Şubat 2012 kirmizi sİyah bİlİm edebİyat …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp...

40
ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir. Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil Baskı: Şubat 2012 Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara [email protected]

Upload: others

Post on 02-Jun-2020

7 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

ŞUBAT 2012

KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT

Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir.

Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil

Baskı: Şubat 2012

Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara

[email protected]

Page 2: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ, İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ? – HASAN HÜSEYİN BEYDİL

İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE – ÖZGÜR ZORLU

FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2- MEHMET ALİ SALMAN

PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR – HÜDAYİ NABİT

İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ – ROJİN SAADET YILMAZ

ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME! – ŞÜKRİYE ERCAN

"KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ" – NEJLA DEMİRCİ

BİLİM VE TEKNİK OKUMAK – MİHRAC URAL

KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI – AHTURA HÜRMÜZ

SOL NE YAPMALI – CUMA GÜRSOY

RAKAM DEĞİL, “İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!! – CELAL ENCÜ

MARAŞ KATLİAMI – SÜLEYMAN DEMİREL

4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ GENERALLERİNİN YARGILANMASI VE YÖK'E BAKIŞ – METİN UZUNÖZ

KAR – SULTAN GÜLİSTAN

DOKUNMA – GÖKHAN BİÇER

BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK – AHMET CANBABA

BARAN’IM – CUMHUR KARACA

YARGISIZ - ZAHİTTİN ATEŞ

BİTMEYEN DESTAN – HASAN ERKUL

ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA – HASAN HÜSEYİN BEYDİL

Page 3: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ?

İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye

başladığı tarihten günümüze kadar devam

edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği

bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman

aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya

devam edecektir. Bu sınıflar arasında

olacaktır. Bu mücadele devam ederken

toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve

sömürülen sınıflar olacaktır.

Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen

ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde

yaygın adıyla burjuvazi; patron, zeng

teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,

işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da

bilinmektedir.

Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri

olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel

açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın

doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi

halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de

gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,

gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana

çevrilmesiyle oluşur.

Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is

işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri

olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece

üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen

gelirden sadece çok küçük bir pay alan

üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri

öğrenciler, aydı

BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ?

İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye

başladığı tarihten günümüze kadar devam

edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği

bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman

aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya

devam edecektir. Bu sınıflar arasında

olacaktır. Bu mücadele devam ederken

toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve

sömürülen sınıflar olacaktır.

Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen

ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde

yaygın adıyla burjuvazi; patron, zeng

teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,

işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da

bilinmektedir.

Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri

olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel

açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın

doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi

halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de

gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,

gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana

çevrilmesiyle oluşur.

Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is

işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri

olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece

üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen

gelirden sadece çok küçük bir pay alan

üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri

öğrenciler, aydınlar, işsizlerdir.

BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ?

İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye

başladığı tarihten günümüze kadar devam

edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği

bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman

aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya

devam edecektir. Bu sınıflar arasında

olacaktır. Bu mücadele devam ederken

toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve

sömürülen sınıflar olacaktır.

Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen

ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde

yaygın adıyla burjuvazi; patron, zeng

teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,

işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da

Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri

olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel

açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın

doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi

halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de

gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,

gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana

Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is

işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri

olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece

üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen

gelirden sadece çok küçük bir pay alan

üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri

nlar, işsizlerdir.

BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ?

İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye

başladığı tarihten günümüze kadar devam

edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği

bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman

aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya

devam edecektir. Bu sınıflar arasında da mücadele

olacaktır. Bu mücadele devam ederken

toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve

Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen

ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde

yaygın adıyla burjuvazi; patron, zengin, özel

teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,

işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da

Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri

olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel

açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın

doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi

halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de

gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,

gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana

Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is

işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri

olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece

üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen

gelirden sadece çok küçük bir pay alan

üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri

İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye

başladığı tarihten günümüze kadar devam

edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği

bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman

aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya

da mücadele

olacaktır. Bu mücadele devam ederken

toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve

Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen

ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde

in, özel

teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar,

işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da

Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri

olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel

açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın ve

doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi

halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de

gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal,

gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana

Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu ise

işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri

olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece

üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen

gelirden sadece çok küçük bir pay alan

üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

biçimlerle uzla

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

savunan partiler şeklinde

ideolojisi ise

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

yöntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

gözetmeksizin t

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

tehdit altına girdiğini hatta yoko

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

savunması mümkün değild

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

olamaz.

Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

biçimlerle uzla

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

savunan partiler şeklinde

Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya

ideolojisi ise Bilimsel Sosyalizm

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

gözetmeksizin t

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

tehdit altına girdiğini hatta yoko

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

savunması mümkün değild

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

olamaz.

Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

biçimlerle uzlaşma içinde olan ve toprak sahipleri

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

savunan partiler şeklinde kendisini ifade eder.

Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya

Bilimsel Sosyalizm

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

gözetmeksizin temel ilkesidir. İnsanı ve doğayı

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

tehdit altına girdiğini hatta yoko

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

savunması mümkün değild

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

şma içinde olan ve toprak sahipleri

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

kendisini ifade eder.

Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya

Bilimsel Sosyalizm’dir.

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

emel ilkesidir. İnsanı ve doğayı

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

tehdit altına girdiğini hatta yoko

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

savunması mümkün değildir. Bu teori liberalistin

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

şma içinde olan ve toprak sahipleri

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

kendisini ifade eder.

Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

emel ilkesidir. İnsanı ve doğayı

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

tehdit altına girdiğini hatta yokolacağı anın

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

ir. Bu teori liberalistin

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve

veya ideolojisini sözde liberalizm olarak

tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye

güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi,

mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs

şma içinde olan ve toprak sahipleri

yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin

bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum

daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı

sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı

Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya

Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek

tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih,

ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve

öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık

gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı

sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce,

öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme

tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı

emel ilkesidir. İnsanı ve doğayı

sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş

sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden

asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya

da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının

lacağı anın

yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden

vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin

buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce

sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı

sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi

ir. Bu teori liberalistin

sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters

düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm

demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile

Page 4: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Bilimsel Sosyalizm de farklı eğilimler

sözkonusu değildir. Hem teorik hem de pratik

olarak Bilimsel Sosyalizm’de herşey açık, net,

alabildiğine anlaşılır bir durum sözkonusudur.

Hiçbir şekilde kafa karışıklığına sebep olmaz.

Bilimsel Sosyalizm’in en temel ilkelerinden biri

insanın, insanı ve doğayı sömürmemesidir ve her

nereden gelirse gelsin her türlü insanın, insanı ve

doğayı sömürmesi düşüncesine karşıdır. İnsanın,

insanı ve doğayı sömürmesinin başladığı tarihsel

dönemin başlangıcından itibaren bu sistemi

uygulayan hangi sistem olmuşsa buna topyekun

karşıdır. İnsanın, insanı ve doğayı sömürmesi

denilen liberalizme has sistem anlayışı ki bu asla

insana ve doğaya uygun, yakışan, bir durum

değildir ve bu durumu anlamak ve buna karşı

olmak ve bunun için mücadele etmeyi anlamak ve

bunlara inanmak bile başlı başına hem Bilimsel Sosyalizm’i anlamak hem de insana ve doğaya

uygun ve yakışan sistemi anlamak demektir.

Burada uzun uzun liberalizm üzerine bir

değerlendirmeye girilmeyecektir.

Bilimsel Sosyalizm dışında sözde üretici

güçlerin sorunlarına ilişkin değerlendirmelerde,

çözümlemelerde bulunan sözde sosyalist olduğu

iddia edilen çeşitli düşünceleri savunanlar ve

onların düşünceleri üzerinde durulacaktır.

eduard berstein kimdir? Bir almandır.

Sözde yaşadığı dönemde sosyalistlere “sosyal

demokrat” denmesinden dolayı bir sosyal

demokrattı. Zamanla bu sosyal demokrat kavramı

sosyalizmi ifade eden bir kavram olmaktan çıkıp

işbirlikçi, uzlaşmacı, sistemle, liberalizmle uyum

içinde olma hayalleri kuranları bir yanıyla da içten

ve dıştan Bilimsel Sosyalizm’e saldırı ve onun

dilini kavramlarını sözde savunarak sermaye

güçlerinin çıkar ve menfaatine çalışan düşünce

sistemi haline gelmiştir. berstein gibilerinin temel

görevi Bilimsel Sosyalizm’e saldırarak her türlü

işbirlikçi tavırı geliştirmektir. Bu tipler genelde

hastalıklı hallerini adeta gittikleri her yere

bulaştırmak için ellerinden geleni var güçleriyle

yaparlar. Bunlar için esas olan üretici güçlerin ve

müttefiklerinin insanlaşma yolundaki

mücadelesinin önünü kesmek ve onları adeta

sermaye güçlerinin kucağına altın tepside

sunmaktır. Özellikle yaşadığı dönemde (1850-

1932) berstein bu görevi kıçını yırtarak yapmıştır.

Peki berstein o küçük beyniyle neyi savunur; ona

göre “ Bilimsel Sosyalizm ulaşılamaz, yaşanılamaz

bir yaşam tarzıdır” Bu düşüncenin gerçekleşmesi

sözkonusu bile olamaz. Devrim ve devrimi

çağrıştıran hiç birşeyi kabul etmez. Sözde onun

savununduğunu iddia ettiği sözde sosyalizm” n –ki

aslında savunduğu sosyalizm kılıflı sermaye

güçleriyle işbirliğidir sadece- barışçıl yollarla,

çiçekle, böcekler, davulla zurnayla gelecektir. Yani

ne kadar dans edilirse, ne kadar halay çekilirse, ne

kadar şarkı, türkü söylenirse sermaye güçleriyle

hoplaya, sıplaya sözde sosyalizmi

gerçekleştirecektir. Ona göre üretici güçlerin

sermaye güçleriyle herhangi bir mücadelesi

sözkonusu değildir. O daha çok masanın bir

tarafına sermaye güçleri otursun, bir tarafına da

üretici güçler otursun, ondan sonra “ne kadar

sorun varsa aramızda çözelim” diyerek bütün

sorunları çözececeğine inanır. Dahası bernstein

doğrudan üretici güçlerle sermaye güçlerinin

işbirliğini savunur. Yani patron denilen varlık yani

insanı ve doğayı sömüren zihniyet bir sabah

kalkacak ve diyecekti “ ey işçiler buyurun gelin,

aynı masada oturalım ve hep birlikte bu benim ve

atalarımın bin yıllardır insanı ve doğayı sömürmesi

işine bir son verelim, elele, kol kola insan gibi

geçinip gidelim” diyecek ve ardından da bütün

işçiler ayakta patronlarını alkışlayacaklar.

bernstein denilen işbirlikçinin düşüncesi budur.

Üzerinde çok fazla durmaya bile gerek yok

esasında. Peki bernstein küçük yavrukurtları

günümüzde var mı, olmaz mı, hemde pek çok

sendikada, partide, dernekte onlarca.

Bizim asıl burada üzerinde daha çok

duracağımız konu bu değil. Esas üzerinde

duracağımız konu Bilimsel Sosyalizm’e, sözde

sosyalizm adına açıktan ya da gizliden sermaye

Page 5: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist

olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için

sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde

sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek

çok ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de

sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman

sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini

defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı

sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel

Sosyalistler hem

liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde

sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in

liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem

üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme

yüzünü dönen ya da dönmek iste

etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği

yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim

ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.

Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,

sosyal, kültürel imkanı ve elinde

kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini

esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir

anlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde

sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel

farklılıklarını daha çok ele alacağız.

Öncelikl

sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım

değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,

basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu

üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel

Sosyalistler’in ya da i

şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu

kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç

gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde

durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,

güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist

olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için

sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde

sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek

ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de

sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman

sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini

defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı

sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel

Sosyalistler hem bu sözde sosyalistlere, hem de

liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde

sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in

liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem

üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme

yüzünü dönen ya da dönmek iste

etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği

yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim

ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.

Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,

sosyal, kültürel imkanı ve elinde

kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini

esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir

anlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde

sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel

farklılıklarını daha çok ele alacağız.

Öncelikle işbirlikçi sözde sosyalizm basit,

sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım

değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,

basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu

üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel

Sosyalistler’in ya da işbirlikçi sözde sosyalistlerin

şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu

kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç

gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde

durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,

güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist

olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için

sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde

sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek

ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de

sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman

sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini

defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı

sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel

bu sözde sosyalistlere, hem de

liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde

sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in

liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem

üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme

yüzünü dönen ya da dönmek isteyenleri pasifize

etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği

yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim

ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.

Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,

sosyal, kültürel imkanı ve elinde

kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini

esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir

anlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde

sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel

farklılıklarını daha çok ele alacağız.

e işbirlikçi sözde sosyalizm basit,

sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım

değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,

basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu

üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel

şbirlikçi sözde sosyalistlerin

şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu

kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç

gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde

durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,

güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist

olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için

sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde

sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek

ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de

sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman

sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini

defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı

sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel

bu sözde sosyalistlere, hem de

liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde

sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in

liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem

üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme

yenleri pasifize

etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği

yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim

ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.

Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,

sosyal, kültürel imkanı ve elinde ne varsa

kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini –bu

esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir

anlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde

sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel

e işbirlikçi sözde sosyalizm basit,

sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım

değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,

basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu

üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel

şbirlikçi sözde sosyalistlerin

şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu

kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç

gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde

durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,

güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist

olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için

sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde

sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek

ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de

sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman

sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini

defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı

sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel

bu sözde sosyalistlere, hem de

liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde

sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in

liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem

üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme

yenleri pasifize

etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği

yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim

ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir.

Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik,

ne varsa

bu

esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir-

anlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde

sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel

e işbirlikçi sözde sosyalizm basit,

sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım

değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı,

basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu

üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel

şbirlikçi sözde sosyalistlerin

şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu

kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç

gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde

durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı,

akımı olarak karşılaşt

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

önemli olan.

–ki halende görebiliyoruz

Sosyalizmincelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

yolu f

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

Çoğu

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

gerçek bir

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

hizmetkarlarıdır esasında.

düşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

davra

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.

sosyalizm incelenmeden, araştırılmadan

akımı olarak karşılaşt

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

önemli olan.

Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir

ki halende görebiliyoruz

osyalizm’le işbirlikçi sözde sosyalizm

incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

yolu farklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

Çoğunlukla birini diğerinin diğerini öbürünün

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

gerçek bir düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

hizmetkarlarıdır esasında.

düşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

davranıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.

Bilimsel Sosyalizmsosyalizm incelenmeden, araştırılmadan

akımı olarak karşılaştırma yapacağız. Hangisinin

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir

ki halende görebiliyoruz

e işbirlikçi sözde sosyalizm

incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

arklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

nlukla birini diğerinin diğerini öbürünün

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

hizmetkarlarıdır esasında.

düşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

nıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.

Bilimsel Sosyalizmsosyalizm incelenmeden, araştırılmadan

ırma yapacağız. Hangisinin

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir

ki halende görebiliyoruz- ; ade

e işbirlikçi sözde sosyalizm

incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

arklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

nlukla birini diğerinin diğerini öbürünün

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

hizmetkarlarıdır esasında. Bilimsel Sosyalizmdüşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

nıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.

Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde

sosyalizm incelenmeden, araştırılmadan

ırma yapacağız. Hangisinin

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir

; adeta Bilimsel e işbirlikçi sözde sosyalizm

incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

arklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

nlukla birini diğerinin diğerini öbürünün

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

Bilimsel Sosyalizmdüşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

nıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür.

ve işbirlikçi sözde

sosyalizm incelenmeden, araştırılmadan sıradan

ırma yapacağız. Hangisinin

nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan

çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin

geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır

Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir

Bilimsel e işbirlikçi sözde sosyalizm

incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı

olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte

bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark

hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş

arklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir

hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu

zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne

felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler

açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır.

nlukla birini diğerinin diğerini öbürünün

karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce

fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen

yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır.

Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin

düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki

insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan

kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet

etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin

Bilimsel Sosyalizm

düşmanlarıyla mücadele ederken nasıl

nıyorsa bunlara karşıda öyle davranır.

Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve

değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem

ve işbirlikçi sözde

sıradan

Page 6: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

bir bakışla adeta her ikisi de üretici güçler için

mücadele ediyor, her ikisi de insanın insanı ve

doğayı sömürmesine karşıymış gibi görülebilir.

Oysa esas durum bu değildir. Bilimsel Sosyalizm

ve işbirlikçi sözde sosyalizmin tamamıyla farklı,

ayrı, birbiriryle benzeşmeyen ilkelere sahiptir.

İşbirlikçi sözde sosyalizmin temeli tıpkı

liberalizmde olduğu gibi “birey”e dayalıdır.

İşbirlikçi sözde sosyalizm bireyin kurtuluşunu

temel alır, buradan hareketle de birey kurtulunca

toplumunda kurtulacağını savunur. Birey

kurtulmadan toplumun kurtulamayacağına inanır.

Bu temel düşüncesinden yola çıkarak her şeyin

birey için olduğunu temel alır. Bilimsel Sosyalizm’de ise temel olan toplumdur. Bilimsel Sosyalizm toplumun kurtuluşunun bireyinde

kurtuluşu olduğunu savunur. Toplum kurtulmadığı

sürece ne kadar yıkılmaya yüz tutmuş sistem varsa

ne kadar onarılırsa onarılsın ne kadar sağı solu

boyanırsa boyansın o sistemde birey kurutulamaz.

Nitekim halen günümüzde liberalizm bireye ne

kadar yaşamsal olarak, sosyal, kültürel, teknolojik

olarak sözde rahatlık kolaylık sağladığını iddia

etsede birey kurtulamamıştır, doğa

kurtulamammıştır. Neden, çünkü bireyin kurtuluşu

üzerinden iddia edilen her türlü düşünce sistemi

insanın, insanı ve doğayı sömürmesine engel

olamamıştır. Bilimsel Sosyalizm her şeyin toplum

için olduğunu temel alır. Burada toplumdan kasıt

üretici güçlerin ve onların müttefikleri kastedilir.

Ayrıca herşeyin toplum için denilmesinin

içeriğinde insanın, insanı ve doğayı sömürmediği

temel ilkesinden hareket eden her insanı

kapsamaktadır.

Sadece bu farklılık bile Bilimsel

Sosyalizm’le işbirlikçi sözde sosyalizm arasında

taktiksel farklılıklar değil birbirinin taban tabana

zıtlığı görülmektedir. Ve doğal olarak da birbirini

reddeden iki farklı düşünce olduğu açık ve nettir.

Burada ki yaklaşımımız Bilimsel Sosyalizm

ve işbirlikçi sözde sosyalizm arasında bir

karşılaştırma yaparak işbirlikçi sözde sosyalizm

yetersizliğini, hatalarını, kusurlarını, yanlışlığını

ortaya çıkarmak olacaktır.

Öncelikle Bilimsel Sosyalizm

tanımlayacağız. işbirlikçi sözde sosyalizm ve

Bilimsel Sosyalizm tanımlarını ele alacağız. Daha

sonrada işbirlikçi sözde sosyalizm eleştirel bir

şekilde liberalizmle olan işbirliğini açığa

çıkaracağız. Bu değerlendirmemiz şöyle bir yol

takip edecek; diyalektik, materyalist yöntemler

üzerine Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde

sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde

sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları

düşüncelere yönelik eleştirileri ele alacağız. Yani

devrim, yönetim biçimi, genel açıdan taktikler,

parti programları ele alınacak. Ayrıca işbirlikçi

sözde sosyalizm felsefeleri, taktikleri, örgütlenme

biçimleri ele alınacak ve bunlarla ilgili eleştiriler

açıklanacak.

Tüm bunlardan harekette işbirliçi sözde

sosyalizmin esasında sosyalizm olmadığını sadece

küçük birkaç kişinin Bilimsel Sosyalizm’in

mücadelesini engellemeye çalışan birer devlet

memuru gibi çalıştıklarını ortaya koyacağız.

Ayrıca üretici güçlerin sermaye güçlerine

karşı kendi demokrasilerini kurmalarına karşı

olduklarını ve esasında devrim, sosyalizm ve

devrimcilikle hiçbir ilgilerinin olmadığı

ispatlanacak.

HASAN HÜSEYİN BEYDİL

Page 7: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE

Her ortamda, her platformda, her fırsatta,

son olarak da ULUDERE KATLİAMI’ndan sonra; bu

memlekette yaşanmaz, bu memlekette adaletin

zerre kırıntısı yok, insan insanlığından utanır mı?

İnsanlığımdan utanır hale geldim.

Herkese soruyorum, mutlu musunuz?

İdeolijik politik olarak düşüncemizi bilip

bilmeden, anlamadan kavramadan bizleri vatan

hainliğiyle, teröristlikle, suçlarken, sizin için sadece

insanlık adına utanç duyuyorum.

Hrant’ın katili sadece o tetikçi değil, hepiniz

katilsiniz! en az o tetikçi kadar. En masum O

'çocuk'! Kandırılmış, hesapta memleketi

kurtardığını zanneden o çocuk! Ama bir de içerden

çıkınca görün. Mevcut sistem, onu ne hale

getirecek! Bir kahraman edasıyla, yeni Çatlılar

nasıl yaratılıyor görün!

Özellikleri bunları mevcut sisteme ve hertürlü

kurumsal, sınıfsal, bürokratik mekanizmasına ve

aygıtlarına değil, asıl sözde solcuyum, devrimciyim

diyen ergenekon sempazitanlarına-

savunucularına, ittahat terakkicilere, kemalistlere,

sözde derin devlet ya da mevcut sistemin devlet

aygıtının darbeci ve darbe işbirlikçilerine, mevcut

tüm burjuva partielrine, liberal demokratlara ve

onların işbirlikçi sözde sol hizmetçilerine, burjuva

demokratik cumhuriyetçilerine, her türlü din,

mezhep, tarikat, cemaat adı altında emperyalizme

hizmet eden unsurlara, soruyorum, görüyor

musunuz, anlıyor musunuz, duyuyyor musunuz?

Sadece demokratik mücadele ve

parlementer rejimden medet umanlar seçimle,

alınan oylarla mevcut sistemi değiştireceklerini

sanan işbirlikçi sözde sola soruyorum, görüyor

musunuz, duyuyor musunuz?

Ne mi yapılmalı? Eğer devrim yapılacaksa

önce işbrilikçi sözde solu tasfiye etmeliyiz. Aksi

halde çok fazla bir şey yapılamaz, yapamayız.

Olmaz, olamaz. Bizim en güncel birincil gerçek

meselemiz bu tasfiyeyi yapmamızdır. Bu süreci

uzatmak daha da büyük kayıplara yol açacaktır.

Bunların tasfiyesi bir an önce yapılmadan

gerçekçi bir devrimci partik birliktelikten söz

edilemez. Zaten teori birlikteliği olmayan bunca

franksiyon, bu tasfiye sürecini yaşamadan nasıl

eylemsel birlikteliğe geçecektir?

