tÜrkÇe sorunu murat belge · tÜrkÇe sorunu murat belge dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle...
TRANSCRIPT
![Page 1: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/1.jpg)
TÜRKÇE SORUNU
Murat BELGE
Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline
gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa dönemine özgü değildir.
Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne derece bilinçli yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak varoluyor. Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca
gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle içinden çıkılır gibi
değil.
Türklerin Ortadoğu'da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap
ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da
değildi: Göçebe bir topluluk, uzun yıllar boyunca "sofistike" bir uygarlık yaratmış, yerleşik
toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu. Türkler, kendi yaratmadıkları bir
hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata
ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta
Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu
büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.
Dilbilim, bize bir dilin kendi başına "zengin" veya "yoksul" olmayacağını söyler. Dil
bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini oluşturan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu
anlamları iletmeye yeter. Iletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir. Bütün diller gelişmeye açıktır. Dili konuşan
topluluğun ihtiyaçlarına göre, dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir. Dilbilimcilerin bu
yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdiği bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun
çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılmayacak
kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların "otomobil" anlamına gelebilecek bir
kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin yoksul olduğunu değil, sadece
otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir.
Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.
Şu halde, "yoksul" dil veya "ilkel" dil diye bir şey olamaz. Her dil, hiç değilse
potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Tabii bu arada, "ilkel" diye bilinen
bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, "gelişmiş" diye bilinen dillerde
ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.
Diller bu anlamda "eşit"tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu "ileri" ya da "ilkel",
"aşağı" ya da "yukarı" gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya
"aşağı"lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne
olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde,
ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel
bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada "fiziksel"i de
askeri anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum
![Page 2: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/2.jpg)
bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki, Eskimolar karşılaştıkları
otomobilleri tepelediler. Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre
yenik düştüler demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya'dan gelen Türkler de fethettikleri
toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?
Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar "eşit" olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de eşit
olamaz. Hele ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada, X
dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde yeni karşılık
türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere önceden vermiş olduğu adları
kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada
gördükleri ve ilk olarak tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok
benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: "kılıç", "kalkan" gibi. Ama yüzlerce
başka çeşit söz konusu olduğunda, "kefal", "palamut", "melanur", "sinagrit" gibi Rumca adları benimsemişlerdir.
Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama seçkinlerin Türkçe'den
çok Arapça'ya ve Farsça'ya yaslanan yepyeni bir dil oluşturmaya giriştikleri, bunu
sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da doğru. Ama dünyada karma dili olan tek toplum
da biz değiliz. Bugün konuşulan Ingilizce'nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson
kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen Fransızca,
Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, Iskandinav işgali yoluyla gelen Iskandinavca) oluşur. Sanırım bu oran bile Türkçe'ye göre, hele şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçesine göre,
daha olumlu. Ama bir dile bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir
sorun olma özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse,
gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı.
Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya çıkması ve
gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici kavramın henüz bilinmediği bir
çağda gerçekleşmişti. Bu dili oluşturan yönetici sınıf için, Osmanlıca'nın karma olması ya
da olmaması fazlaca önemli değildi. Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe'yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Âşıkpaşazade gibi.
Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken
ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe
geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu. Örneğin, Âşıkpaşazade, döneminin yeniliği
olan "devşirme"liğe karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen
beylerinden yanaydı. Buna bakarak Âşıkpaşazade'nin milliyetçi olduğunu mu
söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı'nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha "feodal" bir yapıydı. Padişahın merkeziyetçiliği sağlama
almak için kullandığı güç devşirmelerden değil, Türklerden oluşsa da, Âşıkpaşazade
kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı dil
daha Türkçe'ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi. Padişahların kurma yolunda
olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam
temelini benimsemesi gerekti. Bunun, keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu,
Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.
![Page 3: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/3.jpg)
Dolayısıyla Osmanlıca Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya çalıştığı sentezi
olduğu gibi yansıtır. Osmanlı devletinin kendi uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına
uygun bir biçimde, halkın bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır. Kendini
toplumdan tamamen ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece
uygundur. Hattâ, ulusallık bakımından Selçuklular'a göre biraz daha ileri sayılabilir. Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine getiren ulema tamamen Farsça
eğitimden geçer ve resmen Farsça kullanırlardı.
Seçkin Kültürü Halk Kültürü
Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek
halkı da bunlardan "tenzih" etme eğilimindedir. Bu ön yargılı bakış yüzünden seçkin
kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece
halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve dîvan edebiyatı,
aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı tarihi, halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir
tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir
biçimde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin
dillerini Arapça ve Farsça ile tıka basa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir tepkiyle
buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur.
Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki
falan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır.
Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve Farsça'dan değil, Anadolu'da yaşayan bütün
etnik topluluklardan öğeler halkın konuştuğu dile girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştir.
Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın
dilini konuşması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli. Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister
edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde
iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. Işlevsiz olan
yaşayamaz.
Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı. Bunun bir sorun halinde görülmesi, Osmanlı devletinin
yeniden uygarlık değiştirme zorunluluğu duymasıyla başlar. Tanzimat, geniş kapsamlı dil
tartışmalarının başladığı ilk dönemdir. Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte,
sorunun ele alınışı bir "özleşme" değil, bir "sadeleşme"biçimindedir. Değişimin nasıl bir
tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar'ın şu özetinde açıkça görülür:
"Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmî dilde ve onun bir kolu gibi görünen
gazete dilinde başlar... Devletin içinde bulunduğu siyasi güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümet efkârı umumiyeden müzaheret istemeye de sevk
ediyordu."[1]
Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada da ilk itki
tepeden, "resmî" kanaldan gelmiştir. Değişiklik gereğini duyan yazar, edebiyatçı ve
düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin inisiyatifiyle ortaya çıktılar. Tanpınar
yukarıdaki kısacık paragrafta iki can alıcı noktaya da değiniyor. Ilkin, Osmanlı devleti
![Page 4: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/4.jpg)
tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet kendi dışında bireyleriyle bir "iletişim kurmak"
ihtiyacını duymuştur. Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu'daki köylüler değil (bugün bile
öyle olduğu söylenemez). Istanbul'da ve bir iki büyük merkezde bir avuç adamdır bunlar.
Eğitimleri –eğitimsiz olsalar zaten gazete okuru olamazlar– Osmanlı mantığı
çerçevesinde olmuştur. Gene de, devlet resmî dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile. Dolayısıyla resmî dil sadeleştirilmekte, bu da doğal
olarak genel düzyazı diline yansımaktadır. Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir.
Sadece, bir zorunluluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek,
"resmen" olanı "fiilen" olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi yazmaktadır (Namık
Kemal'in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına yazdığı bir mektubu karşılaştırırsanız,
iki dilin farkını görürsünüz).
Batıya Açılma
İkinci olay ise Batı'ya açılmadır. O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller
akmak durumundadır. Ilk belirleyici karşılaşmalar yine pratik alanlarda olur. Örneğin, tıp
terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı
Levend bu konuda bilgi veriyor.)[2] Uygarlık, hele bilim, "terimsiz" ele alınamaz. Bunları
almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl
eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz
konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, "kavram"
kavramını tartışacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım –ya da, Muallim Naci'nin
"tenkid" mi demeli, "intikad" mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. O
kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna "eleştiri" diyoruz da, "eleştiri" yaparken
gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli). Bu yeni "ıstılah"lar Arapça'dan mı bulunmalıydı?
Yoksa Ali Suavi'nin dediği gibi, Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı
alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek
akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmî bir kuruluş, "Terceme Odası" oldu. Pek çok Osmanlı aydını bu kurumda yetişip "aydın" olmuştur.
Türkçe'nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu
haline gelmişti.
Tanzimat'ta edebiyatçılar da devlet gibi, "kamuoyu" ile karşı karşıya geliyorlardı.
Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler. Hele tiyatro ve roman
gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini
egemen kılmaya çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan "tirad"larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu ("resmî duygulara" hitap eden "resmî
duygu dili"). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye
küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu.
Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii "hezeyan" niteliğinde
pek çok şey söylendi).
Tarihe ve edebiyata Türkçe'nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu dönemi
izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar. Gerçekten de, bu akımın
![Page 5: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/5.jpg)
başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları,
bunları estetik matahmış gibi şiirlerinin arasına tıkıştırmaları onaylanacak bir şey değildir.
Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi savunuyordu Servet-i
Fünuncular. Özellikle şiirde, kelimenin önemine işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal
sıcaklığının şiir için vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu). Bu iddiaları bugün şöyle özetleyebiliriz:
Temelde toplumsal bir dava olan dilsel "özleşme" edebiyat anlatımına yatkın olmayan bir
dil yaratabilir; yani, dilin anlatım imkanlarını yoksullaştırabilir. Gelgelelim, bu edebiyat ve
şiir akımının, herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına
rağmen ortaya doru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da ilginçtir.
Necib Asım'ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları aklı başında
bir biçimde özetler:
"Yalnız istediğim, Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından aşağı kalmayacağını ispattı.
Hatta safi Türkçe birkaç makale yazmışım da o maksada mebni idi. Bunu görenler
lisanımızdan, bütün Arabiden, Farısiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp
yerine Çağataycadan, Kıpçakçadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime
koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler ve "mektup"
yerine "bitik" yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikr ü nazarım hiç de öyle değildir.
Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma haniya terbiye ve malumatı orta halli olanların hepsine yazdığımızı anlatacak bir lisan kullanmaktır. Arabi, Farısiden aldığımız
kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı züğürtleştirir. Bunlardan,
fakat makul bir surette iktibas etmemek öyledir. Şimdiye kadar lisanımızda kullandığımız
bu kelimeleri ikbaya mecburuz: Bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz
derecesine kadar gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım. Arabi, Farısi
terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir. Yahut Iranlılar gibi mutabakat filan kaideleri
atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir. Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz.
Bugün posta, telgraf, telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait kelimelere mukabil Arapça veya Farısi'den karşılık arayacağımıza, o suretle kamuslar
ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul
etmeliyiz."[3]
Meşrutiyet Döneminde
Meşrutiyet ise, yüzeysel bir bakışla, Tanzimat'ta başlayan sadeleşmenin daha ileri
bir aşaması olarak görülebilirse de, aslında bu dönemde yeni bir öğe soruna eklenmiştir.
Bu, yeni bir biçimde tanımlanan milliyetçilik öğesidir. Gerçi Necib Asım da, Türkçe'nin Avrupa dillerinden aşağı kalmayacağını kanıtlamak isterken ulusçu denebilecek bir tavır
gösteriyor. Ama Necib Asım ulusu ırk temeline göre tanımlamıyor. Dildeki yabancı
öğelere karşı aldığı "liberal" tavır da buradan kaynaklanıyor. Oysa İİ. Meşrutiyet
ulusçuluğu, artık "ırk" öğesini de içermektedir. Dolayısıyla dilin arılığı, dilin yetkinliğini
karara bağlamada başvurulacak ana ölçüt olmaya başlamaktadır. Aradan geçen zaman
içinde toplam ideolojik atmosfer değiştiği için Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi, ağdalı
Osmanlıcalarıyla ünlü eski Servet-i Fünuncular bile sözgelişi Mehmet Emin Yurdakul'un
![Page 6: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/6.jpg)
şiirlerini övmekte (kullanılan dille şiirsel değer arasında bir ayrım yapmayı da unutarak) ve
akımın daha da genişlemesini dilemektedirler.
Bu yeni ulusçuluğun olumlu bir yanı, Türkçe kökenlerin yeniden canlandırılması
gereğini hatırlamış olmasıdır. Örneğin, yukarıdaki alıntıda "fotoğraf" gibi kelimeler için
Arapça ve Farsça sözlük karıştırmanın gereksizliğine değinen Necib Asım, bu dönemde,
"Bize kalırsa gerek kelime gerek ıstılah bulmak içün ibtida Türkçe lehçeleri
karıştırmalıyız."[4]
Diyor. "Sergi" dururken "meşher" demenin anlamsızlığını vurguluyor. Öte yandan,
bugünkü özleşmecilerin "Osmanlı uzlaşmacılığı" diyeceği ılımlı tutumundan da
vazgeçmiyor. Örneğin:
"(...) "kongre" sözü cümlenin bildiği bir elimedir. Bunun yerine "mü'temer" kelimesini
sokuşturmakta bir mana tasavvur edemiyoruz"[5]
İrk kavramını o güne kadar görülmemiş bir biçimde vurgulayan yeni milliyetçilik akımı, başlangıçta çok belirgin değildi. Daha çok Selanik çevresinde uyarlı bir ideoloji
görünümü başlıyordu. Ziya Gökalp'le birlikte Ömer Seyfettin de bu anlayışın ilk bilinçli
sözcülerindendi. Genç kalemler çeşitli alanlarda ve bu arada dil alanında yapılan
tartışmalarda bu kimliğini zaman içinde ortaya koydu. Bu kimliğin bundan sonraki
tartışmalarda ağırlık kazanmasında politik-tarihi gelişmelerin de payı oldu. Özellikle
Balkan Savaşı, Türklük kökenine bağlı bir milliyetçiliğin Osmanlı ufku içinde daha
gerçekçi ve daha sağlam temele dayanan bir ideal gibi görünmesini kolaylaştırmıştı. Osmanlı aydınları, dil sorununu, darda kalmış Osmanlı devletinin başka sorunlarından
ayıramıyorlardı ve böyle olması herhalde anlaşılır bir şeydi. dolayısıyla özellikle
Meşrutiyet döneminden sonra Türkçe, Türkiye'yi ilgilendiren çeşitli sorunların, bunların
ideolojik yansımaları olan çeşitli "sorunsal"ların bir parçası oldu. Uluslaşma, uygarlaşma
gibi temel sorunsallar dil konusunda belirli tavırları da zorunlu olarak içermeye başladılar.
