turgut sungar turgut sungar - igdirsevdasi.com · diye geçirmişti. sabah olunca yarbayın...

52
Turgut Sungar 362 TURGUT SUNGAR Bir zamanlar, Ağrı Da- ğı’nın gölgesinde, Aras nehrinin sevdalı seyrinde “Turgut Sungar” isminde bir genç yaşardı... Şiirler, piyesler yazar, karikatürler çizer; ARAS diye bir dergiye can ve ruh verir; Halkevi’nin tiyatro ve gezi kollarında görev alıp, müsamere- ler ve balolar düzenler; bununla yetinmez, futbol ve voleybol takımlarının vazgeçilmez oyun- cusu olarak bir ilçeden diğerine koşturup, unutulmaz maçlar düzenler; kalan boş vaktinde de artist yarışmalarında birincilik kazanan siluetiyle Iğdır’ın dingin sokaklarında volta atardı. Turgut abiyi tanıdıktan sonra, Iğdır’ı ve Iğdırlıyı bunca içten ve doyasıya seven ikinci bir insan var mıdır, diye düşünmeden edeme- dim. “Iğdır sevdası” onun şiirlerine ve tuvalinde kullandığı renklere öylesine karışmış ki! Turgut abi, Iğdır’ı kalbinde her gün yeniden yaratıyor, ona her gün yeni bir biçim verip, şefkatle kucaklıyor. Iğdır seninle hep iftihar edecek Turgut abi... Buna emin olabilirsin. Hayatım 1927 Iğdır doğumluyum. Babam Bekir Sıtkı Sungar, Kâzım Karabe- kir Paşa’nın ordusunda Binbaşı rütbesiyle görev yaptığı yıllarda, Iğdır’a gelip yerleşmişti. Ablam Hikmet, Iğdır eşrafından Naci Güneş’le evlenince ailemin Iğdır’a bağlılığı daha da artmıştı. İlk ve ortaokulu Iğdır’da bitirdikten -lise diploması 60’lı yıllarda kısmet oldu- sonra 1948-50 yılları arasında askerlik hizmetimi yaptım. 1953 yılında Erzurum İş Bankasında stajyer memur olarak göreve başladım. 1955 yılında muhasebeci olarak Iğdır’a atandım.1961 yılında tayinim Kırklareli Lüleburgaz’a çıkınca, kalbimin yarısını doğduğum yerde bırakarak, Iğdır’- dan ayrılmak zorunda kaldım. Yola çıktığım gün, toprağı öpüp, doğup büyü- düğüm bu topraklara tekrar kavuşturması dileğiyle Allah’ıma dua ettim. Ayten Sungar ve Turgut Sungar

Upload: nguyennguyet

Post on 29-Jun-2019

237 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Turgut Sungar

362

TURGUT SUNGAR

Bir zamanlar, Ağrı Da-ğı’nın gölgesinde, Aras nehrinin sevdalı seyrinde “Turgut Sungar” isminde bir genç yaşardı... Şiirler, piyesler yazar, karikatürler çizer; ARAS diye bir dergiye can ve ruh verir; Halkevi’nin tiyatro ve gezi kollarında görev alıp, müsamere-ler ve balolar düzenler; bununla yetinmez, futbol ve voleybol takımlarının vazgeçilmez oyun-cusu olarak bir ilçeden diğerine koşturup, unutulmaz maçlar düzenler; kalan boş vaktinde de artist yarışmalarında birincilik kazanan siluetiyle Iğdır’ın dingin sokaklarında volta atardı.

Turgut abiyi tanıdıktan sonra, Iğdır’ı ve Iğdırlıyı bunca içten ve doyasıya seven ikinci bir insan var mıdır, diye düşünmeden edeme-dim. “Iğdır sevdası” onun şiirlerine ve tuvalinde kullandığı renklere öylesine karışmış ki!

Turgut abi, Iğdır’ı kalbinde her gün yeniden yaratıyor, ona her gün yeni bir biçim verip, şefkatle kucaklıyor.

Iğdır seninle hep iftihar edecek Turgut abi... Buna emin olabilirsin.

Hayatım1927 Iğdır doğumluyum. Babam Bekir Sıtkı Sungar, Kâzım Karabe-

kir Paşa’nın ordusunda Binbaşı rütbesiyle görev yaptığı yıllarda, Iğdır’a gelip yerleşmişti. Ablam Hikmet, Iğdır eşrafından Naci Güneş’le evlenince ailemin Iğdır’a bağlılığı daha da artmıştı.

İlk ve ortaokulu Iğdır’da bitirdikten -lise diploması 60’lı yıllarda kısmet oldu- sonra 1948-50 yılları arasında askerlik hizmetimi yaptım. 1953 yılında Erzurum İş Bankasında stajyer memur olarak göreve başladım. 1955 yılında muhasebeci olarak Iğdır’a atandım.1961 yılında tayinim Kırklareli Lüleburgaz’a çıkınca, kalbimin yarısını doğduğum yerde bırakarak, Iğdır’-dan ayrılmak zorunda kaldım. Yola çıktığım gün, toprağı öpüp, doğup büyü-düğüm bu topraklara tekrar kavuşturması dileğiyle Allah’ıma dua ettim.

Ayten Sungar ve Turgut Sungar

Iğdır Sevdası

363

30 yıllık bilfiil bankacılıktan sonra kendi isteğimle emekli oldum. Biri kız biri oğlan iki çocuk babasıyım.

Aile kökenim Babamın ailesi aslen Kastamonu’nun Taşköprü ilçe-sindendir. Henüz bebek yaşta ailesi İstanbul’a göç ettiğinden, babamın çocukluğu ve gençliği İstanbul’da geçmişti. Harp Oku-lu’ndan mezun olduktan sonra, Balkan ve Birinci Dünya Harp-leri nedeniyle, Osmanlı Devleti-’nin girmiş olduğu savaşlarda at koşturmuş, silah sıkmış, hulâsa vatanın kurtuluşu için tüm cep-helerde fedakarca çalışmıştı.

Babam, bazı günler, biz çocukları etrafına alır, o yıllara ait anılarını sonu gelmeyen ma-sallar gibi anlatırdı. TBMM’nin kuru-lup, düşmana karşı direnişin örgütlendiği yıllarda, babam Sarıkamış’ta, Kâzım Karabekir Paşa’nın Kolordusunda Binbaşı rütbesiyle görev yapıyordu. Iğdır’ın kurtuluşunu izleyen yıllarda (14 Kasım 1920) babam, bu ilçeye Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştı. Benim doğu-mumdan evvelki bir zaman diliminde, Binbaşı rütbesinden emekli olup sivil hayata atılmıştı.

Iğdır halkı babamın sivil görevler üstlenmesine aldırmadan, ailemizi, kendilerine hoş gelen “Binbaşı Bekir Bey” lâkabıyla çağırırlardı. Babamın sivil hayatta yaptığı işlerden ikisini çok iyi hatırlıyorum: Babam, Iğdır ve köylerinin kadastro ölçümleri ve toprak dağıtımı yapmak için kurulan ekipten sorumluydu. Köy köy dolaşır, arazileri ölçüp biçerdi. Evimizde halen o günlerden kalma, Iğdır’daki köy ve kasaba isimlerini eski Türkçe’yle gösteren, özenle sakladığım bir harita var. Babam, bazen henüz çocuk yaşta olmama karşın beni de arabasına alıp ücra dağ köylerine götürür-dü. Bu sayede başka yaşam biçimlerini tanımak fırsatım oluyordu.

Babamın ikinci önemli görevi, Iğdır’ın ilk meteoroloji istasyonunu

Cemile Sungar (1891 - 1975)

Turgut Sungar

364

açıp hizmete sokmasıydı. 12 Kasım İlkokulunun arka tarafına düşen bir mevkide inşa edilen bu istasyon binasını babam kendi eliyle bizzat çalışarak kurmuştu.

Ben ilkokul üçüncü sınıfta öğrenciyken (1937-38) babam vefat etti (67 yaşında); asker kökenli olduğundan Melekli Yolu üzerindeki Askeri Mezarlı-ğa defnedildi.

Iğdır’ın ilk harita-sını babam çıkarmıştı. Bu haritanın bir yanında Eski Türkçe’yle Iğdır Belediye-sinin sınırları şöyle anlatı-lıyor: “Iğdır Belediyesi Deve Yatağı yolunun Hana-ko harkını kat ettiği yerden başlayarak Deve Yatağı yo-lunu ve Kuyu harkını ve köy yolunu ve Soğuk harkını ta-kip ile Iğdır-Markara şose-nin geçerek Soğuk harkı ile Melekli köyü bahçe ve hane duvarlarını takiple Soğuk harkını takiben Baharlı kuyusundan sonra Melekli-Hakveyis yolunu takiben eski Tuğla Fabrikası ve askeri kışlaları önünden ve cephanelik arkasından geçerek Kızılzakir ve Pulur köyleri yollarını geçtikten sonra Iğdır-Hakveyis yoluna ve buradan Baharlı Kol harkını takip ile Baharlı ana harkına varır ve Baharlı Ana harkını takiben Soğukbaşını da geçerek kol harkiyle Iğdır harkı-na varır. Ve Iğdır harkını da takip ile Iğdır harkından ayrılan Ahunt harkını, ve Ahunt harkını ve Kol harkını takiben Hoşhaber-Iğdır yolu ile eski Değir-men Harkını geçerek eski Hanako harkına varır. Ve Hanako harkını da takiple harap değirmene ve Iğdır-Halfeli şosesine varır. Ve buradan Halfeli-Kara-kuyu hududu olan dikili taşına ve dikili taşından Iğdır-Sultanabat-Karakuyu sınırlarının birleştiği kömür kuyusuna ve buradan Beyazıt şosesinin Hanako harkı üstündeki köprüden geçerek Sultanabat Kol harkı kenarındaki dikili taşa varır. Ve dikili taştan Sultanabat Kol harkını takiple tarla yolu ile Sul-tanabat ana harkına varır. Ve Sultanabat ana harkını takiple İşkola harkına varır. Ve Sultanabat ana harkını takiple deveci yolunu geçerek doğruca İşkola

Binbaşı Bekir Sungar

Iğdır Sevdası

365

harkına geçer ve İşkola harkını da takiple deveci yolunu geçerek doğruca Ağrı eteğine varır. Ve bu yolu da takiple Hanako harkı üzerinde Melekli köyü hududunda nihayet bulan Iğdır Belediye sınırları 31 km tulûnde (uzunluğun-da) olup, mesahayı satiyesi (yüzölçmü) 27.369 dekar mezru ziraat yapılan tarlalar ve 8.164 dekar da mera ve çayır olup cem’an (toplam) 35.533 dekardır.

Tarih: 14.3. 1937Emekli BinbaşıBekir Sıtkı Sungar”

“Önce Tanrı sonra anam” Babam üç evlilik yapmıştı. İlk evliliğinden Seniha, Kâzım, Feriha ve Hikmet isimli çocukları dünyaya gel-mişti. İkinci hanımı Ahıska Türklerin-dendi. Kafkas Cephesinde görev yapar-ken tanışıp evlenmişti. Bu evlilikten Na-zım isimli bir kardeşim olmuştu. Babam üçüncü evliliğini, Sarıkamış’ta görev yaptığı yıllar, yine Kafkasya’dan gelip bu ilçenin Pozat köyüne yerleşmiş bir ailenin kızı olan annem Cemile Hanım’la yapmıştı. Bu evlilikten Sabahattin (1923), ablam Sabiha ve ben dünyaya gelmişiz. Annem gerçekten mükemmel ve fedakar bir kadındı. Babasızlığı bize hiçbir zaman hissettirmedi. Elinin darda olduğu günler dahi, soframızı gön-lünün zenginliğiyle donattı. Sorunlarımızı ve dertlerimizi sevgiyle kucakladı. Yavrularını en derin şefkat duygusuyla büyüttü. Bu yüzden, annem benim için Tanrıdan sonra en kutsal varlık olarak ebediyen kalbime gömülmüştür.

İlk Kadın Belediye Meclisi Üyesi: Cemile SungarAnnem, girişken ve sosyal karizması olan bir kadındı. Herhalde bu

yönüyle dikkati çektiğinden, kendisine Belediye Meclisi üyeliği verilmişti. O yıllar, Türkiye’de bir kadının bu türden bir göreve getirilmesi ne işitilmiş ne de duyulmuştu.

Meclis toplantısının olduğu günler annem faytonla belediye binasına gider; toplantıdan sonra, Belediye başkanı ve Meclisi üyeleri örnek bir kadir-şinaslıkla annemi faytona bindirip, “Güle güle Cemile Hanım!” reveransları arasında eve doğru yolcu ederlerdi.

Sabahattin Sungar (1923 - 1988)

Turgut Sungar

366

Iğdır’da spor cümbüşüKendimi bildim bileli sporun içindeyim. İlkokul yıllarımdan itibaren

mahalleli gençlerle sokak aralarında kıyasıya maç yapardık. Ortaokul yılla-rımda bu tutkum daha da arttı. O yıllar en çok rağbet ettiğimiz spor, voley-boldu.

Paşa Turan, Turgut Sungar, Cengiz Taner, Şakir Solmaz, Ku-bilay Güner, Halil Ulusoy takımın kütürleri (smaçörleri); ortaokulda kâtiplik yapan Mecit Aktan, Turgut Saita ve Turgut Lefkeli fevkalade iyi pasördüler. Abbas Çınar ve diğer arkadaşlarla bir araya gelir, voley-bol sporunun inceliklerini öğrenip ustalaşırdık. Özellikle ben ve Paşa, gün boyu hep beraber olur, gittiği-miz her yere spor zevki ve yarış heyecanı götürürdük.

Bu arada bir konuya açıklık getirmek isterim: O yıllar smaçör’-lere kütör; blok’a karşılama; plâse-’ye avlama; orta oyuncu’ya arka orta oyuncu’su denir; setler 25 değil 15 sayı ile biterdi.

Spor yerimiz önceleri Hal-kevi’nin bahçesi, daha sonra Bele-diye Parkına yakın bir yerdeydi. Kamuya açık olması nedeniyle, Belediye Başkanı Osman Ataman, bir gün, bize Kilisenin (daha sonra Merkez Cami) arka bahçesinde bir yer tahsis etti. Sabahtan öğlene kadar burada yorulmak bilmeden voleybol oynardık.

Bu iş için bir antrenörümüz yoktu. “Hudâyi-nâbit” yani Allah vergisi bir yeteneğimiz vardı. Azmin elinden ne kurtulur ki! Ağımızı gerdiğimizde artık önümüzde bize dur diyecek bir rakip arardık.

Sık sık, kamyon kiralar D.Beyazıt, Sarıkamış, Ağrı, Kars, Muş, Van gibi il ve ilçelere maç yapmaya giderdik. O zamanlar Iğdır dışında bir takımla maç yapmak sanki dünya kupası finallerini oynamak gibi hem bizi hem de ilçeyi heyecanlandırırdı.

Belirli bir gelir kaynağımız olmadığından, maç öncesi, kasaba mer-kezini dolaşır, kasaba eşrafından, zenginlerinden ve esnaf kuruluşlarından

Cemile Sungar ve Turgut Sungar (1953)

Iğdır Sevdası

367

gönüllerinden koptuğu kadarıyla para toplar; yolculuk ve otel masraflarımızı karşılardık.

“Be baba pes ya!” Bir gün kasabamıza Yarbay rütbesiyle, yeni bir Askerlik Şube reisi gelmişi. Uzun yıllar Muhafız Gücü’nde futbol oynamış, bu sporu hakkını ve-recek derecede teknik ve orga-nizasyon özelliklerini etüt et-mişti. Şube reisinin özel çaba ve özendirmesiyle bizim grup yavaş yavaş futbola daha çok zaman ayırmaya başlamıştı. Yarbayın genç oğlu Erdoğan da futbol takımında sağ-iç oynadığından bu durum bizim takımdaşlık ruhumuzu daha da kuvvetlendiriyordu.

Sahaya Yarbayla birlikte çıkıyor, top göğüste nasıl kontrol edilir gibi tek-nik hareketleri takım halinde öğreniyorduk. Latif Atlas, topu göğüste kontrolü becermekte zorlanınca, Yar-bay sabırla, bir saati aşkın süreyle onunla özel olarak ilgilenmişti. Onun bu davranışı bizi hem cesaretlendirmiş hem de verilen ödevleri ciddiyetle yerine getirmemize neden olmuştu. O yaz, Yarbayın, İstanbul Harbiye’de okuyan en büyük oğlu kasa-bamızı ziyarete gelmişti. Bir akşam, aile sofrasında Yarbay, büyük oğluna, “Oğlum, bu kasabada bir voleybol takımı var. Bu çocukları al götür milli formayı giydir” demiş. Oğlu, babasının bu konuşmasını alaya alıp, “Yapma ya baba! Iğdır kim, voleybol kim...”diye karşılık vermiş. Albay, yargısının bu şekilde hafife alınmasına içerlemiş, içinden “Yarın sen görürsün deyyus!” diye geçirmişti. Sabah olunca Yarbayın küçük oğlu yanımıza gelip akşam sofrada ko-nuşulanları bize heyecanlı şekilde aktardı. “Hazırlıklı olun, babam sizi yanına çağıracak” dedi. Gerçekten de öğlene doğru Şube reisinin bizi makamında beklediği haberi geldi.

Ben ve Paşa, Yarbayın huzuruna çıktık. Küfürlerine hakim olamayan Yarbay, “Çocuklar, dün akşam İstanbul’dan gelen eşşek oğlu eşşek olacak oğlumla aramızda sizinle ilgili bir konuşma geçti. Bu akşam sahaya çıkın, o deyyusa kim olduğunuzu gösterin” dedi.

Turgut Sungar Iğdır’ın Kurtuluş Bayramında Halka Hitap Ederken (12.11.1952)

Turgut Sungar

368

Akşamı dört gözle bekledik. Hazırlıklarımızı tamamlayıp, voleybol sahasına indik. Alay bünyesinde oluşturulan askeriyenin voleybol takımı bizi sabırsızlıkla bekliyordu. Daha maçın başından itibaren smaçlarımız rakip ta-kımı paramparça etmeye başladı. O yıllar maçlar üç set oynandığından, o gün biz iki seti arka arkaya kazanıp, rakibi yendik.

Yarbayın büyük oğlu, babasının yanında durmuş maçı ilgiyle izliyordu. Bizim ne menem oyuncular olduğumu-zu anlayınca dönüp babasına, “Be baba pes ya! Ben Iğdır’dan böyle bir voleybol takımı çıkacağını rüyamda görsem inan-mazdım” demiş.

“Akşama doğru öyle bir fırtına kopar ki..” 1950’li yılların başında Iğdır’da Aras ve Sürmeli Spor Kulüpleri faaliyet gösteriyordu. Aras Sporun renkleri yeşil-beyazdı. Sürmeli Sporun kaptanı Paşa Turan, Aras Sporun takım kaptanı da bendim. Ayrıca kulüp başkanlığı görevini yürütmek de uzun yıllar bana ve rahmetli İsmet Aydınlı’ya kısmet olmuştu.