Nasıl devrim yapacağız? Kimle yapacağız?

Ne zaman yapacağız? Hangi kadroyla? Hangi

koordinasyonla?

Kemalizm’in pençesinden kurtulamayan

işbirlikçi sözde sol acaba ne zaman bu uykudan

uyanacak? Uyanacak mı? Bu bir uyku mu? Yoksa

bunlar işbirlikçi kontgerillanın derini mi?

Örgütlenmeden, kadrolaşmadan, devrimci

disiplinle hareket etmeden, bırakın devrim

yapmayı, yumurta bile kıramazsınız!

Herşey net olmalı.

O zaman devrim nasıl olacak? Teoride ve

eylemde birlikteliği kurarak olacak. Ne zaman

üretici güçler ve halklar eylem birlikteliğini

gerçekleştirdiğimizde olacak.

Ama bütn bunları yapabilmenin ön

koşullarından biri işbirlikçi sözde solun tasfiyesini

gerçekleştirmeliyiz. Bu tasfiye gerçekleştirilmediği

sürece sorunların çözümüne yaklaşmak yerine her

geçen gün daha fazla kan kaybı olacaktır.

Marksist-Leninist ideolojiyi anlayamayan,

kavrayamayanlar, yanlış ve eksik anlamış olanlar

bir an önce teorik eksiklerini kapatmalıdır. Ne

savunduğunu, ne savunmadığını bilmeyen bir

kadro ile devrim olmaz. Çünkü kadro olmadan,

yetişmeden, tasfiye süreci işlemez, işleyemez.

Kapitalizmi ve aristokratik burjuva

devletlerinin sahiplerini, söylemlerini,

yöntemlerini, tuzaklarını bilmeden, çözmeden bu

süreç işlemez, işleyemez.

Eleştiri-özeleştiri mekanizmasını

çalıştırmayan kadrolarda devrimci disiplin

çerçevesinde gerekli uygulamalar süreç içinde

işletilmelidir.

İşbirlikçi sözde sol diye bilinenlerle

gereken mücadele gerçekleştirilmediği taktirde

devrimci mücadelenin önündeki en önemli

engellerden birini kaldırmış olmayız. Dolayısıyla

işbirlikçi sözde sol ile mücadele devrimci

mücadelenin temel ilkelerindendir.

Karşımızdaki aristokratik burjuvazinin

devletlerinin yüz yıllardır, devamllılığını nasıl

sağladıklarını unutmayalım.

Bilimsel sosyalistler olarak zafere kadar

mücadelede sürekliliği sağlamalıyız.

Bu onurlu insanlarla katillerin, canilerin

savaşıdır. Safınızı ona göre belirleyin. Sonra

üzülmek, pişman olmak ve saf değiştirmek için çok

ama çok geç kalırsınız!

ÖZGÜR ZORLU

Page 8: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2-

Yarım matara su ile kendimizi güya yıkadıktan

sonra kirli elbiselerimizi de giydik ve kardeşimlen yine

kuru beton üzerinde oturduk. Soruşturma da

çektiğimiz çile ve eziyet yetmemiş gibi cezaevine hoş

geldin dayağıylan girdiğimizde vücudumuzdaki dayak

izleri ve morlaşmış vaziyete dönüşmüştü. İnsanlar dar

yere girdiğinde ölüme yalvarır. Bazen şerefli ölümde

insanların eline geçmez. Tabi ki bir aileden iki kişi ayni

çileyi çektiği için bunun ne kadar zor olduğunu her

halde bilirsiniz.

Benim gözümün önünde kardeşime o atılan

dayak diyordum, keşke kardeşimin yerinde bana o

dayağı atsalardı, kardeşime atmasalardı. Tabi ki

kardeşimin kalbinden de o his geçiyormuş. O da

diyordu ki “bana işkence yapsalardı da abime olmasın”

ikimizde ayni hissi çekiyorduk. Kardeşimlen sessiz sessiz

bir birbirimize bakıyorduk, çaresizlikten ne

yapacağımızı derin derin düşünüyorduk ve bir yandan

sağ sol sesleri, bir yandan askeri marşlar sesi.

Cezaevi içinde bir ara hücrede görevli olan

çavuş ve iki üç asker bulunduğumuzun hücre kapısında

durarak ayağa kalktık, esas duruşa geçtik ama dikkat

çekmedik yine, bizlere küfür ederek “hani dikkat

çekmediniz ve ellerinizi uzatın” dediler. Parmaklıklar

arasında benlen kardeşim ellerimizi uzattık, kimisi balta

sapı ile kimisi elerindeki deyneklen vurmaya başladılar.

Zaten ellerimiz balon gibi şişmişti artık bir hale girdik ki

elerimizi yüzümüze getirmeyi denediğimizde eller

bükülmüyordu şişkinlikte ve doyasıya vurduktan sonra

bize çavuş elinde yazılı bir kağıdı bize vererek “bunları

akşama kadar ezberlersiniz, akşama sizleri sınavdan

geçiririm” dedi ve “bunları yüksek seslen okuyacaksınız,

tekmil verip ‘emir et’ komutanım” dememiz gerekirken

“tamam” dedik, yine bizlere küfür ederek “hani tekmil

‘emir et kumutanım’ demeniz gerekir” dediler. Bizler

yine orda cezalı duruma düştük ve çekip gittiler

kardeşimlen bize verilen yazıya baktık andımız, istiklal

marşı ve gençliğe hitabesi yazıyordu. Ben ortasınıf terk

oldum, kardeşim lise mezunu idi. Kardeşimde tahsil

olduğu için zaten ezbere biliyordu. Ben 1970’de okulu

bıraktığım için unutmuştum ve 1975’de andımız ve

istiklal marşı okuyorduk, o da topluca okuduğumuz için

tabi ki insan sürekli bir şeyi tekrar etmese ve bize lazım

olmadığı için umursamıyorduk, tabi ki cezaevine girip

böyle şeylerin başımıza geleceği aklımızın ucundan bile

geçmiyorduk ve dersimize dönelim. Tabi ki kardeşim

ezbere okuduğu için O da bana yardım edip bana

öğretmeye çalışıyordu. Ben yazıya bakıp sesli okumaya

başlıyorum. Tabi ki yüksek seslen, tabi ki bunu çok

defalarca kağıda bakıp yüksek seslen okuyorum. Ben

duruyorum, kardeşim de yüksek seslen okuyordu. Tabi

ki okumamız da ayakta durarak. Oturmak yok, çünkü

emir öyle. Benim için andımız kolaydı. Ama istiklal

marşı ve gençliğe hitabesi zor oluyordu ezbere. Bunu

hem kağıda bakarak okumak, hem de bir yandan

kardeşim kağıdı eline alarak bana sürekli tekrar etmeye

çalışıyordu, bu vazyetlen devam ediyoruz.

Bizde saat olmadığı için saat kaç olduğunu

bilmiyorduk. Otomatik gibi sabahtan gelen “sağ, sol”

sesleri ve askeri marşlar sesi aniden sesler kesildi,

cezaevinin her yerinde meyer öğle yemeyi zamanı

gelmişti, bir anda cezaevinde sessizlik hakim oldu. Sanki

burada insan yokmuş gibi sessizlik devam ediyordu.

Aniden altın sesi gibi karavana kulplarının sesi

birbirlerine deydiği zaman hücreye ses yansıtıyordu.

Cezaevinde sessizlik hakim oldu mu şak şak kapı sesi

geliyordu ve boş karavana çıkarıp götürüyorlarmış.

Biraz sonra yine şak şak kapı sesi ve karavana kulp sesi

geldi. Mahşer yeri gibi cezaevinde yine sesler yükseldi.

Bir yandan “dikatttttttttttttttt” sesleri, bir yandan da

yemek duası sesleri yükselmeye başladı. Bizim

bulunduğumuz hücrede de “dikattttttttttttttttttt” sesi

gelmeye başladı, sonradan tekmil sesi. Yine sabah

kahvaltısını dağıtan kişi ile elinde iki tane karavana ve

başında çavuş ve birkaç asker ellerinde kimi balta sapı,

kimi jop, kimi deynek ellerinde sürekli sallayıp saldırı

vaziyetinde hazırlıklı olduklarını bize gösteriyorlardı.

Tabii ki biz de epey dayaktan sonra az çok kuralları

öğrenmeye çalışıyorduk. Askerleri gördüğümüzde bizde

“dikattttttttttttttt” çektik ve çavuş “servis tabağını

uzatın” dedi ve bizde “emir et komutanım” dedik

karavanayı dağıtan tutuklu tutsak aynen sabah ki gibi

yan gözlen bakıp her karavanadan birer kepçe servis

tabakamıza bırakıp gittiler.

Tabii ki bizde yemek yemedik ta karavanayı

dağıtıktan sonra yine çavuş alt kata inerek tüm

hücreleri gür bir şeklinde yemek duasını okudu bizde

arkasından tekrar ediyoruz, en sonda “zıkkım olsun”

diyor çavuş, bizlerde yüksek seslen “sağolun” diyoruz.

Yemekte de yine sıcak su gibi az yağ var ve içinde taşlar

bulunan bulgur pilavı sanki sıcak suya batırıp

çıkarmışlar gibi. Yani sadece taşları yesen o pilavdan

daha yumuşak olurmuş. Birde ikimize de yarım ekmek

meyer o verilen yarım ekmek öğlen ve akşam

ekmeğiymiş. Ama bizde o verilen yarım ekmek ve tek

kaşıklan kardeşimlen sıraylan mecburiyeten yemek

zorunda kaldık. O verilen sulu yemek fazla tuzlu olduğu

için bir yandan su yok sanki Kerbela’da yaşar gibi

susuzluk çilesini çekmeye başladık. Yine yemeyimizi

bitirdik ve güya temiz yere tabakamızı bir kenara kirli

şekilde bıraktık.DEVAM EDECEK

MEHMET ALİ SALMAN

Page 9: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR

Ölümlerin ardından yakınlarına, “başın

sağolsun” yerine, “Allah acını unutturmasın” der

kimileri. İlk defa duyuyorsanız tuhaf gelir hatta

kızabilirsiniz. Öyle ya; ölmüş işte daha ne olsun!

Bir insan sevdiği birini kaybederse, içinde kırk

mum yanar. Her gün biri söner, bir tanesi ise

sonsuza kadar yanar diye de teselli ederler

doğrudur da. İlk gün gibi olmaz acı zamanla değişir

özleme dönüşür, anılara bırakır yerini ve gittikçe

silikleşir. Bu normal ölümler için böyledir. Ziyaret

edebilecekleri mezarları olan, ölüsünü gören ve

gömebilenler için böyledir. Kayıp yakınlarına

gelince onlar hep bir merak, bezdiren usandıran

bir umutla beklerler beklerler beklerler ...

KAYIPLARLA NEYİ AMAÇLAR DEVLET?

Aslında istese bu insanları, bir sokak

ortasında ya da canı nerde isterse artık öldürür,

öldürüyor da zaten. İsyan çıkardılar diye

tutukluları hapiste öldürebilir; onu da yapyor.

Terörist zannettik diye öldürebilir; o da tamam.

Sadece zevk için acımasızca, amaçsızca öldürür.

Korku salmak, sindirmek, yıldırmak için. Bunlar da

olmamış işler değil...

-Bütün bunları yapabiliyorsa neden

kaybetsin insanları? Amacı ne?

Bu soru yalnız kayıp ailelerinin değil,

herkesin arayıp cevap bulamadığı,anlam

veremediği bir paranoya ya dönüşüyor zamanla.

Sorular gittikçe büyür. Neden? Neden ölüsünü

olsun vermezler. Bunu sadece zalim olduğu için

yapıyor olamaz! Bundan bir çıkarı olmalı...

Bu durum, soruyu tekrar tekrar büyüterek

kendine sormasını, giderek soruların ve cevapların

çoğaldığı, ama içinden çıkılamaz bir hal aldığı

bunalıma dönüşmesini, korkunun büyümesini

sağlar.

Kabullenememesi; kayıp edilen kimsenin

cesedini göremeyişindendir.

Bütün bunlar sürekli umutla gelecek diye

bekleme,kötü bir şey yapmayayım ona (kayıp

kişiye) daha kötü davranırlar düşüncesiyle korkma

ve üniformalılara karşı daha bir çekinme korkma

hali yaratır...

Kontrgerilla savaşında, insanları bu hale

getirme yöntemine " direk toplumun ruhuna darbe vurma" diyorlar.

Yani ruhu öldürme, diğer bir deyimle psikolojik savaş, işte egemenlerin toplumu getirmek istediği nokta.

Naziler iktidara geldiklerinde bir yasa çıkartarak "Toplama kamplarından olumlu yada olumsuz bahseden herkes tutuklanacaktır" diyorlardı. Hâlbuki toplama kamplarına gidenler zaten geri dönmüyordu.

Toplumda bir merak, bir korku, neler

oluyor oralarda acaba?..

Yaratılan bu korkuyla tüm baskılara ve

uygulamalara itaate zorlanır hatta gönüllüdür

insanlar artık.

Belki de Naziler, toplama kamplarını,

sadece Yahudileri ya da sadece rejim muhaliflerini

yok etmek için değil, bizzat kendi halkını

korkutmak için kurmuşlardı.

Bir çok ülkede psikolojik savaş, fiili terörle

birlikte devlet eliyle kendi halkına karşı uygulandı.

Tabi ülkemizde de; dönemine göre komunizmle,

irticayla ve terörle korkutarak en temel haklarını

istemekten bile acizleştirmek. Karşılayamadığı

veya karşılamak istemediği sosyal, siyasal

taleplere bastırmanın tek ve en etkili yolu olarak

burnu, kulağı kesilmiş ölüler, kaçırılıp öldürülen,

görülmesi için oraya buraya atılmış cesetler.

Elimize liste var diyen siyasetçiler. Sadece izleyen,

izledikleriyle duygudaşlık yapmayan-yapamayan

acı çekmekten korktuğu için öğrenmekten kaçınan

insanlar. Boşaltılan yakılan köyler nedeniyle ucuz

işgücü, her şeye razı olma hali vs....

Arjantin cuntası döneminde polis şefliği

yapmış olan Roman J.Com-pos mahkemede şöyle

diyordu;

"Yok, olanlar arasında canlı kimse kalmadı.

Bütün sorumluluğu kabulleniyor ve gurur

duyuyorum. Bizimle uzlaşanlara, bizim

dediklerimizi yapanlara yeni bir yüz yeni bir kimlik

vererek topluma geri saldık. Bizimle

uzlaşmayanları ise öldürdük, cesetlerini uçak ve

helikopterle denize attık'' .

Bir başka itirafta, komşu bir ülkeden. Yer

Yunanistan, 1972–1973 yıllarında Albaylar Cuntası

Page 10: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

döneminde orduda binbaşılık yapan Hacızisis

mahkemede şunları söylüyordu: “Biz gerek

hukuksal bakımdan gerekse emir-kumanda zinciri

bakımından tamamen güvence altındaydık.

Hiyerarşi doğrudan Savunma Bakanı'ndan başlar

ve gizli istihbarat servisindeki komuta yetkisi olan

subaya kadar dayanırdı. Amacımız o zaman ki

rejime karşı faaliyetleri açığa çıkarmaktı.

Yaptıklarımız benim, yada önceki komutan

Theofil-Yannakos'un yada cezaevi müdürünün özel

avı değildir. Bu bizim, ordunun başındakilere karşı

sorumluluğumuzdu" .

Şimdi bu itirafları. Susurluk kazasından

sonra dikkatleri üzerinde toplayan ve

soğukanlılıkla; "Biz ne yaptıysak devlet için yaptık.

Gizlimiz, saklımız yok, bu yola kelle koyduk. Böyle

yapılırsa, devlet için kimse bir daha risk almaz"

diyen mehmet ağar'ın sitemle karışık tehdidine

bakalım.

Adres, devletti! diyor ki; “yaptığımız bütün

katliamlardan devletin her kademesinin haberi

var, bir tek beni günah keçisi göstererek

kurtulamazsınız”. Cevap ve destek tansu çiller'den

gelmişti, biliyorsunuz; "devlet için kurşun atanda,

yiyende kahramandır, şereflidir".. Başka ne desin..

*Hiç biri yargılandı mı? Hayır!

*ergenekon (niye kontrgerilla değil) adı

altında göstermelik mahkemeler yapılıyor mu?

Evet!

*Bu vahşet ve yıldırma taktikleri devam

ediyor mu? Evet!

*Akla hayale gelmiyecek gerekçelerle

tutuklamalar sürüyor mu? Evet!

*Birdenbire keşfedilen uzun tutukluluk var

mı? Evet!

*Alay eder gibi suçlular ve eli kanlı

sorumlu ve yetkililer bu iktidar tarafından da

ödüllendiriliyor mu? Evet!!!

*Ufak tefek protestoların yaptırım gücü

olmamasına rağmen engelleniyor mu? Evet!!!

*Şakşakçılar var mı? tabi; olmaması akla

mantığa aykırı zaten.. Bir de halihazırdaki iktidarla

yolları ayrılmış gibi görünen, hayal kırıklığı yaşıyan

yazar, profesör kanaat önderleri var.. Bu

kendilerini çok önemsemekten ve iktidarı

yönlendirebilecek gücümüz var yanılgısından

başka bir şey değil gibi... Hatta ''bizi mahçup ettin

oysa sana ne kadar inanmıştık'' şoku dense

yeridir... Asiye nasıl kurtulur misali Akp nasıl

kurtulur diye hala çırpınanlar evirip çevirmeye

devam edenler de eksik değil... Öyle zamanlar

yaşıyoruz ki, Politikadan, olanlardan, olacaklardan

değil asgari insani değerlerden utanmazlıktan,

vicdansızlıktan bahsediyoruz. Bu bir sersemleşme

hali, konuşmak yok sadece suçlama ve başkası

üzerinden aklanma çabası!! Ortak noktalarda

birleşmek yerine attırıcam seni bu mahalleden

tadında mahalle kavgalarından öte geçmeyen

gazeteci dalaşmaları.. Gözümüze kulağımıza

inamadığımız bakan açıklamaları, başbakanın

gülüp geçilemiyecek hezeyanları!! Padişah

fermanına uygun fetva hazırlayan ''sözde ilahiyatçı

ve bilim adamları''!!!

"Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor,

ama her şeyin mizah olduğu bir yerde de yaşamak

olanaksızdır" der, BERTOLT BRECHT (O yerden

selamlarım ustamı)

HÜDAYİ NABİT

Page 11: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ

Öyle bir topum haline geldik ki;

düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen,

düşünmeyi erteleyen. Peki hiç nedenlerini

araştırdık mı? Neden böyleyiz diye. 1980 ve öncesi

sosyalistlerin insanlara yönelik eğitim çalışmaları

vardı ve sürekli sorgulamayı gerektiriyordu,

beyinlerimiz çalışır haldeydi. Çünkü henüz hali

sistemin içerisinde nasıl daha rahat olabilirimden

ziyade, sisteme dişli olmaktan nasıl kurtuluruz

diyen zihniyetlerimiz vardı. Sosyalistlerin

diskalifiye edilmesinden sonra sistem daha güçlü

işlemeye başladı ve sosyalistlerin bıraktığı boşluğu,

din kisvesi altında biat ile birlikte itaate

yönlendirdi.

Düşünmeyeceksin. Sorgulamayacaksın.

Düşünür ve sorgularsan; bilirsin, bilirsen; üretirsin,

üretirsen; sistemimi çökertirsin zihniyeti, kapitalist

sistemin direğidir. O zaman biat ve itaati

irdelemek gerek artık.

Sınıflı toplumun ortaya çıktığı tarihsel

süreçte DEVLET olgusunun ortaya çıkışı, tesadüf

mü acaba? Üretim araçlarını ellerine geçirenlerle

bu araçlardan yoksun bırakılan insanlar arasındaki

çatışma ve kavgaların tezahürü değil mi? DEVLET,

ellerinde tuttukları zenginlikleri kaybetmeme,

koruma adına, Hukuk- Adalet ( aslı adaletsizlik

olan) yargı sistemi, mahkemeler, cezaevleri,

güvenlik güçleri ve benzer kurumlarıyla

donattıkları sistem ve bu sistemin bekası değil mi.

Tüm bu kurumlarla kendilerini koruyacak

bir güç oluşturanların iktidar, egemen olma anlayış

ve uygulamalarına ilave ettiği ve tarihsel süreçten

bu yana kullandığı bir başka güç odağı olarak

yanına yedeklediği inanç sistematiği ve bunun

tezahürü olarak ortaya koyduğu dinler faktörünü

ya da olgusunu irdelemeden BİAT ve İTAAT

kültürünü tanımlayabilmek anlayabilmek mümkün

görünmemektedir.

İnsanlık kendini var hissettiğinden bu yana

çaresiz, savunmasız kaldığı olaylar olgular

karşısında, her daim sığınacak kendini teslim edip

himayesine himmet duyduğu bir güç arayışları

içinde olmuştur. Bu güç 'varlık' koruyucu, kollayıcı,

sığınılası, görünmeyen yalnızca düşüncelerde

betimlenebilen bir olgu. Ancak, düşünsel

devinimin insan aklı ve zekasının sorgulayan

soruşturan, anlamlandırmaya tanımaya çalıştığı

süreçler neticesinde, yaratan hükmeden o

varlığında sorgulanması O’ nun tek başına bir şey

ifade etmediği görüldüğünde, O’nun buyruklarıyla

insanlığa yeni yüklenimler, tapınma ibadet etme,

sorgulamama, biat etme, itaatkar davranma

yükümlülükleri getirilmiştir. Top yekün insanlığın

yaşam biçimlerinden, yemelerinden içmelerine,

yolda nasıl yürümelerine, giyim kuşamlarından

çalışma kanaat etme yetinme, ayrıntılarına girilmiş

ve bu mutlak değişmeyen, boyun eğilmesi

zorunluluk olarak insanlara dayatılmıştır.

Kanaat etme, razı olma, yetinme, sabır,

tüm bu olgular emir uyulması zorunlu emirler

olarak dayatılmış, iki dünya, iki alem olduğu

'gerçeği' insanlara benimsetilerek bu dünyadaki

baş eğişin, biadın itaatın karşılığının öbür dünyada

!!! verileceği hak aramanın, dünya 'nimetlerini'

paylaşmak istemenin anlamsızlığını anlatmak din

olgusu ile zenginlikleri ellerinde bulunduranların

düşünce sistematiklerinin nasılda örtüştüğünü

göstermiyor mu.Her büyük zenginliğin (mal, meta)

altında bir şaibe yatar deyişi irdelenmesi gereken

bir anlatım değil mi. İnsanlığa sunulan (dayatılan)

biat ve itaat kültürü günümüzde yalnızca dinsel

'ruhani' alanlarda mı kullanılıyor acaba!

Söylemiştik, sistem zenginlikleri eline

geçiren sınıfın o zenginlikleri paylaşmama, koruma

adına oluşturduğu düzen ve yapılanma değil mi?

Kurum ve kuruluşları, hukuk sistemi ve silahlı

güçleri bir bütün olarak aynı hizmeti sunmaktadır

muktedirlere. Uluslaşma ile oluşan milli orduların

yapılanması ve işlevine baktığımızda, bu kurumu

oluşturan insan, (insanlar) faktörünü anlamamız

irdelememiz gerekmektedir...

