t.c. erc İyes Ün İvers İtes İ sosyal b İlİmler...
TRANSCRIPT
-
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK
TEZİ HAZIRLAYAN Özgür ERTUĞRUL
TEZİ YÖNETEN
Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK
Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Eylül 2005 KAYSERİ
-
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK
TEZİ HAZIRLAYAN Özgür ERTUĞRUL
TEZİ YÖNETEN
Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK
Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Eylül 2005 KAYSERİ
-
Canım anneme…
-
ÖN SÖZ
Edebiyatın en iddialı türlerinin başında muhakkak ki roman gelir. Zira roman yazarı,
romanın kurmaca bir metin olmasına bakmaksızın ona, varolduğu günden bugüne,
toplumsal gerçekliği taklit etme, hatta onu açıklama görevini yüklemiştir. Bu anlatım
vasıtası dil olan bir sanat için oldukça ağır bir yüktür. Dilin kendi sınırlılığı içinde,
sınırsız bir gerçekliği metne tam anlamı ile yansıtmasının imkânsızlığına rağmen, pek
çok yazar eserinin gerçekliği yansıttığını iddia etmiştir. Bu “yeni roman” anlayışı ortaya
çıkana kadar büyük oranda böyle devam etmiş, en iptidaî bir popüler roman yazarı bile
gerçekçi olabilmeye çalışmıştır. Belli dünya görüşüne sahip yazarlar da eserlerine o
dünya görüşünün zaviyesinden bakmış ve dünyevî gerçekliği eserin kurmaca dünyasına
bu bakıştan geçirerek yansıtmıştır. İşte Marksist dünya görüşüne sahip yazarlar da
Marksist / materyalist / determinist bir anlayışla yaşamı incelemiş ve toplumsal yaşamı
“alt yapı – üst yapı” ilişkileri bağlamında anlamlandırmışlardır. Bu yazarlara göre bütün
hayatı ekonomik alt yapı şekillendirmektedir ve üst yapının bir aracı olan edebiyatta bu
alt yapının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa sahip olan yazarlara göre,
kapitalist toplum yapısı türlü eşitsizlikler üzerine kurulmuştur ve bu düzen yıkılmalıdır.
Bu bağlamda da edebiyata ideolojik bir söylem yüklenir ve sınıfsal çatışmalara “ezen –
ezilen” çatışması bağlamında değinilir. Edebiyat, kapitalizmin karşısında savaşan
sosyalist cephenin propaganda aracı hâline gelir böylece. İşte toplumcu gerçekçilik
böyle bir macera sonunda doğmuştur. Marksist dünya görüşüne bağlı olarak şekillenen
bu edebî anlayış dünya edebiyatını ve Türk edebiyatını önemli oranda etkilemiştir. Bu
çalışmada toplumcu gerçekçiliğin bizim edebiyatımızdaki etkileri üzerine durulmuş ve
1955 – 1959 dönemi Türk edebiyatında toplumcu gerçekçiliğin gelişimi, dönemin
toplumcu gerçekçilik tesirinde yazılan romanlardaki ortaklıklar araştırılmış, toplumcu
gerçekçiliğin edebiyatımızdaki etkilerine dair genellemelere varılmaya gayret edilmiştir.
Edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin gelişimine dair yapılan dönemsel çalışmaların
azlığı, özellikle 27 Mayıs 1960 öncesindeki toplumcu gerçekçi hareketi inceleyen bir
-
çalışmanın yokluğu bizi böyle bir tez hazırlamaya itmiştir. Çalışmamızın “Giriş”
bölümünde Batı edebiyatlarında gerçekçiliğin ve toplumcu gerçekçiliğin gelişimi
incelenmiş, gerçekçiliğin doğuşunu hazırlayan sosyal, siyasî, ekonomik şartlara işaret
edilmiştir. I. Bölümde 1923-1960 yılları arasındaki Türk toplumunun siyasî, sosyal ve
edebî hayatı incelenmiş ve bu dönemdeki yaşamın edebiyat eserlerinde ne derece
yansımasını bulduğuna değinilmiştir. Aynı bölümde Türk edebiyatında gerçekçiliğin ve
toplumcu gerçekçiliğin doğuş zemini üzerinde durulmuş ve edebiyatımızdaki
gelişimleri incelenmiş, bu akımlara mensup önemli yazarlar ve eserleri ile bilgi
verilmiştir.
II. Bölüm “1955-1959 Dönemi Türk Romanlarında Toplumcu Gerçekçilik”
başlığını taşır. Bu bölümde 1955 -1959 yılları arasında yayınlanan 21 eser “Özet,
Romanın Tanıtımı, Olay Örgüsü, Muhteva, Şahıslar Kadrosu, Anlatıcı ve Bakış Açısı,
Mekân, Zaman, Dil” başlıkları altında incelenmiştir. Bu eserler, yukarıdaki başlıklar
altında incelenirken daha çok toplumcu gerçekçiliğin bu bağlamdaki etkileri dikkate
alınmış, ancak klâsik roman incelemeleri sonucunda tespit edilen diğer sonuçlara da
değinilmiştir. Aynı bölümdeki “Toplumcu Gerçekçiliğin Tesirinde Yazılan Diğer
Eserler” başlığı altında da az ya da çok toplumcu gerçekçi sanat anlayışına, Marksist
dünya görüşüne bağlı olarak şekillenen dönemin diğer eserleri de kısaca tanıtılmış,
toplumcu gerçekçilik açısından belirginleşen yanlarına değinilmiştir.
Çalışmamızın III. Bölümü “1955-1959 Dönemi Toplumcu Gerçekçi Romanlarında
Ortak Özellikler” başlığını taşır. Bu bölümde 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan
toplumcu gerçekçi romanlar “Olay Örgüsü, Muhteva, Şahıslar Kadrosu, Anlatıcı ve
Bakış Açısı, Mekân, Zaman, Dil” başlıkları altında incelenmiş ve eserler arasındaki
ortak özellikler tespit edilmiştir. IV. Bölüm olan “Sonuç” bölümünde de tespit edilen
ortak özelliklerden yola çıkılarak toplumcu gerçekçiliğin Türk edebiyatındaki
gelişimine, etkilerine ve gerileme sebeplerine kısaca değinilmiş, toplumcu gerçekçilik
hakkında olabildiğince objektif ve genelleyici tespitlerde bulunulmaya çalışılmıştır.
Bibliyografya bölümünde çalışmamızı hazırlamamızda büyük katkıları bulunan
akademisyenlerin, yazarların, araştırmacıların değerli bizim için çok değerrli eserlerinin
künyeleri verilmiştir.
VI
-
Çalışmamızda romanlar incelenirken Edward Morgan Forster’ın Roman Sanatı,
Georg Lukacs’ın Roman Kuramı, Roland Bourneur ve Réal Quellet’in Roman
Dünyası ve İncelenmesi, Ayşe Eziler Kıran ve Zeynel Kıran’ın Yazınsal Okuma
Süreçleri, Mehmet Tekin’in Roman Sanatı 1 (Romanın Unsurları), Şerif Aktaş’ın
Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş adlı eserlerinden faydalanılmış, özellikle
Forster’in ve Şerif Aktaş’in inceleme teknikleri kabul edilmiştir. Bu roman
incelemeleri sırasında eserlere her açıdan objektif bir şekilde yaklaşılmaya gayret
edilmiştir. Marksist Estetik alanında ise özellikle Gennadiy N. Pospelov, İsmail
Tunalı, Ahmet Oktay, Asım Bezirci ve Raymond Williams’ın eserlerinden
yararlanılmış, roman tahlilleri sırasında Marksist estetiğin tespit edilen temel ölçütleri
de dikkate alınmış, edebiyat – ideoloji ilişkileri aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Umarım bu naçizane çalışma edebiyat tarihine küçük de olsa bir katkı sağlar ve yeni
araştırmacılara kaynak olur. Çalışmamızda hatalar olabileceğini şimdiden kabul eder, bu
hatalarımızın bizden sonraki araştırmacılarca gereğince eleştirilerek düzeltilmesini
temenni ederiz.
Bu çalışmanın yapılmasına katkıda bulunan dostların sayısı o kadar çok ki burada
hepsini anmak ne yazık ki mümkün olamayacak. Çalışmalarım sırasında büyük
fedakârlıklarla bana destek olan canım annem Mercan AKYOL’a, kaynak temininde ve
edebiyat – ideoloji ilişkilerine dair yaptığımız tartışmalar sırasındaki önemli
yardımlarını gördüğüm değerli arkadaşlarım Oğuzhan ŞAHİN, Levent YÜKSEL ve
Erol AKSOY’a teşekkürü bir borç bilirim. Bana her zaman yardımcı olan hocalarım
Prof. Dr. İsmail GÖRKEM’e, ve Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH’a ayrıca teşekkür
ederim. Bu çalışmanın yapılmasında büyük katkısı bulunan, her zaman örnek aldığım
değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Mümtaz SARIÇİÇEK’e tekrar tekrar teşekkür ederim.
Özgür ERTUĞRUL
Kayseri - 2005
VII
-
ÖZET
1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDATOPLUMCU GERÇEKÇİLİK
Bu çalışmada 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan Türk romanları toplumcu
gerçekçilik (sosyalist realizm) anlayışı bakımından incelendi. Çalışmamızda toplumcu
gerçekçiliğin ülkemizde ve dünyadaki gelişimine, Türk romanı üzerindeki etkilerine
değinilmiş, 1955 – 1959 yılları arasında yayınlanan romanların tahlili yapılmış ve
romanlardaki ortak özellikler tespit edilmiştir. Çalışmamız sonunda toplumcu
gerçekçiliğin edebiyatımızdaki yeri üzerine genel bir değerlendirme yapılmıştır. Amaç
1960 öncesinde şekillenen edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin yerine işaret
etmektir.
Anahtar Kelimeler: Toplumcu gerçekçilik, Türk romanı, Marksist estetik, siyaset ve
edebiyat, edebiyat akımları.
-
ABSTRACT
SOCIALİST REALİSM İN TURKISH NOVEL DURİNG 1955 – 1959 PERİOD
İn this study, Turkish novel published between the years 1955 – 1959 were examined
from the aspect of socialist realism. İn our research, the development of socialist realism
in our country and in the world and also the effect of it on Turkish novel were
mentioned. The novels published between the years 1955 -1959 were analysed and the
common feature of the novels were found out. At the end of the study, a genaral
evuluation of socialist realism in our literature was given. The aim is to show the
situation of socialist realism in our literature formed before 1960.
Key Words: Socialist realism, Turkish novel, Marxist esthetics, politics and literature,
literature trends.
