t.c. erc İyes Ün İvers İtes İ sosyal b İlİmler...

750
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ 1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK TEZİ HAZIRLAYAN Özgür ERTUĞRUL TEZİ YÖNETEN Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Eylül 2005 KAYSERİ

Upload: others

Post on 24-Feb-2020

16 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

    1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK

    TEZİ HAZIRLAYAN Özgür ERTUĞRUL

    TEZİ YÖNETEN

    Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK

    Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı

    Yüksek Lisans Tezi

    Eylül 2005 KAYSERİ

  • T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

    1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK

    TEZİ HAZIRLAYAN Özgür ERTUĞRUL

    TEZİ YÖNETEN

    Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK

    Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı

    Yüksek Lisans Tezi

    Eylül 2005 KAYSERİ

  • Canım anneme…

  • ÖN SÖZ

    Edebiyatın en iddialı türlerinin başında muhakkak ki roman gelir. Zira roman yazarı,

    romanın kurmaca bir metin olmasına bakmaksızın ona, varolduğu günden bugüne,

    toplumsal gerçekliği taklit etme, hatta onu açıklama görevini yüklemiştir. Bu anlatım

    vasıtası dil olan bir sanat için oldukça ağır bir yüktür. Dilin kendi sınırlılığı içinde,

    sınırsız bir gerçekliği metne tam anlamı ile yansıtmasının imkânsızlığına rağmen, pek

    çok yazar eserinin gerçekliği yansıttığını iddia etmiştir. Bu “yeni roman” anlayışı ortaya

    çıkana kadar büyük oranda böyle devam etmiş, en iptidaî bir popüler roman yazarı bile

    gerçekçi olabilmeye çalışmıştır. Belli dünya görüşüne sahip yazarlar da eserlerine o

    dünya görüşünün zaviyesinden bakmış ve dünyevî gerçekliği eserin kurmaca dünyasına

    bu bakıştan geçirerek yansıtmıştır. İşte Marksist dünya görüşüne sahip yazarlar da

    Marksist / materyalist / determinist bir anlayışla yaşamı incelemiş ve toplumsal yaşamı

    “alt yapı – üst yapı” ilişkileri bağlamında anlamlandırmışlardır. Bu yazarlara göre bütün

    hayatı ekonomik alt yapı şekillendirmektedir ve üst yapının bir aracı olan edebiyatta bu

    alt yapının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa sahip olan yazarlara göre,

    kapitalist toplum yapısı türlü eşitsizlikler üzerine kurulmuştur ve bu düzen yıkılmalıdır.

    Bu bağlamda da edebiyata ideolojik bir söylem yüklenir ve sınıfsal çatışmalara “ezen –

    ezilen” çatışması bağlamında değinilir. Edebiyat, kapitalizmin karşısında savaşan

    sosyalist cephenin propaganda aracı hâline gelir böylece. İşte toplumcu gerçekçilik

    böyle bir macera sonunda doğmuştur. Marksist dünya görüşüne bağlı olarak şekillenen

    bu edebî anlayış dünya edebiyatını ve Türk edebiyatını önemli oranda etkilemiştir. Bu

    çalışmada toplumcu gerçekçiliğin bizim edebiyatımızdaki etkileri üzerine durulmuş ve

    1955 – 1959 dönemi Türk edebiyatında toplumcu gerçekçiliğin gelişimi, dönemin

    toplumcu gerçekçilik tesirinde yazılan romanlardaki ortaklıklar araştırılmış, toplumcu

    gerçekçiliğin edebiyatımızdaki etkilerine dair genellemelere varılmaya gayret edilmiştir.

    Edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin gelişimine dair yapılan dönemsel çalışmaların

    azlığı, özellikle 27 Mayıs 1960 öncesindeki toplumcu gerçekçi hareketi inceleyen bir

  • çalışmanın yokluğu bizi böyle bir tez hazırlamaya itmiştir. Çalışmamızın “Giriş”

    bölümünde Batı edebiyatlarında gerçekçiliğin ve toplumcu gerçekçiliğin gelişimi

    incelenmiş, gerçekçiliğin doğuşunu hazırlayan sosyal, siyasî, ekonomik şartlara işaret

    edilmiştir. I. Bölümde 1923-1960 yılları arasındaki Türk toplumunun siyasî, sosyal ve

    edebî hayatı incelenmiş ve bu dönemdeki yaşamın edebiyat eserlerinde ne derece

    yansımasını bulduğuna değinilmiştir. Aynı bölümde Türk edebiyatında gerçekçiliğin ve

    toplumcu gerçekçiliğin doğuş zemini üzerinde durulmuş ve edebiyatımızdaki

    gelişimleri incelenmiş, bu akımlara mensup önemli yazarlar ve eserleri ile bilgi

    verilmiştir.

    II. Bölüm “1955-1959 Dönemi Türk Romanlarında Toplumcu Gerçekçilik”

    başlığını taşır. Bu bölümde 1955 -1959 yılları arasında yayınlanan 21 eser “Özet,

    Romanın Tanıtımı, Olay Örgüsü, Muhteva, Şahıslar Kadrosu, Anlatıcı ve Bakış Açısı,

    Mekân, Zaman, Dil” başlıkları altında incelenmiştir. Bu eserler, yukarıdaki başlıklar

    altında incelenirken daha çok toplumcu gerçekçiliğin bu bağlamdaki etkileri dikkate

    alınmış, ancak klâsik roman incelemeleri sonucunda tespit edilen diğer sonuçlara da

    değinilmiştir. Aynı bölümdeki “Toplumcu Gerçekçiliğin Tesirinde Yazılan Diğer

    Eserler” başlığı altında da az ya da çok toplumcu gerçekçi sanat anlayışına, Marksist

    dünya görüşüne bağlı olarak şekillenen dönemin diğer eserleri de kısaca tanıtılmış,

    toplumcu gerçekçilik açısından belirginleşen yanlarına değinilmiştir.

    Çalışmamızın III. Bölümü “1955-1959 Dönemi Toplumcu Gerçekçi Romanlarında

    Ortak Özellikler” başlığını taşır. Bu bölümde 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan

    toplumcu gerçekçi romanlar “Olay Örgüsü, Muhteva, Şahıslar Kadrosu, Anlatıcı ve

    Bakış Açısı, Mekân, Zaman, Dil” başlıkları altında incelenmiş ve eserler arasındaki

    ortak özellikler tespit edilmiştir. IV. Bölüm olan “Sonuç” bölümünde de tespit edilen

    ortak özelliklerden yola çıkılarak toplumcu gerçekçiliğin Türk edebiyatındaki

    gelişimine, etkilerine ve gerileme sebeplerine kısaca değinilmiş, toplumcu gerçekçilik

    hakkında olabildiğince objektif ve genelleyici tespitlerde bulunulmaya çalışılmıştır.

    Bibliyografya bölümünde çalışmamızı hazırlamamızda büyük katkıları bulunan

    akademisyenlerin, yazarların, araştırmacıların değerli bizim için çok değerrli eserlerinin

    künyeleri verilmiştir.

    VI

  • Çalışmamızda romanlar incelenirken Edward Morgan Forster’ın Roman Sanatı,

    Georg Lukacs’ın Roman Kuramı, Roland Bourneur ve Réal Quellet’in Roman

    Dünyası ve İncelenmesi, Ayşe Eziler Kıran ve Zeynel Kıran’ın Yazınsal Okuma

    Süreçleri, Mehmet Tekin’in Roman Sanatı 1 (Romanın Unsurları), Şerif Aktaş’ın

    Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş adlı eserlerinden faydalanılmış, özellikle

    Forster’in ve Şerif Aktaş’in inceleme teknikleri kabul edilmiştir. Bu roman

    incelemeleri sırasında eserlere her açıdan objektif bir şekilde yaklaşılmaya gayret

    edilmiştir. Marksist Estetik alanında ise özellikle Gennadiy N. Pospelov, İsmail

    Tunalı, Ahmet Oktay, Asım Bezirci ve Raymond Williams’ın eserlerinden

    yararlanılmış, roman tahlilleri sırasında Marksist estetiğin tespit edilen temel ölçütleri

    de dikkate alınmış, edebiyat – ideoloji ilişkileri aydınlatılmaya çalışılmıştır.

    Umarım bu naçizane çalışma edebiyat tarihine küçük de olsa bir katkı sağlar ve yeni

    araştırmacılara kaynak olur. Çalışmamızda hatalar olabileceğini şimdiden kabul eder, bu

    hatalarımızın bizden sonraki araştırmacılarca gereğince eleştirilerek düzeltilmesini

    temenni ederiz.

    Bu çalışmanın yapılmasına katkıda bulunan dostların sayısı o kadar çok ki burada

    hepsini anmak ne yazık ki mümkün olamayacak. Çalışmalarım sırasında büyük

    fedakârlıklarla bana destek olan canım annem Mercan AKYOL’a, kaynak temininde ve

    edebiyat – ideoloji ilişkilerine dair yaptığımız tartışmalar sırasındaki önemli

    yardımlarını gördüğüm değerli arkadaşlarım Oğuzhan ŞAHİN, Levent YÜKSEL ve

    Erol AKSOY’a teşekkürü bir borç bilirim. Bana her zaman yardımcı olan hocalarım

    Prof. Dr. İsmail GÖRKEM’e, ve Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH’a ayrıca teşekkür

    ederim. Bu çalışmanın yapılmasında büyük katkısı bulunan, her zaman örnek aldığım

    değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK’e tekrar tekrar teşekkür ederim.

    Özgür ERTUĞRUL

    Kayseri - 2005

    VII

  • ÖZET

    1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDATOPLUMCU GERÇEKÇİLİK

    Bu çalışmada 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan Türk romanları toplumcu

    gerçekçilik (sosyalist realizm) anlayışı bakımından incelendi. Çalışmamızda toplumcu

    gerçekçiliğin ülkemizde ve dünyadaki gelişimine, Türk romanı üzerindeki etkilerine

    değinilmiş, 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan romanların tahlili yapılmış ve

    romanlardaki ortak özellikler tespit edilmiştir. Çalışmamız sonunda toplumcu

    gerçekçiliğin edebiyatımızdaki yeri üzerine genel bir değerlendirme yapılmıştır. Amaç

    1960 öncesinde şekillenen edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin yerine işaret

    etmektir.

    Anahtar Kelimeler: Toplumcu gerçekçilik, Türk romanı, Marksist estetik, siyaset ve

    edebiyat, edebiyat akımları.

  • ABSTRACT

    SOCIALİST REALİSM İN TURKISH NOVEL DURİNG 1955 – 1959 PERİOD

    İn this study, Turkish novel published between the years 1955 – 1959 were examined

    from the aspect of socialist realism. İn our research, the development of socialist realism

    in our country and in the world and also the effect of it on Turkish novel were

    mentioned. The novels published between the years 1955 -1959 were analysed and the

    common feature of the novels were found out. At the end of the study, a genaral

    evuluation of socialist realism in our literature was given. The aim is to show the

    situation of socialist realism in our literature formed before 1960.

    Key Words: Socialist realism, Turkish novel, Marxist esthetics, politics and literature,

    literature trends.

