yol mayıs haziran 2006 sayı 11
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
TIRMANDIRILAN ŞOVENİZM VE DEVRİMCİ MÜCADELE
✓ Provokasyonlar ve AKP'nin tavrı
✓ TMY'ye karşı ortak mücadeleye
✓ Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası
Yenilgisi: Neden? Nasıl?
✓ Varoşlarda iktidar mücadelesi
Finansal istikrarsızlık ve küresel denetim
İşsizim, ama diplomam var!..
İran ve güçler dengesindeki
son gelişmeler
Ustaların*
ustasız ustası
i ç i ndek i l e r
Yükselen gerilim ve devrimci mücadeleMehmet Vılmctzer / s.2
Provokasyonlar ve AKP’nin tavrıNihal Kayacan / s.6
TMY’ye karşı ortak mücadeleye Fikret Kızılton / s.8Toplumla Mücadele Yasası’na karşıyız / s. 10 TMY’nin kaynağı emperyalist ülkelerSevgi €vrim / s. 12
Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası Yenilgisi: Neden? Nasıl? / M. Sinan / s. 14 Bütünü görmek, başlıklara sıkışmamakMesut Mahmutoğulları / s.18
Finansal istikrarsızlık ve küresel denetimM. Özgür / s.21
Latin Amerika çıkarmasıRyşe Tansever / s.28
İran ve güçler dengesindeki son gelişmelerAyşe Tansever / s.33
Sınıf mücadelesinin sorunları - 1Haşan Oğuz / s.39
Varoşlarda iktidar mücadelesiMelih Ateşer / s.50
Ustaların ustasız ustasıUmut Aydın / s.52Aydın kimliği ile Vedat TürkaliZeynep Koru / s.54
Merhaba;Türkiye’de 2005 yılının Newroz kutlamalarının ardından
“derin devlet” eliyle kışkırtılan şovenist dalgaya şimdi de laiklik kampanyaları ekleniyor. ABD İran’a karşı saldırı planları yaparken AKP hükümetinden çok ordu ile işbirliği içinde olmayı tercih ediyor. ABD’nin AKP hükümetine karşı tutum değişikliğinden cesaret alan “milli” ordumuzsa sivil bürokrasiyi, üniversite rektörlerini ve CHP’yi yedeğine alarak fırsattan istifade pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Sözde “bölücü” ve “irtica” tehdidi ile laik-milliyetçi-devletçi bir kitle tabanı yaratılmaya çalışılıyor. İktidar bloğu içinde bu çatışmalar sürerken TMY adı altında faşist baskı yasaları hazırlanıyor ve reform adı altında neo-liberal yasalar ardı ardına Meclis’ten geçiriliyor.
Kışkırtılan şovenizm ve anti-İslamcı kampanyada sol harekete de davetiye çıkarılmaktadır. Ne yazık ki solun kimi öbekleri böyle bir etkilenmeye açık bir pozisyonda duruyorlar. Sol iktidar bloğu içindeki saflaşmalara karşı bağımsız tavrını korumalı ve AKP’nin olduğu kadar laik-şovenist cephenin de gerçek yüzünü deşifre etmelidir.
Yol’un bu sayısında asıl olarak politik durum değerlendirmelerine ve sol hareketin güncel gelişmeler karşısındaki tavrına ağırlık veriyoruz. Bunun dışında Türkiye ekonomisinin son durumunu ve işsizlik sorununu ele alıyoruz. Dünya sayfalarımızda ise İran’la ilgili gelişmeler ve Avrupa Birliği - Latin Amerika buluşması üzerine değerlendirmeler var. Kültür sayfalarımızda Vedat Türkali dizisinin son yazısı ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz yönetmen Atıf Yılmaz’la ilgili bir yazı yer alıyor.
Yeni sayıda görüşmek dileğiyle...
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
YÜKSELEN BERİLİM VE
DEVRİMCİ MÜCADELE
Mehmet Vılmcızer
"Cum huriyetin esas sahip leri" tarafından AKP'ye bir a lte rnatif yaratılmah istendiği sır değil. Üstelik bunun som ut bir zaman sınırlaması da var;
2007 seçim leri öncesi böyle bir a lte rnatif yaratılmış olmalıdır.Bu alternatifin belki tek başına iktidara gelm esi m üm kün olmayabilir, fakat AKP,
bu durumda en azından koalisyona m ecbur edilm iş olacaktır.
Nisan sonu sınıra yapılan yığınakla gerilim iyice yükselmiş, günler her an başlayacak bir operasyon beklentisi ile geçmişti. Sonra, ortam kısmen yumuşadı veya yeni bir gerilim dalgası ne zaman ve nasıl gelecek beklentisine dönüştü. Bu arada gerçekleşen Amerika Dışişleri Bakanı Rice’ın gezisinden, ne PKK ne İ- ran konusunda çok somut sonuçların alınmadığı ortaya çıktı. O günlerde öyle bir hava estirildi ki, ordu büyük bir operasyona başlamak üzere ve bu konuda ABD’nin doğrudan olmasa da, dolaylı bir onayı alınmıştı. Bu büyük gürültüden sonra yaşanan durgunluğu ve bütün olanları nasıl yorumlamak gerekir?
“Cumhuriyetin esas sahipleri” tarafından AKP’ye bir alternatif yaratılmak istendiği sır değil. Üste- 1 i k
bunun somut bir zaman sınırlaması da var; 2007 seçimleri öncesi böyle bir alternatif yaratılmış olmalıdır. Bu alternatifin belki tek başına iktidara gelmesi mümkün olmayabilir, fakat AKP, bu durumda en azından koalisyona mecbur edilmiş olacaktır. Bu gidişin içinde güçlerin hesaplaşması için, Cumhurbaşkanlığı seçimleri de önemli bir moment olacaktır.
Bu gerilimin altında ise temel gerçek neden yatmaktadır. O da, ordunun hem AKP iktidarı hem de AB süreci nedeniyle mevzi kaybetme o- lasılığıdır. AB’ye giriş görüşmeleriyle bu zemin kayması başlamıştır. Buna ordudan bir tepkinin er geç gelmesi bekleniyordu, bu süreç işliyor; Fehmi Koru’nun dediği gibi “saat tıklıyor” . Siyasal dengeleri etkilemek için burjuva düzenleri içinde bin bir yol vardır. Çeşitli konulardaki skandallar bunların en bilinenidir. Ancak “ideolojilerin öldüğü” ve bir anlamda “toplumsal değerler”in büyük aşınmaya uğradığı dünyamız
da, eski tip skandalların fazlaca etkisi olmuyor. Örneğin
bugünün dünyasında en fazla üstünde spekülasyon yapıla
bilen konu “terörizmedir. Bir ülkeye veya bir örgütlenmeye bu damga vurulunca ardından büyük
bir kuşatma başlayabiliyor. Bunun bile son süreçte epeyce yıprandığı biliniyor. Bizde ise, siyasal gerilim ve yıpratma yaratmak için, yolsuzlukların yanında, bugün hala geçerli iki konuf “bölücülük” ve “irtica”dır. Özellikle son yirmi yılın politik ortamı hatırlanırsa, düzen partileri sürekli milli güvenlik kurulunun çizdiği alan içinde kalarak politika yaptılar ve sonuç tümünün parlamento dışında kalması oldu. Cumhuriyet tarihinin lanetlileri, “dincilerin” iktidara gelmesi yetmiş yıllık cumhuriyetin “temellerinin” ne ölçüde aşınmaya uğradığının çok açık kanıtıdır. Dolayısıyla, bugünkü alternatif yaratma girişimleri, aynı zamanda böyle köklü bir denge kaymasına karşı da bir operasyon olduğu için, zor ve kap
samlıdır.
sorunu” derin devletin p ro v o k a s yonlarıyla
epey-
2
MAYIS'HAZİRAN 2006 C J O İ
dir yeniden gündemin ilk sıralarına tırmandırıldı. Fakat alternatif yaratma zamanı daraldıkça tek tek provokasyonların etki gücü zayıfladı, üstelik bunlardan bir tanesi Kürt halkı tarafından suçüstü yapılarak deşifre edildi. Bu kez gerilim, “sınır ötesi” dahil askeri bir operasyon seviyesine tırmandırıldı. Bu konuda nasıl gelişmeler yaşanacağını bugünden kestirmek zor olsa da, oradaki operasyonların esas olarak iç politika gerilim- lcrine göre ve onları etkilemek için yönetileceği yeterince açığa çıkmıştır. Bu kadar büyük yiğınağın-eğer gerçekten söylendiği gibi büyükse- tek nedeninin iç politika hesaplarıyla sınırlı olmasının düşünülemeyeceği akla gelebilecek ilk sorudur.
IIBu sorudan, bölgedeki duruma
ve Türk Devleti’nin konumuna gelelim. ABD’nin son sekiz-dokuz aydır Türkiye üzerine girişimleri bazı ö- nemli değişimlerin yaşandığını gösteriyor. Hemen Irak Savaşı öncesi bozulan ilişkiler çeşitli seviyelerde yeniden kurulmaya, kırılan “stratejik ittifak” zemini onarılmaya çalışılıyor. Henüz somutlaşmış hiçbir şey olmadığı tespit edilmelidir. ABD’nin, AKP hükümetinden çok, ordu i- le ilişki geliştirmeye çalıştığı, bu konuda, PKK’ye karşı “istihbarat paylaşımı” gibi bazı yakınlaşmaların sağlandığı bir gerçeklik olmasına rağmen, Washington’un bölge hedefi dikkate alındığında, henüz somut bir adımın atıldığı söylenemez.
Irak’ta düştüğü durumu dikkate alan Amerika, İran’a saldırıya hazırlanırken, çok sınırlı da olsa, bir ittifak oluşturmaya çalışıyor, Türkiye de, bu çerçevede yeniden Beyaz Saray’ın ilgi alanına girdi. Olası gelişmeler üzerinden bu ilişkinin derinliği üzerine bir sonuç çıkartılmak istenirse, bu noktada bazı önemli sınırların olduğu görülür. Birinci olasılık, ABD, Irak’ta ellerini biraz daha serbestleştirebilmek için,
Türkiye’ye burada belli bir rol vermek isteyebilir. Fakat bu bir kez denendi ve geri tepti, buna hem Irak güçleri hem de Arap dünyası karşıdır. Bu pozisyonlarda bir değişim olmadı. Bu nedenle, bu olasılık zayıftır. Ayrıca Türk Devleti, böyle bir bataklığa girmeyi ne ölçüde göze alabilir, bu büyük risk için ABD, Türk Devle- ti’ne hangi tavizi ve payı vermeye razı olabilir, böyle bir adım için, PKK üzerine yapılacak en geniş pazarlıklar bile yeterli olmaz. Bunun dışında çok zayıf olasılık olsa da, İran’a bir kara harekatı dahil, böyle bir yönelişe Türk Devleti’ni “kazanmak” ikinci senaryo olabilir. Bu ölçüde bir savaşı Türk Devleti’nin göze alması yine hemen hemen imkansızdır. Geri
ye, hava saldırısı ve olası bir ambargo için Türk Devleti’nden destek almak, yakın dönem için en büyük olasılık olarak görünüyor. Fakat bu ölçüde desteğin bile, mevcut bölge ve iç siyaset dengeleri açısından kolay bir adım olmadığı ortadadır.
ABD’nin Türk Devleti’ni böyle sınırlı bir desteğe bile razı edebilmesi için zorlu adımlar atması gerekiyor. Bunların başında, mevcut iç siyasal dengelerin değiştirilmesi gelmektedir. Nasıl ki, Irak Savaşı’na o dönemdeki Ecevit hükümetiyle gitmek, ABD açısından istenmeyen bir durum idiyse; İran’a karşı destek, sırf hava saldırısı ve ambargo konularıyla sınırlı kalsa bile, bunun mevcut iç siyasal dengelerden kolayca sağlanamayabileceği için, bu dengeler Amerika açısından yeniden sorun haline gelmiştir. Bu nedenle, ABD, Türk ordusunun Irak’ta eskisi gibi o- perasyon yapmasına izin vermese de, politikadaki etkisini artırmaya yarayacak tarzda sınırda ve Kürdis-
tan’da gerilim yaratmasına tolerans göstereceğinin ipuçlarını vermiştir. “Cumhuriyetin temellerine sahip çıkan” bir parti ve iktidar, ABD’nın İ- ran’ı havadan vurma ve ambargo ile yıpratma adımlarına çok daha rahat destek vere-
Sınırdaki “büyük yığınağı”, ordu karargahlarından birisinin Kürdis- tan’a taşınacağı söylentisiyle birlikte ele alınca, bu “hareketliliğin” sadece PKK operasyonu ile sınırlı kalmaya-
Sincan'da tank gezdiremeyenler, bunu Irak sınırında yapıyorlar. Şimdilik bu yığınağın bundan öteye bir kapsam alanı görünmüyor. Elbette, bu durum, ABD'nin bölgede Türk Devieti'ne yüklemeye çalıştığı rol ve bu yönde yapılacak pazarlıklara göre de
ğişebilir. Ancak şimdi iik taktik adım, Türkiye'de Siyasal İslam'ın etkisini kırmayı amaçlıyor.
bilir.
