tarİhte ve gÜnÜmÜzde ehl-1 sunnetktp.isam.org.tr/pdfdrg/d149034/2006/2006_ongorenr.pdf · ler...
TRANSCRIPT
(i;Sj ~
ENSAR NEŞRİYAT Ticaret Anonim Şirketi
© Tebliğierin muhteva ve dil bakımından sorumluluklan tebliğ sahibine, telif haklan İSAV'a eserin her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat'a aith
ISBN : 975-6794-75-5
İSLAMi İLİMLER ARAŞTIRMA V AKFI Tarhşmalı İ1mi Toplanb.lar Dizisi: 45
Milletlerarası Tartışmalı İ1mi Toplantılar Dizisi: 10
KitabınAdı
Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet
Editörler Prof. Dr. MahmutKAYA
Doç. Dr. Hüseyin SARIOGLU Dr. İsmail Kurt Seyit Ali TÜZ
Yayma Hazırlayan Hüseyi.tı. KADER
Dizgi- Mizanpaj Ensar Neşriyat
Kapak Düzeni Er han AKÇAüGLU
Baskı
Karmat
1. Basım Haziran 2006
isteme Adresi Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.
Süleymaniye Cad. No: 13 Süleymaniye 1 İstanbul Tel : (0212) 513 43 41 Faks : (0212) 522 46 02
www .ensarnesriyat.com. tr
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ
Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.
Öğretim Üyesi
Bu tebliğde tasavvufun Ehl-i Sünnet anlayışı çerçevesinde bir değerlen
dirmesi yapılacakhr. Ancak konuya girmeden önce "Ehl-i Sünnet"in kapsa
mı ile ilgili bazı bilgilerin kaydedilmesinde fayda millahaza ehnekteyiz. Bi
lindiği gibi Ehl-i Sünnet tabiri, dinin temel konularında Hz. Peygamber
(s.a.v.) ile ashabın takip ettikleri yolu benimseyenler için kullanılmışhr. An
cak bu tabirin İslam toplumu içinde genellikle Matür'idiyye, Eş' ariyye ve
Selefiyye gruplarını kapsadığı ifade edilmekle birlikte, bu hususta tam bir it
tifak bulunmamaktadır.
Mesela, Matüridi alimlerinden Ebu'l-yüsr el-Pezdevi ile Ebu'I-mllin en
Nesefi'ye göre· Ehl-i Sünnet'i gerçek m&.rıada temsil eden yalnız
Matür'idiyye' dir. Eş' ariyye, Küllabiyye ve Sfrfiyye gibi gruplar ise kendilerini
Ehl-i Sünnet' e nisbet eden fırkalardır. Bazı Eş' ar'i alimlerine göre de Ehl-i
Sünnet'in tek temsilcisi Eş'ariyye'dir. Eş'ari alimlerden Seyyid Şerif Cürcaru
Eş'apyye ile birlikte Selefiyye'yi de Ehl-i Sünnet'e dahil ettiği halde
Matür'idiyye' den hiç söz ehnemiştir. Selefiyye' den bir kısım alimiere göre de
Ehl-i Sünnet'in yegane temsilcisi Selefiyye' dir.
Eş' ariyye ile Matüridiyye Ehl-i Sünnet' e intisab iddiasında bulunan
gruplardır. Öte yandan İbn Teymiyye Bulefa-yi raşidin'i meşru kabul ettik-
158 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
leri için Mu'tezile'yi, ayrıca kendilerini Sünniliğe nisbet eden Kerrfuniyye,
Zahiriyye, SaJ.imiyye ve Sfıfiyye'yi Ehl-i Sünnet gruplan arasında zikretmiş
tir. Şehristaru'nin tasnifinden de Eş'ariyye ile birlikte Müşebbihe ve
Kerrarniyye'nin de Ehl-i Sünnet' e dahil olduğu anlaşılmaktadır. Abdülkahir
el-Bağdad! ise ehl-i bid'atın görüşlerini reddeden kelfun, fıkıh, tefsir, kıraat
ve Arap dili alimlerini, şeriata bağlı sfıfileri, müslüman mücahidleri ve Sünni
akfudin hakim olduğu coğrafyada yaşayan müslüman halk kitlesini Ehl-i
Sünnet'in kapsamı içinde görmektedir. Sübkl'nin tasnifinde de Kitap, Sünnet
ve İcmaı esas alan Ehl-i hadis, naklin yanında akla başvuran ve Eş' ariyye ile
Hanefiyye' den [Matüridiyye] oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve
aklı esas alıp nihai merhalede keşfte karar kılan ehl-i keşf Ehl-i Sünnet sınır
lan içinde görülmektedir. ı
Yukandaki bilgiler Ehl-i Sünnet'in kapsamıyla ilgili tam bir ittifakın bu
lunmadığını ortaya koymakta, ayrıca sfıfiyyenin, bazılarına göre Ehl-i Sün
net'in içinde bazılarına göre ise dışında mütalaa edildiğini göstermektedir.
Tasavvuf ehli ise genel manada kendisini Ehl-i Sünnet kapsamı içinde gör
mekte, Ehl-i Sünnet içinde temayüz etmiş olan pek çok aJ.im bu zümre içinde
yer almaktadır. Dolayısıyla "Ehl-i Sünnet" konulu bu toplantıda tasavvufla
ilgili ortaya konulması gereken esas mesele, onun genel manada Ehl-i Sün
net'in içinde mi ya da dışında mı olduğu konusundan çok, uygulama ve dü
şünce bakımından hangi şekil ve tarzİnın Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuştuğu,
hangisinin uyuşmadığı hususudur. Ancak bu konuda Kitap ve Sünnet' e da
yalı birtakım delil ve görüşlerden yola çıkarak sonuca varmak oldukça zor
gözükmektedir.