-
İÇİNDEKİLER:
ÖNSÖZ ………………………………………………………………………………. V
ÖZET……………………………………………………………………………..….VIII
ABSTRACT……………………………………………………………………….......IX
İÇİNDEKİLER……………………………….………..…………………… ..X -XVIII
KISALTMALAR….…….…….……… …………………………… ……… ….. ...XIX
GİRİŞ: BATI EDEBİYATLARINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU
GERÇEKÇİLİK ……………………………………………………………………….1
A. Gerçekçilik……………………………………………………………………...........1
B. Toplumcu Gerçekçilik ………….……….…….……….……….……….….………..7
I. BÖLÜM: TÜRK EDEBİYATINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU
GERÇEKÇİLİK …………………………………………………………………...22
1.1. 1923-1960 Dönemi Türk Toplumunun Siyasi , Sosyal ve Edebi Hayatına Genel Bir
Bakış …………………………………………………………………………………22
1.1.1. 1923 – 1938 DÖNEMİ…………………………………………………22
1.1.2 1938 – 1960 DÖNEMİ…………………………………………………30
1.2. Türk Edebiyatında Gerçekçilik…………………………………………………..37
1.3. Türk Edebiyatında Toplumcu Gerçekçilik………………………………………45
II.BÖLÜM: 1955-1959 DÖNEMİ TÜRK ROMANLARINDA TOPLUMCU
GERÇEKÇİLİK……………………………………………………… ……… ….…55
2.1. Dönemin Belli Başlı Toplumcu Gerçekçi Romanları Üzerine
İncelemeler……………………………………………………………………… … 55
2.1.1 ORHAN KEMAL - SERSERİ MİLYONER (1957)…………… …55
2.1.1.1. ÖZET ……………………………………………………….. 55
2.1.1.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………… 56
2.1.1.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….58
2.1.1.4. MUHTEVA…………………………………………………...60
X
-
2.1.1.5. ŞAHISLAR KADROSU………………………………… …68
2.1.1.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..78
2.1.1.7. MEKÂN …………………………………………………….80
2.1.1.8. ZAMAN …………………………………………………… 83
2.1.1.9. DİL ………………………………………………………….87
2.1.2 ORHAN KEMAL - SUÇLU (1957) ……………………………….88
2.1.2.1. ÖZET ……………………………………………………… 88
2.1.2.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 90
2.1.2.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...91
2.1.2.4. MUHTEVA…………………………………………………95
2.1.2.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………98
2.1.2.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… 105
2.1.2.7. MEKÂN ………………………………………………….. 107
2.1.2.8. ZAMAN …………………………………………………... 108
2.1.2.9. DİL ………………………………………………………... 111
2.1.3 ORHAN KEMAL - DEVLET KUŞU (1958) ……………………..112
2.1.3.1. ÖZET ……………………………………………………… 112
2.1.3.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 113
2.1.3.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 115
2.1.3.4. MUHTEVA………………………………………………… 119
2.1.3.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 127
2.1.3.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..137
2.1.3.7. MEKÂN …………………………………………………… 140
2.1.3.8. ZAMAN …………………………………………………… 143
2.1.3.9. DİL ………………………………………………………… 145
2.1.4 ORHAN KEMAL - GAVURUN KIZI (1959) …………………….148
2.1.4.1. ÖZET ……………………………………………………….148
2.1.4.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..149
2.1.4.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………. 150
2.1.4.4. MUHTEVA………………………………………………….151
2.1.4.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….153
2.1.4.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………...156
2.1.4.7. MEKÂN ……………………………………………………..157
XI
-
2.1.4.8. ZAMAN ……………………………………………………..160
2.1.4.9. DİL …………………………………………………………..162
2.1.5 ORHAN KEMAL - VUKUAT VAR (1959) ………………………..164
2.1.5.1. ÖZET ……………………………………………………….. 164
2.1.5.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………165
2.1.5.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….167
2.1.5.4. MUHTEVA………………………………………………… .170
2.1.5.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… .174
2.1.5.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………180
2.1.5.7. MEKÂN ……………………………………………………...182
2.1.5.8. ZAMAN …………………………………………………… ..186
2.1.5.9. DİL ………………………………………………………….. 189
2.1.6 KEMAL TAHİR - SAĞIRDERE (1955) ………………..…… ..… 190
2.1.6.1. ÖZET …………………………………………………….. …190
2.1.6.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………191
2.1.6.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….193
2.1.6.4. MUHTEVA…………………………………………………..195
2.1.6.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..201
2.1.6.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………205
2.1.6.7. MEKÂN ……………………………………………………...206
2.1.6.8. ZAMAN …………………………………………….……… 208
2.1.6.9. DİL ……………………………………………………… . …210
2.1.7 KEMAL TAHİR - ESİR ŞEHRİN İNSANLARI (1956) …………..214
2.1.7.1. ÖZET ……………………………………………………… .214
2.1.7.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………215
2.1.7.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………….218
2.1.7.4. MUHTEVA…………………………………………………..220
2.1.7.5. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..223
2.1.7.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………230
2.1.7.7. MEKÂN ………………………………………………… … 233
2.1.7.8. ZAMAN ……………………………………………………...234
2.1.7.9. DİL ……………………………………………………….. …235
2.1.8 KEMAL TAHİR - RAHMET YOLLARI KESTİ (1957) …………236
XII
-
2.1.8.1. ÖZET …………………………………………………… .. . 236
2.1.8.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………238
2.1.8.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………… 240
2.1.8.4. MUHTEVA…………………………………………………..242
2.1.8.5.. ŞAHISLAR KADROSU……………………………………..252
2.1.8.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………257
2.1.8.7. MEKÂN ………………………………………………..…… 259
2.1.8.8. ZAMAN …………………………………………………….. 262
2.1.8.9. DİL ………………………………………………………….. 264
2.1.9 KEMAL TAHİR - KÖRDUMAN (1957) …………………..……….266
2.1.9.1. ÖZET ……………………………………………………….. 266
2.1.9.2. ROMANIN TANITIMI………………………………………267
2.1.9.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………… 268
2.1.9.4. MUHTEVA…………………………………………………..270
2.1.9.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….. 277
2.1.9.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ………………………………281
2.1.9.7. MEKÂN ……………………………………………………..282
2.1.9.8. ZAMAN ……………………………………………………...283
2.1.9.9. DİL ………………………………………………………….. 284
2.1.10 KEMAL TAHİR - YEDİÇINAR YAYLASI (1958) …………….. 286
2.1.10.1. ÖZET ……………………………………………………….286
2.1.10.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..288
2.1.10.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 290
2.1.10.4. MUHTEVA………………………………………………… 293
2.1.10.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….301
2.1.10.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..308
2.1.10.7. MEKÂN …………………………………………………….311
2.1.10.8. ZAMAN …………………………………………………….314
2.1.10.9. DİL ………………………………………………………….318
2.1.11 KEMAL TAHİR - KÖYÜN KAMBURU (1959) ………………….320
2.1.11.1. ÖZET ……………………………………………………….320
2.1.11.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..323
2.1.11.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 326
XIII
-
2.1.11.4. MUHTEVA………………………………………………… 329
2.1.11.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….332
2.1.11.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..345
2.1.11.7. MEKÂN …………………………………………………….347
2.1.11.8. ZAMAN …………………………………………………… 350
2.1.11.9. DİL ………………………………………………………….353
2.1.12 YAŞAR KEMAL - İNCE MEMED (1955) ……………………….. 357
2.1.12.1. ÖZET ……………………………………………………….357
2.1.12.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..358
2.1.12.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...361
2.1.12.4. MUHTEVA………………………………………………… 365
2.1.12.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 375
2.1.12.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..385
2.1.12.7. MEKÂN …………………………………………………….389
2.1.12.8. ZAMAN …………………………………………………….392
2.1.12.9. DİL ………………………………………………………….395
2.1.13 YAŞAR KEMAL - TENEKE (1955) ………………………………397
2.1.13.1. ÖZET ……………………………………………………… 398
2.1.13.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..399
2.1.13.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...400
2.1.13.4. MUHTEVA………………………………………………….402
2.1.13.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….410
2.1.13.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..416
2.1.13.7. MEKÂN …………………………………………………….418
2.1.13.8. ZAMAN …………………………………………………….421
2.1.13.9. DİL ………………………………………………………….422
2.1.14 AZİZ NESİN - SAÇKIRAN (1959) ……………………………...... 424
2.1.14.1. ÖZET . …………………………………………………….. 424
2.1.14.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 425
2.1.14.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 427
2.1.14.4. MUHTEVA………………………………………………… 430
2.1.14.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………… 436
2.1.14.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..440
XIV
-
2.1.14.7. MEKÂN …………………………………………………….441
2.1.14.8. ZAMAN ………………………………………………….. . 443
2.1.14.9. DİL ………………………………………………………….445
2.1.15 SAMİM KOCAGÖZ - ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ (1957) …….......447
2.1.15.1. ÖZET ……………………………………………………….447
2.1.15.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………. 449
2.1.15.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 450
2.1.15.4. MUHTEVA………………………………………………….453
2.1.15.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….459
2.1.15.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… .463
2.1.15.7. MEKÂN …………………………………………………….466
2.1.15.8. ZAMAN …………………………………………………….468
2.1.15.9. DİL ………………………………………………………….471
2.1.16 TALİP APAYDIN - SARI TRAKTÖR (1958) ……………….......473
2.1.16.1. ÖZET ……………………………………………………….473
2.1.16.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..474
2.1.16.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 476
2.1.16.4. MUHTEVA…………………………………………….……478
2.1.16.5. ŞAHISLAR KADROSU………………………………….…482
2.1.16.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..487
2.1.16.7. MEKÂN …………………………………………………….488
2.1.16.8. ZAMAN …………………………………………………….489
2.1.16.9. DİL ………………………………………………………….491
2.1.17 TALİP APAYDIN - YARBÜKÜ (1959) ……………………………493
2.1.17.1. ÖZET ……………………………………………………….493