5
q o l MAYIS-HAZİRAN 2006
cağı düşüncesi yersiz değildi. Fakat şu ana kadarki gelişmelerden hareketle, bu yığmağın kapsamının geniş olmadığını ve daha çok iç politika dengelerini düzenlemek için yapıldığını düşünmek daha doğru olur. “28 Şubat postmodern darbesi”ni yeni koşullarda tekrarlayama- yanlar, darbenin uygulamasında böyle bir biçim değişikliği yapmıştır.Sincan’da tank gezdire- meyenler, bunu Irak sınırında yapıyorlar. Şimdilik bu yığınağın bundan öteye bir kapsam alanı görünmüyor. Elbette, bu durum, ABD’nin bölgede Türk Devleti’ne yüklemeye çalıştığı rol ve bu yönde yapılacak pazarlıklara göre değişebilir. Ancak şimdi ilk taktik adım, Türkiye’de Siyasal İslam’ın etkisini kırmayı amaçlıyor.
IIIBu gelişmelerin, Devrimci Hare
ket üzerinde yakın dönemde ve özellikle taktik alanda önemli etkileri o- lacaktır. Bu etkinin en genel olanı derin devletin sürekli körüklediği şovenizmdir. Bu körükleme artık linç olayları seviyesine tırmanmıştır. Şovenizmin bu yeni dalgası Siyasal İslam’a alternatif yaratma konusunda hangi rolü oynayacaktır, bunu yakın gelecekte göreceğiz. Öcalan’ın
Türkiye’ye teslim edildiği günlerdeki kadar bir etki yaratıp, bunu MHP’nin oya çevirmesi durumunda Siyasal İslam’ın alanı bir ölçüde daraltılmış olacaktır. Devrimcileri ilgilendiren yön, hem şoven faşist dalganın yükselmesi, hem de bu yükse
lişin kaçınılmaz bir şekilde devrimcilerin politika alanını daraltan etkilerinde yatmaktadır.
Birkaç yıldır devletin irtica ve bölücülük üzerinden yürüttüğü politikaların bazı sol parti ve örgütler ü- zerinde etki yarattığı görülüyor. Ayrıca devlet de Siyasal İslam’ın ve Kürt Hareketinin gücüne karşılık, sol içinde bir güç yaratmaya soyunduğunu zaman zaman açığa vurmuştur. “Kızıl elmacılar” sol içinde bile sayılmaması gerektiği için, etkinin bu sınırdan ötesi önemlidir ve böyle bir etkinin yavaş, ancak istikrarlı bir şekilde geliştiği görülüyor. Bu noktada bazı sınırların bulanıklaştırılması önemlidir.
“İrticaya karşı olmak” adı altında Kemalist zeminde politika yapmanın hiçbir gerekçesi olamaz. Bugünün Türkiye’sinde Siyasal İslam, bir yönüyle, Kemalist devlete ve o- nun imtiyazlı kurumlarına karşı sıradan insanın tepkisini dile getirme
yollarından birisi olmuştur. Olgunun bu yönünü görmeden, “irticaya karşı olmak” insanı politikada hızla Cumhuriyet gazetesinin çizgisine götürür. Oysa bu çizgiyle devrimciliğin ko- puşması 1970’li
yılların sonuna doğru gerçekleşmişti. Aradan otuz yıl geçtikten sonra kopuşulan noktaya geri dönülürse, bu siyasette gerçekten gericileşme anlamına gelir. “İrtica” ile bir heves mücadele eden sözde solcular, aslında bu konumlarıyla kendileri düzenin gerici noktalarına savrulmuş oluyorlar. Özellikle 1980’ler sonrası, halk kitlelerindeki bilinç savrulmasının izlediği yolları dikkate almadan, Siyasal İslam’a karşı bu tarz politika yürütmek, Kemalist cumhuriyetin e- litist tavrının soldan tekrarlanmasından başka bir anlama sahip değildir. Bu tavır, ancak yine kendine benzer elit içinde etki yaratır ve örgütlenebilir, bunun gerçek devrimci politikayla bir ilgisi yoktur.
Öte yandan, Kürt Hareketi’ne karşı “İmralı çizgisi” ve Amerika’yla ilişkiler gerekçe gösterilerek yürütülen politikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası haline gelmektedir. Kürt Hareketi’ne eleştiri, Amerika’nın yarattığı fırsattan yararlandıkları için yapılamaz, eleştiri bu pratik zeminin dışında, başka noktada yapılabilir. ABD’ye yüklenen “demokrasi” misyonu ve bağımsızlık hedefinden vazgeçmek hareketin eleştirilmesi gereken i- deolojik ve siyasal zeminidir. Pratik o- larak ise, ABD ile birlikte diğer halklara karşı savaş yürütmek, zaten yeterince halkların birbirlerine karşı işledikleri günahlarla zehirli olan ortamın, iyice yoğunlaşmasına neden olacak sonuçlar yaratır. Bu yöndeki her davranış deşif-
Kürt Hareketi'ne karşı "İm ralı çizgisi" ve A m erika'yla ilişkiler gerekçe gösterilerek yürütülen politikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası haline gelmektedir. Kürt Hareketî'ne eleştiri, A m eri
ka'nın yarattığı fırsattan yararlandıkları için yapılamaz, ABD'ye yüklenen "demokrasi" misyonu ve
bağımsızlık hedefinden vazgeçmek hareketin eleştirilmesi gereken ideolojik ve siyasal zeminidir.
4
MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ
re edilmelidir. Böyle davranışlara, Kürt halkına karşı yapılmış önceki kıyımlar gerekçe gösterilemez; bir Kürt milliyetçisi için, bu fırsattan yararlanarak komşu halklara misilleme yapmak, şovenizmin yapısı gereğidir, ancak bir Kürt devrimcisi için böyle bir davranışın desteklenmesi ve bu davranışlara mazeret aranması mümkün değildir.
Bunlar, Kürt Hareketi ile Devrimci Hareket arasındaki ilişkileri zorlaştıran gerçeklerdir. Ancak bunlar, Kürt Hareketi’ne karşı her fırsatı değerlendirerek adeta bir cephe o- luşturma çabalarına gerekçe edilemez. Türk solunun bir kesiminin Kürt Hareketi’ne karşı sicili savaşın en yüksek olduğu zamanlarda bile i- yi değilken, bugün tavırlar gittikçe düşmanlaşmalara doğru tırmanmaktadır. Özellikle önümüzdeki dönem dikkate alındığında, bu tavırların genel olarak devrimci ortama büyük zararlar vermesi kaçınılmazdır. O- laylarm bu yöne doğru biriktiği düşünülürse, bu konuda uyanık olmak, böyle tüm tavırlara karşı açık siyasi mücadele vermek gerekir.
Kürt Hareketi ile ilişkide diğer önemli handikap, taktik zemin farklarıdır. Bu kendini başlıca iki noktada açığa vuruyor. Birisi, Türkiye’de işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin ve bu anlamda Devrimci Hareket’in gündemine tam bir kayıtsızlıktır. Bu konuda aktif destek vermek bir yana, işbirliği yapıldığı zamanlar bile sembolik katılımlarla yetiniliyor. Sendika gibi çeşitli kurumlarda ise en liberal kesimlerle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görülmüyor. Devrimci Hareket’in hala bir hatası olan “keskinlik” buna gerekçe gösterilemez, böyle hatalara cevap en bayağı liberallerle işbirliğine girilerek verilemez. îkinci konu, özellikle bölgeye yönelik ABD girişimleri söz konusu olduğunda, bunlara karşı geliştirilecek taktiklerde Kürt Hareketi durduğu ideolojik zeminin yanlışlığından dolayı kaçamak yollar izlemektedir. Sonuç olarak, Kürt Hareketi ile Devrimci Hareket arasında zaten sorun olan ilişkiler son süreçte düzelme göstermediği gibi, daha da kötüleşme işaretleri vermektedir. Devletin
önümüzdeki dönem için hazırlıkları göz önüne alındığında, ilişkilerde bir gelişme yakalanamazsa, karşılıklı hataların artması ve sonuç olarak derin devletin taktik zeminine düşmek kaçınılmaz hale gelebilir.
IVBütün bunlardan Hareketimizin
taktik zeminiyle ilgili bazı önemli sonuçlar çıkartılmalıdır. îlki, bu ortamın ve derin devletin yakın dönem amaçları, Devrimci Hareket üzerindeki olası etkileri yoğun bir şekilde işlenmeli ve bu değirmene su taşıyacak tavırlar sürekli deşifre edilmelidir. Ortodoks Marksist söylemler veya keskin devrimci çığlıklar, derin devletin taktik zeminiyle en küçük bir benzeşmeye bile yol açıyorsa, duruşta bir yanlışlık vardır. Bu derindeki hata, yüzeyde yaratılacak gürültü ile örtülemez. Her örtme çabası deşifre edilmelidir.
İkinci olarak, sürekli körüklenen şovenizm dalgası ile devrimcilerin mücadele alanı daraltılmaktadır. Bu konuda Devrimci Hareket’e ve Kürt Hareketi’ne önemli görevler düşmektedir. Karşılıklı taktik kayıtsızlıktan kurtula
rak, gereken her momentte etkin eylem birlikleri derin devlet tarafından daraltılmaya çalışılan politik zemini yeniden kazanmaya yarayacaktır. Uygun momentlerde Hareketimiz böyle etkin davranışların örgütlenmesinde önemli rol oynayabilir.
Son olarak, ordunun “bölücülük” ve “irtica” üzerinden yürüteceği gerilim taktikleri, politik ortamda suni gündemler yaratacaktır. Uyanık davranılmadığı takdirde, Hareketin taktik gündemi iki yönlü basınçla bozulabilir. Elbette, derin devletin saldırıları karşısında Kürt Hareketi’ne gerekli destek verilmelidir, ancak öyle zamanlar olabilir ki, taktik olarak hiç gerekmediği halde, bu gerilimin ortasında, tak- tiksiz sallanıp durmak gibi bir durumla karşı karşıya kalınabilir. Böyle konumlara kesinlikle düşül- memelidir. Hareket kendi gündemini yaratma ve uygulama iradesini göstermelidir. Yaratılan her gerilimin hemen etkisi altına girmemek, Hareketin kendi taktiklerinden gerekmedikçe ayrılmamak önemlidir.
11.05.2006K
5
Pr o v o k a s y o n l a r v e
AKP’NİN TAVRI
Nihal Kayacan
Cumhurbaşkanlığı seçim leri ve genel seçim ler öncesi, ülke içindeki siyasi güçler dizilişinin özellikle ABD'nin bölge politikalarının etkisi altında
yeniden biçim len(diril)eceği uzun süredir öngörülen politik değerlendirm eler arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik gerilim lerin in "bö lücü lük" ve "irtica "
kavramları üzerinden şekillendirileceği de...
“laik cumhuriyete” sahip çıkan herkes ayaktadır. Çünkü bu saldırı da “laikliğe karşı” yapılmıştır. Bu sonuca varılması için herhangi bir ispata gerek yoktur. Cumhurbaşkanından başlamak üzere tüm önemli kurumlar bu yönde açıklama yapmaya başlamıştır bile... “Danıştay’a yapılan bu saldırı aslında laik Cumhuriyet’e yapılan bir saldırıdır... Bu saldırıya neden olanlar tutum ve davranışlarını yeniden gözden geçirmelidirler.” (Cum. Bş. A.N. Sezer, 18.05.06, Sabah gazetesi) Bu açıklamadaki “neden olanlar” söylemi ile ilk elden AKP hükümetinin hedeflendiği de herkesçe aşikârdır.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler öncesi, ülke içindeki siyasi güçler dizilişinin özellikle ABD’nin bölge politikalarının etkisi altında yeniden biçimlen(diril)eceği uzun süredir öngörülen politik değerlendirmeler arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik gerilimlerinin “bölücülük” ve “irtica” kavramları üzerinden şekillendirileceği de... Nitekim olayların gelişimi de bu minvalde seyrediyor. Öncelikle “Kürt sorunu” üzerinden yaratılan gerilim siyasetine tanık olduk. Mersin’deki bayrak provokasyonu ve sonrasındaki linçler, “bölücülük” başlıklı “derin çalışmaların” başladığını gösteriyordu. Hepimizin bildiği gibi Şemdinli’de Kürt halkının gerçekleştirdiği suçüstü, bu kontrgerilla
“Cumhuriyet” gazetesine üst üste atılan bombaların hemen ardından en önemli “Cumhuriyet kurumla- rı”ndan biri olan Danıştay, infial u- yandırması kaçınılmaz olan bir saldırıya uğradı. Üstelik yakın zaman önce aldığı “türban karşıtı” bir kararla ilişkilendirilerek...