Zira tarihte ve günümüzde tasavvufu gerek tamamen gerekse bir kısım
düşünce ve uygulamalan açısından EhH Sünnet'in dışında görenlerin daya
naklarıyla, onu Ehl-i Sünnet içinde görenl.erin dayanaklan da çoğunlukla Ki
tap ve Sünnet olmuştur. O sebeple burada kabul ya da red açısından tasav
vufi birtakım düşünce ve uygulamalar hakkında aynı yaklaşım içine girmek
şimdiye kadar gelinen noktaya bir şey ilave etmeyecektir. Bizce bu hususta
isabetli değerlendirmeler yapabilmek için öncelikle tasavvuf ehlinin kendile-
bk. Yusuf Şevki Yavuz, "EhH Sünnet", QİA, X, 528; a. mlf., "Ehl-i Bid'at", DİA, X, 503.
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 159
rini nasıl tammladıklannı; yani tasavvufun uygulama ve düşünce açısından
din içindeki yerini, alamm, sırurlarım ve metodunu belirlemek gerekmekte
dir. Zira bir grup hakkında herhangi bir değerlendirme yapmadan önce, o
grubun kendisini nasıl ve nerede gördüğünün bilinmesi, yapılacak değer
lendirmenin sağlığı açısından birinci derecede önem arz etmektedir. ~
I. Tasavvufun Dindeki Yeri/ Alam
Sı1filere göre tasavvuf İslfun'ın olmazsa olmaz şartı değildir. Yani tasav
vuf yoluna girmek Müslüman olmamn şartlarından biri olarak ileri sürül
memiş, ancak dinin iman ve amel bakımından kemiHi için gerekli görülmüş
tür. Nitekim sılfiler Cibril hadisinde (Buhtin", İman, 37) belirtilen dinin "i
man", "İslam" ve "ihsan" şeklinde sıralanan boyutlarından tasavvufu üçün
cüsüne; yani "Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme" şeklinde açıklanan "ih,
san"a tekabül ettirmektedirler.
Hadisteki açıklarnalara göre dini bütün boyutlarıyla yaşayabilmek için
kişilerin Ônce iman ederek din sırurları içine girmeleri, ardından namaz, o
ruç, zekat, hac gibi ibadetleri yerine getirerek İslfun'ı yaşamaya başlamaları
ve bu yaşayış sırasında da adeta Allah'ı görüyormuş gibi bir ruh kıvamı i
çinde olmaları gerekmektedir. Dinin bu boyutlarından ilkini kelfun, ikincisini
fıkıh, üçüncüsünü de tasavvuf kendisine ilgi alam olarak seçmiştir.
Önemli mutasavvıflardan İmam-ı Rabbam, Ahmed el-Farfrkl es-Sirhin
di, (ö. 1034/1624) tasavvufu, "ilim", "amel" ve "ihlas" şeklinde üç cüz olarak
tasnif ettiği şeriatın üçüncü cüzüne; yani ihlası gerçekleştirmeye yardımcı bir
kurum olarak zikretmekte, tarikat ve haklkate ulaşmaktan maksadın sadece
şer!atla arneli ihlas bakımından tarnarnl~ak olduğunu açıkça belirtmekte
dir.2
Burada işaret ediiniesi gereken bir husus "ihlas" ya da "ihsan"ın iman
ve arnelden bağımsız. bir parça değil, aksine bu iki cüzün özünü ve zirvesini
teşkil ettiğidir. Dolayısıyla tasavvuf dinin özü/esası/rUhu ile ilgilenmektedir.
Tasavvuf ehli bunu gerçekleştirmek için kendilerine Hz. Muhamıned'i (a.s)
2 bk. Mektılbfit, Mekke 1316, I, mektup 36, 41, 59.
160 TARİHTE ve .GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
bütün tavır ve davraruşlarıyla örnek kabul etmiş; onun sünnetini en ince ay
rıntısına kadar yaşamayı/yaşatmayı hedef olarak seçmiştir. Bu manada "Ehl
i Sünnet''in esas temsilcisi sfıfiyye olmaktadır.
Sfıfiler "ihsan/ihlas" seviyesini gerçekleştirmek için kişilere nafileler ve
mübahlar alanından birtakım formüller sunmakta, ancak bunların zorunlu
ibadetlerle (farzlar, vacipler) birlikte yapılması gereğini özellikle vurgula
maktadır. Tasavvuf kaynaklarında zahir-i şenata riayet edilmeden batın yo
luyla haklkate ulaşılamayacağı hususu kaydedile gelmiştir. O sebeple farzla
rın hiç eda edilmemesi ya da nafileler yapılırken ihmal edilıpesi, hatta ruh
satlardan yararlanmaya başlanması tasavvuf adına sapma olarak telakki e
dilmektedir.
Tasavvufun sunduğu formüller, o yola giren kimselere seyr u sülfık de
nilen bir süreçte uygulatılır. Müridin manevi eğitimi için gerekli görülen bu
formilllerin uygulanması gaye olmayıp, insaru Allah' a götüren birer "veslle"
"vasıta" olarak kabul edilirler. Yukarıda da belirtildiği gibi bu formülleri uy
gulamak Müslüman olmanın şartı değildir. Zaten formüllerin nafilelerden
oluşması da bunu göstermektedir. Ancak bir kimse Allah'a daha çok yakın
olınak maksadıyla bu formülleri yapmak isteyebilir ve tasavvuf ehlinin ha
zırlayıp sunduğu tavsiyeleri uygulama yönünde irade ortaya koyabilir.