Ordu hiyerarşisin de en üstten en alta

oluşturulan kademelerdeki, emir komuta zincirinin

böylesine düzenli sistemli işlemesinin temel esprisi

nedir acaba? Kendi kültürümüze (islam anlayışı) ve

Avrupa, dünya ölçeğinde baktığımızda aynı şeyi

görebiliyoruz. Bu güç geçmişten bu yana ilahi güç

adına, onun yeryüzünde ki temsilcilerine hizmet

amaçlı kurulmuş ve tarihsel süreçten beri her daim

dinsel kurum, yapılanmalarla işbirliği (çıkar

ilişkileri) oluşturmuşlardır. İlahi güçle işbirliği

halinde olan egemenlerin yarattığı devlet, aynı

zamanda kutsallığı da barındırmaktadır içinde,

kutsallığa karşı çıkış hem ilahi güce, hem de onun

yeryüzünde ki temsilcisi olan güce karşı çıkıştır ki,

cezalandırılması gerekir. Bu yaşamdaki cezası;

hapis, işsizlik, yoksulluk açlık. Öbür tarafta ki

karşılığı da cehennem azabı. Boyun eğeceksin,

emir demiri keser, askerlikte mantık yoktur sözleri,

asla düşünmeyecek, sorgulamayacak, itaat edip,

Page 12: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

hizmet edeceksin, anlamındadır. Ülkemiz

açısından baktığımızda, imparatorluğun

kalıntılarından oluşturulan bu ülke ve devlet,

varolabilmesinin temel dayanağı olarak gördüğü,

kapitalist sisteme entegre olabilme durumunu

Abd emperyalizminin egemenliğine biat ederek

sağlayabilmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi, toplumsal

değişimi, dönüşümü de zorunluluk haline

getirmiştir. Bağımsız bir ulus olabilmenin

savaşımının emperyalizme bağımlılığa dönüşmesi,

ekonomik, askeri, kültürel alanlarda da toplumun

kendine yabancılaşmasını da birlikte getirmiştir.

Abd emperyalizminin ve emperyalist sistemin

finans-kapital gücünün dünya enerji kaynakları

üzerinde kurduğu hegemonya ve enerji

kaynaklarına ev sahipliği yapan ülkelerin

halklarına, işbirlikçi yönetimler vasıtasıyla

uyguladığı baskıcı, kanlı yönetimin adı faşizm.

Paylaşım savaşında, dünyanın iki kutuplu

bir yapıya bürünmesi (Bir tarafta Abd’nin başını

çektiği kapitalist emperyalist sistem, diğer yanda

Sovyetler birliği) soğuk savaşında başladığı

yıllardır. Ülkemiz adına değerlendirdiğimizde,

kapitalist üretim ilişkilerinden yana tavır alan

Cumhuriyet, Sovyet tehdidini de! bahane ederek,

ekonomik ve askeri alanlarda Abd’nin güdümüne

girmiştir. Yurtiçinde kapitalist emperyalist sisteme

karşı çıkıp bağımsız bir ülke hedefleyen sol,

sosyalist insanlara saldırılar o yıllarda başlamıştır.

1960 askeri faşist darbesi’nden sonra yapılan yeni

anayasa ile sağlanan kısmi özgürlüklerin gelişmesi,

dünya ölçeğinde ülkelerin emperyalist saldırılara

karşı direniş, karşı koyma, savaşımlarını Abd’nin

boşa çıkarma adına saldırılarını daha şiddetli bir

şekilde sürdürmesini sağlamıştır. Sistemden

kopan, Kuzey Kore, Vietnam, Yemen, Latin

Amerika’daki bazı ülkeler, Küba, Abd‘nin sürekli

saldırılarına hedef olmuşlardır.

Sovyetlere karşı kalkan konumuna

getirilen, nato askeri gücüne dahil edilen

Türkiye’nin de yeniden dizayn edilmesi

gerekmekteydi. 1960’ ların içinde mevcut iktidar

ve cia, tarafından bazı sol, sosyalist güçlere karşı

komando kamplarında yetiştirilen ülkücü faşist

sivil güçlerle birlikte, devletin derin yerlerinde

oluşturulan gayrı nizami savaş örgütü kontrgerilla

hayata geçirilmiş faşist saldırılar her alanda halkın

üzerine uygulanmaya başlanmıştır. 12 Mart, 12

Eylül süreçlerinin, bu günün alt planları olduğu

yaşanan gereklerle ortaya çıkmıştır.

1980 sonrası apolitik bir kuşağın

yetiştirilmesi, konumlandırılması, Türk İslam

sentezinin iktidar olunması sürecinden sonra, bu

gün gelinen ve yaşlanan süreç tamda açık bir

faşizmin yaşandığını ortaya koymaktadır. Burjuva

demokrasisinin vazgeçilmez kurumlarından olan

hukuk yargı sisteminin nisbi olan bağımsız

davranışlarına dahi tahammül edilemeyişi,

tümüyle iktidar gücüne bağlanması, gece yarısı

operasyonlarıyla halkın içinde yer aldığı tüm sivil

toplum örgütlenmelerinin işlevsizleştirildiği,

direnenlerin cezaevlerine atıldığı bu süreç

faşizmdir. Oluşturulan korku toplumu

düşünmeyen, sorgulamayan, yalnızca biat eden,

itaatkar davrandığı ölçüsünde yaşamasına izin

verilen insanların oluşturduğu bir yapının ve

uygulamaların adı Faşizmdir.

Sosyalistlere, devrimcilere düşen,

toplumun tüm kesimleriyle birlikte, Abd

emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçileriyle

savaşmak, sokaklarda hak ve özgürlük mücadelesi

vermektir.

ROJİN SAADET YILMAZ

Page 13: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME!

Dünyadaki yaşanan olaylar benim neyime

diye bilir miyim? Komşu ülkelerdeki yaşanan

olaylara kayıtsız kalabilir miyim? Ülkemizde

yaşanan onlarca insanlık dramına ve toplumsal

olaylara ilgisiz kalıp, katliamlara onay ver bilir

miyim? Elbette ki hayır.

O İnsanlık var olduğundan bu güne kadar

yaşananlara karşı duyarsız, ilgisiz ve kayıtsız

kalmamıştır, kalmayacaktır da, çünkü nerde ve ne

zaman da yaşarsak yaşayalım, insanlığı ,doğayı,

çevremizi ilgilendiren her olay beni, bizi, hepimizi

ilgilendiriyor.

Ülkemizde yaşanan toplumsal katliamlar

ne için yapılıyor? Yönetenlerin, yönetilenleri daha

iyi ve sorunsuz yönetimlerini sürdürmeleri için,

her gün kadın cinayetlerinin bir birini izlediği ,

buna karşı sistemin ve iktidarın sessiz kaldığı,

koruma önlemlerinin alınmadığı, ikinci, üçüncü

kişilikler olarak görüldüğü, erkek egemen sistemin

varlığı ve bekası için yapılıyor oluşturulan bahane

sebeplerin meşruluğu sağlanıyor.

Öğrencilerin en demokratik, parasız eğitim

talebi aylarca tutukluluk süresi ve arkasında

hemen eklenen bölücü, yıkıcı, eğitim ortamını

bozucu … gibi sıfatlar ekleniyor. Yolsuzluklara

neden olanlar, yapanlar (deniz feneri davası,

ÖSYM sınavları gibi) kısa sürede üstü kapatılarak,

uzun tutukluluk! Süresi bahane edilerek serbest

bırakılıyorlar.

Tekel eyleminde iş hakkı feshedilen

işçilerle dayanışan biz devrimciler, kadınlar, işçiler,

8 yıl hapis cezasıyla yargılanıyoruz. O gün soğuk ve

karlı Ankara sokaklarında 70 gün tekel işçileriyle

geçirmemiz bizi terörist, provokatör, bölücü

nifaklar olarak topluma lanse denen mevcut

sistem bugün tekel işçilerinin işsiz ortada

kalmasını gördükçe utanacak yüzü bile yok. Ama

bizler tarihte ki tüm devrimciler gibi işçilerin

yanında olduğumuzu ve onlarla dayanışma içinde

olmanın gururu içindeyiz.

Kimlikleri için mücadele edenler,

demokratik haklarını kullandıkları için, ilgili davalar

yaratılarak yıllarca süren tutuklamalarla yaşayan

Kürtler, onlara reva görülen baskı, işkence ve

tutuklamalar ne için? Elbette sistemin bekası için .

İnançları için, kendilerinin varlığı tanınsın,

bilinsin ve haklarının kullanmaları için demokratik

düzenlemelerin anayasada yer alması için yollara

düşen Aleviler, bunlara karşı egemenlerin

oluşturduğu aşağılama, yok sayma, imha ve

katliamlarla yok etme politikaları ne için? Yanıtları

yine hazır yönetenlerin geleceği için sistemin tıkır

tıkır yürümesi için.

Emekçilerin, insanca yaşanacak ücret

istemeleri, haklarının almalarının önündeki

engellerin aşılması için giriştikleri mücadeleleri,

iktidarın buna karşı oluşturduğu barikat, baskı, gaz

bombası, tutuklama ve örgütlerine hayali nedenler

oluşturarak yapılan baskınlar, gözaltılar ve

cezalandırmalar.

Açlık sınırının altında bir ücretle

yaşamlarını sürdüren emekliler. Haklarını almak

için örgütlenmeleri bile yasaklanan, köle

muamelesi gören emeklilerin içler acısı yaşamları .

Düşüncesini açıkladıkları için örgüt üyeliği

suçlamalarıyla gözaltına alınan öğretim üyeleri,

aydınlar, yazarlar, savunma hakkını savunan

avukatlar, vicdani red hakkını kullananlar, sivil

itaatsizler, öğrenciler ve insanım diyen herkes,

karşı çıkan, muhalefet edenler birbir tutuklanıyor.

Ülke ceza evine dönüştürülmüş durumda.

Yukarda açıklamaya çalıştığım, muhalefet

eden toplumsal katmanlar, iktidarın bunlara reva

gördüğü karşılıkları ceza, sürgün, katliam, sokak

infazları, yıllarca süren tutukluluk ve

cezalandırmalar.

Ülkede yaşanan onca katliamlar (Dersim,

Sivas, Çorum, Maraş, Gazi katliamları, 1 mayıs

1977 katliamı Kürt katliamları gibi) ve arkasındaki

komplo ve provokasyonlar… Bütün bunlar sisteme

karşı demokratik hakkını kullananlara karşı

geliştirilen faşizan politikalardır. Kısaca ülkemizin

fotoğrafı bu.

Dünyada ve komşularımızda yaşanan

olaylar bizleride yakından ilgilendirir hele hele

Suriye’de yaşananlar biz daha çok ilgilendirir.

Çünkü vatandaşlarımızın önemli bir bölümü hem

Page 14: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

ticari, hem beşeri, hem de akrabalık ilişkisi

içindedirler.

Suriye’de yaşanan olaylar, Abd ve

emperyalist güçlerin bölgedeki politikalarının

uygulama alanlarından biri. Bunu Irak’ta yaşadık

ve gördük. Arap baharı! diye açıklanan,

Ortadoğu’yu ve bölge ülkelerini hizaya getirme

politikalarının sonucudur (her ülkenin beşeri

yapısına uygun, bölgesel savaşa neden olabilecek

etnik yapıları öne çıkartarak zemin hazırlamakta)

ve oraya müdahale etmenin zeminin hazırlayan

nedenler olarak görmek gerekir. Humus’ta

yaşanan katliam, bu zemini hazırlamak isteyen

güçlerin komplo ve provokasyonudur.

Birleşmiş milletler toplantısında yapılacak

olan Suriye’yle ilgili oylamaya denk getirmeleri

manidardır. Türkiye’de ve değişik ülkelerde Suriye

elçiliklerine yapılan faşizan saldırılar ne için

yapıldığını gösteriyordur sanrım.

Kendisin BOP eşbaşkanı ilan eden, Abd’nin

bölgede temsilcisi gören anlayış geriye dönüp hem

geçmişine hem de bu güne bakması bu utancın

görülmesi için yeterlidir.

Ülkede yaşanan asimilasyon, yok sayma

katliamlarla geçmişi olan bu tür olayları eksik

olmayan ülkemin başbakanı yanı başımızdaki

komşumuz Suriye’yle yakın akrabalık bağları, ayni

inanç sahibi olmamız ortadayken Abd çıkarları

doğrultusunda hareket etmesi, Suriye’de ki

yönetim karşıtı muhaliflere kucak açması, kendi

ülkesinde muhaliflere karşı insanlık dışı baskı ve

ceza uygulamalarını anımsadıkça gözlerim

yaşarıyor.

Kendi vatandaşlarına reva görmediği

demokratik hakların kullanmayı, iş Abd ve

işbirlikçileri söz konusu olduğunda, Suriye’deki

‘muhaliflere ‘insanlıktan nasibini almamış,

müslüman kardeşler örgütü, şebekesi

liderlerinden memun el hımsi, Antakya’da

açıklama yapıp Suriye’yi ‘Alevi mezarlığı’ yapacağız

açıklamasını yapan katliamcı, komplocu

provokatörlere destek çıkması ve bunların

ülkemizde barınmalarına olanak sağlanması hangi

insani ilişkileri, hangi demokratik tutumlarla

açıklana bilir.

Emperyalist güçlerin Suriye üzerindeki kirli

emelleri ve provokasyonlar karşısında Türkiyeli

halkların bir barikat oluşturmak ve oradaki

emekçileri, kadınları, çocukları savunmak korumak

bugünün en önemli devrimci görevidir.

Bu devrimci görev üzerinde kafası hala

bulanık olan solculara sözüm ise şudur: Sol

emperyalizme karşı olmak adına, haklının yanında

olma, zayıfın yanında olma, halkın çıkarlarının

yanında olma, bölgenin en köklü devrimci,

sosyalist, komünist örgüt ve şahsiyetlerinin aldığı

tutumun yanında olmalıdır. Kraldan çok kralcılığa

sapmadan, siyonist solculuk bataklığına düşüp

israil’in bilinçsiz bir uzantısı olmadan, artık

emperyalistlerin ağzından çok sık çıkan

“demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi

sahtekarca söylemler olduğunu bilinen tuzaklara

düşmeden, demokratikleşme adım atmakta kararlı

olan ve demokratik bir sisteme yönelen halkçı

yönetimlere destek vermenin zamanı gelmiştir.

Suriye bir yıla yakındır bunun kavgasını

halkı için vermektedir; emperyalistler ve kuklaları

Suriye halkının kazanım hanesine resmi gazetede

yayınlanarak yürürlüğe koyduğu dev reform

paketinin kullanılmaması için yol kesen eşkıyalara

karşı her cephede bir savaş veriyor. Irak direnişi,

Lübnan direnişi, Filistin direnişinin yanında olan

laik Suriye yönetiminin bu mücadelesi haklı bir

mücadeledir. Bunun için bölgenin tüm direnme

güçleri onunla birliktedir. Bir tek Türkiye solu hala

şaşkın bekleme yaklaşımlarla siyonistlerin

ekmeğine yağ sürmektedir, eli kanlı şebekeleri net

olarak tanımlamaktan çekinmektedir.

Suriye’de bir karşı devrim hareketi var:

Suriye’de bir gerici dalga var. Suriye halkçı

yönetimi halkın etkin desteğiyle buna karşı

mücadele içindedir. Emperyalistler ve kuklaları ise

mali ve lojistik destekleriyle bu yönetimin

direnmeci çizgisine bedel ödetmeye çalışmaktadır.

Türkiye solu artık şaşkınlığı bırakıp emperyalizme

karşı direnen komşumuz Suriye’nin halkıyla ve

halkçı yönetimiyle omuz omuza olmalıdır. Bunu

açıkça ilan etmeyenler yarın ülkelerine karşı

gelişecek komploda kimseyi yanlarında

bulamayacaklardır.

Abd ve batılı emperyalistlerin insan

haklarından, demokrasiden, özgürlükten ne

Page 15: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da

gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve

halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle

iştigaldir.

Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm

adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu

emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist

politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta

başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı

olan ) Suriye’yle devam eden politikalarının bir

sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra

n, Türkiye… Devam eden süreç olarak

görülebilir.

Küresel kapitalizm politikalarını hayata

geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi

konumu, inanç merkezleri, etnik yapıl

değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel

stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,

ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim

dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de

hamas-fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve

karşıtı, Suriye

karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim

karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi

politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini

atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim

ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek

diğerini yönetimden uzaklaştırmayı

hedeflemektedir.

Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin

iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki

yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,

bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni

baskıcı total

sürecidir.

İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları

bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,

değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı

bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek

bölgeye, gere

kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri

bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek

kan akıtmaya devam etmektedir.

‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve

müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,

Abd ile bi

dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir

anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da

gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve

halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle

Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm

adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu

emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist

politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta

başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı

iye’yle devam eden politikalarının bir

sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra

n, Türkiye… Devam eden süreç olarak

Küresel kapitalizm politikalarını hayata

geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi

konumu, inanç merkezleri, etnik yapıl

değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel

stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,

ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim

dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de

fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve

karşıtı, Suriye de müslüman kardeşler ve

karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim

karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi

politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini

atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim

ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek

diğerini yönetimden uzaklaştırmayı

hedeflemektedir.

Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin

iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki

yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,

bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni

baskıcı totaliter, faşist, yönetimlerini tahkim etme

İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları

bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,

değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı

bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek

bölgeye, gerekse ülke halklarına zarar veren,

kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri

bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek

kan akıtmaya devam etmektedir.

‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve

müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,

Abd ile birlikte hareket etmesinin nedenini

dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir

anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da

gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve

halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle

Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm

adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu

emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist

politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta

başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı

iye’yle devam eden politikalarının bir

sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra

n, Türkiye… Devam eden süreç olarak

Küresel kapitalizm politikalarını hayata

geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi

konumu, inanç merkezleri, etnik yapıl

değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel

stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,

ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim

dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de

fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve

de müslüman kardeşler ve

karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim

karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi

politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini

atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim

ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek

diğerini yönetimden uzaklaştırmayı

Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin

iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki

yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,

bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni

iter, faşist, yönetimlerini tahkim etme

İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları

bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,

değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı

bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek

kse ülke halklarına zarar veren,

kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri

bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek

kan akıtmaya devam etmektedir.

‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve

müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,

rlikte hareket etmesinin nedenini

dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir

anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da

gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve

halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle

Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm

adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu

emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist

politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta

başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı

iye’yle devam eden politikalarının bir

sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra

n, Türkiye… Devam eden süreç olarak

Küresel kapitalizm politikalarını hayata

geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi

konumu, inanç merkezleri, etnik yapıları

değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel

stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,

ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim

dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de

fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve

de müslüman kardeşler ve

karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim

karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi

politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini

atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim

ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek

diğerini yönetimden uzaklaştırmayı

Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin

iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki

yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,

bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni

iter, faşist, yönetimlerini tahkim etme

İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları

bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,

değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı

bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek

kse ülke halklarına zarar veren,

kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri

bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek

‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve

müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,

rlikte hareket etmesinin nedenini

dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir

anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da

gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve

halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle

Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm

adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu

emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist

politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta

başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı

iye’yle devam eden politikalarının bir

n, Türkiye… Devam eden süreç olarak

Küresel kapitalizm politikalarını hayata

geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi

arı

değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel

stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup,

ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim

dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de

fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve

de müslüman kardeşler ve

karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim

karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi

politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini

atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim

ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek,

diğerini yönetimden uzaklaştırmayı

Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin

iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki

yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek,

bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni

iter, faşist, yönetimlerini tahkim etme

İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları

bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla,

değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı

bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek

kse ülke halklarına zarar veren,

kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri

bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek

‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve

müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye,

rlikte hareket etmesinin nedenini

dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

zamanda israil Türkiye çatışma

altında, oluşturduğu politik çerçevede

sürdürmektedir.

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

şekillenmesi süreci bir birbirine karşı

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

halklarına kan kusturuyor.

devam ederken, şimdi ne oldu da can

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

işgal, işbirlikçileri d

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.

zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

zamanda israil Türkiye çatışma

altında, oluşturduğu politik çerçevede

sürdürmektedir.

Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

şekillenmesi süreci bir birbirine karşı

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

halklarına kan kusturuyor.

Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri

devam ederken, şimdi ne oldu da can

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

işgal, işbirlikçileri d

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.

Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara

zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

zamanda israil Türkiye çatışma

altında, oluşturduğu politik çerçevede

sürdürmektedir.

Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

şekillenmesi süreci bir birbirine karşı

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

halklarına kan kusturuyor.

Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri

devam ederken, şimdi ne oldu da can

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

işgal, işbirlikçileri de aşarak dünya ülkeleriyle

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.

Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara

zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

zamanda israil Türkiye çatışmasını kendi kontrolü

altında, oluşturduğu politik çerçevede

Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

şekillenmesi süreci bir birbirine karşı

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

halklarına kan kusturuyor.

Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri

devam ederken, şimdi ne oldu da can

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

e aşarak dünya ülkeleriyle

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.

Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara

zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.

ŞÜKRİYE ERCAN

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

sını kendi kontrolü

altında, oluşturduğu politik çerçevede

Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

şekillenmesi süreci bir birbirine karşı tezatlık

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri

devam ederken, şimdi ne oldu da can düşmanı

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

e aşarak dünya ülkeleriyle

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır.

Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara

zarar veren, onları yok etmeye çalışan tüm

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız.

ŞÜKRİYE ERCAN

taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken,

diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini

kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı

sını kendi kontrolü

altında, oluşturduğu politik çerçevede

Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu

politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere

önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun

tezatlık

oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri,

kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın

örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum

Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri

düşmanı

olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi

maşa dururken elini neden yaksın, dönem

emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil.

Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip,

gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü

e aşarak dünya ülkeleriyle

birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları

doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında

Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara

m

kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup,

emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk

örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik

ŞÜKRİYE ERCAN

Page 16: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

"KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ"

Kürk giymek zevkin,asaletin,zenginliğin

simgesi olarak görülür. Deri giyim sektörü, giyim

alanında en pahalı ve en çok kar getiren tekstil

sektörlerin’den biridir. Bunun için dünyanın en

büyük giyim şirketleri, ayakkabı, kemer, manto,

pantolon gibi ürünler için binlerce hayvanı

öldürmektedirler.

Aslan, Kaplan, Timsah, Yılan, Maymun,

Ayı,Geyik, Sansar, Susamuru, Tilki, Koyun, Keçi,

kuş türleri gibi sayısız hayvanı, dünyanın bir avuç

tabakası için öldürülmektedirler. Örneğin bir

ayakkabı için 15 yılanın öldürülmesi gerekiyor.