Saldırı sonrası yakalanan fail kendisini “Allahın askeri” diye sunan bir ülkücü-faşist. Dönemin devrimci öğrencilerinin, Marmara Üni- versitesi’nin “reis”i olarak pek çok bıçaklı, satirli saldırıdan tanıdığı biri... Tetikçinin nitelikleri ve söylemi göz önüne alındığında ilk çağrıştırdığı kişi M. Ali Ağca... Elbette Ağca
da biricik değil, bu “vatan için kurşun atan şerefli tetikçilik” görevinde. “Cumhuriyet” tarihi böylesi onlarca (belki yüzlerce) örnekle doludur.
Kimi dönemlerde, bazı “vatan evlatları” çıkar ve kimi hedeflere ö- lüm saçar. Hemen ardından bu olay veya olaylar ekseninde toplumsal saflaşmaların yaratıldığı görülür. Saflaşmanın karşı olduğu taraf “sol yıkıcı güçler”, “bölücü terör” veya “İslamcı terör”dür. Saflaşanlar ise milliyetçi-laikçi-dcvletçi cephe ve o- nun etki alanına giren kitleler...
Danıştay saldırısı sonrasında da “devletin bölünmez bütünlüğüne” ve
6
MAYIS'HAZİRAN 2006 C j O l
faaliyetini “açık” etmişti. Açığa çıkan toplumsal muhalefet, sürecin bir süre hız kesmesini sağlayabildi ancak. 14 HPG gerillasının öldürülmesiyle yükselen ikinci dalga, “Diyarbakır olayları” ve sonrasında yeni bir linç ve şovenleştirme sürecini başlatmıştı. Sınıra yapılan 250 bin kişilik yığmak da “Kürt tehdidi” i- çindi. Bir yandan operasyonlar sürerken diğer yandan bu uygulamaların “yasalaştırılması” gündeme geldi. TMY olarak bildiğimiz 12 Eylül hukukunu aratmayacak düzenlemeler, hükümetin önüne yasalaştırılmak üzere konuldu.
Tüm bu süreçlerde AKP, çizilen sınırın içinde kaldı. Her durumda ortamı yumuşatmayı ve uzlaşmayı seçti. Şemdinli “su- çüstü”sünü demokratik açılımlar için değerlendirmedi. Van savcısının gündeme taşıdığı “iddianame” süreci ise, Büyükanıt’ın adının iddianamede geçmesiyle, ordunun yeniden atağa geçtiği ve AKP hükümetinin “iki kelle” vermek zorunda kaldığı bir gerilim olarak yaşandı. Çocukların polisler tarafından öldürüldüğü Diyarbakır olayları için “meydana çıkan çocuk da olsa müdahale edileceği” türünden açıklamalar yaptı. TMY konusunda ordunun önüne koyduğu tasarıyı aynen Meclis komisyonuna getirdi. Zaten AKP hükümeti, makyaj niteliğindeki açıklamaları saymazsak “Kürt sorunu”nda devletin geleneksel çizgisinin dışında bir projeye de sahip değildi.
Ordu Mart’tan beri yeni bir tür 28 Şubat darbesi süreci işletiyor. Irak sınırındaki yığmak, salt PKK’yi değil, aynı zamanda iç politikadaki güçler dengesini hedefliyor. Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar, “irticai terörün” hortlatılmasmm ve buna karşı laikçi cepheyi ayağa kaldırmanın provaları olarak yaşandı. Danıştay’a sıkılan kurşun ise, gerilimin gerekirse daha nerelere tırmandırılabileceği konusunda bir ipucu olarak algılanmalıdır. Danıştay üyesi Özbilgin’in olayın ertesi günü yapılan cenaze töreninde
Cemil Çiçek, protestolar
karşısında camiye sığındı. m m
AKP'nin kendini siyasi muhatap oiarak kabul ettirme çabasından söz etmek, bu sürecin başka siyasal özneler üzerine kurgulandığı
düşüncesini öne sürmektir aynı zamanda. O haide kimlerdir bu dönemiçin düşünülen siyasi muhataplar?
“Katil başbakan”, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganlarının atılması ve cenazeye katılan bütün bakanların yuhalamalar arasında güç bela törene katılabilmeleri olayın nasıl bir poli- tik-psikolojik ortam yarattığım/yara- tacağım göstermektedir. Eğer hükümetin, başbakan yardımcısı M. Ali Şahin’in “Bekleyin, çok kısa bir süre içinde, bunu kimlerin yaptığı ve arkasında kimlerin olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta bir takım sürprizlere de hazır olun” sözlerini hayata geçirme şansı ve/veya cüreti olursa bu olayın rüzgârının kimin yelkenini şişireceği değişebilir elbette. Ama deneyimlerimiz bize bunun çok zor olduğunu söylüyor.
AKP bu gerilimler sürecinde kararlılık gösteremedi. En pespaye uzlaşmalara girişmeyi denedi. Ancak Süreç işliyordu ve uzlaşmacı tavır her seferinde daha fazla geri adım i- le sonuçlandı. Bugün Erdoğan ABD’ye başvurarak en kısa zamanda görüşme talebinde bulunuyor. Bu gerilimden nasıl çıkabileceğinin, ABD’nin bölge politikalarına uygunluğuna onları ne kadar ikna edebileceği ile ilişkili olduğunu bildi
ğinden... Tıpkı Cüneyt Zapsu’nun ABD’de Erdoğan için sarfettiği “bu adamı kaldırıp atmayın, onu kullanabilirsiniz” sözlerinde olduğu gibi...
AKP’nin kendini siyasi muhatap olarak kabul ettirme çabasından söz etmek, bu sürecin başka siyasal özneler üzerine kurgulandığı düşüncesini öne sürmektir aynı zamanda. O halde kimlerdir bu dönem için düşünülen siyasi muhataplar? Hangi niteliklerinden dolayı “seçilmiş” olabilirler? Bunun için önümüzdeki dönemin siyasal ortamının olası niteliğine bakmak gerek öncelikle. İran’a şu ya da bu seviyede bir saldırının gündemde olduğu ve ABD’nin öncelikle Ortadoğu bölgesini topyekûn kendi çıkarları çerçevesinde yeniden biçimlendirmeyi hedeflediği gözden çıkarılmazsa bunu tahmin etmek zor olmaz kanımızca. Çünkü bu yeniden biçimlendirmede Türkiye’yi ittifaklarından biri yapmak istiyor ABD. Eğer bu gerçekleşecekse ülke içindeki politik ortamın buna uygun hale getirilmesi gerekli. Siyasi muhatabın da bu niteliklerde olması ve askeri mekanizmayla uyum içinde çalışması tercih sebebi olacaktır.
7
T M Y ’YE KARŞI
ORTAK MÜCADELEYE
Fikret Kızılton
Tüm dem okratik m uhalefeti ve halkı s ind irm ek amacıyla hazırlanan TMY tasarısına karşı dem okratik güçlerin eylem birliğine ihtiyaç var.
Ordu tarafından hazırlanıp AKP hükümetine ve meclise yasalaştırılmak üzere sunulan Terörle Mücadele Yasa (TMY) Tasarısı, başta Kürt hareketi olmak üzere tüm demokratik güçleri hedef alıyor. Dünya hukuk literatürüne geçecek garabette bir terör tanımından hareket eden tasarı yasalaşırsa, düzeni ve siyasi iktidarın politikalarını eleştiren hemen herkes kolayca terörist yaftası yiyebilir, ağır cezalara çarptırılabilir. TMY tasarısında bir yandan kolluk kuvvetlerinin sınırsız şiddet uygulamasının önü açılırken diğer taraftan basın, sendikalar, üniversiteler, dernekler, siyasi partiler ve tüm demokratik kurumlar tam anlamıyla zapturapt altına almıyor.
Tasarıya konulan maddelere bakıldığında özellikle Kürt hareketinin yasal/meşru kurulularının ve bu çerçevedeki eylemlerin hedef alındığı görülüyor. Tasarının çıkış noktası, Ecevit döneminde yapılan MGK toplantılarında “terörün siyasallaşması tehdidi” biçiminde tanımlanan Kürt hareketinin demokratik-meşru açılımlarını yok etmek olarak görünmektedir. Ancak Kürt hareketine karşı izlenen bu kuşatma politikası aynı zamanda tüm Türkiyeli devrimci ve demokratik güçleri hedef almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde hep olduğu gibi Kürtleri bastırmak adına çıkarılan yasalarla rejime muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm güçler sindirilmek isten
mektedir. Bu anlamda tasarı bir yönüyle Kürt sorununda devletin baskı ve sindirme siyasetinin tüm Türkiye toplumuna yansıması olarak değerlendirilebilir. TMY tasarısı ile Kürt illerindeki fiili olağanüstü hal rejimi tüm Türkiye’de yasallaştırılmak istenmektedir.
Tasarı kısa vadede Kürt hareketine karşı uygulanan kuşatma politikasının bir ayağı gibi görünse de, orta vadede neo-liberal politikaların yaratığı toplumsal sorunlara karşı oluşacak halk tepkisini sindirmenin aracı olarak işlev görecektir. Büyük bir adaletsizlik ve milyonların sefaleti üzerine kurulu olan rejim böyle zorba yasalara ihtiyaç duymaktadır. Sürekli ekonomik krizlerin kapıda beklediği, işsizlik oranının yüzde 20’lerde seyrettiği,' geniş halk kesimlerinin sefalete sürüklendiği, her türden adaletsizliğin derinleştiği bir ülkede siyasi iktidar yargısız infazlarla, tutuklamalarla, sansürle ve “korku toplumu” yaratma yoluyla bekasını sürdürebileceğini hesaplıyor. Oligarşi, tüm ülkeyi bir açık cezaevine çevirmek pahasına kendi iktidarını sürdürmenin yollarını arıyor.
Polise taş atan çocukların ailelerini cezalandıran maddeler içerecek ölçüde saldırgan olan TMY tasarısı aynı zamanda siyasi iktidarın zafiyetinin de gösterisidir. Kökünü kazıdık dedikleri Kürt hareketi’nin son birkaç yıldaki yükselişi, F tiplerinde bitirdik denilen devrimci örgütlerin
MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ
ı»viiısuscıvtİFADtLumuousa | Tanno»
e j <r\ f
[ §
BARİ Sm
BARIS icıa
ICblUNlj
,o ( ^ Â
_Wi „ I >:t-wAı.%lljfı.rı i
« r a KAR$I CIKIYORU
inatçı varlığı, geniş halk kesimlerindeki düzenden memnuniyetsizlik, kapıda bekleyen yeni bir ekonomik kriz, Ortadoğu’da ABD’nin müdahalesiyle değişen dengeler iktidarı elinde tutanları sürekli tedirgin etmektedir. Emperyalist batı» ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de a- ğırlaştırılan terör yasaları devletlerin toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı yönetmedeki aczlerinin ifadesidir.
TMY tasarısı zamansal olarak ABD’nin İran saldırı olasılığının bulunduğu, TSK’nın İran ve Irak sınırına 300 bin asker yığdığı ve PKK’ye karşı operasyonları yoğunlaştırdığı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iç siyaseti kızıştırdığı bir momentte gündeme gelmiştir. Kırılganlaşan iktidar olası krizleri hesaba katarak baştan demokratik güçlerin elini kolunu bağlamak istemektedir. Elbette yeni baskı yasaları çıkarmak bu siyasetin sadece bir yönüdür. Daha tehlikeli sonuçlar doğuracak diğer ayağı ise kışkırtılan şovenizmdir. 2005 Newrozu sonrasında başlatılan şovenist kışkırtmalar Kürtlere ve devrimci gruplara yönelik linçlerle devam etmiş, Türkiyeli emekçi ve yoksul halkı Kürtlere karşı düşmanlaştırma politikası izlenmiştir. Bugün ülkenin etnik boğazlaşmanın eşiğine getirildiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Yükseltilen şovenizmle ve milliyetçilikle mücadele tüm demokrasi güçlerinin önünde uzun vadeli bir görev olarak durmaktadır. Önümüzdeki günlerde Meclis’e gelecek olan TMY tasarısı ise tüm demokrasi güçleri için en acil ve yakıcı mücadele gündemi olmak zorundadır. GSS yasasının ciddi bir direniş sergilenemeden çıkmış olması halk güçleri açısından kötü bir sınav oldu. Muhalefetin genel dağınıklığı mevcut güçlerin etkin bir direniş sergilemesinin önündeki en büyük engel durumundadır. Düzene karşı olu
şan tüm tepkileri koordine edebilecek demokratik bir cephesel oluşumun yokluğu halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. Tüm kesimleri tehdit eden TMY yasa tasarısına karşı ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde oluşturulan Koordinasyon’a benzer genişlikte bir eylem birliğinin yaratılması gerekmektedir. TMY’ye karşı yürütülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm kesimleri kapsaması gerekir. Bu konuda devrimci harekette zaman zaman gündeme gelen dar ve sekter yaklaşımlardan uzak durulmalıdır. Demokrat İslamcılardan sol liberallere, Alevi örgütlerinden feministlere, sendikalar
dan sosyal demokrat kurumlara kadar olabildiğince geniş kesimleri TMY’ye karşı bir şeyler yapmak ü- zere harekete geçirebilmek büyük bir önem taşımaktadır.