Başkanlığını Kâmil Taner’in yaptığı Sürmeli Sporun renkleri ise sarı-lâcivertti. Ağrı Dağı tırmanışında ölen İskender Iğdır’ın amcasının oğlu Şeref Iğdır, Oktay Zengi, İsmet Demirel, Aydın Çiftlik, Yunus Aygün ve diğer gençler daha çok Sürmeli Spora rağbet ediyorlardı. Iğdır’ın yetiştirmiş oldu-ğu, teknik anlamda yetenek ve becerisiyle en büyük futbolcularından Oktay Zengi’nin ismini özellikle yad etmek isterim.

İki takım arasında kıyasıya rekabet vardı. Ancak bu durum, arada bir, güçlerimizi birleştirip yabancı takımlara karşı oynamamıza engel değildi.

O yıllar Kars ve Sarıkamış’la inadına bir çekişme içindeydik. Sarıka-mış Kars’ı, Kars’ta bizi sürekli yenip duruyordu. Bu kısır döngüden kurtul-mak için ne yapıp edip Sarıkamış’ı devirmemiz gerekiyordu. Bir yaz günü Sarıkamış’a meydan okuyup Iğdır’a davet ettik.

Sarıkamış futbol takımı bir Pazar öğlene doğru kasabamıza teşrif etti. Maçın başlama saatini kararlaştırmak için ben, Paşa ve Sarıkamış futbol ta-kımının kaptanı -aynı zamanda milli kayakçı- Osman Yüce uygun bir yerde bir araya geldik. Yabancı kaptan, “Akşam serinliğinde maça başlarız!” diye kestirip attı

Sarıkamış, rakım olarak Iğdır’dan çok yüksekti. Yaz aylarında bile

Turgut Sungar (1948)

Iğdır Sevdası

369

hava yayla gibi serin olurdu. Ama ya Iğdır! Yaz aylarında obaya çöken sıcak ve rutubet insanı ölesiye bunaltırdı. Sarıkamış’tan gelen birisi için Iğdır sıcağı “cehennem” demekti.

Paşa da bunu bildiği için öne atılıp, “Siz deli misiniz! Akşama doğru Iğdır’da bir fırtına kopar ki...bir toz fırtınası yükselir ki.. göz gözü görmez” dedi. Kaptan şaşkınlık içinde, “Öyle mi!..Peki ne zaman oynayalım?” dedi. Paşa, “Öğleden sonra 2-3 arasında maça başlasak iyi olur” dedi. Kaptan, do-ğanın kanunlarına (!) karşı yapılacak bir şey olmadığını anlayıp önerimizi çaresiz kabul etti

Biz sıcağa alışkındık. Hem de na-sıl! Öğlene kadar voleybol oynuyor, kısa bir yemek molasından sonra askeriyenin futbol sahasında karanlık bastırıncaya kadar top koşturuyorduk.

Maç başlar başlamaz, Sarıkamışlı futbolcular taktik ve kondisyonlarıyla oyunun kontrolünü ele geçirdiler. Biz acele etmiyorduk. Ağır hareketlerle onları karşılıyor, hücumlarını bloke etmeye çalı-şıyorduk. Tüm çabamıza rağmen kalemi-ze gelen erken bir golü engelleyemedik.

Aradan henüz 15 dakika geçme-mişti ki, Sarıkamışlılar güneşin yakıcı ateşi altında dökülmeye başladılar. Dilleri bir karış havada derin derin soluyor; kimileri de bellerini bükmüş elleri diz-lerinde zorlukla ayakta duruyordu. Bizim arkadaşlar sanki olup bitenden ha-bersiz bir havada, durumu çaktırmadan idare ediyorlardı. Rakip sıcaktan pes edince, bizimkiler topu rahat şekilde sağa sola göndermeye ve gol yollarını aramaya başladı.

Oyun çok geçmeden kontrolümüze geçmişti. Babası PTT’de çalışan Fikret beraberlik golümüzü atınca galibiyet için umutlandık.

İkinci yarıda da maça ciddi şekilde asıldık. Kâmil Yüksel’in galibiyet golüyle o gün kasabamız sevince boğuldu. Iğdır halkı, Kars ilinin en iyi futbol takımına sahip olmanın gururuyla bu galibiyeti günlerce kutladı.

O maça takımımız şu kadroyla çıkmıştı: Fikret Aydınlı, Cengiz Taner, Paşa Turan, Aydın Çiftlik, Turgut Sungar, Turgut Saita, Mecit Aktan, Erdoğan Heriş, Tayyip, Fikret ve Kâmil Yüksel.

Turgut Sungar (1949

Turgut Sungar

370

“Lütfen bir fotoğraf...”Iğdır’da görev yapan aslen Vanlı, hâkim Turgut Çeliker, bir gün bize,

“Voleybol ve futbol takımınızı Van’a götürüp bir turnuva düzenleyelim” dedi. Bu öneri bize oldukça ilginç gelmişti. Bir yaz günü, kiraladığımız kamyonun arkasına doluşup Van’a doğru yola çıktık.

O yıllar Iğdır-Van arasında yolculuk yapmak dünyanın öbür ucuna gitmek gibi bir şeydi. Yol koşulları son derece çetre-fildi. Kamyonun arkasına istiflenip, sıcaktan ve tozdan bunalmış halde zar zor ken-dimizi Van’a attık.

Van’ın karma voley-bol takımı bize rakip oldu. Ama bu zayıf takımı iki sette kolayca devirmeyi ba-şardık. Maçı izlemeye gelen Gevaş hâkimi, eline fotoğraf makinesini almış maçı gö-rüntülüyordu. Maç bittikten sonra Hâkim etrafındakilere beni göstererek, “Kim bu adam be yahu!” diye bağırıyordu. Sonra elinde fo-toğraf makinesiyle yanıma gelip hayranlığını gizlemeden, resmimi çekmeye başladı. Ben zafer dolu bakışlarla objektife göz kırpıyordum.

14 yıllık spor yaşamımda beni fevkalade üzen bir olay oldu. Aradan yarım asırdan fazla süre geçmesine karşın aklıma geldikçe o günkü üzüntümü yeniden yaşar gibi oluyorum.

Kars Sporla Iğdır’da bir futbol maçı oynuyorduk. Takımın kalecisiy-dim. Deneyimsizliğim nedeniyle birbirinden hatalı goller yiyerek takımımızın 5-1 mağlup olmasına sebep olmuştum.

Bu maçtan sonra kaleciliği bırakıp santrfor (libero) oynamaya başla-dım.

Kar Voleybolu Voleybol oynamanın yazı kışı yoktu.

Kış aylarında kar üzerinde bugünkü “plaj voleybolu” dedikleri türden her takımdan iki kişi karşılıklı oynardık. Farkında olmadan voleybolun temel kurallarını kendi kendimize keş-fetmiştik. Örneğin “kar voleybolu”nu bizden başka kimse bilmezdi. Yine her sayı yaptıktan sonra, hani elinizi uzatır, takım arkadaşınızla ayalarınızı vuruş-

Turgut Sungar Yağlı Boya Çalışması

Iğdır Sevdası

371

turursunuz ya, biz de bunu “Dest hoş!” diye bağırarak yapardık. Bazen 50 kuruş iddiasına iki kişilik voleybol maçı düzenler-dik.Böylesine maçları ben ve Paşa nadiren kaybederdik. Ama bir keresinde Cengiz Taner bize karşı oynamış ve kazanmıştı. Kulağı çınlasın!

“Oro lo oriyoooooo!” (Duyduk duymadık demeyiiiin!) Komşu ilçe Doğubeyazıt’ın Kurtuluş günü nedeniyle bir dostluk ma-çına davet edilmiştik. Her zaman ki gibi takım arkadaşlar açık bir kamyonun üstüne doluşup yola koyulduk. Çok sevdiğim Ağrı Dağının eteklerinden geçe-rek ve Çille geçidinden inerek nihayet Doğubeyazıt’a vardık. Biz kamyondan inip kasabayı adımlarken, bir tellâl -o yıllar beledi-yenin henüz hoparlörü yoktu- kasabanın ana caddesinde bir aşağı bir yukarı dolaşarak oynanacak maçı halka ilân ediyordu: “Oro lo oriyooooo! İdir hatiye Beyazıtê! Oro lo oriyoooooo! İdir hemberê me maç dileyize! Oro lo oriyooooo! Herın meydanê! Oro lo oriyoo-oo! Qeymakam ji tê! Oro lo oriyooooo!” Çeviri: Iğdır Spor, Beyazıt’a gelmiş. Iğdır bize karşı maç oynuyor. Meydana gidin. Kaymakam da geliyor.

Aradan bunca yıl geçmesine karşın, tellâlın bu bağırışı hâlâ kulakla-rımda özlemle çınlar.

Iğdır Nezih bir Kasabaydı! Ağrı valiliği, spor ve tiyatro etkinlikler için bizi Karaköse’ye davet etmişti. Anlaşmaya göre Cumartesi günü öğleden sonra voleybol, Pazar günü öğleden sonra futbol maçları yapılacak; Cumartesi gecesi de müsamere dü-zenlenecekti. Otelden çıkıp şehir merkezine indiğimizde halk etrafımızı aldı; şaş-kınlık ve hayranlık dolu gözlerle bizi izlemeye koyuldular. Birbirlerine, “Iğ-dır’dan gelmişler. Hem futbol ve voleybol oynayacaklar hem de müsamere düzenleyecekler. Bravo vallahi!” diyorlardı. Ağrı il olmasına karşın “müsa-mere” türünden eğlence ve sosyal aktivitelerden bihaberdi.

Iğdır gerçekten de o yıllar nezih ve sosyal yaşamı gelişmiş bir ilçeydi. Akşam olduğunda, ilçenin ileri gelenleri modern giyimli hanımlarıyla bir-likte, kol kola, salın salına Belediye parkına gider, orada düzenlenen müzik programlarını dinlerlerdi. Henüz sinemanın olmadığı yıllarda da ayda bir kez müsamere düzenlerdik.

Çocuk yaşta izlediğim ve asla unutamadığım çok güzel bir gösteriden bahsetmeden geçemeyeceğim. Tevfik Karasu’nun ablaları Halk Evinde çok güzel bir temsil düzenlemişlerdi. Aman yarabbi o ne coşku o ne muhteşem

Turgut Sungar

372

koreografiydi! Nasıl oluyordu da, o köylü (!), taşralı (!) kızlar sanatı bu denli özümseyip, onu ruhlarının bir parçası haline getirebilmeyi başarabiliyorlardı? Bu soru kafamda hep bir sır olarak kalmıştır.

Bu gerçek, Iğdır’ın sosyal bakımdan Doğuda birçok il ve ilçeden ne kadar ileride olduğunun bir göstergesiydi.

Iğdır halkı o zamanlar kendisini bir bütün olarak hisseder, düşünür ve hareket ederdi. Ne Kürt, ne Azeri, ne Çerkez, ne Laz, hiçbir şekilde zümreci-lik ve ayrımcılık olmadığı gibi bu kesimler birbirlerinden kız alıp verirlerdi.

Azeri arkadaşlar şaka yollu arada bir beni “Osmanlı” diye çağırırlardı ama bu sözlerinde hor görme ve ayrımcılıktan ziyade, coşkulu bir kaynaşma-nın ve yaşamı paylaşmanın sevinci gizli olurdu.

“Ayı” Cemile (Hurç Cemile) Ağrı Dağı İsyanı yıllarında nasıl olmuşsa, bir kız çocuğu tek başına bir mağaraya sığınmıştı. Devam eden çatışmalar ve başka korkular nedeniyle olsa gerek kız çocuğu uzun yıllar bu mağarada mahsur kalmıştı. Cemile adlı bu kız çocuğu, bir rivayete göre dağdaki ayıların koruması altında büyümüş-tü. Aradan yıllar geçmişti. 18-20 yaşlarında bir delikanlı idim. Bir gün çobanlar yarı vahşi bir kadını dağda yakalayıp Iğdır’a getirmişlerdi. Bu kadın, Cemile adlı bu çocuktan başkası değildi. Yarı çıplak Cemile, tavır ve davra-nışlarıyla tıpkı bir ayı gibi hareket ediyor, ayı gibi yürüyüp oturuyordu. “Ayı kadın”ın yakalandığı haberi ilçede hızla yayılmıştı. Halk, hergün belediye bahçesine doluşup, meraklı gözlerle Cemile’yi izliyordu. Cemile’nin üzerinde elbise olarak kocaman bir çuval geçirilmişti. Ka-fası ve kolları açılan deliklerden dışarı çıkmış; Cemile bu vaziyette üşümeden geceyi parkta geçirirdi.

Cemile; karnı acıktığı zaman, kasap dükkanlarının önüne gider, kap olarak kullandığı karpuz kabuğunu uzatarak “Ez bırçime, goşt, goşt!” (Kar-nım aç, et, et!) diyerek dükkân sahiplerine yalvarırdı. Kendisine verilen etleri çiğ çiğ yerdi.

Bir gün bir köylü Cemile’nin kardeşi olduğunu söyledi; Cemile’yi ya-nına alıp dağ köylerinden birine götürdü. Ancak Cemile oradan kaçıp tekrar Iğdır’a döndü.

Edebiyat ve sanat merakım Resim, karikatür ve şiire karşı hayat boyu süren bir ilgim oldu. He-nüz ilkokuldayken resim yeteneği bakımından sınıfımın hatta okulumun en iyisiydim.

Ortaokulda sporla haşir neşir olunca resmi ihmal ettim. 1950’li yıl-

Iğdır Sevdası

373

larda bu kez düz yazı ve şiire yöneldim. Iğdır’ın Kurtuluş günlerinde kendi yazdığım zafer mesajlarını Belediye kürsüsünden okumak bana büyük bir zevkle verirdi. Bununla yetinmiyor zaman zaman Iğdır’la ilgili mizahi yazılar ve karikatürler hazırlayıp bunları o zaman Iğdır’da teksir halinde basılan Me-cit Hun’un DİL ve Cengiz Ekinci’nin IĞDIR gazetelerinde yayımlama fırsatı bulurdum.

Mecit Hun ve DİL Gazetesi Mecit Hun çok zekiydi. Her şeyden önce bir toplum insanıydı. O yıl-lar Lise mezunu olmak bir ayrıcalık olduğundan, Mecit Hun, bu yanıyla da sosyal hayatın içinde göz dolduran bir kişiliği vardı. 1951’de yayın hayatına soktuğu DİL gazetesi nedeniyle onu daha iyi tanıma şansım olmuştu.

DİL gazetesinin adı, Yasak Bölgenin kalkmasıyla kurulan Dil Üretme Çiftliği’ne atfen verilmişti. Türkiye toprakları Aralık’tan sonra dil biçiminde İran ve Naxcıvan’a doğru uzandığından bu bölge idari ve siyasi literatürde “Dil” olarak adlandırılırdı.

Bu gazete, teksir makinesinde tek sayfa olarak hazırlandıktan sonra başlık yerine lastik bir kaşe ve kırmızı mürekkeple “DİL” kelimesi kocaman bir punto halinde basılıyordu.

Sınıf arkadaşım Hamza Mızrak ve ben, bu gazetede yayınlanmak üze-re düz yazı, taşlama ve şiirler kaleme aldık. Hamza Mızrak, yazılarının altına, ad ve soyadını kısaltarak Ha-Mız rumuzuyla imza atıyordu. Ben ismimi oldu-ğu gibi yazmayı tercih ediyordum.

Sarıkamış futbol takımını nasıl mağlup ettiğimizi Hamza Mızrak DİL gazetesinde kaleme almıştı. Benim için kullandığı cümleyi bugün dahi çok iyi hatırlıyorum: “Methini çok duyduğumuz Sarıkamış’ın santrforu, Turgut’-umuzu geçme imkânı bulamadı”

Karikatürlerimin gazetede basılması özel bir uğraş ve çaba gerektiri-yordu. Bir kartona ya da kağıda çizdiğim karikatürleri toplu iğne kullanarak mumlu kağıda kazıyor, bu şekilde basım sırasında boşluklara dolan boya sa-yesinde karikatürün bir kopyasının kağıda aktarılması mümkün oluyordu. Mecit Hun yazı stili ve cümle kuruluşu bakımında son derece basit ve mantık dolu bir kaleme sahipti. Bir bakıma Abdi İpekçi’nin yazı özellik-lerini taşırdı. Yazılarını okuyan ister çoban ister okumuş olsun, yazının asıl mesajını kavrar; acaba yazı bunu mu demek istedi türünden hiçbir tereddüde kapılmazdı.

“Delikanlı basit cümle kullan!”Bir gün Kurtuluş törenleri nedeniyle kürsüye çıkmış, özenle hazırladı-

ğım metni coşkulu söylev halinde okumuştum. Kürsüden indikten sonra Avu-

Turgut Sungar

374

kat Musa Kâzım Kuyucak kolumdan tutup bir kenara çekti. “Bak delikanlı, cesaretine ve sesinin güzelliğine diyecek yok! Ama ne gereği var böylesine ağdalı, zor anlaşılan cümleler kullanmaya. Öyle konuş ki herkes seni anla-yabilsin” dedi. Onun bu sözlerini sonraki yaşantımda hep bir rehber olarak dikkate aldım.

“Aras Dergisi” ve TDK 1950 yılında (30 Ekim 1950) içlerinde Ahmet Karaca, Ramiz Özler gibi isimlerin bulunduğu bir grup arkadaşla teksirde “Aras Dergisi” ni yayın hayatına soktuk. Genellikle şiir ağırlıklı olan dergi, iki haftalık olarak bir yıl süreyle devam etti. Ne yazık ki bu dergiden elimizde nüsha kalmamıştır. Dergi yayın hayatına devam ederken, Türk Dil Kurumunun üyesi ola-rak kendimi başka ve daha ciddi bir araştırmanın içinde bulmuştum. Kurumun isteği üzerine yerel lehçeler yani Azerice ve Kürtçe kelimeleri derliyor, bun-lara en uygun Türkçe karşılığı yakıştırıyordum. İlk o zaman araştırmacılığın ne kadar yorucu ve sabır gerektiren bir uğraşı olduğunu anlamıştım. Örneğin, “ibrik” anlamına gelen ve Azerice bir kelime olan “Aftafa” bir köyden diğe-rine yada bir kuşaktan diğerine farklı telâffuzlara bürünüyor, beni bunaltıyor-du. İşin içinden çıkamadığım zamanlar, uzun bir dipnot düşer, “Her ne kadar çoğunlukla Aftafa olarak bilinse de istisnalar şunlardır:...” diyerek uzun bir liste eklerdim.