  • İÇİNDEKİLER:

    ÖNSÖZ ………………………………………………………………………………. V

    ÖZET……………………………………………………………………………..….VIII

    ABSTRACT……………………………………………………………………….......IX

    İÇİNDEKİLER……………………………….………..…………………… ..X -XVIII

    KISALTMALAR….…….…….……… …………………………… ……… ….. ...XIX

    GİRİŞ: BATI EDEBİYATLARINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU

    GERÇEKÇİLİK ……………………………………………………………………….1

    A. Gerçekçilik……………………………………………………………………...........1

    B. Toplumcu Gerçekçilik ………….……….…….……….……….……….….………..7

    I. BÖLÜM: TÜRK EDEBİYATINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU

    GERÇEKÇİLİK …………………………………………………………………...22

    1.1. 1923-1960 Dönemi Türk Toplumunun Siyasi , Sosyal ve Edebi Hayatına Genel Bir

    Bakış …………………………………………………………………………………22

    1.1.1. 1923 – 1938 DÖNEMİ…………………………………………………22

    1.1.2 1938 – 1960 DÖNEMİ…………………………………………………30

    1.2. Türk Edebiyatında Gerçekçilik…………………………………………………..37

    1.3. Türk Edebiyatında Toplumcu Gerçekçilik………………………………………45

    II.BÖLÜM: 1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANLARINDA TOPLUMCU