Örneğin Balkan Savaşı öncesinde kurulan Türk Derneği'nin tüzüğünün ikinci maddesi, dil
sorunuyla uyanmaya başlayan ulusçuluk bilinci ve ayrıca öteden beri süregelen
"uygarlaşma" özlemi arasındaki bağları gösterir:
"Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki âsâr, ef'al,
ahvâl ve muhitini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, yani Türklerin âsâr-ı atıkasını,
tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnolocyasını, ahval-i
ictinmaiyye ve medeniyyat hâzıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını
araştırup taraştırup ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık,
sade, güzel, ilim lisanı olabilecek surette geniş ve medeniyyete elverişli bir dereceye
gelmesine çalışmak, imlâsını ona göre tetkik etmektir."[6]
O gün yaşayan Osmanlı aydınının dolaysızca gördüğü durum, eski imparatorluğun
"elden gidişi"dir. Yüzyıllardır yüzü Batı'ya dönük duran Osmanlı devletinin bu konumu ile
Batı'ya üstün gelme umudu kalmamıştır. Ancak, bu ezikliği duymakta olan bu aydın, aynı
zamanda bir vakitlerin güçlü imparatorluğunun gururlu mirasını da varlığında
yaşatmaktadır. Bu nedenle, Batı karşısında yenilmeye karşılık yeni bir alanda büyümeyi
düşlemektedir (Imparatorluk geçmişi olmayan bir başka yoksul ülke, örneğin bir Nijerya ya
![Page 7: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/7.jpg)
da Kongo, ezikliğine karşı tepkisini bir imparatorluk kurma özlemiyle dengeleyemezdi). Bu
yeni alan belli ki Doğu'dur. Yani, ya İslam, ya da Türklük temeline bağlı olarak büyümek
ve Batı'nın gücüne karşı böyle bir yeni güç kazanmak, o günün aydınlarına çekici bir
hedef gibi görünmeye başlamıştır. Dil de, işte bu çok kendine özgü "sorunsal"ın bir
parçası haline gelmektedir. Doğal olarak, İslamcı büyümeden yana olanlar Osmanlıca'nın bileşiminden şikayetçi değillerdir. Türklüğü temel alanlar ise bu dilsel yapıyı uzun vadeli
amaçlarına bir engel gibi görme durumundadırlar.
Tartışmalar ilerledikçe, bütün bu ütopyaların gerçekleşmesinde dilin çok büyük bir
payı olacağı inancı da derinleşti. Dili bir "iletişim aracı" olmaktan çıkarıp bir büyük sosyo-
politik ütopyanın aracı haline getiren Osmanlı aydınları, istedikleri dilsel değişimin
gerçekleşmesiyle birlikte hedeflerine çok yaklaşacaklarını sandılar. Örneğin bir Izmir
Gazetesine yazı gönderen Mehmet Şükrü adlı biri, bu özlemleri net bir şekilde dile
getiriyor (daha sonra, Ankara'daki ilk BMM'nde "ikinci grup" üyeleri arasında yer alan Mehmet Şükrü olabilir):
"Yeni lisan muarızları bilsinler ki yazıları, fikirleri, Türklük muhitinin bir milimetre
ilerisine bile geçemiyor. Onun için ıktıza ederdi ki lisanlarında ve duygularında bir asalet;
Türklük asaleti bulunsun. (...)
Ölü mezarları önünde huzû ve huşu ile eğilen, harbin tehlikeli meydanlarında
telaşsız atlar oynatan, en büyük birkaç milleti mahvedecek kadar cesim felaketlere cesur
ve mütehammil göğüs gererek büyük Türklüğü şimdiye kadar, kısmen olsun, niçün ifade edemediler? Niçün neslimizin büyük seciyyeleri kalemlerinden bir türlü akmak istemiyor?
Tegannisiyle milleti harekete getirecek şarkılar nerede? Cenk meydanlarına, düğüne
gider gibi, şen ve beşuş koşan erlere şimdiye kadar hangi türküleri terfik edebildiler?
Edemediler; çünki yazıları bizim ruhumuzu, Türklük hissimizi okşamıyor, lisanlarını
samimi bulmuyoruz."[7]
Bu mantık çizgisi bir hayli ilginç. Epey abartılmış gibi görünse de, sözünü ettiğim
çeşitli iç içe geçmiş sorunsalların iyi bir özetini veriyor. Görüldüğü gibi, yazar, Türklüğe
özgü duyguları anlatacak bir dil istiyor. Osmanlı yazarları bu duyguları bulamamış ve anlatamamışlar, çünkü ellerindeki dil buna elverişsizmiş. Böyle bir düşünce çizgisinin,
dilin "özleşmesi"ni nasıl önemli bir hedef gibi göreceği, bu özleşmeden ne kadar büyük
toplumsal sonuçlar bekleyeceği bellidir. Herhalde yaşasaydı, 1981'de dil adamakıllı
özleştiği halde örneğin dünya futbol kupası maçlarının hepsinde yenildiğimizi görseydi,
buna inanamayacaktı. Çünkü Osmanlı aydınının bütüncü zihniyetinde, dilin özleşmesiyle
iyi futbol oynama arasında da bir ilişki olmalıdır.
Ikinci derecede ilginç bir nokta da yazarın hamasi duygusal retoriği. "Düğüne gider gibi savaşa giden erler", "aziz şehitler" vb. bilinen klişelerle örülen bu retorik, söylemi
kullananı dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Buradan, kendisi gibi düşünmeyenlere
yönelteceği suçlama, "hıyaneti vataniye"den aşağı olamaz. Osmanlı aydınını bütüncü
zihniyeti, farklılığa bir açıklama bulamadığı için, kendi haklılığına inandığı ölçüde
muhalifinin ihanetine de içtenlikle inanır. Hoşgörüsüzlüğümüzün temeli de herhalde
burada yatmaktadır. Bu yüzden tartışmaz savaşırız, eleştirmez kahrederiz.
![Page 8: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/8.jpg)
Balkan Savaşı ve Türkçecilik
Balkan Savaşı'nın Türkçeciliğe hız verdiğine değinmiştim. Bu da, daha karmaşık bir
gelişmenin içinde bir öğeydi. Örneğin bu dönemde Ittihat ve Terakki halkın milliyetçiliğini
körükleyecek bir edebiyat yaratılmasını istemiş ve yazarlara bolca para vererek böyle bir
edebiyatın kurulmasını sağlamıştı. Savaş sırasında görece bağımsız denecek birçok dergi kapanmış, buna karşılık devletin çıkardığı dergilerde devletin istediği edebiyat
yapılmıştı. Bu durum, Türkiye tarihinde politik yapının genel kültürel yapıya müdahale ve
onu belirleme biçimleri göstermesi bakımından ilginçtir.
Balkan Savaşı'ndan sonra yayımlanmaya başlayan Türk Yurdu ve Türk Sözü gibi
dergilerde, oldukça doğal bir gelişmenin sonuçlarıyla karşılaşırız. Savaş milliyetçilikle
birlikte bir tür popülizm de yaratmıştır –savaşta halk gerekli olduğuna göre, böyle olması
doğal. Popülizm ise, dilde de sadeleşmeye gitmek zorundadır. Nitekim, Türk Yurdu'nun
çıkış gerekçesi olarak yazılan yazı, Türk halkının ağzından yazılmıştır ve aydınları suçlamaktadır:
"İbtida bana bir dil, bir edebiyyat lazım. (...) eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni
makinalar kullanacağım. Toprak sürmeyi, hayvan beslemeyi, köy idare etmeyi, yol
yapmayı, mekteb açmayı öğreneceğim. Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi
kalbimden çıkararak ortaya koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten İslâm
ümmeti olacağım.
Bu işi yapmak işçin bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmaya niyyet ettim. Siz de benim evlâdlarım değil misiniz? Siz de yapma
dilinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faidesiz gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle
beraber çalışır mısınız?"[8]
Bu tipik "jakoben" söylemde, aydın, halk adına konuşup halkın ihtiyaçlarını dile
getiriyor. Halk şu anda "gizli duygular" ve "şuursuz mefkûreler"le dolu. Bu sözleri onun
ağzından söyleyen aydınlar her nasılsa o mefkûrelerin ne olduğunu biliyorlar. Böylece, bu
potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, o aydınların dediklerinin olmasıyla mümkün. Halkın ne
istediğini böyle iyi bilen, onu inatla savunan ve sonuçta "halkın iradesine karşı davranıyor" diye rakiplerini temizleyen bu aydınlar ülkemizde hiçbir zaman eksik olmadı. Yalnız
talihsizliğe bakın ki, onların halkta böylesine "isabetle teşhis ve tespit ettikleri" özlemleri
halk kendisi hiçbir zaman anlayamadı.
Yukarıdaki metinde, bir kez daha, dil sorunu ile genel kalkınma sorununun kesin bir
şekilde özdeşlendiğini görüyoruz. Dilin sadeleşmesi, ham uygarlaşma, hem ulusallaşma
için zorunlu görülmektedir. Kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerine dayanan, despotik ve
bürokratik toplumlarda, halkınkinden ayrı, ağdalı bir seçkin dilin bulunması, sonra da, modernleşme sürecinde bu dilin "anakronik"leşmesi doğaldır. Ancak, dili değiştirerek bir
toplumu kalkındırma ülküsü, o dönemin Osmanlı aydınına özgü bir şey olmalı. Bugün
Turgut Özal ihracatı artırmak için bir dil reformuna gerek olduğunu söylese kim bilir ne
kadar şaşardık. Ama Türk Yurdu'nda yazan aydınlar köylünün makine kullanması ile
halkın dilinin değişmesi arasında çok daha dolaysız bir ilişki kurabiliyorlardı.
![Page 9: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/9.jpg)
Politik Bir Araç Olarak Dil
Hüseyin Kâzım Kadri, büyük bir Turan sorunu çerçevesinde Türk diline şöyle bir
gelecek tasarlıyor:
"Türkistan-ı Çinî'den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi'ada
mütemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te'min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın
bütün şiddetiyle hissedeceğiz; çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı altında
toplanmağa mecburdur. (...) Bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket
kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan'ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî
olmak üzere kabul etmek daha muvaffık olur sanırım."[9]
Burada da dil, Türk ırkının politik birleşmesinin sağlanması için gerekli bir araç.
Yazar, biraz da kendinden yana yontup, kendi bildiği Osmanlı Türkçesi'ni böyle bir
birleşmenin temeli olarak kabul ettirmek istiyor. Türkçe'nin özleşmesinin özleştirilmesinin bugünkü aşamasına vardığımızda, Asya'daki Türklerin dillerinden daha uzaklaşmış
durumdayız oysa.
Aynı dönemde Ikbal gazetesinde çıkan bir yazıda, Türkçe'nin sadeleşmesi
konusunda ağırlığın, bir iletişim aracı olarak dil anlayışından, ulusallığın asli öğesi olarak
dil anlayışına doğru kaydığı açıkça görülmektedir:
"Bir dilin avam tarafından anlaşılup anlaşılmaması meselesi bizce gayet mühim
olmakla beraber, ikinci derecededir. Birinci derecede "milliyet" hususu gösterilebilir, zannederiz. Bu "milliyet" ise "Türklüktür". Madem ki bu millet Türktür. Öyle ise anın
Türkçe öz dili olmalıdır. Bu anın varlığına, namusuna tealluk eden birinci hassadır."[10]
Bu kayma, stratejik bir öneme sahiptir. Bundan sonra, dilsel "kullanım", dilciler için
bir ölçüt olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine, halktan ve halkın dili kullanımından bağımsız,
şu veya bu biçimde tasarlanmış bir "dilsel doğruluk", dil çalışmalarında kılavuz durumuna
gelebilir. Bu "doğruluk", kitle kullanımından kaynaklanmadığına göre, küçük bir uzman
grubunun saptadığı bir şey olacaktır. Eğer ortada birden fazla uzman grubunca temsil
edilen ayrı görüşler varsa, bunlardan hangisinin akademik dil çalışmalarına yön vereceği –Türkiye gibi bir ülkede– bir politik denge sorunudur. Nitekim, Balkan Savaşı'ndan sonra
kurulan Maarif Nezareti'ne bağlı "İslahat-ı ilmiyye encümeni", dilde doğruluğun bir
ölçütünü vurgulamıştır; Ziya Gökalp'ın alaylı bir şekilde aktardığı bu anlayış, ortodoks
gramerciliğin, Osmanlıca gibi karma bir dille karşılaşması nedeniyle saçmalık derecesi
artmış, "absurd" bir biçimidir; Türkçe'nin serüveni içinde daha sonra başka "dilsel
doğruluk" ölçütleri de uygulanacaktır, ama temeldeki tavırda değişen fazla bir şey yoktur.
Gökalp hikayeyi şöyle anlatıyor:
"Bir zamanlar Darülfünun'da, felsefî ıslahatları tayin ve tesbit etmek üzere ilmî bir
encümen teşekkül etmişti. Bu encümende fesahatçılardan biri "dikkat" kelimesi,
"dakikince" sıfatından iştikak ettiği içün "incelik manasına imiş. Bu iddiaya karşı "incelik"
kelimesi lisanımızda varken, bu manaya dalalet eden "dikkat" kelimesine ihtiyacımız
yoktur. Fakat, halkın kullandığı manada olmak üzere, bu kelime lisanımızın atılması
mümkin olmayan elzem bir unsuru olmuştur, denildi. Fakat, mu'tariz kabul etmedi:
![Page 10: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/10.jpg)
"Dikkat" kelimesi daima "incelik" manasına kalacaktır. Halkın kullandığı tabirleri ilim kabul
edemez. Doğru olan kelimeler, kelimelerin eski şekilleridir. Kelimelerin hakikî manaları,
isti'malle değil, iştikakla bilinir. Binaenaleyh "attention" kelimesine başka bir mukabil
aramalıdır, cevabını verdi. Bu esasa istinadan, fesahatçılar "attention" kelimesine mukabil
aramağa başladılar. Birisi "tahdik" kelimesini ileri sürdü, bir diğeri "iltifat" kelimesini teklif etti. Gûya "tahdik" kelimesi, "gözbebeği" manasına olan "hadeka"dan gelirmiş. Dikkat de
bilhassa âmil olan gözbebeği imiş. "iltifat"ın Arabcadaki manası da "göz ucu ile
bakmak"mış, "iltifat"ın lisanımızdaki manası başkadır denildi. "Öyle şey olmaz, Arabca,
Acemce kelimeler bizim lisanımızsa kadim asaletlerini ve fesahatlarını muhafaza
edeceklerdir. Avamın cehaletle yaptığı tahriflere galatat denilir. Bunların hepsini
terkederek, kelimelerin kadim ve fasih şekillerine rücu etmek lazımdır" diye cevap
verdi."[11]
İonesco'yu hatırlatan bu küçük senaryoda "doğruluk" ölçütünün kullanım (istimal) değil de etimoloji (iştikak) olduğunu görüyoruz. Öz Türkçecilerin tersine bu encümenin
bazı üyeleri dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin kendi eski özlerine (kadim
asaletlerine) uygun kullanılmasını istiyor. "Halkın kullandığı kelimeleri ilim kabul edemez".