2.1.17.2. ROMANIN TANITIMI…………………………………… .494
2.1.17.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...495
2.1.17.4. MUHTEVA………………………………………………….496
2.1.17.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….502
2.1.17.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI …………………………… .506
2.1.17.7. MEKÂN …………………………………………………….509
2.1.17.8. ZAMAN …………………………………………………….511
2.1.17.9. DİL ………………………………………………………….512
XV
-
2.1.18 M. SUNULLAH ARISOY - KARA PÜRÇEK (1958) …………….514
2.1.18.1. ÖZET ……………………………………………………….514
2.1.18.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..516
2.1.18.3. OLAY ÖRGÜSÜ ………………………………………….. 517
2.1.18.4. MUHTEVA………………………………………………… 521
2.1.18.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….529
2.1.18.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..539
2.1.18.7. MEKÂN …………………………………………………….544
2.1.18.8. ZAMAN …………………………………………………….549
2.1.18.9. DİL ………………………………………………………….552
2.1.19 REŞAT ENİS AYGEN - DESPOT (1957) ………………………….554
2.1.19.1. ÖZET ……………………………………………………….554
2.1.19.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..556
2.1.19.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...557
2.1.19.4. MUHTEVA………………………………………………….560
2.1.19.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….566
2.1.19.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..572
2.1.19.7. MEKÂN …………………………………………………….574
2.1.19.8. ZAMAN …………………………………………………….578
2.1.19.9. DİL ………………………………………………………….580
2.1.20 NECATİ CUMALI – TÜTÜN ZAMANI (ZELİŞ) (1959) ……… . 581
2.1.20.1. ÖZET ……………………………………………………….581
2.1.20.2. ROMANIN TANITIMI……………………………………..582
2.1.20.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………...583
2.1.20.4. MUHTEVA………………………………………………….586
2.1.20.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….590
2.1.20.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………. 593
2.1.20.7. MEKÂN …………………………………………………….596
2.1.20.8. ZAMAN …………………………………………………….598
2.1.20.9. DİL ………………………………………………………….600
2.1.21 FAKİR BAYKURT - YILANLARIN ÖCÜ (1959) ………………..602
2.1.21.1. ÖZET ……………………………………………………….602
2.1.21.2. ROMANIN TANITIMI…………………………………… 603
XVI
-
2.1.21.3. OLAY ÖRGÜSÜ …………………………………………. 605
2.1.21.4. MUHTEVA………………………………………………... 609
2.1.21.5. ŞAHISLAR KADROSU…………………………………….618
2.1.21.6. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ……………………………..626
2.1.21.7. MEKÂN …………………………………………………….628
2.1.21.8. ZAMAN …………………………………………………….631
2.1.21.9. DİL ………………………………………………………….633
2.3 1955 – 1959 Yılları Arasında Toplumcu Gerçekçiliğin Tesirinde Yazılan
Diğer Eserler……………………………………………………………………........638
2. 3. 1. Yeşilkaya Savcısı – İlhan Tarus (1955)……………………………..638
2. 3. 2. Varolmak – İlhan Tarus (1957)……………………………….. …..639
2. 3. 3. Ali - Orhan Hançerlioğlu (1955)…………………………………….639
2. 3. 4. Rezil Dünya - Faik Baysal (1955) ………………..............................640
2. 3. 5. Muhtar– Fikret Arıt (1957) ………………………………………...642
2. 3. 6. Kader Böyle İmiş – Fikret Arıt (1958) …………………………….642
2. 3. 7. Göç Yolları Tıkadı - İlhan Engin (1955)…………………………...644
2. 3. 8. Ötelerin Çocuğu – Halikarnas Balıkçısı (1956) …………………....644
2. 3. 9. Alinin Biri – Fahri Erdinç (1958) ……………………………… .. ..647
2. 3. 10. Ne Ekersen – Mehmet Seyda (1958) ……………………………..648
III. BÖLÜM: 1955-1959 DÖNEMİ TOPLUMCU GERÇEKÇİ ROMANLARINDA
ORTAK ÖZELLİKLER ………………. …………..…………………………… .. 651
3.1 Olay Örgüsü …………………………………………………………651
3.2 Muhteva………………………………………………………….. ….661
3.3 Şahıslar Kadrosu…………………………………………………….682
3.4 Anlatıcı ve Bakış Açısı……………………………………………….697
3.5 Mekân ………………………………………………………………..700
3.6 Zaman……………………………………………………………… .705
3.7 Dil …………………………………………………………………… 710
IV. BÖLÜM: SONUÇ……………………………………………………………….713
V. BÖLÜM: KAYNAKÇA………………..…………………………………...……717
5.1. İncelenen Romanlar……………………………………………………. 717
5.2. Faydalanılan Kaynak Kitaplar…………………………………………719
5.3. Faydalanılan Makaleler……………………………………………….. 725
XVII
-
5.4. Faydalanılan Tezler……………………………………………………..728
5.5. Faydalanılan Özel Sayı ve Dosyalar…………………………………...728
5.6. Sözlük ve Ansiklopedi Maddeleri ……………………………………. 729
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………….730
XVIII
-
KISALTMALAR:
Bkz. Bakınız.
C. Cilt
CHF Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP Cumhuriyet Halk Partisi
DP Demokrat Parti
Haz. Hazırlayan
s. sayfa
S. Sayı
SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası
TCF Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası
Üniv. Üniversitesi
yy. yüzyıl
XIX
-
GİRİŞ: BATI EDEBİYATLARINDA GERÇEKÇİLİK VE TOPLUMCU
GERÇEKÇİLİK
A. GERÇEKÇİLİK (REALİZM):
Bütün sanatsal, siyasî ve iktisadî akımlar (anlayışlar), belli bir zaman diliminde ve
toplumsal çevrede doğar. Bu da onların ortaya çıktıkları çevrenin, toplumun
özelliklerini taşımalarını zorunlu kılar. Zira, insanoğlunun yarattığı hiçbir şey içinde
yaşadığı toplumdan bağımsız değildir. Avrupa’da (özellikle Fransa) doğan bir sanat
akımı olan gerçekçilik de Batı toplumunun sosyokültürel, ekonomik, felsefî ve
epistemolojik temellerinde kaynağını bulmuştur. Realist sanatçılar, çevrelerini
gözlemlemiş, hatta insanlar ve çevresel etkenler hakkında notlar almış; yaşadıkları çağı,
toplumu ve bu çağın bireyini en tipik şekilde yansıtmaya çalışmışlardır. Bu cümleden de
anlaşılabileceği gibi gerçekçilik “yansıtma kuramı”na bağlı bir sanat akımıdır ve en eski
kaynağını Antik Yunan ve Lâtin felsefesinden alır. Aydınlanma Çağı sonrasında eski
Yunan ve Lâtin klâsiklerine büyük bir ilgi uyanmış, sanatın her alanında bu ilk
klâsiklerden yararlanılmıştır. Bu klâsikler, sadece gerçekçiliği değil, belli oranda hem
klâsisizmi, hem romantizmi etkilemiştir. Platon, Aristo ve Horatius’un geliştirdiği
yansıtma kuramı XIX. yy. Aydınlanma Çağı sanatçılarının yeniden uyanışına ön ayak
olmuştur. Bu noktada kısaca bu kuramın temellerine değinmek faydalı olacaktır.
Platon Devlet adlı diyalogunda duyular âlemindeki nesnelerin aslının esas alem olan
idealar âleminde bulunduğunu belirtmiştir. Sanatçı duyular alemindeki varlıkları
kopyalamaktadır. Platon’a bu bağlamda sanatı üçüncü dereceden bir taklit olarak
küçümsemiştir.
-
“İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları,
dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.” (Alıntılayan:
Belge 1997, 199)
Fakat bununla birlikte “yansıtma kuramı”nın temellerini atmıştır. Platon’un öğrencisi
Aristo ise akılcı (rasyonalist) bir filozoftur ve duyular âleminin asıl âlem olduğuna
inanır. Aristo’ya göre de sanat bir taklittir (mimesis) ve sanatçıyı eylemine yönelten şey
doğadaki varlıkları ahenkli bir bütünlük içinde taklit etme güdüsüdür. O, sanatçının
duyular alemindeki varlıkları kendi kuralılıkları içinde yansıtması gerektiğini söylemiş,
olanı anlatan tarihçiye göre, mantığı ile olabilir olanı arayan sanatçıyı üstün gördüğünü
vurgulamıştır:
“Şairin ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine olabilir olan şeyi, yani olasılık ve
zorunluluk kanunlarına göre mümkün olabilecek şeyi ifade etmektir.
Tarih yazarı ve şair biri düzyazı, öteki nazım, yazdığı için birbirlerinden ayrılmazlar,
çünkü Herodotos’un eserinin mısralar hâline getirilmiş olduğunu düşünebilir; bununla
birlikte, ister nazım, ister düz yazı hâlinde olsun, Herodotos’un eseri bir tarih eseridir.
Ayrılık şu noktada bulunur: Tarihçi daha çok gerçekten olan şeyi ifade eder, şair ise
olabilir olan şeyi ifade eder.
Bunun için şiir, tarih eserine göre daha felsefî olduğu gibi, daha üstün olarak da
değerlendirilebilir. Çünkü şiir, daha çok genel olanı, tarih ise yok olanı tasvir
eder.Genel olan deyince de olasılık veya zorunluluk kanunlarına göre, belli özellikteki
bir kimsenin şöyle veya şöyle konuşmasını, böyle veya şöyle hareket etmesini
anlıyoruz.” (Alıntılayan: Moran 1991, 25)
Duyular aleminin, yani maddî alemin gerçekliğine inanan Aristo, Platon’a göre daha
gerçekçi bir yaklaşım içindedir. O, sanat eserinin belli kanunlar çevresinde insan yaşamı
için kurgusal, ama aynı zamanda gerçekçi (bir anlamda bilimsel) olabileceğini ortaya
koymuştur. Aristo’nun asıl şeklini verdiği kuram, Horatius tarafından geliştirilmiştir.
Horatius: “Hayatı ve insanları bir aynada gözler gibi gözleyeceksin, görmüş olduğun
şeyleri taklit edeceksin. Bu hayatın tam kendi dili olacaktır.” (Alıntılayan: Göker 1986,
16) sözleri ile yansıtmanın bir taklit olmasına rağmen gerçeğin bizzat kendisi olduğunu
vurgulamış, edebiyatı ve sanatı “hayatın dili” olarak tabir etmiştir. Yansıtmaya işaret
-
etmek üzere verilen “Ayna” örneğinin yüzyıllar sonra pek çok gerçekçi sanatçı
tarafından kullanıldığını görürüz. Stendhal’in roman için “büyük bir yol üzerinde
gezdirilen bir ayna” benzetmesini yapması elbette tesadüf değildir. Gerçekçi yazarlar,
Yunan–Lâtin sanat kuramlarını okuyan, onlardan azamî surette yararlanan sanatçılardır.
Batı edebiyatı için karanlık bir çağ olan Orta Çağ’ı aşıp günümüze kalan Poetika, Art
Poetika gibi eserler, Batılı edebiyatçılar için kendi sanat kuramlarını belirlemekte
gereken felsefî altyapının hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. Fakat gerçekçiliğin
doğuşunu sağlayan sosyo-ekonomik, kültürel, siyasal ve felsefî şartlar bu noktada daha
önemlidir. Bu bağlamda Avrupa aydınlanmasına incelememiz, tezimizin müsaade ettiği
sınırlar içinde zorunludur.
Avrupa, 16. – 17. yy.lardan itibaren büyük bir sivilleşme (civilization) hareketi geçirdi.
Bu hareket sadece medenileşme olarak değil, “birey”in ortaya çıkması anlamında
meydana geldi. Rönesans sonrasında sanat ve edebiyat, özellikle Antik Yunan ve Roma
kaynaklarından beslenerek gelişmeye ve bağımsızlaşmaya başladı. Reform hareketleri
sonrasında kilisenin toplumlar ve devletler üzerindeki hâkimiyeti büyük oranda kırıldı.