TMY’ye karşı yürütülecek mücadelenin dili de bu genişliği kapsayacak esneklikte ve yalınlıkta olmalıdır. Mevcut örgütlü kesimleri bir araya getirmenin ötesinde TMY tasarısının halkın gündelik hayatına tercüme edilmesi gerekmektedir. Sözde “teröristleri” hedef alan maddelerin halkın gündelik yaşamında ne anlama geleceği anlatılabilirse belki TMY gerçek muhatabı olan halkın gündemine girebilir. Bu yazının kaleme alındığı gün, TMY tasarısına karşı yapılacak mitingin tartışmaları sürüyor. Haziran başında yapılması şimdilik İstanbul’da
planlanan bu mitingde TM Y’ye karşı güçlü bir sesin çıkması Türkiye’nin siyasi geleceği açısından son derece önemli olacaktır. TM Y’ye karşı geliştirilecek başarılı bir kampanya gittikçe daha fazla genelkurmay siyasetiyle bütünleşen AKP
iktidarına geri bir adım attırabilir. Bu konuda kazanılacak her başarı daha uzun vadede şovenizme karşı sürdürülmesi gereken ortak mücadele için de önemli bir moral ve güç kaynağı olacaktır.
Düzene karşı oluşan tüm tepkileri koordine edebilecek demokratik bir cephesel oluşumun yokluğu halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. Tüm kesimleri tehdit eden T M Y yasa tasarısına karşı ABD'nin Irak'ı işgali öncesinde oluşturulan
Koordinasyon^ benzer genişlikte bir eylem birliğinin yaratılması gerekmektedir. T M Y 'ye karşı yürütülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm
kesimleri kapsaması gerekir.
9
Türkiye'nin 67 üniversitesinden 217 akademisyen ve yaklaşık 3500 üniversite öğrencisi ve mezununun TMY tasarısına karşı imzaladığı metni yayınlıyoruz:
To p l u m l a m ü c a d e l e
YASASI’NA KARŞIYIZ
"Terörle m ücadele7' adı altında aslında top lum un dem okratik kazanım arını hedef alan yasa tasarısı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde top lum dem okratik kazanımlar elde etm iş; sendikalarda, derneklerde, m eslek birliklerinde ve s iyasi partiler çatısı altında örgütlenm iş, yine toplum sal çatışmalar gerekçe gösteri
lerek teı
Bizler öğretim üyeleri, üniversite öğrencileri, m ezunları ve aşağıda imzası bulunanlar; tüm gazetecileri, yazarları, öğretim e le m anlarını, öğrencileri, hukukçuları, siyasi partileri, dem okratik kitle örgütlerini ve sivil toplum kuruluşlarını Terörle M ücadele Yasa Tasarısı konusunda bilgilenm eye çağırıyor; hepimizin acil eylem lilik girişim leriyle yasanın geçirilmesine m uhalefet etmesi gerektiğine inanıyoruz.
Öngörülen Terörle M ücadele Yasası, m edyada yansıtıldığı gibi silahlı eylem lerde bulunanlar ve bunların liderleri hakkında değildir. M edyanın tek bir m addeye o- daklanarak tasarıyı tartışm a eğilimi ve m eclisteki partilerin tasarıya karşı geliştirdikleri eleştiriler, tasarının anti-dem okratik özünü görünmez kılmaktadır. Çünkü öngörülen yasa, yeni suç kategorileri icat edip terör tanım ını genişletm ektedir. T C K ’da düzenlenen suçların % 30’unu terör suçu haline getirm ekte ve her türlü m uhalif hareketi itham altında bırakarak biz sivil halkı hedef almaktadır. Ayrıca A nayasa M ahkem esinin 1999’da iptal ettiği kolluk güçlerinin duraksam adan ateş etme yetkisini geri getirerek yeniden yargısız
al hah ve hürriyetler askıya
infazlar döneminin gündeme gelmesine imkân tanımaktadır.
Tasarının en tehlikeli m addelerinden birisi de 6. maddedir. Bu madde “terör örgütünün veya a- macının propagandasını yapm ak” suçlam asıyla yeni baştan her türlü m uhalif düşünceyi yargılanır k ılmaktadır. Ö rneğin “genel grev” yapılm asını savunmak, “ana dilde eğitim ” veya “genel a f ’ için çabalamak, faili m eçhullere, gözaltında işkenceye ve “F tipi cezaevlerine” karşı olmak, savaşların sonucunda yoksulların kurban olduğunu söylem ek, Irak halkının A B D ’ye tepkilerinden yana o lmak, sınıfsal sömürüye karşı durmak, din, dil, ırk ayırm ayan dem okratik ve bağım sız bir Türkiye istem ek öngörülen yasaya göre suç sayılabilecek ve 1 ile 3 yıl arasında hapis cezası getirebilecektir; çünkü yasalar tarafından terör örgütü olarak tanımlanan gruplar bu tür düşünceleri de savunmaktadır.
Aynı madde, örgüt amacının a- fiş veya pankartla yaygınlaştırılmaya çalışılm asını suç saymakta ve bu suçun “dernek, vakıf, siyasi parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına a- it bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurum larm da
alınmıştı.
veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde” işlenmesi halinde, cezanın iki katına çıkarılacağını belirtmektedir. Bir diğer deyişle tasarı üniversiteleri, sivil toplum kuruluşlarım ve sendikaları açık olarak hedeflem ekte, örgütlenme özgürlüğünü açıkça ihlal etmektedir.
Anayasal düzenlemelere göre devlet ve devlet m em urları her şartta hukuk kurallarına uygun hareket etmek zorundadır. Oysa Terörle M ücadele Yasa Tasarısı’nın 9. ve 10. m addeleri, terörle m ücadelede görevli kolluk kuvvetlerinin herhangi bir suç işlemeleri durumunda; tutuksuz yargılanm alarını düzenleyerek hukuk kurallarına uygun davranm ayan polis ve askerleri açıkça cesaretlendirm ekte ve koruma altına almaktadır. Bu madde kapsamındaki tüm şüphelilerin savunma hakkı tek avukatla sınırlanırken kolluk kuvvetlerinin üç avukat tutm asını düzenlemekte ve bu avukatların ücretleri devlet tarafından üstlenilmektedir. Kolluk kuvvetlerince terörle m ücadele kapsam ında işlenecek olası bir suçun en hafif sonucunun, temel bir hak olan yaşam hakkını ve beden bütünlüğünü ihlal edeceği göz önüne alındığında bu tür bir dü-
10
MAYIS-HAZİRAN 2006 C|Oİ
zenlemenin ne denli vahim sonuçlar doğurabileceği açıktır.
Ayrıca şüphelinin avukatla görüşmesi 24 saat engellenebilecek, avukatla yapılacak görüşm elerde bir kolluk görevlisi hazır bulunabilecektir. Bu eşit vatandaşlık ilkesinin tamamen hiçe sayılm asıdır. Yine bu kapsam da avukatın dosya incelemesi veya belgelerden örnek alması kısıtlanabilecek, şüphelinin avukata verdiği ya da avukatın şüpheliye verdiği belgeler incelenebilecek böylece avukatların savunmanın tem silcisi olma fonksiyonu engellenerek devletin baskı ve denetiminde bir savunm anlık yaptırılacaktır.
Tasarı ile dinleme, izleme, teknik takip kapsamı genişletilerek tüm toplum gözaltına alınmak istenmektedir. Devlet gizli soruşturm acılarla tüm m uhalifleri izleyecek, gizli m uhbirlerle kişi özgürlüğü ve güvenliği büyük tehdit a ltına girecektir. 19. maddede suç faillerinin yakalanabilm esine yardımcı olan ya da yerini bildirene para ödülü tüm toplum u ihbarcı- laştırmayı hedeflemektedir.
Yasanın amaçlarını en açık b içimde yansıtan yanı m uğlâklığı- dır. Yasanın birçok yerinde “bazı,” “kim i,” ya da “andıran” gibi sıfatlar kullanılm akta ve birçok hukukçunun da belirttiğ i gibi yasa uy g u lay ıc ıla rın a geniş bir keyfiyet alanı açm aktadır. Yani tasarı bir yandan çeşitli “suçların” cezasını artırırken bir yandan da be lirsiz lik yoluyla kapsamını g e n iş le tm e k te dir. Bununla beraber yeni TMY i- le cezaları bir üst sın ır ile sın ırlayan
hüküm kaldırılmaktadır. Böylece bazı kişiler için binlerce yıllık hapis cezasının yolu açılıyor. M evcut yasaya göre bu kanundan dolayı bir kişiye artırılarak verilecek hapis cezalarının toplamı m aksimum 36 yıl iken bu süre ortadan kalkıyor. Bu hüküm, basın yayın ya da ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda vahim sonuçlar doğuracaktır.
“Terörle m ücadele” adı altında aslında toplum un dem okratik ka- zanım larım hedef alan yasa tasarısı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde toplum dem okratik kazanım lar elde etmiş; sendikalarda, derneklerde, meslek birliklerinde ve siyasi partiler çatısı altında örgütlenmiş, yine toplum sal çatışm alar gerekçe gösterilerek tem el hak ve hürriyetler askıya a- lınmıştı. Bugün de, bir yandan artan yoksulluk ve yaşanan çok çeşitli toplum sal gerilim lerin ardından neo-liberal bir rejim in kurulması için gerekli hukuki ve ekonomik altyapılar kurum sallaştırılırken, diğer yandan Şemdinli ve Diyarbakır olaylarıyla birlikte düşü
n ü ld ü ğ ü n
de söz konusu tasarıyla 12 Ey- lü l’ün düşlediği otoriter rejim in inşasına yönelik adım lar atılm akta, temel hak ve hürriyetler ‘hukuken’ askıya alınmak istenmektedir.
Unutulm am alıdır ki; toplumun hızla siyasallaştığı, sorunlarını dile getirdiği 70 ’li yıllarda Devlet Güvenlik M ahkemeleri kurulm ak istenm iş, ancak toplum , bunun karşısında kendi haklarını korumak üzere tepkisin i gösterm iş, DGM Terin kurulm asını engelleyebilmiştir. Üç sene önce de I- rak ’ın ABD tarafından işgaline göz yuman 1 M art tezkeresinin m eclisten geçirilm esine yoğun bir toplumsal eylem lilikle karşı koyulmuş, Türkiye’nin bu kirli savaşın bir parçası olması engellenmiştir. Kısacası, 12 E ylü l’ü hatırlatmak isteyenlere DGM Tere karşı toplum sal m ücadele hatırlatılmalı, kitlesel ve örgütlü tepkiler 1 M art 2003’te olduğu gibi bugün de ortaya konmalıdır. Aksi takdirde, Terörle M ücadele Yasa Tasarısı da “reform ” adı altında mevcut sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan Genel Sağlık Sigortası Yasası gibi herhangi bir toplum sal m uhalefetle karşılaşm adan aynen kabul edilecektir.
Bu sebeple biz aşağıda imzası bulunanlar, toplu
mun her kesim inin yasa hakkında kendini
b i lg i le n d irm e s in i ve yasaya m uha
lefet etm esini savunuyoruz. Bu amaçla en kısa sürede bilgilendirici paneller düzenlenm esini ve arkasından da geniş k a tılımlı bir basın açıklam ası ya da miting yapıl
masını öneriyor, toplumu bu yönde
yapılm akta olan tüm etkinliklere ka
tılm aya çağırıyoruz.
T M Y ’NİN KAYNAĞI
EMPERYALİ ST ÜLKELER
Sevgi €vrim
ABD, 11 Eylül'den sonra çıkardığı Patriot Act (Yurtseverlik Yasası) ile 'hüküm etin veya sivil halkın kanaat ve yargılarını güç yoluyla yönlendirm e amacını güttüğü
hissini veren' her türlü suç unsurunu terör olarak tanımladı.
ABD’nin dünya devletlerine dayattığı terörle mücadele kanunlarının öncüsü 11 Eylül saldırıları sonrasında çıkarılan bir dizi yasanın birleştirilmesi sonucu ortaya çıkan PATRİOT Act’tir (Yurtseverlik Yasası). 11 Eylül saldırılarından sonra hayata geçirilen PATRİOT Act, tek cümleyle hükümetin güçlerini daha önce olmadığı kadar artırıyordu. Yasa, güvenlik güçlerinin eylemleri ü- zerindeki bütün yargı kontrolünü devre dışı bırakabilecek mekanizmalar üretmişti. Güvenlik güçleri şüpheli gördükleri şahısları bilgilen- dirmeksizin takip altına alabilecek ve kişinin kütüphanelerden ödünç aldığı kitapları tespit etmekten e- maillerine bakmaya, banka hesapları ve hastane kayıtlarını incelemekten evine izinsiz ve habersiz olarak girip aramaya kadar akla gelebilecek her metodu kullanabilecekti. PATRİOT Act ayrıca ‘ülke içi terörizm ’in oldukça geniş ve sınırları belirsiz bir tanımını yapıyordu. Buna göre ABD yönetimi ‘hükümetin veya sivil halkın kanaat ve yargılarını güç yoluyla yönlendirme amacını güttüğü hissini veren’ her türlü suç unsurunu terör olarak tanımlıyordu.