Tasavvuf kurumu böyle bir tercihte bulunan kimseye "irade eden", "is
teyen" anlamında "mürid" adını vermiştir. Yani bu kimse kendi-arzusuyla
Allah' a daha yakın olmak için zorunlu olmadığı bir alana girmeyi kabul et
miş demektir. İşte bu noktadan soma o kimse zorunlu birtakım vazifeler ile
karşı karşıya gelmektedir. Bu durum nafile bir namaz kılınak isteyen kimse
nin, namaza baŞladıktan soma birtakım farzları yapmak zorunda kalmasına
benzetilebilir.
Ayrıca nafile ya da mübah alanda önerilen tasavvufi formüllerin uygu
lama zamaru, rnekarn ve aqedi açısından asr-ı saadette örneğine rastlanma
ması ya da başka dinler ve sistemlerdeki uygulamalarla benzerlik arz etmesi
bunların tamamen dış tesirlerle oluştuğu ve kötü bir bid'çıt olduğu anlamına
gelmez.
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 161
O takdirde bizzat Ehl-i Sünnet'i oluşturan fırkaların, mesela Matüridiy
ye ve Eş'ariyye'nin denassların ihtiva ettiği konulan ispatlanmak ve yorum
lanmak için başvurdukları daha önceden örneğine rastlai:unayan bilgilerin
de (vesail) bid'at olarak nitelenmesi gerekir. Oysa bu bilgi ve uygulamaların
Hakk'a, hak!kate ulaşhran birer vesile oldukları bilinir ve İslam'ın temel
premipleriyle çelişmedikleri görülürse gaye haline getirilmedikleri sürece
bir mahzur teşkil etmez.
Tasavvuf yoluna giren kimsenin yapması zorunlu olan ilk şey bir rehbe
re/mürşide/şeyhe tam olarak teslim olması ve onun görüşlerine sıkı sıkıya
bağlanmasıdır. Şeyhe bağlılık tasavvufun olmazsa olmaz şartlanndan biri
dir. Bunun böyle olduğunu tasavvuf ehlinin yanı sıra tasavvuf dışından bir
kimse olan ve tasavvufi mücahedeyi "keşif ve ıthla" a ulaşmanın gayesi hali
ne dönüştürüldüğü için bid'at olarak niteleyen İbn Haldun da belirtmekte
dir.
Ona göre böyle bir yolu seçen kimseler için şeyhe bağlanmak farz ve zaruret derecesinde gereklidir. Zira seyr u süluk esnasında meydana gelen haller gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat kanşırsa diğerlerine de bulaşır. Çünkü her hal kendinden önce gelen hallerin üzerine bina kılınmaktadır. Hallerdeki fesattan maksat .zıtların husllle gelmesidir. İşte salikin/müridin helaki bura~a meydana gelir. Zira bir kere fesat bulaşırsa telatisi ve ıslahı arhk mümkün olmaz. Çünkü irade dışındadır ... Eğer salik karnil bir şeyhin denetimi altmda bulunursa süluk doğru bir yol takip eder, tehlikelerden emin olur, aldanma endişesi kalmaz. Çünkü şeyh daha önce bu yolda yürümüş, hallerin nereden ve nasıl doğduğunu, ·engellerin nerede önüne çıkacağını görmüştür.3
Tasavvuf yoluna girmek bir bakıma dini daha iyi yaşama ve Allah' a yaklaşınada (takarrub ilallah) daha hızlı ve emin yol alma arzusundan kaynaklanıyor. Bunu, mesela hacca gitmek isteyen bir kimsenin kara yolu yerine hava yolunu tercih etmesine benzetrnek mümkündür. Hava yolunu seçenler uçağa bindikten sonra bütün iradesini pilota teslim etmek zorunda kalıyorlar.
3 Şifiiii's-siiilli telızfbi'l-mesiii/ [nşr. Muhammed Tand], İstanbul 1958, s. 74-76.
162 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
Ayrıca, uçak havalandıktan sonra bu yolculuktan vazgeçrnek de tama
men pilotun rızasına bağlı hiile geliyor. Ya menzile varıncaya kadar sabredi
lecek ya da pilot razı olursa en yakın havalimanına iniş yapılacakhr. O se
beple tasavvuf yoluna girmek isteyen kişiler, karşılaşacakları birtakım zo
runluluklar ve yükümlülükler sebebiyle sonradan pişman olmamaları için
genellikle uyarılmakta, tam istekli ve ısrarlı oldukları anlaşılmadıkça kabul
edilmemektedirler. Bunun tasavvuf tarihinde bir çok örneği vardır.
Mürşide/şeyhe mürid üzerinde tam yetki ve hakimiyet verildiği için, ta
savvuf kurumu mürşidin ısrarla kamil ve icazetli olmasını, dinin temel pren
siplerine aykırı bir tutum ve davranış içersine girmemesini ve şeriat çizgi
sinden kesinlikle sapmamasını şart koşmaktadır. Bu noktada mürid olmak
isteyenlere de seçimini doğru yapması hususunda uyarılarda bulunmuştur.