    GERÇEKÇİLİK……………………………………………………… ……… ….…55

    2.1. Dönemin Belli Başlı Toplumcu Gerçekçi Romanları Üzerine

    İncelemeler……………………………………………………………………… … 55

    2.1.1 ORHAN KEMAL - SERSERİ MİLYONER (1957)…………… …55

    2.1.1.1. ÖZET ……………………………………………………….. 55

    2.1.1.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………… 56

    2.1.1.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….58

    2.1.1.4. MUHTEVA…………………………………………………...60

    X

  • 2.1.1.5. ŞAHISLAR KADROSU………………………………… …68

    2.1.1.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..78

    2.1.1.7. MEKÂN …………………………………………………….80

    2.1.1.8. ZAMAN …………………………………………………… 83

    2.1.1.9. DİL ………………………………………………………….87

    2.1.2 ORHAN KEMAL - SUÇLU (1957) ……………………………….88

    2.1.2.1. ÖZET ……………………………………………………… 88

    2.1.2.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 90

    2.1.2.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...91

    2.1.2.4. MUHTEVA…………………………………………………95

    2.1.2.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………98

    2.1.2.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… 105

    2.1.2.7. MEKÂN ………………………………………………….. 107

    2.1.2.8. ZAMAN …………………………………………………... 108

    2.1.2.9. DİL ………………………………………………………... 111

    2.1.3 ORHAN KEMAL - DEVLET KUŞU (1958) ……………………..112

    2.1.3.1. ÖZET ……………………………………………………… 112

    2.1.3.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 113

    2.1.3.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 115

    2.1.3.4. MUHTEVA………………………………………………… 119

    2.1.3.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 127

    2.1.3.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..137

    2.1.3.7. MEKÂN …………………………………………………… 140

    2.1.3.8. ZAMAN …………………………………………………… 143

    2.1.3.9. DİL ………………………………………………………… 145

    2.1.4 ORHAN KEMAL - GAVURUN KIZI (1959) …………………….148

    2.1.4.1. ÖZET ……………………………………………………….148

    2.1.4.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..149

    2.1.4.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………. 150

    2.1.4.4. MUHTEVA………………………………………………….151

    2.1.4.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….153

    2.1.4.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………...156

    2.1.4.7. MEKÂN ……………………………………………………..157

    XI

  • 2.1.4.8. ZAMAN ……………………………………………………..160

    2.1.4.9. DİL …………………………………………………………..162

    2.1.5 ORHAN KEMAL - VUKUAT VAR (1959) ………………………..164

    2.1.5.1. ÖZET ……………………………………………………….. 164

    2.1.5.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………165

    2.1.5.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….167

    2.1.5.4. MUHTEVA………………………………………………… .170

    2.1.5.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… .174

    2.1.5.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………180

    2.1.5.7. MEKÂN ……………………………………………………...182

    2.1.5.8. ZAMAN …………………………………………………… ..186

    2.1.5.9. DİL ………………………………………………………….. 189

    2.1.6 KEMAL TAHİR - SAĞIRDERE (1955) ………………..…… ..… 190

    2.1.6.1. ÖZET …………………………………………………….. …190

    2.1.6.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………191

    2.1.6.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….193

    2.1.6.4. MUHTEVA…………………………………………………..195

    2.1.6.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..201

    2.1.6.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………205

    2.1.6.7. MEKÂN ……………………………………………………...206

    2.1.6.8. ZAMAN …………………………………………….……… 208

    2.1.6.9. DİL ……………………………………………………… . …210

    2.1.7 KEMAL TAHİR - ESİR ŞEHRİN İNSANLARI (1956) …………..214

    2.1.7.1. ÖZET ……………………………………………………… .214

    2.1.7.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………215

    2.1.7.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….218

    2.1.7.4. MUHTEVA…………………………………………………..220

    2.1.7.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..223

    2.1.7.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………230

    2.1.7.7. MEKÂN ………………………………………………… … 233

    2.1.7.8. ZAMAN ……………………………………………………...234

    2.1.7.9. DİL ……………………………………………………….. …235

    2.1.8 KEMAL TAHİR - RAHMET YOLLARI KESTİ (1957) …………236

    XII

  • 2.1.8.1. ÖZET …………………………………………………… .. . 236

    2.1.8.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………238

    2.1.8.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………… 240

    2.1.8.4. MUHTEVA…………………………………………………..242

    2.1.8.5.. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..252

    2.1.8.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………257

    2.1.8.7. MEKÂN ………………………………………………..…… 259

    2.1.8.8. ZAMAN …………………………………………………….. 262

    2.1.8.9. DİL ………………………………………………………….. 264

    2.1.9 KEMAL TAHİR - KÖRDUMAN (1957) …………………..……….266

    2.1.9.1. ÖZET ……………………………………………………….. 266

    2.1.9.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………267

    2.1.9.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………… 268

    2.1.9.4. MUHTEVA…………………………………………………..270

    2.1.9.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….. 277

    2.1.9.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………281

    2.1.9.7. MEKÂN ……………………………………………………..282

    2.1.9.8. ZAMAN ……………………………………………………...283

    2.1.9.9. DİL ………………………………………………………….. 284

    2.1.10 KEMAL TAHİR - YEDİÇINAR YAYLASI (1958) …………….. 286

    2.1.10.1. ÖZET ……………………………………………………….286

    2.1.10.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..288

    2.1.10.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 290

    2.1.10.4. MUHTEVA………………………………………………… 293

    2.1.10.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….301

    2.1.10.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..308

    2.1.10.7. MEKÂN …………………………………………………….311

    2.1.10.8. ZAMAN …………………………………………………….314

    2.1.10.9. DİL ………………………………………………………….318

    2.1.11 KEMAL TAHİR - KÖYÜN KAMBURU (1959) ………………….320

    2.1.11.1. ÖZET ……………………………………………………….320

    2.1.11.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..323

    2.1.11.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 326

    XIII

  • 2.1.11.4. MUHTEVA………………………………………………… 329

    2.1.11.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….332

    2.1.11.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..345

    2.1.11.7. MEKÂN …………………………………………………….347

    2.1.11.8. ZAMAN …………………………………………………… 350

    2.1.11.9. DİL ………………………………………………………….353

    2.1.12 YAŞAR KEMAL - İNCE MEMED (1955) ……………………….. 357

    2.1.12.1. ÖZET ……………………………………………………….357

    2.1.12.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..358

    2.1.12.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...361

    2.1.12.4. MUHTEVA………………………………………………… 365

    2.1.12.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 375

    2.1.12.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..385

    2.1.12.7. MEKÂN …………………………………………………….389

    2.1.12.8. ZAMAN …………………………………………………….392

    2.1.12.9. DİL ………………………………………………………….395

    2.1.13 YAŞAR KEMAL - TENEKE (1955) ………………………………397

    2.1.13.1. ÖZET ……………………………………………………… 398

    2.1.13.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..399

    2.1.13.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...400

    2.1.13.4. MUHTEVA………………………………………………….402

    2.1.13.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….410

    2.1.13.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..416

    2.1.13.7. MEKÂN …………………………………………………….418

    2.1.13.8. ZAMAN …………………………………………………….421

    2.1.13.9. DİL ………………………………………………………….422

    2.1.14 AZİZ NESİN - SAÇKIRAN (1959) ……………………………...... 424

    2.1.14.1. ÖZET . …………………………………………………….. 424

    2.1.14.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 425

    2.1.14.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 427

    2.1.14.4. MUHTEVA………………………………………………… 430

    2.1.14.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 436

    2.1.14.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..440

    XIV

  • 2.1.14.7. MEKÂN …………………………………………………….441

    2.1.14.8. ZAMAN ………………………………………………….. . 443

    2.1.14.9. DİL ………………………………………………………….445

    2.1.15 SAMİM KOCAGÖZ - ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ (1957) …….......447

    2.1.15.1. ÖZET ……………………………………………………….447

    2.1.15.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 449

    2.1.15.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 450

    2.1.15.4. MUHTEVA………………………………………………….453

    2.1.15.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….459

    2.1.15.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… .463

    2.1.15.7. MEKÂN …………………………………………………….466

    2.1.15.8. ZAMAN …………………………………………………….468

    2.1.15.9. DİL ………………………………………………………….471

    2.1.16 TALİP APAYDIN - SARI TRAKTÖR (1958) ……………….......473

    2.1.16.1. ÖZET ……………………………………………………….473

    2.1.16.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..474

    2.1.16.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 476

    2.1.16.4. MUHTEVA…………………………………………….……478

    2.1.16.5. ŞAHISLAR KADROSU………………………………….…482

    2.1.16.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..487

    2.1.16.7. MEKÂN …………………………………………………….488

    2.1.16.8. ZAMAN …………………………………………………….489

    2.1.16.9. DİL ………………………………………………………….491

    2.1.17 TALİP APAYDIN - YARBÜKÜ (1959) ……………………………493

    2.1.17.1. ÖZET ……………………………………………………….493

    2.1.17.2. ROMANIN TANITIMI…………………………………… .494

    2.1.17.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...495

    2.1.17.4. MUHTEVA………………………………………………….496

    2.1.17.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….502

    2.1.17.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… .506

    2.1.17.7. MEKÂN …………………………………………………….509

    2.1.17.8. ZAMAN …………………………………………………….511

    2.1.17.9. DİL ………………………………………………………….512

    XV

  • 2.1.18 M. SUNULLAH ARISOY - KARA PÜRÇEK (1958) …………….514

    2.1.18.1. ÖZET ……………………………………………………….514

    2.1.18.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..516

    2.1.18.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 517

    2.1.18.4. MUHTEVA………………………………………………… 521

    2.1.18.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….529

    2.1.18.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..539

    2.1.18.7. MEKÂN …………………………………………………….544

    2.1.18.8. ZAMAN …………………………………………………….549

    2.1.18.9. DİL ………………………………………………………….552

    2.1.19 REŞAT ENİS AYGEN - DESPOT (1957) ………………………….554

    2.1.19.1. ÖZET ……………………………………………………….554

    2.1.19.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..556

    2.1.19.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...557

    2.1.19.4. MUHTEVA………………………………………………….560

    2.1.19.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….566

    2.1.19.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..572

    2.1.19.7. MEKÂN …………………………………………………….574

    2.1.19.8. ZAMAN …………………………………………………….578

    2.1.19.9. DİL ………………………………………………………….580

    2.1.20 NECATİ CUMALI – TÜTÜN ZAMANI (ZELİŞ) (1959) ……… . 581

    2.1.20.1. ÖZET ……………………………………………………….581

    2.1.20.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..582

    2.1.20.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...583

    2.1.20.4. MUHTEVA………………………………………………….586

    2.1.20.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….590

    2.1.20.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………. 593

    2.1.20.7. MEKÂN …………………………………………………….596

    2.1.20.8. ZAMAN …………………………………………………….598

    2.1.20.9. DİL ………………………………………………………….600

    2.1.21 FAKİR BAYKURT - YILANLARIN ÖCÜ (1959) ………………..602

    2.1.21.1. ÖZET ……………………………………………………….602

    2.1.21.2. ROMANIN TANITIMI…………………………………… 603

    XVI

  • 2.1.21.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………. 605

    2.1.21.4. MUHTEVA………………………………………………... 609

    2.1.21.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….618

    2.1.21.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..626

    2.1.21.7. MEKÂN …………………………………………………….628

    2.1.21.8. ZAMAN …………………………………………………….631

    2.1.21.9. DİL ………………………………………………………….633

    2.3 1955 – 1959 Yılları Arasında Toplumcu Gerçekçiliğin Tesirinde Yazılan

    Diğer Eserler……………………………………………………………………........638

    2. 3. 1. Yeşilkaya Savcısı – İlhan Tarus (1955)……………………………..638

    2. 3. 2. Varolmak – İlhan Tarus (1957)……………………………….. …..639

    2. 3. 3. Ali - Orhan Hançerlioğlu (1955)…………………………………….639

    2. 3. 4. Rezil Dünya - Faik Baysal (1955) ………………..............................640

    2. 3. 5. Muhtar– Fikret Arıt (1957) ………………………………………...642

    2. 3. 6. Kader Böyle İmiş – Fikret Arıt (1958) …………………………….642

    2. 3. 7. Göç Yolları Tıkadı - İlhan Engin (1955)…………………………...644

    2. 3. 8. Ötelerin Çocuğu – Halikarnas Balıkçısı (1956) …………………....644

    2. 3. 9. Alinin Biri – Fahri Erdinç (1958) ……………………………… .. ..647

    2. 3. 10. Ne Ekersen – Mehmet Seyda (1958) ……………………………..648

    III. BÖLÜM: 1955-1959 DÖNEMİ TOPLUMCU GERÇEKÇİ ROMANLARINDA

    ORTAK ÖZELLİKLER ………………. …………..…………………………… .. 651

    3.1 Olay Örgüsü …………………………………………………………651

    3.2 Muhteva………………………………………………………….. ….661

    3.3 Şahıslar Kadrosu…………………………………………………….682

    3.4 Anlatıcı ve Bakış Açısı……………………………………………….697

    3.5 Mekân ………………………………………………………………..700

    3.6 Zaman……………………………………………………………… .705

    3.7 Dil …………………………………………………………………… 710

    IV. BÖLÜM: SONUÇ……………………………………………………………….713

    V. BÖLÜM: KAYNAKÇA………………..…………………………………...……717

    5.1. İncelenen Romanlar……………………………………………………. 717

    5.2. Faydalanılan Kaynak Kitaplar…………………………………………719

    5.3. Faydalanılan Makaleler……………………………………………….. 725

    XVII

  • 5.4. Faydalanılan Tezler……………………………………………………..728

    5.5. Faydalanılan Özel Sayı ve Dosyalar…………………………………...728

    5.6. Sözlük ve Ansiklopedi Maddeleri ……………………………………. 729

    ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………….730

    XVIII

  • KISALTMALAR:

    Bkz. Bakınız.

    C. Cilt

    CHF Cumhuriyet Halk Fırkası

    CHP Cumhuriyet Halk Partisi

    DP Demokrat Parti

    Haz. Hazırlayan

    s. sayfa

    S. Sayı

    SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası

    TCF Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası

    Üniv. Üniversitesi

    yy. yüzyıl

    XIX

  • GİRİŞ: BATI EDEBİYATLARINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU

    GERÇEKÇİLİK

    A. GERÇEKÇİLİK (REALİZM):

    Bütün sanatsal, siyasî ve iktisadî akımlar (anlayışlar), belli bir zaman diliminde ve

    toplumsal çevrede doğar. Bu da onların ortaya çıktıkları çevrenin, toplumun

    özelliklerini taşımalarını zorunlu kılar. Zira, insanoğlunun yarattığı hiçbir şey içinde

    yaşadığı toplumdan bağımsız değildir. Avrupa’da (özellikle Fransa) doğan bir sanat

    akımı olan gerçekçilik de Batı toplumunun sosyokültürel, ekonomik, felsefî ve

    epistemolojik temellerinde kaynağını bulmuştur. Realist sanatçılar, çevrelerini

    gözlemlemiş, hatta insanlar ve çevresel etkenler hakkında notlar almış; yaşadıkları çağı,

    toplumu ve bu çağın bireyini en tipik şekilde yansıtmaya çalışmışlardır. Bu cümleden de

    anlaşılabileceği gibi gerçekçilik “yansıtma kuramı”na bağlı bir sanat akımıdır ve en eski

    kaynağını Antik Yunan ve Lâtin felsefesinden alır. Aydınlanma Çağı sonrasında eski

    Yunan ve Lâtin klâsiklerine büyük bir ilgi uyanmış, sanatın her alanında bu ilk

    klâsiklerden yararlanılmıştır. Bu klâsikler, sadece gerçekçiliği değil, belli oranda hem

    klâsisizmi, hem romantizmi etkilemiştir. Platon, Aristo ve Horatius’un geliştirdiği

    yansıtma kuramı XIX. yy. Aydınlanma Çağı sanatçılarının yeniden uyanışına ön ayak

    olmuştur. Bu noktada kısaca bu kuramın temellerine değinmek faydalı olacaktır.

    Platon Devlet adlı diyalogunda duyular âlemindeki nesnelerin aslının esas alem olan

    idealar âleminde bulunduğunu belirtmiştir. Sanatçı duyular alemindeki varlıkları

    kopyalamaktadır. Platon’a bu bağlamda sanatı üçüncü dereceden bir taklit olarak

    küçümsemiştir.

  • “İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları,

    dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.” (Alıntılayan:

    Belge 1997, 199)

    Fakat bununla birlikte “yansıtma kuramı”nın temellerini atmıştır. Platon’un öğrencisi

    Aristo ise akılcı (rasyonalist) bir filozoftur ve duyular âleminin asıl âlem olduğuna

    inanır. Aristo’ya göre de sanat bir taklittir (mimesis) ve sanatçıyı eylemine yönelten şey

    doğadaki varlıkları ahenkli bir bütünlük içinde taklit etme güdüsüdür. O, sanatçının

    duyular alemindeki varlıkları kendi kuralılıkları içinde yansıtması gerektiğini söylemiş,

    olanı anlatan tarihçiye göre, mantığı ile olabilir olanı arayan sanatçıyı üstün gördüğünü

    vurgulamıştır:

    “Şairin ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine olabilir olan şeyi, yani olasılık ve

    zorunluluk kanunlarına göre mümkün olabilecek şeyi ifade etmektir.

    Tarih yazarı ve şair biri düzyazı, öteki nazım, yazdığı için birbirlerinden ayrılmazlar,

    çünkü Herodotos’un eserinin mısralar hâline getirilmiş olduğunu düşünebilir; bununla

    birlikte, ister nazım, ister düz yazı hâlinde olsun, Herodotos’un eseri bir tarih eseridir.

    Ayrılık şu noktada bulunur: Tarihçi daha çok gerçekten olan şeyi ifade eder, şair ise

    olabilir olan şeyi ifade eder.

    Bunun için şiir, tarih eserine göre daha felsefî olduğu gibi, daha üstün olarak da

    değerlendirilebilir. Çünkü şiir, daha çok genel olanı, tarih ise yok olanı tasvir

    eder.Genel olan deyince de olasılık veya zorunluluk kanunlarına göre, belli özellikteki

    bir kimsenin şöyle veya şöyle konuşmasını, böyle veya şöyle hareket etmesini

    anlıyoruz.” (Alıntılayan: Moran 1991, 25)

    Duyular aleminin, yani maddî alemin gerçekliğine inanan Aristo, Platon’a göre daha

    gerçekçi bir yaklaşım içindedir. O, sanat eserinin belli kanunlar çevresinde insan yaşamı

    için kurgusal, ama aynı zamanda gerçekçi (bir anlamda bilimsel) olabileceğini ortaya

    koymuştur. Aristo’nun asıl şeklini verdiği kuram, Horatius tarafından geliştirilmiştir.

    Horatius: “Hayatı ve insanları bir aynada gözler gibi gözleyeceksin, görmüş olduğun

    şeyleri taklit edeceksin. Bu hayatın tam kendi dili olacaktır.” (Alıntılayan: Göker 1986,

    16) sözleri ile yansıtmanın bir taklit olmasına rağmen gerçeğin bizzat kendisi olduğunu

    vurgulamış, edebiyatı ve sanatı “hayatın dili” olarak tabir etmiştir. Yansıtmaya işaret

  • etmek üzere verilen “Ayna” örneğinin yüzyıllar sonra pek çok gerçekçi sanatçı

    tarafından kullanıldığını görürüz. Stendhal’in roman için “büyük bir yol üzerinde

    gezdirilen bir ayna” benzetmesini yapması elbette tesadüf değildir. Gerçekçi yazarlar,

    Yunan–Lâtin sanat kuramlarını okuyan, onlardan azamî surette yararlanan sanatçılardır.

    Batı edebiyatı için karanlık bir çağ olan Orta Çağ’ı aşıp günümüze kalan Poetika, Art

    Poetika gibi eserler, Batılı edebiyatçılar için kendi sanat kuramlarını belirlemekte

    gereken felsefî altyapının hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. Fakat gerçekçiliğin

    doğuşunu sağlayan sosyo-ekonomik, kültürel, siyasal ve felsefî şartlar bu noktada daha

    önemlidir. Bu bağlamda Avrupa aydınlanmasına incelememiz, tezimizin müsaade ettiği

    sınırlar içinde zorunludur.

    Avrupa, 16. – 17. yy.lardan itibaren büyük bir sivilleşme (civilization) hareketi geçirdi.

    Bu hareket sadece medenileşme olarak değil, “birey”in ortaya çıkması anlamında

    meydana geldi. Rönesans sonrasında sanat ve edebiyat, özellikle Antik Yunan ve Roma

    kaynaklarından beslenerek gelişmeye ve bağımsızlaşmaya başladı. Reform hareketleri

    sonrasında kilisenin toplumlar ve devletler üzerindeki hâkimiyeti büyük oranda kırıldı.