Dünyanın önemli tekstil tekelci grupları ‘Kürk

hayvanları çiftlikleri’ kuruyorlar. Uluslar arası

büyük tekel grupları, ‘Kürk hayvanları’ avlamak

için Afrika’da, Latin Amerika’da binlerce

kilometrelik alanı kaplayan ormanlar satın

alıyorlar.

‘Kar için işleyemeyecekleri cinayet yoktur’

sözünün en somutlaşmış biçimi, Kürk deri

sanayidir. Örneğin “ Gaziosmanpaşa'da 'dondurma

imalathanesi' olarak gösterilen depoya yapılan

baskında 3 bini aşkın susamuru, tilki ve sansar

kürkü ele geçirildi.”

Deriden giysiler üretmek için binlerce

hayvan öldürülmekte ve böylece doğanın kendi iç

dengesinin bozulmasına yol açmaktadır.

Bu endüstrinin yıkımı sadece hayvan

katliamıyla sınırlı kalmamakta; deri ve kürk

endüstrisi kullandığı kimyasallarla,havzamızı

suyumuzu ve insanımızı da zehirlemektedir.

Bunun en çarpıcı örneğini Trakya’da

yaşamaktayız. Yüzlerce isim adı altında üretilen

kürkler için yakalanıp öldürülen binlerce hayvan

Ergene Ovasındaki fabrikalara getirilmektedir.

Öldürülen hayvan derilerinin

temizlenmesi, işlenebilir hale getirilmesi için

çevreye çok zarar veren tonlarca kimyasal madde

kullanılmaktadır. Hem insanlar için hem de doğa

için kansorojen kimyasal maddeler kontrolsüz bir

şekilde kullanılmaktadır. Trakya bölgesinde

onlarca fabrika’da öldürülen hayvan derilerinin

temizlenebilmesi için kullanılan kimyasal madde

atıkları, yıllardır Ergene nehrine dökülmektedir.

Hepimizin bildiği gibi, Ergene nehrinde

artık su canlıları yaşamamaktadırlar. Bu nedenle,

kürk vb giysiler üretmek için ormanların

derinliklerinde binlerce hayvanı katledenler aynı

zamanda, hayvan derilerinin temizlenmesinde

kullandıkları kansorojen içeren kimyasal

maddeleri derelerimize, ırmaklarımıza,

nehirlerimize bırakarak ikinci kez deniz canlılarını

katletmektedirler.

Aynı şekilde, bu fabrikalarda çalışan

işçilerin çok büyük bir kısmı da risk altındadır.

Daha fazla para kazanmak için deri de kullanılan

kimyasalları gerekli arıtmayı yapmadan doğaya

salan kapitalistler toprakta yaşayan canlıları yok

ettiler. Fabrikalarda sağlıksız bir şekilde, asgari

ücretle çalıştırılan binlerce işçi ailesi de kürk

hayvanları gibi zamana yayılarak yavaş yavaş

öldürülmektedirler.

Bu bakımdan, zenginlerin zevkleri için

üretilen Kürk vb üretimler için sadece binlerce

hayvan katledilmemekte aynı zamanda hem

doğanın dengesi bozulmakta hem de bu üretim

sektöründe çalışan binlerce insanın ölümünde

doğrudan sorumlu olmaktadırlar.

Kürk üretimi için hayvanları öldürmek

doğrudan bir katliamdır. İnsanlığın ve doğanın yok

edilmesi olan bu cinayetlere dur demek, herkesin

görevidir.

NEJLA DEMİRCİ

Page 17: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

BİLİM VE TEKNİK OKUMAK

Tüm okumalar bilgi birikimi sonucuna ulaşmaz.

Yazılmayan, soyutlamaları üretilmeyen okumalar bilgi

birikimi sağlamaz. Bu tür okumalar kağıt üzerindeki

mürekkep şekilleriyle iştigaldir.

Sol, bilim ve teknik de okuyor; çok yakından da

ilgili, ama soyutlamaları ve bu soyutlamaların pratik

siyasal işlevleri öyle değil. Kimi “solcu” Hubble’i

“uzaydan bilgi taşıyan teleskop” düzleminde algılıyor.

Hazmedilmemiş bilgiyle konuşuyor, yönlendirici bilgi

birikimlerine sahip olunmadığı için “ben de bilim ve

teknikle ilgiliyim” gösterisi yapıyor. Gerçekler ise çok

farklı. Okumaların ayakları havada duruyor.

Siyasetin diğer cenahı olarak Sağ, bu eksikliği

nispeten gidermiş gibi. Ancak bilim ve teknik onlar için

o anın çıkar işlevleriyle ilgili. Bu çıkarlarda insanlık ve

toplum yok, birey var.

Okumak, eklektik bir ezber oldukça bilgi

birikimine dönüşemez. Kütle çekim kuvvetini siyasal

güçler arası çekimle ilgili olarak bilince çıkarmamış, kara

deliğin çekim kuvvetini gericiliğin çekim kuvvetiyle

ilgilendirmemiş, kuvvetler birliğini siyasal mücadelede

etkinliklerin dayanışmasına yorumlamamış bilim teknik

okumaları, gösteriş amaçlı değilse boş bir çabadır.

Bilim ve teknik okuyalım ama bunun siyasal-sosyal-

kültürel ve diğer insani yaşamla ilgili boyutlarını bilince

çıkaracak soyutlamalara yönelelim.

“Bilime ilişkin tarihi ve felsefi yapıtlar, yalnızca

deneylerle kuramlar arasında bağlantı kurmaya yönelik

olmayıp, bunların ortaya çıkarttıkları dönemin

toplumsal-kültürel zeminiyle de ilişki kurulmalıdırlar.”

(Rom Harê, TUBİTAK yayınları 4. Basım, Büyük Bilimsel

Deneyler, önsöz)

Makaleme son bulgulardan biriyle

başlayacağım.

"Güney Afrika'da yeraltında, oksijensiz olarak,

tümüyle kendi başına yaşayan bir bakteri bulundu.

Latince desulforudis audaxviator, ingilizce

adının çevirisiyle cesur seyyah olarak adlandırılan bu

bakteri enerjisini su, hidrojen ve sülfattan sağlıyor.

Bakterinin oksijensiz yaşayabilmesi nedeniyle başka

gezegenlerde olası yaşam hakkında ipuçları verebileceği

düşünülüyor. Bilinen en yalnız canlı türü Johannesburg

yakınlarındaki bir altın madeninde, yeryüzünden 2,8

kilometre derinde bulundu. Bakteri kesif bir karanlıkta,

başka yaşam türlerinden tümüyle tecrit edilmiş halde

ve 60 derece sıcaklıkta yaşıyor."

Canlı yaşam için oksijen şarttı. Ama oksijensiz

yaşam bulgusu, evrendeki yaşam algıları için yeni bir

açılımdı. Her ne kadar bilinen organik her şey belli

verilerin bir araya gelmesiyle inorganik maddelerden

oluşturduğu bilimsel varsayımını yıllardır biliyor olsak

da; laboratuvarlarda bu deneyler olumlu sonuç

vermişlerse de ilk kez oksijensiz yaşayan, hücre

bölünmesi yoluyla da kendi kendine üreyen bir canlıyla

resmen tanışmış oldu insanlık.

Bilim dünyası bu yeni keşifle ilgilenirken, siyasi

mücadele içinde olan bizlerin bu buluşu konu etmemizi

gerektiren nedir sorusu sorula bilir. Bu sorunun cevabı

yaşamın hür türünün birbiriyle ilgisidir diyeceğim. Ama

konu bu değil. Makalemin konusu bilim ve teknik

okuma serüvenim ve algılarım üzerine olacak.

KÜÇÜK ADIMLARLA BAŞLIYOR HER ŞEY

Bilim ve teknik yazmak bir uzmanlık işidir. Ama

okumak için bu zorunlu değildir. Benim işim siyasal

mücadeledir. Ancak on yıllardır bilim ve tekniğin yakın

takipçisi olarak siyasetin de bilim ve teknik dışında bir

konu olmamasına dayanarak her bilimsel gelişmenin

siyasete yansımaları ve anlamı olduğunu söylemeye

çalışacağım.

Bilim ve teknik okumalarım, malum Türkiye

Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK)

yayınlarının tiryakiliğiyle başlamıştır. Teknik okul

geçmişim ve bu okulda bizleri eğiten üstün vasıflı

öğretmenlerin etkisiyle bu okumalar bir hobiye

dönüştü. Bu serüven bir yandan onlarca bilimsel kitap

okumalarıyla birlikte (dergiler de dahil), büyük bilim

adamlarının, Nobel ödüllü akademisyenlerin keşif ve

bulgularını içeren tezlerini yakından takiple devam etti.

Bu eğilimdeki ısrarın bir ucu da çevreyle ilgili, çevreye

uyum okumalara dinamik katıyor.

Küçük adımlarla başlıyor her şey, bir de

çevreniz öğrenim eğilimli ise onun etkisiyle siz de

adımlarınıza adımları katıyorsunuz. Yeğenim Ömür,

ODTÜ mahreçli olunca (şimdi genetik üzerine

Amerika’da – Duke Univarsity - doktora yapıyor, uluslar

arası önemli bilimsel dergilerde makaleleri

yayınlanıyor.) kitap ve dergi hediyeleri zindandan

sürgüne kadar peşimi bırakmadı. Bir diğeri iktisatçı, bir

diğeri de jeofizik alanında, oradan da akıyor. Büyük

oğlumun devletler hukuku üzerine başarıyla

tamamladığı mastırı tezini birlikte çalıştığımızı da

eklemeliyim. Evet çevre diyorum her daim, bilim teknik

okumalarım da öyle gidiyor…

Kişiliğimi ve düşünce tarzımı etkince belirleyen

bu okumalarda, insanlık bilgi birikiminin doruklarını

teşkil eden kimi konularda siyasal düşüncelerimin

ataklarını oluşturmaya çalıştım.

Küreselleşme üzerine sık sık makaleler

yazmam ve iki farklı küreselleşme ayrımına gidişim de

bu serüvene yol açmıştı; küreselleşmenin küresel

ölçekte olmak anlamına gelmediğini, farklı bir şeyleri

ifade de ettiğini bu süreçte ortaya koyma şansı

yakaladım. İki küreselleşme vardı benim için. Biri, tarihe

karşı eskiyi korumak üzere direniyordu, o da

emperyalistlerin küresel ölçekteki dayatmaları,

ekonomi politikaları, talanları, savaşları, baskıları ve

saldırılarıydı. Diğeri ise, tüm insanlığı ve evreni

Page 18: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

kapsayan bir küreselleşmeydi; bilimsel araştırma ve

gelişimle insan kolektif aklının keşifleri, teknik

ilerlemelerinin bir ürünü olan yeni uygarlıktı.

Bu uygarlık, Batı uygarlığının kanatları altında

gelişiyordu. Sanki tarih biçimsel açıdan tekrar ediyordu.

Kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki

gelişmesi gibi, olumlu küreselleşme de kapitalizmin

kanatları altında gelişen yeniyi temsil ediyordu.

Yeterli olgunluğa gelince özgürleşecek ve

tarihsel olarak geri dönülmesi mümkün olmayan bir

evreye varacak, yeni bir uygarlıktır bu. Tarlayı artık kara

sabanla sürmenin tarihsel olarak mümkün olmaması

gibi, kapitalist üretim sürecine geri dönülmeyecek bir

yeni üretim ilişkisinin olgunlaşması sürecidir bu.

Ben ikincisinden yana oldum. Küreselleşme

taraflısı olduğumu bu zemin üzerinde ilan ettim. Bunda

bilim ve teknik okumalarımın payı büyüktür. Mütevazi

soyutlamalarım ise kimseye yetmese bile kendi bilgi

birikimlerime ve içinde yaşadığım kesitteki siyasal

duruşuma yeterli olmuştu.

Bu çarpıcı gelişmelere kaynaklık eden nereden

başlasam diye düşündüğüm bir dizi temel gelişme ve

buna ilişkin okumalarımı belirtmeliyim. Fizik, kimya,

biyoloji, teknik, elektronik ve bil cümle bilim alanıyla

ilgili okumalar.

İLK VE SON ÜÇ DAKİKA ARASINDA

Sırasıyla olmasa da aktarayım. Bir küçük

kitapçıkta bir öykü okudum. “İkili sarmal DNA yapı

çözümünün öyküsü” diye. Yazarını bilirsiniz James D.

Watson. DNA yapı modeli kaşifleri ve Nobel

ödüllülerinden Francis H. Crick ve James D. Watson

ikilisinin, ikincisi162 sayfalık bir broşür. Orada genetik

maddenin özünün proteinler değil de deoksiribonükleik

asit (DNA) molekülü olduğunu okudum; “hayat gizinin

anahtarı porteinlerde değil DNA’da”ydı (Age: s:7). DNA

bir kalıtsal maddeydi ve bu gerçeği ilk ele alıp

keşfedenler Amerikalı araştırmacı O. T. Avery, C. M.

Macleod ve M. Mc Carty genlerin yalnızca

deoksiribonükleik asitten (DNA) ibarettir dediler. Bu

iddiayı da 1952’de yine Amerikalı A.D. Hershey ve

Marta Chase deneylerle kanıtladılar. Ama bunun

modelini, yapısını tanımlayamadılar. Bu sürece biyolog

Max Delbrük yağlı boya tablolarından izlediği

Habusburg hanedanlarının kalın ve sarkık alt dudak

yapılarından da ilham alarak, “eğer genler birer

molekülse, bunların eşleşme özelliği ve böylece

yüzyıllar boyunca kararlı biçimde varlığını sürdürebilme

yeteneği olmalıydı” sonucuna vardı.

Bu, üst üste atom üzerine atom, molekül

üzerine molekülle inşa edilen bilgi birikimleri

sonucunda DNA’nın yapısı çözülmüş oldu. “Bir DNA

molekülü görülmeyecek kadar küçüktür (eni 2

nanometredir (nm), boyu yaklaşık 10 baz çifti 360

derecelik tam bir dönümü 3.4 nm dir. ). Yapısal biçimi

dahice yollarla ortaya çıkartılmıştır, 'çifte sarmal’ ya da

‘ölümsüz sarmal’ (Gen bencildir. S:43).

Bunu İngiliz Francis H. Crick ve Amerikalı James

D. Watson keşfettiler (1953) ve Nobel Fizyoloji-Tıp

ödülünü, “deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü

yapısının bulunması üzerine” aldılar (1962).

Bir DNA molekülü, nükleotit diye adlandırılan

birimlerden oluşan iki zincirden meydana gelir ve her

nükleotitte bir şeker molekülü, bir fosfat gurubu ve

azotlu bir organik bağ yer alır. İşte bu zincirin üç

boyutlu yapısı genlerin eşlenme mekanizmasını

(replikasyon) anlamaya olanak vermiş oldu. Azotlu

bazların her zaman belirli bir kurala uygun olarak

eşleşme durumları (adenin (A) ile timin (T) ve sitozin (S)

ile guanin (G) ) çift sarmalın titizlikle kendini nasıl

eşlediğini de açıklıyordu. Bu da “Watson-Crick eşleşme

kuralı” olarak bilim alemine geçmiş oldu.

DNA iplikçiklerinin sarmal bir tarzda uzayıp

giden molekül bağlarıyla yaşam sırlarına olan insan aklı

yolculuğu önemli bir aşama kat ediyordu. “Hayat gizinin

potansiyel anahtarıydı o”(Age. S:23) “Hücre bölünmesi

sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi

kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme yeteneği,

yani genin kendi kendini çoğaltabilmesi” (Age. s:90),

“genlerin ölümsüzlüğü fikri” (Age. S:109) “beden

genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçları”

olması, esas olanın temel yaşamsal madde DNA

olduğunu, yaşamın ise onun yönlendiriciliğinde, onun

yaşam kavgasının ihtiyaçlarınca belirlenen bir süreç

olduğunu algılarımıza sunuyor.

Bu aşamanın sosyal siyasal ve ekonomik

boyutları hızla belirginleşerek ilerlediği bu günümüzde,

bu basit bilginin bir devrimcinin ufuklarına ne türden

bir genişlik katacağını söylemeye bile gerek yoktu.

Irkçıların ve de milliyetçilerin iki yüzlülükleri daha

önceki veriler üzerine bu verilerle de bilimsel olarak

kanıtlanabilirdi. DNA’nın ne ırkı ne milleti ne de dini

var.

Bir bilim adamı olarak Francis H. Crick “Din

geçmiş kuşaklara ait bir hata idi; günümüzde ise

sürdürülmesi gereksizdi” diyerek, bilim ile düşüncenin

her boyutu arasındaki ilişkiye güzel bir gönderme de

yapıyordu.

Crick daha sonraları beyin üzerine çalışmalara

yöneldi, “insan varlığının temel sorunlarına yanıt

arayışı”na yöneldi “Şaşırtan Varsayım” kitabını yazdı

(TUBİTAK yayınları). O da bize şöyle seslendi: “ ‘siz’,

neşeleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, ihtiraslarınız,

benlik ve özgür irade duygularınız ile aslında çok sayıda

nöron (sinir hücresi bn.) ve bunlarla ilişkili moleküllerin

bir arada davranışından ibaretsiniz” (Francis Crick,

Şaşırtan Varsayım. s:3 )

Bununla da kalmadı, bize, olağanüstü bir sinir

makinesi olan beyni anlamak için onun doğal ayıklanma

ile uzun evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu

kavramamız gerektiğini, evrimin ise temiz çalışan bir

Page 19: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

tasarımcı olmadığını, küçük birikimler üzerinde

yükselen bir sarmal süreç olarak yükselip genişlediğini

anlatıyor. (Age.s:13)

Hareket algılarımızın her zaman doğru

olmayabileceğini, milyarlarca yılda doğal ayıklanma ile

evrimleşmiş küçük boyuttaki kimyasal mucize olan

hücreyi algımıza sunan Crick, bir PC’nin temel çevrim

hızı saniyede 10 milyon işleme tekabül ederken, bir

nüronun ateşleme hızı saniyede 100 darbe dolayında

olduğu dolaysıyla bilgisayarın beynimizden “milyon kat

daha hızlı çalıştığı"na dikkat çekiyor (Age. s:194)

Crick, “beynin dilinin temeli nüronlardır”

(Age.s:282) diyerek “beynin nasıl çalıştığını gerçek

anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve

davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını

yapacağız. Bu da beynimizin tamamının işleyişini daha

doğru ve tutarlı biçimde kavramamıza yardım edecek

ve bun günkü bulanık popüler düşünceleri söküp

atacak” (Age. s:182) belirlemesi yapmaktadır.

Bir devrimci için bu ayrıntının belki hiçbir

önemi yoktu. Ama bilim ve teknik okurken öğrendiğim

değişim, mutlak bir iddianın yapılamayacağı, en iddialı

akademik varsayımın bile bir başka bilimsel varsayımla

altüst olacağı gerçeği siyasal yaşantımda da derin izler

bırakıyordu.

Bunun ardından “Hayatın Kökleri” (Mahlon

b.Hoagland, TUBİTAK yayınları 7. baskı) küçücük

kitapçığı ise DNA serüveninin ezeldeki başlangıçlarını

açıklarken verdiği “çorba” tarifi esasında tüm canlı

yaşamın ham maddesinin tanımlıyordu: “Deniz suyunda

erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve

fosfor içeren basit bileşkeler, ultraviyole

ışınları ve şimşeklerle sürekli yüz milyonlarca yıl

boyunca bombardıman edilerek, bol ve bütün

molekülleri içeren bir koyu çorba oluşuyor.” (age.s:39-

40)

Bu çorba zamanın inanılmaz ağırlığı altında

zincir molekülleri oluşturması, yaşam zincirini,

inorganik maddeden organik maddeye geçişi sağladı.

Buna tanık kimse olmadığı için süreci tüm ayrıntılarıyla

bilmeyebiliriz. Laboratuvar koşullarında da taklit edilen

bu senaryo sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen

organik maddelerinde elde edilmesini sağladı. Bunlar

ise genetik molekül DNA’nın yapı taşlarıdır. ( Gen

bencildir. S:31)

“Her evrim tek kez yaşanır tekrar edilmez”

yasasına dayanarak da gerisin geriye süreçleri yaşayıp

bunu bilemeyiz, ama labaratuvar ortamında bu deneyi

yapmak mümkündü. Nitekim bilim bunu da başarmıştır.

Yaşam için enerji gerekli. Bunun kaynağı da

güneştir. Tüm canlıların canlılık kaynağı, enerjiyi

temelde güneş enerjisinin molekülleri (insanlar için) ya

da bitkilerden (hayvanlar için) içinde kilitleyip koruyan

adenosin trifosfatktır (ATP) Ateş böceği ışını da

sağlayan ATP’dir. (age. S:52) Enerji süreklilik için

zorunludur. Süreklilik ise tek düze değildir değişimlerin

evrimlerin sürecidir de.

Çeşitlenme ise mutasyon ve cinsel birleşmenin

eseridir. Biri var olan düzeneğin rastlantılarla bozulup

yeni bir düzenek kurması ya da cinsel ilişkiyle yeni bir

bileşke kurmasının eseridir. “Evrim, sonsuz genişleyen

‘çeşitliliğin’ tarihidir. “(Age.s:80) Burada da bilincimize,

“çeşitliliğin” nedeninde “DNA’nın mutasyonu ve cinsel

karışım” (age. S:90) olduğunu bilmeden de olsa

Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisini algılamaya

kapı açabiliyoruz. “Darwin, varoluşumuzla ilgili zor

soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek

olası yanıttır.” (Gen Bencildir. S:27) “canlı toplum,

gerçekte, bütün geçmiş DNA değişikliklerinin ve

çevrenin yaptığı bütün geçmiş etkilerin deposudur. Bu

topluluk içindeki bireylerin büyük çeşitliliğinin

nedenidir. Doğal seçme işte bu çeşitliliği kullanarak

topluluğun daha çok gelişmesini sağlar” (Age. S:91)

Çevre tümüyle pasiftir. Çevreye uyum sağlayan

çoğalır ve yaşar. Sağlamayanlar dökülür. Kültür bir

ölçüde bunun için insanın geliştirdiği bir mekanizma

olarak, çevreyle uyumu biyolojik etkenler dışında

sağlamak üzere etken olur. Çevreye uyum vardır,

çevrenin uydurması yoktur. Evrimin ham maddesi ise

çevre değil mutasyondur, cinsel bileşkedir. Evrim

tekrarı olmayan yok olması halinde yerine hiçbir şeyin

konulması mümkün olmayandır (Age. s.69).

“Bütün canlı yaratıklar kendilerini oluşturan

bilgiyi DNA’da biriktirirler. DNA’yı mesajcı RNA’ya

kopya ederler, mesajcı RNA’yı proteine tercüme

ederler. Dahası DNA’nın mutasyonuyla veya cinsel

karışımla değişmesi proteinlerin kalıcı değişimine

neden olur. Böylece organizmalar arasında gittikçe

artan farklılıklar ortaya çıkar ve sonunda yeni türler

doğar.” 60 trilyon hücrenin uyumlu işbirliğine ihtiyaç

duyan insanın kaderini doğal çevrenin etkilerinden çok,

insanın doğal çevreyle ilişkisi belirleyici olacağı

sonucuna varmak güç olmayacaktır.

Evrimi bu boyutta kavramamızı sağlayan

bilimsel süreçler doğal olarak insani her yönelimimize

de katkı sunuyorlar.