Zira seyr u süluk şeriat noktasından başlanmakta ve nihayetinde yine, bir
daire misali şeriat noktasına ulaşmaktadır. Ne var ki, daireyi tamamlayanlar
dini/şeriah "ihsan/ihlas" seviyesinde yaşama kıvamını elde ederken diğerleri
bu hale çoğunlukla erememiş olmaktadırlar.
Seyr u süluk esnasında sufilerin yaşadığı hallerden birisi de "keşf"tir. Bu
hiili yaşarken müridin kalbi bir ayna haline gelmekte ve ilmin ana kaynakla
rım görerek bazı sırlara; manevı/batınl bilgilere vakıf olmaktadır. Ancak kal
be güvenilir ve doğru bilgilerle birlikte şeyta.nl bilgilerin de gelmesi ya da
şeytarun doğru bilgileri bulandırması söz konusudur. O yüzden seyr u
sülukünü henüz tamamlamamış olaruar kendilerine gelen bilgileri, eğer ilim
sahibi iseler Kitap ve Sünnet'in verileriyle kontrol ehneli, ona göre kabul ya
da reddehnelidirler. Ayrıca bu bilgilerin bir kısmı kalbe remizler olarak yan
sır. Süluk esnasında rehbere/şeyhe uymanın bir sebebi de doğru bilgileri
yanlışlarından ayırma veremizleri çözme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde tasavvufun din içinde zorunlu bir alan
olmadığı, bu yola kendi iradesiyle girenierin uymak zorunda oldukları ku
ralların ise tasavvufun kendi iç disiplininin gereği olduğu açıkça görülmek
tedir.
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 163
II. Tasavvufun Kaynağı/Metodu
Tasavvuf ehlini diğer gruplardan ayıran temel özelliklerin başında, bil
giye ulaşma ve hakikati elde etme konusunda benimsedikleri keşf metodu
gelmektedir. Bu yüzden sfrfilere "ehl-i keşf ve mükaşefe" de denilmiştir.4 . Öngören, "Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri",5 Genel
olarak manevi perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gayba ait konulara va
kıf olma anlamında kullamlan "keşf", fizik ötesi (gayb) alem için yegane bil
gi kaynağı olarak görülmekte, fizik alem için ise keşfin yam sıra "burhan ve
delil"in de (duyu organları, akıl ve istidlal bunun içindedir) geçerli olduğu
kabul edilmektedir.
Tasavvuf kaynaklarına göre keşfin "muhadara", "mükaşefe" ve "müşa
hede" olmak üzere üç mertebesi vardır. Kalbin Hakk'ın huzurunda olması
anlamına gelen muhadara, başlangıç hali olup aym zamanda ilim ehlinin de
mertebesidir. İlme'l-yakin diye de adlandırılan bu mertebe tefekkür, istidlal
ve kesb ile gerçekleşir.
Muhadaradan sonra mükaşefe haline ulaşılır. "Kalb" veya "sır" gözü
nün açılmasıyla gayb aleminin görüldüğü bu mertebede delil, akıl ve duyu
organlarına ihtiyaç duyulmaz. A yne'l-yakln mertebesi de denilen bu merte
be ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbi) gerçekleşmektedir. Mükaşe
feden sonra meydana gelen müşahede hali ise açık bir şekilde kalbin veya
sırrın Hakk'ı görmesidir. Buna ayrıca hakka'l-yakln mertebesi de denir.
Sfrfinin elde ettiği bilginin doğruluk ve kesinlik ölçüsü, yaşadığı keşfin
derecelerine göre farklılık arz eder. Tasavvuf klasiklerinden Keşfü'l-mah
cub'un yazan Hücv1r1 (ö. 465/1072 [?])bu hususta şöyle bir açıklama yapmış
hr: "Bir taife 'marifet ilhamdır' diyor. (Oysa) bu imkansızdır. Çünkü marifet
te hakkın da balılın da bir delili vardır. Halbuki doğru-yanlış konusunda il
ham ehli için bir delil yoktur ...
4
5
Keşf metodu ve tasavvufta kaynaklık değeri için b k. Reşat
İstanbul Üniversitesi İ/alı iyat Faf..:ii/tesi Dergisi, V [2002], s. 85-96).
164 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
İlham aldığım iddia edenlerin birinin dediği diğerinin dediğini tutma
dığına göre, hatta birbiriyle çelişen bilgiler ileri sürdüklerine göre bunların
iddialan şeriat ile kontrol edilmelidir. Şenata aykın olan bir söz ilham ola
maz ... imdi marifet şenattır, nübüvvettir, hidayettir; ilham· değildir. Ve man
fet konusunda ilhamm hükmü her bakımdan bahldır."6
Tasavvuf kaynaklanndaki genel kullamını dikkate alındığında Hücvi
n'nin burada "manfet" terimi ile keşfin en ileri boyutu olan müşahede ha
linde gelen bilgiyi, "ilham" ile de mükaşefe mertebesinde gelen bilgiyi kas
tettiği anlaşılmaktadır. Nitekim son dönem mutasavvıflanndan Ahmed A vni
Konuk da (ö. 1938) rabban1 tecelll olarak tavsif ettiği müşahedede herhangi
bir hatanın söz konusu olmadığım, ruharn tecelll olan mükaşefede ise hata
olabileceğini belirhniştir .7
Bu yüzden tasavvuf kaynaklarında keşifte hatanın sebepleri üzerinde
durolmuş ve seyr u sülı1k erbabına bu konuda uyarılarda bulunulmuştur.