    Böylece, kiliselerin elinde olan bilgi , matbaanın keşfi ve geliştirilmesi ile yaygınlaşmış,

    bilginin laikleşmesi sürecine girilmiştir. Bilim alanında da önemli gelişmeler başlamış;

    Galileo, Kopernik gibi önemli bilim adamları dünyanın çehresini değiştirecek keşifleri

    ile skolastik düşünceyi temellerinden sarsmışlardır. Eğitim kurumlarının ve kitabın

    yaygınlaşması ile bilgide uzmanlaşmaya ilk adımlar atılmış, çeşitli ve yeni dalların keşfi

    yapılmıştır. Sanayi ve ticaret alanında görülen ilerlemeler de yeni bir sınıfın, burjuva

    sınıfının ilk temsilcilerinin kısa sürede toplum sahnesine çıkmasını ve faal olmasını

    sağlamıştır. Bu sınıfın özellikle etkilediği Fransız İhtilâli (1789) ve Sanayi Devrimi ile

    sadece Avrupa’nın değil dünyanın çehresi değişmiştir. Bilgiye ulaşan ve skolastik

    felsefenin baskısından kurtulan aydın, artık dinin baskılarından da kurtulmuş ve

    Aydınlanma Çağı’nın getirdiği bilime olan büyük güvenle çalışmaya başlamıştır. Bu

    devrin yetiştirdiği bilim ve sanat adamların pek çok yönden benzeştiği görülür. Bu yeni

    aydın; akılcı (rasyonalist), ve determinist idi.

    Bu ortama edebiyatta verilen ilk tepki romantizm olmuştur. Fransız İhtilâli’nin ardından

    ortaya çıkan; insan hakları, hürriyet, eşitlik, demokrasi gibi kavramlar da

    insanları heyecanlandırmış, ama ihtilâl sonrasında halkın beklentileri ile realitenin

    çelişmesi büyük bir bunalım edebiyatını ve melankolik, marazî, santimantal bir tipi

  • doğurmuştur. Aydınlanma Çağı’yla bilime gösterilen büyük ilgi, duyuların değil aklın

    öne çıkarılması, dinden uzaklaşılarak insanın yeni bir tanrı olarak sunulmaya

    başlanılması romantizmin aklı reddedip duygu ve sezgiye yönelmesine yol açtı.

    Oldukça kişisel duygulanmaları içeren, abartılı karakter çözümlemelerine yer veren,

    tasvirlerinde bile doğadan evvel roman kişisinin iç dünyasını yansıtmayı amaçlayan bu

    edebiyatın bayraktarlığını Victor Hugo yaptı. Oldukça uzun ömürlü ve yayılmacı bir

    karakter gösteren romantizm, giderek bütün Avrupa’da kendine temsilciler buldu.

    Bilimsel kuralların baskıcılığından kaçan ve genellikle dinî, mahallî ve millî bir

    duyarlılığa sığınan romantik tip ve dolayısıyla romantizm, pozitivist anlayışın

    yerleşmesiyle etkisini büyük oranda yitirdi (1850’ler). Sanayi Devrimi’nin yarattığı

    değişme ve gelişme etkisini gündelik hayatta da göstermeye başlayınca insanların

    bilime ve gelişmeye olan inançları yeniden kuvvetlendi. Aydınlanma Çağı’nın ilk

    yıllarında belli bilim çevrelerinde görülen heyecan şümul kazandı ve tüm dünyaya

    zamanla yayıldı. “Modern insan mantığı”nı öne çıkaran, bilimsel ve ütopik bir felsefe

    olan pozitivizm adeta insanların yeni dini olmaya aday idi. İsmail Çetişli pozitivist

    düşünceyi şu şekilde tanımlar:

    “ Pozitivizm ‘Genel olarak modern bilimi temel alan; batıl inançları, metafizik ve dini

    insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzlarını reddeden dünya

    görüşü’dür.

    Pozitivist felsefe ise; pozitif ilimlerin verilerine dayanan rasyonalist bir felsefedir. Bu

    felsefenin temel amacı; pozitif bilimler vasıtasıyla bütün olayların meydana

    gelişlerindeki tabii ve değişmez kanunları keşfetmek ve belirli bir hükme bağlamaktır.

    Ancak pozitivizmde olayların ‘niçin’ ve ‘neden’leri ile uğraşılmaz. Pozitivizme göre,

    insan zihni, tabiat ve eşyanın mahiyetini kavrayamaz. İnsan zihninin kavrama imkânı,

    varlığı deneyle ispatlananlar ile sınırlıdır. Bu noktada pozitif; ölçülebilir, tartılabilir,

    deneye sokulabilir ve faydalı olan şeydir. Deneyle ispatlanamayan her türlü bilgi,

    teolojik ve metafiziktir ki hayal mahsulünden başka bir şey değildir. Felsefenin görevi,

    pozitif bilimlerin üstünde bir gerçeklik aramak değil, söz konusu bilimlerin sonuçlarını

    sentez etmek ve sistemleştirmektir. Bu sebeple pozitivist felsefe , hiçbir dine ve bu dinin

    getirdiği bilgi ve inançlara katılmaz ve onları reddeder. Bunun yerine kendi dinini

    kurar. Bu yeni dinin tanrısı insanlık, âlimler; melekleri kadınlar; mucizeleri ilmî

  • gelişmeler; peygamberleri ise Auguste Comte; amacı ise, insan ve toplum hayatının

    bütününü kendi görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlemektir. ” (Çetişli 2001, 71)

    Bilim adamları artık doğayı ve insanı kendi bütünlüğü içinde değerlendiriyor;

    deneylere, neden – sonuç ilişkisine büyük bir önem veriyor, olaylara objektif bir

    yaklaşım ile yaklaşıyordu. “Romancılar da bu gelişmeye ayak uydurarak, gerçeği

    olduğu gibi, kişisel ve sübjektif yorumlarla katkıda bulunmadan aksettirmek yöntemini

    benimsediler.” (Göker 1986, 49 ).

    İsmail Çetişli’ye göre gerçekçi sanatçının özellikleri; gerçekçi olmak, eseri için gözlem

    yaparak belgeler toplamak, insan – toplum ilişkilerini tespit edip tipler üzerinde

    göstermek, mekân tasvirlerinde hem mekân – kişi hem de mekân – sosyo-ekonomik

    durum ilişkilerini göstererek toplumu yapısını yansıtabilmek, objektif olmak, esere

    müdahale etmemek, gerçeklik ve güzellik için sanat yapmak, fikir – dil uyumunu

    sağlamaktır (Çetişli 2001, 72 -78).

    Cemil Göker ise gerçekçiliğin ilkelerini:

    “— Realizm , romantizme, onun idealizmine, edebiyatta kişisel duygulara yer veren

    tutuma karşıdır. Parnas ekolünün şiire getirdiği yeniliği roman ve tiyatro türlerine

    getirmiştir.(..)

    — Realizm ‘sanat sanat içindir’ anlayışına karşıdır. Ona göre: ‘Sanatkârın pratik,

    yararlı, eğlendirici olmayan felsefî bir amacı vardır.

    — Realizm tarih anlayışını, geçmişini, inceleme anlayışını b ir tarafa bırakarak,

    çağdaş yaşamı, toplumsal çevreyi, çağdaş toplumdaki gerçekleri gerçekçi bir biçimde

    ve tam olarak vermeyi amaç edinmiştir. ‘Realizm, içinde yaşanan dönemi, toplumsal

    ortamı içtenlikle, tam, doğru bir biçimde saptamakta kararlıdır. Çünkü böyle bir

    inceleme yöntemini akıl, anlama yeteneğinin ihtiyaçları ve halkın yararını haklı kılar.’

    — Çağdaş yaşamı, toplumsal çevreyi doğru ve tam olarak verebilmek için, eserleri

    yazmadan önce gözlem ve belgelere dayandırma (documentation) gibi bilimsel

    yöntemlere başvurmak gereklidir. Edebiyat bilimsel olmalıdır.” (Göker 1986, 56)

    şeklinde belirler. Fransa’da doğan gerçekçi edebiyat, hızla bütün kıta Avrupa’sında ve

    sonrasında dünyanın pek çok bölgesinde yayılır ve büyük gerçekçi yazarlar yetişir.

  • Gerçekçi edebiyatın önemli yazarları şunlardır1: Stendhal (1783-1842), Honore de

    Balzac (1799-1850), Prosper Merime (1803-1870), Nikolay Gogol (189-1852),

    Charles Dickens (1812-1870), Theodor Storm (1817-188), İvan Turgenyev (1818-

    1883), George Eliot (1819-1880), Gustave Flaubert (1821-1880), Fiyodor

    Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881), Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de

    Goncourt (1830-1870), Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910), Mark Twain (1835-

    1910), Alphonse Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893), Paul

    Bourget (1852-1935), Anton Çehov (1860-1904) (Çetişli 2001, 78-80). Bu yazarlarla

    birlikte gerçekçiliğin bir akım olarak yerleşmesinde teorik çalışmaları ile Champfleury

    (1821-1889), Duranty (1833-1880)’nin adalarını da anmak gerekir (Göker 1986, 53).

    Pozitivizmin zaferi o derece büyük olmuş ve Avrupa’da öyle bir heyecan uyandırmıştı

    ki zamanlar bilime duyulan hayranlık bir tapınma hâlini aldı ve sanatın bir kolu olan

    edebiyatta dahi deneysel bilginin kullanılması teklif edilir oldu. Bu da yeni bir

    gerçekçiliğin, natüralizmin (doğalcılık) doğmasını sağladı. Charles Darwin’in (1809-

    1882) Doğal Eleme Yoluyla Türlerin Kökeni adlı ünlü eserinde canlıların varoluşu ile

    ilgili kalıtım, doğal seçim (ya da doğal eleme) ve köken birliği gibi yeni görüşler ileri

    sürmesi kısa sürede edebiyat çevrelerinde etkisini gösterdi. Darwin’in özellikle kalıtım

    konusundaki düşünceleri edebiyatta patolojik – kriminal tiplere karşı bir ilginin

    oluşmasına neden oldu. Claude Bernard’ın (1813-1878) ortaya koyduğu deneysellik

    konusundaki fikirler de edebiyat çevrelerinde ilgi görmeye başladı. Natüralizm’in

    yetiştirdiği en büyük yazar Emile Zola (1840-1902), deneysel romanların yazılmasında

    Bernard’ın ve doktor Lucas’ın eserlerinden faydalandı. Doğa bilimlerindeki bu

    gelişmeler zamanla sosyal bilimleri de etkilemiştir. Ernest Renan (1823-1892)

    reddiyeci ve determinist – diyalektik bir anlayış ile sosyal bilimlerde de deneysel

    olunabileceği fikrini ortaya sürmüş. Hippolyte Taine (1828-1893) de bu anlayışı edebî

    alana taşımış ve kuramsallaşmayı sağlamıştır. Ona göre edebiyat eserinin doğuşu ve

    şekillenmesi ırk, ortam ve zaman etkenlerine bağlıdır. Bu etkenler zamanla

    edebiyatçıların toplumları (millî anlamda) bir lâboratuvar, inceledikleri tipleri kalıtımsal

    özellikler taşıyan kobaylar olarak görmesine neden olmuş, edebî eser bilimsel bir belge

    1 Aslında gerçekçi edebiyatın öncüleri sayılabilecek, ama bir kuramdan büyük oranda uzak olan yazarlarda vardır. Bunlar “…sosyete edebiyatının aşırıya varan idealizminin ve psikolojik incelikleri karşısında, gerçeği olduğu gibi belirtmeyi amaçlayan” yazarların oluşturduğu bir hareketti. Klasisizm döneminde ilk tepkileri veren Charles Sorel (1590-1674), Furetiére (1619-1688), Scarron (1610-1660) gerçekçi edebiyatın klâsisizm dönemindeki öncüleridir (Bkz. Göker 1986, 11).