Temel felsefe bu. Böylece, "dikkat" yerine "iltifat"demek gerekiyor. Örneğin askerlikte,
komutan gelirken çavuşun birliğe "iltifat!" diye bağırdığını düşünebilirsiniz; buna benzer
pek çok saçmalık düşünebilirsiniz. Ama encümen üyeleri bu gibi şeyleri "iltifata almıyor";
çünkü onlar daha yüksek bir otorite tarafından, halka bir dil yapmak ve dikte etmekle görevlendirilmişler. Bu işi yaparken, "avamın galatat"ının ayaklarına dolanmasına izin
vermeye hiç niyetleri yok. Doğru dili encümen temsil ettiğine göre, halkın da halt etmeyip
onların istediği gibi konuşması gerek.
İttihat ve Terakki'nin politikalarını belirleyen önde gelen kişilerin çoğu "Türkçü"
akıma öncelik tanıyordu. Ama Osmanlı devletinin gerçeklikleri onları daha uzlaşmacı
olmak zorunda bırakmıştı. Bu yüzden, dil konusunda devlet katında başlayan çok radikal
bir girişim olmadı. Kısa süre sonra Birinci Dünya Savaşı'na katıldığımız için zaten yığınla
acil iş çıkmıştı. Savaştan sonra, ülkeyi bu felakete sürükleyen Ittihatçılar kaçarken, onların temsil ettiği ideoloji de gözden düşmüştü. Bundan sonra dil sorunu gene tartışıldı, ama
Atatürk'ün kesin bir hareketi başlattığı âna kadar görece durgun bir dönem geçti. Bu âna
gelmeden önce, Türkçe konusunda oldukça derli toplu bir görüş sunabilen Ziya Gökalp'ın
önerilerine kısaca göz atalım.
"Ay", "Kamer", "Mah" gibi aynı anlama gelen kelimelerin fazlalık olduğunu,
bunlardan Türkçe olanların saklanıp ötekilerden vazgeçmek gerektiğini söyler. Bu gibi
kelimeler arasında bir nüans oluşmadıkça, gerçekten de varlıkları dil açısından bir zenginlik değil, sadece bir yığılmadır. Öte yandan, "kameriye" veya "mehtap" gibi, bu
kelimelerden türemiş başka kelimeler Türkçe'de hâlâ var, "tasfiyeci" bir anlayışla bunları
da silip atmak istemiyorsanız, kalacak da. Ama bir dili konuşan herkes, kullandığı
kelimelerin etimolojisini bilmek zorunda olmadığı için, bu da büyük bir sorun değil.
Gökalp, eskiden Türkçe'de varken unutulmuş, canlılığını yitirmiş kelimelerin
diriltilmesine çalışmayı anlamsız ve gereksiz bulur. Oysa bu gibi kelimelerden
canlanabilenleri (hattâ Gökalp'ın örnek diye verdiklerinden bazıları) olmuştur. Gökalp
![Page 11: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/11.jpg)
bunu bir zorlamaya karşı söylediği halde, bir kural formülasyonu yaptığı ölçüde belki
kendisi de bir zorlama içindeydi. Bu tür kelimelerin önerilmesinde –olay bir öneriyi aşıp bir
dikte etme biçimine dönüşmüyorsa– herhalde bir sakınca yoktur. Nitekim yeni Türkçe bu
yoldan önemli ölçüde zenginleşmiştir.
Yabancı Kuralların Atılması
Arapça ve Farsça kuralların da atılmasını savunur Gökalp. Gerçekten, her
uygarlıkta ve dilde ödünç almak doğal, hattâ zorunlu olduğu halde, bir dilin öbüründen
gramer kuralı alması oldukça tuhaf bir durumdur ve Osmanlıca'da buna fazlasıyla sık
rastlanır. Bazı kalıntılarını hâlâ yaşıyoruz: "camisi" mi demeli, yoksa "camii" mi gibi?
Çağdaş dilbilim bu konuda kullanıma ağırlık verir –az önce çalışmalarına göz attığımız
"ilmî encümen"in tersine. Bu durumda "camisi" demek herhalde daha doğru olacaktır.
Gökalp haklı olarak, karşılığı bulunmadıkça Arapça ve Farsça kelimelerin dilden
atılmamasını ister. Kitabından yararlandığım A. S. Levend, "Türk Dil Kurumu" da bu kanıdadır," diyor ama, o kadar basit bir sorun değil bu.
Bütün bu dil tartışması içinde Gökalp'ın özgül önemi, bilim diline daha çok ağırlık
vermesindedir. Özellikle Gökalp'a kadar Osmanlı toplumunda evrensel anlamda bir bilim
nosyonu gelişmediği için, Türkçe konusundaki tartışmalarda da bu alan cılız kalmıştı.
Gökalp belki de ilk bu alandaki sıkıntısından ötürü Türkçe üzerine derinlemesine
düşünmek zorunda kaldı: çünkü Batılılardan öğrendiği pozitivizmi Türkiye'de anlatacak dil
bulunamıyordu. Bu yüzden Gökalp kendisi bir çok kelime, kavram türetmek zorunda kaldı: "mefkûre" gibi. Ancak, Gökalp'ın pratiğindeki tuhaflık, bu yeni kavramları Arapça
köklerden türetmesidir. Böylece, Arapça'da olmayan yeni Arapça kelimeler türüyor ve
bunlar yalnız Türkçe'de bulunuyordu!
Öte yandan Gökalp, uluslar arası bilim sözlerinin Türkçe'ye bu biçimde alınmasına
da karşı değildi. Bütün bunlar onun dediği gibi yapılınca ortaya eklektik bir dil çıkıyordu.
Nitekim, dilin anlaşılmasından yana olanlar bugün Gökalp'ı yetersiz bularak eleştiriyorlar.
Ancak, Gökalp'ın sorunu dilin arılaşmasından çok, dünya uygarlığının ortaya çıkardığı
anlamları iletmeye yeterli kelimelere sahip bir dilin oluşmasıydı. Turancılığına rağmen, ırkçılığı dile uygulamanın yararına inanmıyordu. Bu açıdan bakınca savunduğu görüş
anlamlıdır, kolayca yabana atılmaması da gerekir.
Bu konunun tartışmasını da ileriye bırakarak biz tarihi süreci izlemeye devam
edelim.
Dilin arılaşmasına en sert tepki gösteren yazarlardan olduğu için öz Türkçecilerin
en kızdığı kimselerden biri Cenap Şahabettin'dir. Fakat Birinci Dünya Savaşı sonrasında
Cenap Şahabettin de az çok hizaya gelir ve fazlalık bazı yabancı kelimelerden vazgeçmeye razı olur. Cenap Şahabettin de, bir şair olarak, nüansların korunmasını,
dolayısıyla yabancı da olsa bazı kelimelerin kalmasını istemektedir: "mükedder,
mağmum, mahzun, münkesir, me'yus" gibi. Bu görüş de arılaşmacıların göstermeye
çalıştığı kadar saçma değildir, çünkü bir dil, gerçekten, nüanslarının fazlalığıyla
zenginleşir. Cenap Şahabettin Arapça kurallara göre yapılmış kelimeleri ileri sürüyor, ama
bunların bazılarını bugün de "kederli, gamlı, hüzünlü" şeklinde kullanıyoruz. Şahabettin'in
![Page 12: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/12.jpg)
bir tuhaf talebi yabancı sözlüklerde rastlanan her kelimeye bir Türkçe karşılık bulmak
istemesidir. Şüphesiz yalnız Cenap Şahabettin'e özgü bir istek değildir bu. Türkiye'de
yabancı dil bilen her aydın, Türkçe'nin eksiklerini ve ihtiyaçlarını bildiği o dile göre formüle
eder. Örneğin Ingilizce'de "sensual" ve "sensuous" kelimeleri var; ikisi de, yeni türeme
kavramlarımızdan "duyusal" ile karşılanıyor. Oysa Ingilizce'de ikinci kelimenin "şehvet"e daha yakın çağrışımları var. acaba biz de Türkçe bir başka kelime türetsek, örneğin
"duymal" desek, bunu "sensuous" yerine kullansak, falan filan. Oysa Ingilizce'deki bu
ayrım başka Avrupa dillerinde bile olmayabilir. Bir dilin kendi gelişmesi içinde böyle
nüanslar çıkabilir, ama bunlar vazgeçilmez şeyler değildir. Dil, anlamlarını bir kültürün
içsel yaşayışıyla elde ettiği için her dilin kendine özgü olan ve başka dillere pek
çevrilemeyen kelimeleri vardır. Cenap Şahabettin gibileri böyle bir öneride bulunurken,
akıllarında Fransızca, Ingilizce, Almanca gibi birkaç Avrupa dili vardır; yani, bakışları
Avrupa-merkezlidir. Aynı şeyleri bütün dünya dilleri için düşündüğümüzde, önerinin saçmalığı ve imkansızlığı ortaya çıkar.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet döneminde dil tartışmaları sürüyordu. Bu sırada, alfabe sorunu
tartışmanın can alıcı noktalarından biri haline gelmişti. Türkiye'de Tanzimat döneminden
beri Latin alfabesinin alınmasını savunanlar olmuştu, ama böyle bir değişiklik
muhafazakarlığın can damarlarından birini hedef aldığı için Latince'yi isteyenler azınlıkta
kalmış, özellikle de devlet otoritesi, sorunu ele almaya hiç yanaşmamıştı. Arap alfabesi, Türkiye'yi İslam dünyasına bağlayan önemli köprülerden biriydi. Böylece, onun kalmasını
savunanlar da dilsel gerekçelerden çok toplumsal, politik, ideolojik nedenlerle bu alfabeye
bağlıydılar. Latin alfabesini isteyenler arasında da iki eğilim saptanabilir (ama bunlar çoğu
zaman iç içe geçmiştir). Bunların bir tanesi, Arapça'yı savunanlarla aynı ideolojik zemine
oturuyordu. Türk ulusallığına aykırı olduğu için karşı çıkıyorlardı Arap yazısına. Aynı
zamanda, İslamiyet'in ve genel olarak dinin bu ulusal kimliği boğduğu ve böylece
kalkınmayı durdurduğu düşünülüyordu. Bu görüşte olanlar, daha önce başka konularda
gördüğümüz tavırlara yakın bir biçimde, alfabe değişikliğine neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, alfabe değişince bütün sorunlarımızın ortadan kalkacağına inanıyorlardı. Öteki
kamp ise, ulusallığı başka türlü anlamakta ve yorumlamaktaydı. Cumhuriyet tarihi
boyunca gördüğümüz bu kutupsallıkta Doğuculuğu temsil edenlere göre, asıl Batı'nın
Latin alfabesi alındığında ulusal kimlik elden giderdi. Izmir Iktisat Kongresi'nden sonra
Kâzım Karabekir, Latin harflerine sertçe karşı çıkmış, bunu isteyenleri "vatana ihanetle"
suçlar gibi konuşmuştur (tartışma geleneğimizde bundan aşağı suçlama yoktur zaten).
Daha önceleri de dilin sadeleşmesinden yana olan Hüseyin Cahit, şimdi Latin alfabesinin kabulünden yanadır. Bunu, birinci kümedeki yazarların yaptığı gibi bir
1ulusallık" gereği olarak değil de, pratik yararı için savunmaktadır:
"Biz memlekette ümmîliği azaltamayız. Çünki harflerimiz buna manidir.
Çocuklarımız mekteblerde üç sene, dört sene çalıştıktan sonra da doğru okuyamazlar.
Çocuklarımız değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz. Böyle
lisan, böyle tahsil olur mu?
![Page 13: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/13.jpg)
Bizi şimdiki harflere rabteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için mecburiyyet-i
diniyye yoktur. Millî harflerimiz de değildir. Bu halde Latin harflerini kabul ederek bir an
içinde herkese okuyup yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz namütenahi
faideleri neden istihfaf ediyoruz?[12]
Bu sıralarda Fuat Köprülü Latin alfabesinin alınmasına karşıdır:
"Latin harflerinin kabulüne taraf-dar olanlar, zannediyorlar ki Garb medeniyyetine
bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Halbuki Garb medeniyyetin
temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabuliyle olamaz."[13]
Köprülü'nün müdahalesinde de, dilin bir parçasının, dille ilgisi olmayan bir amaç
için değiştirilmesi tutumundan söz ediliyor. Bu çerçevede şüphesiz Köprülü haklıdır.
Alfabe değiştirmekle bir toplumun uygarlık anlayışı değişmez. Eğer Latin alfabesini böyle
bir amaç için isteyenler vardıysa, beklediklerini bulmamış olmalılar.
Öte yandan, Arap alfabesinin kalmasını savunanlar da, buna dil-üstü bir anlam vermekteydi. Tarihimizle ve İslam dünyasıyla bağımızın kopacağını düşünüyor, bundan
ürküyorlardı. Böylece iki taraf da alfabeye neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, şu veya
bu alfabenin davayı kazanması sonucunda bir takım mucizelerin gerçekleşmesini
bekliyordu.