Seyr u sülı1künü tamamlayıp belli bir mertebeye ulaşanların keşfi bilgisinde
ise genellikle hata olmayacağı belirtilmektedir. Zira bu kimselere gelen bilgi
nin doğruluğu, kesinliği ve kaynağı açısından vahiy ile eşdeğerde olduğu,
aym zamanda vahiy gibi şeytan ve nefsin müdahalesinden de korunduğu
kabul edilmektedir.
Sı1filer bir çok açıdan vahiyle eşdeğerde gördükleri keşfi bilgiler vasıta
sıyla dini nasslan yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma imkanına sahip
olduklarım belirtmektedirler. Bu noktada keşif içtihadla, keşif sahibi de
müçtehidle aym konuma getirilmiş oluyor. Ancak içtihadda hata ihtimali söz
konusu olduğu halde, müşahede mertebesinde yaşanan keşifte hata ihtimali
bulunmadığı içiiı keşif içtihaddan da üstün kabul edilmektedir. O yüzden
Muhyiddin İbnü'l-Arab1 (ö.638/1240), fakihlerin.çı:rtaya koyduğu bir hükmün
yanlış ya da doğru olduğunu Allah dostlan keşif yoluyla bilirler demiştir.
Ancak ona göre sı1filer yanlış olduğunu bildikleri hususlarda fakihlere mü
dahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek zorunda-
6
7
Ali b. Osman el-Cüllabl el-Hücvlri, Keşfii'l-malıcub [haz. Süleyman Uludağ], İstanbul 1982, s.403.
Tedbiriit-ı İllilıiyye Tercüme ve.Şer/ıi [nşr. Mustafa Tahralı], İstanbul 1992, s. 200. ·
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 165
dırlar. Zira bu durumda onlar içtihad eden müçtehid gibi olduklan için,
müçtehid ictihadının hilafına amel edemediği gibi sufi de keşfinin hilafına
amel edemez.8 Öte yandan keşfi bilgiler, sağlam akıl ve sahih nassla ortaya
konan bilgilerle genellikle çelişmezler. Yani dinin zamr hükümleriyle batırıl
bilgiler arasında hakikatte bir zıtlık söz konusu değildir. Ancak Hz. Musa ile
HıZır'ın bilgilerinde olduğu gibi9 bu iki ilim arasında görünüş itibariyle bir
çelişki bulunabilir.
Keşif yoluyla sfrfilerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhfua gelmemiş
kader hükümlerine de vakıf olmaları söz konusudur. Ayrıca Allah'ı gerçek
manada bilme (marifet-i ilahi) ve O'na gerçek manada inanmanın da keşf yo
luyla meydana geleceği vurgulanmış, bu konuda aklın yetersizliği üzerinde
özellikle durulmuştur. Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah'ın varlığı ve bir
liği hakkında şüpheleri gidererek şirk.koşanları ikna edebileceği kabuledilse
de, Allah'ın bilgisine (marifet) ulaşmak için keşiften başka bir yol bulunma
maktadır.10
İmam Kuşeyri (~. 465/1072) yolun başında olan kimselerin Allah'ın var
lığını ve birliğini deliller ile bileceğim, ancak mükaşefe haline gelindiğinde
gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah'ın sıfatlanyla
ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyaç kal
mayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaşıldığında ise bizzat Hakk'ın zu
hur edeceğini açıkça dile getirmiştir.11
İmam Gazzali de avfunın taklid ile benimsedikleri imanı birinci mertebe,
kelamcılann istidla.I tarikim de kullanarak benimsedikleri imanı avaının de
recesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşa
hede sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak tasnif etmektedir.12
8
9
10
11
12
bk. el-Fiitiihiltii'l-Mekkiyye, ts., I, 151.
bk. El-Kehf 18/65.
İbnü'l-Arab!, Fiitii/ıat, I, 158.
Abdülkecim Kuşeyri, er-Risiiletii'l-Kuşeıjriyye, [thk. Abdülhalim Mahmud-Mahmud b. EşŞerif], Kahire, ts., I, 245.
Muhammed el-Gazzau et-Tils'i, İlıyiiii ulılmiddin, Kahire 1967, III, 20.
166 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
Bunu ifade için bazı silfiler "Allah' a inanmak O' nun ulilhiyetini müşa
hede etmektir" demişlerdir13 . Allah'ın varlığım ve birliğini tasdik sadedinde
söylenen kelime-i şehadete "Eşhedü" (ben görüyorum ki) ile başlanması da
bu hususa işaret etmektedir.
İmam Gazzal] başta olmak üzere bir çok silfinin keşifle ulaşılan imanı en
üst seviyede görmesi, keşfi bilginin kişide yak!n/tatınin duygusunu hasıl et
mesi sebebiyledir. Zira keşf halini yaşayan kimse vahiy ile bildirilmiş olan ve
burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini bizzat görür ha
le gelerek yakine ermektedir.