Böylece, kiliselerin elinde olan bilgi , matbaanın keşfi ve geliştirilmesi ile yaygınlaşmış,
bilginin laikleşmesi sürecine girilmiştir. Bilim alanında da önemli gelişmeler başlamış;
Galileo, Kopernik gibi önemli bilim adamları dünyanın çehresini değiştirecek keşifleri
ile skolastik düşünceyi temellerinden sarsmışlardır. Eğitim kurumlarının ve kitabın
yaygınlaşması ile bilgide uzmanlaşmaya ilk adımlar atılmış, çeşitli ve yeni dalların keşfi
yapılmıştır. Sanayi ve ticaret alanında görülen ilerlemeler de yeni bir sınıfın, burjuva
sınıfının ilk temsilcilerinin kısa sürede toplum sahnesine çıkmasını ve faal olmasını
sağlamıştır. Bu sınıfın özellikle etkilediği Fransız İhtilâli (1789) ve Sanayi Devrimi ile
sadece Avrupa’nın değil dünyanın çehresi değişmiştir. Bilgiye ulaşan ve skolastik
felsefenin baskısından kurtulan aydın, artık dinin baskılarından da kurtulmuş ve
Aydınlanma Çağı’nın getirdiği bilime olan büyük güvenle çalışmaya başlamıştır. Bu
devrin yetiştirdiği bilim ve sanat adamların pek çok yönden benzeştiği görülür. Bu yeni
aydın; akılcı (rasyonalist), ve determinist idi.
Bu ortama edebiyatta verilen ilk tepki romantizm olmuştur. Fransız İhtilâli’nin ardından
ortaya çıkan; insan hakları, hürriyet, eşitlik, demokrasi gibi kavramlar da
insanları heyecanlandırmış, ama ihtilâl sonrasında halkın beklentileri ile realitenin
çelişmesi büyük bir bunalım edebiyatını ve melankolik, marazî, santimantal bir tipi
-
doğurmuştur. Aydınlanma Çağı’yla bilime gösterilen büyük ilgi, duyuların değil aklın
öne çıkarılması, dinden uzaklaşılarak insanın yeni bir tanrı olarak sunulmaya
başlanılması romantizmin aklı reddedip duygu ve sezgiye yönelmesine yol açtı.
Oldukça kişisel duygulanmaları içeren, abartılı karakter çözümlemelerine yer veren,
tasvirlerinde bile doğadan evvel roman kişisinin iç dünyasını yansıtmayı amaçlayan bu
edebiyatın bayraktarlığını Victor Hugo yaptı. Oldukça uzun ömürlü ve yayılmacı bir
karakter gösteren romantizm, giderek bütün Avrupa’da kendine temsilciler buldu.
Bilimsel kuralların baskıcılığından kaçan ve genellikle dinî, mahallî ve millî bir
duyarlılığa sığınan romantik tip ve dolayısıyla romantizm, pozitivist anlayışın
yerleşmesiyle etkisini büyük oranda yitirdi (1850’ler). Sanayi Devrimi’nin yarattığı
değişme ve gelişme etkisini gündelik hayatta da göstermeye başlayınca insanların
bilime ve gelişmeye olan inançları yeniden kuvvetlendi. Aydınlanma Çağı’nın ilk
yıllarında belli bilim çevrelerinde görülen heyecan şümul kazandı ve tüm dünyaya
zamanla yayıldı. “Modern insan mantığı”nı öne çıkaran, bilimsel ve ütopik bir felsefe
olan pozitivizm adeta insanların yeni dini olmaya aday idi. İsmail Çetişli pozitivist
düşünceyi şu şekilde tanımlar:
“ Pozitivizm ‘Genel olarak modern bilimi temel alan; batıl inançları, metafizik ve dini
insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzlarını reddeden dünya
görüşü’dür.
Pozitivist felsefe ise; pozitif ilimlerin verilerine dayanan rasyonalist bir felsefedir. Bu
felsefenin temel amacı; pozitif bilimler vasıtasıyla bütün olayların meydana
gelişlerindeki tabii ve değişmez kanunları keşfetmek ve belirli bir hükme bağlamaktır.
Ancak pozitivizmde olayların ‘niçin’ ve ‘neden’leri ile uğraşılmaz. Pozitivizme göre,
insan zihni, tabiat ve eşyanın mahiyetini kavrayamaz. İnsan zihninin kavrama imkânı,
varlığı deneyle ispatlananlar ile sınırlıdır. Bu noktada pozitif; ölçülebilir, tartılabilir,
deneye sokulabilir ve faydalı olan şeydir. Deneyle ispatlanamayan her türlü bilgi,
teolojik ve metafiziktir ki hayal mahsulünden başka bir şey değildir. Felsefenin görevi,
pozitif bilimlerin üstünde bir gerçeklik aramak değil, söz konusu bilimlerin sonuçlarını
sentez etmek ve sistemleştirmektir. Bu sebeple pozitivist felsefe , hiçbir dine ve bu dinin
getirdiği bilgi ve inançlara katılmaz ve onları reddeder. Bunun yerine kendi dinini
kurar. Bu yeni dinin tanrısı insanlık, âlimler; melekleri kadınlar; mucizeleri ilmî
-
gelişmeler; peygamberleri ise Auguste Comte; amacı ise, insan ve toplum hayatının
bütününü kendi görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlemektir. ” (Çetişli 2001, 71)
Bilim adamları artık doğayı ve insanı kendi bütünlüğü içinde değerlendiriyor;
deneylere, neden – sonuç ilişkisine büyük bir önem veriyor, olaylara objektif bir
yaklaşım ile yaklaşıyordu. “Romancılar da bu gelişmeye ayak uydurarak, gerçeği
olduğu gibi, kişisel ve sübjektif yorumlarla katkıda bulunmadan aksettirmek yöntemini
benimsediler.” (Göker 1986, 49 ).
İsmail Çetişli’ye göre gerçekçi sanatçının özellikleri; gerçekçi olmak, eseri için gözlem
yaparak belgeler toplamak, insan – toplum ilişkilerini tespit edip tipler üzerinde
göstermek, mekân tasvirlerinde hem mekân – kişi hem de mekân – sosyo-ekonomik
durum ilişkilerini göstererek toplumu yapısını yansıtabilmek, objektif olmak, esere
müdahale etmemek, gerçeklik ve güzellik için sanat yapmak, fikir – dil uyumunu
sağlamaktır (Çetişli 2001, 72 -78).
Cemil Göker ise gerçekçiliğin ilkelerini:
“— Realizm , romantizme, onun idealizmine, edebiyatta kişisel duygulara yer veren
tutuma karşıdır. Parnas ekolünün şiire getirdiği yeniliği roman ve tiyatro türlerine
getirmiştir.(..)
— Realizm ‘sanat sanat içindir’ anlayışına karşıdır. Ona göre: ‘Sanatkârın pratik,
yararlı, eğlendirici olmayan felsefî bir amacı vardır.
— Realizm tarih anlayışını, geçmişini, inceleme anlayışını b ir tarafa bırakarak,
çağdaş yaşamı, toplumsal çevreyi, çağdaş toplumdaki gerçekleri gerçekçi bir biçimde
ve tam olarak vermeyi amaç edinmiştir. ‘Realizm, içinde yaşanan dönemi, toplumsal
ortamı içtenlikle, tam, doğru bir biçimde saptamakta kararlıdır. Çünkü böyle bir
inceleme yöntemini akıl, anlama yeteneğinin ihtiyaçları ve halkın yararını haklı kılar.’
— Çağdaş yaşamı, toplumsal çevreyi doğru ve tam olarak verebilmek için, eserleri
yazmadan önce gözlem ve belgelere dayandırma (documentation) gibi bilimsel
yöntemlere başvurmak gereklidir. Edebiyat bilimsel olmalıdır.” (Göker 1986, 56)
şeklinde belirler. Fransa’da doğan gerçekçi edebiyat, hızla bütün kıta Avrupa’sında ve
sonrasında dünyanın pek çok bölgesinde yayılır ve büyük gerçekçi yazarlar yetişir.
-
Gerçekçi edebiyatın önemli yazarları şunlardır1: Stendhal (1783-1842), Honore de
Balzac (1799-1850), Prosper Merime (1803-1870), Nikolay Gogol (189-1852),
Charles Dickens (1812-1870), Theodor Storm (1817-188), İvan Turgenyev (1818-
1883), George Eliot (1819-1880), Gustave Flaubert (1821-1880), Fiyodor
Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881), Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de
Goncourt (1830-1870), Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910), Mark Twain (1835-
1910), Alphonse Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893), Paul
Bourget (1852-1935), Anton Çehov (1860-1904) (Çetişli 2001, 78-80). Bu yazarlarla
birlikte gerçekçiliğin bir akım olarak yerleşmesinde teorik çalışmaları ile Champfleury
(1821-1889), Duranty (1833-1880)’nin adalarını da anmak gerekir (Göker 1986, 53).
Pozitivizmin zaferi o derece büyük olmuş ve Avrupa’da öyle bir heyecan uyandırmıştı
ki zamanlar bilime duyulan hayranlık bir tapınma hâlini aldı ve sanatın bir kolu olan
edebiyatta dahi deneysel bilginin kullanılması teklif edilir oldu. Bu da yeni bir
gerçekçiliğin, natüralizmin (doğalcılık) doğmasını sağladı. Charles Darwin’in (1809-
1882) Doğal Eleme Yoluyla Türlerin Kökeni adlı ünlü eserinde canlıların varoluşu ile
ilgili kalıtım, doğal seçim (ya da doğal eleme) ve köken birliği gibi yeni görüşler ileri
sürmesi kısa sürede edebiyat çevrelerinde etkisini gösterdi. Darwin’in özellikle kalıtım
konusundaki düşünceleri edebiyatta patolojik – kriminal tiplere karşı bir ilginin
oluşmasına neden oldu. Claude Bernard’ın (1813-1878) ortaya koyduğu deneysellik
konusundaki fikirler de edebiyat çevrelerinde ilgi görmeye başladı. Natüralizm’in
yetiştirdiği en büyük yazar Emile Zola (1840-1902), deneysel romanların yazılmasında
Bernard’ın ve doktor Lucas’ın eserlerinden faydalandı. Doğa bilimlerindeki bu
gelişmeler zamanla sosyal bilimleri de etkilemiştir. Ernest Renan (1823-1892)
reddiyeci ve determinist – diyalektik bir anlayış ile sosyal bilimlerde de deneysel
olunabileceği fikrini ortaya sürmüş. Hippolyte Taine (1828-1893) de bu anlayışı edebî
alana taşımış ve kuramsallaşmayı sağlamıştır. Ona göre edebiyat eserinin doğuşu ve
şekillenmesi ırk, ortam ve zaman etkenlerine bağlıdır. Bu etkenler zamanla
edebiyatçıların toplumları (millî anlamda) bir lâboratuvar, inceledikleri tipleri kalıtımsal
özellikler taşıyan kobaylar olarak görmesine neden olmuş, edebî eser bilimsel bir belge
1 Aslında gerçekçi edebiyatın öncüleri sayılabilecek, ama bir kuramdan büyük oranda uzak olan yazarlarda vardır. Bunlar “…sosyete edebiyatının aşırıya varan idealizminin ve psikolojik incelikleri karşısında, gerçeği olduğu gibi belirtmeyi amaçlayan” yazarların oluşturduğu bir hareketti. Klasisizm döneminde ilk tepkileri veren Charles Sorel (1590-1674), Furetiére (1619-1688), Scarron (1610-1660) gerçekçi edebiyatın klâsisizm dönemindeki öncüleridir (Bkz. Göker 1986, 11).