  • hâline getirilmeye çalışılmıştır. Bu yeni gerçekçilik edebiyatta determinist ve

    materyalist anlayışın yerleşmesinde çok büyük tesirler yaptı. Bu akımın çoğu

    gerçekçilik içinde de yer alan önemli temsilcileri; Emile Zola (1840-1902), Alphonse

    Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893), Joris-Karl Huysmans (1848-

    1907), Jules Vallés (1832-1885), Paul Alexis (1847-1901), Edmond de Goncourt

    (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-1870), Henry Ceard (1851- 1924), Jules

    Renard (1864-1910), Gerhart Hauptmann (1862-1946)’dir (Ayrıntılı bilgi için bkz.:

    Göker 1986, 60-65; Çetişli 2001, 81-88).

    B. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK (SOSYALİST REALİZM)

    Edebî bir akım olan toplumcu gerçekçiliğin de bütün akımlar gibi siyasî, ekonomik ve

    felsefî bir arka plânı vardır. Bu arka plân, sosyalizm ve diyalektik materyalizmdir. Bu

    iki kavramın nasıl ve ne şartlar altında doğduğu anlaşılmadan toplumcu gerçekçiliğin

    anlaşılması mümkün değildir. Bu da ancak 16. -19. yy. Avrupa’sının şartlarını, özellikle

    Fransız İhtilâli’ni (1789) ve Sanayi Devrimlerinin yarattığı değişimleri kavrayarak

    mümkün olabilir.

    Avrupa, bilimsel gelişmeler sonucunda pozitivizm ve materyalizm ile tanışmış, evrenin

    merkezine insanı oturtmuş, akılcı – hümanist felsefe her alanda hâkim olmuştu.

    Ekonomik ilişkiler de giderek değişerek yeni bir sınıfın, burjuva sınıfının doğuşunu

    hazırlamıştı. İlk etapta ilerici ve devrimci karakterde olan burjuva sınıfı feodalitenin ve

    aristokrasinin yıkılmasına büyük katkıda bulunmuş; Fransız İhtilâli’nde etkin rol

    oynamıştır. Ancak, Sanayi Devrimleri sonucunda fabrikalar açılmış ve buna bağlı olarak

    üretim ilişkilerindeki büyük değişimler yaşanmıştır. Birbirine yakın sınıflar arasındaki

    toplumsal katmanlar erimiş ve toplum iki sınıfa bölünmüştür: Burjuva (kent soylu orta

    sınıf patronu) ve proletarya (işçi). İşçi sınıfı sanayinin gelişmesiyle günden güne

    büyümüş, fakat bu büyüme sonucunda bir avantaj elde etmek bir yana, kötü çalışma

    şartları altında düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmıştır. Bu iki sınıf arasında büyük

    bir çatışma başladı. Zamanla işçiler daha iyi şartlar için savaşmaya başladılar. Bu

    savaşlar, başta amatörce ve düşünsel olarak ilkel bir adalet duygusuyla verilse de

    zamanla işçi sınıfı zorunlu olarak örgütlenmiş, ilk sendikal faaliyetler ortaya çıkmıştı.

    İşçi eylemleri yer yer üniversite öğrencilerince desteklenerek sürdü ve yavaş yavaş bir

  • karakter kazanmaya başladı. Aydın sınıf da duruma tepkisiz kalamazdı. Saint – Simon,

    Charles Fourier, Robert Owen ve Pierre Jozeph Proudhon ütopik sosyalistler olarak

    bu dönemde ilk tepkileri veren aydınlardı. Ancak onlardan önce de Plato, Republik’de;

    Thomas Moore, Ütopya’da ve Campenella, Güneş Ülkesi’nde toplumsal yapıdaki

    bozukluklara işaret eden, insanların eşitliğine dayalı toplumları hayal eden ütopyaları ile

    göze çarparlar. Gerçi toplumcu tepkileri destanlar dönemine kadar götüren, hatta

    animist döneme taşıyanlar (Spartaküsçüler, Levelleer, Diggerler) varsa da bu

    incelememiz sınırları dışında kalıyor. Burada bizim 19. yy.a, Sanayi Devrimi

    sonrasındaki kıta Avrupa’sındaki büyük çalkantılara dönmemiz gerek. Avrupa’da

    eşitsizlikler had safhaya ulaşmıştı. İşçiler fakirliğe düştükçe burjuvazi zenginleşiyor

    aristokrasinin yerini kuvvetle alıyordu. İşte böyle bir ortam sınıfsal mücadele

    kavramının yeşermesine neden oldu ve Marks, Engels, Feurbach, Herzen gibi

    aydınların yetişmesi için münbit bir zemin oluşturdu.

    Marks, Avrupa’yı ve dünyayı önemli ölçüde etkileyecek diyalektik ve tarihsel bir

    felsefenin, iktisat teorisinin kurucusudur. Marks’ın materyalist anlamda ilk kaynakları

    Episkuros ve Demokritos’tu. Ancak o, diyalektik mantığı Berlin Üniversite’sindeki

    hocası Hegel’den almıştır. Hegel, dünyadaki ilişkileri “mutlak tin”in varlığı ile

    açıklamaya çalışıyordu. Mutlak tinin, yani düşünsel ilişkilerin maddî ilişkileri

    belirlediğini düşünüyordu. Marks, hocası Hegel’in düşünüş ve dünyayı anlamlandırış

    mantığını beğenmekle birlikte, özellikle Feurbach’tan aldığı maddeci anlayışı gereği

    bu yöntemi tersine çevirmeyi uygun gördü. Marks’a göre toplumsal ilişkileri belirleyen

    üretim ilişkileriydi ve bu ilişkiler “alt yapı – üst yapı” ilişkileri bağlamında

    anlaşılabilirdi. Marks, alt yapıda maddî ilişkilerin olduğunu ve bu alt yapının üst

    yapıdaki düşünsel ilişkileri şekillendirdiğini söylüyordu. Buna göre toplumun maddî

    yaşamındaki üretim ilişkileri, üretim araçları, üretim koşulları alt yapıyı

    oluştururken, üst yapıda alt yapıdaki ilişkilerin şekillendirdiği din, ahlâk, felsefe, sanat

    ve bilim bulunuyordu. Tabii ki Marks’ı diyalektik materyalizme sadece Hegel

    götürmedi. Ludwing Feurbach hem Marks’ı hem de Engels’i materyalist yapan

    kişidir. Paris’te tanıştıkları Moses Hess’in etkisi ile de komünist toplum anlayışına

    ulaştılar.

    Marks, Almanya’da Ren gazetesinde çalıştı ve işçileri örgütlenip düzeni yıkmaya ve

    proletarya diktatörlüğünü kurmaya çağırdı (1842). Gazetenin kapatılması (1943) ile

  • Paris’e ve oradan da Brüksel’e gitti. Bu sırada siyasî ve iktisadî tezler üzerinde Engels

    ile birlikte çalışıyor, çeşitli eserler yayınlıyorlardı. Marks yaptığı çalışmalar sonucunda

    düzenin haksızlıkları ile kendini yıkmaya doğru gittiğini düşündü ve proletaryayı bu

    düzenin yıkılmasını hızlandıracak eylemlere çağırdı. 1848’de yayınladığı Komünist

    Manifesto’da “Amaç dünyayı anlamak değil, onu değiştirmektir” der ve bunu Marksist

    iktisat teorisine dayandırır. Marks ve Engels’e göre, burjuva sınıfı üretim araçlarına

    sahip olduğu ve üretim ilişkilerini belirlediği için güçlüdür. İşçi ise, burjuva sınıfının

    tahakkümü altında köle gibi çalışmakta ve maddî imkânsızlıkları nedeniyle kendi

    ürettiği ürüne dahi yabancılaşmaktadır. İşçiler birleşerek, güç kullanarak burjuva

    düzenini yıkmalı ve proletarya diktatörlüğünü kurmalıdır. Bu düzen kurulduktan sonra

    yavaş yavaş toplumsal sınıflar arasındaki tabakalaşma ve mücadele yok olacak, sınıfsız

    toplum doğacak, komünizme ulaşılacaktır. Biraz da slogan ifadesi ile söylersek; Marks

    ve Engels işçilerin bu uğurda kaybedecekleri tek şeyin esaret zincirleri olduğunu

    belirtiyor, emekçi sınıfı (geniş anlamda) “Bütün emekçiler birleşin!” çığlığı ile

    birleşmeye teşvik ediyordu. Marksist teori (bilimsel sosyalizm) böylece kurulmuştur ve

    pek çok ezilmiş insana ümit olmuştur. Bundan sonradır ki teori yayıldıkça sosyolojik,

    felsefî, iktisadî incelemelerde “sınıf mücadelesi” kavramı ve kaynağını Marksist

    teorideki “tez – antitez” mantığından alan; “alt yapı – üst yapı” , “burjuva – proleter” ,

    “zengin – fakir” , “feodal bey/ağa – köylü” gibi ikili çatışmalar sosyal bilimlerde yer

    bulmaya başladı. Bu çatışmaların ve yeni ideolojinin halk arasında yaygınlaşmasında

    edebiyat önemli rol oynadı. Zira, bu yeni felsefeyi ve devrimci mücadeleyi popüler

    kılmanın en kestirme yolu edebîyat ve yazılı basındı. Cemil Meriç, Batı ve Doğu

    aydınlarını karşılaştırdığı bir makalesinde duruma şu sözleri ile işaret eder:

    “Avrupa’da kültürün aracı: Akıl; Asya’da : Coşku. Aklın dili: söz; coşkunun: musiki.

    Avrupa’da söz musikiden kopmuş, Asya’da musikinin kendisi. Avrupa’da söz, bir izah

    cehdi, bir deliller resmî geçidi, istidlâller arasında bir çatışma. Kaynaştırmaz ayırır.

    Asya’da kelâm, sonsuz makamları olan bir beste. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün.

    Zekânın dili: Nesir; gönlün: Şiir. Avrupa’da bir silâhtır kelime, bizde bir ses yani nota.