ARAS Yıl: 1 Sayı:1 30 Ekim 1950

EN BÜYÜK BAYRAMIMIZ

Turgut Sungar29 Teşirinievvel 1923

Güneş toz pembe renkle yaldızlanan doğuda tıpkı biz galip Türkler gibi vakur bir eda ile doğuyor. Bu doğuş ne kadar asil ne kadar başka. Yarabbi bu başka doğuşla şanlı Türk tarihinde yeni bir devir başlıyor: HÜRRİYET Ey Tuna boylarında at oynatan, yanan bağrını Aras’ta serinleten Vatan kahramanları ruhunuz şad olsun. İşte kahramanlığımızın sembolü olan bu bü-yük bayramımızı biz çocuklarınız bütün heyecanımızla kutluyoruz. Mezarlarınızda rahat uyuyun aziz ölüler. Her zerresini asil kanınızla yoğurduğunuz bu biricik ülkenin yılmaz bekçileriyiz. Bu büyük günde, Vatan aşkıyla tutuşan kalplerimiz büyük ATAMIZIN ve sizlerin ruhlarınız önünde hürmet ve saygıyla eğiliyoruz. Korkmayınız! Eğilen bu asil başlarımız yalnız yine sizlerin manevi

Iğdır Sevdası

375

huzurlarınız karşısında eğilir. Başka zaman hiçbir kuvvet karşısında eğilmez-ler. Kolumuzu bükebilirler, kalbimizi koparabilirler, canımıza kıyabilirler fakat imanımızdan ayıramazlar, ateşimizi söndüremezler bizim. Çünkü biz ninni yerine sizlerin yağız atlarınızın nal seslerini, masal yerine yine sizlerin kahramanlık destanlarınızı dinledik. Ne mutlu tarihlere ki sizlerin isimleriniz-le sayfalarını süsledi. Ey vatan kahramanları safında yeri olan asil Türk kadını! Kocanı, kardeşini, oğlunu, torununu kaybettiğinde ağlamadın fakat bu kutsi günde gözlerin nemleniyor. Haklısın sana ıstırap karşısında dayanmak, sevinç kar-şısında gülmek yakışıyor. Bomba taşımaktan nasırlanmış omzun çökmesin hiçbir kuvvet karşısında! Uyu yerinde rahat uyu BÜYÜK ATAM! Emanet ettiğin bu Vatan kalbimizdir. Onu en mübarek bir varlık olarak tanıyoruz. Ruhun muazzep olmasın ne bu toprakları yabancı bir çizme çiğneyecek ne de Ulu Bayrağımız yere inmeyecektir. Çünkü en büyük silahımız imanımızdır. Ne mutlu bizlere ki bu büyük ve ulvi bayramınızı bütün vatandaşlarla bütün kalbimizle kutuluyoruz. Bayramınız kutlu ve mutlu olsun!

(Aşağıdaki şiir ARAS derginin 15 Ocak 1953 Sayı 3’te yayınlanmış-tır) GİTTİ Sarardım derdimle bir gül misali Ne olacak onsuz gönlümün hali? Kafesten kurtulan bülbül misali Ardına bakmadan kaçıpta gitti İçime yaralar açıpta gitti... Saçının omzuna dökülüşüyle Dudağı bir yaprak bükülüşüyle Ah beni öldüren o gülüşüyle Yüzüme bir defa gülmeden gitti Seni seviyorum demeden gitti En büyük hülyayı onunla kurdum Ruhumu aşkıyla dağladım durdum Giderken peşinden ağladım durdum Gözümün yaşını silmeden gitti En büyük aşkımı bilmeden gitti Sevgilim gel artık yeter ayrılık, Ölümden her şeyden beter ayrılık, Kalbime dönersen biter ayrılık, Bahçemden çiçekler dermeden gitti Bu gönül murada ermeden gitti

Turgut Sungar

376

“İiiiiiiii !.. Şıkla mın e!” (Vay be! Benim resmim!)Iğdır insanı tip tiptir. Bu zenginliği başka yerde görmedim. Böyle

olunca insan ister istemez bu tipleri resmetme arzusuna kapılır. Ben de bu yüzden olsa gerek zaman zaman farkında olmadan, Yenice sigara kutusunun arkasına ya da sıradan bir kağıda, Şehir Kulübünde yada sokakta gördüğüm insan tiplerini karikatür şeklinde resmederdim.

Tarım Kredi Kooperatifinde memur olarak görev yapıyordum. Avans günleri köylüler salonu doldurur, heyecanla sıralarını beklerlerdi. Yine bir gün, köylüler içeriyi doldurmuş, kasanın önünde kuyruk olmuşlardı. O an beklenmedik bir şekilde kasada para bittiğinden, bankadan para gelinceye dek işlemleri durdurmak zorunda kaldık. Yapacak iş olmadığından kasada oturmuş boş gözlerle önümdeki insanları seyrediyordum.

Aralarından bir tanesinin yüz ifadesi karikatür sanatı için aranan cinstendi. İnce suratı, yanaklarına gömülmüş bıyıkları ve fıldır fıldır dönen gözleriyle beni heyecanlandırıp parmaklarımı depreştirdi. Elime kalemi alıp sigara paketimin arkasına, daha sonra Alut köyünden olduğunu öğrendiğim bu şahsı birkaç çizgide özetledim.

O sırada bankadan beklenen para kasaya girince, kuyrukta yeniden bir hareketlilik başladı.

Sıra Alutlu köylüye gelmişti. Parasını almak için eğildiğinde, sigara paketinin üzerindeki karikatürü kendisine gösterip:

“Kirve, ewa ki ye?” (Kirve bu kimdir?) diye sordum.Köylü, karikatüre önce anlamsız bir ifadeyle şöyle bir göz attı. Sonra

daha dikkatlice baktı. Birden yüz ifadesi değişip, neşelendi:“İİiiiiiiiiiiii ! Şıkle mın e! Şıkle mın e!” diye bir çığlık attı.

Bu olay kısa sürede tüm kasabada duyulmuştu. Herkes bu köylünün nasıl kendi karikatürünü tanıdığını ve o anda söylediklerini birbirlerine anla-tıp gülüyorlardı. Hemşehrilerim artık olur olmaz önümü kesip: “Ne olursun! Hele bir daha anlat,. Alutlu köylü ne dedi?” Ben de dilimin döndüğünce köylünün söylediklerini taklit ederek o anı dostlarıma tekrar tekrar yaşatıyor-dum.

“Bahtiyar Iğdırlılar” Bankada çalışan her memurun başına geldiği gibi, bir gün tayinim uzak diyârlara çıkınca, ailemi yanıma alıp Iğdır’dan ayrıldım (1961). O gün-den sonra sadece iki kez, o da kısa süre için çok sevdiğim Iğdır’a geri dönme şansım oldu. Ama 40 yıldan beri, her yıl hiç aksatmadan ve severek yaptığım bir görevim var: Iğdır’ın Kurtuluş Günü bayramlarına ne yapar eder bir kut-lama telgrafı gönderirim. Uzun yıllar Iğdır’dan ayrı kaldığım için, ilçenin yeni nesil politika-

Iğdır Sevdası

377

cıları beni şahsen tanımadıklar gibi soyadıma da aşina değiller. Bu nedenle bazen garip durumlar da yaşanıyormuş. Iğdır’da futbol oynadığım yıllardan arkadaşım Ali Rıza Bagana ve Mikail Demirci bir gün bana şu olayı anlattı-lar:

“Belediye başkanı Ali Ağrı, Kurtuluş törenleri için gönderilen telgraf-ları tek tek açıp kalabalığa okuyordu. Senin telgrafını okuduktan sonra bize dönerek, “Turgut Sungar denilen bu şahıs kim? Her yıl telgrafı okunuyor ama kim olduğunu bilmiyorum?” dedi. Belediye başkanı seni tanımıyordu. Bir fırsatını bulup bu yeni nesil siyasetçiye Iğdır’ın “eski dostlar” sayfasını açtık, kendisini senin hakkında bilgilendirdik” Her Kurtuluş Bayramı törenlerinde kürsüye çıkar, kendimin günlerce özenle hazırladığım “Iğdır Söylevi”ni bağıra bağıra okurdum. En son olarak 12 Kasım 1959 yılında şu metni okumuştum:

“Bahtiyar Iğdırlılar, Yüzlerinizde gördüğüm mesut çizgilerin bana ilham ettiği manayı ifade için, size bu suretle (nedenle) hitap ediyorum. Kurtuluş bayramınız kutlu olsun! Şu anda, hamaset (yiğitlik) dolu tarihimizde, kazanılan zaferlerden birinin 38. ve 39 yılları, el ele vermiş vaziyettedir. İşte hepimiz bu büyük ve kutsi günü tesit etmek (kutlamak) üzere toplanmış bulunuyoruz. Hepimiz gu-rur, heyecan ve kendi bayramımızı kendimiz yapmanın bahtiyarlığı içindeyiz. Yiğit kardeşlerim! Meşakkatli yılların acı ve hasretini çeken, o günün kahramanları bundan 39 yıl evvel, tıpkı böyle bir 12 Kasım sabahı, bu dağlardan ovaya koşarlarken, “Ya hürriyet bayrağını Iğdır’a dikeceğiz, veyahut kefenimiz olacaktır” dediler. İşte, o günden sonra Iğdır tarihi seyrini değiştirdi. Türk’e ve Iğdırlıya atfedilen menhus (uğursuz) talih, bir defa daha ve son olarak yenildi. Hür milletler safında ulvi ve şerefli bir mevkiimiz vardır. Dünya mil-letleri arasında, bizim geçirdiğimiz felaketlerin, aynısını yaşayarak, kendisini çökmekten kurtarabilmiş bir devlet mevcut değildi. En kuvvetli memleket, halkla hükümetin el ele vermesidir. İşte biz, bu millî birliğin mesut neticesi içindeyiz. Aziz hemşehrilerim! Iğdır, devamlı harplere sahne olmuş, bir çok istilâlara uğramış, yü-reklerimiz parçalanarak, bizden defalarca ayrılmıştı. Fakat, şu melunlar dü-şünmediler ki, Türk kimdir, Iğdırlı nedir? Türk demek, asil bir kavim demek, Iğdır demek, yiğitler yatağı demektir. 39 yıl önce, Iğdır istirdat edildiği (kurtulduğu) zaman taş üstünde taş

Turgut Sungar

378

yok, her taraf yıkık ve haraptı. Fakat bugün bu topraklarda fabrika bacaları tütmekte; kar gibi pamukları, altın deryası tarlaları var. Iğdır bugün suyu, ışığı ve bereketiyle mükemmel bir şehir seviyesine yükselmiştir. Bunu Iğdırlı-nın azminde aramalıyız. Ey, insanlığın yüz karası Moskof? Biz hudutlarımızı başkalarına açmayanlarız. Başkalarının toprakla-rında gözümüz yok. Onun için de dışarıdaki gözleri içeri diktirmeyeceğiz. Pa-rolamız Aziz Ata’nın “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” vecizesidir. Şu anda bir kuzu mazlumluğuyla duran şu bir avuç Türk’ün, neler yapmaya muktedir olduğunu sen çok iyi bilirsin. Iğdır, ebediyen Türk’ün ve Iğdırlının kalacaktır. Buna en büyük teminat, şu aziz topluluğun vakur edasıdır. Ey O günün kahramanları, Aziz Şehitler! Hayatlarınız pahasına kurtardığınız bu topraklara bir tek düşman ayağı basmayacaktır. Çünkü biz, ninni yerine sizin yağız atlarınızın nal seslerini, masal yerine sizin kahramanlık menkıbelerinizi dinledik. Ne mutlu sizlere ki, asil kanlarınızla yoğurduğunuz bu topraklar, mezarlarınızda yine kendi üzerlerinizi örtmüş. Allah pazılarınızdaki kuvveti, gözlerinizdeki ışığı, bağrınızdaki şenli-ği sonsuz kılsın Tanrı Türk’ü Korusun!”

“Aras’ın bulanık suyu ruhumu açtı” 1973 yılında, 12 yıllık bir aradan sonra yanımda eşim ve ortaokul öğrencisi oğlum ile lise öğrencisi kızım, özel arabamızla Iğdır’a doğru yola çıkmıştık.

Dostlara telefon açıp hangi yoldan Iğdır’a gitmemin daha uygun ola-cağını sorduğumda, “Erzurum-Iğdır arası düz ve asfalt bir yol. 5 saatte bu mesafeyi aşarsın” cevabını aldım. Bu haber beni oldukça şaşırtmıştı. Çünkü benim zamanımda Iğdır-Erzurum karayolu işlek değildi. Iğdır’dan Batıya uzanan en kestirme yol, oldukça dolambaçlı bir güzergâh üzerinden - bir gün süren bir yolculukla- Kars’a ulaşırdı; oradan, demiryoluyla günler süren bir yolculukla Ankara’ya varılırdı. Kış aylarında 185 km.lik Iğdır-Kars arası iki günlük bir yolculuk olurdu. Kağızman yakınındaki hanlarda geceledikten sonra kızakla Kars’a doğru yola devam edilirdi. Ama şimdi yeni yollar açıl-mış, Doğunun çehresi değişmişti.

Kağızman’ı geçtikten sonra, Aras nehrine paralel bir yol üzerinde Iğdır’a doğru sakin bir tempoyla yol alıyorduk. Aras’ı bu kadar yakından görmek beni çok etkilemişti. Bir anda çocukluğum, gençlik yıllarım, coşkulu maç günlerim, mahalle arkadaşlarım, bize kol kanat germiş fedakar annem,

Iğdır Sevdası

379

Iğdır’ın yeşil çehresi ve iyi insanları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birden, Aras’ı hissetmek, kucaklamak duygusuyla doldum. Arabayı bir kenara çekip, aileme “Beni biraz bekleyin. Hemen dönerim” dedim.

Sakin ve gittikçe ağırlaşan adımlarla Aras’ın kıyısına vardım.Aras bulanık ve ağır ağır akıyordu. Az ileride hayvanlar, geniş ve

değişik kollara ayrılmış nehrin sığ sularında serinleniyorlardı. İkindi vaktinin durgunluğu ortalığı doldurmuştu.

Nehrin ince ve sığ bir kolu bana doğru akıyor, ayakkabılarımı yalaya-rak önümden geçip gidiyordu. Eğildim. Avuçladığım suyu kutsal bir duyguyla dudaklarıma değdirdim. O an hıçkırıklara boğuldum. Göz yaşlarım, Aras’ın çamurlu suyuna berrak su damlaları halinde dökülüyordu. Titreyen dudakla-rımdan “Allah’ım, beni tekrar doğup büyüdüğüm topraklara kavuşturduğun için sana şükürler olsun!” cümlesini birkaç kez tekrar ettim.

Hıçkırıklarımı yenip, göz yaşlarımı kuruladım. Ayağa kalkıp, arabada beni bekleyen aileme doğru yürüdüm. Çocuklarım, kırmızıya dönmüş göz-lerimden tedirgin olmuş, birbirlerine bakıyorlardı. Ama eşim, benim Aras’la hüzünlü dertleşmemi anlamış, bir şey söylemeden, sessizce beni bekliyordu.

“Ölü şehir”Iğdır’a ikinci kez 1975 yılında gitmiştim. Anarşik olaylar ilçeyi bir

karabasan gibi teslim almıştı. İnsanlar korku dolu hareketlerle ortalıkta dola-şıyor, birbirlerine şüpheyle bakıyorlardı. Karanlık basar basmaz herkes evinin yolunu tutuyordu.

Gençlik arkadaşım Cihangir (Turan) beni yemeğe davet etmişti. An-cak henüz akşam çökmüştü ki, Cihangir diğer arkadaşlarla göz göze gelip, “Gitme zamanı” anlamında birbirlerine manalı şekilde mesaj ilettiler; sonra da toparlanıp hızlı adımlarla evlerinin yolunu tuttular.

Yapayalnız, Iğdır’ın sessiz sokaklarını arşınlarken, 30-40 yıl önceki akşam sefalarını ve insan kaynaşmasını hatırlayıp, “Iğdır, ruhunu kaybeden şehir!” demekten kendimi alamamıştım.

Güneş Ailesi Hikmet Ablam, daha ben doğmadan Naci Güneş’le evlenmişti (1920-27 arası bir tarihte) Bu yüzden Güneş ailesinin tüm fertleriyle sıcak ve sami-mi bir ilişki içindeydik. İşte o günlerde edindiğim birkaç izlenimimi sizlerle paylaşmak isterim:

Kerem Bey: Ailenin reisi ve lideri durumundaydı. Halfeli köyünde oturur, çok nadiren kasabaya inerdi. Aşiretinin ve insanlarının arasında olmak ona büyük bir haz ve güven verirdi.

Turgut Sungar

380

Kerem Bey’i, hayatımda ilk kez, ilkokul öğrencisi olduğum yıllar git-tiğimiz yayla yerinde görüp tanımıştım. Daha ilk görüşümde Kerem Bey’in yüz hatları ve görünüşü deyim yerindeyse beni hipnoz etmişti. Aman Tanrım bir insan bu kadar da yakışıklı olabilir mi! Özenle bükülmüş bıyıkları, etki-leyici gözleri, sağlık ve hayat fışkıran teninin güzelliği, insanın içini titreti-yordu. Bugün dahi Kerem Bey’i hatırladığımda “tüylerim diken diken” olur, karizması benliğimi içten kuşatır. Kerem Bey’in kendisine göre bir yaşam felsefesi vardı. Yaz, kış de-meden soğuk suyla duş almayı özellikle severmiş. Ölümü de bu nedenle oldu. Bir kış günü buzlarını kırıp girdiği suda uzun süre kalınca, zatürreeye yakala-nıp vefat etti (1941). Kerem Bey’in eşi Dilber Hanım çok güzel bir kadındı. Aslen Ka-ğızmanlı Dilber Hanım’ın küçük kardeşi Sultan Hanım, Abdürrezak Bey’le evliydi. Bu arada Kerem Bey’in ablası Seyran Hanım’ın güzelliğini de yad etmeden geçemeyeceğim.

Abdürrezak Bey: Abdürrezak Bey kasaba merkezinde oturur, Ticaret Odası Başkanlığı gibi önemli görevleri yürütürdü. Toplum ve cemaat lideri olarak kendisini hem Azerilere hem de Kürtlere kabul ettirmişti. Ağırbaşlı, ciddi ve insanların hak ve hukukuna son derece saygılı birisiydi. Abdürrezak Bey’i yakından tanımama vesile olan bir olay oldu. İlko-kulda öğretmen yardımcılığı yapıyordum.( 1945-46-47-48 öğretim yıllarında Iğdır 14 Kasım İlkokulunda öğretmen vekili olarak görev yaptım) Abdür-rezak Bey, bir gün bana, “Turgut sana zahmet olacak. Akşamları eve gelip çocuklara biraz ders versen!” dedi.

O günden sonra düzenli olarak Abdürrezak Bey’in Iğdırmava’daki evine gider, ailesiyle haşir neşir olurdum. Bizzat tanık olduğum birkaç olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Abdürrezak Bey’in tüm komşuları Azeri’ydi. Ne zaman çocukları (Cemalettin, Eşref, Mehmet, İsmail) gürültü yapsa, onları vakur bir edayla uyarır, “Akıllı olun, komşularınızı rahatsız etmeyin” derdi. Bu söz, söylendiği şekliyle, komşularına ve özellikle Azerilere karşı derin bir saygı duygusuyla dolu olurdu. Abdürrezak Bey’in evinde, akşam sofrasında veya aile konuşma-larında genellikle Kürtçe kullanılırdı. Abdürrezak Bey, çocuklarının kendi aralarında yoğunluklu olarak Kürtçe’yi kullanmasını dikkatle değerlendirir, onların geleceğe daha iyi hazırlanmaları için, “Okulda Kürtçe konuşmayın!” diye uyarırdı. Çocukların bu uyarıyı daha ciddiye alması için bazen abartılı, “Mektepte Kürtçe konuşmayın, ayıptır!” derdi. İş Bankasında çalıştığım yıllar, banka müfettişi müşteriler hakkında

Iğdır Sevdası

381

istihbarat toplamak istediğinde, Ticaret Odası Başkanı Abdürrezak Bey’e başvururdu. Birlikte oturup bankadan kredi talebinde bulunan esnaf hakkında bir “güven” değerlendirmesi yaparlardı. Abdürrezak Bey, böyle günlerde, ayrımcılık ve kayrımcılıktan uzak, esnafın gerçek ticari portresi neyse onu olduğu gibi yansıtırdı. Bu sağduyulu ve tarafsız değerlendirme nedeniyle hem müfettiş hem de esnaf, huzur içinde, hak ve hukuka göre hareket edildiği duy-gusuyla hiçbir itiraza yeltenmezdi. Abdürrezak Bey’in şehir merkezinde bir manifatura dükkanı vardı. Küçük bir oda içerisinde iş yapan bu dükkân, ticari yönünden ziyade, Abdür-rezak Bey’in oturup dostlarıyla sohbet etme yeriydi. Naci Bey de arada bir oraya takılırdı. Ama genelde Abdürrezak Bey, dükkânın başında olurdu. Güneş Ailesinde kardeşler mallarını ayırmamışlardı. Yayla zamanı aynı oba yerinde çadırlarını açar; yemeleri-içmeleri ayrı gitmezdi. Her gün koyunlar kesilir, misafirler için sofralar hazırlanırdı. Bir gün, yayla yerinde, Abdürrezak Bey yanındaki çobana, karşı yamaçta otlayan at sürülerini gösterip, “Bunlar kimin atları?” diye merakla sordu. Çoban, biraz şaşkınlıkla, “Sizin atlar!” dedi. Bunun üzerine aralarında şöyle bir diyalog geçti:

“Bu atlara biniyor musunuz?” “Hayır!”“Yük falan taşıyor musunuz?” “Hayır!”“Yiyip içip semiriyorlar Götürün Askeriye satın bari bir işe yarasın-

lar”

Naci Bey: Naci Bey, Abdürrezak Bey’in aksine, yemesini içmesini seven, ha-fif meşrep birisiydi. Yemeklerde az da olsa alkol alır, ama bundan dolayı asla kontrolünü kaybetmez, taşkınlık veya saldırganlığın emaresi bile okunmazdı.

Naci Bey ve Hikmet Ablamın evliliklerinden bir oğlan ve bir kız çocukları dünyaya gelmiş, ancak her ikisi de bebek yaşta ölmüşlerdi. Daha sonraki yıllar çocuk sahibi olamadılar. Naci Bey, Rus yönetimi yıllarında ilkokul eğitimi almıştı. Hatta Zor yaylasında çok eski bir binayı bizlere, Rusça “okul” anlamına gelen “İşkol” diye tanıtmışlardı. Acaba Naci Bey bu okulda mı eğitim görmüştü bilmiyo-rum. Naci Bey’in hayatına damgasına vuran bir olay oldu. 1947 yılında “casusluluk” suçlamasıyla yakalanıp cezaevine kondu. 2.5-3 yıl kadar Erzu-rum cezaevinde yattı. O zamanlar Iğdır’ı ayağa kaldıran bu olay şöyle geliş-mişti:

Bir gün dostları (!) Naci Bey’i yemeğe davet edip, önüne, içinde

Turgut Sungar

382

uyku ilaç olan bir içki kadehi koymuşlar. Naci Bey’i, şuur ve dengesini yarı yarıya kaybettiği bir an, önceden hazırlanmış bir komploya uygun, bir fayto-na bindirip, Sovyet Rusya’ya açılan Markara sınır köprüsüne yakın bir yere götürmüşler. Gece yarısı olduğundan şüphe uyandırmadan Naci Bey’i Sınır Güvenlik Kuvvetlerinin olduğu noktaya yakın bir yerde indirip geri dönmüş-ler. Naci Bey, hâlâ uyku ilacının ve alkolün etkisi altında yarı baygın ortalıkta dolaşıp duruyormuş. Askerler durumundan şüphelendikleri Naci Bey’i yaka-layıp MİT Müfettişi Hüsnü Bingöl’e teslim etmişler. Tek Parti dönemiydi. MİT Müfettişinin elinde olağanüstü yetkiler vardı. Hakim, savcı gibi merciler görevlerini tam anlamıyla yapamıyorlardı.

1948 yılında askerliğimi yaptığımız zaman, Naci Bey, Erzurum Ce-zaevinde tutukluydu. 1950 yılında beraat eden Naci Bey, o sıkıntılı döneme ilişkin bir anısını bizzat kendi ağzından şöyle anlatmıştı:

“Beni karanlık bir odaya kapattılar. İçerisi zifiri karanlıktı. Tek bir ışık huzmesi bile yoktu. Yavaş yavaş zaman mefhumunu kaybettim. Yarım saatle yarım gün arasında artık bir fark yokmuş gibi geliyordu bana. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama bir gün kapılar açılıp beni aydınlığa çı-kardılar. Yanımdaki görevliye ilk sorum, “Ne zamandayız? Hangi yıldayız?” şeklinde olmuştu. Görevli, “Altı aydır bu hücredesin” diyince şaşırıp kalmış-tım. Gözlerim bağlanmadan hücreden çıkarıldığım için, kaldığım odanın bir caminin tavan arasında, gizli bir bölme olduğunu görünce şaşkınlığım daha da artmıştı”

Naci Bey’in “casus” şüphesiyle yargılanması abes kaçıyordu. Çünkü Naci Bey’in böyle bir işe girişmesi için ne paraya ihtiyacı vardı ne de böyle tehlikeli bir misyonu üstlenecek bir mizaca sahipti. Çok kereler annem, Naci Bey’e, “Başın batsın! Senin çobanın senden daha iyi Türkçe konuşuyor” diye-rek sevecen dille sitem ederdi. Gerçekten de Naci Bey meramını anlatmaktan uzak kendi dünyasını yaşayan ehl-i keyf bir insandı. “Casusluk nere, o nere” demek geliyordu insanın içinden.

Tosya’da görev yapıyordum. Bir gece Iğdır, ailem ve Naci Bey’e ilişkin karışık bir rüya gördüm. Bâtıl inançlara sınırlı da olsa sahibim. Merak edip telefona sarıldım. Cemalettin Güneş’e, “Eniştem nasıl?” diye sorunca, “Enişten vefat etti” cevabını aldım (1972)

Güneş Ailesinin önemli bir kesimi kanserden öldü: Abdürrezak Bey, Naci Bey, Eşref, Cemalettin ve hatta kan bağı olmamasına rağmen Hikmet Ablam. Allah hepsinin toprağını bol etsin!

İsmail Güneş: İsmail çocukluk yıllarında ele avuca sığmazdı. Bir şeyi istedi-ğinde mutlaka elde etmeye çalışırdı.

Bir gün arkadaşlarla ciddi bir tempoda futbol oynuyorduk. İsmail saha

Iğdır Sevdası

383

kenarına gelip, “Beni de alın!” diye ısrar etti. Mecbur kalıp, bu topaç çocuğu aramıza aldık. Ama aldığımıza da bin pişman olmuştuk!

İsmail her yöne koşturuyor, hangisi kendi takımı hangisi rakip takım demeden topu herkesten kapmaya çalışıyor; topu kendisine kaptırmak iste-meyenlerin de ayak bileklerine acımasızca tekme indiriyordu. Kısa sürede, iki takımın tüm elemanları sakatlanmış, yere yığılmıştı. İsmail’i zar zor teskin edip,

“Oğlum kimsede ayak bırakmadın! Sen hele biraz dinlen!” dedik.

Rutto Yusuf Iğdır’ı yad edip de Rutto Yusuf’u unutmamın ne mümkünü! Askerliğimi yapıp gelmiştim (1950-51) Avukat Cengiz Ekinci’nin kardeşi Mehmet’le arkadaş olmuş, birlikte voleybol oynuyor, arada bir ak-şamları aileden kaçamak yapıp az da olsa alkol alıyorduk.

Kasabada bir gün güzel bir balo düzenleniyordu. Baloya gitmeden önce Mehmet’le beraber, Süphan Güneş’in lokantasında –kasabanın tek lo-kantası idi- içkili bir yemek aldık. Kol kola girip balonun düzenlendiği binaya doğru yola koyulduk. Tam binadan içeri girmek üzereydik ki, Avukat Cengiz Ekinci, Mehmet’in alkol nedeniyle taşkınlıkta bulunmasından çekindiğinden, kardeşini kolundan tutup dışarı çıkardı. Ben yalnız kalınca annemin masasına oturdum. Balodan sonra hep birlikte eve döndük.

Ertesi gün kasaba ciddi bir dedikoduyla çalkalanıyordu. Mehmet, kar-deşinin avukatlık bürosunda temizlik işleri yapan 14-15 yaşındaki hizmetçi kıza tacizde bulunmuştu! Savcılık Mehmet hakkında dava açıp tutuklatmıştı. Rutto Yusuf yanıma geldi: “Ağa, dedi, sen dışarı çıkmasan iyi olur” “Ne oldu?” diye merakla sorunca, “Daha, ne oldusu var mı! Akşam Mehme-t’le berabermişsin!” dedi. Kızgınlıkla, “Ulan git, o da nereden çıktı!” dedim. Rutto Yusuf, tehlikenin ne kadar ciddi (!) olduğunu bana anlattı: “Mehmet’i dama katmışlar. Kızın sahipleri her yerde seni arıyor. Seni vuracaklar haberin olsun!” Delikanlı yaştaydım. Bu haber beni şoke etmişti. Rutto Yusuf’un anlatımı o kadar canlı ve inandırıcıydı ki, yüreğim korkuyla dolmuştu. Rutto Yusuf, “Merak etme! Ben onları hal ederim” dedi.

Rutto Yusuf ertesi gün tekrar yanıma geldi. “Ağa, seninkiler gelmişti ama ben şimdilik durumu kurtardım” dedi. Yaptığı bu önemli hizmet (!) için elimi cebime attım, çıkan paraları avucuna doldurdum. Rutto Yusuf, ayrılma-dan önce, “Sen yine ortalıkta görünme, ben seni durumdan haberdar ederim” dedi. İçimdeki korku her gün daha da artıyordu.

Iğdır gibi küçük bir kasabada “namus” sorunu insanın alnına bir leke gibi yapışır; insanların sana karşı tavır ve davranışları bir günde tamamen

Turgut Sungar

384

değişebilirdi. Beni üzen sadece olayın bu yönü değildi. O gece olup bitenden haberim yoktu. Masumdum. Ama derdimi kime anlatabilecektim?..

Rutto Yusuf her gün gelip, “Ağa seninkiler yine gelmişti. Seni her yerde arıyorlardı. Ben durumu şimdilik idare ettim” diyor, tüm paramı alıp gidiyordu. Baktım bu iş böyle devam etmeyecek. Hem işlemediğim bir suçtan dolayı kendime eziyet ediyor hem de tüm servetimi azar azar Rutto Yusuf’a kaptırıyordum.

Bir gün dayanamayıp Naci Bey’in yanına gittim. “Enişte, durum bun-dan ibaret!” deyip her şeyi en ince detayına kadar anlattım. Konuşmam biter bitmez Naci Bey sinirli ayağa kalkıp, “Bana çabuk RuttoYusuf’u getirin!” dedi.

Rutto Yusuf manifatura dükkânından içeri girdi. Daha, “Buyur ağam! Beni iste...” sözünü bitirmeden Naci Bey birkaç tokadı sert bir şekilde Rutto Yusuf’un suratına indirdi. Her tokatla Rutto Yusuf sendeliyor düşecek gibi oluyordu. “Ulan sen bu çocuğun paralarını yiyorsun ha!” dedikçe, Rutto Yu-suf, “Ez xulam! Ez xulam!” diyerek affını istiyordu.

O günden sonra Rutto Yusuf’la çok iyi arkadaş olduk. Bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Kısa bir ziyaret için Iğdır’a

dönmüştüm. Yolda Rutto Yusuf’la karşılaştım. Rutto Yusuf yanıma yaklaşıp, “Şekerim nasılsın?” dedi. Bu “Şekerim” sözü çok hoşum gitmişti. Kucaklaşıp hasret giderdik.

Rutto Yusuf, arada bir Ankara’ya gelen arkadaşlarla bana selâmını iletir. Anlatıldığına göre, mazinin tozlu sayfaları arasında kalan bu olayı arka-daşlarına anlatıp gülermiş.

Hay seni çok yaşa Rutto Yusuf!

Bir edebiyat ustası: Nejat BirdoğanNejat’ın ailesi aslen Erzurumluydu. Babası sağlık memuru olarak

Iğdır Sağlık Ocağında uzun yıllar görev yapmıştı. Çocuklar, bu yüzden, ya Iğdır’da dünyaya gelmiş ya da çocukluk yılları bu kasabada geçmişti.

Nejat yaşça daha genç olmasına karşın benim arkadaş gurubuma takılır, birlikte futbol oynar, bazı günler de edebiyat ve şiir üzerine hararetli konuşmalarımız olurdu.

Nejat’ın şiire ve edebiyata tutkusu ve yeteneği olağanüstüydü. Şiiri hem güzel yazar hem de güzel okurdu. Onun bu ruhumuzu saran şiir okuma-ları aradan yıllar geçtiği halde mazinin en güzel sadası olarak halen içimizde yaşamaktadır.

Bizim için Nejat, Türkiye’nin en büyük Halk Edebiyatı ustasıydı. Onun yorumları, incelemeleri öylesine detaylı olurdu ki biz elimizde olmadan şiir yazmak için heveslenirdik.

Iğdır Sevdası

385

Nejat, Ecevit Hükümeti zamanında Kültür Bakanlığında Daire Baş-kanlığı görevini üstlendi. Bir ara da TRT’de Türk Halk Müziği sanatçısı Can Etili’nin program danışmanlığını yaptı.

Nejat, Edebiyat eleştirmeni olarak birkaç kitap yayınladı. İşçi Partisi-nin aktif bir üyesiydi. Hatta bu partiden 1999 seçimlerinde İstanbul’dan aday oldu.

Sevgili Nejat’ımızı 3 Mayıs 2001 tarihinde yakalandığı amansız has-talıktan kaybettik. Ağabeyim Sabahattin Ağabeyim 1923 doğumluydu. Mecit Hun’la okul yıllarından gelen arkadaşlığı ve samimiyeti vardı. Aradan yıllar geçtikten sonra, yaşlanmış, saçları ağarmış bu iki vefakâr dost Ankara’nın bir yerinde karşılaşmışlar. Her ikisinin de gözlerinde sevinç pırıltısı birbirlerini hasretle kucaklamışlar. O anı rahmetli Abim şöyle anlatırdı:

“Bil bakalım kime rastladım bugün? Mecit’e. Bizim Mecit’e. Bir de baktım karşıdan geliyor. Sarıldık birbirimize. Mecit bana dönerek, “Ey Sabahattin sen de kocadın, ha?” dedi. Sanki ben yaşlanmışım kendisi genç kalmış gibi konuştu. Ben de ona, “Sen Allah için çok mu genç kaldın? Ben nasıl kocaldımsa sen de öyle kocaldın” dedim. Anlaşılan ikimiz de, belimizi büken ve bizi geçmişten koparan yaşlılığı kabullenmek istemiyorduk. Ama yaşam işte!” Bir günde ağabeyim İzmir Caddesinde dolaşıyormuş. Karşıdan Musa Doğan ve Van Milletvekili Kinyas Kartal kol kola geliyorlarmış. Musa Do-ğan, ağabeyimi Kinyas Kartal’a, “Gardaşım” diye tanıtmış. Bunu öylesine doğal bir şekilde söylemiş ki, insanın inanası geliyormuş. Kinyas Kartal, bu söz üzerine kafasını şaşırmış bir şekilde geriye doğru atıp bir an için Musa Doğan’a ve ağabeyime dikkatlice bakmış ama bu kardeşlik (!) bağından tat-min olmadığı için, “Ay Musa Beğ! Bu adam bembeyaz sen kapkara bir adam. Biriniz ağ biriniz kara, bu gardaşlık hara?” demiş.

Bahri Yiğit Bahri Yiğit Belediye tahsildarı olarak görev yapıyordu. Sarışın ve mavi gözlüydü. Yüz hatları Atatürk’e çok benzerdi. Iğdır’ın renkli simaların-dan birisiydi.

Onun şahsında unutamadığım bir özelliği vardı: Yüz ifadesi bir sani-yeden diğerine hızla değişirdi. Bazen yüzü ciddileşir, kaşlarını çatar, derdiniz ki Bahri Yiğit, çok kızgın ve sinirli. Biz bir felâkete uğramamak için yavaşça uzaklaşmaya hazırlanırken, birden Bahri Yiğit’in yüzü güler, gözleri ışıldar, sevecen bir adam olurdu. Onun bu muzipliği bizi çok eğlendirirdi. Yaşça biz-

Turgut Sungar

386

den büyük olmasına karşın seviyemize inip bizimle haşir neşir olmasını çok iyi becerirdi. Gençtim. Giyim kuşamım oldukça şıktı. Fiyakalı şekilde sokakta ne zaman dolaşsam Bahri Yiğit beni yakalar, yüzü asabileşir (!) ve büyük bir cid-diyetle işaret parmağını burnumun üzerine koyardı. Sonra da parmağını sıcak bir sobaya değdirmiş gibi acıyla (!) “Beeeyiii!!!... Beeeyiii!!!...” diyerek geri çekerdi. Bu lafın altında, “Sen şehvetten yanıyorsun. Senin evlenme çağın gelmiş” anlamı saklı olurdu. Dr. İsmail Altay Babası, Osman Altay askerliğini Iğdır’da yapmış; teskere aldıktan sonra bu ilçeden evlenerek kendisine yeni bir yaşam hazırlamıştı. Demirci ustasıydı. Oğulları Hüseyin ve İsmail yaşça bizden büyük olmasına rağmen birçok şeyleri beraber paylaşırdık. Hüseyin avukat, İsmail de dişçi oldu.

İsmail ortaokulda Türkçe hocamızdı. Bu nedenle tanışıklığımız ve dostluğumuz sonraki yıllar daha da pekişti.

İsmail’i yakın bir zamanda kaybettik (Eylül 2001) Son yıllarda göz-leri iyi görmüyordu. Bir gün sokakta karşıdan karşıya geçerken gelen arabayı iyi seçemediğinden, araba çarpması sonucu hayata veda etti.

“Bu kadar tutar”Bir gün Aziz Güney, dişlerine köprü yaptırtmak için Dr. İsmail’e

gitmiş. İsmail elinden geleni yapmış ama köprü istediği gibi tam yerine otur-muyormuş. Bir hayli uğraştıktan sonra, Dr. İsmail daha iyisini yapamayacağı sonucuna varıp yarı üzgün bir ifadeyle Aziz Güney’e, “Bu, bu kadar tutar!” demiş.