11 Eylül saldırıları sonrası yapılan kamuoyu araştırmalarında Amerikan halkının çoğunluğunun bazı hak ve özgürlüklerden vazgeçmeye razı olduğunu iddia ediyordu.
Nitekim 26 Ekim 2001’de Başkan Bush tarafından imzalanan “The USA Patriot Act” hükümete, tüm bu yetkileri verdi. Yapılan yeni düzenlemelere göre, sanıklara çok daha kısıtlı haklar tanıyan ve gizli oturum yapabilen askeri mahkemeler, yabancı terör şüphelilerine ölüm cezası da dahil pek çok cezayı oybirliği gerekmeksizin veriyor. Yasa bu “mahkemelerin kararları temyiz edilemeyecek ve alman kararı yalnızca Başkan ve Savunma Bakanı bozabilecek” şeklinde maddeler içeriyordu. Ayrıca bu mahkemeler savaş gemilerinde ya da askeri üslerde kurulabilecek, mahkeme kararları subaylardan oluşan bir komisyon tarafından ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşmeler izinsiz dinlenebilecek, mahkemelerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edilebilecek. Sanıklar ölüm cezasına çarptırılsalar bile bir üst mahkemeye başvuramayacaklar.
Meşhur PATRİOT A ct’in devreye girmesinden sonra geçen dört yıl içinde hemen tamamı Arap ve Pakistan asıllı 13.000 Müslüman ya
tutuklandı ya da sınır dışı edildi. Bunların ancak yüzde birlik bir kısmı hakkında resmi suçlamada bulunuldu ve ancak çok küçük bir kısmı hâkim karşısına çıkarıldı. Amerika kendi vatandaşlarının güvenliği için başkalarının sivil haklarını kısıtlamakta hiçbir sakınca görmüyordu artık! Gözaltı sürecinde yargı haklarının azaltılmasını, hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapılabilmesini, sadece şüpheli olsa dahi herhangi bir kişinin DNA bilgilerini de içerecek şekilde fişlenebilmesini, yeni ölüm cezalarını ve politik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesi- ni öngören bu anti-terör yasaları, “özgürlükler ülkesi” Am erika’nın gerçek yüzünü ortaya seriyor. Bu yasanın devamı ise çok yakında yürürlüğe girecek. Patriot Act H’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yandaşı olduğu gruba bağışta bulunduğu gerekçesiyle ABD vatandaşlığından çıkarılabilecek. Terör şüphelileri için bir DNA bilgi bankası oluşturulacak. Terörist olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla ilişki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olmayanların DNATarı, salt şüphelenildikleri için DNA bilgi bankasına kaydedilebilecek.
12
MAYI S-HAZİRAN 2006 CjjOİ
TMY’lerin asıl kaynağı İngiltere
“Teröre karşı savaş” kapsamında, “mecburi kimlik kartı”, bütün kişisel iletişimlerin denetlenebilmesi, yüz tanıma sistemleri, köşe başlarında video kameralar gibi önlemlerin çoğu ABD’den sonra Avrupa’da da yasalaştırılıyor. Bunların başında da Yunanistan ve Türkiye gibi ülkeler geliyor.
İngiltere’de ise anti-terör yasaları daha 1960’h yıllarda İrlanda halkının özgürlük mücadelesine karşı yapılan yasal düzenlemelerle başlar. İngiltere’de faaliyet gösteren insan hakları örgütü Liberty’ye göre 1960’tan bu yana tutuklanmış olan 8000 civarında zanlının yalnızca yüzde biri terörü andıran bir suçtan dolayı hüküm giymiş-
Aslında Blair Hükümeti bizzat kendilerinin 1 9 9 8 yılında yürürlüğe koyduğu İnsan Hakları Yasası'nın bazı maddelerini kaldırmayı daha 7 Temmuz saldırıları öncesinde istemişti. Ancak Lordlar Kamarası
anti-terör tasarısını reddetmişti.
tir. Liberty bu suçluların tamamının geleneksel ceza hukuku yasalarıyla da cezalandırılabilece- ği kanaatinde.
1998 yılındaİngiltere hükümeti mevcut TMY’nin modem ihtiyaçlara uyarlanması için bir heyet çalışması başlattı. Heyet mevcut yasadaki terör tanımının çok ‘dar’ olduğunu ve ileride ortaya çıkabilecek terör suçlarını kapsamayabileceğim düşünüyordu. Aynı yıl ‘Teröre karşı yasama: Bir danışma dosyası’ başlığıyla yayımlanan heyet raporu ilginç bir şekilde İngiltere’den önce ABD’deki yasama sürecini etkiledi. ABD’nin 2001 tarihinde yaptığı PAT- RIOT Act net bir şekilde İngiliz Danışma Dosyası’nın çizgilerini taşımaktaydı. Dosya bir taraftan terörün tanımını, diğer taraftan da terörle mücadele edecek güvenlik güçlerinin yetkilerini genişletiyordu.
Hükümetin yaptırdığı danışma dosyası ileride İngiltere TMY’sinde de yerini bulacaktı. Ancak hükümet eş zamanlı olarak karşı dengeleme mekanizmalarını da devreye sokmuş ve aynı yıl içinde İnsan Hakları Ya- sası’nı yürürlüğe koymuştu. Aslında Blair Hükümeti bizzat kendilerinin 1998 yılında yürürlüğe koyduğu İn
san Hakları Yasası’nın bazı maddelerini kaldırmayı daha 7 Temmuz saldırıları öncesinde istemişti. Ancak, Lordlar Kamarası, B lair’in ezici bir çoğunlukla Avam Kamarasından geçirdiği anti-terör yasasını yargıyı devreden çıkardığı ve insan hakları ihlallerine yol açabileceği gerekçesiyle reddetti. Londra ulaşım sistemini hedef alan dörtlü saldırılardan sonra Blair saldırıların kamuoyunda oluşturduğu şoku da arkasına alarak ‘insan haklarını kısıtlayacak düzenlemelere gidebileceklerini ve özellikle ülkede bulunan ve Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu sebebiyle bir türlü sınır dışı edilemeyen teröristleri sınır dışı edebilmek için gerekirse söz konusu konvansiyonun bazı maddelerini tanımadıklarını ilan edebileceklerini’ söyledi. Bütün bu karşı tedbir mekanizmalarına rağmen İngiltere’de de TMY’ye karşı yoğun bir direnç vardı.. Buna rağmen Terörle Mücadele Yasası yürürlüğe kondu.
Terörü övmenin ve terör eylem
lerine basın yayın yoluyla destek vermenin de suç sayıldığı yeni terörle mücadele yasaları İngiltere’de Nisan 2006’da yürürlüğe girdi.
Terörle ilgili her türlü eğitimi vermenin de suç olarak kabul edildiği yeni düzenlemeler, nükleer tesislerin bulunduğu kamuya kapalı bölgelerde gezmenin bile terörist eylem kabul edilmesini öngörüyor.
Parlamento ve Lordlar Kamaras ı’nda görüşüldüğü sırada büyük tartışmalara yol açan yeni yasal düzenlemenin sınırlarının çok geniş tutulduğunu düşünen bazı Lordlar Kamarası üyeleri de bu duruma karşı çıktı. Lordlar Kamarası’nın çok sayıda üyesi, yasanın ifade özgürlüğünü zedeleyeceği yolunda görüş bildirdi ve yasa Lordlar Kamarası tarafından, yeniden görüşülmek üzere beş kez parlamentoya geri gönderildi. Ama yasa tüm bu gelişmelerin ardından Nisan ayında yürürlüğe girdi. Yeni yasa, polise, terör zanlılarını 28 güne kadar gözaltında tutma ve sorgulama hakkı tanıyor.
U
YENİ LSI 51
EMEKLİ Lİ K VE
N e d e n ? N a s il ?
M. Sinan
Toplumun en geniş Kesimlerini doğrudan etkileyen bir yasaya Karşı yürütülen mücadelenin neden bu Kadar yalnızlaştığını, yasanın etkilediği Kesimleri nasıl olup da yanına
çekemediğini, bundan önceki emeklilik yasasında 1998'de 400 bin insanın Kızılay'da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer yapılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye
dahi ulaşamamasını sorgulamak ve bundan doğru sonuçlar çıkarabilmek gerekiyor.
Son yılların en kapsamlı neo-li- beral “refornT’u olan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası geçtiğimiz ay içinde M eclis’te yasalaştı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 15 maddesini gerekçe göstererek yasayı meclise iade etmesi nasıl sonuçlar yaratacak bunu hep birlikte göreceğiz..
Yenilmeye alıştık mı?Biz bu yazıda, ilgilenen herkes
tarafından son derece iyi bilinen yasanın içeriğini yeniden konu etmeyeceğiz. Daha ziyade yasayı engellemek amacıyla yola çıkan, geniş kapsamlı bir çalışma gerçekleştirmeye çalışan, fakat son kertede emsalleri içinde en zayıf, en etkisiz bir direniş ile süreç üzerinde hiçbir etki yaratamayan “reform karşıtı” güçlerin yapıp ettiklerini incelemeye çalışacağız. Tam da Fransa’da yaşanan İş Yasası karşıtı direniş gündemdeyken, Condoleazza Rice’ı bile hayretlere düşüren böylesine kapsamlı bir yasaya karşı sergilenen etkisiz direncin, dağınıklığın, örgütsüzlüğün sebepleri üzerine düşünmek emek güçleri açısından çok önemli bir görevdir. Toplumun en geniş kesimlerini doğrudan etkileyen bir yasaya karşı yürütülen mücadelenin neden
bu kadar yalnızlaştığını, yasanın etkilediği kesimleri nasıl olup da yanma çekemediğini, bundan önceki emeklilik yasasında 1998’de 400 bin insanın Kızılay’da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer yapılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye dahi ulaşamamasını sorgulamak ve bundan doğru sonuçlar çıkarabilmek gerekiyor. Fakat bugüne kadar, yaşanan yenilgi üzerine ciddi bir sorgulama ve düşünme sürecinin yaşandığını gösteren çok ciddi bir i- şaret ile de karşı karşıya değiliz. Daha ziyade bir yenilmeye alışma, u- mutsuzluk ve enerjisizlik hali tüm ortamı kaplamış durumdadır. Belki yenilginin kendisinden daha vahim olan yenilgi sonrasında ortaya çıkan bu ruh halidir. Bu ruh halini aşmanın yollarını bulamadan günü kurtarmanın bile olanakları iyice tıkanmış görünmektedir.
Şovenizm etkiledi!Biz bu yazıda daha ziyade dire
nişin öznelerinin zaaflarını tartışmaya çalışacağız. Fakat aşağıdaki sonuçların ortaya çıkmasının birçok sosyolojik etkeni de mevcuttur. Toplum sanki yeni bir kabuk çatlatma öncesinde, duyarsızlığın ve yabancılaşmanın dip noktaya vurduğu bir
konaktan geçiyor. Neo-liberal politikaların yarattığı değer değişimi (gazetelerdeki “dünyada birbirine en az güvenenler Türkler” başlıklı anket sonuçları, Radikal gazetesinde Neşe Düzel’in Özalcılık’ın toplumdaki hakim felsefe haline geldiğine dair yaptığı ropörtaj) insanları çocuklarını bile unutup “bu yasa nasılsa beni etkilemiyor” aymazlık noktasında davranmaya itti. Bunun ya- nısıra özellikle son bir yıldır hızla yükselen milliyetçi-şoven dalga dikkatleri bambaşka bir noktaya çekmiş durumda. Türkiye’nin 80 yıllık geleneksel meselelerinin yeniden tüm gündemi belirlemeye başladığı günler, aslında egemenler açısından böylesi neo-liberal “ reformları” yasalaştırmak için biçilmiş kaftan haline geliyor. Fakat biz yine de bu yenilgiyi daha ziyade kendi konumumuzu ve yaptıklarımızı masaya yatırarak değerlendireceğiz. Çünkü bunu yapamadan diğer değerlendirmelerin bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyoruz.
Hazırlıklar iyiydi am a ...
Aslında yasaya karşı mücadele başladığında özellikle Tabipler Odası kaynaklı olumlu, bir hazırlık ve
14
MAYI S'HAZİRAN 2006 a o l
motivasyon görüntüsü mevcuttu. Büyükşehirlerde alanlara açılan masalarda, yasanın getirecekleri ile ilgili ciddi bir bilgilendirme faaliyeti yapılmaya çalışıldı. Teknik hazırlık son derece iyiydi. Fakat mücadele duygusunun eksikliği daha bu masalar sürecinde ortaya çıktı. Masaların kurulması için 15 günlük bir hazırlık yapılmış olmasına rağmen neredeyse hiçbir yerde masalar 2 günden daha fazla açık tutulamadı. Masalar belki kendi başına toplumu harekete geçirecek bir araç olmasa da genel olarak kendi fikir ve tepkilerimizle halkla karşı karşıya gelmek sendika militanlarını oldukça motive eden, bir sonraki aşamaya hazırlayan bir ruh hali yaratılmasına hizmet edebiliyor. Fakat masaların ilk kurulduğu günlerde bu etki oluşturulamadı. Bu ilk faaliyet bütün başarılı teknik hazırlıklara rağmen kendi içinde sönümlendi. Maalesef bunun bir değerlendirilmesi yapılmadı, bu heye- cansızlığm ve enerjisizliğin kaynakları araştırılamadı.