-
hâline getirilmeye çalışılmıştır. Bu yeni gerçekçilik edebiyatta determinist ve
materyalist anlayışın yerleşmesinde çok büyük tesirler yaptı. Bu akımın çoğu
gerçekçilik içinde de yer alan önemli temsilcileri; Emile Zola (1840-1902), Alphonse
Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893), Joris-Karl Huysmans (1848-
1907), Jules Vallés (1832-1885), Paul Alexis (1847-1901), Edmond de Goncourt
(1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-1870), Henry Ceard (1851- 1924), Jules
Renard (1864-1910), Gerhart Hauptmann (1862-1946)’dir (Ayrıntılı bilgi için bkz.:
Göker 1986, 60-65; Çetişli 2001, 81-88).
B. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK (SOSYALİST REALİZM)
Edebî bir akım olan toplumcu gerçekçiliğin de bütün akımlar gibi siyasî, ekonomik ve
felsefî bir arka plânı vardır. Bu arka plân, sosyalizm ve diyalektik materyalizmdir. Bu
iki kavramın nasıl ve ne şartlar altında doğduğu anlaşılmadan toplumcu gerçekçiliğin
anlaşılması mümkün değildir. Bu da ancak 16. -19. yy. Avrupa’sının şartlarını, özellikle
Fransız İhtilâli’ni (1789) ve Sanayi Devrimlerinin yarattığı değişimleri kavrayarak
mümkün olabilir.
Avrupa, bilimsel gelişmeler sonucunda pozitivizm ve materyalizm ile tanışmış, evrenin
merkezine insanı oturtmuş, akılcı – hümanist felsefe her alanda hâkim olmuştu.
Ekonomik ilişkiler de giderek değişerek yeni bir sınıfın, burjuva sınıfının doğuşunu
hazırlamıştı. İlk etapta ilerici ve devrimci karakterde olan burjuva sınıfı feodalitenin ve
aristokrasinin yıkılmasına büyük katkıda bulunmuş; Fransız İhtilâli’nde etkin rol
oynamıştır. Ancak, Sanayi Devrimleri sonucunda fabrikalar açılmış ve buna bağlı olarak
üretim ilişkilerindeki büyük değişimler yaşanmıştır. Birbirine yakın sınıflar arasındaki
toplumsal katmanlar erimiş ve toplum iki sınıfa bölünmüştür: Burjuva (kent soylu orta
sınıf patronu) ve proletarya (işçi). İşçi sınıfı sanayinin gelişmesiyle günden güne
büyümüş, fakat bu büyüme sonucunda bir avantaj elde etmek bir yana, kötü çalışma
şartları altında düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmıştır. Bu iki sınıf arasında büyük
bir çatışma başladı. Zamanla işçiler daha iyi şartlar için savaşmaya başladılar. Bu
savaşlar, başta amatörce ve düşünsel olarak ilkel bir adalet duygusuyla verilse de
zamanla işçi sınıfı zorunlu olarak örgütlenmiş, ilk sendikal faaliyetler ortaya çıkmıştı.
İşçi eylemleri yer yer üniversite öğrencilerince desteklenerek sürdü ve yavaş yavaş bir
-
karakter kazanmaya başladı. Aydın sınıf da duruma tepkisiz kalamazdı. Saint – Simon,
Charles Fourier, Robert Owen ve Pierre Jozeph Proudhon ütopik sosyalistler olarak
bu dönemde ilk tepkileri veren aydınlardı. Ancak onlardan önce de Plato, Republik’de;
Thomas Moore, Ütopya’da ve Campenella, Güneş Ülkesi’nde toplumsal yapıdaki
bozukluklara işaret eden, insanların eşitliğine dayalı toplumları hayal eden ütopyaları ile
göze çarparlar. Gerçi toplumcu tepkileri destanlar dönemine kadar götüren, hatta
animist döneme taşıyanlar (Spartaküsçüler, Levelleer, Diggerler) varsa da bu
incelememiz sınırları dışında kalıyor. Burada bizim 19. yy.a, Sanayi Devrimi
sonrasındaki kıta Avrupa’sındaki büyük çalkantılara dönmemiz gerek. Avrupa’da
eşitsizlikler had safhaya ulaşmıştı. İşçiler fakirliğe düştükçe burjuvazi zenginleşiyor
aristokrasinin yerini kuvvetle alıyordu. İşte böyle bir ortam sınıfsal mücadele
kavramının yeşermesine neden oldu ve Marks, Engels, Feurbach, Herzen gibi
aydınların yetişmesi için münbit bir zemin oluşturdu.
Marks, Avrupa’yı ve dünyayı önemli ölçüde etkileyecek diyalektik ve tarihsel bir
felsefenin, iktisat teorisinin kurucusudur. Marks’ın materyalist anlamda ilk kaynakları
Episkuros ve Demokritos’tu. Ancak o, diyalektik mantığı Berlin Üniversite’sindeki
hocası Hegel’den almıştır. Hegel, dünyadaki ilişkileri “mutlak tin”in varlığı ile
açıklamaya çalışıyordu. Mutlak tinin, yani düşünsel ilişkilerin maddî ilişkileri
belirlediğini düşünüyordu. Marks, hocası Hegel’in düşünüş ve dünyayı anlamlandırış
mantığını beğenmekle birlikte, özellikle Feurbach’tan aldığı maddeci anlayışı gereği
bu yöntemi tersine çevirmeyi uygun gördü. Marks’a göre toplumsal ilişkileri belirleyen
üretim ilişkileriydi ve bu ilişkiler “alt yapı – üst yapı” ilişkileri bağlamında
anlaşılabilirdi. Marks, alt yapıda maddî ilişkilerin olduğunu ve bu alt yapının üst
yapıdaki düşünsel ilişkileri şekillendirdiğini söylüyordu. Buna göre toplumun maddî
yaşamındaki üretim ilişkileri, üretim araçları, üretim koşulları alt yapıyı
oluştururken, üst yapıda alt yapıdaki ilişkilerin şekillendirdiği din, ahlâk, felsefe, sanat
ve bilim bulunuyordu. Tabii ki Marks’ı diyalektik materyalizme sadece Hegel
götürmedi. Ludwing Feurbach hem Marks’ı hem de Engels’i materyalist yapan
kişidir. Paris’te tanıştıkları Moses Hess’in etkisi ile de komünist toplum anlayışına
ulaştılar.
Marks, Almanya’da Ren gazetesinde çalıştı ve işçileri örgütlenip düzeni yıkmaya ve
proletarya diktatörlüğünü kurmaya çağırdı (1842). Gazetenin kapatılması (1943) ile
-
Paris’e ve oradan da Brüksel’e gitti. Bu sırada siyasî ve iktisadî tezler üzerinde Engels
ile birlikte çalışıyor, çeşitli eserler yayınlıyorlardı. Marks yaptığı çalışmalar sonucunda
düzenin haksızlıkları ile kendini yıkmaya doğru gittiğini düşündü ve proletaryayı bu
düzenin yıkılmasını hızlandıracak eylemlere çağırdı. 1848’de yayınladığı Komünist
Manifesto’da “Amaç dünyayı anlamak değil, onu değiştirmektir” der ve bunu Marksist
iktisat teorisine dayandırır. Marks ve Engels’e göre, burjuva sınıfı üretim araçlarına
sahip olduğu ve üretim ilişkilerini belirlediği için güçlüdür. İşçi ise, burjuva sınıfının
tahakkümü altında köle gibi çalışmakta ve maddî imkânsızlıkları nedeniyle kendi
ürettiği ürüne dahi yabancılaşmaktadır. İşçiler birleşerek, güç kullanarak burjuva
düzenini yıkmalı ve proletarya diktatörlüğünü kurmalıdır. Bu düzen kurulduktan sonra
yavaş yavaş toplumsal sınıflar arasındaki tabakalaşma ve mücadele yok olacak, sınıfsız
toplum doğacak, komünizme ulaşılacaktır. Biraz da slogan ifadesi ile söylersek; Marks
ve Engels işçilerin bu uğurda kaybedecekleri tek şeyin esaret zincirleri olduğunu
belirtiyor, emekçi sınıfı (geniş anlamda) “Bütün emekçiler birleşin!” çığlığı ile
birleşmeye teşvik ediyordu. Marksist teori (bilimsel sosyalizm) böylece kurulmuştur ve
pek çok ezilmiş insana ümit olmuştur. Bundan sonradır ki teori yayıldıkça sosyolojik,
felsefî, iktisadî incelemelerde “sınıf mücadelesi” kavramı ve kaynağını Marksist
teorideki “tez – antitez” mantığından alan; “alt yapı – üst yapı” , “burjuva – proleter” ,
“zengin – fakir” , “feodal bey/ağa – köylü” gibi ikili çatışmalar sosyal bilimlerde yer
bulmaya başladı. Bu çatışmaların ve yeni ideolojinin halk arasında yaygınlaşmasında
edebiyat önemli rol oynadı. Zira, bu yeni felsefeyi ve devrimci mücadeleyi popüler
kılmanın en kestirme yolu edebîyat ve yazılı basındı. Cemil Meriç, Batı ve Doğu
aydınlarını karşılaştırdığı bir makalesinde duruma şu sözleri ile işaret eder:
“Avrupa’da kültürün aracı: Akıl; Asya’da : Coşku. Aklın dili: söz; coşkunun: musiki.
Avrupa’da söz musikiden kopmuş, Asya’da musikinin kendisi. Avrupa’da söz, bir izah
cehdi, bir deliller resmî geçidi, istidlâller arasında bir çatışma. Kaynaştırmaz ayırır.
Asya’da kelâm, sonsuz makamları olan bir beste. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün.
Zekânın dili: Nesir; gönlün: Şiir. Avrupa’da bir silâhtır kelime, bizde bir ses yani nota.