    Avrupa’da insan ezelî bir kavga içindedir. Kişinin kişiyle, kişinin toplumla ve tabiatla

    kavgası. Kelimeler ideolojinin emrinde birer dinamit (…) Entelektüel, kurulu düzenin

    temellerini aşındırır2.” (Meriç 1983, 133-134)

    2 Vurgulamalar tarafımızdan yapılmıştır.

  • Meriç’in de vurguladığı gibi, Batı aydını, özellikle Aydınlanma Çağı sonrasında sözü

    ideolojinin emrine vermiş ve kitleleri ardından bu sayede sürüklemiştir. “Enternasyonal

    Marş”ın bile bu boyutta taşıdığı anlam önemli bir örnek olarak karşımıza çıkar.

    Devrimci yazar da bu noktada, Cemil Meriç’in söyleyişiyle, kelimelerini ideolojinin

    emrinde birer dinamit gibi kullanmaya başladı. Marksist teorinin öncesinde ve

    sonrasında Batı aydını, toplumsal yapıdaki haksızlık ve eşitsizliklere karşı duyarsız

    kalmadı. İlk etapta burjuva edebiyatı içinde Balzac, Stendhal, Dickens, Turgenyev,

    Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlar çağın panoramasını sergiledikleri büyük

    eserlerinde yeni sınıfı, toplumsal yapıdaki bozuklukları, dram içine düşmüş çağ insanını

    gösterim yöntemiyle yansıttılar. Hatta, yer yer eleştirel gerçekçiliğe dahi ulaşan tablolar

    yarattılar. Bu “halkçı (belki ilk etapta popülist), devrimci (ilk etapta ütopist) ve

    gelecekçi” bir aydın tipinin doğuşuna işaret ediyordu. Fischer, her ne kadar XX. yy.

    aydını ve yazarı için konuşsa da bu aydın tipinin özelliklerini belirleyen şu sözleri ile

    değişimin uzun zaman içindeki devamlılığını gösteriyor:

    “İçinde yaşadığımız yabancılaşmış dünyada, toplumsal gerçekler dikkati çekecek bir

    ışıkta, konunun ve kişilerin ‘yabancılaşmışlığı’ içinde ortaya konmalı. Sanat yapıtı

    seyirciyi devinimsiz benzeşme yoluyla değil de, onun eyleme katılmasını, karar

    vermesini sağlayacak yargı gücüne seslenerek kendine bağlamasını bilmelidir.

    İnsanların toplu yaşayışını düzenleyen kurallar oyunlarda ‘geçici’ ve ‘yetersiz’

    gösterilmeli, böylece seyirciyi seyretmenin ötesinde daha verimli bir davranışa itmeli,

    giderek oyun boyunca düşünmesini sonunda da ‘bu iş böyle olmaz, katlanılır şey değil

    bu. Buna bir son vermeli’ diyecek bilince kavuşturmalıdır.” (Fischer 1979, 113)

    İşte burjuva aydınları toplumdaki çatışmaları görüyor ve yansıtıyorlardı. Marksist ya da

    sosyalist anlayışa sahip yazar ve aydınlar ise bir nebze Aristo’nun “katharsis”ini

    yeniden yorumluyorlar ve eseri (ve yazarı), kişiyi eyleme geçirmekle

    görevlendiriyorlardı. Cemil Meriç, haksızlıklar üzerine kurulu burjuva toplumunun

    eşitsizliklerinden dolayı halkı ile düzen arasına sıkışan aydının durumunu / dramını

    şöyle betimliyor:

    “Kitaplarla yaşanan gerçekler arasındaki uçurum entelektüeli yaralamaktadır. Artık

    kutsiyetine inandığı bir davanın alemdarı değil, muzdarip bir vicdandır. Karşısında iki

  • yol vardır: Kurulu düzenin yalanlarını ilmîleştirmek, yani hakikat çarpıtıcısı, daha

    doğrusu çoban köpeği olmak veya ezilenlerin yanında yer almak, her haksızlığa karşı

    gelmek, her yalanı susturmak, her samimiyetsizliği ifşa etmek. Demek ki namuslu aydın

    yaşadığı çevreye uymayandır.” (Meriç 1983, 132)

    İşte bu şartlar altındaki aydınlardan bir kısmı toplumculuğu, bir kısmı ise düzen

    yandaşlığını seçmiş, kimisi de geçirdiği bunalımla topluma sırtını dönerek bunalımını

    içselleştirmiştir. Sonuçta şunu görürüz ki XIX. yy. Batı aydını için bir bunalım ve karar

    çağıdır. Marksistlere göre toplumu ile çelişen aydın, halkın yanında yer alıp proletarya

    diktatörlüğünün, son kerte de komünizmin kurulmasına yardımcı olmadıkça bu

    çelişkiler içinde yaşayacaktır.

    Edebî anlamda da Marksist yazarların savaşımı gerçekçiliğin serpildiği 1850 sonrasına

    rastlar. 1848’de yayınlanan Komünist Manifesto ve Marks ile Engels’in diğer eserleri

    belli bir sosyalist aydın kitlesinin oluşmasını sağladı. Ama buna rağmen Avrupa’da

    sosyalist içerikli bir edebiyatın oluşması da zaman aldı. Edebiyat önce burjuva edebiyatı

    içinde filizlenen ve toplumsal yapıdaki aksamalara, çirkinliklere işaret eden “tarihsel ve

    eleştirel gerçekçilik” döneminden geçti. Gerçekçiliğin tarihi içindeki bu önemli evreyi

    Pospelov şöyle değerlendirir:

    “Gerçekçiliğin en yetkin ve kuşatıcı biçimde gelişmesi için belirli bir düşünsel

    önkoşulların varlığı zorunluydu. Bunların en başta geleni ise, gelişkin yazarların

    bilinçlerinde, tarihsel bakış tarzının oluşması, yani kendi çağlarındaki toplumsal

    yaşamın özgüllüğünü kucaklama yetisinin oluşmasıydı. İşte bu yetiyi 19. yüzyılın ilk

    çeyreğinde Dickens (İngiltere), Balzac ve Stendhal (Fransa), Puşkin (Rusya), Heine

    (Almanya) özellikle güçlü olarak geliştirdiler.

    (…)

    Sanatsal edebiyatın ilerici yazarları için de aynı şey geçerlidir. Dickens olsun, Balzac,

    Stendhal olsun, Puşkin, Heine olsun, hepsi de dikkatlerini günün ve geçmişin toplumsal

    çelişkilerini aydınlatmaya yoğunlaştırmıştı. (…) Öte yandan gene bu yazarlar, emekçi

    katmanların sürekli artan sömürülmelerini ve ezilmelerini, derinleşen

    hoşnutsuzluklarını, halk yığınlarının protestolarını ve muhalif hareketlerin ortaya

    çıkışlarını görüyorlardı.” (Pospelov 1995 480-482)

  • XIX. yy.ın gerçekçileri toplumun sıkıntılarını gerçekten görüyorlardı. Fakat onların

    yaşadıkları bağlamın imkânları gereği, bunu eserlerinde devrimci bir şekilde işlemeleri

    beklenemezdi. Onlar işçilerin sefaletine acıyarak bakıyorlardı3. Buna rağmen onların

    meseleye tamamen duyarsız kalmadıkları, kendi kültürleri ve ideolojik bakış açıları ile

    çareler aradıkları görülür:

    “Puşkin için olduğu gibi, Balzac, Stendhal, Dickens ve Thackeray için de, tarihsel

    gelişimin doğasıyla ilgili yargı verirken üstünde durulacak şey, kapitalizme karşı

    alınacak tavırdı. Yeni toplumsal sistemin toplum üzerindeki etkisini incelerken bu

    yazarların tümü kapitalizmin karşısına konacak, toplumsal düzen içindeki güçlerini ve

    ilkelerini aramışlardır. Balzac, hatalı bir biçimde kapitalist yatırım anarşisini,

    kapitalizmin düzensiz gelişmesinin giderek bencil burjuva ahlâkının yozlaştırıcı

    etkisinin, monarşiyle, kilisenin katı baskısı yoluyla önlenebileceğini sanmıştır. Dickens

    de insanlarda uyandırılmasını gereken ahlâksal duygu gücünün, kapitalizmin toplum

    bilinci üzerinde yıkıcı etkisine karşı koyabileceğini düşünmüştür. Puşkin ise, Stendhal

    gibi, Dubrovski ile Pugaçov İsyanı Tarihi’nde, ayrıca Mérimée’nin La Jacquerie’sinde

    temel düşünce benzerlik gösteren Şövalyelik Günlerinden Sahneler’de, devrimci halkla

    birlik olma olanağını araştırmışlardır.” (Suçkov 1982, 79)

    Bu alıntılar, burjuva yazarlarının gerçekleri ne derecede sezebildiklerini göstermek için

    sanırım yeterlidir. Teorinin yokluğu ve sanatçının bağlanımı ile ilgili sorunlar onları

    şartlar karşısında sert ve devrimci bir tavır takınmaktan alıkoyuyordu. Zaten, toplumcu

    gerçekçiliği tanımlayan pek çok eleştirmen ve yazar, eleştirel gerçekçiliğin (ya da

    tarihsel gerçekçiliğin) bu durumunu yazarın kapitalist toplum içinde olmasına bağlar ve

    toplumcu gerçekçiliğin tam anlamıyla ifadelendirilmesi için sınıfsız toplumun

    gerekliliğine vurguda bulunurlar. Lukacs;

    3 Bu duyarlılığa Puşkin’in şu sözlerinde rastlarız meselâ: “İngiliz işçilerini dinleyin bir, saçlarınız diken diken olacaktır. Ne korkunç işkenceler, ne akıl almaz eziyetler! Ne soğukkanlı bir barbarlık, öte yanda, ne korkunç yoksulluk! Sanırsınız firavunların piramitleri yapılıyor, Mısırlıların kırbaçları altında Yahudiler çalışıyor. Değil tabii, sadece Bay Smith’in iplikleri ile iğneleri yapılıyor. Ayrıca şu da var, bir kötü davranma, bir suç da değil bu, her şey yasaların kesin sınırları içinde yapılıyor. Dersiniz ki İngiliz işçisinden daha talihsizi yoktur herhalde, ama bir bakıyorsunuz yeni bir makine icat olmuş, hadi bu kez ağır işte çalışan beş altı insan bir anda kovuluyor, tümü günlük geçiminden oluyor.” (Suçkov 1982, 80)

  • “Toplumculuk eleştirel gerçekçilik çevresi içinde benimsenebilir. Fakat toplumculuğun

    açıkça onaylanması eleştirel gerçekçi edebiyat alanındaki başlıca örneklerin bir özelliği

    değildir. Üstelik böyle bir benimseme bir bakıma soyut kalacaktır, çünkü eleştirel

    gerçekçi bir yazarın toplumculuğu betimlemeye kalktığı durumlarda bile, bu betimleme

    ister istemez dışardan yapılmış bir betimleme olacaktır.” (Lukacs 1986, 108)

    sözleri ile bunu ifade eder. İsmail Tunalı da bu ayrıma değinir ve sınıfsız toplumda

    eleştirilecek şeylerin ortadan kalkacağı için eleştirilecek bir şeyin kalmayacağını söyler.