İstanbul’da Petrol-İş’te yapılan geniş katılımlı toplantı görüntü olarak geniş katılımı ile göz doldurmasına rağmen hiçbir ciddi kararlaşmaya varılamadan dağıldı. AKP il başkanlığına yapılacak yürüyüşün adı geçti, ama takvimlendirme yapılmadı. Yasa meclise getirilirse ne yapılacağı, nasıl bir direniş yöntemi seçileceği belirlenmedi. Genel ve yukarıdan konuşma hastalığının hakim olduğu, herkesin birbirine ajitasyon çektiği, fakat işe yarayacak, ön açacak, harekete yön verecek önerilerin pek de duyulmadığı bir toplantıya dönüşen etkinlik aslında sınıf hareketi i- çin de kaçan bir fırsat oldu. Çünkü Genel M erkezlerin Ankara’daki işlerinin pek de iyi gitmediği biliniyordu. Bu işin dinamosunun İstanbul olması gerektiği ortadaydı. Fakat bu işi kitlelere taşıyacak olan kadroların neyi, nasıl yapacağına dair ortaya net bir tak
vim ve pusula konamayınca İstanbul İnisiyatifi de ilk baştaki enerjisini a- dım adım yitirdi.
Sürecin alanlara çıkış aşamasına taşındığı ilk eylemlerdeki cılız katılımın (örn. Kadıköy İskele Meydanındaki basın açıklaması) sebepleri tartışılamadı. Türk-İş işin içine neredeyse hiç girmedi. KESK ise alanlara ciddi bir kitlesellik yansıtamadı. DİSK ise biraz da partileşme gayretlerinin etkisiyle olacak bu süreçte daha fazla görünür hale gelmeye çalıştı, ama bunun da eylemlerin genel yapısını değiştirecek bir sonuç yaratmadığını hepimiz gözlemledik.
Sendika dışı kitle örgütleri ise birkaçı dışında neredeyse bu eylemlerin hiçbiriyle ilgilenmedi. Samimi bir katılım ve eylemleri güçlendirme anlayışından ziyade bayrak ve döviz
sergileme tarzı tercih edildi.
R eferandum y e te rin c e sah ip len ilm ed i ve ileriye taşın am ad ı!İşin bir diğer çok önemli aşama
sı ise Referandum 2006 oldu. Gerçekten fikir olarak son derece olumlu olan, geniş kesimlerin tepkisini yansıtmasına olanak sağlayan, tüm öznelerin katkısına açık durmaya çalışan Referandum uygulandığı yerlerde çok olumlu bir atmosfer yarattı. İzmir başta olmak üzere önemli bir sayıya da ulaşıldı. 2.5 milyon
insanın oy kullandığı Referandum tarihimizde bir ilk oldu.
Fakat kadrolardaki aynı enerjisizlik hali bu eylem sürecinde de devam etti. Özellikle İstanbul’da katılımın İzmir’deki- nin yarısına bile ulaşamamış olması sendikal kadroların en yoğun bulunduğu il
lerin başında gelen bir şehir için aslında yaklaşan yenilginin işareti olarak da okunabilirdi. Yapılan işe basın yeterince yer vermeyince toplumun geniş kesimlerine de ulaştırıla-
İstanbul'da Petroi-İş'te yapılan geniş katılımlı toplantı görüntü olarak geniş katılımı ile göz
doldurmasına rağmen hiçbir ciddi kararlaşmaya varılamadan dağıldı. AKP il başkanlığına yapılacak yürüyüşün adı geçti, ama takvimlendirme yapılmadı. Yasa meclise getirilirse ne yapılacağı, nasıl bir
direniş yöntemi seçileceği belirlenmedi.
CJOİ MAYIS-HAZİRAN 2006
madı. Kullandırılan oylar bir iradeye dönüştürülemedi. Yani Referandum biraz yapıldığı ile kalan bir a- dım haline dönüştü. Eylemin bu hali birçok insanda “yaptık da ne oldu?” fikrinin oluşmasına da yol açtı. Yaptığımız eylemleri bir iradeye dönüştüremeyince, bazı konularda işi sonuna kadar götüremeyince bir sonraki seferde insanları tutum almaya ikna etmenin önüne engeller yaratmış oluyoruz. Son dönemde yapılan eylemlerin kitlelerde böyle- si bir bilinç yarattığı muhakkak. Artık çok az sayıda eylem insanlarda bir sonrakine de katılma, kendini güçlü hissetme duyguları yaratıyor. Bu yüzden de geniş kesimler eylem yapmayı işe yaramayan bir faaliyet olarak görür hale geldiler. Ne istediğini ve bunun için neler yapacağını çok net bir şekilde ortaya koymayan, bedel ödemekten çekinmeyen bir çizgi yaratmadığımız durumda bu düşüncenin telkinlerle, açıklamalarla aşılamayacağını düşünüyoruz. Bu haliyle Referandum 2006’da çok iyi niyetli, fakat hedefine ulaşamayan eylem lerimizden biri haline dönüştü, sıradanlaştı.Bu; hiçbir kesimi suçlamak amacıyla yapılan bir eleştiri olarak değil,
bir durum tespiti olarak okunmalıdır. Çünkü işlerin bu hale gelmesinde bütün kesimlerin şöyle veya böyle bir vebali olduğu açıktır. Kendimize bir takım günah keçileri yaratarak sorunların üzerinin örtülmesine hizmet eder bir yaklaşım geliştirmekten geri durmalıyız.
Yasa m eclisteyken seyrettik !
Yasa meclise geldiğinde yapılan eylemler ise felç olma halinin en a- çık göstergeleri oldu. A nkara’da toplanan şube başkanları günü kurtaran bir eylem gerçekleştirmenin ö- tesine geçemedi. 2.5 milyon insana yasaya hayır dedirten örgütler neden tüm güçleriyle Ankara’ya yüklenme iradesi sergileyemediler? İrade kırılmasının ve felçleşmenin sebeplerini
anlayabilmek açısından bu soruya verilecek cevaplar oldukça önemli
dir. Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en ö- nemli öznelerden biri olana kamu e- mekçilerinin örgütü KESK’in, özellikle de Eğitim-Sen’in yarattığı geri durma tarafımızca pek de anlaşılamamıştır. Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin sergilene- memesi yanında önemsizdir. Son kertede politikada tek belirleyen sizin gücünüz değildir, diğer birçok etken sosyal olayların irademiz dışında gelişmesine yol açabilir. Fakat ortaya ciddi bir irade koyamamak vebali üzerimizde olan bir zaaftır. Ankara’da sergilenebilecek kitlesel bir direniş, hem toplumun daha geniş kesimlerinin yasaya olan ilgisini artıracaktı hem de örgütümüzün tutarlılığı ve kararlılığı konusunda tüm topluma çok doğru mesajlar verecekti. Tam da yetki ve örgütlenme döneminde böylesi bir genel havanın kadroların işini birçok açıdan kolaylaştıracağı da açıktı. Fakat tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi KESK’te de sürece yönelik ciddi bir tavır geliştirememe bu dönemde en uç noktada ortaya çıkmıştır. Yasanın M eclis’ten geçtiği gün tek bir eylem dahi örgütlenememiştir.
Sonuç olarak aylarca bu yasaya karşı hazırlanan, bilgilendirme toplantıları örgütleyen, eylemlere katılan insanlar yasanın Meclis’ten geçişini elleri böğürlerinde izlemek zorunda kaldılar. Bu da açıkçası devasa bir moral bozukluğu yarattı. Bunun izlerinin silinebilmesi öncelikle gelinen bu noktaya nasıl vardı
ğımız üzerine, bizleri güçsüzleştiren etkenin ne olduğu üzerine yapılacak kapsamlı bir değerlendirmenin hep birlikte yapılabilmesi ile mümkündür.
Sezer’in vetosu bile bu yazının yazıldığı güne kadar ciddi bir olanak olarak algılanmış değildir. Kaderine razı görünü
mündeki emek güçleri bu sürece de seri bir refleks üretmekte zorlan-
Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en
önemli öznelerden biri olana kamu emekçilerinin örgütü KESK'in, özellikle de Eğitim-Sen'in yarattığı geri durma tarafımızca pek de anlaşılamamıştır. Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin
sergiienememesi yanında önemsizdir.
16
MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ
maktadırlar. Oysa yasa kabul edildikten sonra daha geniş kesimlerin ilgisini çekti. Emekçiler kayıplarının ne olduğunu daha fazla bilince çıkardı. Çok iyimser olmayı gerektirecek bir durum olmamasına rağmen mücadele olanaklarının geliştiği bir momentte olduğumuzu düşünebiliriz.Fakat ortada bu duruma müdahale edebilecek, inisiyatif alabilecek, harekete öncülük edebilecek bir irade görünmemektedir. En baştan beri sürekli vurgulamaya çalıştığımız gibi de bu süreçle ilgili işin en can sıkıcı yanı budur.
Değerlendirme içerisinde daha ziyade sendikal çerçeve içindeki e- mek hareketi eksenli konuştuk bu noktaya kadar. Fakat sendikalılar çerçevesi dışındaki kesimleri de örgütlemeyi hedefleyen sosyalist grupların da birkaçı dışında bu süreçte sınıfta kaldığını vurgulamak gerekiyor. “Benim gücüm ne kadar ki, ben neyi etkileyebilirim ki” anlayışı siyasi yabancılaşmanın en uç noktasıdır ve sıradan bir emekçinin bilincinden zerre kadar farklılık taşımaz. Bir türlü sıkıştığı alanların dışına açılamayan, kendisini sürekli zaaflarını büyüterek yeniden üreten sosyalist hareket için sınıfla buluşma noktasındaki çok önemli imkanlardan bir tanesi bu süreçte kaybedilmiştir. Emeklilik ve sağlık gibi i- ki temel mesele üzerinden hareket e- derek sınıfın en geniş kesimlerine, var olan siyasi görüşü ne olursa olsun ulaşmak mümkündür. Ufuksuz- luk, sosyalist hareketi böylesi momentlerde felçleştiriyor. Hep yaptığı dışında başka birşey yapamayacağına dair gizli umutsuzluk, sosyalist hareketi önemli sınıf gündemlerine müdahale etmeye çalışmaktan alıkoyuyor. Böylece bir öğrenme süreci de gelişemiyor. Sınıfla nasıl ilişkile- nebilineceğine dair yıllardır ciddi bir deneyim biriktirilememiş olması büyük oranda bu ufuksuzluk ile ilgilidir. Sosyalist özneler birbirlerine
karşı siyaset yapmak için buldukları enerjinin bir kısmını böylesi sınıf gündemlerine yönlendirmeyi başa- rabilseler harekete kendi zaaflarını iyileştirebileceği bir kanal yaratmış
Sonuç olarak varolan siyaset anlayışını ciddi bir sorgulamadan geçirmeden ve yeni tarzda ısrarcı o lmadan bu kötürümleşmenin önünün alınabilmesi
nin imkanı yoktur. Sınıfın gündemine denk düşebi- ien, onu bir adım öne çekebilen, kendi kafasının i- çinde sıkışıp kalmaktan kurtulup topluma açılabilen bir sosyalist anlayış güç kazanmadıkça geleceğimize
güvenle bakamayacağımız açıktır.
olacaklar. Fakat sınıfın devasa gündemleri karşısında ajitasyon ve çağrılar ile dolu yazılar yazmak dışında bir enerji ortaya konamaymca sınıf ile ilişkilenememe durumu devam e- diyor. Hareket kimi önemli günlerin törenselleşmiş toplantılarına odaklanıyor, fakat bu toparlanmaları gündemdeki çok önemli sorunlarla bağlamakta bile zorlanıyor, böylece siyaset alanının dışına düşmüş oluyor. Siyaset önemli toplumsal meselelerle ilgili kitleleri harekete geçirebilen, onların tepkilerini ortaya çıka-, rabilen taktikler gütmek değilse nedir? Güçsüzlük, yetersizlik hiçbir zaman böylesi bir siyaset dışılaşma- nın gerekçesi olamaz, çünkü güçsüzlüğü üretenin ta kendisi de büyük
oranda bu zaaftır. Efsanevi 15-16 Haziran’ı yaratan sendikalar yasası- nıfî birkaç maddesidir. Türkiye solu açısından halklaşmanm en ileri örneklerinden biri olan Fatsa deneyimi
“Çamura Son!” kampanyası ile hatırlanır. Bugün geldiğimiz noktada ise kendi mücadele gündemlerini geniş emekçi yığınların günlük sıkıntıları ile bir türlü bütünleş- tiremeyen bir sosyalist hareket ile karşı karşıyayız. Tamam sendikalar reformiz- min denetiminde böy
lesi kötürümleşti, ama sosyalist hareketimiz açısından bu kitlelerden kaçışın bir açıklaması olabilir mi?