Nitekim İbrahim (s.a.v.) Hz. Allah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine
göstermesini istediği zaman, Hz. Allah "Yoksa inanınadın mı?" diye hitap
etmiş, o da "İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim"
demiştir (Bakara, 260). Buna silfiler "iman" ile "ıyan"ın birleşmesi demekte
dirler. Bu hale eren kimsenin dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakm derece
sine14 ulaşhğı kabul edilir. Öte yandan yakm derecesinde imana eren kişinin,
şer'i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilıniştir. Zira arnelde
noksanlık yakinde noksanlıktan ileri gelmektedir. İmam-ı Rabbam silfiyye
yoluna girmekten maksadın şer' an iman edilmesi gereken şeylerin hak oldu
ğuna yakini arhrmak ... ve şer'i emirlerin edası hususunda kolaylık sağlamak
olduğunu belirtmiştir.1s
Keşfi bilgiler duyu organları ve onların verilerini kullanan akılla elde
edilmediği için, bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Kör bir kimseye bir
rengin ne demek olduğu açıklanamadığı gibi o bilgiler de izah edilememek
te, açıklanmak istendiğinde ise muğlak ve şaşırho mecazlar kullanılmakta
dır. İmam Gazzaıi bu tür bilgilerin kitaplara yazılmasının ve ifşa edilmesinin
caiz olmadığını ifade eder.16
13
14
15
16
Muhammed KeHibazi, et-Taarrıifli mezhebi e!ı/i't-tasavvıif[nşr. Mahmud Emin Nevav'i], Ka
hire 1980, s. 100.
Ebu Abdurrahman es-Sülerni, Kittibii'l-mııkaddime ft't-tasavvıif [nşr. Süleyman Ateş], Anka
ra 1981, s. 103.
Mektfibtit, I, Mektup 59, 217.
bk. İlıya, ı, 20-23.
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 167
İmam-ı Rabbani de kendisine gelen bir kısım bilgileri remz ve işaretle
dahl anlatamayacağım, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve
Ebu Hüreyre'nin "Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir" diye ifadeye koyduğu
türden bilgiler olduğunu belirtmiştir.J7
~ Yukarıdaki bilgiler göstermektedir ki, tasavvuf ehli keşif metodunu kul
lanma imkarn olmayanlara göre özellikle metafizik alanda birtakım yeni ve
farklı bilgilere ulaşmaktadırlar. Bu durumda burhan ve delil metodunu kul
lanan ziihir ehline göre onların gerek varlık; yani Allah, kilinat ve insan hak
kında, gerekse dinin birtakım hüküm ve kuralları hakkında farklı görüşlere
sahip olmaları söz konusu oluyor. Ancak bu bilgileri açıklamak zorunda ol
madıklarını belirtmeleri ya da bir kısmını sembol ve işaretlerle açıklasalar bi
le bir kısmını kesinlikle dile getiremediklerini söylemeleri, keşifle elde edilen
bilgilerin esas olarak keşif sahibinin ve ona uyanların derı1nl dünyasıyla ilgi
li olduğıınu, bunun dışında bir başkasım bağlamadığım göstermektedir. Ay
nca ileri gelen sufilerin keşfi hakikatlerden ibaret olduğunu belirttikleri eser
lerini herkese tavsiye etmemeleri, sadece ehil olanların okuması gerektiği
yönündeki uyarıları da bunu te'yid etmektedir.
III. Ehl-i Sünnet ve Tasavvufi Alan
Tasavvuf ehlinin görüşlerine dayarnlarak özetlerren yukarıdaki bilgiler
bize tasavvufun uygulama ve düşünce açısından alam, sırurları ve metodu
ile ilgili net bir kanaat vermektedir. Buna göre tasavvuf din içinde mükellefi
yet açısından nafile ve mubah alanı kapsamaktadır. İcra edilen nafilelerden
bir sonuç alabilmek için farzların da eda edilmesi gereklidir. Uygulanan
formüller gaye değil, Allah'a ulaştıran birer vasıta olarak kabul edilir. Bu
uygulamalarla hedeflenen, ihsan/ihlas boyutunu gerçekleştirerek dini tam
manasıyla yaşamaktır.
Öte yandan bilgi kaynağı olarak benimsenen keşf metodu ile imanda
yakl:n ve arnelde kolaylık meydana gelmektedir. Bu metodla bazı gayb bilgi
lerine vakıf olma, dini nassları yorumlama, bunlardan hüküm çıkarma ve
yapılan bazı içtihad hatalarım tesbit etme imkanı vardır. Ancak bu imkan
17 Mektılbat, I, mektup 267.
(
\
168 TARiHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
dinin bilinen hükümlerine umum adına yeni ilaveler yapılmasını ya da bir
kısımnın değiştirilmesini gerekli kılmamakta; sadece keşif sahibini ve ona
uymayı kabul edenleri ilgilendirmektedir. Ayrıca keşfi bilgilerin, sağlam akıl
ve sahih nassla ortaya konan bilgilerle genellikle çelişmeyeceği belirtilıniştir.
Yani diı.-ı.in zahir hükümleriyle batını bilgiler arasında hakikatte bir zıtlık söz
konusu değildir.
Bunlar tesbit edildikten sonra, tekrar başta işaret ettiğiıniz hususa döne
cek olursak, Ehl-i Sünnet açısından tasavvufun herhangi bir meselesi ele a
lındığında, yapılan değerlendirmelerin doğru ve tutarlı olması için tasavvuf
ehlinin kendileri için belirlediği alanın sınırlan ve bilgi için benimsedilleri
metodun özellikleri öncelikle dikkate alınmak zorundadır diye düşünüyo
ruz. Yapılan değerlendirmelerin doğruluğu ve tutarlılığı açısından bunu ge
rekli görmekteyiz.
Mesela, tasavvuf ehlinP nisbet edilen "İmamı/şeyhi olmayanın ima
mı/şeyhi şeytandır" sözü belirtilen sınırlar dikkate alınmadığı takdirde ilk
bakışta, şeytanın tasallutundan kurtulmak için her Müslüman'ın mutlaka bir
şeyhe intisab etmesi gerektiğini ifade etmekte, dolayısıyla tasavvuf yoluna
girmek İslam adına zorunlu hale gelmektedir.