Avrupa’da insan ezelî bir kavga içindedir. Kişinin kişiyle, kişinin toplumla ve tabiatla
kavgası. Kelimeler ideolojinin emrinde birer dinamit (…) Entelektüel, kurulu düzenin
temellerini aşındırır2.” (Meriç 1983, 133-134)
2 Vurgulamalar tarafımızdan yapılmıştır.
-
Meriç’in de vurguladığı gibi, Batı aydını, özellikle Aydınlanma Çağı sonrasında sözü
ideolojinin emrine vermiş ve kitleleri ardından bu sayede sürüklemiştir. “Enternasyonal
Marş”ın bile bu boyutta taşıdığı anlam önemli bir örnek olarak karşımıza çıkar.
Devrimci yazar da bu noktada, Cemil Meriç’in söyleyişiyle, kelimelerini ideolojinin
emrinde birer dinamit gibi kullanmaya başladı. Marksist teorinin öncesinde ve
sonrasında Batı aydını, toplumsal yapıdaki haksızlık ve eşitsizliklere karşı duyarsız
kalmadı. İlk etapta burjuva edebiyatı içinde Balzac, Stendhal, Dickens, Turgenyev,
Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlar çağın panoramasını sergiledikleri büyük
eserlerinde yeni sınıfı, toplumsal yapıdaki bozuklukları, dram içine düşmüş çağ insanını
gösterim yöntemiyle yansıttılar. Hatta, yer yer eleştirel gerçekçiliğe dahi ulaşan tablolar
yarattılar. Bu “halkçı (belki ilk etapta popülist), devrimci (ilk etapta ütopist) ve
gelecekçi” bir aydın tipinin doğuşuna işaret ediyordu. Fischer, her ne kadar XX. yy.
aydını ve yazarı için konuşsa da bu aydın tipinin özelliklerini belirleyen şu sözleri ile
değişimin uzun zaman içindeki devamlılığını gösteriyor:
“İçinde yaşadığımız yabancılaşmış dünyada, toplumsal gerçekler dikkati çekecek bir
ışıkta, konunun ve kişilerin ‘yabancılaşmışlığı’ içinde ortaya konmalı. Sanat yapıtı
seyirciyi devinimsiz benzeşme yoluyla değil de, onun eyleme katılmasını, karar
vermesini sağlayacak yargı gücüne seslenerek kendine bağlamasını bilmelidir.
İnsanların toplu yaşayışını düzenleyen kurallar oyunlarda ‘geçici’ ve ‘yetersiz’
gösterilmeli, böylece seyirciyi seyretmenin ötesinde daha verimli bir davranışa itmeli,
giderek oyun boyunca düşünmesini sonunda da ‘bu iş böyle olmaz, katlanılır şey değil
bu. Buna bir son vermeli’ diyecek bilince kavuşturmalıdır.” (Fischer 1979, 113)
İşte burjuva aydınları toplumdaki çatışmaları görüyor ve yansıtıyorlardı. Marksist ya da
sosyalist anlayışa sahip yazar ve aydınlar ise bir nebze Aristo’nun “katharsis”ini
yeniden yorumluyorlar ve eseri (ve yazarı), kişiyi eyleme geçirmekle
görevlendiriyorlardı. Cemil Meriç, haksızlıklar üzerine kurulu burjuva toplumunun
eşitsizliklerinden dolayı halkı ile düzen arasına sıkışan aydının durumunu / dramını
şöyle betimliyor:
“Kitaplarla yaşanan gerçekler arasındaki uçurum entelektüeli yaralamaktadır. Artık
kutsiyetine inandığı bir davanın alemdarı değil, muzdarip bir vicdandır. Karşısında iki
-
yol vardır: Kurulu düzenin yalanlarını ilmîleştirmek, yani hakikat çarpıtıcısı, daha
doğrusu çoban köpeği olmak veya ezilenlerin yanında yer almak, her haksızlığa karşı
gelmek, her yalanı susturmak, her samimiyetsizliği ifşa etmek. Demek ki namuslu aydın
yaşadığı çevreye uymayandır.” (Meriç 1983, 132)
İşte bu şartlar altındaki aydınlardan bir kısmı toplumculuğu, bir kısmı ise düzen
yandaşlığını seçmiş, kimisi de geçirdiği bunalımla topluma sırtını dönerek bunalımını
içselleştirmiştir. Sonuçta şunu görürüz ki XIX. yy. Batı aydını için bir bunalım ve karar
çağıdır. Marksistlere göre toplumu ile çelişen aydın, halkın yanında yer alıp proletarya
diktatörlüğünün, son kerte de komünizmin kurulmasına yardımcı olmadıkça bu
çelişkiler içinde yaşayacaktır.
Edebî anlamda da Marksist yazarların savaşımı gerçekçiliğin serpildiği 1850 sonrasına
rastlar. 1848’de yayınlanan Komünist Manifesto ve Marks ile Engels’in diğer eserleri
belli bir sosyalist aydın kitlesinin oluşmasını sağladı. Ama buna rağmen Avrupa’da
sosyalist içerikli bir edebiyatın oluşması da zaman aldı. Edebiyat önce burjuva edebiyatı
içinde filizlenen ve toplumsal yapıdaki aksamalara, çirkinliklere işaret eden “tarihsel ve
eleştirel gerçekçilik” döneminden geçti. Gerçekçiliğin tarihi içindeki bu önemli evreyi
Pospelov şöyle değerlendirir:
“Gerçekçiliğin en yetkin ve kuşatıcı biçimde gelişmesi için belirli bir düşünsel
önkoşulların varlığı zorunluydu. Bunların en başta geleni ise, gelişkin yazarların
bilinçlerinde, tarihsel bakış tarzının oluşması, yani kendi çağlarındaki toplumsal
yaşamın özgüllüğünü kucaklama yetisinin oluşmasıydı. İşte bu yetiyi 19. yüzyılın ilk
çeyreğinde Dickens (İngiltere), Balzac ve Stendhal (Fransa), Puşkin (Rusya), Heine
(Almanya) özellikle güçlü olarak geliştirdiler.
(…)
Sanatsal edebiyatın ilerici yazarları için de aynı şey geçerlidir. Dickens olsun, Balzac,
Stendhal olsun, Puşkin, Heine olsun, hepsi de dikkatlerini günün ve geçmişin toplumsal
çelişkilerini aydınlatmaya yoğunlaştırmıştı. (…) Öte yandan gene bu yazarlar, emekçi
katmanların sürekli artan sömürülmelerini ve ezilmelerini, derinleşen
hoşnutsuzluklarını, halk yığınlarının protestolarını ve muhalif hareketlerin ortaya
çıkışlarını görüyorlardı.” (Pospelov 1995 480-482)
-
XIX. yy.ın gerçekçileri toplumun sıkıntılarını gerçekten görüyorlardı. Fakat onların
yaşadıkları bağlamın imkânları gereği, bunu eserlerinde devrimci bir şekilde işlemeleri
beklenemezdi. Onlar işçilerin sefaletine acıyarak bakıyorlardı3. Buna rağmen onların
meseleye tamamen duyarsız kalmadıkları, kendi kültürleri ve ideolojik bakış açıları ile
çareler aradıkları görülür:
“Puşkin için olduğu gibi, Balzac, Stendhal, Dickens ve Thackeray için de, tarihsel
gelişimin doğasıyla ilgili yargı verirken üstünde durulacak şey, kapitalizme karşı
alınacak tavırdı. Yeni toplumsal sistemin toplum üzerindeki etkisini incelerken bu
yazarların tümü kapitalizmin karşısına konacak, toplumsal düzen içindeki güçlerini ve
ilkelerini aramışlardır. Balzac, hatalı bir biçimde kapitalist yatırım anarşisini,
kapitalizmin düzensiz gelişmesinin giderek bencil burjuva ahlâkının yozlaştırıcı
etkisinin, monarşiyle, kilisenin katı baskısı yoluyla önlenebileceğini sanmıştır. Dickens
de insanlarda uyandırılmasını gereken ahlâksal duygu gücünün, kapitalizmin toplum
bilinci üzerinde yıkıcı etkisine karşı koyabileceğini düşünmüştür. Puşkin ise, Stendhal
gibi, Dubrovski ile Pugaçov İsyanı Tarihi’nde, ayrıca Mérimée’nin La Jacquerie’sinde
temel düşünce benzerlik gösteren Şövalyelik Günlerinden Sahneler’de, devrimci halkla
birlik olma olanağını araştırmışlardır.” (Suçkov 1982, 79)
Bu alıntılar, burjuva yazarlarının gerçekleri ne derecede sezebildiklerini göstermek için
sanırım yeterlidir. Teorinin yokluğu ve sanatçının bağlanımı ile ilgili sorunlar onları
şartlar karşısında sert ve devrimci bir tavır takınmaktan alıkoyuyordu. Zaten, toplumcu
gerçekçiliği tanımlayan pek çok eleştirmen ve yazar, eleştirel gerçekçiliğin (ya da
tarihsel gerçekçiliğin) bu durumunu yazarın kapitalist toplum içinde olmasına bağlar ve
toplumcu gerçekçiliğin tam anlamıyla ifadelendirilmesi için sınıfsız toplumun
gerekliliğine vurguda bulunurlar. Lukacs;
3 Bu duyarlılığa Puşkin’in şu sözlerinde rastlarız meselâ: “İngiliz işçilerini dinleyin bir, saçlarınız diken diken olacaktır. Ne korkunç işkenceler, ne akıl almaz eziyetler! Ne soğukkanlı bir barbarlık, öte yanda, ne korkunç yoksulluk! Sanırsınız firavunların piramitleri yapılıyor, Mısırlıların kırbaçları altında Yahudiler çalışıyor. Değil tabii, sadece Bay Smith’in iplikleri ile iğneleri yapılıyor. Ayrıca şu da var, bir kötü davranma, bir suç da değil bu, her şey yasaların kesin sınırları içinde yapılıyor. Dersiniz ki İngiliz işçisinden daha talihsizi yoktur herhalde, ama bir bakıyorsunuz yeni bir makine icat olmuş, hadi bu kez ağır işte çalışan beş altı insan bir anda kovuluyor, tümü günlük geçiminden oluyor.” (Suçkov 1982, 80)
-
“Toplumculuk eleştirel gerçekçilik çevresi içinde benimsenebilir. Fakat toplumculuğun
açıkça onaylanması eleştirel gerçekçi edebiyat alanındaki başlıca örneklerin bir özelliği
değildir. Üstelik böyle bir benimseme bir bakıma soyut kalacaktır, çünkü eleştirel
gerçekçi bir yazarın toplumculuğu betimlemeye kalktığı durumlarda bile, bu betimleme
ister istemez dışardan yapılmış bir betimleme olacaktır.” (Lukacs 1986, 108)
sözleri ile bunu ifade eder. İsmail Tunalı da bu ayrıma değinir ve sınıfsız toplumda
eleştirilecek şeylerin ortadan kalkacağı için eleştirilecek bir şeyin kalmayacağını söyler.