Aziz Güney, parmağıyla köprüye dokunmuş, sallantılı olduğunu fark edince, “İsmail Allah’tan kork! Sen Iğdır’da Hanako’ya (küçük bir ırmak) mı köprü yapıyorsun yoksa benim ağzıma mı?” demiş.

Dostluk Şiiri (Turgut abi, bu şiiri okuduğu zaman doğrusu çok duygulandım. İki zümrenin iç içe geçmiş aşkını ve kardeşliğini şiir dilinde ne de güzel anlatı-yor! Bu sözleri önce Azeri Türkçesi ve Kürtçe yazı diline döktüm. Sonra da, anlam çevrisini esas alarak Türkçeleştirdim. Bu güzel “Dostluk Şiiri”ni siz okuyucularıma armağan ediyorum. Mücahit)

Sözlü anlatım: Turgut Sungar Yazı ve çeviri: Mücahit Hun

Iğdır Sevdası

387

Bir mektup yazaram, nivi Kurmanci Qırmızı yanaxlar, sêva turunciOlmuşam derdinden, heste zerinciYabancı değilem, cinaret te me

Sallana sallana, tu jı ku dıhati?Aşkın ateşi, dıl e mın ketiDiyordun gelecem, çıma ne hati?Yabancı değilem, kur xale te me

Halimi sorarsan, hale ye te Keyfimi sorarsan, keyfe ye te Bir bacıx istiyirem, xêre bavê teYabancı değilem, kur xale te

Rüyalarında Neler Görürler 15 Ocak 1951Turgut Sungar Rumuz DELİGÖNÜL

Cemal Toksöz : Kiraların serbest bırakıldığınıMemurlar : Gelir vergisinden istifade ettikleriniMusa Doğan : Daimi encümen azası olduğunuÇalgıcılar : Muharrem ayının ortadan kalktığınıRahim Yadigâr : Iğdır’a izharen gelme kararının feshedildiğiniKerem Zengi : Pamuğun kilosunu 750 kuruştan sattığınıNurettin Kirman : Eski günlerini ve bakkaliyesinin tuhafiye mağazası olduğunuOsman Ataman : Gençliğinin geri geldiğini ve belediye seçiminin bozulduğunuCengiz Ekinci : Aksak ayağının kırk santimetre uzadığınıBelediye Başkanı : Cengiz’in gazetesinin kapatıldığını Tezel kardeşler : Cengiz’in gazetesinin kapatıldığınıFazıl Baykal : Milletvekili olduğunuSavcı : Saç çıkaran bir ilaç bulunduğunuKaymakam : Erhacı’daki ördeklerin kör olduğunuHâkim : Bıyıklarının siyahlaştığınıRıza Yalçın : Boyunun uzadığını

Bir mektup yazarım, yarı KürtçeKırmızı yanaklar, elma misâliOlmuşum derdinden, ipince sapsarı Yabancı değilim, kapı komşunum

Sallana sallana, nerden gelirsin?Aşkın ateşi, yüreğimi sardıDiyordun geleceğim, nerdesin hani?Yabancı değilim, kirve-kuzenim

Halimi sorarsan, senin halindeKeyfimi sorarsan, senin keyfinde Bir öpücük istiyorum, baban hayrınaYabancı değilim, kirve-kuzenim

Turgut Sungar

388

Kooperatifçiler : Cengiz’in Iğdır’dan temelli gittiğiniHamit Ünver : Rahim Yadigâr’ın Birlik Umum Müdürü olduğunuMecit Hunoğlu : Birliğe kontrolör seçildiğiniDr.Kâmil Kaptanoğlu : Milli piyangonun çıktığını ve Amerika’ya ihtisasa gittiğiniHacı Gulem Parlar : Nevruz’un askerliğinin iki sene temdit edildiğiniDr. Rahmi (Uluhan) : Her evde bir hasta olduğunuMahmut Ön : Kerem Zengi’nin rualarının (İskambilde vale) üç olduğunuVeli Orkun : Sür Kontorlu iki fazla çıkardığını (Briç oyunu)Eşref Başaran : Yönetim kurulunun Birlik’e iltihak ettiğiniAbbas Çınar : Tekrar Gençlik Kulübü başkanlığına seçildiğiniHilmi Aterman : Hacı Gulem’le uylaştığınıKurban Akar : Londra barıİsmail Özgür (Terzi) : Eşref Başaran’ın öldüğünüHüseyin Yaycı : Salçanın 150 kuruş olduğunuEmniyet Amiri : Bezikte yendiğiniYzb. Toraman : Fransa’da oynanacak Türkiye-Fransa maçına hakem seçildiğiniVeteriner Celâl : Yaylı arabasının helikoptere tebdil edildiğiniBanka ve Mal Md : İçki fiyatlarının ucuzladığınıMuharrir Muzaffer : Gece postası tarafından harp muhabiri olarak Kore’ye gönderildiğiniBozkurt Hoca : Doğu Üniversitesi Türk Edebiyatı profesörlüğüne tayin edildiğiniOfis Şefi : Göbeğinin eridiğini ve Zile’ye tayin edildiğiniSinemacılar : Birbirinden ayrıldıklarınıİcra Memuru : Kozmetiğin ucuzladığınıFeyzullah İnan : Kooperatife avukat tayin edildiğiniPaşa Turan : Milli takımda bek oynadığınıNaci Güneş : Lokantaların parasız olduğunuBağır Aras : Varyeteli (şarkılı ve danslı) bir kumpanyanın geldiğiniEkber Çöllü : Mollaların dükkanına gelmedikleriniHamit Çiftlik : Iğdır DP’nin lağvedildiğiniAli Işık : Kredisinin arttığınıDeli Gönül(T.Sungar) : Holywood MGM şirketinin kendisini artist olarak angaje ettiğini

Iğdır Sevdası

389

Doğu Üniversitesi Açılırsa 15 Ocak 1951Cengiz Ekinci

Rıza Yalçın : İktisatFeyzullah İnan : İlahiyatKerem Zengi : NakliyatNurettin Kirman : Fecaat (Yürekler acısı durum) Hamit Ünver : AhlakiyatRahim Yadigâr : RezaletHacı Gulem : İçtimaiyat (Sosyoloji)Bozkurt Hoca : EdebiyatRecep Gökgöl : SevkıyatCengiz Ekinci : Lâklâkıyat kürsüleri profesörlüklerini işgâl edeceklerdir

YEŞİL IĞDIR Sahip ve Mes’ul MdGünlük Siyasi Demokrat Gazete Fazıl Şıktaş Muharrir31 Mayıs 1956 Perşembe H a s a n K a r a l a r Yıl: 1 Sayı: 233

Türk Hava Kurumu Yeni İdare Heyeti Azaları Seçildi THK Iğdır şubesinin yeni idare heyeti azalarını seçmek için kay-makamlık dairesinde kaymakam Enver Kazanoğlu, Belediye Başkanı Fazıl Baykal, Mal Müdürü Recep Aker, THK Müfettişi Lütfullah Tamtek, Kızılay ve Ticaret Odası Başkanı Rahim Akyüz, Yeşil Iğdır Gazetesi sahibi ve mesul müdürü Fazıl Şıktaş, Emniyet komiseri Muhsin Ündüz, İlçe Jandarma Komu-tanı Yüzbaşı M.Ali Şenyaşar, DP İlçe İdare Kurulu Başkanı Feyzullah İnan, CHP İlçe İdare Kurulu Başkanı Mehmet Ali Kutlay, PTSK Müdürü Eşref Kaya, İl Genel Meclisi Üyesi Musa Doğan, Kooperatif Genel Kurul Başkanı Talat Tufan ve THK’nun hasebi Musa Eyüp Zeyemli hazır bulunmuşlardır. Kongre başkanlığına Kaymakam Enver Kozanoğlu, Katipliklere Fey-zullah İnan ve Eşref Kaya seçildi. (...) Bundan sonra yeni azaların seçimine geçildi. Başkanlığına Mal Müdürü Recep Aker, As Başkanlığa Eşref Kaya, asıl üyeliklere Fazıl Baykal, Fazıl Şıktaş ve Mehmet Ali Kutlay seçilmişlerdir. Yedek azalığa Musa Doğan, Feyzullah İnan, Talat Tufan, Ali Işık, Musa Turan ve asil murakipliğe İş Ban-kası Muhasebecisi Turgut Sungar ve yedek mürakipliğe de Ziraat Bankası-’ndan Asker Sayan seçilmişlerdir.

Turgut Sungar

390

Takviyeli Sürmeli Spor 22 Eylül 1952Turgut Sungar Yıl: 3 No: 406

Takviyeli Sürmeli Spor Doğubeyazıt Gençlik Kulübünü 3-2 Yendi İlçemiz kulüplerinden Sürmeli Spor’un davetlisi olarak şehrimize gelen Doğubeyazıt Gençlik Spor Kulübü 14-9-1952 Pazar günü kalabalık bir seyirci topluluğu önünde takviyeli Sürmeli Sporla bir dostluk maçı yaptılar. Maça hakem Hamza Mızrak’ın idaresinde ve saat 15.45’te Beyazıt-lıların vuruşuyla başlandı. Daha tecrübeli oyunculardan müteşekkil Sarı-Lâ-civertli Sürmeli Sporlular, derhal hücum faikıyetini (üstünlüğünü) ele alarak Doğubeyazıt 18 ine yerleştiler. Fakat forvetin şut atmayışı ve çalımlı oyunu gol yapmalarına mani oluyordu. Arada parlayan Doğubeyazıt akınları Sürme-li defansı tarafından kolaylıkla kesiliyordu. Devrenin ortalarına doğru, forvrt hattının ileri bir pasını kovalayan santrfor Tayyip, Beyazıt defansını soldan yararak ilk golü attı. Oyun yine Iğdırlıların baskısı altında devam ederken, bir ara kalecinin ileri çıkışından faydalanan Doğubeyazıt sağ içi plâse (kavisli) bir vuruşla beraberliği temin etti ve devre 1-1 bitti. İkinci devrenin başlamasıyla yine Doğubeyazıt kalesini abluka altına alan Sürmeli sporlular şansızlıklarına rağmen 2 gol, Beyazıtlılarda 1 gol ata-rak maç 3-2 Sürmeli Sporun galibiyetiyle neticelendi. Galip Sürmeli Spor: Kubilay (Güner), Cengiz (Taner), Paşa (Turan), Aydın(Çiftlik), Kaptan Turgut (Sungar), A. Rıza (Bagana), Mecit (Aktan), Attila, Tayyip (Yedek Subay), Fikret (Babası PTT’de çalışıyor), Abbas (Türk-dönmez), Kâmil (Yüksel) tertibindeki kadrosuyla oynadı.

Resim Tutkum İlkokul yıllarımdan itibaren resme ilgi duymaya başlamıştım. Ancak o zamanlar daha çok karakalem çalışması yapıyordum. İş hayatına atıldıktan sonra işlerimin yoğunluğu nedeniyle uzun yıllar resim tutkumu bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Emekli olduktan sonra bu ilk “aşkıma” geri dönme arzusu içimde uyandı. Bir olay kararımı hızlandırıp elime fırça ve tuval alma-ma neden oldu. Bir gün televizyonun başına oturmuş bir sanat programı izliyor-dum.Program, “Türkiye’nin uluslar arası ressamı ve övünç kaynağı” diye Kayhan Keskinok adlı bir ressamı tanıtıyordu Bu isim birden beynimde çağ-rışımlar yaptı. Evet tanımıştım! Ben Iğdır Ortaokulunda öğrenciyken, Kayhan Keskinok ilkokulda öğretmenlik yapıyordu. Bu nedenle kendisiyle tanışmış hatta resim zevkimi geliştirecek nasihat ve ipuçlarını bizden esirgememişti.

Iğdır Sevdası

391

Yıllar önce tanıdığım bu hocanın, uluslararası ressam olarak ün yapması beni çok duygulandırmış, “Ben de yapabilirim” cesaret ve kararlılığının içimde doğmasına neden olmuştu. Ama yağlı boya hiç çalışmamıştım. Acaba bir yer-lerde kurs mu almalıydım? Eşimin aile çevresi oldukça geniş. Babamın ilk hanımı da, eşimin ha-lası olduğundan aile fertleriyle içi içe bir yaşantım var. Bir gün, Giresun Bele-diye Başkanı olan kayınbiraderim bizi yemeğe davet etmişti. Sohbet sırasında, benim resme ilgimin farkında olan kayınbiraderim, “Eğer yağlıboya çalışması yapmak istiyorsan, kursa gitme derim! Hocanın tekniğini öğrendikten sonra kendi stilini bulman çok zor olabilir. İyisi mi tek başına bu işe soyun!” dedi. Onun bu nasihatına uyup, bir gün tuvalin karşısına oturdum.

“Her pınardan bir yudum” Gel zaman git zaman fırça tekniğimi geliştirdim. Yıllardan beri içimde fırtınalar estiren geçmişin gizli portre ve imgelerini tuvale aktarma-ya başladım. İlk çalıştığım konulardan birisi “Ağrı Dağı” oldu. Evimin bir duvarında kocaman “Ağrı Dağı” tablosu asılıdır. Her sabah erkenden uyanır tablonun karşısına geçer, boğazım düğümlenerek Iğdır günlerimi ve dostları-mı hatırlarım.

“Benim tuval üzerindeki Ağrı Dağı ile gerçek Ağrı Dağı birbirlerine ne kadar da benziyorlar”, diye her gün şaşırarak düşünürüm. Her ikisi de elimi uzatsam değecek gibi bana yakın; ancak birisi gönülden diğeri mekândan çok uzaklarda...

Kısa sürede bir sergi açabilecek kadar tablom olmuştu. 1999 yılında İş Bankası sponsorluğunda ilk sergimi Meşrutiyet Caddesindeki İş Bankası Galerisinde açtım. Hayatım, yurdun bir yerinden diğerine dolaşıp durmakla geçtiğinden ve her gittiğim yerde bana ilham veren güzellikler olduğunu dü-şünerek sergime “Her pınardan bir yudum” ismini verdim.

“Endırrrrr!...” Süphan Bey (Güneş) çok sevdiğim bir insandı. İlçenin tek lokantasını işletiyordu. Bana anlattığına göre, aşçılık mesleğini askerlik yıllarında öğren-mişti. Yeteneğiyle göz doldurunca paşalardan birisi Süphan Bey’i yanına aşçı olarak almış, yanından hiç ayırmamıştı.

Ağrı Sporla bir maçımız vardı. Konuk takımın yönetici ve sporcula-rını Süphan Güneş’in lokantasında ağırlamıştık. Ben, Ağrı Sporun yönetici kadrosuyla beraber ayrı bir masada oturmuş, hem yemeğimizi atıştırıyor hem de maçın hazırlıklarını tartışıyorduk.

Bir gözüm sporcuların masasında, her şeyin yolunda gittiğine emin olmak istiyordum.

Turgut Sungar

392

Ağrı Sporun genç bir futbolcusu oburluk derecesinde yemeğe düşkün-dü. Önüne konan ilk tabağı devirdikten sonra, nefes almadan, “Hele bir karnı-yarık!” diye bağırdı. Kemal isimli garson vakit kaybetmeden söyleneni yaptı. Genç futbolcu ağzındaki lokmayı henüz yutmadan, tekrar garsonu çağırdı, “Hele bir sulu köfte!” dedi. Garson Kemal, yine söyleneni yaptı. Futbolcu, çok geçmeden tabağındaki köfteyi de hakkıyla temizlemişti. Garson Kemal’e el işareti edip yanına çağırdı, ne dediyse, garson Kemal, “Endırrrrrrr!!... Sen yine yemek yiyeceksin” diye bağırdı.

Garson Kemal’in bu “Endırrrrr” kükremesi, lokantada yankılanmış, duymayan kalmamıştı.

Paşa Turan, garson Kemal’i bir köşeye çekip, “Allah kahretsin! Bizi rezil ettin!” dedi. Garson Kemal, saf ve bön, bir şey söylemeden işinin başın-da döndü.

“Kirman ve Hun kapıştılar” (Muhalefet partisi CHP, 13 Kasım 1955 mahalli seçimlerini veto edince, seçimlere DP ve onun karşısında” Bağımsızlar” olmak üzere iki liste katıldı. O yıllar belediye başkanı adayı ön plana çıkmaz, seçilen belediye meclis azaları kendi aralarından birisini başkan olarak atarlardı.

Nurettin Kirman bu seçimlerde DP listesinde yer almış ve onun siyasi propaganda görevini üstlenmişti. Mecit Hun ve Fazıl Baykal ikilisi de “Ba-ğımsızlar” gurubunun lideri konumundaydılar. Seçim yaklaştıkça ilçedeki siyasi tansiyon artıyor, iki karizmatik ve ateşli genç, Nurettin Kirman ve Me-cit Hun ilk ve son kez karşı karşıya geliyorlardı. Aralarındaki siyasi rekabet bazen kontrol dışına da çıkmıyor değildi... Mücahit)

Abbas Türkdönmez ve Ali Orkun, birlikte bir lokanta açmışlardı. Süp-han Güneş’in lokantasıyla karşılaştırıldığında daha şatafatlı ve modern görü-nümlü olan bu lokanta, esas olarak Kars’taki Kristal Lokantası’na özenilerek açılmıştı. Kısa sürede ilçenin önde gelen isimleri bu lokantanın müdavimi olmuşlardı. Bir gün akşamın geç saatleri, belediye bahçesine yakın bir yerde arka-daşlarla dolaşıyorduk. Bir anda, insanların bu lokantaya doğru koşuştuklarını gördük. Biz de merakla oraya gittik. Lokantadan içeri girince, bir grup insan Mecit Hun’un etrafını almış, onu teskin etmeye çalışıyordu. Lokantanın diğer ucunda da buna benzer bir durum Nurettin Kirman için yaşanıyordu. Onun etrafını saranlar da, Nurettin Kirman’ı açık kapıdan dışarı çıkarmak için itiyorlardı.

Nurettin Kirman ve Mecit Hun, Iğdır’ın yetiştirmiş olduğu nadir gençlerdi. Güzel konuşan ve toplulukları hareket ettiren, karizmatik görü-

Iğdır Sevdası

393

nümlü bu iki siyaset adamı, o akşam birbirleriyle kapışmışlardı.Yaklaşan mahalli seçimler nedeniyle aralarında bir tartışma çıkmış,

Kirman ve Hun birbirlerinin üzerine yürümüşlerdi. Orada bulunanlar araya girip, onları zorlukla ayırmışdı.

“Rahim Bey’in (Akyüz) tatsız bir günüydü” Rahim Akyüz’ün annesi Pappa Hala kapı komşumuzdu. Tüm ma-

hallenin sevgisini kazanmış Pappa Hala, beni çok sever, her yıl tavuklarını kuluçkaya yatırdığında, bir civcivi kendi elleriyle bana hediye ederdi. Ben de ta çocuk yaştan Pappa Hala’nın bu sevgisine layık olmak için onun bir isteğini iki etmezdim.

Rahim Bey, annesinin bana karşı gösterdiği şefkat ve ilgiden haber-dardı. O da benim hakkımda “Turgut bir yana, Iğdır bir yana !” gibi güzel laflar ederdi.

Iğdır İş Bankası’nda görevliydim. Geç saatlerde bankadan çıkıp evin

yolunu tutmuştum. Motorla çalışan elektrik lambalarının solgun ışıkları so-kakları doldurmuştu.

Belediye bahçesine yakın geldiğimde, insanların birbirlerine korkuyla bir şeyler anlattığını duydum. Hepsi de gözlerini Ali Orkun’un lokantasına doğru çevirmişlerdi. Ben de meraklanıp, “Ne var, ne oldu?” diye sordum. Bi-risi, “Hiç sorma! Rahim çok sarhoş. Elinde de tabanca var. Kimse korkudan yanına yaklaşamıyor” dedi.

Eniştem Naci Bey (Güneş) beni yanına çağırdı. Sesi korku dolu ve endişeliydi. “Turgut, Rahim’in elinden bir kaza çıkacak. Seni çok sever. Hem de kendi kardeşinden ve oğlundan daha çok sever. Git onun elinden tabancayı al!” dedi.

Bu gerçekten zor bir görevdi. Ürkek adımlarla lokantaya doğru gi-derken, Abbas isimli arkadaş, “Eye Turgut kaç! Rahim vuracak!” dedi. Bu uyarıya aldırmadan kapıdan içeri girdim.

Rahim Bey, iri yapılı, güçlü kuvvetli birisiydi. Sandalyeye oturmuş, başı hafiften göğsüne düşmüştü. Elindeki tabanca dizinin üstünde duruyordu. Gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açılmış, göğsünden sanki buhar çıkı-yor gibiydi. Rahim Bey’in o andaki görünüşü gerçekten de insanın yüreğini korkuyla dolduracak türdendi. Zaten böyle olduğu için de garsonlar ve müş-teriler herkes bırakıp kaçmıştı.

Rahim Bey’in tam karşısına geçip, yüksek sesle, “Rahim Abi, ben Turgut!” dedim. Rahim Bey, kafasını kaldırıp bana baktı. “Heeeeee! Vaaay sen misen! Gel seni öpecem!” dedi. Korkuyla yanına yaklaştım. Elini yüzüme attı. Şefkatle okşadı. Bana bir şeyler ısmarlamak istedi. Etrafa bir göz attı.

Turgut Sungar

394

Kimsenin olmadığını görünce, “Bu gavatlar nerede?” diye bağırdı. Rahim Bey biraz sakinleşince, durumu fırsat bilip, “Rahim Abi, beni

seviyor musun?” dedim. “Ne demek, seni Iğdır’a değişmem!” dedi. “Rahim Abi, senden bir şey isteyeceğim, şu tabancayı bana ver!” dedim.

Rahim Bey, düşünceli bana baktı. Yalvarır gibi, “Tabancayı menim elimden alma!” dedi. “Rahim Abi, ben almayacağım. Sen vereceksin, tamam mı!” dedim. Rahim Bey, “Kabul, ama şarjörü al!” dedi.

Uzattığı tabancanın şarjörünü çekip aldım. Rahim Bey, boş tabancayı beline soktu.

İşin zorunu başarmıştım. Şimdi Rahim Bey’i evine götürmek gereki-yordu. Ama o saatlerde bırakın taksi, fayton bulmak bile çok zordu. (İlçede eczacı Aliye Hanım, Rıfat Kalafat ve Yakup Öcal’dan başka kimsenin motor-lu arabası yoktu)

Mecbur kalıp, dev yapılı Rahim Bey’in kolunun altına girip lokan-tadan çıkarttım. Naci Bey de gelip yardım etti. Çok geçmeden Rahim Bey’e yardım amacıyla bir grup insan etrafımızı aldı. Rahim Bey, beni oradakilere gösterip, “Hepinizi kurban olasınız bu çocuğa, yoksa hepinizi öldürecektim” dedi.

Zoraki gülümseme ve şakalaşmalar arasında Rahim Bey’i oradan uzaklaştırdık.

“Desene su kuşu olmuşsun!” (Yaylalarda küçük akarsular vardır. Çobanlar bunların önünü setle kapatıp küçük göletler yaparlar; yünlerinin kırpılması yakın olan koyunları bu göletlerde yıkarlar. Böyle günlerde çobanlar da koyunlar gibi gün boyu sudan çıkmazlar. Mücahit)

İlçede pintiliğiyle meşhur birisi vardı. Hali vakti yerindeydi ama yı-kanmaya ve temizliğe tamamen kapalıydı. Bir gün bu zat, yayla yerinde, bir çobanla sohbet ediyormuş. Laf dö-nüp dolaşıp temizlikten açılmış. Çoban, bu zata, “Siz kaç günde bir yıkanırsı-nız?” diye sormuş. Bu soru beyefendinin canını sıkmamış da değil hani! “Ne yıkanması yahu! Bir annemden doğarken beni yıkamışlar, bir de öleceğim zaman beni yıkayacaklar. Yetmez mi?” diye cevaplamış. Kızgınlığını üzeri-den atamayan beyefendi, bu kez çobana dönerek, “Peki ya sen? Kaç günde bir yıkanıyorsun?” diye sormuş. Çoban, “Bir koyun kırkımından diğerine..” diye cevaplamış. Beyefendi, bu lafı duyunca elini havada sallayarak, “Ohooo! Evi yıkı-lası, desene sen su kuşu olmuşsun!” demiş.

Iğdır Sevdası

395

“Mudir çu, ne çu?”(Müdür Bey, gitmiş mi, gitmemiş mi?) Iğdır Maliyesinde çalışan Hasan Güneş’in tavsiyesine uyularak, beni Zor köyüne görevli göndermişlerdi. Yanımdaki heyetle birlikte, at sırtında Zor köyüne varıp, çalışmalarımıza başladık. Gençlik yıllarımdı. Çalışma disiplinim henüz yerine oturmamıştı. Bu yüzden gün boyu ölçüp biçmekle uğraşan arkadaşlarımın yanında canım sıkıldığından, eniştem Naci Bey’in evinde oturur, keyfimce dinlenirdim. Ak-şamleyin, yorgun argın dönen arkadaşlarımın önüme koydukları tutanakları gözü kapalı imzalar, görevimi yapmış (!) olmanın mutluluğu içinde günü mü gün ederdim. Bir sabah, kalbimi durduracak bir haber eve ulaştı: Mal Müdürü Iğdı-r’dan gelmiş, çalışmaları teftiş ediyormuş! Kaçıp gizlenmekten başka şansım yoktu. Köyün biraz yukarısında bir su değirmeni vardı. Kaçıp oraya gizlen-dim. Eniştemin ev işlerine bakan Eyo isimli hizmetçisini de bana kurye olarak verdiler. Ama şu şansızlığa bakın ki, ben Kürtçe, Eyo da Türkçe bilmiyordu! Birinci günü, Eyo’nun evden getirdiği ve sessizce önüme koyduğu yiyecekleri tüketerek geçirdim. Çat-pat Kürtçe’me güvenip Eyo’dan olup bitenler hakkında malumat alamıyordum.

İkinci gün, durum canıma tak etmişti. Sabah kahvaltısını getiren Eyo’ya, bir gün boyunca kendimi zorlayarak hazırladığım Kürtçe sözcükleri Türkçe cümle yapısına uygun bir hale getirerek konuşmaya karar verdim.

“Eyo, here Hikmet Xanım beje, mudir çu ne çu?” (Eyo, git Hikmet Hanım’a söyle, müdür gitmiş mi yoksa gitmemiş

mi?)

Kendimi zorlasaydım da bundan fazla konuşamazdım. Bereket Eyo ne demek istediğimi anlamıştı. Akşama doğru Eyo, uzaktan değirmene doğru bağırdı:

“Orooo!..Gurgut (Turgut), mudır çu, mudur çu! Were! Were!”Saklandığım yerden ayrılıp eve gittim. Başta Abdürrezak ve Naci

Beyler, ev halkı neşeli bir şekilde birbirlerine “Mudır çu! Mudır çu!” diyip gülüyorlardı.

“Komşuluk hasreti Iğdır’da başka olur!” 1953 yılında İş Bankası imtihanlarını kazandım ama Iğdır’da kadro olmadığından geçici süre için Erzurum’da görev yapmam istendi. Yanımda annem, Iğdır’daki evimizi Dr. Necdet Koçak’a kiraya verip Erzurum’a gittik. 1955 yılının Ağustos ayında, kadro açılınca tekrar Iğdır’a döndüm.

Turgut Sungar

396

“Poker” isimli bir köpeğim vardı. İki yıl boyunca ayrı kalmıştık. Bahçeden içeri girince zavallı Poker, önce bana ve anneme baktı, bizi tanır ta-nımaz inanılmaz bir sadakatle hoplayıp zıplayarak bize geldi. Sevinçten yarı ağlamaklı bir iniltiyle uluyor, ayaklarımıza ve kafamıza tırmanıyordu.

Bahçeyi dolaşmaya çıktım. Çocukluğumun geçtiği bu evi ve bahçeyi gerçekten çok özlemiştim.

Tuvaletler derme çatma kulübelerde, evden uzak, komşu duvarına yakın bir yerde olurdu. Bizim tuvalet de Resul Bey’in (Taner) bahçe duvarına bitişikti.

Resul Bey’in eşi Sara Hala, geldiğimizi öğrenmişti. Bahçe duvarına doğru gelip, bana “Hoş geldin!” dedi. Bizi tekrar görmekten dolayı duygulan-mış, gözleri yaşarmıştı. Dayanamadı, “Ay Turgut! Sizin boxunuzun kokusu bile adamın hoşuna gedir!” dedi. Sara Hala’nın bu sözünü hiçbir zaman unutmadım. Komşuluk sevgi-sini ve hasretini bundan daha açık, cesur ve güçlü ifade edecek başka bir söz daha olabilir miydi, diye hep düşündüm. Bu sözlerin içinde saklı olan derin sevgiyi bundan daha güzel anlatan başka bir söze henüz rastlamış değilim.

“Hüsnü Bey (Bingöl) beni yanına çağırdı” 1949-50 yıllarıydı. Askerden yeni dönmüştüm. Her gün giyinip kuşa-nıp sokağa çıkıyor, arkadaş grubuyla buluşup, hoşça vakit geçiriyorduk. Bir gün böyle amaçsız sokakta dolaşırken, Hüsnü Bey beni görmüş, yanına çağırtmıştı. Belediye bahçesindeki kahvehanede oturmuş, kahvesini yudumluyordu. Yanına gidip saygıyla, “Buyur bey amca!” dedim. Yanına oturtup çay ısmarladı:

“Evlâdım, askerliğini bitirdin ama bakıyorum bomboş gezip dolaşı-yorsun. Niçin çalışmıyorsun? İstersen Ziraat Bankası müdürüyle konuşup senin için bir iş ayarlayayım” dedi. Nezaketi ve saygıyı elden bırakmadan, “Siz nasıl uygun görürseniz beyamca!” dedim. Birkaç gün sonra Ziraat Bankası müdürü beni çağırdı. Oturup konuş-tuk. Müdür, “Şimdilik Iğdır’da kadro yok. İstersen geçici bir süre Taşburun’-daki Tarım Kredi Kooperatifinde çalış. Sonra Iğdır’a gelirsin” dedi. Verilen işi hemen kabul ettim. İş hayatımı Hüsnü Bey’e borçluyum. Onun özendirmesi ve girişimiy-le iş hayatına atılmıştım. Hüsnü Bey’in bu davranışı takdire değer bir durum-du. Özellikle eniştem Naci Bey’le, Hüsnü Bey arasında geçen tatsız olayın yankıları hâlâ devam ediyordu. Hüsnü Bey, bütün bu olumsuzluklara rağmen, şaşılacak cesaret ve olgunlukla, bana yardım elini uzatmaktan çekinmemişti. Yıllar sonra bile Hüsnü Bey’in bu asil davranışını kendisine karşı bir şükran borcu olarak takdir ediyorum.

Iğdır Sevdası

397

“Abbas Çınar, ‘Turgut ben ölecem!’ dedi” Abbas Çınar, benden 4-5 yaş büyüktü. Uzun boylu, yakışıklıydı. Aile reisliği yapan ağabeyi Abdullah Çınar’dan yakasını kurtardıkça bize katılır, voleybol ve futbol oynardı. Hatta aramızda Aras Sporun başkalığı için bir rekabette vardı. 1951 yılının Mart ayıydı. Havalar soğuktu. Bir akşam, “Abbas vu-ruldu!” diye bir haber getirdiler. Çocukluk yıllarımdan beri arkadaş olduğum Abbas’ın tabancayla vurulmuş olması bizi şoke etmişti. Vakit kaybetmeden olay yerine gittik. Abbas, evlerine giderken, kaymakamın bahçesinin arkasındaki yolda vurulmuştu. Silah sesine ilk yetişenlerden birisi de kaymakammış. Abbas birkaç kurşunla yaralanmış, yarı baygın yatıyormuş. Kendisini Kamber oğlu Kasım’ın vurduğunu söylemiş, kaymakam da, Abbas’ın ifadesini cebinden çıkardığı sigara kartonunun üzerine yazmıştı. Abbas’ı hastaneye kaldırmışlardı. Gençler grup olup hastaneye gittik. Doktor, kimseyi yaralıya yaklaştırmak niyetinde değildi. Israrlarımıza daya-namayıp bize kısa bir ziyaret için izin verdi. En önde ben, odadan içeri girdik. Abbas, yüzü bembeyaz, yatakta boylu boyunca yatıyordu. Acı çektiği her halinden belliydi. Zorlukla gözünü açtı. Bize baktı. Çok sevdiğim arkadaşımı bu şekilde görmek beni çok duy-gulandırmıştı. Göz yaşlarımı silmek üzereyken doktor yanımıza gelip hastayı yalnız bırakmamızı istedi. Odadan en son çıkan ben oldum. Dönüp Abbas’a baktım. Abbas bir şeyler söylemek ister gibiydi. Ama beni de itekleyip dışarı çıkar-dılar. Pratisyen doktor Abbas’ı ameliyat edecek güçte değildi. Kars’a giden yollar da karla kaplıydı. Doktor, kan kaybını azaltmak için Abbas’ın yaraları-na tampon yapmakla yetinmişti.

Abbas’ın vefat haberi bizleri derin üzüntüye boğdu. Abbas’ın başucundan ayrılmayan bir hastabakıcı yanıma gelip, “Tur-

gut siz misiniz?” diye sordu. “Evet!” dedim. Hastabakıcı, başını üzgün bir şekilde eğip, “Siz odayı terk ettiğiniz zaman Abbas, sizin arkanızdan ‘Beni vurdular Turgut. Ben ölecem!” dedi. Bu rahmetlinin son sözleri oldu” dedi.

Iğdır insanın yakasını bırakmayan bu “öldürme” güdüsüne küfürler savurup, ağlayarak uzaklaştım.

Ertesi gün Abbas’ı, hamamın arkasındaki mezarlığa defnettik.

“Hikmet konuş!” (Bir aşiret töresi vardır. Evin yeni gelini, ilk zamanlar kocasının er-kek akrabalarıyla konuşmaz. Buna kayınları ve kayınpederi de dahildir. Bu

Turgut Sungar

398

konuşmama ve suskunluk hali, gelinin aileye gösterdiği saygının bir ifadesi olarak algılanır. Süresi de, gelinin şahıslara gösterdiği saygıyla orantılıdır. Mücahit)

Naci Bey’le evli ablam Hikmet Hanım, sık sık Abdürrezak Bey’in evine gider gelirdi. Ama Abdürrezak Bey’e duyduğu saygıdan dolayı onunla konuşmayı reddederdi. Ortaya bazen ilginç durumlar çıkardı. Örneğin, Abdür-rezak Bey, bir şeye ihtiyaç duyduğunda, diyelim ki sofrada tuz yok, “Hikmet kızım, sana zahmet biraz tuz getir!” derdi. Ablam hiç ses çıkarmadan tuzluğu masaya yerleştirirdi. Eğer Abdürrezak Bey, “Yoğurt var mı? “ şeklinde bir soru yöneltse ablam yine cevap vermez, diğer odaya geçer, durumu oradaki kadınlara anlatır, içeriye giren başka bir kadın, soruya cevap verirdi.

Ablamın, Abdürrezak Bey’e duyduğu bu saygı annemin sabrını taşır-mıyor değildi. “Başın batsın Hikmet! Kızım konuş!” diye ısrar ettikçe, ablam karşı gelirdi.

Abdürrezak Bey’in vefatına kadar ablam kayınbiraderiyle konuşmadı.

Abdürrezak Bey, önemli aile kararlarını almadan önce mutlaka anne-min görüşünü alırdı. Eve bir fayton gönderir, annemi davet ederdi.

Akşam sofrası kurulduğunda, her ikisi ev halkından ayrı bir odada yemeklerini yer, önemli konu üzerinde enine boyuna tartışırlardı. Bu daha çok aile fertlerinden birisinin evliliğiyle ilgili olurdu. Örneğin Abdürrezak Bey, “Cemile Hanım, bu evlilik için senin düşüncelerini almak istedim” diyerek konuya girer, annem de düşüncelerini söylerdi.

“Şahitlik kimin hakkı?” Paşa Turan’ın kızının nikâh merasimiydi. Ankara’da kalabalık bir Iğdırlı grubu olarak nikâh salonunda hazır bulunmuştuk. Mecit Hun ve eşi Naciye Hanım da oradaydı. (Naciye Hanım’a ilkokul yıllarında kısa bir za-man hocalık yapmıştım.)

Sıra geldi kimin nikâh şahidi olacağına... Mecit Hun ve Paşa Turan’ın uzun yıllar hem birlikte ticari hayatları olmuş, hem de gazino işletmeciliği yapmışlardı. Bana göre en doğrusu Mecit Bey’in bu işi üstlenmesiydi.

Paşa, bu teklifi Mecit Hun’a götürünce, şu cevabı almış: “Paşa, bu doğru olmaz. Gördüğüm kadarıyla Cemile Hanım teyzenin oğlu Turgut da bu-rada. Senin Turgut’la olan arkadaşlığın benden fazladır. Bu onun hakkıdır”

Paşa, daha sonra bana bu cevabı aktarınca, o gün Mecit Hun’un ne kadar ince düşünceli olduğunu anlayıp takdir etmiştim. Halkevi Çalışmaları Halkevleri sportif ve kültürel anlamda büyük hizmetlerde bulunuyordu.

Iğdır Sevdası

399

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Halkevi Başkanlığını Osman Ataman yürütüyordu. Ben de spor, tiyatro ve gezi kolunda görev yapıyordum.

Hafta sonları yakın köylere atlı geziler düzenlenirdi. Bayanların, süvari pantolonu giyerek katıldığı ve çok zevkli geçen bu gezileri daha çok komiser Latif Bey ve veteriner Muammer Bey organize ederlerdi.