Bir devrimci olarak bu bilimsel verilerin siyasal,

sosyal düşüncelerimde oynadığı rolün ne olacağını

buradan kestirmek zor değildir.

Okumalar açılıp derinleştikçe çarpıcı kitapların

izleri düşünsel bilinçaltımızın oluşumunda da etkilerini

gösterir. Ayın konuda kalmak kaydıyla, Richard

Dawkins’in “Gen Bencildir” (TÜBİTAK yayınları 2.

basım) kitabının öğrettiği çok şey olmuştur diyeceğim.

Bir devrimci olarak doğayı sevmek ve tüm canlı türleri

arasında bir eşitlik algısını bilince çıkartmak için,

öncelikle siyası mücadele içinde olanların okunmasını

tavsiye edeceğim bir kitaptır bu.

Kitabı açar açmaz şu cümleyi görmek müthiş

bir etkidir. “Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak

hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan,

kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar

önce doğal seçilim olarak tanıdığımız süreç içinde

evrimleştik” ( Gen bencildir. s:1)

Page 20: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Dawkins bu sözlerini “Yaşama Darwinci Bir

Bakış Cennetten Akan Irmak” adlı Varlık-bilim

yayınlarından çıkan kitabında “ yeryüzünde yaşayan

tüm canlılar tek bir atadan gelmiştir“ diyerek tekrar

etti. (Age.s: 22)

150 -250 bin yıl önce yaşadığı varsayılan

“Afrikalı Havva” ya da “Mitokondriyal Havva”nın “tüm

modern insanların salt dişi soy çizgisiyle kökeni olduğu

söylenebilecek, tarihsel olarak bize an yakın kadın

olduğudur” (Age. s:60) tezi aynı zamanda spermlerin

enerjisini veren (bir kaç tane) mitokondrilerin yalnızca

anneden alındığını gösteriyor. Yaşam enerjimizin

temelinde bu enerji istasyonunun rol oynadığını (Age.

s:52-53) bilince çıkarmakla cinsimizin dişisine nasıl

bakmamız gerektiğine ilişkin mesajlar vermektedir.

Bilimsel araştırmalar genlerimizin belirli

nitelikleri arasında “bencillik olduğu”nu bunun da

benciliğimizin birey davranışlarımızda da yansıması

olduğu gerçeğine işaret ediyor. Başka hiçbir türün

cesaret edemeyeceği ve yapamayacağı bir şeyi yapmak

üzere, bu gerçeği değiştirmek için kültürel aktarımlarla

insan olarak yeni kuşaklara vereceğimiz çok şeyin

olduğunu bilmek gerekir. “Yaşamınız boyunca ne kadar

bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile

çocuklarınıza genetik yollardan geçmez. Her yeni kuşak

sıfırdan başlar. Bir beden genlerin kendilerini

değiştirmeden saklama araçlarıdır” ( Gen Bencildir.

s:45)

Bilim okumanın işte bu hallerde de siyasal,

sosyal algılara, ekonomik düşün arayışlarına sevk etme

boyutu olduğunu görmek güç olmayacaktır.

Bu konuyu neden ele aldım: Okumanın

ezbercilik olmadığı, aktarmacılık olmaması gerektiği,

çıkarsamaların, soyutlamaların okumayı bilgi birikimine

çevirdiğini anlatmak için söz konusu ettim. Genç

kuşağın okumalarına yön vermek için, okuduğunu

sanan bazı ahmakların gerçekte eklektik aktarmalarla

kendilerini göstermek istedikleri gibi birikimli

olmadıklarını yansıtmaya çalıştım.

Kimisi Stephen Hawking’i ve zamanın kısa

tarihinde kara delikleri anıyor, kimisi Hubbel’li ele

alıyor, onu bir uzay teleskopu sanıyor. İsim anıyor ama

bilince yansıyan algı ne içerik açısından ne de

soyutlamaları açısından bir bilgi vermiyor. Bilimle de

uğraşıyorum numarası çekiyor. Hiç ilgisi yok. Kitap

okuyorlar ama bilgi birikimi yapmıyorlar, çünkü

bilimden soyutlamalar yapıp siyasal-sosyal

mücadelelerine yön vermiyorlar. Bunun için bilim

okumak, bilgi birikimi amacına soyutlamalarla sonuçlar

çıkartmaya yönelmedikçe, kağıt üzerindeki mürekkep

lekeleriyle uğraşmak anlamından öteye geçmiyor.

Konusu açılmışken kısaca belirteyim:

Kiminin sandığı ve sığlığı gereği isim anarak

bilgili olduğu süsü verme çabasından mütevellit

“Hubble, atmosferin dışına yerleştirilen ilk büyük

teleskop” algısı, esasında bilimle ilgili okumalardan

hiçbir şey öğrenmemek anlamına geliyor. Zaten çoğu

gösterişçinin okuma eylemi de bu gösteri içindir, ötesi

için değil. Bilimsel veriler ve faaliyetleri üzerinde

tartışmalar iyi mi olur kötü mü olur sınırında ilkokul

çocukları düzeyini aşmaz. Üstelik bunu ele alanlar

başkalarını da, bilimle uğraşmıyorlar, ilgisizler diye

eleştirir, özrü kabahatinden büyük bir eda içinde

olurlar.

Hubble deyince çok şey anlamak ve çok önemli

soyutlamalara gitmek gerek. Bunlar bir devrimci siyasal

mücadele insanı için elbette ki formüllerden,

rakamlardan, kareköklerinden, logaritma ve

diferansiyel hesaplarından çok farklı bir şey olacaktır:

Zaten bunun için soyutlama yöntemi, her okumayı bilgi

birikimine çevirme şansı yaratmış olur.

Bu amaçla bilim ve teknik okumalarımdan

çıkan soyutlamaları okurlarımla paylaşmak üzere bu

konuya benim açımdan nasıl yaklaşılması gerektiğini

ortaya koyacağım, farkı da okur algılasın.

Edwin Powell Hubble (20 Kasım 1889 - 28 Eylül

1953) ABD’li astronom. Hukuk mezunu olup, gök

bilimlerine sonradan ilgi duymuştur. Samanyolu

galaksisinden ibaret olduğu sanılan evrenimizi,

Andromeda bulutsusunu keşif ve bireysel yıldızlarına

ayrıştırmayı başararak evrenimizin çok galaksili

olduğunu ispatladı (1923).

Işık tayfı incelemeleri ve kızıla kayan renklerin

galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstererek

genişlemeye devam eden bir evren senaryosunu

bilimsel olarak ispat etti. Bu “Hubble sabiti” sayesinde

oldu; “birim uzaklık başına belli bir hız artışını veren

sayı ( Bu sayı, hız ve uzaklık arasındaki orantılılığın,

verilen bir zamanda, bütün gökadalar için aynı olduğu

anlamında sabittir; yoksa evren evrimleştikçe sabit

değişir)” (Steven Weinberg, İlk Üç dakika, s:27) .

Buradan başlayan veriler evrenimizin yaşını

belirleyecek ve evrenimizin gelişim süreçlerini izah

edecek, Big Bang teorisinin temellerini oluşturacak

açılımların başlangıcını oluşturdu. “Modern

evrenbilimin temeli” (Paul Davies, Son Üç Dakika, s:32)

böylece atılmış oldu.

Bilim teknik yayınlarının başucu haline

getirdiğim kitapları arasında, Steven Weinberg’in “İlk

Üç Dakika” adlı kitabında güzel bir anlatımla,

“Gökadalar, uzaklıkla orantılı olan bir hızla bizden

uzaklaşmaktadırlar… her gökada çifti, aralarındaki

uzaklıkla orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır…

Hubble sabitinin her bir milyon ışık yılı için saniyede 15

km civarında olduğuna inanılmaktadır…” (Age. s:28)

diyor ve buradan hareketle “karakteristik genişleme

zamanı” tespit edilerek evrenimizin yaşı bulunur.

Bulunan sayı 20 milyar yıldır. Ancak evrenimiz daha

gençtir zira Hubble sabiti, gökadaların kütle çekim etkisi

altında sürekli yavaşlaması nedeniyle sürekli sabit bir

hızla birbirinden uzaklaşmamışlardır. Düzeltmelerle

sonucu ( Walter Bade ve diğerleri tarafından, Age. s:28)

evrenimizin yaşının 13.7 – 14 milyar yıl olduğu tespit

edilmiştir.

Page 21: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Hubble sabiti’nin açtığı ufuklarda evrenimizin

genişleme özelliklerini kavradığımız gibi, sonunda

büzülüp içe çökerek bir kez daha Big bang öncesi anın

yoğunluğuna dönüp dönmeyeceğini de öğreniyoruz.

“Evrendeki maddenin ortalama yoğunluğu belli bir

kritik değerden küçük ya da ona eşit ise evren uzaysal

olarak sonsuz olmalıdır. Bu durumda evrenin şimdiki

genişlemesi sonsuza dek sürecektir. Öte yandan eğer

evrenin yoğunluğu bu kritik değerden büyük ise, o

zaman maddenin doğurduğu kütle çekim alanı evreni

geriye kendi üstüne kıvırır… Bu durumda kütle çekim

alanları evrenin genişlemesini sonunda durdurmaya

yetecek güçtedir; öyle ki evren sonunda içe, belirsiz

büyük yoğunluklara doğru çökecektir. Kritik yoğunluk

Hubble sabitinin karesiyle doğru orantılıdır; bu günün

benimsenen değeri olan bir milyon yılda 15 km/s için

kritik yoğunluk santimetre küpte 5x10 üs -30 grama

eşittir: Bu bin litrelik uzay içinde üç hidrojen atomuna

eşdeğerdir.” (Age. s:34)

Bu bilgilere ek, gökadalar arısındaki

uzaklaşmanın özgün bir kuvvetle olmadığı, bir tür ilk

patlamanın eseri olduğunu öğreniyoruz. Bu

bilgilerimize Arno Penzias ve Robert W. Wilson’un

1965’te 3 Kelvinlik (K) mikrodalga (gürültüsü) arkalan

ışınımının kozmik olduğunun keşfedilmesi. Ve bu 3K’nın

evrenin her tarafında aynı olmasının bulgulanması

nedeniyle hiçbir zaman ısısal dengeye sahip olmayan

bir evreninin bir dönem ısısal dengede olmasına önemli

bir kanıt olmuştur. Bu ise, “başlangıçtan beri gelişen

olayların akışını buradan çıkartabilme"mizi

sağlayacaktır. (Age. s:58) 20. yy’ın en önemli bilimsel

keşfi de budur.

“İlk Üç Dakika” kitabı kadar heyecanla

okunacak “Son Üç Dakika” kitabından da bilgi birikim

edinimlerimize katkı bulunuyor. Kütle çekiminin

gökadaların dışa doğru hızla kaçışlarını engelleyen bir

faktör olması evrenin geçmişten bu güne daha hızlı bir

saçılma, genişleme durumunda olduğunu, gerisin

geriye giderek evrenin sıfır boyut ve sonsuz yoğunlukta

olduğu, bu yoğunlaşmanın sıfır noktasındaki

patlamasıyla evrenin ve maddenin her türünün

oluşmaya yöneldiğini gösteriyor. “Büyük patlama

madde ve enerji kadar, uzayın da kökenidir. Bu tabloya

göre, içinde büyük patlamanın gerçekleştiği, önceden

mevcut bir boşluk olmadığını anlamamız çok önemlidir”

belirlemesi yapılıyor. (age. s:35)

Buradan da “önce yoktu, zamanın olmadığı

yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olamaz”

(Age. s:35) sonucuna vararak “büyük patlamada

hiçlikten var olan bir evren büyük çöküşte hiçliğe

dönüşüp yok olur” (Age. s:127) belirlemesi, evrensel

boyutlarıyla fizik aleminin başını ve sonunu nasıl

kavramamız gerektiğine işaret ediyor. Ve sonucu çok

güzel olasılıkla kapatıyor: “ Evrenin sınırı olsa bile,

düşüncelerin sınır tanımayabileceği olasılığını”

vurguluyor (Age. s:157)

“İlk Üç Dakika” ve “Son Üç Dakika” kitabını

okumak bir devrimci için evrenle ilgili müthiş

soyutlamaları algılamak demektir. Madde kadar karşı

maddeyi algılamak, evren kadar sonsuz yoğunluktaki

atom büyüklüğünü algılamak demektir. Bu ise siyasal-

kültürel sosyal yaşamımızda her olay derinliğine bakma

yöntemi kazanmak demektir. Olayın ve olayların içine

nüfus etmek, tesadüfleri, olasılıkları, iç bağlantılarını

kavramak demektir. Kendi adıma bilim teknik

okumalarım bana evrenin her bir unsurunun önemini

sosyal ve siyasal yaşamda her verinin önemini

algılamayı öğretmiştir.

Hubble sabiti, devrimci hareketin, özgürlük ve

demokrasi mücadelesinin kimi sabitleri gibi

algılanmadan, onlarla ölçümler yapmadan, 3K kozmik

akalan ışınım algıları tarihsel siyasal mücadelelerin tüm

değişkenliklerine karşın başlangıç dengelere sahip

olduğu bilincini taşıyor.

En ilkel rakamsal araştırmalardan en uzak

kozmik araştırmalara bilim ve teknik okumaları, bir hobi

olduğu kadar aklın gelişim dinamiklerine de bir katkıdır.

George İfrah’ın elimdeki 8 cildiyle TÜBİTAK

yayınlarından “Rakamların Evrensel Tarihi” de, “el,

tüm çağların ilk sayım ve hesap makinesi” (Age. C: I,

s:12) olduğunun ilginç serüvenini, sayılar bilimini ve

bunun toplumların sosyo-kültür yapılarındaki etkilerini,

“İnsan zihninin büyük ustalığı” olan sıfırın bulunuşu ve

az sayıda şekille sayıları simgeleyerek inanılmaz

ölçekteki sayımı en az sayıyla ifade edişin öyküsünü

öğreniyoruz. Ondalık sisteminin en yetkin sistem

olmasının on parmağımızla ilgili bir marifet olduğunu

(Age. s:123), büyük soyutlamaların üreticisi insan

aklının tarih serüveninden, siyasal, toplumsal, kültürel

yaşamımıza çok önemli bilgileri ve yönlendirmeleri

sunduğuna işaret etmektedir. Rakamların evrensel

tarihi, tarih içinde gereksinim duyacağımız tüm

rakamsal işlemlerin aynı zamanda bir sosyal, kültürel,

siyasal işlem olduğuna da önemli bir veri olduğunu

anlıyoruz.

Bilim ve teknikten, James Gleick’in “Kaos”

kitabı ve David Ruelle‘nin “Rastlantı ve Kaos”

kitabından fizikçilerin ve matematikçilerin düzenlilikler

arayışı karşısında düzensizliğin faydasını, bilimini ve

bunun yaşantımızdaki yerini öğreniyoruz. Patrik

değerlendirmeler için birikimlerimiz arasına alıyoruz.

“Kelebek etkisi”nin basit bir itimin nasılda zaman ve

mekan faktörü içinde dev bir gücün oluşuna gittiğini

kaosun ifade ettiği karmaşa algısı öğretiyor.

MİHRAC URAL

Page 22: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI

Peygamber Muhammed’den yüzyıllar

önce Arabistan, Vedik kültürünün parlak merkezi

ve olağanüstü zenginliklerle dolu bir coğrafyaydı.

Bu kadim kültürün ne olduğunu

öğrenmeğe başlarken önce Arabistan adına

bakabiliriz; bu kelimenin orijinali Sanskritçe

“Arvasthan”dır ve Atlar Ülkesi anlamına

gelmektedir. Daha da derinden bakacak olursak

Arva (atlar) ve Sthan (yer) anlamındadır. Bu

bölgede yaşayan halka Semitik denilirdi; bu da

yine Sanskritçe Smritic’den gelir. Araplar kadim

Vedik Semitizmini izlemekte Manu-Smriti!yi kutsal

sayarlardı. O dönmede Uttarapath (Kuzey Yolu)

Hindistan’ın kuzeyine açılan uluslar arası bir yoldu

ve tüm önasyaya ve Arabistana açılıyordu. Ayrıca

İslamın doğuşundan 800 yıl öncesinden başlamış

bulunan çok sıkı bir deniz ticareti de söz

konusuydu: Basra limanı Hindistan’dan gelen tüm

malları ve konukları karşılıyordu. Konuşulan dil

Sanskritçe idi ancak yüzyıllar gibi uzun bir

zamanda giderek değişti ve günümüz Arapça’sına

dönüştü. Bunun en aşikar kanıtı Arapça ve

Sanskritçe bulunan sayısız benzer kelimedir; işte

bazıları:

Sanskritçe Arapça Türkçe

Sagwan Saj gemi kerestesi

Vish Besh zehir

Anusari Ansari Havari

Shishya Sheikh şeyh

Mrityu Mout ölüm

Pra-Ga-ambar Paigambar cenetten gelen

Maleen Malaun kirli

Aapati Aafat afet

Karpas Kaifas keten

Karpur Kafur kafur

Pramukh Barmak şef

Hatta bazı kılıçların adına Handuvani,

Hindi, Saifulhind. Muhannid denilirdi. Sanskrit

Astronomisi de Arapçada kolayca görülmektedir;

Brahma-Sphuta- Siddhanta; Sind-Hind olarak;

Khanda-Khadyaka da Arkand olarak geçmiştir.

Matematiğe ise Arapçada Hindisa denmektedir.

Araplar matematik; fizik ve astronomi gibi hemen

her alanda bilgilerini Hindistandan alarak kendi

sistemlerini geliştirdiler.

Önemli Arap bilginlerinden olan W.H.

Siddiqui’den alıntı;

“Arap medeniyeti Hindistanla yapılan

kültür ve mal ticaretinin sonunda yoğun ve geniş

çapta bir ilerleme gösterdi. Göçebe arap kabileleri

büyük bir ölçüde yerleşik düzene geçtiler ve hatta

surlarla çevrili kentlerde yaşamaya başladılar;

hayvancılık; tarım ve ticaretle uğraştılar;

tanrılardan korktular ve krallarını yücelttiler.”

Bazı kimseler yanlış bir şekilde Arapların

Hindu sözcüğünü aşağılamak için kullandığını

düşünmektedir. Bu tamamıyla yanlıştır; İslam

öncesi Arabistanda Hinduizm çok yaygındı; bunu

kolayca en sevdikleri kızlarına “Hinda” yada “Saifi

Hindi” adlarını vermelerinde belliydi. Arapların

Hindistanı manevi ve kültürel anavatanları olarak

görmeye alışık oldukları aşağıda dört Vedanın

değinildiği şiirden anlaşılmaktadır:

“Aya muwarekal araj yushaiya noha minar

HIND-e Wa aradakallaha manyonaifail jikaratun” ”

Ey Hint ülkesi, sen ne kadar da kutsalsın; sen Tanrı

tarafından seçilmiş ve bilgelikle kutsanmışsın”

“Wahalatijali Yatun ainana sahabi akha-

atun jikra Wahajayhi yonajjalur -rasu minal

HINDATUN “

.”Dört fener gibi parıldayan şahane bilgeliğin

bolluk ve bereket getirir”

“Wahowa alamus SAMA wal YAJUR

minallahay Tanajeelan Fa-e- noma ya akhigo

mutiabay-an Yobassheriyona jatun”

“Bu bilgiyle yanan SAM ve YAJUR yaradılışta

bahşedildiler; işte kardeşlerim özgürlüğe giden

Vedaların yoluna saygı duyun ve izleyin”

Page 23: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

“Wa-isa nain huma RIG ATHAR nasayhin

Ka-a-Khuwatun Wa asant Ala-udan wabowa

masha -e-ratun”

“Diğer ikisi RIG ve ATHAR bize kardeşliği

öğretecek; karanlık onların aydınlığında sonsuza

kadar yok olacaktır”

Bu şiir Labi-Bin-E- Akhtab-Bin-E-Turfa

tarafından Arabistanda yaklaşık M.Ö. 1850’de

yazılmıştır. Bu şiir; kadim Arap şiiri antolojisi

çalışması olan Sair-Ul-Okul’da bulunmaktadır; bu

eser M.S. 1742’de Sultan Selim!in emriyle

derlenmiştir. Arapların MÖ 1800 lü yıllardan beri

Vedaları kutsal yazıtları olarak kabul ettikleri ve

bunlara sadakatle bağlı oldukları sadece Vedaların

ne kadar eski değil, aynı zamanda Hint uygarlığının

Indus’tan Akdeniz’e kadar uzandığını da

kanıtlamaktadır.

Muhammed peygamberin doğumu

sırasında da Vedik kültürü oldukça canlıydı. Yine

bunun kanıtını Sair-Ul-Okul’dan alalım ve

peygamberin doğumundan 165 yıl önce yazılmış

bir şiirde bulalım:

“Itrasshaphai Santul

Bikramatul phehalameen Karimun

Bihillahaya Samiminela

Motakabbenaran Bihillaha

Yubee qaid min howa

Yaphakharu phajgal asari

nahans Osirim Bayjayholeen

Yaha sabdunya Kanateph natephi

bijihalin Atadari Bilala masaurateen

phakef Tasabahu. Kaunni eja majakaralhada

walhada Achimiman, burukan, Kad, Toluho

watastaru Bihillaha yakajibainana baleykulle

amarena

Phaheya jaunabil amaray Bikramatoon” – (Sair-ul-

Okul, sayfa 315)

“Ne mutlu onlara ki Kral Vikram’ın

zamanında doğdular: Zira o kendisini halkının

iyiliği ve selametine adamış, cömert ve çalışkan bir

kraldı. Ancak o zamanlarda biz Araplar maneviyatı

unutmuş ve dünyevi zevklere düşmüştük.Entrika

ve eziyet yaygınlaşmıştı. Umursamazlığın karanlığı

ülkemizi sarmalamıştı. Canı için çırpınan kurdun

ağzındaki bir kuzu gibi; biz de boşvermişliğin

pençesindeydik. Ancak günümüzü aydınlatan

şafak; eğitimin ışığı altında sonucunu verdi ve o

bilge Kral Vikram biz yabancıları unutmadı. Kendi

kutsal kültürünü, gönderdiği bilginler ve

öğretmenler sayesinde ülkemizin üzerindeki güneş

gibi aydınlattı. Bizlere Tanrı’nın varlığını hatırlattı

ve ona giden yolu gösterdi”

Orijinler adlı kitabında (3. ve 4. ciltler) Sir

W. Drummond şöyle demektedir: İbrahim vahi

aldığı zamanlarda insanlığın ortak dili ve kültürü

Sabaizm idi. Ve felsefeleri dünyadaki bütün

milletlere ulaşmış durumdaydı.” Kitabının 439.

sayfasında Kabe tapınağında bulunan 360

ikonadan söz etmektedir; bu Vedik ikonların adları

Arapça – Sanskritçe karşılaştırılmasıyla bazıları

verilmiştir:

Arapça Sanskritçe Türkçe

Al-Dsaizan Shani Saturn

Al-Ozi or Ozza Oorja kutsal

enetji

Al-Sharak Shukra Venus

Bag Bhagwan Tanrı

Bajar Vajra Indra’nın

şimşeği

Kabar Kuber Zenginlik

Tanrısı

Dar Indra Tanrıların

Kralı

Dua Shara Deveshwar

Tanrıların Lideri

Habal Bahubali

Dayanıklılık Tanrısı

Madan Madan Aşk

Tanrısı

Manaph Manu İlk İnsan

Manat Somnath Lord

Shiv

Obodes Bhoodev Dünya

Page 24: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Razeah Rajesh Kralların

Kralı

Saad Siddhi Şans

Tanrısı

Sair Shree Zenginlik

Tanrıçası

Sakiah Shakrah Indra

Sawara Shiva-Eshwar Şiva

Yauk Yaksha Kutsal

varlık

Wad Budh Mercury

Kabe ele geçirilmeden önce uluslararası

bir Vedik Tapınağı idi. Harihareswar Mahatmya

kadim Vedik Yazmalarıdır; burada Vişnu’nun

Mekke’deki ayak izinden bahsedilmektedir.