Oysa bu sözün söylendiği alan, hitap ettiği kesim dikkate alındığında
anlamı değişmektedir.
Şöyle ki: Bayezid-i Bistaınl'ye nisbet edilen bu söz tesbit edilebildiği ka
danyla ilk olarak İmam Kuşeyri'nin Risille'sinde geçınekte ve "müride nasi
hat" bölümünde kaydedilmektedir(II, 735). Bu durumda sözün muhatabı bü
tün Müslümanlar değil, tasavvuf yolunu seçenler olmaktadır. Yukanda da
işaret edildiği gibi kendi iradeleriyle tasavvuf yolunu seçenler değişik sebep
lerden dolayı mutlaka bir şeyhe bağlanmak zorundadır. Aksi takdirde şeytanın oyuncağı haline gelmektedirler.
Bir başka örnek olarak Muhyiddin İbnü'l-Arab!'nin Bakara Suresinin 6
ve 7. ayetlerine getirdiği yorumla ilgili Diyanet İşleri eski başkanlarından
Ahmed Harndi Akseki'nin (ö.l951) sorduğu soruya, son dönemin önemli
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 169
mutasavvıf alimlerinden Babanzade Ahmed Naim'in (ö.l934) yazdığı cevap
taki uyanlar da kaydedilebilir.ıs
Akseki mektubunda İbnü'l-Arabi'nin belirtilen ayetlere verdiği işiiri
manaları kaydettikten sonra özetle şöyle demektedir: Bendeniz zahir-i nassa
mUhalif olan bu fikirleri, Nebiy-yi masumdan başka her kimden suclur eder
se etsin, adeta dalillat-ı bahniyye' den gibi telakkı ediyorum. Filhak!ka bunlar
te'v!l de edilebilir. Fakat gayr-i masumdan suclur eden bu gibi aykırı fikirleri
te'vlle mecbur muyuz? ...
Babanzade de özetle şöyle cevap vermiştir: Evvela şunu arz edeyim ki,
kendinizce zahir-i nassa muhalif gördüğünüz bu tarz-ı beyana karşı şiddetli
kıyam etmenizden dolayı gayret-i diniyyenizi müstahsen bulup sizi tebrik
ederim. Bu yazınız bilfarz Şeyhu'l-ekber ve emsali zamanında söylenmiş ol
saydı, yine sizi ziyade beğenecek [olanlar] onlar olurdu ...
Bu gibi sözler Şeyhü'l-ekber'in açığa vurduğu vahdet-i vücı1d akldesine
ve bu akldenin keşfen ve zevkan bizzanlre olmasına dayanıyor. Bu sözler
zahir-i şer'iah yıkmak için olsaydı haklkaten dalalat-ı bahniyye' den olurdu.
Fakat zahir-i şeriat muhafaza edilmek ve Kur'an-ı Kerim'in delalet-i
evveliyyesi herkesin anladığı gibi mahfuz kalmak şarhyla, bir de nazm-ı
Kur'an'ın delillet edebileceği kendi zevklerine muvafık cihetlere de işaret
etmek istiyorlar ... Tefslrini herkesin marufu olan tarikten yürütmeyip zevk
ve muhabbet aleminde olanların nasibdar olduğu hillat-ı azlıneye işaret ede
cekkadar lafz-ı Kur'an'ın vas! ve şümullü olduğunu gösteriyor ve bununla
şeriattan hiçbir taş yıkmış olmuyor ...
Babanzade'nin yukarıda dikkat çektiği hususlar, 1) Yorumların keşf ile
elde edildiği, 2) Ayetlerin ilk anlaşılan manalan inkar edilmeden tasavvuf
ehlini ilgilendiren manalara da işaret edildiği, dolayısıyla zahir-i nassa/şeri
ata bir halel getirmediği şeklinde özetlenebilir. Şu halde bu ayetlerin yorurn
larıyla ilgili bir kanaat ortaya koymadan önce keşfi bilginin mahiyeti, bağla-
18 Daha önce Sebflü'r-reşiid'da yayımlanan Akseki'nin mektubu ve Babanzade'nin buna cevabı, Dücane Cündioğlu tarafından Dergii/ı dergisinde [c. VIII, Aralık 1997, sy. 94, s. 19-20) bir giriş yazısıyla birlikte tekrar yayımlanmıştır.
170 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
yıcılığı, umumu ilgilendirip ilgilendirmediği vb. hususların dikkate alınması,
daha sonra ise yapılan yorumun hangi alanla ilgili olduğunun belirlenmesi
gerekmekte, bütün bu safhalardan sonra ortaya konan bilginin -kim için o
lursa olsun- şeriahn açık bir hükmünü ilga, tahrif ya da tezyif edip etmedi
ğine bakılması gerekmektedir.
Babanzade'nin cevabında işaret edilmesi gereken bir başka husus, Ak
seki'nin zahir-i nassa aykırı gördüğü bir yoruma, gayret-i diniyyesinden do
layı itirazını güzel bularak takdir etmesi, hatta bu itirazı bizzat İbnü'l
Arabi'ye yapma imkarn olsaydı onun da kendisini takdir edeceğini belirtme
sidir. Bu ifade ve tavır bile alanların farklılığını dikkate almamn gerekliliğini
ortaya koymaktadır. Babanzade burada demiş oluyor ki, zahir alamn
dan/noktasından öyle görüyor ve bunun şeriata zarar verdiğini düşünüyor
samz elbette itiraz etmelisiniz. Bu sizin dindarlığımzın bir alametidir. Tasav
vuf ehlinin bu tavra bir diyeceği olmaz. Ancak dinin bütün boyutları
nın/alanlannın zahirden, görünenden ibaret olmadığını da kabul etmelisiniz.