Arada bir kaymakam bizi yanına çağırır, balo düzenlememizi isterdi. Baloya ilçenin ileri gelenleri hanımlarıyla katılır, modern müzik eşliğinde dans ederlerdi. Bir keresinde Naci Bey’le Hikmet ablamı dans ederken gör-müş, çok garipsemiştim. Naci Bey kendisinden beklenmeyecek çeviklikle ritme ayak uyduruyor, harika dans ediyordu.

Halkevi’ne uzun yıllar başkanlık eden Osman Ataman, uzun bir hayat yaşadı, kardeşi İdris Ataman’ın ifadesine göre 103 yaşında vefat etti. “ Git görevi devral!” 1960 İhtilâli olunca Şube Reisi Yarbay, Iğdır sıkıyönetim komutanı sı-fatıyla idareye el koydu. Tabur komutanı Binbaşı rütbesinde olduğundan, bize antrenörlük yapan Yarbay, bir gecede Iğdır’ın en yetkili adamı oluvermişti! İhtilâlde Iğdır Ticaret Odası Başkanlığını Cemalettin Güneş yürütü-yordu. Daha önce, Cemalettin Bey’le Yarbay arasında bazı istenmeyen olay-lar meydana geldiğinden, İhtilâli izleyen günlerde Yarbay, Cemalettin Bey’in görevden ayrılması için nüfuzunu kullanarak baskı altına almıştı. Ablam Hikmet Hanım, Güneş ailesinin gelini olduğundan, Cemalettin Bey, benim Yarbayla olan samimiyetime güvenip, bir gün yanına çağırttı. Üz-gün şekilde, “Peeeh! Yarbay beni görevden alacak!” dedi. “Ne yapabilirim?” diye sorunca, Cemalettin Bey, “Daha nesi var mı! Yarbay seni çok seviyor. Senin hatırını kırmaz. Beni görevimde tutmasını kendisinden iste!” dedi. Yarbay gerçekten de beni severdi. Hem babam Şube Reisliği görevini yapmış hem de spordaki başarı ve disiplinime yakından şahit olmuştu. Ara-mızda dostça bir samimiyet vardı. Cemalettin Bey’le beraber olduğum saatlerde, Yarbay, özel kuryesiy-le bana bir mektup göndermişti. Çok sonra elime geçecek mektupta, Yarbay, “En kısa sürede Ticaret Odası Başkanlığı görevin devralınız” diye bir istekte bulunuyordu. Cemalettin Bey’den ayrılıp, Yarbayın yanına gittim. Yarbay, mektubu alıp huzuruna çıktığımı zannediyordu. Halbuki olup bitenden haberim yoktu. Masum şekilde, “Yarbayım sizden bir isteğim olacak!” dedim. “Buyur!” diye cevapladı. “Yarbayım, eğer mümkünse Cemalettin Bey görevinde kalsın!” dedim. Yarbay, “Höööt!” diye bağırdı. Ağzı küfre yatkındı. Beni tehdit etti: “Turgut bu bir emirdir. Babanın hatırını ve aramızdaki dostluğu dinlemem

Turgut Sungar

400

seni içeri attırırım. Vakit kaybetmeden git görevi teslim al!” dedi. Cemalettin Bey, heyecan ve merakla beni bekliyordu. “Cemo hiç sor-ma bu işin poxu çıktı! Yarbay, görevi senden almam için beni görevlendirdi” dedim. Cemalettin Bey, bu lafım üzerine derin hayal kırıklığı içinde, “Bunu senden beklemezdim! Ben seni gönderdim bana yardım edesin diye ama gidip Yarbayı kendin için ikna etmişsin” dedi.

O an, gün boyu peşimde koşturan Yarbayın özel kuryesi kapıdan içeri girdi, özel kuryeyi uzattı. Cemalettin Bey, mektupta Yarbayın imzasını gö-rünce işin ciddiyetini anladı, sakinleşti. Evraklarını toplayıp gitti.

Tahkikat Komisyonu Sıkıyönetim ilân edildikten hemen sonra yapılan ihbarları değerlen-dirmek amacıyla bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonu oluşturuldu. Ortao-kul müdürü, nüfus müdürü gibi ilçenin ileri gelen isimlerinin yer aldığı bu ko-misyona ben de davet edilmiştim. Daha doğrusu bu komisyonda yer almamız için Yarbayın kesin emri vardı. Karşı çıkmamız mümkün değildi. Her gün yüzlerce ihbar geliyordu. Kim Kürtçü, kim Turancı, kim neyi hırsızlamış kim ne suç işlemiş türünden gelen bu ihbarları değerlendirmek için komisyon üyeleri düzenli aralıklarla toplanmaya başladık.

“Pamuk battı!” Yapılan ihbarlardan en ciddisi Pamuk Tarım Satış Kooperatiflerin-de yapılan yolsuzluk iddiasıyla ilgili olanıydı. Yapılan suçlama çok basitti. Preslenmiş pamuk balyaları Trabzon’a kadar taşınmış ama İstanbul’a gitmesi gereken bu yük Trabzon limanında kaybolmuştu. Suçu işlediği öne sürülen şahsı ifade vermesi için komisyona davet ettik. Sonra da karşımıza oturtup sorgulamaya başladık:

“Beyefendi, pamukların Iğdır’daki fabrikada preslenip balyalandığı doğru mudur?”

“Evet öyledir”“Bu pamuk miktarının kazasız belâsız kamyonlarla Trabzon’a ulaştığı

da doğru mudur?”“Evet öyledir”“Peki nasıl oluyor da gemilere yüklenen miktar daha az çıkıyor?”“İzin verin anlatayım. Biz tam balyaları gemiye yüklerken, tekne dev-

rildi, balyalar denize gömüldü”“Balyalar suya battı mı?”“Evet!”“Nasıl olur, pamuk hiç batar mı?”

Iğdır Sevdası

401

“Bunlar preslenmiş pamuktu efendim!”

Komisyon bu olay hakkında kesin yargıya varmadan önce preslenmiş pamuğun suya batıp batmadığını bizzat denemeye karar verdi.

Yanımıza ilgili şahsı alarak, bir kamyon üzerinde Aras nehrine doğru yola çıktık. Nehrin durgun ama derin kısmına balyalı pamukları attık. Pamuk-lar yüzmeye başladılar. Üzerlerine çıktık ama yine batmadılar. İlgili şahsa dönüp:

“Görüyorsunuz ki pamuk balyaları batmıyor, ne dersiniz?”“Burası tatlı su. Demek ki tuzlu suda batıyorlar...”

“Tekaütlerin (emeklilerin) gövde gösterisi” Iğdır’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenleri görkemli geçer-di.

Yine böyle bir yıl, güzel bir törenin akabinde, orada toplanmış kalaba-lığa hoşça vakit geçirtmek düşüncesiyle, bir futbol maçı düzenlemeye karar verdik.

Bizim takım hazırdı ama karşımızda kim oynayacaktı? Nihayet bizden 10-15 yaş daha yaşlı, Dr. Kâmil Kaptanoğlu (Adnan Güneş’in kayınpederi), Nihat Renda (daha sonra Yargıtay Başkanı), aslen Vanlı hâkim Turgut Çeliker gibi abilerimiz bir takım oluşturdular. Biz onları kendi aramızda “Tekaütçüler yani emekliler” diyerek alaya aldık.

Takımın Paşa Turan, Kâmil Yüksel gibi en önemli oyuncuları hazır bulunuyordu. Maça başlamadan önce bir araya gelip, “Aman bu tekaütlere karşı biraz gevşek oynayalım. Yenersek millet güler” dedik.

Maç süratli başladı. Tekaüt takımı bizi dört bir yandan kuşatmaya aldı. Goller geldikçe ciddileşiyorduk ama doğrusu güç yetirmekte zorlanıyorduk.

O gün sahadan 2-1 yenik ayrıldık. “Kıllı” namında birisi Iğdır’da birçok kimse sadece lakabıyla bilinirdi. Gerçek isimleri pek bilen olmadığı gibi, merak eden de olmazdı.

Bunlardan birisi de mahalle arkadaşımız “Kıllı” namıyla bilinen Hi-dayet Yeşilçimen’di.

Kadir (Yeşilçimen) Bey’in üç oğlundan –sırasıyla İsmet, Hidayet ve Himayet- ortancası olan Hidayet’in bu “kıllı” lakabını nasıl aldığına gelin-ce:

Bu ailenin tüm fertleri olağanüstü güzel, gür ve dalgalı saçlara sahip-tiler. Özellikle, Hidayet’in saçları her zaman şatafatla kafasını çevreler, ona alışılmışın dışında bir görüntü verirdi. Gel zaman git zaman arkadaş çevresin-

Turgut Sungar

402

de kendisine “kıllı” lakabı uygun görüldü.“Kıllı”nın kendine özgü davranışları vardı. Ağzında tüttürdüğü siga-

rayı “hooop” diye yutuverirdi. Bunu ondan başka kimse de beceremezdi.Bir gün “Kıllı” bana şu olayı anlattı:“Canım sıkılmıştı. İş olsun diye bir arkadaş grubuna, ‘Haberinizi var

mı falancının kızını kaçırmışlar’ dedim. Alevlenen sohbet epeyce devam etti. İzin isteyip ayrıldım.

Aradan birkaç saat geçti. Çarşıda dolaşıyordum. Karşıma başka ar-kadaşlar çıktı. Yemin billah ederek, falancanın kızının kaçırıldığını söylediler. ‘Aman etmeyin bu benim yalanım’ dedim ama bu kez arkadaşlar, ‘Allah’ı-mıza, dinimize’ diye daha ciddi yeminler etmeye başladılar. Ben de inandım. Kendi kendime ne tesadüf dedim. Eve geldim. Evdekilere bu kez ben yemin billah ederek böyle bir olayın olduğuna inandır-maya çalıştım.

Ertesi gün böyle bir olayın olmadığı or-taya çıkınca, dedikodunun ne kadar çabuk yayı-lan, tehlikeli bir şey olduğunu anlamıştım”

Söz “Kıllı”dan açılmışken, öz dayısı

Kaymakçı Asker hakkında da birkaç laf etmek isterim.

Kaymakçı Asker, tavır ve davranışlarıyla beni hep şaşırtmıştı.

Sabahleyin erkenden, Aliye Hanım’ın Emek Eczanesinin önüne sehpasını kor, kaymak ve balını satar; saat 9 (sabah) olunca tüm kaymağını satmış olduğundan evin yolunu tutardı.

Kaymakçı Asker, öğleden sonra başka bir insan olup çıkardı. Şehir Kulübünde ilçenin kalbur üstü bürokratlarıyla yani hakim, kaymakam ve sav-cısıyla sanki onlarla mesai arkadaşıymış havasında oturur, hiçbir komplekse kapılmadan briçini oynardı. Konuşmalardan ve briç oyunundan sıkıldığı za-man da kulüpten ayrılır, garibanların oturduğu kahvelerden birine gider, bu kez ilçenin “ayaktakımı” diye tabir edebileceğimiz kimselerle fanti oynardı.

“Uçakta canlı bir kuzu vardı!” İkinci Dünya Savaşının en sıcak günleri yaşanıyordu. Bir gün beklen-medik şekilde, Alman yapısı ağır bir bombardıman uçağı, Erivan’ı bombala-dıktan sonra Iğdır’ın üzerine geldi. Alçaktan uçarak, nerdeyse kavak ağaçla-rına sürünerek uçup gitti.

Birkaç saat geçmedi, ilçe merkezi ağızdan ağıza dolaşan bir haberle çalkalandı:

Turgut Sungar

Iğdır Sevdası

403

“Alman uçağı Karakale’de düşmüş. Uçakta bir de kuzu varmış”Milli Emniyet yetkilileri Alman pilotları yakalayıp getirdiler, hakla-

rında sorgulama başlattılar. İnsanlar uçağı ve olup biteni unutmuş, “canlı kuzuyu” konuşuyordu.

“Yok efendim, Almanlar canlı kuzuyu yanlarında taşıyorlarmış, çünkü uçak günlerce havada kaldığı için pilotlar karınları acıktığında kuzuyu kesip yiye-ceklermiş”

Başka bir söylentiye göre, canlı kuzu kimsenin bilmediği askeri bir sır taşıyormuş.

Ancak, aradan yıllar geçtikten sonra uçakta böyle bir canlı kuzunun olmadığını öğrenecektik.

“Bravo Kadir Usta!” Mahallenin çocukları Armutlu Bahçesinde oynuyorduk. Bir haber geldi: “Kadir Usta, radyo çalıyor!” “Huuuura!” diyip belediyenin önündeki Millet Bahçesine koşturduk. Kadir Usta, yaz aylarında sahne olarak kullanılan yere kocaman bir radyo koymuş, dikkatle istasyon ayar düğmesini çeviriyordu. Merakla etrafını al-dık. Radyodan cızırtı ve parazit sesinden başka bir şey çıkmıyordu. Bu kadarı bile bizi heyecanlandırmaya yetmişti. Hep birlikte alkışlayarak “Bravo Kadir Usta” diye bağırdık. Aslen Akşehirli Kadir (Parlak) Usta uzun yıllar Ali Bey ve Resul Taner’in çırçır fabrikalarında ustalık yapmıştı.Bir Halk Şairi: Deryami Aslen Şavşatlı Deryami Iğdır’ı kendisine mesken edinmişti. Gerçek adı Dursun Ali Erdoğan idi. Yeteneği ve becerisiyle beni derinden etkileyen, gerçek bir halk şairiydi. Deryami’ye ilham anlık gelir, şelâle gibi akardı. Söylediklerini istese de tekrar edemezdi. O yüzden Deryami şiir okuyacağı zaman etrafındakilere döner, “Yazın!” diye uyarırdı. Nejat Birdoğan, Bozkurt Hoca ve ben, Derya-mi’den birçok şiirleri derleme şansımız olmuştu. İşte benim derlediklerimden bir şiir:

Deryami (Dursun Ali Erdoğan)

Benim iki kanlı gözüm,Yaşta görsün sevdiğim yaşta,Ben buradan gider oldum,Düşte gör sevdiğim düşte.

Turgut Sungar

404

Yandım oralı olmadın,Bir gün yanıma gelmedin,Benim kadrimi bilmedin,Taşta gör sevdiğim taşta.

Bakmadın hasta halime,Aşkıyla saldın talime, Dilerim ki bir zalime,Düş de gör sevdiğim düş de.

Ne yazı ki bu değerli halk ozanı kendisini alkole verdi. Yeteneğini istediği gibi kullanamadı.

Mecburiyet Lokantası Süphan Güneş’in lokantası ilçenin tek lokantasıydı. Bu durum biz gençlerin canını çok sıkıyordu.

Büyüklere karşı son derece saygılıydık. Onlardan birisi lokantada ol-duğu zaman, içeri girmez, volta atar, tekrar lokantaya geri dönerdik.

Rıza Bey (Yalçın), Abdürrezak Bey gibi kasabanın saygın insanları pek nadiren lokantaya giderlerdi. Ama ileri gelenlerin çoğunluğu öğle yemek-leri için eve gitmez, Süphan Güneş’in lokantasında karınlarını doyururlardı.

Lokantaya giremeyince, gençler grup halinde belediye bahçesinin bir yerinde kümeleşirdik. İstihbarat işlerinde kullandığımız yaşça küçüklerden birisini lokantaya gönderir son durum hakkında rapor alırdık.

Başka gidecek bir yerimiz olmadığı için Süphan Güneş’in lokantasına kendi aramızda “Mecburiyet Lokantası” ismini takmıştık.

Turgut Sungar’dan bir Piyes: “Baba Kalbi” Halkevinin zengin bir kütüphanesi vardı. Ödünç aldığımız tiyatro eserlerini zevkimize göre sahnelerdik. Iğdır’daki aileler kızlarının temsil oyunlarında yer almasına izin vermedikleri için, kadın oyuncu sayısının az olduğu piyesleri tercih ederdik. Bir ara kendim de bir piyes yazdım. “Baba Kalbi” adındaki bu oyunu başarılı bir şekilde sahnelemiştik. Piyes, Iğdır ve civar ilçelerde geniş ilgi görmüştü.

Baba Kalbi Yazan ve sahneleyen: Turgut SungarOyuncular: Baba Mustafa Avcı (Ofis Şefi)

Iğdır Sevdası

405

Büyük oğlu Saffet Paşa Turan Küçük oğlu Sedat Turgut Sungar Diğer oyuncular Hidayet Yalçın, İsmet Aydınlı,

Metin Toksözlü, Nejat Birdoğan Ertuğrul Taner

Eşi ölmüş zengin baba, iki oğluyla çiftlik evinde oturmaktadır. Ders-lerinde başarılı Sedat için eğitimine Avrupa’da devam etme şansı doğmuştur. Sedat, yolculuğa pek istekli değildir. Çünkü konuştuğu ve sevdiği bir kız var-dır.

Sedat Avrupa’da eğitimine devam ederken sevgilisine mektup gönder-meyi ihmal etmez. Ancak sevgilisinin ağabeyi Saffet’le buluştuğundan haber-sizdir. Kız, Saffet’i sevmektedir.

Eğitimini tamamlayan Sedat, baba evine döner. Gerçeği öğrendiği zaman yüreği acıyla dolar. Tek yol kalmıştır: Ağabeyi Saffet’le ölümüne he-saplaşmak. Tabancasını cebine kor, Saffet’in karşısına dikilir. Çekinmeden tetiğe basar, ağabeyini öldürür. Sedat cezaevini boylar.

Aradan uzun yıllar geçmiştir. Tahliye olan Sedat’ın siması bile de-ğişmiştir. Mühendis olduğu halde iş bulmakta zorlanana Sedat nihayet bir çiftlikte at bakıcısı olmayı kabullenir.

Ahırdan içeri girer girmez babasının atını hemen tanır. Atı okşarken farkında olmadan babası içeri girer. Baba oğul önce birbirlerini tanımakta zorlanırlar. Baba, gerçeği öğrendiğinde, oğlunun oradan ayrılmasını ister. Sedat gitmeye hazırlanırken baba, dayanamaz yere yıkılıp göz yaşlarına bo-ğulur. “Baba kalbi” oğlunun gitmesine engel olmuştur.

Piyesin ana teması bu olay üzerine kuruluydu. Ancak piyesi sahneler-ken bazı aksilikler olmuyor du değildi. İlçede elektrik yoktu. Lüks lambaları kullanılıyordu. Bu lambalar “gömlek” veya “tor” denilen özel bir aksesuar olmadan çalışmazdı. Uzun süre yanan “gömlek”ler kendiliğinden parçalanır, lüks sönerdi. Nitekim bu felâket bizim de başımıza geldi.