Bununla ilgili önemli ipuçlarından birisi

Müslümanların bu bölgeye Sanskritçe

Hariyam dan gelmiş olan Haram demeleridir; HARI

, Vişnu’nun müttefikidir. Eski yazıtlar şöyle der; :

“Ekam Padam Gayayantu

MAKKAYAANTU Dwitiyakam

Tritiyam Sthapitam

Divyam Muktyai Shuklasya Sannidhau”

Burada Vamana’ya; üç belirli mekana

ayak basarak buraları kutsayan Vişnu’nun

reenkarnasyonuna bir gönderme vardır; bu

yerlerin adı Gaya; Mekke ve Shukla’dır. Bu şekilde

oyulmuş kutsal mekanların ziyaret edilmesi Vedik

bir gelenektir. Ayak izlerinin günümüzde iddia

edildiğinin aksine herhangi bir kişiye ait olmadığı

kesindir zira bu figürler hep tek ayak şeklindedir.

Kabe’de bulunan siyah taş (SAnge Aswat

olarak bilinir ve Sanskritçesi Sanghey Ashweta dır

ve beyaz olmayan taş anlamına gelir) bir Şiv

Amblemidir. Kabe’de arkeolojik kazılar yapılacak

olursa Vedik ikonların kalıntılarına kolayca

rastlanabilir. Kabe anlam olarak Sanskritçe Ghaba

dan gelmektedir ve anlamı Mabet’tir. Hajja ve

civar bölgelerinde Rama ve Somia kabileleri vardı;

bu isimleri kabilelerin izlediği Tanrısal varlıklar

olan Vedik Soma (güneş)ve Rama’dan (ay)

gelmektedir. Ay Tanrınsın İslam öncesi

dönemlerde çeşitli isimleri vardı; bunlardan biri Al-

lah idi. Al-lah’ın 3 çocuğu vardı ; bunlar; Al-lat, Al-

uzza ve Manat idiler. Al-lat ve Al-uzza ikisi de

dişildi. Manat ise Somnath yani Ay Kralının ismidir

ve Kabe’nin o dönemde Ay Tanrısı Somnath’ın

hizmetindeydi. İşte Kabe’deki siyah taş tüm Şiva

ikonlarında Şiva’nın anlında bulunan ve dolun ayı

temsil eden taştan başkası değildir. Ayrıca her Şiva

tapınağında Ganj Nehrini temsilen bir su kaynağı

bulundurmalıydı. Zemzem suyu kaynağı bu

eşleşmeyi tamamlamaktadır.

ATHURA HÜRMÜZ

Page 25: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

SOL NE YAPMALI

Emperyalist kapitalist sistemin krizlerinin

biri bitiyor, biri başlıyor. Yeni çözüm önerileri

üzerine konuşumalar yapılıyor, teoriler üretiliyor.

Oysa emperyalist kapitalizmin doğası krizlere

dayalıdır.

Her krizde işçiler, işsizler, yoksullar,

emekçiler daha fazla yoksulaşmaktadır.

Çözüm sol da ve sosyalist ekonomide. Emperyalist kapitalist sisteme göbeğinden

bağımlı ülkeler teker teker iflas ediyorlar. Diğer

yandan da zayıf, cılız, dışarıdan pompalamada olsa

Afrika’da, ortadoğu’da gelişen bahar rüzgarı ile

ortadoğu halkları önemli bir mevzi kazandılar

benim nazarımda, çünkü bu toplumlarda “biat

“kültürü hakimdi. Bu bağlamda bu yaşanları

olumlu buluyorum. Diğer taraftan da son yapılan

seçimler de Avrupa’da ve Latin Amerika’da ki sol

dalga toplumun umutlarını yükseltmektedir.

Ülkemize gelince sol-sosyalistler büyük

oranda daralmış durumda. Bu daralmayı mutlak

kırmalıyız. Bir biçimde bu kabustan kurtulmalıyız.

Ülkedeki dinamik güç Kürt toplumsal hareketi

üzerinden gidiyor. Onlar da bu daralmayı

görmelerinden kaynaklı yeni arayışlara geçmiş

durumdalar. Türkiyeli sosyalistler olarak bu ablukayı mutlak kırmalıyız.

Hep beraber Kürdü ile Türkü ile yoksulu ile

kısaca ülkede ki ezilen, horlanan, dışlanmışlarla,

ötekilerle aşağıdan yukarı doğru örgütlenerek. Bu

ablukayı mutlaka ama mutlaka kıracağız.

Peki sol olarak üzerimize ne düşüyor? Çok çalışmalıyız. Çok okumalıyız. Bunları dayanışma

geleneğimizi unutmadan özüne uygun olarak

yapmalıyız.

Benmerkezcilikten kurtulmalıyız. Her

sohbette anılarımızı anlatmak yerine çalışmalıyız,

üretmeliyiz, paylaşmalıyız. Kim ne biliyorsa, ne

kadar biliyorsa mutlaka yazmalı hiçbir şey

yapamıyorsa fotokopi yapıp dağıtmalıyız. Yoksa bu

ablukayı kıramayız.

Umutlarımız her zamankinden daha diri

tutmalıyız. Karamsarlığı ancak böyle yıkarız.

Hoşgörümüzü ve sakinliğimiz mutlaka korumalıyız.

Akp’nin tekçi, saldırgan tutumuna karşı

ortak hareket noktaları yaratmalıyız.

Her konuda akıllı çözümler üretmeliyiz.

Ortak cepheler örgütlemeliyiz.

Kendi içimizde ki sorunları büyütmeden ortak noktalarımızı ön plana çıkartmalıyız.

Toplumsal mücadelede yeni kanallar açıp

HES’ler karşı olmalıyız ve ekolojik değerleri

mutlaka korumalıyız, sahiplenmeliyiz. Bunlarla

ilgili varolan çalışmalara destek olmalıyız ayrıca

yeni yeni projeler oluşturmalıyız. Örneğin yoksul

köylüler, kendi aralarında dayanışma ağları

kurmalı, işçiler yine kendi aralarında, öğrenciler

kendi aralarında dayanışma ilişkileri kurmalı

bunlar yörenin konumuna göre üretime yönelikte

olmalıdır. Üretim ve tüketim kooprattifleri

şeklinde vs.

Yapılan olumlu işlerimizi gündeme getirmeliyiz ve dersler çıkarmalıyız. Yine iyi gitmeyen işlerden de dersler çıkarmalıyız. Tabi ki bunlar ancak çalışarak, üreterek, paylaşarak olur.

Önümüzdeki süreçte yeni bir anayasa

tartışması var mutlaka bununla ilgili ciddi

önermelerimiz olmalı. %10 barajın kalkması

konusunda çalışmalar yapmalıyız. Düşünce ve

ifade özgürlüğü konusunda yasal düzenlemelerin

yapılması konusunda kamuoyu oluşturmalıyız. İş

yasası, esnek çalışma, 8 saatlik çalışma süresi

konusunda çalışımalar yapmalıyız. Bunlar anayasal

güvenceye alınmalı. Eşit yurttaşlık ve ortak kimlik

konusunda ayrıca yurtseverlik, insan hakları,

demokrasi, cumhuriyet, gibi evrensel kavramlarıda

ön plana çıkartmalıyız. Yukarıdaki kısa başlıklar

halinde sunduğum konularla ilgi toplantılar,

paneller, söyleşiler ve bilgilendirme toplantıları

yapmalıyız.

Son sözü Ahmet Arif’in bir mısrası ile

bitirmek istiyorum.

Yıkma öyle kendini, öyle garip öyle

mahsun. Dayan diş ile tırnak ile kitap ile sevda ile

düş ile Gör nasıl yeniden yatırız, namuslu genç

ellerimizle kızlarım oğullarım var her biri cihan

parçasıdır.

CUMA GÜRSOY

Page 26: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

RAKAM DEĞİL, “İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!!

Ben Celal Encü'yüm, 2012’yi görsem 17 yaşıma girecektim;

Altı nüfuslu fakir bir ailenin son çocuğuyum, annemi beş sene önce yitirdik. Yoksulluk 8. sınıfa kadar

okumama müsaade etti. Ondan sonrası ben diyeyim “sınır ticareti” siz deyin “kaçakçılık”…

Kaçakçılık bizim buralarda ata mesleğidir; birilerinin akrabalarımızla aramıza ördüğü tel bizim için bir

şey ifade etmiyor, biz telin öte yanındaki akrabalarımızla alışveriş yapıyoruz…

Futbol oynamayı çok seviyordum. Siz benim adam adama çalımlarımı görecektiniz. Her akşam halı

sahada kaç kişiye saç baş yoldurduğumu buradakiler bile biliyor. O pahalı ve ağır bombalar beni paramparça

savurmasaydı Roboskî’nin yaylalarına, kaymakamlığın futbol turnuvasına katılacaktım, ileride iyi bir futbolcu,

mesela Messi olacaktım…

Anlayacağınız, çerçeve yapıp astığım hayallerim vardı benim de, hepiniz gibi ben de her gece karşısına

geçip tebessüm ediyordum.

Sizin hiç tebessümünüz çalındı mı? Benimkini çaldılar!

Şimdi burada tebessümlerimin hırsızı, umutlarımın cellâdı olanlar hesap versin diye gözlerim açık

bekliyorum. Oysa beni Roboskî kabristanına gömenler, canımın yarısı amcamın oğlu Faruk'u da hapse

atmışlar, bu mu adalet? ...

Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var;

Eğer beni öldüren bombalar ADALET’i de öldürmediyse,

ADALET talep ediyorum…

Herkesin hakkı değil mi Adalet?

YOKSA; O kocaman, pahalı bombalarını beni öldürmekte harcadığı için devletten ÖZÜR dilemeli,

Hedefi şaşırmayıp beni öldürdüğü için Genelkurmaya TEŞEKKÜR mü etmeliyim!?

CELAL ENCÜ

Page 27: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

MARAŞ KATLİAMI

“Güneş Ne zaman Doğacak” isimli Sovyet

aleyhtarı filmin çiçek sineması’nda 19 Aralık 1978

günü gösterimi esnasında ülkücü ökkeş kenger’in

bomba atması ile başlar. Bu provokasyonla

sağcılar, Solculara Kürtlere ve Alevilere karşı

kışkırtılır. Sinemadan çıkan topluluk “müslüman

türkiye” sloganları ile chp binasını tahrip ederler

ve ptt binasını taş yağmuruna tutarlar.

Ertesi gün "allah adına cihata" çağrılan

Maraş köylerinden gelenlerin katılımıyla Maraş

katliamı başlatılır. İki TÖB-DER’li öğretmen

öldürülür ve Alevilerin iş yerleri işaretlenir. 22

Cuma hazırlık yapan gerici faşistler; 23 ve 24 Aralık

günleri iki gün süreyle yüzleri maskeli gruplar

halinde, silahlı, sopalı, baltalı olarak saldırıya

geçerler. Alevilere ait dükkan ve evler ile polis

araçları ateşe verilir. Ele geçirdikleri kadın, çocuk,

genç, yaşlı demeden vahşice öldürülür.

Faşist saldırılar başladığı an, ilginçtir.

Devlet güçlerinin ilk icraatı, Maraş’a dışardan tüm

girişler kapatılmış, devrimci ve demokratların,

Pazarcık ve Elbistan’dan olası girişleri

engellenmiştir. Aynı “önlem” Elbistan ve Pazarcık

giriş ve çıkışlarında da alınmıştır. Olay haberini

aldığımda Elbistan’da idim. Elbistan’da çok önemli

bir gelişme yaşanıyordu. O dönem chp’den seçilen

ve daha sonra mhp’ye geçen, senatör hilmi

soydan, Elbistan’da Devrimci militanlar tarafından

öldürülmüştü.

İlginç olan, cenazesini kaldıracak kimse

yoktu. Biz bu duruma bir anlam verememiştik.

Oysa Elbistanlı faşistlerin hepsi kaç gün önceden ,

katliam için Maraş ‘a taşınmışlar. Bu sebeple hilmi

soydan’ın cenazesini halktan insanlar mezarlığa

taşıdılar.

Öldürülenlerden biri benim yakın

arkadaşım öğretmen Mahmut Ünal. Hikayesi çok

ilginçtir. Hala hatırladıkça ruhumun derinliklerinde

büyük bir acı duyuyorum. Mahmut, saldırı anında yanında bulunan iki küçük kız çocuğunu korumak için , onların üzerine kapanır. Faşistler Mahmut’u satırlarla sırtından parçalamışlardır. Daha sonra Mahmut’un cesedinin altından iki küçük kız canlı olarak kurtarılmıştır.

Resmi rakamlara göre toplam ölü sayısı

111 kişi olarak gösterilmiştir ki, gayri resmi bunun

iki katı olarak da belirtilmektedir. Yaralı 1000

kişinin üstündedir. 552 Ev, 289 dükkan ve 8 araç

yakılmıştır.

Bu gerici faşist ayaklanma için tercüman

gazetesi yazarı ahmet kabaklı şöyle demektedir:

“Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı”.

Evet, sağcı milliyetçi yazarlar katilleri böyle

tanımlamaktadırlar.

Dönemin içişleri bakanı irfan özaydınlı;

Maraş Olayları ile ilgili hazırladığı raporda,

“Katliam planlayıcılarının 26 seyyar piyango bayisi

görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır.” Bu

olaydan sonra irfan özaydınlı bakanlıktan istifa

etmiş.

Bu dönemde aslen Elbistanlı ve Sinemilli

Aşireti`nden olan Kahramanmaraş chp milletvekili

Hüseyin Doğan, katliamdan hemen sonra yapılan

chp grup toplantısında, görüşlerini şu sekilde ifade

eder. “Kahramanmaraş’ta olan bir savaş değildir. İç

savaşın silahlı iki tarafı olur. Kahramanmaraş’ta olan bir

katliamdır. Bunun adına anarşi denmez. sağ-Sol

çatışması da denmez. Bu, Alevi-sünni çatışması da

değildir. Bunlar içinde aransa bile bu plânlı ve örgütlü

bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil

çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi

hesaplanan bir plânla yürürlüğe konan bir faşist

eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, direnme

hakkından söz edip ‘milli direnme hakkı doğmuştur’

diye bildiri yayınlayanların eseridir. Maraş katliamı

‘müslüman türkiye-milliyetçi türkiye, allah için cihad

başına’ sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden vuranlar karşısında ‘Bana sağcılar ve milliyetçiler

cinayet işliyor dedirtemezsiniz’ diyenlerden destek

görenlerin eseridir...”

Maraş katliamı hakkında yazılacak veya

söylenecek çok şey vardır. Ancak tekbaşına ele

alınabilecek tesadüfi bir olay degildir. Geçmişi

osmanlı’ya kadar dayanan, resmi ideoloji, resmi

din ve mezhep doğrultusunda bir halkın dini , dili

ve kültürünün inkarı üzerinden beslenen faşist,

kadroların örgütlü imha planıdır, bu anlamda.

Maraş katliamı Maraş’ta başlamış ama Maraşta bitmemiştir.

Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarıyla bu süreç devam etmektedir. Yeni süreçte bu imha

planının ön hazırlıkları bazı “deneme” saldırılarla

sürdürülmektedir. Demokrasi güçlerince önemli ve

örgütlü bir karşı koyuş geliştirilemediği sürece

nerede ve ne biçimde patlak vereceği bilinemez.

SÜLEYMAN DEPREM

Page 28: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ GENERALLERİNİN YARGILANMASI

VE YÖK'E BAKIŞ

12 Eylül askeri faşist darbesi’nin bir ürünü olarak kurulan yök bilimi sermaye düzeninin yararına ve hizmetine sunmuş, halkı ve halk gençliğini karşısına almıştır.

1980’li yıllarda başta abd olmak üzere

kapitalist-emperyalist güçler enerji kaynaklarına,

çok büyük bir pazara, devasa hammadde

kaynaklarına, büyük bir iş gücüne ve hâkimiyetini

koruyup geliştirmek için stratejik öneme sahip

Ortadoğu’ya yoğunlaşmıştı. Bu anlayışla

Türkiye’de önemini korumaktaydı. Bu tespitlerin

ışığında baktığımızda yök’ün neden kurulduğunu

anlamak da zorlanmayız!

24 Ocak kararları ile ülkemiz üzerindeki

abd etkisi daha da yoğunlaştı. Bu kararları hayata

geçirmenin yolu ‘’dikensiz gül bahçesi’’

yaratmaktan geçiyordu. Toplumsal muhalefetin

geldiği noktada stratejilerini hayata

geçirebilmeleri bizim gibi ülkelerde darbeler

tezgâhlayarak olabileceğini düşünen abd 12 Eylül

askeri faşist darbesini işbirlikçileri aracılığıyla

gerçekleştirmiştir. O günden bu yana sermaye

partilerine kurdurulan hükümetlerle Türk

devletinin politikaları abd’ye uyumlu hale getirildi.

Üniversiteler bilim üreten kurumlar olarak

bu politikaların takipçisi olması düşünülüyordu.6

Kasım 1981’de Yök’ün kuruluşu gençliğin

geliştirilen bu sürece uyumlu hale getirilmesi,

eğitimi ve yetişmiş bireyleri piyasaya uydurularak

bilimi denetim altına almayı istenmekteydi.

Eğitim alanındaki hak gasplarına, eğitimin

piyasalaşıp paralı hale gelmesine olanak

sağlayacak ortamın oluşmasına uysal gençlik

yaratılacaktı. 78’li devrimci gençlik öncülleri,

68’lilerin açtığı yolu geliştirerek sürdürdüğü

mücadelesinde egemenler için önemli engeldi. En

ileri, dinamik kesim olan gençlik acımasızca

işkencelerde, darağaçlarında katledilirken,

zindanlarda tutsak edilerek kırıma uğratıldı. İlerici,

devrimci, demokrat akademisyenler, öğrenciler ve

üniversite çalışanları tasfiye edildi. 30 yıl boyunca

öğrenci niteliğinin düştüğü, öğretim kadrosundaki

erozyonun hız kazandığı ve öğretim üyesi

kadroların niteliksel gerilemesinin arttığı görüldü.

YÖK’le birlikte öğretim elamanlarının

seçim ve atama yöntemleri antidemokratik

düzenlemelerle personel, öğrenci ve çalışanların

örgütlenmeleri kendilerini ifade edip söz ve karar

sahibi olmaları engellendi. Devletin yeni tip gençlik

yaratma konseptine uygun olarak beyin yıkama

faaliyetleri geliştirildi. Bu konseptin dışında

davranan kişi ve örgütlenmeler her türlü psikolojik

ve polis şiddetine maruz bırakıldı. Her türlü özgür,

bilimsel araştırma ve çalışma, proje YÖK karar ve

talimatnameleri ile engellendi.

Harçlarla ve çeşitli adlarla alınan paralarla

eğitimin nihai anlamda paralı hale getirme

düşüncesinin önü açıldı. Mezun öğrencilerin çok az

kısmı büyük uluslararası şirketlerin, önemli devlet

bürokrasisinin ihtiyaçlarını karşılarken, büyük

çoğunluk işsiz kaldı ve ucuz işgücünün pazarı

haline geldi. Öğrenciler müşterileşti, hocalar

tüccarlaştı, üniversiteler ticarethaneye dönüştü.

İmha, inkâr ve tekçi anlayışla devam eden

askeri faşist darbe rejimi Kürt gençliğini asimile

ederken milliyetçi, şoven dalganın hedefi haline

getirilerek linç ve kurşunlanmasının da faili oldu!

Meşru hakkı olan ana dilde eğitim talepleri,

okuldan uzaklaştırmalarına atılmalarına gerekçe

yapıldı.

Öğrenci halk gençliği parasızlıktan

okuyamama, ulaşım, barınma ve en temel

haklardan mahrum bırakıldı. Anadolu’nun çeşitli

yerlerinden gelen bilinçsiz gençlik tarikatların

tuzağına düşerek, barınma ve ihtiyaçları

karşılanma karşılığında bu egemen güçlerin başka

bir versiyonunu oluşturan fettullahçı ve emek ve

demokrasi karşıtı güçlerin beyin ve militarist gücü

haline getirildiler.

Yök’ün kurulmasını işte bu sonuçların

oluşmasının hazırlanması yaşanan süreç daha iyi

anlamlandırmakla beraber 30. yılına geldiğimiz

2012 yılında da hiçbir değişiklik yoktur.

Egemenlerin aralarındaki iktidar kavgasında ele

geçiren daha önceki şikâyetlerini ve askeri faşist

darbenin ürünü antidemokratik bir kurum

olduğunu unutmaktadırlar!

Akp bu sürecin kendi egemenlik alanını

geliştirerek bir parçası olmaya devam etmekte,

çeşitli açılım, demokrasi ve özgürlük söylemlerini

kendi hedeflediklerini ele geçirmek olarak

algıladığını türban tartışmalarında, egemenlerin

aralarındaki klik çatışmasında da görmekteyiz.

Page 29: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Cumhuriyet’in kuruluşunda oluşan statüko

başka güçlerle oluşturulan yeni statüko ile yer

değiştirirken toplumdaki bilinç yanılsaması ile

muhalif güçler ve sistemin kendi içindeki sorunlar

aynı potada gösterilme uğraşında

bulunulmaktadır.

Buraya kadar anlattığımız kapitalist-

emperyalist sistemin konjoktürel duruma göre

işbirlikçileri ile kendini yeniden üretmesini

anlamalıyız. Bu duruma karşı sol, sosyalist, devrimci güçlerin dağınıklığını giderecek birleşik mücadele anlayışını geliştirip güç haline gelerek halka güven vermeleri ve düzen partilerini tarihin tekerrürü anlayışı ile tercih edilen durumundan çıkarmak gerekmektedir.

78’liler özelde 12 Eylül askeri faşist

darbesi, genelde darbelerle ve karanlıkta kalan

gerçeklerin ortaya çıkarılıp yüzleşme ve hesap

sorma anlayışının gereği önemli bir demokratik

mücadele verirken ‘’ne geçmiş tükendi nede

gelecek’’ şiarıyla Devrim ve Sosyalizm perspektifiyle güç birliğine davet ediyor. YÖK ve

12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü

kurumlardan topyekûn kurtuluşun birlikte

mücadeleyle gerçekleşeceği inancıyla sizleri

selamlıyorum.