Batıda eleştirel gerçekçiliğin varolmasını bu yüzden son derece doğal karşılar (Tunalı
1993, 146). Tam da bu yıllarda, yani XIX. yy.ın ortalarında Belinski yazılarında
Marksist estetiğin ilk teorik çalışmalarını başlatır (1840 sonrası). Belinski ile toplumcu
gerçekçiliğin ayak sesleri uzaktan da olsa kendini duyurmaya başlamıştır (Pospelov,
1995, 485). Belinski’yi Pisarev, Çernişevski ve Dobrolyubov takip eder. Bu
eleştirmenler, Marksist dünya görüşlerinden yola çıkarak, bir kuram hâlinde değilse de,
Marksist estetiğin temellerini attılar.
Avrupa’da eleştirel ve tarihsel gerçekçilik çeşitli yazarlar tarafından sürdürülse de
toplumcu yönelime sahip edebiyatın yerleştiği asıl ülke Rusya oldu. Zira Rus halkı
batılılaşma ve aydınlaşma sürecini yaşamasına rağmen, hâlâ Çarlık rejiminin baskısı
altında inliyor, kölelik devam ediyor, kadınlar ikinci sınıf vatandaş sayılıyor, Rus mujiği
sefalet içinde sürünüyordu. Bu sosyal ortam, çoğu kendisini Fransa’da ya da
Almanya’da yetiştirmiş Rus aydınını isyana sürüklüyordu. İç bunalımlar artmış,
toplumsal uçurum inanılmaz seviyeye ulaşmıştı. İşte böyle bir ortamda “sınıf
düzeni”nin haksızlığı üzerine vurgu yapan ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırmak
iddiasında olan Marksist öğreti kolaylıkla tutundu ve Çarlık rejiminin baskıcı, acımasız
düzeni içinde kendini ifade etmenin yolu olarak edebiyatı seçti:
“Rusya’da zorba yönetim, entelektüel güçlere kendilerini topluma hissettirebilmeleri
için edebiyat alanından başka yol tanımamakta; denetim uygulaması ise, toplumsal
eleştiriyi, ancak edebiyat biçimleri içinde ifade bulmaya zorlamaktaydı.” (Alıntılayan:
Oktay 1986,46)
Turgenyev’in, Gonçarov’un, A. Ostrovski’nin Rus aydının ve halkının dramına
değindiği, Gogol’ün kölelik düzeninin sıkıntılarını işlediği gerçekçi eserlerini yazdığı
-
bu yılların ardından toplumcu sanat güç kazanarak devam etti (Oktay 1986, 44-46). İlk
önemli eser, Çernişevski’nin hapisteyken yazdığı “Nasıl Yapmalı?” (1862 – 1863)
olur. Çernişevski, Rus toplumunun sınıfları arasındaki uçurumun derinleştiğini
gösteriyor ve ilerde toplumcu gerçekçiliğe örnek olacak Rahmetov, Lupohov, Kirsanov,
Vera Pavlovna gibi olumlu devrimci romantik tipler yaratıyordu. Çernişevski’nin bu
ütopik devrimci eseri önemli bir örnek oluyordu. Eserin ülkemizde Öteki Yayınevi
tarafından yapılan 3. baskısının önsözünde çevirmen Mazlum Beyhan, yazarın
“kendini devrimci dönüşüme adayan kadının destanını yaz”dığını, Marks’ın istediği
devrimci tipin ilk kez onun tarafından yaratıldığını vurgular (Beyhan 1997, 7-16).
1905 ve 1917 devrimlerinin önderi Lenin’in dahi etkilendiğini söylediği bu eser,
dönemin gençliği ve Marksist sanatçılar için bir manifesto hâline geldi, büyük bir örnek
oldu. Hatta 1930’larda bile toplumcu gerçekçiler arşetiplerini de bu eserde buldular.
Pospelov, Çernişevski’nin de içinde bulunduğu devrimci yazar – eleştirmenlerin
niteliğini şu sözlerinde özetler:
“Nekrasov, Çernişevski, Saltıkov – Şçedrin vd. ise, birer Raznoçintsı’dan4 ibaret
değillerdi, tümüyle feodal mutlakçı sistemin genel bunalımını görmüş, saptamış, halk
yığınlarının savunusuna geçmiş ve kendi zamanlarında toplumsal yaşamın bütününe
halkın çıkarları açısından bakmayı bilmiş, devrimci demokratlardı.” (Pospelov 1995,
187).
Gorki ve Plehanov da 1900’lü yılların başında ortaya çıkmış ve Rus edebiyatında
önemli derecede etkili olmuşlardı. Plehanov, her ne kadar 1917 sonrasında devrimci
cephe ile anlaşamayıp yurt dışına çıkmak zorunda kalmışsa da, toplumcu gerçekçi
sanatçıların her birini etkileyen bir kuramcı olmuştur ve Marksist öğretiyi ilk kez derli
toplu bir şekilde estetik bir kuram hâline getirmesi ile çok özel bir yer edinmiştir.
Plehanov, sanatı üretim ilişkileri bağlamında ele almış, materyalist bir bakış açısıyla
sanatın kaynağına “iş” olarak işaret etmiştir (Moran 1994, 42). O, Sanat ve Toplumsal
Hayat adlı eserinde Çernişevski, Dobrolyubov, Belinski gibi eleştirmenlerin sanata
yaklaşımlarını değerlendirmiş ve kendi kuramını da bu eleştirilerinde temellendirmiştir.
Plehanov eserinde toplum – edebiyat ilişkisine ve edebiyatın sınıfsallığına değinir:
4 “Roznoçintsı: 19 Yüzyıl Rusya’sında, soylulardan olmayan ve köylü, memur, kilise ve küçük burjuvazi çevrelerinden gelen liberal ve demokrat aydınlara verilen ad.” (Pospelov 1995, 187).
-
“Bence toplumsal bilinç toplumsal şartlar tarafından belirlenir. Bu görüş tarzına
katılan kimse için ‘her ideolojinin – sanat ve edebiyatta dâhil olmak üzere – belli bir
toplumun ya da, sınıflara bölünmüş bir toplumdan söz ediliyorsa belli bir sınıfın
eğilimlerini ve ruh hâllerini ifade ettiği açıktır. Yine açıktır ki, bir eseri tahlil etmek
isteyen bir edebiyat eleştirmenin hangi toplumsal bilinç (ya da sınıf bilinci) unsurunun
dile gelmiş olduğunu kavramış olması gerekir” (Plehanov 1987, 9)
O, Fransız edebiyat tarihçisi Lanson’un ünlü edebiyat tarihi makalesi üzerine ciddî
çalışmalar yapar ve edebiyat tarihine biyografik katkılarda bulunur. Adı geçen eserinde
İbsen, Tolstoy, Hamsun gibi yazarların eserlerini neredeyse toplumcu gerçekçi bir
bakış açısıyla incelemiş, bir diğer makalesinde saf şiir arayanları, sanat için sanat
anlayışını savunanları eleştirmiştir. Edebiyatın biricik amacının bizzat kendisi olduğunu
söyleyen idealist yazarların anlayışlarını yine içinde yaşadıkları çevreye bağlar ve
“Sanat için sanat eğilimi, sanatçılarda onları saran toplumsal çevre arasında bir
uyuşmazlığın bulunduğu yerde ortaya çıkar.” (Plehanov 1995, 23) sözleri ile sanatçının
topluma karşı yabancılaşmasının yaratacağı sorunu da oldukça gerçekçi bir şekilde
tespit eder.
Devrin büyük yazarı Gorki de özellikle Ana (1907) adlı büyük eseriyle siyasî anlamda
1917’de gerçekleşecek devrimi, edebiyat sahasında on yıl önce gerçekleştirmiş, Ana’da
ve diğer romanlarında devrimci romantik tipler yaratarak Rus devrimci edebiyatının en
önemli yazarı hâline gelmiştir. Ayrıca Gorki, edebiyat ve sanat ile ilgili yazdığı bazı
yazılarla da çevresindeki yazarları etkiliyor, toplumcu edebiyatın gelişmesinde öncülük
yapıyordu.
Güzel sanatların pek çok dalında ve basın – yayın hayatında devrim öncesinde, ama
özellikle sonrasında etkili olan bir diğer önemli isim de Lenin’in yanında yetiştirdiği ve
partinin yayın organları olan Vpeyrod, Proletari ve Novaya Jizy’nin başına geçirdiği
Anatoli Lunaçarski’dir. Edebiyat, tiyatro, resim, müzik gibi pek çok sanat alanında
devrimci ideolojinin yaygınlaşmasına önemli katkısı olan Lunaçarski, 1917 sonrasında
SSCB eğitim ve sanatından sorumlu Eğitim İşleri Halk Komiserliği görevini üstlenir. O,
artık ülke edebiyatı ve sanatının en yetkili kişisidir. Lunaçarski edebî eleştirinin,
-
Marksist estetiğin devlet güdümünde gelişmesinde de belirleyici olmuştur. (Lunaçarski,
Tarihsiz; 7-10). Ona göre her alanda;
“Proletaryanın gelişmesine yardımcı olan her şey iyidir, buna zarar veren her şey
kötüdür.” (Alıntılayan: Oktay 1986,67)
Devrimin ideologu Lenin siyasetle ilgilendiği gibi az da olsa sanat ve edebiyatla da
ilgileniyordu. O, bu konularda ileri sürdüğü fikirlerle yönlendirici / engelleyici / itici bir
rol oynuyordu. Lenin’in yıllar sonra bile belirleyici olacak son derece katı ve devletçi
bir sanat görüşü vardır. O, partinin kabullenmeyeceği hiçbir fikri, sanat ve felsefî
anlayışı olumlamaz. “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” (1905) başlıklı ünlü
konuşmasında adeta toplumcu gerçekçiliğin katı sınırlarını çizmektedir:
“Parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya için, edebiyat bireyleri ya da grupları
zengin etme aracı olamaz. Edebiyat, proletaryanın ortak davasından kopuk, bireysel bir
girişim de olamaz. Partizan olmayan yazarlara paydos!5 Edebiyat süpermenlerine
paydos! Edebiyat, proletaryanın bir parçası tüm işçi sınıfının bilincine ermiş tüm
öncüleri tarafından harekete geçirilen bir tek büyük Sosyal – Demokrat mekanizmanın
dişlisi olmalıdır. Edebiyat, örgütlü, plânlı ve bütünleşmiş Sosyal – Demokrat Parti
çalışmalarının koparılmaz bir parçası olmalıdır.” (Cılızoğlu 1976, 154)
1917 Bolşevik Devrimi sonrasında proletarya diktatörlüğü kuruldu. Bu yıllarda sanat ve
edebiyat sahasında ploletkült (proleter kültür) hâkimdi. Bu hareketin başında Bogdanov
bulunuyordu. Proletkült mensuplarının devrimin verdiği coşku ile geleceğe idealist bir
şekilde baktıkları ve geçmiş edebiyatı yok saydıkları görülür. Onlar, geçmişin bütün
mirasını reddediyor ve yeni doğacak Marksist – Leninist edebiyatı yaratmayı
hedefliyorlardı. Çalışan insanın doğayla mücadelesine, kollektif çalışmalardaki canlılığı
eserlerine yansıtıyorlardı. Fakat devrimcilikte gösterdikleri ortodoks tutum, onların
hizipçilikle suçlanmalarına neden oldu ve proletkült hareketine son verildi (1922).