Sonuç olarak varolan siyaset anlayışını ciddi bir sorgulamadan geçirmeden ve yeni tarzda ısrarcı olmadan bu kötürümleşmenin önünün alınabilmesinin imkanı yoktur. Aym fasit çember içindeki sonuçsuz dönüşler umutsuzluğu ve moralsizliği beslemektedir. Sınıfın gündemine denk düşebilen, onu bir adım öne çekebilen, kendi kafasının içinde sıkışıp kalmaktan kurtulup topluma a- çılabilen bir sosyalist anlayış güç kazanmadıkça geleceğimize güvenle bakamayacağımız açıktır.
17.05.2006
e u v e m i— ı k .
Y A Ş A M İ K İ I Z I l£OG»UYOMOZ. (3 İO £ M S E C . I
( 3 H L - M fE 2 1
17
Yeni sosyal güvenlik yasası
Bü t ü n ü g ö r m e k ,
Mesut Mahmutoğulları
SIKIŞMAMAK
Sorunu özgül başlıklara indirgem eden bütünlüklü olarak anlamak ve karşı cepheyi de bu bütünlüklü perspektifle o luşturm ak gerekm ektedir. Yine "mezarda em ekli-
lik ,/ başlığına benzer başlıklara sıkıştırılan muhalefet, yenilgiyi baştan kabul e tm ek anlamına gelecektir. Bu açıdan yasanın neleri kapsadığını genel başlıklarıyla bu
bütünlük içinde irdelem ekte yarar var.
28 Şubat darbesi sonrası kurulan Ecevit hükümetlerinin programlarını, 1990’larm başından itibaren tüm dünyada; “gelişmiş”- “azgelişmiş”-“ge- lişmekte olan” ülke ayrımı gözetmeksizin uygulanan neo-liberal yapılanma programlarının ülkemiz için bir “kullanma kılavuzu” olarak tanımlayabiliriz. 2001 ekonomik krizi sonrası Kemal Derviş eliyle gerçekleştirilen by-pas operasyonu ile program daha saldırgan hale getirildi. Bu bağlamda, yıpranan ya da yıpratılan Ecevit hükümeti yerine, seçimle AKP iktidarı getirildi. AKP iktidarını, programın etkin ve kararlı bir şekilde yürütülmesinin siyasal karşılığı olarak görmek yanlış olmaz. Yapılanma programı kapsamında gerçekleştirilen pratiğe baktığımızda, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda bütünlüklü, planlı, süreklilik arz eden bir süreci tespit edebiliriz. Program, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı anda ve koşutluk içinde yürütüldü.
Ekonomik alanda uluslararası sermaye anlaşmalarının gerekleri o- lan ekonomik kararlar hızla hayata geçirildi. Merkez Bankası özerk hale getirildi. Ekonomi ile siyasi irade arasındaki bağın koparılması anlamına gelen ekonomik üst kurullar oluşturuldu. Maliye Bakanlığı bu kurulların aldığı kararların hayata geçirilmesi i
le yükümlü bir makam haline getirildi. Ekonominin “özerk” bir yönetime kavuşturulmasını sağlama savındaki bu üst kurullar önemli bir işlevi daha yerine getirdi; finans-bankacılık, sanayi, tarım sektörlerinde sermaye içi tasfiye gerçekleştirilerek, sermaye yeni güç ilişkilerine göre yeniden tahkim edildi. TBMM geceli gündüzlü çalışarak neo-liberal yapılanmanın gerekleri olan tercüme yasaları hızla çıkardı. Tüm bunların ardından, özellikle AKP hükümeti döneminde hızlandırılan özelleştirmeler yeniden tahkim edilen sermayenin güç ilişkilerine göre gerçekleştirildi, çok ö- nemli ve stratejik KIT’ler birbiri ardına özelleştirildi.
Sosyal alanda yapılanma programı, sosyal hayatın zemini olan çalışma koşullarını temelden değiştiren yasalarla yürütüldü. Esnek çalışma, esnek istihdam ve esnek ücretlendir- me çalışma yasalarının özü haline getirildi. Sosyal güvenlikle ilgili özellikle emeklilik koşullarını düzenleyen yasa çıkarıldı. Özel emeklilik ve özel sağlık sigortasını yeniden düzenleyen, özendiren yasalar çıkarıldı. Kamu çalışanları mücadelesini bölmeyi ve sönümlendirmeyi amaçlayan sendika yasası çıkarıldı. Personel rejimi yasası için önemli alt adımlar a- tıldı. Norm kadro, sözleşmeli perso
nel çalıştırma vb. Bu bağlamda en son adımda, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısı oldu.
Süreci bütünlüklü görmek, sorunun özgül başlıklarına takılmamak gerekiyor.
Yapılanmanın üçüncü ayağı olan siyasal zeminde ise, en sağından en soluna tüm siyasi yelpazede ve tüm örgütsel zeminlerde her yapının kendi solunu tasfiyesini görüyoruz. Bir siyasal olgu olarak AKP ve onun iktidarı, sözünü ettiğimiz siyasal yeniden yapılanmanın en özgün örneğidir. Bugün artık siyaset yapma, sermayenin “değnekçisi” olarak görev yapmaya talep olmakla özdeşleşmiş durumda. Siyasetin solunda ise; bir kesim en e- gemen sermayenin belirlediği bu zeminde “değnekçilik” yapma telaşı i- çindeyken, bir kesim de tasfiye edilen sermaye kesimlerinin kontra ilişkilerinin siyasal nesneleri haline gelmektedir. Tüm bu alanların dışında kendini gören bir kesim de, işçi sınıfının bağımsız politik zeminini yaratmak i- çin gerekli iradeyi, perspektifi ve kolektif üretkenliği yaratmaktan uzaktır. Bu bataklığın dışında durmayı politik pratik olarak görmektedir.
Buraya kadar anlatılanlar sosyal güvenlik ile ilgili yeni saldırının,
18
MAYI S-HAZİRAN 2006 C J O İ
hangi bütünlük içinde irdelenmesi gerektiğini tespit için bir bağlam oluşturmak içindi. Sorunu özgül başlıklara indirgemeden bütünlüklü olarak anlamak ve karşı cepheyi de bu bütünlüklü perspektifle oluşturmak gerekmektedir. Yine “mezarda emeklilik” başlığına benzer başlıklara sıkıştırılan muhalefet, yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına gelecektir. Bu a- çıdan yasanın neleri kapsadığını genel başlıklarıyla bu bütünlük içinde irdelemekte yarar var.
Sermayenin göz diktiği en verimli alan;
Sağlık ve sosyal güvenlik
Uzun süredir yürütülen bilinçli çökertme politikaları özellikle AKP hükümetiyle daha etkin ve kararlı yürütülmektedir. Meclise getirilecek yasa ile mevcut ilişkiler, yasal bir statüye kavuşturulmak istenmektedir. Neler yapıldığına bir göz attığımızda:
* Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi doğrultusunda, hastalardan katkı payı alınmak koşuluyla özel hastanelerden sağlık hizmetinin satın alınması.
* Tüm devlet ve üniversite hastanelerinin vakıflar ve döner sermayeler eliyle ticari işletmeler haline getirilmeleri.
* SSK’ya ait hastanelere (Sağlık Bakanlığı’na bağlanması) el konulması.
* Birinci basamak hizmetlerinin “Aile Hekimliği” uygulaması ile ö- zelleştirilmek istenmesi.
* Tüm bu koşullarla koşut olarak, kamu sağlık kuramlarında, taşeron, vakıf, döner sermaye adı altında geçici, sözleşmeli personel çalıştırma uygulamaları, yine sağlık bakanlığınca sözleşmeli hekim uygulamasına geçilmesi ile esnek istihdam ve çalışma yerleşik hale gelmiştir. Hazırlanan personel rejimi yasasının uygulamaları fiilen başlamış durumdadır.
* Aynı koşutluk içinde, birer şirket haline getirilen yerel yönetimlere, kamu hizmet kuramlarının aktarıla
rak dolaylı özelleştirmelerin planlanması.
Bugün gündeme getirilen “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarıları, 1999 yılında Körfez depreminin yıkıntıları arasına sıkıştırılan sosyal güvenlik yasasının devamı niteliğinde olan bir yasadır.
Bugün de tıpkı 1999’da olduğu gibi yeni yasanın çıkarılmasında aynı gerekçeler ileri sürülmekte ve denilmektedir ki:
* Türkiye’de toplam ve kişi başına düşen sağlık harcamaları gelişmiş ülkelerin gerisinde seyretmektedir.
* Sağlık hizmetlerinin verimliliği düşüktür. Bunun en önemli nedeni de sektördeki kamu egemenliğidir.
* Özelleştirme hem kaynak yaratmada hem de verimlilik ve kaliteyi artırmada başlıca çözüm olacaktır.
* Emeklilik yaşının düşük olması ve erken emekliliğin yaygın olması.
* Mevcut prim sisteminin yapılan harcamaları karşılamaktan uzak olması.
* Sosyal güvenlik sisteminin rekabetçi ortamdan uzak olması.
Nitekim 1999’da yapılan düzenleme ile, emeklilik yaşı kadınlarda 58’e, erkelerde 60’a yükseltildi. Ayrıca emeklilik prim gün sayısı 5000’den 7000’e çıkarıldı ve hükü
metlere SSK prim tavanını tabanın 5 katma artırma yetkisi verildi.
Yeni yasa neleri değiştirecek?
Gündeme getirilen bu yasal düzenleme 1980’li yılların başından beri çeşitli adlar altında hayata geçirilmeye çalışılan yapılanma sürecini tamamlamaya bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Yine hep yapıldığı gibi, sosyal güvenliğin temel sorunları yine gerekçe olarak kullanılmak istenmektedir. Evet, yeni yasa ile yapılan düzenlemeler şunları içermektedir.
1. Emeklilik yaşı bir kez daha yükseltilerek kadın ve erkeklerde 68’e çıkarılmakta. Emeklilik prim gün sayısı 9000’e çıkarılmakta. Böy- lece emeklilik fiilen olanaksız hale gelecektir.
2. Emeklilik bağlama oranları düşürülerek, emeklilik maaşları düşürülecektir.
3. Sosyal güvenlik kuramlarının tek çatı altında toplanması ile oluşturulan çatı yapı, şirket gibi çalışan, çalışanların denetiminden tamamen u- zak, biriken fonları çeşitli sermaye kanallarına aktarmakla görevli, fı- nans şirketlerinin basit bürosu haline getirilecektir.
4. Emeklilik ve sağlık fiilen birbirinden ayrılmakta; emeklilik primi yanında, “Genel Sağlık Sigortası” pirimi kesilecek, çalışanların prim yükü artacaktır.
19
C|Oİ MAYI S-HAZİRAN 2006
5. Genel sağlık sigortası, tıpkı ö- zel sağlık sigortasında olduğu gibi temel sağlık paketleri şeklinde düzenlenecek ve böylecc bütün sağlık hizmetlerinden yararlanmak imkansız hale gelecektir. Artan primlerle ancak daha geniş sağlık hizmeti alınacaktır.
6. Yine sağlık harcamalarına, yataklı, ayakta tedavi ayrımı gözetmeksizin katkı payı (fiilen zaten var) alınacaktır
Yeni yasayla oluşturulacak olan i- dari yapılanmanın görevleri arasında, örtük bir biçimde yerleştirilen, çok ö- nemli bir düzenlemeye dikkat çekmek istiyoruz. Hazırlanan ve parça parça hayata geçirilen bu program, Şili Modeli denilen, TÜSİAD tarafından rapor haline getirilen, Dünya Bankası tarafından dünya projesi olarak düzenlenen bir çalışmanın Türkiye pratiğidir.
Evet bu proje ile sermaye ne kazanacaktır? İlk anda görünebilen kazançlar şunlar:
1. İşverenlerin ödemek zorunda oldukları emeklilik ve sağlık primleri giderek ortadan kalkacaktır. Sistemin bütün yükü çalışanlara yüklenecektir.
2. Oluşturulacak fonlarda biriken primler fınans şirketleri eliyle yönetilip, fonların yıllık getirisinin en az %20’sine el koyacaklardır.
3. Fonlarda biriken kaynakları menkul kıymet satışları ile ucuz kredi
olarak kullanacaklardır.
4. Aile şirketlerini halka açma a- dma, çıkardıkları hisse senetlerini e- mekli fonlarına ve bu fonları yöneten şirketlere satıp, işletme sermayelerini artıracaklardır.
5. Kıdem tazminatının ve emeklilik ikramiyesinin de kaldırılması bu yeni sistemin gereği olarak gündeme gelecek, sermayenin önemli bir yükten kurtulması sağlanacaktır.
6. Devletin sosyal hizmetler için ayırdığı fonların bir kısmı, fon yöneticisi şirketler ya da hisselerini fonlara satan sermaye şirketlerine vergi muafiyeti ya da yatırım indirimi olarak aktarılınca, sermaye önemli bir yeni kaynağa kavuşacaktır.