    Batıda eleştirel gerçekçiliğin varolmasını bu yüzden son derece doğal karşılar (Tunalı

    1993, 146). Tam da bu yıllarda, yani XIX. yy.ın ortalarında Belinski yazılarında

    Marksist estetiğin ilk teorik çalışmalarını başlatır (1840 sonrası). Belinski ile toplumcu

    gerçekçiliğin ayak sesleri uzaktan da olsa kendini duyurmaya başlamıştır (Pospelov,

    1995, 485). Belinski’yi Pisarev, Çernişevski ve Dobrolyubov takip eder. Bu

    eleştirmenler, Marksist dünya görüşlerinden yola çıkarak, bir kuram hâlinde değilse de,

    Marksist estetiğin temellerini attılar.

    Avrupa’da eleştirel ve tarihsel gerçekçilik çeşitli yazarlar tarafından sürdürülse de

    toplumcu yönelime sahip edebiyatın yerleştiği asıl ülke Rusya oldu. Zira Rus halkı

    batılılaşma ve aydınlaşma sürecini yaşamasına rağmen, hâlâ Çarlık rejiminin baskısı

    altında inliyor, kölelik devam ediyor, kadınlar ikinci sınıf vatandaş sayılıyor, Rus mujiği

    sefalet içinde sürünüyordu. Bu sosyal ortam, çoğu kendisini Fransa’da ya da

    Almanya’da yetiştirmiş Rus aydınını isyana sürüklüyordu. İç bunalımlar artmış,

    toplumsal uçurum inanılmaz seviyeye ulaşmıştı. İşte böyle bir ortamda “sınıf

    düzeni”nin haksızlığı üzerine vurgu yapan ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırmak

    iddiasında olan Marksist öğreti kolaylıkla tutundu ve Çarlık rejiminin baskıcı, acımasız

    düzeni içinde kendini ifade etmenin yolu olarak edebiyatı seçti:

    “Rusya’da zorba yönetim, entelektüel güçlere kendilerini topluma hissettirebilmeleri

    için edebiyat alanından başka yol tanımamakta; denetim uygulaması ise, toplumsal

    eleştiriyi, ancak edebiyat biçimleri içinde ifade bulmaya zorlamaktaydı.” (Alıntılayan:

    Oktay 1986,46)

    Turgenyev’in, Gonçarov’un, A. Ostrovski’nin Rus aydının ve halkının dramına

    değindiği, Gogol’ün kölelik düzeninin sıkıntılarını işlediği gerçekçi eserlerini yazdığı

  • bu yılların ardından toplumcu sanat güç kazanarak devam etti (Oktay 1986, 44-46). İlk

    önemli eser, Çernişevski’nin hapisteyken yazdığı “Nasıl Yapmalı?” (1862 – 1863)

    olur. Çernişevski, Rus toplumunun sınıfları arasındaki uçurumun derinleştiğini

    gösteriyor ve ilerde toplumcu gerçekçiliğe örnek olacak Rahmetov, Lupohov, Kirsanov,

    Vera Pavlovna gibi olumlu devrimci romantik tipler yaratıyordu. Çernişevski’nin bu

    ütopik devrimci eseri önemli bir örnek oluyordu. Eserin ülkemizde Öteki Yayınevi

    tarafından yapılan 3. baskısının önsözünde çevirmen Mazlum Beyhan, yazarın

    “kendini devrimci dönüşüme adayan kadının destanını yaz”dığını, Marks’ın istediği

    devrimci tipin ilk kez onun tarafından yaratıldığını vurgular (Beyhan 1997, 7-16).

    1905 ve 1917 devrimlerinin önderi Lenin’in dahi etkilendiğini söylediği bu eser,

    dönemin gençliği ve Marksist sanatçılar için bir manifesto hâline geldi, büyük bir örnek

    oldu. Hatta 1930’larda bile toplumcu gerçekçiler arşetiplerini de bu eserde buldular.

    Pospelov, Çernişevski’nin de içinde bulunduğu devrimci yazar – eleştirmenlerin

    niteliğini şu sözlerinde özetler:

    “Nekrasov, Çernişevski, Saltıkov – Şçedrin vd. ise, birer Raznoçintsı’dan4 ibaret

    değillerdi, tümüyle feodal mutlakçı sistemin genel bunalımını görmüş, saptamış, halk

    yığınlarının savunusuna geçmiş ve kendi zamanlarında toplumsal yaşamın bütününe

    halkın çıkarları açısından bakmayı bilmiş, devrimci demokratlardı.” (Pospelov 1995,

    187).

    Gorki ve Plehanov da 1900’lü yılların başında ortaya çıkmış ve Rus edebiyatında

    önemli derecede etkili olmuşlardı. Plehanov, her ne kadar 1917 sonrasında devrimci

    cephe ile anlaşamayıp yurt dışına çıkmak zorunda kalmışsa da, toplumcu gerçekçi

    sanatçıların her birini etkileyen bir kuramcı olmuştur ve Marksist öğretiyi ilk kez derli

    toplu bir şekilde estetik bir kuram hâline getirmesi ile çok özel bir yer edinmiştir.

    Plehanov, sanatı üretim ilişkileri bağlamında ele almış, materyalist bir bakış açısıyla

    sanatın kaynağına “iş” olarak işaret etmiştir (Moran 1994, 42). O, Sanat ve Toplumsal

    Hayat adlı eserinde Çernişevski, Dobrolyubov, Belinski gibi eleştirmenlerin sanata

    yaklaşımlarını değerlendirmiş ve kendi kuramını da bu eleştirilerinde temellendirmiştir.

    Plehanov eserinde toplum – edebiyat ilişkisine ve edebiyatın sınıfsallığına değinir:

    4 “Roznoçintsı: 19 Yüzyıl Rusya’sında, soylulardan olmayan ve köylü, memur, kilise ve küçük burjuvazi çevrelerinden gelen liberal ve demokrat aydınlara verilen ad.” (Pospelov 1995, 187).

  • “Bence toplumsal bilinç toplumsal şartlar tarafından belirlenir. Bu görüş tarzına

    katılan kimse için ‘her ideolojinin – sanat ve edebiyatta dâhil olmak üzere – belli bir

    toplumun ya da, sınıflara bölünmüş bir toplumdan söz ediliyorsa belli bir sınıfın

    eğilimlerini ve ruh hâllerini ifade ettiği açıktır. Yine açıktır ki, bir eseri tahlil etmek

    isteyen bir edebiyat eleştirmenin hangi toplumsal bilinç (ya da sınıf bilinci) unsurunun

    dile gelmiş olduğunu kavramış olması gerekir” (Plehanov 1987, 9)

    O, Fransız edebiyat tarihçisi Lanson’un ünlü edebiyat tarihi makalesi üzerine ciddî

    çalışmalar yapar ve edebiyat tarihine biyografik katkılarda bulunur. Adı geçen eserinde

    İbsen, Tolstoy, Hamsun gibi yazarların eserlerini neredeyse toplumcu gerçekçi bir

    bakış açısıyla incelemiş, bir diğer makalesinde saf şiir arayanları, sanat için sanat

    anlayışını savunanları eleştirmiştir. Edebiyatın biricik amacının bizzat kendisi olduğunu

    söyleyen idealist yazarların anlayışlarını yine içinde yaşadıkları çevreye bağlar ve

    “Sanat için sanat eğilimi, sanatçılarda onları saran toplumsal çevre arasında bir

    uyuşmazlığın bulunduğu yerde ortaya çıkar.” (Plehanov 1995, 23) sözleri ile sanatçının

    topluma karşı yabancılaşmasının yaratacağı sorunu da oldukça gerçekçi bir şekilde

    tespit eder.

    Devrin büyük yazarı Gorki de özellikle Ana (1907) adlı büyük eseriyle siyasî anlamda

    1917’de gerçekleşecek devrimi, edebiyat sahasında on yıl önce gerçekleştirmiş, Ana’da

    ve diğer romanlarında devrimci romantik tipler yaratarak Rus devrimci edebiyatının en

    önemli yazarı hâline gelmiştir. Ayrıca Gorki, edebiyat ve sanat ile ilgili yazdığı bazı

    yazılarla da çevresindeki yazarları etkiliyor, toplumcu edebiyatın gelişmesinde öncülük

    yapıyordu.

    Güzel sanatların pek çok dalında ve basın – yayın hayatında devrim öncesinde, ama

    özellikle sonrasında etkili olan bir diğer önemli isim de Lenin’in yanında yetiştirdiği ve

    partinin yayın organları olan Vpeyrod, Proletari ve Novaya Jizy’nin başına geçirdiği

    Anatoli Lunaçarski’dir. Edebiyat, tiyatro, resim, müzik gibi pek çok sanat alanında

    devrimci ideolojinin yaygınlaşmasına önemli katkısı olan Lunaçarski, 1917 sonrasında

    SSCB eğitim ve sanatından sorumlu Eğitim İşleri Halk Komiserliği görevini üstlenir. O,

    artık ülke edebiyatı ve sanatının en yetkili kişisidir. Lunaçarski edebî eleştirinin,

  • Marksist estetiğin devlet güdümünde gelişmesinde de belirleyici olmuştur. (Lunaçarski,

    Tarihsiz; 7-10). Ona göre her alanda;

    “Proletaryanın gelişmesine yardımcı olan her şey iyidir, buna zarar veren her şey

    kötüdür.” (Alıntılayan: Oktay 1986,67)

    Devrimin ideologu Lenin siyasetle ilgilendiği gibi az da olsa sanat ve edebiyatla da

    ilgileniyordu. O, bu konularda ileri sürdüğü fikirlerle yönlendirici / engelleyici / itici bir

    rol oynuyordu. Lenin’in yıllar sonra bile belirleyici olacak son derece katı ve devletçi

    bir sanat görüşü vardır. O, partinin kabullenmeyeceği hiçbir fikri, sanat ve felsefî

    anlayışı olumlamaz. “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” (1905) başlıklı ünlü

    konuşmasında adeta toplumcu gerçekçiliğin katı sınırlarını çizmektedir:

    “Parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya için, edebiyat bireyleri ya da grupları

    zengin etme aracı olamaz. Edebiyat, proletaryanın ortak davasından kopuk, bireysel bir

    girişim de olamaz. Partizan olmayan yazarlara paydos!5 Edebiyat süpermenlerine

    paydos! Edebiyat, proletaryanın bir parçası tüm işçi sınıfının bilincine ermiş tüm

    öncüleri tarafından harekete geçirilen bir tek büyük Sosyal – Demokrat mekanizmanın

    dişlisi olmalıdır. Edebiyat, örgütlü, plânlı ve bütünleşmiş Sosyal – Demokrat Parti

    çalışmalarının koparılmaz bir parçası olmalıdır.” (Cılızoğlu 1976, 154)

    1917 Bolşevik Devrimi sonrasında proletarya diktatörlüğü kuruldu. Bu yıllarda sanat ve

    edebiyat sahasında ploletkült (proleter kültür) hâkimdi. Bu hareketin başında Bogdanov

    bulunuyordu. Proletkült mensuplarının devrimin verdiği coşku ile geleceğe idealist bir

    şekilde baktıkları ve geçmiş edebiyatı yok saydıkları görülür. Onlar, geçmişin bütün

    mirasını reddediyor ve yeni doğacak Marksist – Leninist edebiyatı yaratmayı

    hedefliyorlardı. Çalışan insanın doğayla mücadelesine, kollektif çalışmalardaki canlılığı

    eserlerine yansıtıyorlardı. Fakat devrimcilikte gösterdikleri ortodoks tutum, onların

    hizipçilikle suçlanmalarına neden oldu ve proletkült hareketine son verildi (1922).