Tasavvuf tarihinde Babanzade'nin Akseki'ye yaklaşırnma benzer birçok
örnek bulmak mümkündür. Bunlar içinde hüküm ve değerlendirme açısın
dan alan farklılığına vurguyu da içereı: şu anekdotu da burada kaydetmek
yerinde olur: Osmanlı'nın mutasavvıf alimlerinden Taşköprizade Isameddin
Ahmed (ö.968/1560-61) Nakşibendiyye şeyhi Mahmud Çelebi'ye (ö.938/1531-
32), şeriahn zahirine uymayan tasavVtıfi konulan tenkid etmesinde tasavvuf
adına bir sakınca olup olmadığını sorduğunda, şeyhin cevabı şöyle olmuş
tur: "Elbette tenkid etmelisiniz. Ancak o hali siz de yaşarsamz onun şeriata
uyduğunu görürsünüz"ı9
Sufilerin yukarıdaki yaklaşımı, yani kendi alanları hakkında zahir ehline
değerlendirme ve hüküm verme imkarum tamn:ıalan, bu tür değerlendirme
leri tamamen isabetli bulduklan anlamına gelmiyor; aksine zahir gözüyle ta
savvufi meselelerin tam idrak edilerneyeceği anlayışından dolayı onların
mazur görülmesi anlamım taşıyor. Bununla birlikte bu yaklaşım tasavvufun
zahir alandan, yani, konumuz açısından söyleyecek olursak Ehl-i Sünnet
19 Taşköprizade Isameddin Ahmed, eş-Şekiiikıı'ii-mı'miiniyye fi ıılemiii'd-dı:uleti'l-Osmiiniyjıe [nşr. Ahmed Suphi Furat], İstanbul 1985, s. 535.
EHL-İ SÜNNET'TE TASA VVUFUN YERİ 171
prensipieri noktasından kontrolünün yolunu da açmış oluyor. İşte bize göre
bu kontrol, eğer tasavvuf ehlinin kendileri için belirledikleri sınırlara riayet
edip ehnedikleri noktasından olursa, buna onların da bir. itirazları olamaz.
Aksi takdirde kendi beyanlarıyla çelişmiş olurlar.
• Burada şu da ifade edilmelidir ki, bu tür kontroller, çoğu zahir ilimlerine
de vakıf olan ve hatta önemli bir kısmı Ehl-i Sünnet alimi olarak temayüz
ehniş bulunan mutasa:vvıflar tarafından zaten yazılı ve sözlü olarak hep
yapılagelmiş, alan içinden birisi olmaları hasebiyle de uyarıları daha etkili
olmuştur. Günümüz de dahil olmak üzere zaman zaman tasavvufi çevreler
de ortaya çıkan ve hem şer1at hem de tarikat açısından sırurları aşhğı açıkça
görülen düşünce ve uygulamaların temelinde kanaatimize göre bu kontrol
mekanizmasının olmaması yahnaktadır. Günümüzde ise 1925'ten itibaren
yasaklanan tarikat hayah aslında son bulmamış, tam tersine şer'iat ve tarikat
noktasından kontrol edilemeyen bir seyir izleyerek gelişme göstermiştir. Bu
ise tasavvufi çevrelerde sahte şeyhlerin ve istismarcıların da söz sahibi olma
larını sağlamışhr.
Sonuç
Ehl-i Sünnet anlayışı noktasından tasavvufi meselelerin değerlendirme
sini yapmaya kalkmak, tasavvuf ehli için, perde arkasında cereyan eden o
layların perdeye yansıyan gölgeleri hakkında konuşmaktan öteye bir değer
taşımasa da, zahir ehli için bir anlam ifade ehnektedir. Zahir gözüyle yapılan
bu değerlendirmeler eğer tasavvuf ehlinin din içinde belirledikleri alan ve
çizdikleri sınırlara riayet noktasından olursa tasavvuf için de bir anlam ifade
eder. Bu durumda sınırlara riayet eden sılfiler Ehl-i Sünnet kapsamı içinde,
riayet ehneyenler de dışında mütalaa edilebilir ki, böyle bir kriter her iki ta
rafın buluştuğu ortak bir noktayı oluşturabilir. Buna göre
a) Tasavvufun din/İslam adına zorunlu olduğunu iddia ehnek, dolayı
sıyla her Müslümanın bir şeyhe bağlı olmasını zorunlu görmek,
b) Tasavvuf yoluna girenierin zahir-i şer'la ta uymak zorunda olmadığını
ileri sürmek,
172 TARİHTE ve GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNET
c) Seyr u süluk esnasında uygulanan "veslleler"i gaye haline getirmek;
rabıta, istimdat, kabir ziyareti vb. hususlarda şeyhleri "vasıta" olmaktan da
ha ileriye götürmek,
d) Keşifle elde edilen bilgilerin subjektif olma özelliğini göz ardı ederek
burılan herkes için bağlayıcı görmek,
e) Kur'an'ın işarl yorumlannı açık zahir maniliarın yerine koyarak zahir
i nassı kabul etmemek, tağyir veya tezyif etmek gibi hususlar hem Ehl-i Sün
net hem de ehl-i tasavvuf açısından kabul görmeyen hususlar olarak zikredi
lebilir.