Arap alfabesinin Türkçe'nin yapısına çok uygun olmadığı açıktır. Vokallerin
Türkçe'de önemli rol oynamasına karşılık Arapça'da sadece üç vokal işareti vardı ve
örneğin "u", "ü", "o" ve "ö" yalnız "vav"la karşılanabiliyordu. Ayrıca, Arapça'da fonem işlevi gören bazı sesler Türkçe'de böyle olmadığı için, Arapça'daki üç "s", iki "z" vb. Türkçe'de
fazlalık oluyordu. Latin alfabesinin konuşmayı koylaştıracağı inancı da yerindeydi (ancak,
Arap alfabesini öğrenmekte o sıralar karşılaşılan güçlüklerin yalnızca bu alfabeye özgü bir
şey olmadığı, öğretme yönteminin ilkelliğinden de kaynaklandığı unutulmamalı). 1928'de
Atatürk'ün Sarayburnu konuşması ile Latin alfabesinin kabul edileceği kesinleşmiş oldu.
Atatürk bu konuşmada, "En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk hey'et-i
ictimaiyyesi yeni harfleri öğrenecektir. Milletimiz yazısıyle kafasıyle bütün âlem-i
medeniyyetin yanında olduğunu gösterecektir,"[14] diyordu.
Hüseyin Cahit gibi Atatürk'ün de, yeni harflerle okuma yazmanın kolaylaşacağına
aşırı bir iyimserlikle baktığı bu sözlerden anlaşılıyor. Bin dokuz yüz seksenlerde hâlâ
okuma yazma seferberlikleri yaptığımıza göre, yalnız alfabenin sadeleşmesi, bütün halkın
okur yazar olmasını sağlayacak bir değişim değildir. Ayrıca bu yeni alfabe ile daha yukarı
bir uygarlık alemine girmenin amaçlandığı da görülüyor ki, söz konusu uygarlık Batı ise,
bu yönde de okur-yazarlıktakinden çok ilerlemiş değiliz.
İlk Dil Kurultayı
Alfabe, Cumhuriyet yöneticilerinin Türk dili üzerinde yapmayı tasarladıkları geniş
kapsamlı değişikliklerin yalnızca bir parçasıydı. Bu değişikliklerde 1932'de kurulan Türk
Dili Tetkik Cemiyeti'nin (yani bugünkü Türk Dil Kurumu'nun) önemli bir rolü olacaktı. Ilk dil
kurultayında, o zaman muhafazakar sayılan görüşler Hüseyin Cahit'ten geldi. Daha önce
dilin sadeleşmesinden yana olan, Cumhuriyet döneminde de Latin alfabesini savunan
Hüseyin Cahit'in bu tavrı şaşırtıcı görünebilir; genellikle muhalif olmayı seçen bir mizaca
![Page 14: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/14.jpg)
sahip olduğu için, sırf karşı çıkma amacıyla böyle konuştuğu sanılabilir. Ama aslında
önceden söyledikleriyle çelişen bir yanı yok, Kurultay'da söylediklerinin. Kişisel kanımca,
Türkçe üzerinde kopan tartışmalarda en tutarlı tavrı alan da gene Hüseyin Cahit. Şöyle
diyor:
"Son yirmi beş sene içinde gittikçe kuvvetlenen sade lisan cereyanı bugün Arapça ve Acemce terkipleri dilimizden söküp götürmüş denilebilir. Yakın bir zamanda, ecnebî
dillere ait kaidelerin tamamen maziye karışacağından şüphe edilemez. Bunun için bir şey
yapmağa da lüzum yoktur. Çünki zaten kendiliğinden olmaktadır ve olacaktır. Cereyan o
kadar kuvvetli ve tabiidir ki koca bir akademi olsa ve aksini temin için uğraşsa bile
muvaffak olamaz. 'Sevkitabii' ve 'aksülamel' bazı ıstılahlar birer terkip değildirler. Bunlar,
yerlerine daha sade ve ruha daha sokulgan Türkçe tabirler kaim oluncaya kadar
yaşayacak birer kelimedirler. Türk alfabesinin bu noktada yapabileceği hizmet pek
büyüktür. Eski yabancı yazı ile kalsa idik bu birleşme ameliyesi yapılamazdı. Bugünkü yazımız bize bu sahada da hürriyet ve muvaffakiyet temin ediyor."[15]
Hüseyin Cahit burada, zorla yapma bir dil kurma girişimine karşı olduğunu
belirtiyor. Dilin doğal akışından, bu doğal akış içinde sadeliğin nasıl olsa sağlanacağından
söz ediyor. "Doğal" akış, dil bağlamında, son analizde, "halkın kullanımı" demektir. Yani
Hüseyin Cahit halkın kullanarak bizzat onayladığı bir dil anlayışını savunuyor. İrkçı bir
anlayışla dilden kelime tasfiyesine karşı çıkıyor:
"İtiraf ederim ki dilimize karışmış yabancı kelimelerden dolayı edilen şikayetleri biraz mübalağalı buluyorum. Bir lisanın şahsiyeti sarfında nahvındadır. Yabancı
kelimelerden alınan kelimeler bu şahsiyeti bozamaz. Ecnebî kavimlerle münasebette
bulunup ta onlardan kelimen almamak imkân haricindedir. Bir dile yabancı kelimeler filan
veya filan şahsın arzusu ile sun'i olarak doldurulamazlar. Onlar tarihi bir zaruret ve icabın
neticesinde, bir tekâmül ameliyesi olarak dile girerler. Dünyada, her sahada olduğu gibi
dilde de bir şey olmuşsa onun öyle olması zaruri idi de onun için olmuş demektir."
Bir toplumun yaşadığı tarih, dilinde yansır. Bu onun gerçek tarihidir. Ve tarih
elbette, Hüseyin Cahit'in de söylediği gibi, rastlantılardan oluşmaz. Bu tarih, belirli bir anda, bazı bireylerin ya da isterseniz bütün toplumun hoşuna gitmeyebilir. Ama o tarihten
hoşlanılmaması, o tarihi yaşanılmamış hale getiremez. O tarih bir yandan, yaşayanlar
üzerinde etkilerini sürdürmeye de devam eder. Beğenilmeyen bir tarih, dilin değişmesiyle
de silinmez ve değiştirilemez. Hüseyin Cahit'in yukarıdaki paragrafta söyledikleri arasında
en önemli kısım bu. Yabancı dillerden kelime almanın kaçınılmazlığı ve ayrıca bu
durumun bir dilin karakterini bozmayacağı da doğru. Gerçi Osmanlıca'da yabancı kelime
o kadar boldu ki, bunun verdiği sıkıntının haklılığı vardı; ama Hüseyin Cahit "zorlama olmayan" süreçlerle bu yabancı kelimelerden kurtulmaya karşı değil zaten. Türkçe'nin
gelişmesini sadece "doğal" diye nitelediği sürece bırakmayı uygun görmüyor:
"Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak, kaza ve
kaderin hükmünü bekleyerek dil işleriyle alâkadar olalım, demek istemiyorum. İsrar
ettiğim nokta dil bahsinde her şeyin bizim irademize tâbi olmadığını, tabiî kuvvetler
karşısında beşerî mücadele için bir had bulunduğunu unutmamak lüzumudur. Yoksa,
![Page 15: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/15.jpg)
daimî olan tekâmül ameliyesinin umumî seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak surette
bazı âmiller vücuda getirebilmek imkânı teslim olunabilir.
Bu bahiste yapabileceğimiz şey, yapmamız icab eden şey bir kara Türkçenin
muhtelif lehçelerinin mükemmel bir lûgatını vücuda getirmek, kelime teşkili yolundaki
kabiliyetini tesbit etmek, hiç olmazsa bundan sonra ecnebî kelimelerin lüzumsuz yere dilimize girmelerine mümkün olduğu kadar meydan vermemektir.
Bugün alışkın olduğumuz Türkçeden alışkın olduğumuz tarz ve şekilde ıstılah
bulmak kabilse onları kabul etmeli. Bulamadıklarımızı da Avrupa'nın filan ya da filan
dilinden değil, Latin ve Yunan köklerinden kendi telaffuz ahengimize göre olmalıdır.
İstılahlar kararlaştığı gün fikrî anarşi tehlikesi bitmiş demektir."[16]
Hüseyin Cahit'in bu sözleriyle daha önce söyledikleri arasında bir tutarsızlık yoktur.
Düşüncesini belirleyen etmen, dilin bütün bir halkın anlaşmak için kullanacağı bir nesne
olduğu olgusudur. Son paragrafta, bilim dili için gerekli kelimelerin öncelikle Türkçe'den türetilmesi imkânlarının araştırılmasını istiyor Hüseyin Cahit. Bu olmadığı zaman Yunanca
ve Latince köklerin alınması görüşü de doğru. Örneğin Fransızca bilen bir Türk yazarı
"trajedi", Ingilizce bilen bir başka aydın da "trecıdi" mi demeli? Bunların yerine "tragedya"
demek herhalde daha doğru (tabiî o zaman da sıfat sorunu çıkıyor: "trajik" ne olacak?).
Hüseyin Cahit'in ılımlı tutumu sert tepkilerle karşılaştı. Karşı çıkanlardan biri,
devrimin her alanda radikal dönüşümler gerçekleştirmesini isteyen Hasan Ali Yücel'di.
Hasan Ali, devrimci volontarizmin kültürlü bir tanımını yapar; ama kültürlü retoriğinin ötesinde, somut bir önerisi yoktur. Hüseyin Cahit'in tutumunu "determinist olmaktan
ziyade fatalist" diye nitelemekle, "fatalist" (kaderci) olmayan bir determinizmin varlığını
kabul etmiş gibidir. Ama bunu tanımlamaz. Konuşmasının en doğru parçasını aşağıya
alıyorum, ama bu da aslında Hüseyin Cahit'in söyledikleriyle çelişmiyor:
"Türk halkı iş kelimesini bilir mi? ("bilir" sesleri) Bölüm, bölme tabirini de bilir mi?
("bilir" sesleri) O halde iş bölümü tabirini de bilir demektir. Bilmediği varsa o ancak iş
bölümü tabirinin ilmî tarifidir..."[17]
Hüseyin Cahit'e karşı çıkan çeşitli kişilerden biri de Fuat Köprülü. Daha sonra DP döneminde anayasa dilinin eskileştirilmesi için meclise önerge verecek olan (daha önce
de Latin alfabesine karşı olan) Köprülü bu sırada nedense (o nedeni anlamak güç olmasa
gerek) öz Türkçe'den yanadır. "Determinizm" ve "irade" üstüne bilgiç bir konuşma yapan
köprülü, dile iletişim açısından bakan Hüseyin Cahit'e karşı, o dönemde devletin resmî
onayını alan ulusçu bir perspektif getirir:
"Millî şuura ve millî imana dayanan insan iradesinin, şu son asırda millî lisanların
inkişafına, hattâ bazı ölü sanılan dillerin bile yeniden yaradılışına nasıl muvaffak olduğunu bütün dünya gibi siz de bilirsiniz... Inkılap ruhiyle meşbu olan bugünkü Türk nesli pek iyi
bilir ki, Türk ruhunu ve muazzam Türk tarihinin tabiî akışını herkesten daha evvel, daha
derin sezen ve millî temayüllere her zaman en vâzıh ve en doğru şeklini veren Gazi, millî
şuurun ve millî irfanın bu eşsiz mihrakı, milletine hediye ettiği büyük inkılaplar zincirinin
yeni bir halkası olan muazzam dil inkılabını da ilmin sağlam esasları üzerine kuruyor."[18]
![Page 16: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/16.jpg)
Derleme-Tarama Çalışmaları
Türk Dil Kurumu'nun derleme ve tarama çalışmaları bundan sonra başladı. Devlet,
Halk Partisi ve halkevleri bu çabayı oldukça enerjik bir şekilde destekledi. Gazeteler her
gün değişmesi istenen yabancı kökenli kelimeler listesini yayımlıyor, bunlara halkın
karşılıklar bulması isteniyordu. O sıralar Hakimiyetimilliye'de yayımlanan bir yazıda, halk arasında yayılmış kelimelerin kaynağına bakılmaksızın Türkçe sayılacağı söyleniyor.
Bu dönemin dil çalışmalarında şöyle bir özellik var: bir yandan Türkçe'nin "öz"ü
bulunmaya çalışılıyor, bunun için eski kaynaklar taranıyor; bir yandan da, Türkçe'yi Batı
dillerine benzetme kaygısı ağır basıyor. Örneğin "okul" gibi bir yeni kelime ne kadar
Türkçe "okumak" kökünden türetilse de, kelimenin Fransızca "école"e benzetilmek
istendiği çok açık. Denk düşen durumlarda, "isteri/hysteria" gibi karşılıklar bulunuyor. Bu
arada, Besim Atalay da Türkçe'de önek olduğunu ispatlamaya çalışıyor ve bunun için
"aşmak, şaşmak, taşmak" gibi örnekler getiriyor. Bunun bilimsel bir yanının bulunmadığını tartışmak bile gereksiz, ama böyle bir başlangıçtan sonra Kurum genel sekreteri Ibrahim
Necmi "anti" yerine "yantı" gibi örnekler önermeye başlar. "Yantı", anlaşıldığı kadarıyla,
"yad" kelimesinden bozularak yapılmıştır. Bozma gerekçesi de yeterince saydam: Batı
dillerindeki "anti"ye ses olarak benzetme isteği. Böylece, "antimilitaire" gibi bir kavram
"yantısüel" olacakmış.[19]
Tarama ve derleme çalışmaları bir takım sonuçlar vermeye başlar. Bu yollardan
çeşitli kelimeler bulunmuştur. Ama bunların büyük çoğunluğu yadırgatıcı niteliktedir. Öz Türkçe kullanımını yaygınlaştırmak için, Türkiye tarihinde her zaman olduğu gibi, en
yukarıdan bir tavır göstermenin bir yararı olacağını düşünen Atatürk, görece dar bir
çevrede yapacağı bir konuşmayı öz Türkçe olarak hazırlar. Bu, Isveç veliahtına verilen
yemeğin resmî konuşmasıdır ve gazetelerde yayımlanacağı bellidir:
"Altes Ruvayâl,
Bu gece, ulu konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum, tükel
özgü bir kıvançtır.
Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmıyacak ılık sevgi içinde, bu yurtta,
yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız. Isveç, Türk uluslarının
kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu
iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir
alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda
kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.
Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en
güzel utkuyu kazanmıya anıklanıyorlar: baysal utkusu.
Altes Ruvayâl;
Yetmiş beşinci doğum yılında babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü
ile çevrelendi. Gençlik, baysal, içinde erksürmenin gücü işte bundadır.
![Page 17: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/17.jpg)
Ünlü babanız yüksek kıralınız Beşinci Gustav'ın gönenci için en ıssı dileklerimi
sunarken, Altes Ruvayâl sizin, Altes Ruvayâl Prenses Luiz'in, sevimli kızınız Altes
Ruvayâl Ingrid'in esenliğini; tüzün Isveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum."[20]
Bu konuşmanın, dil sorunuyla her düzeyde ilgilenen insanlara öz Türkçe'yi
yaymaları için bir mesaj olduğu açıktır. Türkiye'de bu gibi durumlarda aydınların nasıl davranacağı da bilinir. Nitekim Agâh Sırrı, bu konuşmadan sonra olanları da şöyle
anlatıyor:
"Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti 1935 yılı sonuna kadar devam eder.
Fakat iş o hale gelmişti ki, herkes gelişigüzel bulduğu kelimelerle yazı yazıyor ve yazılar,
sahibinden başkasının anlamasına imkân olmıyan bir şekil alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe
kelimelere bile karşılık arayıp bulanlar vardı. Iş yolundan çıkmış, üzücü bir hal
almıştı."[21]
Gerçekten de bu dönemde Türkçe'yi özleştirmek için yapılanların hikayeleri ünlüdür. Konuya bilimsel bir bakışla değil, devlet büyüklerinin hoşuna gitme isteğiyle
yaklaşıldığı için, sonuçta Türkçe'nin başına ne geldiği o kadar önemli değildir. Bu
uğraşlar, Türkçe'yi bir iletişim aracı olarak görme gereğini büsbütün ortadan kaldırıp
(çünkü iletişim fiilen önlenmişti) birtakım toplumsal amaçlar için laboratuvarda kesilip
biçilen bir nesne haline gelmiştir.
Bir Başka Eğilim
İşte bu sırada yeni ve tamamen tersine bir eğilim Türkçe'yi özleştirme çabalarını gevşetti. Cumhuriyet döneminin radikal özleşmeciliği, zaten daha geniş bir tarih arayışının
sonucuydu. Bu arayışın başlangıcı da Osmanlı Imparatorluğu'nun son on yıllarına
uzatılabilir. Osmanlı imparatorluğunun maddi dayanaklarının çökmesiyle, genel
ideolojisinin de işlemez hale geldiğine değinmiştim. Bu dönemde, yeni bir devlete yeni bir
temel arama çabaları Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm akımlarının oluşmasıyla
sonuçlanmıştı. Bunlardan birincisi, aydın seçkinlere daha çekici geliyor, kendini
Müslüman olarak tanımlamaya alışmış halk kitleleri arasında ikincisi kadar kolay kabul
görmüyordu. Ancak, Ittihat ve Terakki hareketiyle başlayan "yukarıdan aşağı" reform kalıbı, kitle desteği olmayan seçkinci ideolojilere niceliksel gücünün ötesinde bir etkililik
kazandırabiliyordu.
Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun kalıntılarından Türkiye Cumhuriyeti'ni çıkarma
çabasında, gene bir çeşit Osmanlı mirası olan "fütuhatçılık"tan vazgeçmişti. Dünyanın
yeni dengesinde zaten başka türlüsü düşünülemezdi. Rumeli'de Osmanlı toprak
iddialarının bir yana bırakılması kadar, Enver Paşa gibilerin doğudaki hayalci fütuhat
projelerinin de kesinlikle terk edilmesi, Cumhuriyet'in kurulmasının zorunlu koşullarındandı. Öte yandan, Cumhuriyet rejimi içinde halkın "ümmet" değil de "millet"
olarak tanımlanması gereği, Pan-Türkizm'in politik düzeyde değilse de ideolojik düzeyde
etkinliğini sürdürmesi anlamına geliyordu. Yeni ulus, yalnız Batılılarla değil, aynı zamanda
Osmanlı devletinin kalıntıları ve Osmanlı zihniyetiyle de çarpışarak kurulduğu için,
Osmanlı tarihini aşan bir "ulusal tarih" ihtiyacı duyuluyordu. Nitekim, 1930 yılında
basılmış, Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap vardır; yazarları "Türk Ocağı 'Türk Tarih
![Page 18: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/18.jpg)
Heyeti' azalarından Afet Hf. ile Mehmet Tevfik, Samih Rifat, Akçura Yusuf, Dr. Reşit
Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya Beyler..." Kitap
piyasaya çıkmamıştır: "'Türk Tarih Heyetinin' başka azalarının ve mevzu ile alâkalı
zatlerinin mütalea ve tenkit nazarlarına arzolunmak üzere yalnız yüz nüsha
basılmıştır."[22] Bu kitabın ilginç yanı, 605 sayfasından yalnızca 50 kadarının Osmanlı tarihine ayrılmış olmasıdır. Geri kalanı, Sümerler, Etiler, Etrüskler vb. de aralarında olmak
üzere, çeşitli "Türk" devletleri üzerinedir. Dönemin bu yeni tarih arayışı Agâh Sırrı'nın
kitabına da şöyle yansır:
"Türk diliyle Türk tarihine karşı yüzyıllardır devam eden kayıtsızlık, eski bilginleri
Türk varlığını inkâra kadar götürmüştü. Bilim softalığı, onları Türkçe kelimeleri Arapça
veya başka bir dille açıklamağa, Türk uygarlık eserlerinde yabancı izler aramağa
alıştırmıştı. Üzerinde durulan bir kelimenin Türk kökünden gelebileceği, yahut aslı
araştırılan bir maddenin Türk aslından olabileceği akla gelmiyordu. Meselâ 'Maraş' kelimesi onlara göre Arapçadır ve aslı 'Mer'aş'tır. 'Malatya' kelimesi Yunanca'dan gelmiştir
ve aslı 'Melitene'dir.
Halbuki Türkler, Anadolu toprakları üzerinde Yunanlılardan ve başka milletlerden
çok daha önce yaşamış eski bir millettir. Bu kelimeler pekâlâ Türk asıllı olabilir. Bu
gerçeği meydana çıkarmak, bunun için de daha alt tabakalara kadar inerek eski Türk
medeniyetinin kalıntılarını araştırmak lâzımdır."[23]
Tarihin ulus (ya da "ırk") temelinden açıklanması, yeryüzündeki rakip ulusların kendilerini "ilk" görmeleri isteğini doğurur. Heredotus bile dünyanın ilk dilini anlamak için
yeni doğmuş bir çocuğu bir odada hiç insan sesi işitmeden yaşattıklarını, çocuğun
ağzından çıkan ilk ses Mısırca bir ilk dilin Mısırca olduğuna karar verildiğini anlatır. Daha
modern ulusların kendilerini en eski olarak tanımak için giriştikleri deneyler de aslında bu
ilk deney örneğinden daha "bilimsel" olmadı. Ama özellikle on dokuzuncu yüzyıl, ulusların
eskilik yarışları ile geçmişti. Türkler arasında ulus bilincinin geç gelişmiş olması da, ulusal
tarihin incelenmesinde benzer bir "militanlık" yaratmakta gecikmedi. Yukarıdaki alıntıda
Agâh Sırrı'nın "bilim softalığı" diye bir söz kullanması ilginç; dünyada bilinen bilime karşı bir "Türk bilimi" çıkarma isteğini yansıtır gibi. Onun dediği gibi, Maraş'ın aslında Hititçe'de
"Maraşanda" ve Asurca'da "Margasi" olduğu bulundu. Aynı şekilde Malatya Hititçe'de
"Melitaş", Asurca'da ise "Miliddu" idi. Ama bunlar, bu durumda, bu adların "Türkçe"
olduğunu kanıtlamaya yetmiyordu. Bunun için, daha önce, Hititlerin ve Asurluların Türk
olduğunun ispatlanması gerekiyordu. Işte otuzlara doğru yapılan tarih çalışmalarının ana
doğrultusu da bu oldu. (Yukarıda andığım kitapta açıkça görüldüğü gibi.)
Daha önceki özleştirme akımı nasıl bilisel bir temele oturmuyor idiyse, bu yeni anlayışa dayanan araştırmalar da bilimselleşemedi. O günlerle ilgili, mizah amacıyla
uydurulmuş fıkralarda gördüğümüz, "Niagara"nın "ne yaygara"dan, "Amazon"un "amma
uzun"dan gelmesi gibi yakıştırmalarla, zamanın "dilci ve tarihçi bilim adamları"nın
ciddiyetle yaptığı yakıştırmalar arasında bir fark yoktur. Gene Agâh Sırrı'ya bakalım:
"Esas doğru idi. Fakat tanık olarak verilen örneklerin çoğu yanlıştı. Birer uydurma
ve yakıştırmadan ibaretti. Ona göre (Yusuf Ziya Özer'i kastediyor –M.B.), meselâ
'Aphrodite', Türkçe 'avrat' veya 'arvat'tan çıkmıştır. Deniz ilâhı 'Poseidon' Türkçe gemi
![Page 19: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/19.jpg)
anlamına gelen 'bostagen' kelimesinden gelmektedir. 'Vulcanus' kelimesinin aslı Türkçe
bulanık demek olan 'bulkanığ'dır."[24]
A.S. Levend'in kitabında ima ettiği bazı sözlere bakılırsa, ona göre de "esas doğru"
değildir. Ama resmî teze karşı ihtiyatlı bir dil kullanmaktan geri kalmaz. Hititlerin Hint-
Avrupa, Asurluların Sami kökenli oldukları bugün ispatlanmış olgular. Yapılan bütün bu incelemelerde, Levend'in "birer uydurma ve yakıştırma" dediği örneklerden başka bir şey
zaten çıkmadı.
Avrupa ile sıkı komşuluk ilişkisi içinde yaşayan Türkler birtakım önemli ihtiyaç
anlarında kendilerine Avrupalı yardımcılar bulmuşlardır. Fatih'in topçu ustası Urban'dan,
Osmanlı devletine Batı tarzında okul açan Hıristiyan adlı paşalardan sonra, dil sorununa
da bir yabancı imdada yetişti:
"Yine tarih tezinin ışığı altında ve ona paralel olarak, dil üzerinde çalışanlarda, dilin
felsefesini yapmak merak ve hevesi uyanmıştı. 1935'de Dr. Phil. H. F. Kvergic tarafından La psychologie de quelques éléments des langues turques adlı Viyana'dan Atatürk'e
gönderilen basılmamış bir esercik, yeni bir düşünceye yol açmış oldu."[25]
Güneş-Dil Teorisi
Bu Kvergic, "Güneş-Dil Teorisi"nin mucididir. Avrupa'da bastıramadığı tezinin
dilbilimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ilk insanın Güneş'e bakıp "A" demesi gibi tuhaf
spekülasyonları bir yana, çoğu zaman iki önermesi arasında bir mantık dizisi kurmak da
imkânsızdır. Ama bu teori, bilimle ilgisi bulunmayan bir ihtiyaca karşılık verdiği ölçüde, belli bir süre rağbet gördü, hemen hemen bütün dil çalışmalarını yönlendirdi. Türkçe
üzerindeki etkilerini görmek için gene Levend'in kitabına bakalım:
"Güneş-Dil teorisi, Türk tarih tezine uygun olarak şu hükmü kapsıyordu:
'Türk dili, taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yolu ile yeryüzündeki
dillere yayan eski ve büyük bir kültür dilidir. Etimoloji lugatlerinde 'kaynağı karanlık' olarak
gösterilen bir çok Fransızca, Almanca, Ingilizce kelimenin Türkçe ile kolaylıkla
açıklanabilmesi bunu göstermektedir.
Atatürk, tezdeki bu hükümle, Türk dilinin tarihten önceki çağlara kadar uzanan
eskiliğini belirterek, bu konu üzerinde yapılacak araştırmaların ufkunu genişletiyordu.
Nasıl ki, tarih teziyle de, Türklerin tarihin en eski uygarlığını kurmuş bir millet olduğunu
belirtmek, gençlere, kendine güvenmeyi, tarihleriyle övünmeyi aşılamak istemiştir.
Bu teoriden şu sonucu çıkaranlar oldu.
Dilimize yabancı saydığımız bir çok kelimeleri feda etmek gerekmez. Çünkü
bunların esasta Türkçe olması mümkündür. Hattâ, Güneş-Dil teorisine uyularak Türkçe ile açıklanabilen bir çok yabancı kültür kelimeleri de Türk kelimesi olarak kabul edilebilir.
Meselâ botanik kelimesi bitki ile, sosyal kelimesi soy ile, termal kelimesi ter ile, elektrik
kelimesi ıltırık, yıltırık, yaltırık ile açıklanabilir.
![Page 20: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/20.jpg)
Çıkarılan bu sonuç, Osmanlıcaya dönmek isteyenlerin çok işine yaradı. Aşırı
gayretler birden durdu; fakat yabancı kelimelere karşılık bulma işi de durmuş oldu. Dil
çalışmaları yeni bir evreye girdi."[26]
Levend'in sıkıntılı satırlarından sezildiği gibi, Güneş-Dil Teorisine inanmamakta,
bunun özleşmeyi durdurmasını onaylamamakta, öte yandan bu teorinin dayanaklarına eleştiri yöneltmekten kaçınmaktadır. "Çıkarılan bu sonuç"sözü, sanki bir zorlama
olduğunu ima eder gibi. Oysa gerçekten de böyle bir tezden çıkarılacak başka bir sonuç
yoktur, çünkü tez zaten bu sonucu çıkarmak için oluşturulmuştur. Her ulusun tarihinde
övünülecek şeyler, üzülecek şeylerle birlikte bulunur. Ama övünmek için yeni bir tarih
yaratmak mümkün değildir.