Demokratik kitle örgütleri "12 Eylül Askeri Faşist Darbecileri ve Suç Ortakları Yargılansın" pankartı açarak 78'liler Girişimi

çağrısı ile Türkiye genelinde eş zamanlı olarak bir

basın açıklaması düzenledi.

Örgütler adına basın açıklamasında gerçek

demokrasinin sağlanabilmesi için 12 Eylül askeri

faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşmenin

sağlanması gerektiği belirtildi "Geçmişimizle

yüzleşerek/hesaplaşarak, geçmişin yaralarını

sağaltarak, ancak aydınlık bir geleceğin önünü

açabiliriz" denildi.

4 Nisan'da görülecek olan 12 Eylül askeri

faşist darbesi davasında:

"Kadın, erkek herkes 12 Eylül askeri faşist

darbesi davasına müdahil olmalı. Ayrıca

darbecilerin ve suç ortaklarının yargılamasında

asla ayrım yapılmamalı. Sadece darbe yapanlar

değil, darbeyi somut hayatta ete kemiğe

büründürenlerde yargılanmalı, demokratikleşme

buna eşlik etmelidir."

Açıklamanın tamamı ise şöyle:

4 NİSAN 2012 ‘DE ANKARA’DA! EVREN’LE, ŞAHİNKAYA İLE BAŞLAYALIM! ONLARLA BİTİRMEYELİM! BÜTÜN DARBECİLERİ VE SUÇ ORTAKLARINI YARGILAYALIM! Yıl 2012… 12 Eylül askeri faşist darbesinin

üzerinden 32 yıl geçmesine rağmen “dokunulmaz”

Cunta şeflerinin bir kısım suçlarıyla ilgili iddianame

düzenlenmesi, yargılama safhasına gelinmesi

önemlidir, küçümsenemez.

12 Eylül askeri faşist darbesi demek sadece Kenan Evren mi, Tahsin Şahinkaya mı demek? İddianame’de geçen 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları ele alındığında bile, geniş ve kapsamlı bir şebekenin suç ortaklığı aşikar değil mi?

12 Eylül askeri faşist darbesi, “açık askeri

faşizm”in en sert, en kanlı yöntemlerle uygulandığı

1980-83 döneminin tüm siyasi, askeri, mülki, yargı,

emniyet görevlilerini her türlü icraatlarından

dolayı yargıdan muaf tutan Geçici 15. maddeyi

anayasaya koyarak koruma altına almıştı.

12 Eylül askeri faşist darbesi "Demokrasiyi

kurma ve koruma" adına yapılmıştı. Eğer,

demokrasi gerçekten “kurulacak ve korunacaksa”

hiçbir kuruma ve kişiye "kuralları çiğneme" ve "suç

işleme" özgürlüğü tanınamaz. Halbuki 12 Eylül

askeri faşist darbe rejimi Geçici 15. Madde ile

topluma ve insanlığa karşı suç işleyenleri koruyan

bir politik sistem kurmuştu.

Bir tarafta yurttaşlara ve insanlığa karşı

işlenmiş sayısız suç, öte tarafta “sürekli cezasızlık”

durumu. Bu garabet toplum tarafından adeta

kabullenilmişti!

Sayın basın mensupları,

Değerli dostlar,

Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi “sürekli

cezasızlık durumu” yaratarak 30 yıl boyunca

kimleri korumuş ve adaletten kaçırmışsa, onların

tümü soruşturulmalı, haklarında dava açılmalı ve

“şüpheliler” ayrımsız yargı önüne çıkarılmalıdır.

Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül

başbakanı Bülent Ulusu ve 12 Eylül Hükümeti

üyeleri de yargılanmalıdır!

Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül’ün

Danışma Meclisi üyeleri de yargılanmalıdır!

Page 30: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim

komutanları yargılanmalıdır!

Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim

cezaevi müdürleri, cezaevi istihbarat subayları,

cezaevi işkencecileri, işkenceye katılan doktorlar

da yargılanmalıdır!

Evren ve Şahinkaya yetmez! İşkenceci

emniyet müdürleri, polisler, MİT sorumluları da

yargılanmalıdır!

Evren ve Şahinkaya yetmez! “Şimdiye

kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen

TİSK başkanı Halit Narin, darbeye stratejik akıllar

veren Vehbi Koç ve de TÜSİAD’da yargılanmalıdır!

Evren, Şahinkaya yetmez! 1 Mayıs 1977,

Maraş ve Çorum katliamlarında bilinen rolü yanı

sıra, Pasifik ötesinden darbeyi yönlendiren,

darbeyi ‘kendi çocuklarının yaptığını’ duyunca

rahatlayan Abd’nin başını çektiği emperyalist

odakları da yargılanmalıdır!

Akp’nin Ergenekon operasyonlarıyla

önemli adımlar attığı söylenerek, sayıca hafife

alınmayacak bir asker grubunun tutuklu olarak

yargılanıyor olması demokratik değişime emsal

gösteriliyor.

Darbe yapmayı tasarlayan askerlerin

yargılanması demokratikleşme için yeterli değildir.

Kimi asker/sivil bürokratların yargılanması başka

bir şey, 12 Eylül askeri faşist darbe rejiminin

demokrasi yönünde değiştirilmesi ise başka bir

şeydir. Gerçek bir demokratikleşme 12 Eylül askeri

faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşme yapmadan

sağlanamaz. Kanlı geçmişimize sünger çekerek,

hak ihlallerini ve kıyıcılıkları yok sayarak sağlıklı bir

gelecek kuramayacağımızı bilmeliyiz.

Geçmişle yüzleşerek/hesaplaşarak,

geçmişin yaralarını sağaltarak, ancak aydınlık bir

geleceğin önünü açabiliriz.

Darbecilerin ve suç ortaklarının

yargılanmasında asla ayrım yapılmamalı. Sadece

darbe yapanlar değil, darbeyi somut hayatta ete

kemiğe büründürenlerde yargılanmalı,

demokratikleşme buna eşlik etmelidir.

12 Eylül askeri faşist darbe anayasasını ve

yasalarını kaldırmak; eşitlikçi, özgürlükçü,

demokratik, temel hak ve özgürlüklerin güvence

altına alındığı bir anayasa yapmak bu sayede

mümkün olabilir.

4 Nisan 2012’de Ankara’da başlayacak

olan 12 Eylül askeri faşist darbe davası son derece

önemli ve kapsamlı bir davadır. Beklentimiz,

böylesine önemli bir davanın basit bir iktidar

oyununa dönüştürülmemesi, ortak acılarımızla

oynamamasıdır. Çünkü mesele bir başına şu veya

bu şahsiyetin yargılanması değildir, bir dönemle,

bir tarihle yüzleşme/hesaplaşma, bir daha aynı

şeylerin yaşanmaması ve özgürlükçü, demokratik

Türkiye’nin kurulması koşullarının hazırlanmasıdır.

Bu bakımdan bu dava hepimizin meselesidir.

Elbette kadın, erkek hepimiz bu davaya

müdahil olacağız, elbette halkı bu davaya müdahil

olmaya çağıracağız ve elbette darbe suçlularının

bütün kapsamıyla açığa çıkması ve yargılanması

hattını geliştireceğiz!

Düzenleyici Kurumlar:

Anahtar Kelimeler: ‘EVREN VE ŞAHİNKAYA

YETMEZ!, 12 Eylül Davasına Herkesi Müdahil

Olmaya Davet Ettiler!..

METİN UZUNÖZ

Page 31: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

KAR

Akşam haberlerinde flaş haber olarak

geçti, yetkililerden sürekli uyarılar geliyor, bugün

megakente yılın ilk karı yağdı, yarın ve ondan

sonra ki günlerde şiddetli yağmaya devam edecek.

Toplu taşım araçları kullanılmalı, özel araçlar

zincirsiz çıkmamalı trafiğe gibi bilindik sıradan

önlemler. Ne çok kişi üşüyor şimdi ve daha sonra

ki günler ne çok üşüyecekler sokaklarda

yaşayanlar, yakacak bir şeyleri olmayanlar. Kimisi

neşeyle karşılıyor sokakların bembeyaz örtüyle

kaplanmasını yoksulluğumuza inat içimizi

aydınlatıyor, çocuksu bir heyecan ve sevinç

kaplıyor yüreklerimizi. Düşünüyorum dünyanın

hangi ülkesinde yağacak olan kar o ülkede yaşayan

herkese aynı duyguları hissettirebilecek mi

yakacak, yatacak yeri düşünmeden karın gelişine

sevinecek topyekün bir halk var mıdır?

Çok kar yağmıştı her yer bembeyaz dışarısı

babamın deyimiyle “zemheri”. Evde çıtır çıtır

yanan soba, camlar soğuktan ince buz tutmuş,

çatıdan inen buz sarkıtları. Camın önünde durmuş

dışarıyı izliyorum bir yandan da cama resim

çizmeye çalışıyorum. Babam ‘’ perdeyi kapat

akşam vakti perdeler kapatılır, yol üstü gelen

geçen içeriyi görmesin’’ ne varsa içeride

milyonların yaşadığı bir ev, sıradan bir aile işte.

Annem bir yandan etrafı toparlıyor bir yandan da

bana söyleniyor ‘’ hiç duyuyor mu sana diyor

baban duydun mu kapat perdeyi, akşama kadar

dünyayı burnumdan getirdin’’ babama dönüp

benim ömrümü yerse bu kız yer, bana başka kimse

bir şey yapamaz, bıktım bundan canımı yedi” diye

şikayet ediyor. Ne kızıyorum anneme, ne

yapıyorsam oynuyorum işte, içten içe anneme

kızarken, inanamıyorum, Ali abi çıkıyor yokuştan

yukarıya yavaş yavaş o uzun boyuyla parkasıyla

nerede olsa fark edilebilecek biri. Görüyorum, bu

soğukta bu saatte yine sokaklarda. Ali abi bizim

sokakta ki neredeyse tüm evlere ziyaret eder,

“umarım bize gelir içimden” diyorum. Yokuşu

çıkıyor ağır ağır sırtında çantası, annem yanıma

yaklaşıp tutup kolumdan savuruyor beni somyanın

üstüne’’ kime diyoruz, bu kız kadar inat bunun gibi

laftan sözden anlamayan bi çocuk daha

görmedim’’diye hırpalıyor beni umurumda değil,

annem durmadan dinlenmeden hep söylenir böyle

aldırmıyorum. Tam bu esnada kapı ‘’tak tak tak’’

vuruldu. Sanki sıkıyönetimciler gelmişti bu

vakitlerde değişik, sevinç ve konuk getirmeyen

vuruşları tanırdı babam. Fırladı hemen evimizi

aramaya, kendisini götürmeye geldiklerinde böyle

yapardı. O küçük arada bize kaş göz etti annemler

toparlandı. Saklayacak bir şeyde yoktu evimizde.

Biliyordum Ali abinin geldiğini, biraz önce bana

davranışlarından kaynaklı kendilerine kızdığım için

söylemedim eğlendim o halleriyle kısa süreliğine

de olsa. Babam kapıyı açtı sanırım babamın yüz

ifadesinden olsa gerek Ali abinin kahkahası

duyuldu, babamın rahatlamış sesiyle ‘’ ooo Alim

sen mi geldin, oğlum şu kapıyı ne diye polis gibi

vuruyorsun’’ ve ardından sıkısıkı sarılmalar.

Annem ‘’ kurban olurum Alim oğlum dışarısı buz

gibi hemen sobanın yanına otur ‘’ dedi minderleri

yastıkları sobanın yanına yerleştirdi. ‘’ Aç mısın

Alim içli köfte var, getireyim mi?” dedi annem. “

İçli köfte yenmez mi anam, aylardır canım çeker

durur zaten’’ dedi Ali abi. Annem mutfağa geçti,

Ali abi bana baktı açtı kolları ‘’ne o kümsüyüz keçi,

neden yanıma gelmiyorsun, hem sana söylediğim

marşı ezberledin mi gel yanıma’’ hemen koştum

gittim dizine oturdum başladım, “Deniz Gezmiş,

Mahir Çayan bizim için öldüler” diye söylemeye.

Ne güzel bakardı Ali abi bakışlarıyla herkesi içine

alırdı sanki, ışıl ışıl sevgi umut dolu bakardı. Ben

söyledikçe kahkahalar attı bir yandan da bana

sarıldı öptü. Annem yemek getirdi, sobanın

üzerinde kaynayan su ile hemen çay demledi. ‘’En

çok sevdiğim yemek içli köfte ana, yoldaşlarımdan

sevenlerde var bir gün yapsanda onlarda

götürsem olur mu, yormuş olmayız demi ana seni’’

annem ‘’ Alim kurban olurum sana da yoldaşlarına

da sizin için sırtımda taş taşır yine yorulmam sen

ne zaman istersen söyle ben yaparım. Yemek

yenildi sofra toplandı, babamla sohbete başladılar,

çantasından babama dergi çıkardı, ve bir sürü

yazılı kağıt şimdi anlıyorum bildiri olduğunu

babama verdi. En son şeyi söylerken duydum

‘’uzunca bir süre ben gelmeyeceğim, başka bir

yoldaş gelecek yerime’’ dedi. Beni bi sızı aldı

duyduğumda artık Ali abi gelmeyecekti. Yataklar

hazırlandı, herkes yattı evimiz iki odalıydı. Ali

ağbiyle aynı oda da yattık ‘’ duydum dedim

babama söylediklerini ‘’ne duydun’’ dedi kalktı

gelmeyecekmişsin artık bize başka biri gelecekmiş,

“gelenlerin içinde en çok seni seviyorum en

müthiş devrimci sensin, bize gel ne olur” diye

ağlamaya başladım. Annemler geldiler beni

Page 32: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

kucağına aldı Ali abi, ‘’gelmez miyim kara gözlü

keçim benim yat şimdi bunları düşünme babana

şaka yaptım’’ dedi. Sabah erkenden kalktım yani

ben uyurken gitseydi eğer çok üzülürdüm. Kahvaltı

yapıldıktan sonra hepimize sıkısıkı sarıldı vedalaştı

gitti. Kar yağıyordu yine akşam çıkarak geldiği

yokuşu bu kez hızlı hızlı kayarak indi ve kaybolana

kadar arkasından baktım. Gittimişti artık. Yaklaşık

iki hafta sonra haber geldi, Ali abi çatışmaya

“girmiş ve çatışmada yiğitçe savaşarak ölmüştü”

öyle diyordu yoldaşı, “gazetelerde çatışmada”

öldü diye yayınlanmıştı babam okudu ev halkına.

Ölüm varmış zulüm varmış bizlere öyle diyor

babam tarih boyunca hep öyle olmuş, ne zaman ki

bu sistem yıkılır bertaraf edilir işte o zaman biz

yaşamaya başlarmışız, yaşamak değilmiş bizimkisi.

Annem dizlerine vura vura ağıt yakıyor ağlıyor ‘’

güzel huylu, aydınlık yüzlü gencecik oğlum nasıl

kıydılar sana köpekler’’ diye ağlıyor. Ertesi gün

annem bütün sokağa yetecek kadar içli köfte yaptı

Ali abinin canı içinmiş, bir yandan ağladı bir

yandan yaptı. “Komşulara Alim istediydi en son

geldiğinde bi daha yapıp yediremedim, yiyemedi

oğlum siz yiyin” diyor.

Ee çocukluğu Ali abilerle ve diğer

yoldaşlarla geçen birinin hayatında olmaz mı bir

Ali ya da olunmaz mı bir Ali…

Taksimde istiklal caddesi’ndeyiz yılın ilk

karı yağıyor yine, yanımda sevdalım biricik

sevgilim Baki var, el ele yürüyoruz. Yıllar öncesini

Ali abiyi anlatıyorum ilk kez. Her kar yağdığında

aklıma gelir onun yokuştan çıkışı ve tekrar o

yokuştan gidişi, dönmeyişi….gülümsedi, tuaf bir

gülümseme normal değil. “Bak” dedi “beni iyi

dinle madem konuyu açtın beklide bundan sonra

yağacak olan kar sana ikinci bir kişinin gidişini

anımsatacak, belki her yer bembeyazken senin

yasın siyahın olacak her yer, bende gidiyorum’’

tam ağzımı açtım nereye diyecektim ki eliyle

ağzımı kaptı ‘’susss’’ dedi, ‘sadece dinle bir şey

söyleme’’ gözlerime bakamıyordu, gözlerini tam

karşıya dikmiş bakarak kararlı bi şekilde

konuşuyordu. “Bunca zulüm, yoksulluk ve bir

halkın inkarı varken ve o halk özgürlük mücadelesi

veriyorken dağlarda, benim burada olmamı

bekleme ve isteme, bizler onurumuza ve

kimliğimize halkımıza sahip çıkmalıyız.

Özgürlüğümüzü bağımsızlığımızı kazanmadan

yaşamak haram bize. Anla beni herkes gibi olmamı

bekleme, memur olamam sabah işe gitmek için

kalkıp akşam eve gelemem, hiç bir şey yokmuş gibi

iki çocuk yapıp sıradan herkes gibi olamam.

Halkımız da bende bu onursuzluğu kabul etmeyiz

etmeyeceğizde. Bunu anlamalısın sakın bir şey

söyleme, sana sevdam büyük ama halkımıza ve

özgürlüğümüze olan sevdam bağlılığım daha da

büyük, halkım için seni, senin içinde kendimi feda

ederim başka bişey düşünme olan biten bu.

Yüreğim buz kesti tek kelime edemeden

gözyaşlarım kan, sel olup aktı, başım döndü,

sadece ‘’ ne zaman ‘’ diye sorabildim. ‘’ Az kaldı bir

iki, haftaya giderim ‘’hiçbir şey konuşmadan

saatlerce el ele yürüdük bir yere de oturmadık

nasıl otururdum ki sığmıyordum ki şu koca

dünyaya. Ağlamam hiç durmadı tutamıyordum

kendimi gitme de diyemiyordum nasıl derdim ki,

aynı toprakların insanıydık ayrı da düşünmüyorduk

üstelik yoktu yani ayrı gayrımız. Sessiz sesiz

ağlamaya devam ettim. Aşka en çok çaresizlik mi

yakışıyordu. Eve gidine kadar tek kelime etmedi ne

o ne de ben üstelik gözgöze gelmemeye özen

gösteriyorduk. Toparlamaya çalıştım kendimi,

‘’sen gidersen dağım devrilir, yalnız, ıssız, sessiz,

kırgın kimsesiz olurum bu hayatta, geçerim belki

de bu kıyametten ama ömrümde sızın kalır,

ömrümüz genç bu kıyametin sızısı kalacak

gönlümüzde. Ne diyeyim sevdam ateş ortasında.

Yolun açık olsun. Ama dedim egemen güçlerin

yazdığı bu yazgıya yenik düşemem senden bir

parça can kalmalı bana ve o gece ondan bir can

aldım hissettim bunu. Bir hafta sonra eve

geldiğinde “şehir dışına çıkmam gerekiyor, yarın

akşam gideceğim” dedi, anladım gidecek ve

dönmeyecekti. Çaresiz kalktım kıyafetlerini

hazırladım başladım ağıt yakmaya biliyordum,

ölüme yolcu ediyordum onu, içimde kıyametler

kopuyordu. “Gitme” diyemedim. Ne gariptir yine

kar vardı. Sevdiğimin de parkası, sırt çantası vardı

ve karlı bir akşama da yine ölüme uğurlamıştım,

yaşamak ve yaşatmak için. Aradan 30 sene

geçmişti ne Ali’ler ne de Baki’ler tükenmemişti.

Evet, haberler de geçiyor yılın ilk karı

mega kente düştü diye. Devlet yetkilileri yine bir

yığın önlemden bahsediyor, tüm yetkililer bu karlı

günlerde ölüme gönderiyor başka bir halkın genç

çocuklarını. Oğlumla kar topu oynuyoruz 10

yaşında . ‘’ Anne, dağlar çok mu soğuktur? Babam

çok üşüyor mudur O da bizim gibi kartopu

oynuyor mudur?”

SULTAN GÜLİSTAN

Page 33: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

DOKUNMA

‘’Neden anlamıyorsun,’’ dedi öfkeyle

yerinden kalkarak. Ruhumun sesini hiç mi

duymuyorsun? Yalanların bitmeyecek mi senin.

Tanımadıklarına sevgi yağdıran sen, neden senin

için ölen birine dokunmuyorsun. Neden? Neden…

Ağlamaktan gözleri şişmişti. Yüzü

sırılsıklam vücudu terlemişti. Varlığına neden

şükrediyorum yok mu senden başka ten. Yok mu

başka gözler. Ruhumun yaralanması yetmedi mi?

Bedenimin yalnızlığı, soğuduğu yetmedi mi?

Öfkeliydi. Pencereye çıktığında üstü

çıplaktı. Göğüslerinin küçüldüğünü zannetti. Baktı.

Rüzgâr hafif çarpmaya başladığında azda olsa

kendine gelmeye başladı. Yalayıp geçiyordu rüzgâr

tenini. Ruhundaki yaralar tekrar alevlenmişti.

Islaktı gözleri. Parmaklarını pencere korkuluklarına

doladı. Saksıdaki çiçek kurumuştu. Uzun süredir su

vermediğini hatırladı. Cansızdı artık çiçek.

Dallarına dokunduğunda kırıldı bir bir. Üzüldü

kırılan dallara bakarak.

Köşedeki çocuğun ona baktığını gördü.

Çocuğa ilgisiz bakarak birden öfkelendi. Avazı

çıktığı kadar bağırarak:

— Ne o yatmak mı istiyorsun benimle?

Yatmak mı yoksa sevişmek mi istiyorsun? Bedenim

mi? Ruhum mu? Hangisi seni ilgilendiriyor.

Bedenimse bak soğuk. Memelerimde dik değil

artık sarkmış. Yoruldu anlıyor musun yoruldu.

Ruhum mu? Kirlenmedi kirletmedim. Dokunmadı

kimse. Saçlarımdan tırnağıma kadar öptüler ama

kimse ruhumu öpemedi!

Pencere parmaklıkları sallanıyordu.

Paslanmış kimi yerler avuçlarını sararttı. Ellerini

havaya kaldırarak:

— Hadi gelsene ne duruyorsun.

Çocuk anlamamıştı söylediklerini.

Gözlerini küçültmüş halen bakıyordu. Elindeki

tespihi sallıyor, spor ayakkabılarıyla ayağını hafifçe

yere vuruyordu.

— He ulan! Ömrümde görmediğim

arabalarla gezip önümde dururken, geçerken gel

demiyordun. Görmüyor muydun aylardır burada

beklediğimi? Kahkahaların sokağı inletirken,

perdeleri kapatmadan önümüzde sevişirken niye

gel demiyordun?

Çocuk sinirlenmişti. Sadece gel dediğini ve

kadının bağırdığını anlamıştı. Gözleriyle intikam

alırcasına süzdü tekrar kadını:

— Sana verecek param yok benim, dedi.

Vurmuştu kadını sözleriyle. Kadın

gözlerinin yaşlarıyla ıslanan dudaklarını emdi. Kan

ve gözyaşı karışmıştı bir birine. Dişleriyle

kanatmıştı dudaklarını. Durdu çaresizce bakındı

etrafına. Çocuk dışında kimse yoktu. Çocuğa

bakarak acıdı ona. Aslında acıması kendineydi. Ne

kadar da zavallıyız dedi saksıda kuruyan çiçeğe.