Özellikle Lenin’in de onayı ile ve Troçki’nin “Proleter rejimi bir geçiş olacağından ,
proleter kültür ve sanatı da hiçbir zaman var olmayacaktır” (Troçki 1976, 12) yönünde
5 Lenin bu konuşmasındaki “Partizan olmayan yazarlara paydos!” şeklindeki sözleri kimi çevirmenlerce “Kahrolsun partisiz yazarlar!” şeklinde de çevrilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz.: Akif Kurtuluş, Politika ve Sanat (Ekim Devrimi 1917 - 1932), Avesta Yayınları, İstanbul 1996, 149. s.)
-
ileri sürdüğü mazeretle durdurulan hareketi, Akif Kurtuluş devrimci hareket uğruna
verilmiş bir “adak” olarak görür (Kurtuluş 1996,21). Bundan sonraki kısa dönem belki
1960’lara kadar ki en özgür dönemdi. 1922-28 arasında devrimin verdiği heyecan ve
coşku kısmen yerini mantığa bırakmış, edebiyat alanında yapısalcılık, biçimcilik,
gelecekçilik, kübizm gibi en uç akımlar bile, gerçekçilikle bir arada yaşamıştır (Oktay
1986 70). Bu döneme NEP (Yeni Ekonomik Düzen) dönemi adı verilir. Bu arada Tüm
Rusya Yazarlar Birliği (RAPP) kuruldu. RAPP, devlet destekli bir kuruluştu. Buna
rağmen kararlarında özerkti ve zaman zaman eleştirel yaklaşımları ile göze çarpıyordu.
Devrimin gerçekleşmesinden sonra sosyalist düzen içinde eleştiri yapılamayacağına
inanan ve bütün otoriteyi elinde tutan Stalin ve yandaşları edebiyatı, geniş manada
sanatı, devlet denetimi altına almak gerektiğini düşünüyorlardı. 1932’de RAPP’ın katı,
bilinçsiz ve hizipçilikle suçlayanlar ortaya çıkınca Stalin RAPP’ı edebiyatçıların
tamamını içine alacak bir örgüt açma sözüyle kapattı. 1934’te Maksim Gorki, Stalin’in
kültür çevrelerindeki etkili adamı Jdanov ve çevresindekilerce ikna edilerek Sovyet
Yazarlar Kongresi I. Kongresi’nde konuşması sağlandı. Rus edebiyatının bir numaralı
ismi Gorki böylece “sosyalist gerçekçilik”in yeni edebiyat anlayışı olduğunu ilân etti.
Maksim Gorki; bu konuşmasında, SSCB’deki değişimin edebî sahada yansımasını
yeterince bulmadığını, devrim öncesi edebiyatın temasının iyice kavranıp
değerlendirilmediğini söylüyor ve yazarların birleşip yeni toplumun ihtiyaçlarına cevap
verecek bir edebiyat kurmaları gerektiğini vurguluyordu.
“Çeşitli yetenekleri, yeni ve yetkin yazarların sayısındaki artışla Sovyet edebiyatı
birleşik ve toplu bir bütün olarak, sosyalist kültürün güçlü silâhı olarak örgütlenmelidir.
(…)
Sosyalist gerçekçilik, yaşamın eylem, yaratıcılık demek olduğunu, ileri sürer. Sosyalist
gerçekçiliğe göre yaşamın amacı, insanın doğa güçlerini yenmek, sağlıklı ve uzun bir
ömürlü olmak, yeryüzünde yaşamak mutluluğuna erişmek konusundaki değerli kişisel
yeteneklerini dilediğince geliştirebilmelidir. İnsan, isteklerinin sürekli artışına bağlı
olarak, dünyayı bir tek aile gibi birleşmiş olan insanlığın yurdu yapmak özlemindedir.”
(Cılızoğlu 1976, 58 – 59)
-
Gorki’nin daha çok şiirsel sayılacak konuşması ile çok da açıkça koymadığı katı ilkeler,
aynı kongrede konuşma yapan ve ayrıntılarına daha sonra değineceğimiz Andrey
Shdanow tarafından dile getirildi. Ama bu kongreden sonra edebiyat devletin baskısı
altına girdi ve devlet sansürü başladı. Belli kalıplara uymayan yazarlar desteklenmedi ve
dışlandı. Hatta bazıları idama ya da sürgüne dahi mahkûm edildi6. Sosyalist
gerçekçiliğin edebiyatçılar üzerindeki baskısı ancak 1953’te Stalin’in ölmesiyle bir
oranda kalkmış, edebiyat zamanla ideolojik olarak baskıcı olmayan toplumsal
gerçekçiliğe evrilmiştir.
Toplumcu gerçekçiliğin gelişme evrelerini böylece verdikten sonra artık onun en temel
özelliklerine değinmek gerekiyor. Sosyalist gerçekçilik, gerçekçilikten farklı olarak
burjuva dünyasını değil, sosyalist toplumu konu alır ve sosyalist gerçekçilik genellikle
sosyalist toplum içinde var olabilir. Yazarların toplumun olumlu kahramanlarını
“devrimci romantik” tipleri yaratmaları beklenir, toplumdaki aksamaların geçiciliğini
düşünmeden yansıtması “burjuva ajanlığı” sayılır. Natüralist edebiyatın bilimsellik
iddiasıyla ortaya attığı deneyciliği kullanmaz, insanın tarihsel – materyalist gelişiminin
doğasını keşfetmeyi hedefler. Dine, metafizik şeylere inanmaz. Düne ve ana bakmaktan
çok, ikisini değerlendirip umut dolu bir gelecek çizmeyi hedef alır.
Andrey Shdanow’un Sovyet Yazarlar Kongresi I. Kongresi’nde saydığı maddelerde
sosyalist gerçekçiliğin gelişimine ve temel yönelimlerine işaret eder ve onu sınırlar.
Shadonow’un ve İsmail Tunalı’nın yorumunu birlikte alıyoruz:
“ 1. Burjuva edebiyatı bugün artık hiçbir büyük yapıt yaratamayacak bir durumdadır.
Kapitalist sistemin çöküntü ve tembelliğinden doğan burjuva edebiyatının çöküşü ve
çözülüşü, burjuva kültürünün durumu için karakteristik bir özelliktir… Burjuva
kültürünün çöküşü ve tembelliği için, mistisizm, dindarlığa dalma, pornografi için
duyulan tutku karakteristiktir. Kalemini kapitale satmış olan burjuva edebiyatının en
gözde kişileri, bugün, hırsızlar, dedektifler ve sahtekârlardır.
6 Sovyet Devrimci Tiyatronun kurucusu Meyerhold, öykücü Babel, şair Mandelstam bu devlet terörüne
kurban gidenlerdendir. (Anabritannica Genel Kültür Ansiklopedisi “Toplumcu Gerçekçilik” mad., 21.
Cilt, Anabritannica, Ana Yayıncılık AŞ. ve Encyclopeadia Britannica İnc., İstanbul 1990, 98. s.)
-
2. Bizim yurdumuzda ise, edebiyat yapıtlarının baş kahramanları, yeni yaşamın etkin
kurucularıdır: İşçiler, işçi kadınlar, kamu için çalışan köylü erkekler ve kadınlar, parti
görevlileri, iktisatçılar, mühendisler vb. gibi.
3. ‘Büyük Stalin’ , bizim yazarlarımızı ‘insan ruhunun mühendisleri’ olarak adlandırdı.
Bu ne demek? Bu ad, onlara ne gibi görevler yüklüyor? İlkin, sanat yapıtlarında
yaşamı, hakikate sadık tasvir edebilmek için yaşamı tanımak, körü körüne değil, ölü gibi
değil, ‘objektif gerçeklik’ olarak da değil, tersine devrimci gelişme içindeki gerçeklik
olarak tanımalı. Burada hakikate sadık ve tarihsel olarak somut sanat tasviri, emekçi
insanlara sosyalizm ruhu içinde ideolojik olarak biçim vermek ve onları eğitmek gibi
bir görevle bağlı olmalıdır. Bu, bizim edebiyatta ve edebiyat tarihinde sosyalist
gerçekçilik olarak adlandırdığımız yöntemdir. Bizim Sovyet edebiyatı tek yönlü olma
gibi bir yergiden de korkmaz.
4. İki ayağı ile materyalist temele sağlamca basan edebiyatımız için, yaşama yabancı
hiçbir romantizm söz konusu olamaz; ancak, yeni türden bir romantizm, devrimci bir
romantizm söz konusu olabilir. Biz, şöyle diyoruz: Sosyalist gerçekçilik, Sovyet
edebiyatının ve edebiyat eleştirisinin temel yöntemidir. Ama, bu şunu şart koşar:
Devrimci romantizm, bütünleştirici bir eleman olarak edebiyat yaratımı içine girmeli,
çünkü, partimizin tüm yaşamı, işçi sınıfının tüm yaşamı ve onun kavgası, en sert, en
uyanık çalışmanın en yüksek kahramanlık ve en geniş açılarla bağlılığından ibarettir.
5. Çok çeşitli yazarların emrinde bulunuyor. Sovyet edebiyatı, bu araçları çeşitliliği ve
çokluğu içinde uygulama ve daha önceki dönemlerden bu alanda yaratılmış en iyi’yi
seçme olanaklarına sahip. Bu görüş açısından bakıldığında, edebiyat tekniğine egemen
olma, bütün dönemlerin edebiyat mirasına eleştirel olarak sahip olma bir ödevdir; bu
ödevi yerine getirme den, siz insan ruhlarının mühendisleri olamazsınız.’
İşte, on yıllar boyunca etkileyici bir güç olarak kendini kabul ettirmiş olan sosyalist,
(toplumcu) gerçekçilik, varlığını Shdanow’un bu beş maddelik önerisinde bulur. Ama,
bu beş önerinin temelinde yatan ana düşünce ise, Stalin’in sanatçıyı, ‘insan ruhlarının
mühendisi’ olarak belirlediği düşüncedir. Bu da, partinin belirlediği ideolojik yönde
ruhlara biçim vermekle olur. Böyle bir disiplinin dışında, sanat topluma yarar değil,
zarar verir. Bundan ötürü, sanat, partinin belirlediği ideolojik yön ve erekler için
güdümlü bir sanat olacaktır. Böyle bir sanat anlayışı, vaktiyle Platon’un ideal devletini
belirlerken sanat için çizdiği politik-ahlâk belirlemeleri ne kadar derinden hatırlatıyor?
-
Orada da Platon, yurt