O dönemde tarih konusuna başka gözle bakanlar vardı. Bunların içinde en anlamlı
sözlerden birini söyleyen, "ölü tarih" ile "canlı tarih" arasında bir ayrım yapan Yahya
Kemal'di. Şiirin yanı sıra tarihe de ciddi bir ilgi duyan Yahya Kemal, bir toplumun belirli bir anda yaşadığı hayat üzerinde etkisi kalmamış uzak tarihi "ölü tarih" saymak gerektiğini
söylüyordu. Türkiye tarihine de bu açıdan bakıldığında, "canlı" olan tarih Osmanlı
tarihiydi. Gerçekten de, Gazneliler'in veya Samanoğulları'nın tarihi, Türkiye'de yaşayan
Türkleri hiçbir şekilde etkilemiyor, belirlemiyordu.
Ama biz başlı başına muazzam bir alan olan tarih konusunu bırakarak dil
sorunumuza dönelim. Güneş-Dil Teorisi, Levend'in dediği gibi, özleşmeyi durdurdu
(amacı da buydu). Günümüzde öz Türkçe akımına karşı çıkanlar, bunun Atatürk'ün iradesiyle böyle olduğunu söyleyerek Dil Kurumu'nun yaptıklarını eleştiriyorlar.
Gerçekten, öz Türkçecilik de, Güneş-Dil Teorisi de, kendi canlılık dönemlerinde
Atatürk'ün onayını almışlardır. Ancak, Türkçe sorununu tartışmanın, hiç değilse bugün,
hangi eğilimin Atatürk'ün gerçek niyetlerini yansıttığı bağlamından çıkarılması gerekir.
Sorun ortadadır ve kendi olanca gerçekliğiyle karşımızda durmaktadır. Bu tür skolastik
tartışmalara ve bir politik otoritenin yardımına sığınmaya gerek olmadan, bilimsel bir
tutumla ele alınabilecek bir sorundur üstelik. Ayrıca, Türkçe'nin özleştirilmesine karşı
olanlar, kendileri, Güneş-Dil Teorisini bunun gerekçesi gibi görmeye hazırlar mı? Öyle ise, dünyada bilinen herhangi bir kelimenin Türkçe'de kullanılmasını ve Türkçe sayılmasını
doğru buluyor olmalılar. Son olarak, Türkçe'nin gelişmesinde özleştirme ve Güneş-Dil
Teorisi mümkün olan iki alternatif ise, Güneş-Dil Teorisinin bilimsel doğruluğu
kanıtlanamadığı zaman (ki kanıtlanamamıştır), bundan çıkacak sonuç, öbür alternatife
dönülmesidir. Dolayısıyla, bu iki tutumun da bilim-dışı dayanaklarını görmek ve bilimsel
olan alternatifi düşünmek herhalde gereklidir.
Nurullah Ataç ve Özleşme
Kırklar ve elliler boyunca, "Türkçe" der demez akla gelen adlardan biri, Nurullah
Ataç'tır. Ataç, Türkçe'nin özleşmesine, tek başına, belli kurumlardan fazla katkıda
bulundu. Sert eleştirileriyle genç edebiyatçılar üstünde kurduğu otorite, Ataç'ın hışmına
uğrama korkusu, dönemin birçok yazarını daha öz Türkçeci olmaya itti. Böylece, özellikle
edebiyat alanında kullanılan dil özleşti, aynı zamanda da dilin genel kullanımına göre
farklılaştı. Ataç'ın bu alanda yaptıklarına büsbütün yararsız demek de, tamamen yararlı
demek de güçtür.
![Page 21: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/21.jpg)
Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç genellikle, değiştirdiği,
yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen,
radikal ve militan tavır alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl
olumlu katkıları bu noktada aranmalıdır. Ilkin, genel anlamda dil titizliğini bir çok yazara
kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan evvel de savaş açmıştı. Noktalama işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak
gerektiğini birçok yazar Ataç sayesinde öğrendi. Ikinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu.
Türkçe'nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin "arı" özü çerçevesinde değil, aynı
zamanda söz dizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne çıkarılmadığı halde,
Türkçe'nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir
dilsel ayrımı kullanarak, Türkçe'nin "analitik" değil, "sentetik" bir dil olduğunu söyleyelim.
Bu, kısaca, söz diziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması anlamına
gelmektedir. Analitik bir dil olan Ingilizce'de "Brutus killed Ceasar" derseniz, Brutus Sezar'ı öldürmüş olur. Türkçe'de ise özne, nesne, tümleç vb. bu işlevlerini takılarla
edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi anlamı değiştirmez. (Sezar'ı öldürdü
Brutus, öldürdü Brutus Sezar'ı, öldürdü Sezar'ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç,
Türkçe cümle yapısıyla mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi.
Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. "Devrik cümle" düşmanları
belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde "devrik" denilen cümle tipi Türkçe'nin asli bir
yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, söz diziminde çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, "devrik" cümle yaparken bununla her zaman özel bir nüans katmayı
başarmıştır. Ama bunu mekanik bir biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları
söz dizimi kadar monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir de
şu söylenebilir: bir çok yazar, eski söz dizimini, eski kelimelerle düşünüp yazıyor, sonra
da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu.
Ataç, söz dizimini yeni kelimelerin çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir
yazardı. Bu yüzden, en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme
mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını tahmin edebilirdiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle
kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.
Öte yandan, özleşme konusundaki tavrına, kendi hesabıma aynı övgüyle
bakamıyorum. Örneğin şu sözler:
"Ben öteden beri, konuşmalarımda olsun, yazılarımda olsun hep bunu söyledim,
türkçenin latinceleştirilmesi, yunancalaştırılması gerektiğine inandığım içindir ki öz-
türkçeci oldum, ona inandığım içindir ki öz-türkçeyi bırakmıyorum, bu toplumun çocuklarına latince ile yunancanın öğretileceği, şöyle iyice, gereğince belleteceği güne
değin de bırakmayacağım"[27]
Gerçekten Ataç'ın öz Türkçeciliğinin altında bu Yunan-Latin hayranlığı yatar. O
uygarlığın yarattığına inandığı hümazime sıkı sıkı bağlıdır. Bu gibi görüşler günümüzde
öyle "doğululuk", "batılılık", "kültürel değişimin toplumsal mekanizmaları" filan kavramlarla
bile eleştirilmeyecek kadar "naif" görünüyor. Yunanca ve Latince öğrenme ve öğretme
saplantısını Cambridge'de, Oxford'da bile terk ettiler –bundan da kimsenin kaybı olmadı.
![Page 22: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/22.jpg)
Ataç'ın tasarısının ilk adımdaki imkânsızlığı, eğitimle bir toplum kurulamayacağı
olgusudur. Ataç, kuşağındaki çoğu radikal-pozitivist-hümanist gibi, iyi eğitimle, evrensel
bir kültür verilip evrensel insan bireyleri yetişeceğine inanmıştı. Evrenselliğin temelini de
Greko-Latin kültürü sağlayacaktı. Ancak, bu gibi eğitim sistemiyle yeni bir toplum kurma
tasarıları, kaynaklarının bütün hümanizmiyle birlikte "jakoben" (çünkü belirli bir aygıt ve dar bir yetişmiş kadro yoluyla bütün bir topluma yön vermeyi düşünüyor) ve son analizde
anti-demokratiktir.
Öz Türkçe'nin zorunluğunun nihai gerekçesi olarak bu Greko-Latin kültürü
"asimilasyonu" ile karşılaştığımızda, bu gerekçe adına yapılanlardan kuşkuya düşmemek
elde değil. Şüphesiz Ataç'ın düşünceleri az çok kendine özgü, ama büsbütün kendine
özgü değil. Nitekim onun gibi Yunan ve Latin köklerine inmeyi isteyen istemeyen, daha bir
çok Batılaşmacı, öz Türkçe'yi de savunmuştur.
Ataç bir dilbilimci değildi. Ya da, modern anlamda bir dilbilimci değildi. Onun dille ilgisi, daha çok Batı'nın on dokuzuncu yüzyılda yetişen dilcilerininkine benzer. Bu bakış
bütünüyle tarihidir ve aynı zamanda dili seçkinci bir tutumla tanımlanmış, büyük harfle
yazılan bir kültürün aracı olarak görür. Böyle anlaşılan dilde bir iletişim işlevi varsa, o da
seçkinci bir düzeyde yapılan bir iletişim olmalıdır. Ayrıca, Türkiye'nin gelişmesi içinde dile
nasıl dil-dışı ölçütlerle bakıldığını önceki sayfalarda birlikte izlemiştik. Bu da, Ataç'ın
entelektüel mirası oldu.
Türkçe sorununa böyle karmaşık bir sorunsal içinden bakan Ataç'a göre, sözgelişi "demokrasi" kelimesini kullanmak, Yunan kültürünü almak değildir. Çünkü Yunanlılar ve
onların mirasını alan Batılılar bu kelimeye baktığında bunun "halk" ve "yönetim" kökleriyle
kurulmuş bir kavram olduğunu hemen anlarlar. Biz Türkler ise, bu yabancı kökleri
anlayamayız. Dolayısıyla "demokrasi" kelimesini gerçekten içimizde yaşatamayız.
Gerçekten Greko-Latin kültürü içinde yer almak istiyorsak, aynı kavramı Türkçe köklerle
kurmamız gerekir: "budun-buyrumculuk" veya "budun-erki" gibi yeni karşılıklar önerir
Ataç.
Kağıt üzerinde doğru görünebilen bu öneriyi biraz sonra, daha genel bağlamda ele alacağım. Şimdilik, Ataç'ın gözünden kaçan bir iki önemli ayrıntıya değinmek istiyorum.
Ilkin, az önce sözünü ettiğim kültürel seçkincilik ve Batı'nın aşırı yüceltilmesi olayı göze
çarpıyor. Sıradan Batılı insan "demokrasi" ve benzer kavramları kullanırken, bunların
Yunanca ve Latince köklerini bilmez. Sözgelişi, Ingilizce'de "trans" önekiyle başlayan
yığınla kelimeden birkaçına bakalım (bunların bir kısmı bizde de benzer biçimde biliniyor):
"Transatlantic", "transcend", "transcript", "transfer", "transform", "transgress", "transient",
"transit", "transition", "translate", "transmission", "transparent", "transpire", "transport", "transpose", "transversal". Şimdi, Oxford mezunu olmayan bir Ingiliz, tam olmayan bu
listedeki kelimelerin bir kısmıyla hayatı boyunca hiçbir ilişki kurmaksızın yaşar.
Kullandıklarına göre, bu "trans" ekinde, öteye geçmek, bir şeyin üstünden aşmak gibi
genel bir anlamı olabileceğini tahmin eder ancak. Ama, o listedeki kelimelerden yalnızca
birkaçını kullanmaya alışık olan bir Türk de bu soruyu sormak aklına gelirse aynı şeyi
tahmin edebilir: "transatlantik", "transfer" ve "transit" kelimeleri üstüne düşünüldüğü
zaman aklında kaldığı yaklaşık anlam, örneğin "transfüzyon" gibi yeni kelimeyle
![Page 23: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/23.jpg)
karşılaştığı zaman, bunun bir "aktarma" olayı olduğunu anlamasına yetebilir. Bunu
anlamak için ille Latince bilmesi gerekmez.
Bunu demekle, elbette ki bütün "trans"lı kelimelerin olduğu gibi Türkçe'ye
alınmasını savunmuyorum. Ama "transatlantik" ve "transit" gibi uluslararası nitelik
kazanmış kelimelerin bizde kullanılması, Türkçe'yi kimsenin tutsağı yapmaz, diyorum. Ayrıca bu konu bizi değinmek istediğim ikinci güçlüğe getiriyor. Bir dili konuşan bir
topluluk, kendi mantığı içinde yeni kavramlara eski ekler ve köklerden yani adlar bulur.
(Nitekim, saydığım Ingilizce kelimelerin pek çoğu "Roma-sonrası" kelimelerdir.) Bu
kavramları başka bir dile çevirirken, ekler ve kökler arasında aynı mantıki bağlantıların
kurulmasını bekleyemeyiz. Gene yukarıdaki "trans"lı kelimeler listesine bakarsak, örneğin
"transcendental" gibi bir kavram Türkçe'de "aşkıncılık" olurken "translate" için "çevirmek",
"transparent" için "saydam", "transform" için ise "dönüştürmek" diyoruz. Yani, aynı kökü
her zaman aynı şekilde, Türkçe'nin tekabül eden köklerine çeviremiyoruz. Böylece, Ataç'ın ortak köklere bağladığı "düşünce disiplini" zaten mümkün değil. Daha önce,
Cenap Şahabettin'in özlemine ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca
saymamızın da nedeni yok. Çünkü Greko-Latin kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri,
evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı; Ingilizce'de ortak "trans" var
diye çeviriye, sözgelişi, "dil-aşırı-aktarım" ve saydam için de "ara-nesne-aşırı-görüm" filan
dememize gerek yok.
Son olarak, "klasik" eğitime verilen abartılmış öneme bir kere daha değineyim. Ataç, "demos" ile "kratia" bilinmezse, "demokrasi"nin anlaşılamayacağından korkuyor.
Toplumda gördükleri eğitimden ötürü her iki kökü de bilen insanlar, "demokrasi"nin ne
olduğunu bilmiyorlar oysa. Buna karşılık, kelimenin etimolojisini hiç bilmeyen insanlar,
bunun ne olduğunu yaşayarak öğrenebilirler.
Agâh Sırrı, kitabının sonlarında Türkçe'nin durumu karşısında ya da ne olması
gerektiği konusunda alınan tutumları üçe ayırır. Cumhuriyet öncesinde netleşen ayrımlar
şunlardı:
"1. Türk dilinden yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak. Bu fikrin temsilcisi Fuad Kösearif'ti. Bunlar 'tasfiyeciler'di.
2. Hiçbir 'müdahale'yi kabul etmiyerek, dili yabancı kurallarla birlikte olduğu gibi
bırakmak. Bu fikrin en son temsilcisi de Süleyman Nazif'ti. Bunlar da 'muhafazakârlar'dı.
3. Dilden yabancı kuralları atmak, fakat kelimelere dokunmamak. 'Yeni lisancı'lar
'Genç Kalemler'de bu grubu temsil ediyordu. Bu grup, daha sonraları, kurallarla birlikte
yabancılığını duyuran kelimeleri de atmak, fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak
ilkesini kabul etmiştir."[28]
Yazarın bu bölümde özetlediği 1949 yılında ise aynı gruplar sürmektedir:
"1. Bütün yabancı kelimeleri dilden atmak.
2. Dile hiç dokunmamak.
3. Yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak, fakat halk arasında
yaşıyanlara dokunmamak."[29]
![Page 24: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/24.jpg)
Agâh Sırrı, biraz da haklı olarak, ilk iki grupta yer alanların hiç değilse belirli
programları olduğunu, üçüncü grubunsa belirsizlikten kurtulamadığını söylüyor:
"Ancak, bugünün tasfiyecileriyle muhafazakârlarının fikirleri açık ve kesin olduğu
halde, bu sonuncular fikirlerine kesinlik verememişlerdir. Tasfiyeciler, bütün yabancı asıllı
kelimeleri atmak, muhafazakârlar ise, hiçbirine dokunmamak fikrindedirler. 'Mutedil' diyebileceğimiz bu gruptakiler ancak esasta birleşmişler, düşüncelerinin ve isteklerinin
sınırını çizmemişlerdir. Kelime almak ve atmakta ölçüleri nedir, yabancı kurallar derken
neyi kastetmektedirler, terimler için ne düşünüyorlar? Bütün bu noktalarda fikir birliği
yapmış değillerdir. Bunun içindir ki, bir yandan tasfiyecilerin, öte yandan da
muhafazakârların hücumuna uğramakta ve bu yüzden çalışmalarına bir doğrultu
verememektedirler. Bu durumun dil evrimi için bir tehlike olduğuna bir şüphe yoktur."[30]
Bütün toplumsal olaylarda "ılımlılığın" böyle bir kaderi vardır. Ancak, burada
anlatılan bu ılımlı tutumun, ötekilerden farklı bir bakış açısı da getirmediği söylenebilir. Osmanlıca'nın olduğu gibi kalmasını savunanlar da, Türkçe'nin bütünüyle arılaşmasını
savunanlar da, dili politik, kültürel, toplumsal ve tarih bütünlüğünün bir parçası olarak
görüyorlar, dille ilgili tezlerini buna göre biçimlendiriyorlar. "İlımlı" grup da, aynı sorunsal
içinde, iki tarafa da aşırı gitmemeyi salık veriyor. Bu sorunsalı paylaştığı ölçüde, teorik
düzeyde öbürleri kadar gösterişli olamıyor; ama pratikte, dilin toplumca kullanımına daha
yakın düştüğü için, ana akışa daha uyumlu bir yer tutmuş oluyor.
Ataç'ın ölümünden sonra arı Türkçe davasının aynı çapta bir avukatı yetişmedi. Buna karşılık, öz Türkçe'yi konuşan ve yazanların sayısı arttı. Aşağı yukarı bütün
edebiyatçılar, öz Türkçe kullanmaya özen gösterdiler. Dil Kurumu da, kurum olarak dilin
özleşmesine, terimlerin öz Türkçe karşılıklarının bulunmasına çeşitli katkılarda bulundu.
Basının büyük bir bölümü de dildeki yenileşme eğilimini izledi. Basınla birlikte 1960'tan
sonra TRT'nin dilini özleştirmesi, yeni kelimelerin kullanımını yaygınlaştırmış odu.
Böylece, bugünlere geldik. Bugünlere kadar, dilin nasıl olması gerektiği tartışması hiç
bitmedi. Bu sıralarda yeniden alevleneceği de muhtemel görünüyor. Dolayısıyla, şimdiye
kadar gerçekleşen dilsel değişikliğin ne kazandırdığını, ne kaybettirdiğini, bir kere daha, ama serinkanlılıkla düşünmenin zamanıdır.
Dilde Değişim Ne Kazandırdı Ne Kaybettirdi?
Ilkin özellikle önemli olduğunu düşündüğüm bir nokta üstünde durayım: dili
toplumun iletişim aracı olmanın ötesinde tarihi, politik ve kültürel yönlendirmenin de
vazgeçilmez parçası olarak görmek alışkanlığı, ister istemez dile politik müdahale
kurumunu doğurmuştu. Buna Türkiye'nin geleneksel bürokratik yapısının özellikleri de
eklenince (ülkemizde her türlü toplumsal etkinliğin yasayla düzenlenmesi geleneğine bir başka yazıda değineceğim), dilsel kullanım politik iktidarların tutumuna göre değişebilen,
zaman zaman yasayla değiştirilebilen bir şey oldu. Bir toplumun kendi dilini nasıl
kullanacağı konusunun yasayla düzenlenmesi, dünyanın başka ülkelerinde sık rastlanan
bir durum değildir. Académie française gibi kuruluşlar, devletten çok kendi prestijleriyle dil
konusunda otorite olmuşlar, ayrıca, dilbilgisi bakımından en doğru görünen kullanımı
saptamak gibi, bir anlamda tutucu bir işlev görmüş, dili değiştirme çabasına
girmemişlerdir. Türkiye'dekine benzeyen bir arılaşma akımı, ulusal birliğin sağlanması
![Page 25: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/25.jpg)
güçlük çıkaran, dolayısıyla şoven-milliyetçi birçok ideolojinin doğduğu Almanya'da görece
kısa bir dönemde görülür. Ingilizler başından beri, Fransa'dakine benzer bir dil akademisi
kurulmasına yanaşmamış, genelde benimsedikleri liberal tavrı dil alanında da
sürdürmüşlerdi. Türkiye'de ise Meşrutiyet döneminden sonra devletin dile çeşitli
düzeylerde müdahale ettiği görülür. Bu özellik, Cumhuriyet döneminde iyice belirginleşir. Bütün arılaşma hareketleri, bu dönemde, politik otoritenin yönlendirmesiyle ortaya
çıkmıştır. Alfabe bile bir yasa konusu olmuştur. Levend'e göre, her gün ilan edilecek
kelimelere karşılık bulunması kampanyasında "Başvekalet, Halk Partisi, Halkevleri bu iş
için seferber edilmiş, ajans, radyo ve bütün gazeteler işbirliğine çağrılmıştır."[31] 1944'te
anayasa dilinin değişmesi için gene CHP Meclis Grubu bir komisyon kurar. Demokrat
Parti iktidara gelip, Eğitim Bakanı Tevfik Ileri bu maddenin değişmesini isteyinceye kadar,
Türk Dil Kurumu'nun tabii başkanı Millî Eğitim Bakanıdır. Bu da Kurumla devlet arasında
kurulan ilişkinin niteliğini gösterir. DP zamanında hükümetler Dil Kurumu'na karşı tavır almış, 1945'te CHP'nin değiştirdiği anayasa dili 1952'de Fuat Köprülü'nün ilk imzayı attığı
önergeyle yeniden eskileştirilmiştir. Bundan sonra her politik iktidar, Türkçe'nin nasıl
olması gerektiği konusunda farklı bir görüşe sahip olacak, düşüncesi doğrultusunda dilsel
kullanımı etkilemeye çalışacaktır. Özellikle radyo ya da devletin çıkardığı ders kitapları
gibi etkili araçlarda kullanılan Türkçe sürekli değişecektir. Bir toplumun kendi dilini nasıl
kullanacağına politik iktidarın karar vermesi ve gereğinde resmî denebilecek
müdahalelerle yürürlükte olan dili değiştirmesi, Türkiye'ye özgü bir tuhaflık olsa gerek.
Ancak, resmî olan ve olmayan türlü müdahalelerden sonra Türkçe'nin bugün
varmış olduğu nokta zaten yeterince karışık. Buraya kadar konuya tarihi gelişmesi
çerçevesinde baktık: şimdi, varılan bu noktada elimizde dil olarak ne gibi bir araç
olduğuna bakalım.
Bütün bu olup bitenlerden Türkçe istendiği, umulduğu gibi "özleşebildi" mi? Gerçi
pek çok kelime değişti, ama dilin gerçekten özleştiğini söyleyemeyiz. Gündelik dilde
kullandığımız yüzlerce ve binlerce kelime, biz bunların çoğunu Türkçe sandığımız halde
başka dillerden alınma. "Dam" gibi sıradan bir kelime Latince "Domus"tan geliyor örneğin. Yerleşik konutların çeşitli parçalarının adları, doğal olarak o düzeni kurmuş olanların
verdiği adlara bağlı kalacak, ama örneğin "çadır" da Farsça "çader"den geliyor. "sokak"
ile "cadde" de Arapça. Haftanın günlerinin adları Türkçe değil. "Davul" ile "zurna" da öyle.
Bedenin dıştan, gözle görünür organlarının çoğu Türkçe, ama iç organlarının çoğu Türkçe
değil; mide, ciğer, beyin, böbrek, işkembe, kalp (sonuncusunun Türkçe'si de yaşıyor, ama
örneğin "yürek hastalığı" diyemiyoruz). "Pencere" de başka dilden, "perde" de. "sofra",
"leğen", "cep", "parça", "çarşaf", (çar-şeb), hattâ "hoşaf" da yabancı kökenli. "Çoban", "çarık" gibi Anadolu yaşayışına özgü kelimelerin de Farsça'dan gelmesi şaşırtıcı değil mi?
"Serçe", "sincap", "tazı", ve daha nice sıradan, basit hayvan adları da Türkçe değil.
"Akasya" ve "fesleğen" Yunanca'dan, "fındık" Arapça'dan, "nar", "çınar", "armut"(emrud)
Farsça'dan. Gemicilikle ilgili terimlerin çoğu, "sintine"den "iskele"ye kadar, Italyanca'dan.
"Istimbot", "tornistan" gibi buhar-sonrası terimler ise Ingilizce'den. "Hedef"i, "maksat"ı
kovalayarak benimsediğimiz "amaç" da Farsça. "Hudud" yerine koyduğumuz "sınır" ise
Yunanca. "Fener" gibi. "Peynir" Farsça'dan geliyor, "susam" Arapça'dan. Sebzelerinin pek
azının adı Türkçe. "Rende" ve "testere" gibi sıradan aletler Farsça. "Kahkaha" veya
![Page 26: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/26.jpg)
"esmer" gibi akla gelmeyecek kelimeler de Arapça'dan çıkıyor. "Orospu" Arapça; "dara
düşmek"teki "darr" Arapça, "püf" de Farsça, "söndürülmüş" anlamına gelen
"püfkerde"den. Anadolu yemeği diye bildiğimiz "kaygana", Arapça "haygene"den; "paça"
Farsça "pa-çe"den. "Yağma" kelimesi bile Farsça.
Bu listeyi daha fazla uzatmayalım. Şu bir avuç örnekten, öyle ciddi bir arınmanın pek mümkün olmadığı herhalde görülüyor. Kaldı ki, neyi değiştiriyor bunların Türkçe
kökenli olmaması? Hepsi yerleşebileceği kadar yerleşmiş, kendi malımız olmuş. Bir dili
konuşan geniş kitleler kullandıkları kelimelere etimoloji uzmanı gibi bakmazlar zaten.
Öte yandan çağdaş teknoloji de bir yığın kelimeyi ardından sürükleyerek geliyor
Türkiye'ye. Teyp, pikap, radyo, telefon, televizyon gibi herkesin dilinde olanlar, "aks",
"rot", "şanzıman" gibi görece daha dar alanlarda kullanılanlar –ama bunların da ötesinde,
neredeyse her yeni makine kendi kelime hazinesiyle geliyor. Bir gazetenin spor
sayfasında şöyle bir cümle: "Mithatpaşa stadının pilonlarına projektörler monte edildi."
Bütün bunlar, dilin özleşmesini isteyenlere çok acı gelebilir, ama çaresiz. "Tasfiye"
yolunu tutmaya kalkıştığımızda ortada Türkçe filan kalmayacağı açıkça görülüyor.
Türkçe'ye böylesine fazla yabancı kelime doldurmuş olan tarihi değiştirmeye imkân yok –
Brecht'in, toplumlarından hoşnut olmadıkları için başka halk edinmeye niyetlenen
yöneticileri gibi bizde de yöneticiler tarihlerini beğenmeyip yeni bir tarih sahibi olmaya
karar vermedikçe.
Dili ulusun ya da ırkın arınmasının aracı olarak görmekte –ve bütün bir halkın iletişim aracı olarak görmemekte– ısrar edilirse, sonuçta Esperanto gibi yapay bir dile
sahip olunabilir, ama doğal bir dil böyle oluşamaz. Nitekim şimdiye kadar bu arınma
uğruna epeyce şey feda ettik. Örneğin, "hayat" kelimesinin ne suçu vardı? Türkçe ses
uyumuna uygun, bütün halkın yüzlerce yıldır milyonlarca kere söylediği kelime.
Kullandıkça anlamı zenginleşmiş, bir yığın deyime girmiş. Bunların yerine koyduğumuz
kelimelerin ne kadarı o çağrışım zenginliğini kazanabilir? Ve ne kadar zamanda? Örneğin
Ismet Özel'in "Sevgilim Hayat" şiiri "Sevgilim Yaşam" olabilir mi? Gerçi biz "yaşam
sevgisi" filan gibi laflarla bir edebiyat ürettik ama, o edebiyat da o dil kadar yapay oldu.
Çok zaman birden fazla kelimeyi sözlüklerden kovup onların yerine bir tane öz
Türkçe karşılık bulduk. Türkçeleştirmenin gerekliliğine, yararlılığına, sonuçta ortaya
çıkarılan kelimenin kullanışlılığına inandığım durumlarda bile, bu zorla yoksullaşma
çabasına katılamıyorum. Ilkin Gökalp söylemişti, daha sonra Ataç iyice perçinledi, bir
nüans iletmeyen eş anlamlı kelimeler dil açısından zenginlik sayılamaz. Ama özleşme
uğruna, varolan nüansların harcanması çok-yanlı bir zarardır, edebiyat dilinde de, bilim
dilinde de, "cemiyet" yerine "toplum" dedik, alıştık, ısındık da bu yeni türetilmiş kelimeye. Ama "cemaat"ı ne yapacağız? "Topluluk" demek her zaman kurtarmıyor, hele dini
çağrışımı hiç veremiyor. Ayrıca "toplum"un türevlerini kullanamadığımız alanlar var ki, o
zaman da birtakım tutarsızlıklar oluyor. "Toplumsal kalkınma", "toplumsal düşünce" ve
daha birçokları rahatça kullanılıyor, ama "toplumsal demokrat" diyemiyoruz.