    Özellikle Lenin’in de onayı ile ve Troçki’nin “Proleter rejimi bir geçiş olacağından ,

    proleter kültür ve sanatı da hiçbir zaman var olmayacaktır” (Troçki 1976, 12) yönünde

    5 Lenin bu konuşmasındaki “Partizan olmayan yazarlara paydos!” şeklindeki sözleri kimi çevirmenlerce “Kahrolsun partisiz yazarlar!” şeklinde de çevrilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz.: Akif Kurtuluş, Politika ve Sanat (Ekim Devrimi 1917 - 1932), Avesta Yayınları, İstanbul 1996, 149. s.)

  • ileri sürdüğü mazeretle durdurulan hareketi, Akif Kurtuluş devrimci hareket uğruna

    verilmiş bir “adak” olarak görür (Kurtuluş 1996,21). Bundan sonraki kısa dönem belki

    1960’lara kadar ki en özgür dönemdi. 1922-28 arasında devrimin verdiği heyecan ve

    coşku kısmen yerini mantığa bırakmış, edebiyat alanında yapısalcılık, biçimcilik,

    gelecekçilik, kübizm gibi en uç akımlar bile, gerçekçilikle bir arada yaşamıştır (Oktay

    1986 70). Bu döneme NEP (Yeni Ekonomik Düzen) dönemi adı verilir. Bu arada Tüm

    Rusya Yazarlar Birliği (RAPP) kuruldu. RAPP, devlet destekli bir kuruluştu. Buna

    rağmen kararlarında özerkti ve zaman zaman eleştirel yaklaşımları ile göze çarpıyordu.

    Devrimin gerçekleşmesinden sonra sosyalist düzen içinde eleştiri yapılamayacağına

    inanan ve bütün otoriteyi elinde tutan Stalin ve yandaşları edebiyatı, geniş manada

    sanatı, devlet denetimi altına almak gerektiğini düşünüyorlardı. 1932’de RAPP’ın katı,

    bilinçsiz ve hizipçilikle suçlayanlar ortaya çıkınca Stalin RAPP’ı edebiyatçıların

    tamamını içine alacak bir örgüt açma sözüyle kapattı. 1934’te Maksim Gorki, Stalin’in

    kültür çevrelerindeki etkili adamı Jdanov ve çevresindekilerce ikna edilerek Sovyet

    Yazarlar Kongresi I. Kongresi’nde konuşması sağlandı. Rus edebiyatının bir numaralı

    ismi Gorki böylece “sosyalist gerçekçilik”in yeni edebiyat anlayışı olduğunu ilân etti.

    Maksim Gorki; bu konuşmasında, SSCB’deki değişimin edebî sahada yansımasını

    yeterince bulmadığını, devrim öncesi edebiyatın temasının iyice kavranıp

    değerlendirilmediğini söylüyor ve yazarların birleşip yeni toplumun ihtiyaçlarına cevap

    verecek bir edebiyat kurmaları gerektiğini vurguluyordu.

    “Çeşitli yetenekleri, yeni ve yetkin yazarların sayısındaki artışla Sovyet edebiyatı

    birleşik ve toplu bir bütün olarak, sosyalist kültürün güçlü silâhı olarak örgütlenmelidir.

    (…)

    Sosyalist gerçekçilik, yaşamın eylem, yaratıcılık demek olduğunu, ileri sürer. Sosyalist

    gerçekçiliğe göre yaşamın amacı, insanın doğa güçlerini yenmek, sağlıklı ve uzun bir

    ömürlü olmak, yeryüzünde yaşamak mutluluğuna erişmek konusundaki değerli kişisel

    yeteneklerini dilediğince geliştirebilmelidir. İnsan, isteklerinin sürekli artışına bağlı

    olarak, dünyayı bir tek aile gibi birleşmiş olan insanlığın yurdu yapmak özlemindedir.”

    (Cılızoğlu 1976, 58 – 59)

  • Gorki’nin daha çok şiirsel sayılacak konuşması ile çok da açıkça koymadığı katı ilkeler,

    aynı kongrede konuşma yapan ve ayrıntılarına daha sonra değineceğimiz Andrey

    Shdanow tarafından dile getirildi. Ama bu kongreden sonra edebiyat devletin baskısı

    altına girdi ve devlet sansürü başladı. Belli kalıplara uymayan yazarlar desteklenmedi ve

    dışlandı. Hatta bazıları idama ya da sürgüne dahi mahkûm edildi6. Sosyalist

    gerçekçiliğin edebiyatçılar üzerindeki baskısı ancak 1953’te Stalin’in ölmesiyle bir

    oranda kalkmış, edebiyat zamanla ideolojik olarak baskıcı olmayan toplumsal

    gerçekçiliğe evrilmiştir.

    Toplumcu gerçekçiliğin gelişme evrelerini böylece verdikten sonra artık onun en temel

    özelliklerine değinmek gerekiyor. Sosyalist gerçekçilik, gerçekçilikten farklı olarak

    burjuva dünyasını değil, sosyalist toplumu konu alır ve sosyalist gerçekçilik genellikle

    sosyalist toplum içinde var olabilir. Yazarların toplumun olumlu kahramanlarını

    “devrimci romantik” tipleri yaratmaları beklenir, toplumdaki aksamaların geçiciliğini

    düşünmeden yansıtması “burjuva ajanlığı” sayılır. Natüralist edebiyatın bilimsellik

    iddiasıyla ortaya attığı deneyciliği kullanmaz, insanın tarihsel – materyalist gelişiminin

    doğasını keşfetmeyi hedefler. Dine, metafizik şeylere inanmaz. Düne ve ana bakmaktan

    çok, ikisini değerlendirip umut dolu bir gelecek çizmeyi hedef alır.

    Andrey Shdanow’un Sovyet Yazarlar Kongresi I. Kongresi’nde saydığı maddelerde

    sosyalist gerçekçiliğin gelişimine ve temel yönelimlerine işaret eder ve onu sınırlar.

    Shadonow’un ve İsmail Tunalı’nın yorumunu birlikte alıyoruz:

    “ 1. Burjuva edebiyatı bugün artık hiçbir büyük yapıt yaratamayacak bir durumdadır.

    Kapitalist sistemin çöküntü ve tembelliğinden doğan burjuva edebiyatının çöküşü ve

    çözülüşü, burjuva kültürünün durumu için karakteristik bir özelliktir… Burjuva

    kültürünün çöküşü ve tembelliği için, mistisizm, dindarlığa dalma, pornografi için

    duyulan tutku karakteristiktir. Kalemini kapitale satmış olan burjuva edebiyatının en

    gözde kişileri, bugün, hırsızlar, dedektifler ve sahtekârlardır.

    6 Sovyet Devrimci Tiyatronun kurucusu Meyerhold, öykücü Babel, şair Mandelstam bu devlet terörüne

    kurban gidenlerdendir. (Anabritannica Genel Kültür Ansiklopedisi “Toplumcu Gerçekçilik” mad., 21.

    Cilt, Anabritannica, Ana Yayıncılık AŞ. ve Encyclopeadia Britannica İnc., İstanbul 1990, 98. s.)

  • 2. Bizim yurdumuzda ise, edebiyat yapıtlarının baş kahramanları, yeni yaşamın etkin

    kurucularıdır: İşçiler, işçi kadınlar, kamu için çalışan köylü erkekler ve kadınlar, parti

    görevlileri, iktisatçılar, mühendisler vb. gibi.

    3. ‘Büyük Stalin’ , bizim yazarlarımızı ‘insan ruhunun mühendisleri’ olarak adlandırdı.

    Bu ne demek? Bu ad, onlara ne gibi görevler yüklüyor? İlkin, sanat yapıtlarında

    yaşamı, hakikate sadık tasvir edebilmek için yaşamı tanımak, körü körüne değil, ölü gibi

    değil, ‘objektif gerçeklik’ olarak da değil, tersine devrimci gelişme içindeki gerçeklik

    olarak tanımalı. Burada hakikate sadık ve tarihsel olarak somut sanat tasviri, emekçi

    insanlara sosyalizm ruhu içinde ideolojik olarak biçim vermek ve onları eğitmek gibi

    bir görevle bağlı olmalıdır. Bu, bizim edebiyatta ve edebiyat tarihinde sosyalist

    gerçekçilik olarak adlandırdığımız yöntemdir. Bizim Sovyet edebiyatı tek yönlü olma

    gibi bir yergiden de korkmaz.

    4. İki ayağı ile materyalist temele sağlamca basan edebiyatımız için, yaşama yabancı

    hiçbir romantizm söz konusu olamaz; ancak, yeni türden bir romantizm, devrimci bir

    romantizm söz konusu olabilir. Biz, şöyle diyoruz: Sosyalist gerçekçilik, Sovyet

    edebiyatının ve edebiyat eleştirisinin temel yöntemidir. Ama, bu şunu şart koşar:

    Devrimci romantizm, bütünleştirici bir eleman olarak edebiyat yaratımı içine girmeli,

    çünkü, partimizin tüm yaşamı, işçi sınıfının tüm yaşamı ve onun kavgası, en sert, en

    uyanık çalışmanın en yüksek kahramanlık ve en geniş açılarla bağlılığından ibarettir.

    5. Çok çeşitli yazarların emrinde bulunuyor. Sovyet edebiyatı, bu araçları çeşitliliği ve

    çokluğu içinde uygulama ve daha önceki dönemlerden bu alanda yaratılmış en iyi’yi

    seçme olanaklarına sahip. Bu görüş açısından bakıldığında, edebiyat tekniğine egemen

    olma, bütün dönemlerin edebiyat mirasına eleştirel olarak sahip olma bir ödevdir; bu

    ödevi yerine getirme den, siz insan ruhlarının mühendisleri olamazsınız.’

    İşte, on yıllar boyunca etkileyici bir güç olarak kendini kabul ettirmiş olan sosyalist,

    (toplumcu) gerçekçilik, varlığını Shdanow’un bu beş maddelik önerisinde bulur. Ama,

    bu beş önerinin temelinde yatan ana düşünce ise, Stalin’in sanatçıyı, ‘insan ruhlarının

    mühendisi’ olarak belirlediği düşüncedir. Bu da, partinin belirlediği ideolojik yönde

    ruhlara biçim vermekle olur. Böyle bir disiplinin dışında, sanat topluma yarar değil,

    zarar verir. Bundan ötürü, sanat, partinin belirlediği ideolojik yön ve erekler için

    güdümlü bir sanat olacaktır. Böyle bir sanat anlayışı, vaktiyle Platon’un ideal devletini

    belirlerken sanat için çizdiği politik-ahlâk belirlemeleri ne kadar derinden hatırlatıyor?

  • Orada da Platon, yurt