Piyese henüz başlamıştı ki, ortalık karanlığa gömüldü. Yardımcılar mum ışığıyla lüks lambasını tamir etmeye çalışırken, baba rolünü oynayan Mustafa Avcı, tuluat eser sahneler gibi, doğaçlama bir yetenekle, “evin uşağı-na” dönerek “Hayatım zaten kararmıştı. Bir de sen karartma!” dedi. Bu sözler durumu kurtarmıştı. Hatta lüksün lambasının sönmesini piyesin bir parçası zannedenler bile olmuştu. İkinci aksilik; Sedat’ın ağa beyini öldürmeye çalıştığı sahnede geç-mişti. Sedat’ın rolünü oynadığım için elimde tabanca vardı. Şarjörü olmayan

Turgut Sungar

406

bu boş fakat gerçek tabancanın, seyircilerin görmediği tarafına bir mantar tabancası bağlamıştım. Ateş edeceğim zaman mantar tabancası patlayacak, seyirci sanki gerçek tabanca ateşlenmiş zannedecekti. Ağabeyim Saffet (Paşa Turan) karşımda duruyordu. “Bana ihanet et-tin!” diyerek tabancayı cebimden çıkarttım, Saffet’e doğrultup tetiğe bastım. Tabanca ateş almadı ama Paşa kendisini yere atarak “Ahhh! Yandım!” dedi. Gülünç bir durum olmuştu. Paşa’nın kulağına “Tabanca patlamadı. Nasıl ya-nıyorsun öyle!” dedim. Bereket yardımcı oyuncular sahne arkasında mantarı ayaklarının altında patlatınca bu sahneyi de kazasız belâsız atlatabilmiştik. “Baba Kalbi” piyesini Doğubeyazıt Ziraat Bankası şubesinde görev yapan Hidayet sahnelemek için ödünç almıştı. Akıbeti hakkında bilgi sahibi değilim.

Arada bir manzum (şiir) piyesler de oynardık. Aradan 50 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen mısralar hâlâ kulaklarımda çınlar:

Uyudum mu desem rüzgar canıma kıydı Gecenin ayazında koştum tepeler aştım Yollarda kimse yoktu kurtlarla arkadaştım Atıf Kaptan ve Halide Pişkin gibi Türkiye çapında tanınmış tiyatro sanatçıları yaz aylarında Iğdır’a turneye gelirlerdi. Bir keresinde oyuncular-dan birisi hastalanınca, Halkevi’ne başvurup yardım talebinde bulunmuşlar; Halkevi başkanı da benim ismimi önermişti. Rolümü bir gecede ezberleyip, onlarla beraber sahneye çıktım.

Foto Döner Hatırlayabildiğim en eski fotoğrafçı “Foto Döner” lakabıyla bildi-ğimiz amcaydı. Sokağın bir kenarında durur, müşteri beklerdi. Çoğu zaman sakin, kendi halinde biri olduğundan, yanına yaklaşanların niyetini anlamakta zorluk çekerdi. Müşteriyle arasında her seferinde şöyle bir konuşma geçerdi:

“Döner Emmi”“Ne var balam!”“Menim bir şeklimi çekesen...”“Beeee!... Gel otur balam, gel çekim!”

Bu kısa konuşmanın ardından ayaklı fotoğraf makinesinin karanlık odasını açar, eline aldığı negatif tabakaya dua okuduktan sonra “Bismillah!” diyerek bölmeye yerleştirirdi.

Iğdır Sevdası

407

“Ben sersıng’ı seviyorum!”Güneş ailesinde her gün bir koyun kesilirdi. Evin erkekleri ilçe mer-

kezinde olduğu için, kadınlar eti kendi aralarında bölüştürürlerdi. Yıllar süren alışkanlık gereği kimin hangi eti sevdiğini bilmeyen yoktu. Örneğin Naci Bey, bağırsakları terbiye edip, son derece lezzetli bir kebap yapardı. Hikmet ablam, aile kültürüne ayak uydurmakta gecikmemişti. Koyun kesildiğinde uzakta durur, yüksek sesle tercihini,

“Ben de sersıng’ı seviyorum” diyerek belli ederdi. (Sersıng, kaburga et anlamındadır)

Türkçe-Kürtçe bu cümle, iki kültürün iç içeliğini hoş bir şekilde özet-lerdi.

“Kim bu kadın?” Annem arada posta arabasıyla Kars’a gider gelirdi. Posta arabası, arkası açık bir kamyondu. O zamanlar şoför mahallinde yolculuk etmek lüks sayılırdı. Bir gün annem, şoför mahalline kurulmuş, Iğdır’a dönüyormuş. Posta arabası ne zaman konaklasa annemi tanıyanlar etrafını alır, “Cemile Hanım şöyle buyur! Cemile Hanım’a bir çay! Cemile Hanım’a tavuk kızartması” diyerek iltifat ederlermiş. Yolu Iğdır’a düşen bir Laz da, uzakta durup olup bi-teni şaşkın gözlerle izliyormuş. “Kim bu kadın?” diye sorunca oradakilerden birisi şaka yollu, “Cemile Hanım, Milletvekili” demiş. Laz kardeşimiz yolculuk boyunca gözlerini annemden ayırmamış. Annem, üzerinde ev elbiseleri komşumuz Kâmil Taner’in evine git-mişti. Bahçeye adım atar atmaz bir de ne görsün, birlikte yolculuk yaptığı Laz büyük bir ciddiyetle hızar çekmiyor mu! Annem pür telâş eve geldi. “Ne oldu anne?” diye sorunca, nefes nefe-se, “Laz, yolculuk sırasında benim yüzümden yeterince şaşkınlığa uğramıştı. Beni bu kıyafetle görse zavallı ikinci kez şaşkınlığa uğrar, üzülür diye görün-meden koşup eve geldim” dedi.

“Café des Cafés” Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde Café des Cafés isminde bir lokal var. Paris café’lerini andıran nostaljik atmosferde düzenlenmiş bu bistroya bir gün damadım da takılmıştı. Akşam eve gelince, “Baba senin gençlik resmini Café des Cafés’nin duvarında asılı gördüm” dedi. “Şaka yapma!” dedim ama damat hemen yan odaya geçerek duvarda asılı gençlik resmimi eline aldı, “İşte bunun aynısı orada asılı” dedi. Ertesi gün yanımda eşim Café des Cafés’nin yolunu tuttuk. Benim re-

Turgut Sungar

408

sim gerçekten de bistronun duvarında asılıydı. Halil isimli patrondan bu resmi nereden ele geçirdiğini sordum. Şu hikâyeyi anlattı: “Bu yeri kiralayıp, bistro olarak açmaya hazırlanıyorduk. Duvarlar bomboştu. Kendi kendimize ‘Duvarlara ne asalım?” diye kafa yorarken, ka-yınvalidem, ‘Evimde eski tarihli magazinler var. Resimler kesip, çerçeveletip asalım’ teklifinde bulundu. Gerçekten de bu resimler bistroya nostaljik bir hava verecekti. İşte sizin resminizi de bu magazinlerden bulup kestik” dedi. “Heyhat!” dedim kendi kendime. Nasıl da unutmuştum bir zamanlar yapılan artist yarışmasına bu resimle katıldığımı... Bu resmimle birinci ol-muş; sinema magazinlerinde boy boy yayınlanmıştı.

“Eşşekoğlu eşşek, bizim Metin gibi” Cemal Toksöz, ordudan emekli olup Iğdır’a yerleşenlerdendi. Oğlu Metin yaşıtımızdı. Gün boyu beraber olur, hoşça vakit geçirirdik. Kendi halinde, mazlum görünümlü Metin’in bir kusuru vardı. İçkiyi fazla kaçırdığında sokağa fırlar, “Buradan gelip geçenin ve geçecek olanın ...” diyerek tehlikeli küfür nöbetine yakalanırdı. Metin’in bu zayıf yönünü ilçede bilmeyen yoktu. Ramazan bayramıydı.

Bayram günleri likör ikram etmek gibi ilginç bir âdet vardı. Ancak bu âdet belirli bir çevreyle sınırlıydı. Kime likör ikram edeceğinizi kestirmeniz zor olabilirdi. Cemal Toksöz, bayramlaşmak için misafirimiz olmuştu. Eşim, likör ikram edip etmeme konusunda ikircikli davrandı; karar veremeyince kulağı-ma, “Likör ikram edeyim mi?” diye fısıldadı.

Eşim Ayten Hanım, kapıdan çıkmak üzereyken Cemal Bey, gür se-siyle, “Bayan, bir dakika siz ona ne dediniz?” dedi. Ayten kem küm edince araya girip, kendisine likör ikram edip etmemek konusundaki tereddüdümüzü anlattım. Cemal Bey, gülerek,

“Dünyada içmeyen eşektir. İçmesini bilmeyen de eşşek oğlu eşşektir, bizim Metin gibi...” dedi.

Cemal Bey’in sözü tam yerine oturmuştu.

Bir Cömert İnsan: Musa Doğan Musa Bey (Doğan), Sabahattin ağabeyimle yaşıttı. Bu yüzden ben kendisine “Musa Abi” veya daha hoş bulduğum “Doğan Abi” diyerek hitap ederdim. Musa Bey gördüğüm en cömert insanların başında gelirdi. Ne zaman beni görse koluma girer tatlı bir ısrarla en yakındaki lokantaya zorla oturtur-du. Karşı gelmenin ne mümkünü!

Iğdır Sevdası

409

Yine bir gün eşimin bana vermiş olduğu alışveriş listesi cebimde Kı-zılay’da dolaşıyordum. Musa Abi, karşıma çıktı. Koluma girip beni Anadolu Kulübü’ne doğru sürüklemeye başladı. Her adımda kekeleyerek yalvarıyor-dum:

“Hanım bekliyor. Alış veriş yapmam gerekiyor..” “Alışverişi sonra yaparsın, hele bir şeyler atıştıralım” Musa Bey’in ısrarına yenik düşmeyenimiz mi vardı? Artık öyle insan-

lar ne yazık ki aramızda yoklar.

“Aziz Bey’in sineması yardımıma koştu” Bankacı olarak meslek hayatıma devam ettiğim günlerdi. Her kuru-luşta olduğu gibi benim bankada da bir ara sıkıntılı anlar yaşandı. Sorunları tartışmak için bir panel düzenlenmişti. Konuşmacılardan birisi de bendim.

En büyük sorunumuz yaşlı üyelerin alınan kararları genç arkadaşla-ra danışmadan inatla uygulamaya koymasıydı. Kürsüde bu sorunu açıktan konuşmak kırıcı olabilirdi. Ne yapabilirim diye düşünürken delikanlılık dö-nemimde Iğdır’da gördüğüm bir filmin konusu yardımıma koşmuştu. Konuş-mama şöyle başladım:

“Sayın konuklar, ben haspelkader Iğdır’a yerleşmiş asker bir babanın oğluyum. Bu şirin ilçede doğup büyüdüm. Bir gün ilk olarak bu ilçeye sinema getirildi. (Aziz Güney ve Ali Orkun’un Aras sineması) Vizyona konan ilk filmi bugün bile çok iyi hatırlıyorum: “Şafak Habercisi”

Filmin konusu şöyle idi: Bir savaş sahnesinin orta yerinde, düşman tarafından kuşatmaya alınmış askeri birlik vardı. Komutan, çemberi yarmak için her seferinde yanlış kararlar alıyor, birlik gereksiz yere zayiat veriyordu. Genç bir teğmen, komutanın yanlış kararlarına tahammül edemiyor, karşı ge-liyordu. Filmin sonlarına doğru, yaşlı komutan pes edip, komutayı genç teğ-mene verdi, “Ben de sizin emrinizde bir askerim artık!” dedi. Genç teğmen, birliği sağ salim düşman çemberinden çıkarmayı başarmıştı”

Konuşmama bu şekilde devam ederken, en ön sırada oturmuş ban-kamızın yaşlı yöneticileri, “Turgut Bey, teşekkür ederiz, mesaj alınmıştır” dediler.

Derdimi, kimsenin kalbini kırmadan anlatmış olduğum için, Aziz Güney’e içimden teşekkür ederek kürsüden indim.

“Olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?”1960 İhtilâlinden hemen sonraydı. Bir yaz günü, mahallemizin belli

aileleri, bir kamyona doluşup, Karasu ırmağına doğru yola çıktık. Amacımız gönlümüzce eğlenmekti.

Piknik sefamızın orta yerinde, dört beş askeri cemse bize yakın bir

Turgut Sungar

410

yerde durdu. Komutanlar ve askerler piknik hazırlığına başladılar. Bizim yerimiz, piknik için daha uygundu. Askerler de bunu bildikleri

için, tavır ve davranışlarıyla bize göz dağı verip uzaklaştırmayı denediler. Si-nirli hareketleri ve sert bakışlarıyla bunu ima ediyorlardı.

Dönem onların dönemiydi. Karşı gelmenin anlamı yoktu. Eşyalarımı-zı toparlayıp kamyona yükledik, Iğdır’a dönmek için yola koyulduk.

Ayrılacağımız zaman hep birlikte koro halinde o dönemin gözde şar-kısı, “Olur mu, kardeş kardeşi vuru mu?”yu söylemeye başladık.

Sözlerimiz etkisini göstermişti. Futbol ve voleybol maçlarından tanış-tığım Tabur Komutanı, önümüze çıktı. Özür diledi.

Biz; Binbaşıyı kamyonun tozları arasında geride bırakıp, şarkımızı daha gür söyleyerek yolumuza devam ettik.

“Vê dırej, bala xwe bıdın!” (Bu sırığa aman dikkat edin!) Bir dil bilmenin çeşitli avantajları vardır. Kürtçe’yi her ne kadar ko-nuşamazsam da söylenenleri aşağı yukarı tahmin edecek bir önsezim vardır. Bunun avantajını da bir kez doyasıya yaşadım. Batman İş Bankası müdürlüğüne önemli bir misyonla atanmıştım. Görevim, banka kredilerini usulsüz şekilde dağıtan banka şebekesini içten çökertmekti. Göreve başladığım gün, gelişimden rahatsız olan grup masama yakın bir yerde bir araya gelip kendi aralarında Kürtçe konuşarak benim hakkımda dedikodu yapıyorlardı. İçlerinden birisi “Bu dırej’e dikkat! Ne de olsa Iğ-dırlıdır” anlamında sözler ediyordu. Benim konuşmaları anladığımı tabii bilmiyorlardı. İşleri kısa sürede yoluna koyduktan sonra, banka politikası gereği, ani bir kararla tayinim çıkarıldı. Gitmeye hazırlandığım gündü. Çok sevdiğim ve dürüstlüğünden şüp-he duymadığım bir banka elemanı yardımıma gelmişti. Vedalaşma anında Kürtçe, “Xudê, jı te ra razi bê!” (Allah senden razı olsun!”) dedim. Şükrü isimli genç adam ellerime sarılıp öpmek istedi. Anlaşılan benim ona gösterdi-ğim yakınlık ve ilgiye bir de Kürtçe vedalaşma eklenince, genç adam dayana-mamış, duygulanmıştı.

“Sıtma titremesi” Iğdır’da çocukluk yıllarımızda sıtma büyük bir sorundu. Sıtmaya ya-kalanalar önce titrer, sonra ateş basardı.

Sıtmaya karşı iki ilaç vardı: Kinin ve atabirin. Kinin mavi renkte, ata-birin de sarı renkteydi.

Iğdır Sevdası

411

Sınıfa girdiğimiz zaman kimin sıtmalı olduğu hemen belli olurdu. Hocalar, yüzü kıpkırmızı, ateş basmış öğrencileri hemen diğerlerinden ayırır, evlerine gönderirdi.

Aras’ın Sevdası Turgut SungarBir sevdasın başımda senEkmeğimde aşımda senToprağımda taşımda senBeni koyup gitme Aras.

Yüreğimde sevdan yatarKarabağ’a selam aparBenim ahım seni tutarBeni koyup gitme Aras

Sevdalısan Hazar’a senBaycan ile Azer’e senToprağımda can verensenBeni koyup gitme Aras

Son durağın AzerbaycanOna kurban olsun bu canSelam sana ey NahcıvanBeni koyup gitme Aras

Iğdır’ımdan Sürmeli’mdenOğlum kızım gelinimdenNeyim varsa al elimdenBeni koyup gitme Aras

Bakü, Gence bekler seniGoyma burda yetim meniDalın sıra apar beniMeni goyup gitme Aras

Gazete köşelerinde Turgut Sungar (Turgut Sungar abimiz, bankacılık mesleğinden vakit buldukça şiirler yazmış, karikatürler çizmiş; hoşuna gelenleri Milliyet gibi önemli gazetelerin köşe yazarlarına göndermiş. Aşağıda bunlardan birkaç tanesini sizlere sunu-yorum. Mücahit)

Turgut Sungar

412

Milliyet Gazetesi28 Mayıs 1967Halit Kıvanç ve Altan Erbulak’ın “Pazarlık” köşesiYazan: Turgut Sungar

Burası Mithapaşa,Karşınızda da Kıvanç,Daha ilk dakikadaFenerbahçe attı taç...

Ben birinci devreyiAnlatayım sizlere,Eskişehir ilk defaGirdi bu yıl liglere...

Kırk otobüs dolusuTaraftarıyla gelmiş,Lig’de yeni parlayanKırmızı Şimşekler’miş...

Hava açık,güneşli,Birazcık da rüzgârlı,Ama saha çamurlu,Kenarları da karlı...

Maçtan evvel bu saha,Sanki yeşil halıydı...Hakkı yediği goldeBelki de hatalıydı...

Toto’cular beklesin,Vakit bulursam eğer,Vereceğim onlaraDiğer maçlardan haber...

İlk kırk beş dakikadaKayda değer tek olay,Fener’in ilk golünüOgün attı çok kolay...

Bu maça rağbet pek yokTribünler çok seyrekPek can sıkıcı geçti,İlk yarıda ilk çeyrek...

Lider Beşiktaş ileBir puan fark aradaÇok çetin bir lig maçıVar bugün Ankara’da...

Vakitsizlik yüzündenKadroları saymadık,Diğer maçlardan henüzBir haber alamadık...

Bırakıp da bunlarıAnlatalım biz maçı,Sağ taraftan Fener’liŞükrü atıyor taçı...

Ben size özetlerkenMaçın ilk devresini,Gol olurken duydunuzTarafların sesini...

Dörtte üçlük bir kısmıBitti artık bu maçın,İşittik düdüğünüHakem Tarık Yamaç’ın ...

Anlatırken kavgayıDurum da üç-bir olmuş,Bizim saate göreNorma süre de dolmuş...

Maçı size anlatanSpiker Halit Kıvanç,Sonucu da tekrarlar,Üç-bir oldu, bitti maç...

Milliyet Gazetesi26 Temmuz 1967

Hasan Pulur’un “Olaylar ve İnsanlar” köşesi

Iğdır Sevdası

413

Günün ŞiiriYazan : Turgut Sungar ŞİKENAME Düşmek istemiyorsan İkinci Milli Lig’e Anlaşıp bir takımla , sen de yapıver şike. İkinci Milli Lig’de kıran kırana maç var, İster para ver, ister şike yapana yalvar.

Şiddetle ihtiyacın varsa iki puana Anlaş şike yapanla, çıkmadan deplasmana. Kaide bilir hakem, o şikeden anlamaz, Elde delil yok diye Apak’a gammazlamaz. Futbolcu karşılığı yüzbinlerin yerine, Şikeyle halledersin ver şike transferine.

Antrenör, menecere para verme boş yere, Şikeyle halledersin, lüzum yok transfere.

Yıldız futbolcuların kaprisleri çekilmez, Şike yapan takımlar, asla kümeden düşmez.