"Neden" kelimesi de iyi bulunmuştu ve yarleşti. Gelgelelim, bir başka yerde uzun
uzun yazdığım gibi, örneğin Hegel, "Bir açıklama ilkesi olarak 'cause' yeterli değildir,
![Page 27: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/27.jpg)
önemli olan 'raison'dur," deyince ne yapacağız? Yalnız "neden" yetmiyor demek ki. Şu
halde, "neden" gibi kullanılabilir bir kelime daha türeteceğiz, bu çok zorsa "sebep" de
kullanılacak. Başka türlüsü nasıl düşünülebilir? Türkçe'si yok diye bir kavramdan
vazgeçilebilir mi? (Türkçe'si olan kavramların sayısının pek yüksek olmadığını yukarıda
görmüştük.)
Nüanslar Kayboluyor
Öz Türkçe olmayan kelimeleri kullanma korkumuzdan, yüzlerce nüansın kaybolup
gitmesine göz yumduk. Örneğin Ingilizce gibi gelişkin bir dilde "düşünme" fiiline yakın
anlamlarda şu kelimeler var: "think", "refleck", "contemplate", "cogitate", "meditate",
"reason", "cerebrate", deliberate", "ruminate". Daha gündelik bir biçimde düşünme
anlamına gelecek, "ponder", "muse", "reckon", "wonder", "consider" var. Bunlar en temel
olanları. Herhangi bir yakın anlamlar sözlüğünde daha yığınla örnek bulursunuz. Bunlara
karşılık kaç tane Türkçe kavram çıkarabiliyoruz? Yani Türkçe'nin sorunu, elimizde cömertçe feda edecek sayıda kelime, kavram bulunması değil, bulunmaması. "Fikir" gibi
yerleşmiş kelimeleri de aslı Türkçe değil diye kovalarsak, neyle düşüneceğiz? Düşünce
tarihimiz, az kavramla düşünme alışkanlığının sonuçlarını gösteriyor zaten.
Ataç gibi yazarlar, öz Türkçe'yi Yunan-Latin temeline geçmek için istiyorlardı.
Türkçe köklerden türetildiği için anlaşılır olan ve aralarında bağlantı kurulabilen kelimelere
sahip olmamız gerektiğini savunuyorlardı. Gelgelelim, özellikle yabancı dillerde varolan
terimlere öz Türkçe karşılık bulma çabasında, bir çok yanıltıcı kelime uydurduk. Geçenlerde biri yazmıştı, psikolojideki "anal evre" için "dışkısal" deniyormuş; bu terimin
anlattığı şeyin ne ilgisi var "dışkı" ile? "Uydur uydur söyle" olmuyor mu böyle bir dil
arınması? Ne yazık ki, tek örnek de değil bu. "Kelime" için bulduğumuz "sözcük" son
derece yanıltıcı: "söz"ün küçüğü anlamını veriyor, büyüyememiş söz gibi bir şey.
"Edebiyat" için yazın demek de bir tuhaf: "sözlü yazın" ne demek oluyor, örneğin?
Kelimelerin kökenlerinin tanınabilir olmasının birtakım yararları olabilir. Ama
düşünce dilinde fazlasıyla somut kelimeler sakınca da yaratabilir. Batı dillerinde bu
kökenlerin çoğu unutulmuştur. Ingilizce'de "concetanation" gibi az kullanılan bir soyut kelimeyi kullananlar, bunun Latince "zincir" demek olan "catena"dan geldiğini artık
hatırlamazlar. Kelimenin anlamı, "zincir" kavramına yakındır, ama alabildiğine
soyutlaşmış, o kökenden uzaklaşmıştır. Yeni bir dil yaratmaya çalışmakta bu sakınca hep
var: kelimeler eskimediği için yeterince soyutlaşamıyor. Çünkü ortak bir köken üzerinde,
pek ortaklığı filan olmayan yığınla kelime ortaya çıkıyor. "Olmak" fiilinden türettiğimiz yeni
anlamları düşünelim.
Çok zaman, özellikle çeviri yaparken, belli bir aktarma güçlüğü ile karşılaşıp yeni bir kavram türetebiliyoruz. Ama bunları daha sistemli düşünemiyoruz. Kavramların
akrabalarını gözetmiyoruz. Sözgelişi "komedya" için "güldürü" diye bir laf bulmuşuz;
bunun kendi başına uygunluğu ayrıca tartışılır da, "tragedya" karşılığı için ne diyeceğiz,
"ağlatı" mı? "Ihracat", zamanla gerekli soyutluk kıvamına gelmiş bir kelimeydi. Şimdi
"dışsatım" diyoruz. Bunu fiil olarak kullanmak imkânsız gibi bir şey. Ama ayrıca,
"emperyalizm az gelişmiş ülkelere işsizlik ihraç eder" gibi bir cümle nasıl kurulacak bu
yeni kavramla? "işsizlik dıssatar" mı diyeceğiz?
![Page 28: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/28.jpg)
Bazen bir kelime üstüne çok fazla anlam yüklüyoruz. Her dilde böyle birkaç anlama
gelen kelimeler vardır, ama bizde bazı kelimeler kimsenin kaldıramayacağı bir yük altına
giriyorlar. Sözgelişi "kurgu". Eskiden bunun "saat kurgusu" gibi basit bir anlamı vardı.
Şimdi "bilim-kurgu" diyoruz ve sonra da "fiction" ile türevlerinin karşılığı olacak şekilde
geliştiriyoruz kurguyu. Derken "spekülatif düşünce" için de "kurgu" diyoruz. Bu da yetmiyor, sinemada "montaj" anlamına da "kurgu" kullanılıyor. Bu kadar çok anlamlı
olmak, anlamsızlaşmakla aynı şey.
Bütün bu süreç içinde kelimelerin anlamları keyfileşiyor. Isteyen, istediği anlamda
kullanıyor kelimeleri. "Durum vaziyeti" ya da minibüste gördüğüm "Hayat yok bize bu
yaşamda" sözünde olduğu gibi eski ile yeninin garip bir şekilde yan yana yaşamasından
başka bir de semantik kaymalar var. "Hayat tecrübesi" olmak üzere üretilen "yaşantı"
birçoklarına göre "hayat" anlamına geliyor. "Zevk" için türetilen "beğeni" şimdi "takdir"
anlamına gelmeye başladı: "Seyircinin beğenisini kazandı" gibi. Dil kendisi bu kadar değişken, kelime türetme ve yayma bu kadar keyifli olunca, kimseyi de yanlış konuştuğu
için kınamaya hakkımız yok.
Dil Iletişim Aracı Olmaktan Çıkıyor
Eskiyle bağın kopması ayrı bir sorun. Dîvan edebiyatı artık yabancı dil. Bunda
bizim kadar, Osmanlıca'yı yapay bir biçimde kuranların da sorumluluğu var. Ama Yahya
Kemal, Ahmet Haşim, Halit Ziya da anlaşılır olmaktan çıktı. Onlar bir yana, Orhan Veli
veya Sait Faik okurken bir yığın anlamadığı kelimeyle karşılaşan gençler var.
Yabancı kelimeleri, köklerini bilmediğimiz için anlayamayacağımız, oysa Türkçe
kökenli kelimeleri herkesin kolaylıkla anlayacağı sık sık söylendi. Mantığa uygun
görünüyor ama gerçek bu kadar basit değil. Iki örnek vereyim. Toplumcu kavramı,
"sosyalist" için türetilmişti. Ama, hani "ölme"yi yumuşatmak için "vefat "etme" filan derler,
bu "toplumcu"nun anlamı da böyle yumuşadı, üstelik belirsizleşti. Gün geldi, "Hüseyin
Rahmi'nin toplumculuğu" diye yazı yazıldı. Geçenlerde ödül kazanmış bir şairle bir
gazetede yapılmış konuşmayı okuyordum. Bir başka şair için, "Kentsoylu insanın
sanayileşme karşısında duyduğu korkuyu dile getirir," diyordu. O gazeteden, burada düşen, atlanan bir kelime var mı diye sordum; olmadığını söylediler. "Kentsoylu",
"burjuva"nın karşılığı diye biliyorum. Tarihten bildiğim kadar burjuvalar sanayileşmeden
korkmazlar, çünkü kendileri yaratmışlardır endüstriyi. Herhalde "kentli insan" anlatılmak
isteniyor. O yazar, "kentsoylu" yerine "burjuva" diyor olsaydı, bu yanlışı yapmazdı. Ne
olsa "burjuva" kavramının tanımı daha belirli. Ama "kentsoylu" filan gibi tarihsiz kelimeler
lastikli oluyor, nereye çekseniz uzuyor. Demin dediğimi de buraya uygulayabiliriz:
kavramları takımları içinde düşünmeyince çıkacak güçlükleri –"küçük burjuva" ya da "küçük kentsoylu" mu denecek? O zaman bunu da "kasabalı" sananlar çıkmaz mı?
Bu kavram kaypaklığının tek sorumlusu öz Türkçe olmayabilir. Onu kullananların
düşünce disiplininden uzak olmaları da bir sorun. Fakat oturmamış kelimeler, ya da
değişik yazarların kendi kararlarına göre şu veya bu anlamda kullandıkları kelimelerle
örülmüş bir kültür ortamında düşünce disiplinini elde etmek hayli zor. Yerli/yabancı
farklılığının en net biçimde gözlendiği alan olduğu için çeviri, öz Türkçecilik içinde önemli
rol oynadı. Böylece, çevrilmiş metinlerde, Sartre'ın, İonesco'nun, daha nice yabancı
![Page 29: TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE · TÜRKÇE SORUNU Murat BELGE Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye](https://reader031.vdocuments.net/reader031/viewer/2022021711/5e2a10d6a318345005569ee9/html5/thumbnails/29.jpg)
yazarın kendilerini Türkçe'yi arılaştırma davasına yürekten adadıklarını gördük (Ben de
öz Türkçecilik dönemimde neler yaptım, hatırladıkça yüzüm kızarır: Diyalektik maddeciliği
"eytişimsel özdekçilik" bile yapmıştım, ve zavallı Russell'a söyletmiştim bu lafı).
İşte her çevirmen yabancı dil metinde karşılaştığı kavramlara kendine göre öz
Türkçe eşdeğerler yaratırken, bunu okuyan okurlar da kaygan ve kaypak kelimelerle kaygan ve kaypak düşünceler üretmeye alıştılar. Örneğin günümüzün moda
deyimlerinden "sorunsal" da kültürümüze benim naçiz bir armağanım oldu, sanıyorum;
bunu Althusser'in "problematique" kavramını karşılamak için türetmiştim. Geçenlerde bir
dergide "sorunsallı günlerimizde birlik olalım" gibilerden bir laf gördüm. Anlaşılan,
"kuyruklu sorun" anlamını kazanmış sorunsal.
Bu kelimelerle kurulan söylem de belirgin nitelikler edindi. Bir yandan, üslup
anonimleşti. Bir yandan, kelimelerin kazandırdığı sanılan şıklık, içeriğin yerini aldı.
Deminki örnekle şöyle bir cümle kursak: "sorunsallı günlerimizde kurgusal devinimlerle uzayı dönüştürmek olası görünse de bir sanrı olmaktan gitmez ileriye," filan yollu, pekâlâ
geçer, insan sahiden bir laf etmiş yerine konur. Genellikle böyle laf ediliyor zaten.
Öyle tuhaf ülke ki Türkiye, kendisi okumamış bir kadıncağız oğlunu okula
gönderse, çocuk da bir gün gelip, "Anne, bu gereksinmelerimi giderme olanağını elde
edemedim," diye cümlelerle bir şeyler söylese, kadın oğlunun gerçekten kültürlü olduğuna
inanıp kıvanç duyabiliyor. Yani sonuçta aynı yere geldik. Osmanlı aydını yapay
Osmanlıca'sını konuşup elitliğini yaşıyordu. Avam ne kadar anlamasa o da o kadar seçkin oluyordu. Şimdi aynı şeyi Türkçe ile başardık. Seçkin olanla olmayanı dil ayırıyor. Dil,
gene bir iletişim aracı değil. Üstelik, iletilecek bir şey de kalmayabilir yakında, öztürkçesel
sorunsal sayesinde.
Notlar:
1 – A. H. Tanpınar; XİX Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ikinci baskı, s. 78. 2 – A. S. Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1960, s. 68-75, 102-112.
Levend'in temel perspektifine çok yabancı olduğum halde, bu kitabından büyük ölçüde yararlandım. Olguların dökümü iyi yapılmış, yararlı bir inceleme kitabı.
3 – Age., s. 217-218. 4 – Age., s. 276. 5 – Age., s. 276. 6 – Age., s. 301. 7 – Age., s. 327. 8 – Age., s. 339. 9 – Age., s. 340-41. 10 – Age., s. 344-45. 11 – Age., s. 355. 12 – Age., s. 394. 13 – Age., s. 397. 14 – Age., s. 402. 15 – Age., s. 409-10. 16 – Age., s. 410-11. 17 – Age., s. 412. 18 – Age., s. 414. 19 – Age., s. 423. 20 – Age., s. 424-35. 21 – Age., s. 426. 22 – Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, İstanbul 1930. 23 – Levend, Age., s. 426-27. 24 – Age., s. 427. 25 – Age., s. 431. 26 – Age., s. 439. 27 – N. Ataç, Söyleşiler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1962, s. 190-91. 28 – Levend, Age., s. 453-54. 29 – Age., s. 454. 30 – Age., s. 455. 31 – Age., s. 416.