Çocuk dudaklarını okuyamadı. Anlamsız anlamsız

baktı tekrar. Gözyaşlarına takıldı gözleri.

Pencereye kadar yanaşmış kadının memeleri

üzerindeki jiletlenmiş yerleri fark etti. Esmer

teninin üzerinde bembeyaz yerleri gördü. İrkildi ilk

kez. Damarları dışarı çıkacak gibiydi. Mor beyaz

damarları görünce ürperdi. Boyun kemikleri dışarı

çıkacak gibi duruyordu.

Göz göze geldiler. İkisi de şimdi sakindi.

Kadın ilk defa çocuğu görüyormuşçasına baştan

aşağı süzdü.

Çocuk afallamıştı. Bir an sustu. Kusmak

için eğildi. Söylenenler içine oturmuş midesini

bulandırmıştı. Ayağa kalkarak geri çekildi. Kapı

açılmış kadın kapının içinde onu bekliyordu.

Yürüdü içeri girerek ayakta bekledi onu. Kapı

kapanmıştı.

Ev rutubet almıştı. Tavandaki alçı

dökülmüş... Yatak örtüsü sararmış kimi yerlerde

siyah olmuştu. Karşı duvarda kocaman bir ayna

vardı boydan boya. Ayna kararmış zar zor kendini

seçebiliyordu. Duvarda asılı olan çıplak resmi

görünce yaklaştı. Havva ananın resmiydi. Elinde

yarısı dişlenmiş bir elma vardı. Diğer elinde

bulunan yaprak ile önünü kapatıyordu. Kapının

kolu kırık çivi halen yerdeydi. Ayakta odayı izliyor

sidik kokusunun genzini yaktığını geçte olsa fark

ediyordu. Kadın ona bakıyordu. Çocuk tereddüt

içindeydi. Korktu bir anda. Kadına bakınca elleriyle

göbeğinin üzerinde biriken yağları inceliyordu.

Yerde jilet ve prezervatif olduğunu,

yanında da kurumuş ekmek parçalarını gördü.

Tepsinin içinde kan lekesine bulaşmış bir elma

vardı. Kadın yıpranmış taytını aşağı sıyırarak

çocuğa doğru yürüdü. Çocuk irkildi tekrar.

Eliyle pantolonunu sıkmış bırakmıyordu.

Pencereden içeriyi süzerken evi hiç bu halde

görmemişti. Hayallerini süsleyen kadın bu değildi.

Duvarda küçük bir kâğıt parçasına gelişi güzel

yazılan sözler dikkatini çekti. Okuyamıyor harfleri

Page 34: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

seçmeye çalışıyordu. Kadın onun yazıya baktığını

görünce:

—Bacaklarını reklama kaptıran kadın,

kocayı ilah yapan melek, belleyen düşler, iki

bacağa emanet namus, şehvete kapılan ben ve

birkaç inilti…

Kadın okudu bir anda. Ses tonu yüreğini

okşadı çocuğun. Çocuğun gözlerinin içine bakıp

elini yanaklarına sürerek:

—Pazarda satılan kadın, alınan başlık

parası, kafamızdaki kızlık zarı biliyor musun patladı

beynimde. Şimdi ben buğdayla değiştirilen kadın,

peşkeş çekilen bedenim!

Çocuk sustu. Hiçbir şey diyemedi. Kolları

düşmüştü yanlarına. Avuçları terlemiş, nefes alış

verişlerini sayıyordu. Kadına bakamıyor başını öne

eğiyordu. Kadın yatağa doğru uzanarak başını

geriye doğru attı. Bacaklarındaki kıllar biçimsiz

kesilmiş, sivilceler çoğalmıştı. Mırıldandı başını

kaldırmadan. Tavana bakarken, gözlerini hafif

çevirerek pencereye takıldı bakışları…

***

Babası kopan bacağını inceliyordu.

Sağında protez bacağı, önünde de tütün tabakası

vardı. Sobadaki odunların çıkardığı çıtırtılar

bozuyordu sükûneti. Kar yağmış evden dışarı

çıkamıyordu. Berivan karşıda mindere yapışmış

gövdesini inceliyordu. Tahtadan yaptığı bebek

elinde, ninni söylüyordu. Saçları yanmış

kirpiklerinin üzerinde küçük bir yara vardı.

Kilim hiç yıkanmamış, böcekler üzerinde

yuva yapmıştı. Kırık pencereden rüzgâr içeri

giriyor, soba yanmasına rağmen üşüyordular.

Ceketini omzunda indirerek Berivan’nın üzerini

örttü. Şalvarı delinmişti. Yamalı olmayan hiçbir yer

yoktu. Topallıyor, bazen yürümekte zorlanıyordu.

Protez bacağına rağmen baston kullanıyor, ama

bir türlü yürümeye alışamıyordu.

Ekmeğini ayrana batırarak yumuşattı.

Dişleri hiç kalmamış, diş etleriyle çiğniyordu.

Boğazı kapanmak üzereydi. Yutkundu ama tat

alamadı. Gözleri seçemiyordu artık. Ayran tasını

kafaya dikti. Bıyıkları ve sakalları ayran olmuş

olduğunu fark edince elinin tersiyle temizledi.

Kalkmaya çalıştı. Protez olan bacağı halen

acıyordu. Bastonu eline alarak kapıya yöneldi.

Tahta kapı gıcırdayarak ses çıkardı. Siyah lastik

ayakkabısının tekini arıyordu…

***

Toprak yeni kazılmış, halen küçük

tümsekler vardı. Kuzular yeşilliğin içinde başlarını

kaldırmadan ilerliyordu. Berivan elindeki küçük

sopa ile peşlerinde gidiyor, bir yandan da

papatyaları koparmaya çalışıyordu. Babası

arkasında ikide bir onu uyarıyor, acele gitmemesi

için kızıyordu.

Annesi sırtındaki heybenin içinde Mizgin’i

uyutmuş arkalarında bakıyordu. Altı yaşındaydı

Berivan. İlkbaharın erken gelişi sevindirmişti onu.

Hep yaylalara doğru koşuyor, ellerini iki yana

açarak uçmak istiyordu. Lastik ayakkabılarını

çıkarmış şimdi çimlerin üzerinde dans ediyor,

gözlerini kapatarak başını yana bırakıp

dolanıyordu. Sessizliği kuzuların çıngırağı ve

Mizgin’in ağlayışı bozsa da, huzurlu huzurlu

koşuşturuyor yerinde durmak bilmiyordu.

Akşam olmak üzereydi. Daha önce hiç

görmediği yerdi burası. Karşılarında kocaman

dağlar ve tepeler vardı. Dağın dibinde geçen suya

takıldı gözleri. Su masmaviydi. Türlü türlü ağaçlar

uzamış, kimi ağaçlarda yanmıştı köküne kadar…

Ağaçların altında birkaç kişinin onları

izlediğini gördü. Yeşil çadırın içinde iki kişinin

kahkahaları geliyordu. Yerde birinin uzanmış

olduğunu gördü. Yerde yatan kadın ölmüş yanında

siyah bir çanta ve hayatında görmediği bir silah

vardı.

Kolunda hançer dövmeli adam Berivan’a

bakıyor, Berivan’da anlamsız gözlerle hançer

dövmeli adamı izliyordu. Hançer dövmeli adam

gülmeye başladı. Babası Berivan’ı kucağına alarak

hızlı adımlarla koşarcasına yürümeye, kuzuları

toparlamaya başladı. Bir o başa, bir bu başa

gidiyor, eline aldığı taşlarla kuzuları geri

çeviriyordu. Berivan’ı sırtına almış bırakmıyor,

kendi kendine söyleniyordu.

Çıtırtıyı duydu. Fark etti. Ayağını kaldırırsa

havaya uçacaktı. Durdu yerinde. Kıpırdayamıyor

etrafına bakınıyordu. Hançer dövmeli adamın

kahkahaları halen geliyordu kulağına. Karanlık

çökmüştü. Etrafını göremiyordu artık. Berivan

sırtındaydı. Kuzular kaybolmuştu gözden. Ayakta

kıpırdamadan durması yormuştu onu. Saatler

geçmiş fakat dakikalar geçmek bilmiyordu.

Yutkundu. Berivan sırtında uyumuştu bile. Ne

yapacağını bilemiyor, karanlığı seçmeye

çalışıyordu.

Mermiler ona doğru gelince kulak

zarlarının patladığını sandı. korkunç ses beyninde

dalga dalga yayıldı.

***

Page 35: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

Karanlık çökmüş lambayı yakmamışlardı.

Hiç konuşmadan bakıyordular birbirlerine.

Dışarıda vuran ışık aydınlatıyordu içeriyi. Suyun

sesi rahatsızlık veriyordu artık. Musluğu

sıkmamıştı. Saatlerce oturmasına rağmen

yorulmamıştı. Açlığını hissetti. Ağız kokusu

nefesinden dışarı çıkıyordu artık. Son sigarasını

yakarak dumanını çocuğa üfledi. Çakmak yanınca

çocuğun gözlerinin içindeki ışığın kaybolduğunu

gördü. Duman sivrisinekleri hareketlendirmişti.

Vızıltıları duyuluyor, karanlıkta seçilmiyordular. Bir

sivrisineğin koluna konduğunu ve iğnesini

batırdığını hissetti. İğne batan yere hızlı bir tokat

attı. Kan bulaşmıştı avuçlarına. Islaklığı fark etti

sadece.

Çocuğun orada olduğunu hatırlayarak

güldü. Yüzünü çevirmeden:

—Hiç yattın mı kimseyle? Güldü tekrar.

— Ya bir deliyle seviştin mi hiç?

Güldü tekrar:

– Hadi durma gel, dedi çocuğa.

Çocuk kararsız kalmış bakıyordu sadece.

Taburunu kaybetmiş komutan gibiydi. Kadının

sözleri savunmamız bırakmıştı onu. Çıplaktı.

Beyninde bombalar patlıyordu. Ruhunda açılan

savaş bedenini yerle bir ediyordu.

Kadına doğru bir adım attı. Kadın ayağa

kalkarak durdu önünde. Kadın halen çırılçıplak

çocuk ise giysilerini hiç çıkarmamıştı. Bakıştılar.

Küt küt atıyordu kalbi çocuğun. Okyanuslar gibi

taşıyordu. Kadın fırtınadan kurtulan kaptan

edasıyla dik dik bakıyor, susuyordu.

Kadın çocuğun üzerinde bulunan tişörte

elini atıp çıkarmıştı. Çocuk elleriyle bozulan

saçlarını düzeltiyordu. Atlet giymemişti. Göğsünde

birkaç tel kıl vardı. Bıyıkları daha çıkmamış, sarı

tüyler belli oluyordu. Kol ve göğsü jiletlenmiş,

vücudu haritaya çevrilmişti. Kot pantolonu düştü

yere. Şortunu indirmeden kadına:

—Abla çorabımı da çıkarayım mı?

Kadın durakladı. Hiçbir şey demeden

çocuğu kendine doğru çekerek göğsüne bastırarak

ağlamaya başladı. İkisi birlikte ağlıyor, gözyaşları

bir birine karışıyordu. Kadın daha bir çocuğa

sarılarak:

—Ah çocuğum neden dokunmayı

öğretmedi kimse bize! Neden sarılamadık

birbirimize? Neden unuttuk dokunmayı?

Kadın kekelemeye başladığında, çocuk

elindeki tespihi düşürmüş, eliyle kadının saçları

arasında yanan deriyi okşuyordu…

GÖKHAN BİÇER

Page 36: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK

Dişleri çürümüş bir ağız gibi

ahşap evler birbirine yaslanmış.

Sararmış, rengini atmış duvarlar

hayat yokmuş gibi yaşama durmuş.

Tarih bugün isyan eder belki de

böyle yasak savar konuşmaların

tavan arası yalnızlığında.

Dar ve küçük pencerenin perdesinde

ve loş odada titriyordu mum ışığı.

Tavan arası, günahlarında susan

ve kasveti dağıtan sığınağıydı aşkının.

Bir enkazı gezer gibiydi geçmişi

sessiz eşyalar içine yığılıp

küfünü dağıtıyorken kapalı odanın.

Rum aksanı ile

Türkçe konuşuyordu.

Kaçırıyorken bakışlarını

alay eden bir insanın yüzüydü yüzü.

Sevdasıyla birlikte

mahsur kalmış

sıkışıp cendereye.

Alevden bir dil gibi

kapıdan sızan ışık.

Tavan arasının ışıklı gözünden

perde hafifçe kımıldar rüzgar girip.

Müphem hayaline

yalnızlık hükmü verir

büyük pişmanlıklarla dolu yaşam.

Gözleri kapalı gider iç güdüyle.

Kimi zaman deli bir keşiş gibi

şeytanla dost olur,

kim zaman hapseder

kendini bir manastıra.

Keyfinin sisli bulvarlarında

öfke ve kuşku kırıntılarının

bulutları içinde yüzüyorken,

içinde tuttuğu bir soluk gibi

boşaltıverir bir nefes verip aşkını.

Havasız kuytu köşelerine evin

kadınca bir parfüm yayılır,

kadınca bir tutukluk yapar elleri.

Yamalı bir sevginin üstüne

biraz tuzu eksik olsa da

fark etmez,

aşkın tadına hasretlik kattı mı

tadına hele sırılsıklam eylül....

Hoyrat ellere vermeye kıyılmazsın

kuru bir ses, kuru bir nefes olsan da

süzüp eleştiren bakışların,

itaatkar bir öğrenci gibi

battal bir masanın,

battal bir iskemlesinde

pencere önünde oturup

kucaklaşmış gibi çiçeklerle

yüzleşir suskunluğunda tenin.

Yüzündeki sert hatlar derinleşir sessice,

meşakkatli günlere kalır artan ömrün

ve ustalıkla sıyrılır aşkların suçundan.

Kuvvetli bir esans ve pudra kokusunda

çekmeden yaşamı iki nefes,

bunaltır doldururken genzini.

Sevişmeden önce zil zurna

aşkta mekan tasvirlerine dalar gözlerin.

Ve sonra

frapanca giyinip

çıkarken dışarıya,

yasak öpüşlerde

gizemli neler döllerdin aşkına.

Telaşlı elbisen

ve kır çiçekleri telaşlı üzerinde

ve kıvrımlarında desenler

ve adım atışlar telaşlı.

Bir bıçkın delikanlıyla aşkının

etrafına saçıp düşlerini,

düz ökçeli rüküş ayakkabınla

tezat bir yürüyüşündü

bozuk kaldırımlarında sokağın.

Gözü bozuk bakışlardı çevrende

içinde bir heyecan yaratan.

Parça bölük, yarım yamalak

çarpa çarpa geliyorken

gece karanlığında birkaç çift ayak sesi,

her şey susmuş yüreğindeki pansiyonda

hayat durmuş gibi

şehrin sokakların da.

Bir kat daha yabancı şimdi

tozlu aşk sayfalarında

yalnız bırakılmış cesaretler.

Bir bakış, bir ürperti

kenar mahallelerinde şehrin

ve yalnız bırakılmış

yüreğinin istasyonlarında.

Bir enkazı terk edip

eski bir elbise gibi üstünden

çıkarınca aşkını,

koskoca bir hiç kaldı geriye

koskoca boynu bükük

bir yalnızlık.

AHMET CANBABA

Page 37: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

BARAN’IM

çağır beni

el vurmadan demir parmaklıklarına

dokunsa tenine yırtık güneş

incinir misin Baran’ım

sancır mı için dolu dizgin boranım

sazından demleme türküleri

zaten içmişim akşam boyu

“ela gözlüm ben bu elden gidersem”

ela üstüne sahte göz düşmüş

gecenin matemini yudumlamış mavi

ne çok geçmişiz akşamın sisinden

bir yerlerde dil üşümüş

fark edememişiz..

sineme dökülen yağmurlar

alsın gözlerimden nemini

sağaltsın yıldız tozları

küfre götürsün yemini

ne çok bulut geçmiş üstümüzden

kanım

canım

yarenim

ne çok üşümüşüz göz pınarlarında

ne çok düşmüşüz içimize Baran’ım..

ne çok gülmüşüz yediğimiz hançere

hoşça kal gamından keder içen boşvermişlik

biz de bir zamanlar akşamları fıçılara doldurur

sabaha kanyak niyetine içerdik

uçamazdık da kelaynak diyetine vazgeçerdik

ah Baran’ım

mışılda hazan türkülerini

mışılda ninnileri

ağzı tutmazların şirretine

mışılda Baran’ım

bu sabah yine içeceğim şerefine

yudum almayacak zaman

bir kadeh de saatin eşrefine bee

içelim ölelim Baran'ım

içelim en iyisi.. içelim

içelim gülelim..

CUMHUR KARACA

YARGISIZ...

gecenin karanlığı sığınak olmuştu o ''an''a

kimseler yoktu,tenhaydı yeryüzü

gök yüzünde bulutlardan bir örtü

Tanrıçalar görmedi olanları

tanrılar uyukluyordu,bihaber

öleceklerini biliyor gibiydiler

belki de umutsuzluktandı sessizlikleri

belki de ölümü biliyorlardı tek kurtuluş olarak

bir tek ölümdür çaresizlere sığınak

rengarenk kan kaplamıştı duvarları

renkler matlaşmış umutsuzluktan

renkler kaybetmiş benliğini,

benliği ölümlerde saklı...

kimse duymadı henüz

tanrılar bile anlamadı yokluklarını

tanrıçalar bekliyor cam kenarlarında

umutsuz

ilan ediyorum;

infaz ettim düşlerimi

yetim kaldı çocukluğum

pişman değilim!

ZAHİTTİN ATEŞ

Page 38: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

… BİTMEYEN DESTAN

burası sınır olsun demişler

yüreğimizden bölünmüşüz

yüzyıllardır kopuşmayan köylerimiz

var

toprağı sıksak ekmeğimize yetmiyor

kara ve kalleş kaderimizin sebebi

bu

dağlar

bu taşlar

bu

vadiler

bu

canlar

bu

köyler değil

tarihin uçurumları

kalem

kalem yüzümüze

işlenmiş

kaçakçılık yevmiyeciliğine mecbur

edilmişiz

anamızın sütü gibi ak

avuçladığımız toprağımız gibi

helalinden alın terimiz

damlayamadan donar

kazınır tenimize

hakkımıza düşen ziyan olmakmış

İsrail malı heronlar

amerikani predatorlar

azrailin gözü olmuş gökte

azraili kıskanan ölüm tacirleri

kimsesizlerin pişmiş toprağını yere

çaldılar

hilafsız öldürüldük uludere’de

paramparça yüzümüze bakmaya

korkmayın

son kere öpmeniz

nasip değilmiş bize

ağladım

kimsesizliğimize ağladım

vicdansızlığımıza ağladım

toprağı pişirmemizden

pişmiş toprakta aş pişirmemizden bu

yana

bin yıllar geçti

çiğnediğimiz et, canımızmış meğer

vatandaştık

kütüklerimiz ayrı

kayıtlıydık devlette

kaçakçılık yevmiyesi uğruna

katli vacip sayılmamızın delili

dağda gezen ceylanlığımızmış

dahhakların

deccallerin

yüzleri varmış diyorlar

ama gözleri karanlık

gözbebekleri deliksiz cam

kalpleri kan makinası

sürmeli gözümüze duydukları kin

öldürülmemizin esasıymış

kurban olduğum

o yakaran gözleriniz

bir daha baksın diye

kutsal bir nefes bulsam diyorum

dualar bu kadar mı çaresiz

küfürler yetmiyor

soysuzluğa sürüyorlar insanlığı

suyumu kayra’dan aldım geldim

fırat’sız eksiğim

dicle’den doldurdum üstünü

selvi ağaçları suya kurşun döksün

mezar taşlarınız kavrulmasın diye

bir testi su koydum başucunuza

evladı insanız

evladı mazlumuz

son defaya mahsussa

kurbanlık insan

olmamız

parçalanmış yüreğimiz huzur bulsun

soyumuz çocuklarımıza yar olsun

diye

boynu bükük ve razıyız

nato’ya girdiğimiz sıralardı

ahmet arif

otuz üç kurşun şiirini henüz yeni

söylemişti

emir kanundu r dediler

koydukları yerler bilinmesin diye

ahaliyi evlere kitleyip

toprağa mayın döşediler

anti tank

anti personel

kalleş bir tık sesi

andan kısa

son nefes öncesine sığmış sessizlik

ömürlük rüya sessizliği

ve infilak

ölmediysek

uzuvlarımızı birer birer

duasız mezara

gömeriz

cahilliğimizden değil

bilmezliğimizden değil

emekgücümüzü satın alsınlar diye

garibanlığımızın

el sayılmamızın

kul oluşumuzun üstüne

canımızı eğerlemeliymişiz

gül kurusu akşamlarda

ahmet arif’imizin otuz üç kurşun

şiirini okuyorum

kimsesizliğimizle ağlaşıyorum

gül kurusu şafakların rahmetine

sığınıyorum

yaramızı kara toprak sarmazmış

meğer

dahhakın katil gözlü heronları

batman’a bir konuyor bir kalkıyor

u s a damgalı incirlik bizim diyoruz

varoşlarıyla oynaşan ıstanbul

hâlâ bizans

roboski’nin evlatları

evlatlarımız

dahhaklarca telef sayılır

naçarlık nedir

masumiyet nedir

vicdan kime ait diye kardeşçe

soralım

bütün yollar dahhaklığa bağlanmaz

elbette

uyanıp bir damla içmeyeceğinizi

bile

bile

göz yaşım testileri

göz yaşım bardakları

başucunuza taşırım

vatandaştık

kütüklerimiz ayrı

kayıtlıydık devlette

kütükten

cariden

düştü adınız

HASAN ERKUL

Page 39: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik

ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA

geldiğinde yağmur yağmadı farkında mısın

nasıl ıslandık oysa her yanımız sırılsıklamdı

gülüşlerin her yanı inletiyordu gürül gürül

orta kulak iltihabımı söküp atmıştı sesin

gün ne kadar kısaydı temmuz ayında

gecelerse ne çok uzundu bitmek bilmezdi

gün doğmalı hadi doğ doğ Hüseyin Gazi’nin ardından çık

her yanımı sarmalıydın nasıl beklerdim kızıllığını

doğ doğ ki az kalan parmaklarım kadar günler bitmeden

gelsin sevdiğim tutsun serçe parmağımdan

bırak dokunduğun yerde kalsın ellerin

nasıl aydınlanacağım bir bilsen karanlıklar içinde…

kolay olmalıydı yaşam gibi olmasa da

Fransa’da Rusya’da Çin’de Vietnam’da Küba’da

ölüm de kolay olmalıydı özgür vatanım da…

sevişemediğimiz her gecenin ahı içimde kalsın dokunma

her destan bunu anlatacak

ölmek kolay olmalı yaşam kadar olmasa da

her destan bunu anlatacak

haberler manşetler hepsi hepsi yalan yalan

her destan bunu anlatacak

sakın bir daha öpme ölüm bu kadar yaklaşmışken

konuşmayalım artık ölüm beni sarmışken

korkma artık ölümden hiçbir şey olmaz bana sen beni bu kadar sevmişken…

HASAN HÜSEYİN BEYDİL

Page 40: ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT …...sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik