, kanımı intikam arzusiyle tutuşturdu. Hemen topları doldurtarak, düşmanlarımız üzerine ateş ettirdim. Bizden pek uzak olmadıkları için, topçularımız o kadar iyi nişan almışlardı ki, toplardan yalnız birinin isabetiyle kayıklarından dördü devrilip battı. Kaç tane vahşi öldürmüş olduğumuzu tam olarak söyliyemiyeceğim; ama şurası muhakkak ki, bir insan topluluğunun bu derece korktuğu ve bu kadar telâşa kapıldığı hiçbir zaman görülmemiştir. Kayıklarından on üç, on dört tanesi ya parçalanmış, ya devrilmiş, fakat hepsi de de- ROBENSON KRÜZOE'NĐN MACERALARI nizin dibini boflamıştı; içindekilerin de kimisi ölmüş, kimisi de yüzerek kaçmaya çalışıyordu. Geride kalanlar ise korkudan deliye dönmüşler, bir an evvel uzaklaşmaya bakıyorlardı; kayıkları toplarımızla batırılan, veya parçalanan arkadaşlarını kurtarmak için kendilerini sıkıntıya sokmamışlardı. Kayıkları pek fazla olmalıydı. Hafif şiddette bir rüzgâr çıkmıştı; tekrar yelken açtık.. Herkes bu patırdıdan kurtulduğu için sevinç içindeydi; yalnız: ben Cuma'yı kaybettiğim için üzgündüm. Birkaç gün sonra Azizler körfezine demir attık. Orada bir bankacıya baş vurdum; Đspanyolların kanlarıyla çocuklarını; Brezilya'ya getirmek, oradan da adaya göndermek için lüzumlu parayı Loska'ya yollamak işini üzerine aldı. Sonradan öğrendim ki, bu işi hakkiyle yerine getirmiş. Adadakilere, söz vermiş olduğum için, kayığımı hazırlatıp-gönderdim. Kılavuza, ada'mı tanıması hususunda o kadar etraflı bilgi verdim ki, onu bulmamasına katiyen imkân yoktu. Pek kısa bir zamanda mavna, adadakiler için satın aldığım eşyalarla dolduruldu; benimle beraber karaya çıkmış tayfalardan biri, mavnayla gidip adada yerleşmeyi teklif etti. Yalnız-ziraate başlıyabilmesi için kendisine lüzumlu arazi ve âletler, elbiseler vermesini bir mektupla Đspanyol Valiye emretmemi şart koştu. Vaktiyle çiftçilik ettiği için, toprak işlerinden pek iyi anlardı. Sonradan öğrendim ki, bütün bu eşyalar sağ salim adaya varmış; bunların sevinçle kabul edildiklerim tahmin etmek olmasa gerek... xxxra

Page 163: Robinson Crusoe

ÇÎNE HAKEKET... KOŞENŞÎN'DE BĐK MACERA... Hindistana doğru yolumuza devanı ettik; Đngiliz papazını «orada bıraktık, biz de birkaç gün kaldıktan sonra, Çin'e hare- | ket ettik. Bu uzun yolculuk esnasında, aşağıda anlatacağım hâdiseden başka başımızdan kayda değer bir şey geçmedi. Koşenşin sahillerine vardığımız zaman, gemimizi kaldırmaya yetecek kadar suyu olan bir nehire girmeye karar verdik. Burada tamamiyle rahat sayılmazdık; girdiğimiz memlekette, yalnız tabiatları icabı değil, fakat meslekten çapulcu olan barbarlar oturuyorlardı. Hakikatte ne onlardan bir şey îstiyeeektik, ne de onlarla en ufak bir teması arzu ediyorduk; yine de kendimizi onların hücumlarından korumak için anamızdan emdiğimiz süt, burnumuzdan geldi. Bunlar başka hiçbir millete hiçbir ticaret yapmıyorlar, yalnız balık, yağ ve en iptidai yiyeceklerle geçiniyorlardı. Aşırı vahşiliklerinin açık bir işareti de şu idi ki, kendi sahillerinde deniz kazası geçirmek felâketine uğrıyanları kendilerine köle yapmak gibi korkunç bir âdetleri vardı. Bunun bir örneğini az sonra anlatacağım şekilde biz de gördük. Bu nehire girmemize sebep, gemimizin içine su sızmaya başlamış olmasıydı; denizin ortasında bu su yolunun yerini bir türlü keşfedememiştik. Gemide ağır ne varsa hepsini bir tarafa taşıyıp, gemiyi yan yatırmaya, ve temizlerken mümkün olursa su yolunu bulmaya karar verdik. Bu karara uygun olarak, topları ve gemide başka ağır daha ne varsa bir tarafa taşıdıktan sonra, altına kadar inebilmek için,.gemiyi elimizden geldiği kadar bir yanına yıktık. O zamana kadar hiç böyle bir şey görmemiş olan yerliler, derhal sahile koştular; o taraftan bakıp da, geminin bir yana yatmış olRUZOE'NIN MACERALARI duğunu görünce, geminin onlara göre arka tarafında kalan kayıklarda adamlarımızın çalışmakta olduklarını görmedikleri için, ilkin geminin bir deniz kazasına uğradığına ve batarken de bu şekilde bir yanına devrilmiş olduğuna hükmettiler. Öyle farzettikleri için, üç saat kadar sonra, on, on iki büyük kayığa binmiş olarak bize doğru gelmeye başladılar; kayıkların her birinde kürek çeken sekiz kişi vardı. Hallerinden gemiyi yağma etmeye ve bulacakları tayfaları kıralları veya başlarına götürmeye geldikleri belli oluyordu; muhakkak olan bir şey varsa, bizi bekliyen akıbetin kölelik olduğuydu. Gemiye yaklaşınca, önce etrafını bir dolaştılar, ve geminin kaburgalarında ve bir yanında bütün güçleriyle çalışarak, geminin bu kısmını temizleyen, tıkayan, ve yağlıyan adamlarımızı gördüler. Önce bizi dikkatle seyrettiler; maksatlarının ne olduğunu bir türlü kestiremiyorduk. Her ne halse, bu duraklamalarından faydalanarak, adamlarımızdan birkaçını gemiye aldık, ve onlar vasıtasiyle, kendilerini gerekirse korumaları için, aşağıda çalışanlara silâh ve cephane dağıttırdık. Az sonra bunları kullanmak zamanı geldi; çünkü on beş dakika kadar aralarında görüştükten ve her halde geminin batmış olacağına, ve bizim de onu veya içlerine silâh taşıdığımızı gördükleri büyük kayıklar vasıtasiyle kendimizi kurtarmaya çalıştığımıza hükmettikten sonra, belli bir avın üstüne atılır gibi, üzerimize doğru gelmeye başladılar. Adamlarımız, onların çok sayıda yaklaştıklarını görerek korkmağa başladılar: Kendilerini korumak için oldukça biçim-siz bir durumdaydılar; ve ne yapmaları lâzım geldiğini bildirmemiz için bize seslendiler. Geminin kaburgalarında çalışanlara mümkün olduğu kadar çabuk gemiye binmelerini, kayık-takilere de geminin etrafını dolaşıp hemen yukarı gelmelerini emrettim. Güvertede duran bizlere gelince, gemiyi eski haline getirmeye gayret ettik. Halbuki ne geminin kaburgasında çalışanlar, ne de kayıktakiler emirlerimizi yerine getiremediler; çünkü bir dakika sonra vahşilerin hücumuna uğradılar: Vahşilerin iki kayığı en büyük kayığımıza rampa ederek, kendi kö- Robenson Krüzoe'nin Maceraları — F. 11 lelerinin yakasına yapışır gibi, adamlarımızın boğazına sarıldılar. îlk el attıkları tayfa cesur olduğu kadar güçlü kuvvetli olan bir gençti; elinde bir tüfeği vardı, fakat onu kullanmak varken, tuttu kayığın içine attı. Bu hareketini aptallığa varan bir tedbirsizlik saydım; fakat hemen yanılmış olduğumu anladım; kendisine saldıran vahşiyi saçlarından tuttuğu gibi, kayığı içine çekti, ve kafasını kayığın kenarına öyle bir çarpış çarptı ki, herifin beyni kafasından dışarı fırladı. Aynı zamanda, onun yanında duran tayfa tüfeği namlusundan yakaladı, ve etrafında öyle şiddetle çevirmeye başladı ki, kayığa atlamaya kalkan beş, altı düşmanı hemen yere serdi. Fakat kayığa çılgınca atılan otuz, kırk vahşiyi geriye püskürtmek için bu kadarı kâfi değildi. Hakikatte kayığı müdafaa eden yalnız beş kişi olduğu için, vahşiler bu kayıktan kendilerine bir tehlike geleceğini ummuyorlardı; fakat son derece gülünç bir hâdise bizi tam bir zafere ulaştırdı. Geminin dışını yağlayıp katran sürmeye "hazırlanan marangozumuz, biri kızgın katranla, diğeri yağ ve buna benzer şeylerle dolu iki kazanı kayığa indirdi. Marangozun yamağı elinde büyük demir bir kepçe tutuyordu; Koşenşinlilerden ikisinin kendisinin bulunduğu taraftan kayığa girdiklerini görür görmez; hemen üzerlerine bir kepçe kızgın katran serpiverdi! Đki vahşi danalar gibi böğürerek denize atladılar. O vakit marangoz: "Çok iyi yaptın, Can, aferin" diye bağırdı. "Çorbayı beğendiler galiba, bir kaşık daha ver onlara!" Bunun üzerine o da, elinde gemileri yıkamak için ucuna paçavra geçirilmiş uzun bir sırık olduğu halde, kayığa koştu, ve Can kepçesiyle vahşilerin üzerine bol bol kızgın katran dökmekle meşgulken, o da sırığı kazana daldırıp, çapulcuların

Page 164: Robinson Crusoe

üzerine katran dökmeye başladı. Üç düşman kayığında da katranla haşlanmamış tek bir kişi kalmamıştı. Vahşiler hemen hemen çıplak oldukları için kızgın katranın tesiri o nisbette fazla ve çabuk olmuştu. O esnada Koşenşinlilerin attıkları çığlıklardan daha korkuncunu ömrümde işitmedim, diyebilirim. Şurası dikkate değer ki, acı, dünyanın her milletine çığlık ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 163 attırdığı halde, bu çığlıklar dilleri gibi başka başkadır. O esnada kulaklarımıza çarpan sesleri ancak en iyi şekilde "ulumalar" diye adlandırabilirim. Hem zaten Pireneler'den geçerken, bize saldırmaya gelen kurtların çıkardıkları o korkunç seslere, vahşilerin çığlıklarından daha fazla yakışan bir ses hiçbir zaman işitmemişimdir. Hiçbir zafer beni bu kadar sevindirmemiştir; çünkü bu zafer bizi, böyle bir çareye baş vurulmasaydı, gayet büyük olacak bir tehlikeden kurtarmakla kalmamış, üstelik kan dökmeden ve kimseyi öldürmeden kazanılmıştı; tabii tayfalarımızdan birinin, başını kayığın kenarına vura vura öldürdüğü vahşi hariç! Kendi hayatımı korumak için olsa bile bu zavallıları öl-dürtseydim, içime dert olurdu; çünkü üzerimize saldırmakla bir haksızlık yaptıklarım zerre kadar olsun bilmiyorlardı. Fakat öldürmenin, lüzumlu olduğu için, yerinde olacağını biliyordum; çünkü insan kendisini koruyayım derken, başkasını öldürürse, zannedersem hayatı da zehirlenir. Ama ben, bana saldıranı öldürmektense, oldukça ağır hakaretlere katlanmayı tercih ederim. Hattâ bütün doğru düşünenlerin ve insanlığın de-gerini bilenlerin benim fikrimde olduklarını zannediyorum. Neyse, hikâyemize gelelim. Bu gülünç boğuşma devam ederken, yeğenimle ben güvertedeki tayfaları o kadar iyi çalıştırdık ki, gemi eski haline getirildi. Toplar da yerlerine yerleştirildi. Topçu eri, düşman üzerine ateş etmek istediğinden, kayıktakilere çekilmelerini emretmemi rica etti. Ona sakın böyle bir şey yapmamasını, marangozun, topun yardımına hacet kalmadan bizi düşmandan kurtaracağını söyledim ; yalnız ahçıya bir kazan katran daha kızdırmasını emrettim. Bereket bunu kullanmaya lüzum kalmadı; zavallı vahşicik-lerin, birinci hücumdan o kadar canları yanmıştı ki, ikinci bir hücuma yeltenmeye niyetleri pek yoktu. Zaten daha uzaktaki kayıklarda duranlar, geminin su üstündeki vaziyetinin düzeltilmiş olduğunu görerek, 'her haîde yanıldıklarını anlamaya başlamışlardı ve bundan dolayı da maksatlarını daha ileriye götürmenin doğru olmıyacağma hükmetmişlerdi. 164 ROBENSON KRÜZOE'NIN MACERALARI Bu patırdıdan da oldukça gülünç bir şekilde işte böyle yakamızı sıyırdık; fakat ne pahasına olursa olsun denize açılmaya karar verdik, çünkü bir gün sonra çok sayıda Koşenşinlile-rin etrafımızı saracağından ve kazanlarımızın onlara katran yetiştirmeye kâfi gelmiyeceklerinden emindik. Aynı günün akşamı bütün eşyaları teker teker gemiye taşıdık ve ertesi sabah yelken açacak hale geldik. Fakat düşmanlardan korkulmayacak bir mesafede demir atıp biraz daha durmayı uygun bulduk. Ertesi gün, güvertede bütün işlerimizi tamamladıktan ve su yollarını iyice tıkadıktan sonra, yelken açtık. Çin imparatorluğunun meşhur limanı olan Ningpo'ya geldik. Đngiltereden getirdiği eşyaları Hindistanda büyük bir kârla elinden çıkarmış olan yeğenim, Hindistandan gemiye bir sürü mal yüklemişti; hele getirdiği afyonlardan Cinde büyük bir kazanç çıkaracağını ümit ediyordu. Ning-po'da gayet kazançlı işler gördü ve Cinden ucuz bir yığın eşya satın aldı; îngilte-rede bunları pek yüksek bir kârla satacağından emindi... XXXIV ÇĐN'DE BĐR GEZĐNTĐ... ĐNGĐLTERE'YE DÖNÜŞ Hareket etmeden evvel, memlekette üç dört gezinti yapmak zevkini kendimize çok görmemenin yerinde olacağına hükmettik. On günlük bir yolculuktan sonra Nankin'e geldik; burası hakikaten görülmek zahmetine değer bir şehirdi.. Burada bir milyon insan oturuyormuş, buna ben pek inanmadım ya, neyse.. Yalnız şehir gayetle muntazam kurulmuş, caddeleri ip çekmiş gibi düzgün.. Hepsi dik açıyla kesişiyorlar ki, bu da onların güzelliğini şaşılacak kadar arttırıyor. Fakat bu memleketin halkını, yaşayış tarzlarını, hükümet şeklini, dinini, ihtişamını, Avrupa'da görülen o en güzel şeylerle karşılaştırdığım zaman, itiraf edeyim ki, bütün bunların, bazı seyahat yazılarının yaptığı o debdebeli tasvirlere lâyık olmaları şöyle dursun, kendüerinden bahsetmek zahmetine bile değmedikleri kanaatine varıyorum. Çinlilerin büyüklüğüne, zenginliklerine, parlak seremonilerine, ticaret ve kuvvetlerine hayran kalıyorsak, bütün bunların aslında hayran olunacak şeyler olduklarından değil, fakat dünyanın bu kısmında yaşıyan insanlar hakkında beslediğimiz fikirler bize onlardan büyük, fevkalâde şeyler beklemek imkânını vermiyor da ondan.. Yoksa Avrupada hayranlıkla seyredilen bunca muhteşem saray yanında onların binaları nedir ki? Đngiltere'nin Hollanda'nın, Fransa ve Đspanya'nın ticaretine bakarak, onların ticaretine ticaret mi derim? Đhtişam olsun, zenginlik olsun, süs ve değişiklik olsun, hiç amma hiçbir bakımdan şehirleri bizimkilerle boy ölçüşemez. Az sayıda yelkenli gemileriyle kırık dökük teknelerinin bulunduğu limanlarla bizim ticaret filolarımızı, deniz ordularımızı karşılaştırmaya kalkmak kadar gülünç bir şey olamaz. Çekinmeden söylenebilir ki, yalnız bizim Londra 166 ROBENSON KRıJZOE'NÎN MACERALARI şehrinde bütün bu geniş imparatorluktakinden daha fazla ticaret vardır ve Đngiliz olsun, isterse Fransız olsun, birinci sınıf bir harb gemisi onların bütün deniz kuvvetlerine kafa tutar, hattâ onları gil yavrusu gibi dağıtır! Bu

Page 165: Robinson Crusoe

memlekette yaşıyan insanların medeniyette ne kadar geri oldukları hakkında bir fikrimiz olduğu içindir ki, Cinde rastladığımız dikkate değer her şey bize lüzumundan fazla güzel görünür; bizi hayrette bırakacak bir şey göreceğimizi ummadığımız için orada her şey bize fevkalâdeymiş gibi gelir. Deniz kuvvetleri için söylediğimiz sözler orduları için de doğrudur. Đki müyon asker toplıyacak olsalar, bu derece korkunç bir kuvvet olsa olsa memleketi ma'hveder ve halkı açlıktan öldürür. Fılandır'da pek çok bulunan müstahkem şehirler gibi bir şehri muhasara etmek isteseler, veya harb' düzeninde dövüşmeye kalksalar, yalnız bir sıra Alman zırhlı süvarileri, bütün Çinli süvarilerin canına okur! Bir milyon Çin piyadesi bir araya gelseler, etrafı kuşatılmayacak şekilde yerleşmiş bir piyade ordumuzun yine de hakkından gelemez. Hattâ fazla öğün-meden diyebilirim ki, şöyle otuz bin Alman veya Đngiliz piyade-siyle, on bin Fransız süvarisi Çinin bütün kuvvetlerine duman attırır. Şehirlere hücum etmek veya bunları müdafaa etmek san'atında da durum aynıdır. Bütün Cinde bir tek müstahkem şehir yoktur ki, bir Avrupa ordusunun saldırışlarına bir ay dayanabilsin; bütün Çin orduları bir araya gelseler, Dünkerk gibi müstahkem bir mevkii, açlık yüzünden teslim olmak zorunda kalmaması şartiyle, almak için yapacakları hücumlardan bir netice çıkmaz. Ateşli silâhları var olmasına vardır amma, bunlar kaba saba çakar almaz şeylerdir ve bunları ateşlemek bir meseledir! Top barutları vardır amma, saman gibi kuvvetsizdir. Orduları disiplinsiz, talimleri noksandır; ne savaş düzenine girmesini bilirler, ne de intizamla taarruza geçmekten veya bozguna uğramadan çekilmekten anlarlar. Bu mahut Çinliler hakkında o kadar güzel şeyler anlatıldığını duyduğum zaman, doğruluklarından emin olduğum bütün bu hakikatler gözümün önüne gelir de, kahkahalarla gülerim; bu Çinli denilen insanlar ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 167 aslında, kendi dehâlarına ve düşüncelerine uygun gaddar bir hükümetle idare edilen, gayet cahil, aşağılık kölelerdir. Nankin'e giderken geçtiğimiz şehirler gerçekten çok kalabalıktılar, fakat halkının yaşayış tarzı bizimküerle karşılaştırılınca, gayet sefildir. Hoş, sefaletlerini hissetmedikleri gibi, kendilerini de bir hayli mes'ut sayıyorlar; çünkü Avrupa'nın medeni memleketlerinde oturan halkın eriştiği saadet hakkında en ufak fikirleri yok! Bu Çinlilerin gururlarından da hiç geçilmiyor hani! Giyinişlerinde, binalarında, hizmetçilerinin çokluğunda ve hele işin en gülünç tarafı, diğer bütün milletleri hor görüşlerinde göze çarpan gösterişi ifade etmek hiç mümkün mü? ROBENSON KRÜZOE'NÎN MACERALARI 169s XXXV ÇÎN'LĐ ASĐLZADE (!) Bir gün, Nankin'den dönüyorduk; asılzademsi birinin sözüm ona sarayına yaklaşırken iki üç kilometre, efendiyle beraber gitmek şerefine eriştik. Allahım, adamları ne kadar da Don Kişotvari bir kalabalık teşkil ediyordu; sefaletle debdebe yan-yaııa, omuz omuzaydı: Don Kişot'a benzeyen bu Çinli asilzadenin kıyafeti bir hokkabaza fevkalâde yaraşırdı; Hint kumaşından olan elbisesi bir karış yağ içindeydi; kendisini gülünç düşürmek için gerekli ne kadar süs varsa, hepsinin pırıl pırıl par-ladığı görülüyordu; geniş, sarkık elbise kolları mı istersiniz, volan etekler mi?.. Bu muhteşem pardesü, bir kasabınki kadar yağlı, siyah taftadan bir ceketi örtüyordu; bu da gösteriyordu ki, bu ceketin sahibi meşhur pislerdendi!. Bindiği at, Don Kişot'un atma taş çıkarırdı. Hayvan yaşlı ve sıskaydı, açlıktan ölecek hale gelmişti: Đngilterede insan bir buçuk Đngiliz lirası verse bundan daha iyisini alırdı; peşi sıra yaya olarak yürüyen, eli kırbaçlı iki köle bu külüstür beygire cesaret vermeseydi, hayvancık adımını şuradan şuraya atmazdı! Efendinin de elinde bir kırbaç vardı ki, hani hiç de faydasız değildi. Bir yandan seyisleri kuvvetlerini hayvanın sağrılarında denerken, kendisi de asîl hayvanın kafası ve omuzlarına kamçısını veriştiriyordu. Debdebesini bir kat daha arttrımak için, efendisinin arkasından on, oniki kadar köle yaya olarak yürüyordu; efendinin elbisesi hakkında yaptığım tasvire bakarak, bu uşakların elbiselerinin ne halde olduğunu var siz kıyas edin! Öğrendik ki, efendi iki üç kilometre mesafedeki arazisini görmek için şehirden geliyormuş. Bu şövalyenin parlak kıyafetini doya doya seyretmek için yavaş yavaş yürüyorduk; bir köyde durup serinlemek için biraz bir şeyler içmeyi uygun bulduğumuz için, sonra o bizim önümüze geçti. Bir müddet sonra şatosunun önünden geçerken, kendisini kapısı önündeki küçük bir avluya oturmuş yemek yerken bulduk. Gelip geçenlerin gözüne çarpan bu yeri sırf gösteriş olsun diye seçmişti. Hattâ bize, ona ne kadar bakarsak, gururunu da o kadar okşamış olacağımızı söylediler. Bodur bir hurma ağacına benzeyen bir ağacın gölgesinde oturmuştu; güneşin ışıklarından daha da iyi korunmak için, ağacın altına bir de kocaman bir güneş şemsiyesi açtırmışta; bu şemsiye de manzaranın ihtişamını bir kat daha arttınyordu. Efendi hazretleri, şişman vücudunun güçlükle sığdığı geniş bir koltuğa yan gelip oturmuştu. Đki kadın köle kendisine yemek getirmişti. Aynı cinsten iki köle daha vardı ki, Avrupalı pek az asilzadenin hizmetçilerine gördüreceği bir işi yapıyorlardı; biri kaşıkla efendinin ağzına çorba verirken, öteki de çenesi altına bir tabak tutuyor ve efendi cenaplarının sakalından ve tafta ceketinden süzülen çorba artıklarını topluyordu. Bu ahmak adam kendi ellerini kullanmayı kendine yakıştıramıyordu. Gururun insanı bu kadar gülünç eziyetlere soktuğunu ve aklı başında bir adamın, gösterişe karşı bir arzu duyduğu zaman, ne sıkıntılı bir duruma düşeceğini düşünmekten kendimi alamadım. Kendisine acıyarak ve tiksinerek bakarken, hayranlıktan kendimizden geçtiğimizi sanan bu zavallı kendini beğenmiş ahmağı seyretmekten bıkıp yolumuza devam ettik. Yalnız yeğenim, bu asilzadenin o kadar gösterişle midesine indirdiği

Page 166: Robinson Crusoe

yemekleri daha yakından görmek için, orada birkaç dakika daha durdu. Yeğenimin sonradan anlattığına göre, yediği yemekler bir köpeğin karnını doyurmaya bile yetmezmiş! Bir tabak pirinç lapası getirmişler; içinde iri bir diş sarımsakla ,yeşil biber ve zencefile benzeyen misk kokulu, hardal lezzetinde başka bir bitki varmış. Bütün bunlar gayet yağsız ve cılız bir parça koyun etiyle pişirilmişmiş. Dört kadın hizmetçiden başka, masanın az gerisinde, efendi cenaplarının emirlerini yerine getirmeye hazır bir vaziyette beklediği görülen daha dört beş köle önünde, bu asilzade bozuntusunun gelip geçenlere göstere göstere yediği yemek bundan ibaretmiş! Kölelerin yemekleri efen- 170 ROBENSON KRÜZOE'NlN MACERALARI ¦dilerin yemeklerinden çok daha berbat olacağına göre, zavallıların yarı aç yan tok yaşadıklarına şüphe yoktur. Ning-po'ya dönünce, hemen hareket ederek, rahat bir yolculuktan sonra Đngiltereye geldik; bu yolculuğun zaten gayet ehemmiyetsiz olan hâdiselerini okuyucuya analatacak değilim. Çünkü nasıl ben memleketime bir an evvel kavuşmak için sa-ĐDirsızlandıysam, şüphesiz o da, biran evvel maceralarımın sonuna gelmek için sabırsızlanıp durmaktadır... SON