Bu yasa, bürokratizmi aşan, politikleşen bir muhalefetle önlenebilir
Peki, bu yeni ve gerçekten emekçiler açısından sonuçları çok ağır olacak saldırıya karşı bugüne kadar ne yapıldı ve bundan sonra nasıl karşı durulacak? Bu sorunun yanıtı, yine yeni eylem platformları (içi boş) ve bir dizi klasik eylem programları değildir artık. Ne yazık ki bugün de aynı yaklaşıma tanık olmaktayız. Tüm muhalefet dinamikleri ve olanakları, içi boşaltılmış bürokratik platformlara taşınarak yine etkinliği kırılacak ve boğulacaktır. Böylece muhalefet adı altında, işçi sınıfı bu yeni sürece ek- lemlenecektir. Bu, bir güçsüzlük ya da öngörüsüzlüğün sonucu değildir.
Bu sınıfı kuşatan bürokratik egemenliğin bilinçli stratejisidir. Sendikal bürokrasiler, bürokratik geleceklerinin gizli pazarlığı ile yürütülen sözde “muhalefetlerle” sınıfın öfkesini bastırmakta, yönlendirmekte, bilincini bulanıklaştırmaktadır. Kazanım aldatmacası ile kırıntılara razı hale getirmektedir.
Bu yüzden önümüzdeki dönemde mevcut saldırılara karşı barikatı, işçi sınıfına yabancılaşmış, uysallaştırılmış ilişkilerin araçları haline gelmiş başta sendikalar olmak üzere tüm sınıf örgütlerinde yaratmak zorundayız. Sınıfın etkin, bağımsız ve sonuç alıcı örgütlenme ve mücadelesinin ö- nünde bugün ortada duran temel sorun; işçi sınıfının tüm örgütsel zeminlerinde, muhalefet araç, yöntem ve i- lişkilerinde yaşadığı güvensizliğin a- şılmasıdır. Bugün emek-sermaye çelişkisinin sıkıştığı düzlem artık burasıdır. Ve sermayeye karşı mücadele, sendikal-siyasal bürokratizme karşı mücadeleden geçmektedir.
“Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısına ve hemen ardından gelecek olan Personel Rejimi yasasına karşı mücadeleyi, işçi-e- mekçi inisiyatiflerinin yaratılmasının zemini olarak değerlendirmek gerekmektedir. İşçi sınıfına yabancılaşmış tüm geleneksel örgütsel zeminleri, aynı zamanda sınıf mücadelesinin verildiği zeminler olarak tanımlamak gerekmektedir. Bürokratizmi aşan, politikleşen bir muhalefet ancak bu gerekliliklerin yerine getirilmesiyle yaratılacak bağımsız bir sınıf mücadelesi hattı ile mümkün olacaktır.
Bu yeni saldırı işçi sınıfının öncü işçilerine ve militanlarına bu devrimci diyalektiği yaratma görevini yüklemiştir. Bürokratizmi aşan, politikleşen, egemenlik ilişkilerini üretmeyen işçi-emekçi inisiyatiflerini yaratmak, geliştirmek iş olarak önümüzde durmakta.
Bunun nasıl yapılacağım tartışmak için önce bunu yapmaya karar vermek gerekiyor. Haydi görev başına!
M art 2006
20
ABD’deki faiz artırımı ile tetiklenen dolardaki TL’ye karşı yükseliş zaten bekleniyordu...
Fİ NANSAL İ STİ KRARSIZUK VE
KÜRESEL DENETİM
M. Özgür
Küresel finansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi kurumlar ve büyük sermayedarlar aracılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir
tehdit haline getirilebiliyor, yani bir yandan krizlere yatkın sistemin yarattığı sorunların suçlusu "neo-liberalizme karşı çıkanlar" yapılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük sermayenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapitalist devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor.
Uluslararası sermaye hareketleri ve finans piyasaları küresel istikrarsızlıklar yarattıkları kadar, küresel kapitalist bir denetimin araçları olarak ve kapitalistlerin risk yönetiminin araçları olarak da işlev görüyorlar. Doların TL karşısında son haftalardaki yükselişi enflasyon hedeflemesi programı uygulayan ve bu nedenle cari açık veren tüm ülkelerde görüleni ve beklenen bir kapitalist problem. Buna rağmen bu yükseliş, “Cumhurbaşkanı Sezer’in Genel Sağlık Sigortası yasasını veto etmesine”, “Türkiye’nin istikrarsız bir politik ortamı olmasına” bağlandı. Oysa para biriminin değerlenmesi ve talebi kısan e- mekçileri yoksullaştırıcı politikalar hem dış borç ödemesini “kolaylaştırmış” hem de enflasyonun düşüşünde etkili olmuştur.Bu tip politikalar sonrası piyasa, para biriminin aşırı değerli olduğunu fark eder ve kur riskini daha fazla taşımak istemeyen portföy yatırımları (hisse senedi, tahvil vb. almak üzere gelen yatırım) ülkeden
ayrılır. Bu beklendik gelişme, günümüz küresel kapitalist işleyişinin bir ürünüdür. Oysa uluslararası ve yerli büyük sermayenin istemediği her gelişme, emekçilerin neo-liberal gündeme her karşı çıkışı bu küresel finansal sistemin yarattığı istikrarsızlıkların, ani dalgalanmaların gerekçesi olarak gösterilebiliyor.
Tersten bir bakışla, küresel finansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi kurumlar ve büyük sermayedarlar aracılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir tehdit, bir denetim unsuru haline de getirilebiliyor, yani bir yandan
krizlere yatkın- sistemin yarattığı sorunların
1 u s u
“neo-liberalizme karşı çıkanlar” yapılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük sermayenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapitalist devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor. (Kriz sonrasında ise, Türkiye gibi ülkeleri bekleyen IMF’nin kemer sıkma programları, buna karşın ileri ülkelerde ise Merkez Bankalarının kredi koşullarını gevşetme politikaları oluyor.)
Medyadaki kur ve borsa endeksi yorumları genelde kısa vadeli analizlere dayandığı gibi, eşitsizlikleri, güç ilişkilerini, uluslararası finansal sistemin istikrarsız doğasını, bu yapının emekçilere yönelik neoliberal politikaların şekillenmesindeki etkisini görmeyen bir şekilde yapılıyor. Latin Amerika’daki krizler, Türkiye’de 5-6 yılda bir görülen krizler,
dünyanın gördüğü en büyük krizlerden biri olan 1997
Asya Krizi gazetelerdeki popüler a - nafizlerde hep başka başka gerekçelerle açıklanmaya çalışılırken, yaşadığımız son 25 yılın tüm dünyada neden bu ölçüde krizlere, döviz kuru dalgalanmaları-
21
CJOİ MAYIS-HAZİRAN 2006*
na en açık dönem olduğu, sermaye birikiminin ve sermayenin uluslara- rasılaşmasınm günümüzdeki özellikleri sorgulanmıyor.
Sıcak para ve d eğ e r aktarım ı
Türkiye’de borsada ve Hazine kağıtlarında 63 milyar dolarlık bir yabancı sermaye yatırımı var. Bu miktarın 30 milyar doları borsada bulunuyor. Son günlerde ABD’deki faiz artırımı2, tüm dünya borsalarmı ve para birimlerinin değerini çeşitli biçimlerde etkiledi, ABD’de daha fazla getiri imkanı bulan sermayenin küçük bir kısmı bir anda çekilerek dolara dönüşüp ABD’ye gitti. Dolara dönüşürken de dolara talebi artırarak Türk parasını değerlendirdi. Zaten yukarıda da anlatıldığı gibi enflasyon hedeflemesi politikaları Türk Lirasını aşırı değerlendirmiş ve böyle bir krize zemin hazırlamıştı.
Küçük bir istikrarsızlıkta daha güvenli piyasalara gidebilecek bu devasa miktar Türkiye’de yüksek faiz ve getiri beklentisi ile bulunuyor. Kısacası 63 milyar dolarlık “sıcak
para” yüksek faiz için ülkede bulunuyor, peki bu faizi kim ödüyor? Aktarılan bu değer kimin? Kritik soru burada şekilleniyor. Bu soruyu aklımızda tutarak devam edelim.
Yoksullaştık ve enflasyon d ü ştü
Son yılların verilerine baktığımızda, üretim yıllık ortalama yaklaşık %7.5 artarken, işsizlik oranında resmi hesaplamalara göre dahi ciddi bir azalma görülmüyor. Emekçilerin üretkenliklerinde (verimliliklerinde) ciddi bir artış olduğu görülürken ücretlerinde bir artış yok. Üretkenlik artışı bu durumda işçilerin daha az ücretle çalışmaya razı olmasından ve üretim tekniklerinde yapılan yatırımlardan kaynaklanıyor. Yıllık işsizlikte bir azalma da olmadığına göre demek tek tek emekçiler gitgide daha ucuza çalışmaya razı olmuş dürümdalar.
Şimdi baştaki sorumuza dönelim, büyüme rakamları yüksekken bu 63 milyar dolar kimin ürettiği değeri faiz olarak alıp gitmek üzere burada bulunuyor, en ufak istikrarsız
lıkta çıkma tehdidi ile fmansal bir disiplin sağlaması bir yana, alıp gittiği bu değer kimin cebinden çıkıyor? Bu değer şüphesiz emekçilerin ürettikleri değerdir. Ödediğimiz vergilerden alınıp sermayenin aldığı devlet bonoları faizi aracılığı ile yerli yabancı sermayedarlara ve spekülatörlere aktarılan değerdir. Sermayedarların bizim ürettiğimiz değerden kredi faizi olarak ödedikleri ve cninde sonunda bize ödettikleri değerdir.
D ünyada serm ay e akışı ve ABD
Finansallaşma ve fmans piyasalarının hızlı gelişimi aslolarak 1970’lere dayanıyor. Uluslararası Bretton Woods sisteminde bastığı her dolar karşılığı altın rezervi tutmak zorunda kalan ABD, 1970’lerde bu sistemin dağılmasında etkin bir rol üstlenir. ABD’yi dolar basmakta sınırlayan bir etken kalmaz, derin piyasalarına güvenen ABD herhangi bir standardın olmadığı yeni sistemde başlıca rolü üstlenir. ABD bir yandan hızla dolar basarken dünyada artan likidite finans sermayesini ö-
Türkiye’de işsiz likTUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) sadece iş ara- re sokaktaki işsizlik %I7. Bu arada 15-24 yaş grubu i-
maktan umudunu kesmemiş işsizlerin oranını işsizlik çin aynı yöntemle hesaplama yapıldığında ise TUİK ta-oranı olarak yayınlıyor ve mevsimlik işçileri toplam is- rafından yüzde 18.8 olarak açıklanan söz konusu grup tihdama katmıyor. Oysa sendikaların hesaplarına gö- için işsizlik oranı yüzde 29.4’e kadar yükseliyor.
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
İşgücü (m il. kişi) 23.9 23.1 23.5 23.8 23.6 24.3 24.6
İstihdam 22.0 21.6 21.5 21.4 21.2 21.8 22.1
İşsiz 1.8 1.5 2.0 2.5 2.5 2.5 2.5
İşsizlik oranı (%) 7.7 6.5 8.4 10.3 10.5 10.3 10.3
22
MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ
Türkiye’de enflasyon
kurlarını ciddi oranda sarsmaktadır. Türkiye’deki döviz kuru değişimleri de bunun örneklerinden biri olmuştur.
ABD cari açığını kapatırken ciddi oranda dolar çekerek doları olması gerektiğinden daha değerli tutmakta ve böylece diğer ülkelerden aldığı malları ucuzlatmış olmaktadır.3 ABD küresel birikimleri az bir faizle kendine çekip bağladığı gibi, küresel ihracatın artmasını da sağlayarak ülkeleri küresel ekonomiye ve neo-liberal gündeme bağlamaktadır. Dünya fı- nans piyasaları ülkelerin küresel sistemden çıkmalarını zorlaştırmaktadır. Ellerinde ABD hazine bonosu tutan merkez bankaları ve dünya sermayedarları böylece doların aşırı değer kaybetmesini istememekte, bu da ABD dolarına olan güveni artırmaktadır. Günümüzün bağımlılık ilişkileri artık böyle işlemektedir.
Enflasyondaki hızlı düşüş büyük sermayedarların tercihi olarak ortaya çıkarken düşüşün gelir düzeyinin azalmasıyla (alım gücünün a- zaltılmasıyla ve böylece iç talebin kısılmasıyla) ortaya çıktığına dikkat etmek gerekiyor. Enflasyon hedeflemesi programı uygulayan Kanada (1982-92), Brezilya (1994-98), Meksika (1999-2006) döviz kurlarında ani değersizleşmeler yaşadılar. Türkiye’de de eninde sonunda bu tip bir değersizleşme yaşanacağı zaten bekleniyordu.
nündeki tüm engelleri aşmaya yöneltir ve tüm dünyada yaşanan serbestleştirmelerle fınans piyasaları ve işlemleri hızla artar. Ülkeler paralarını “convertible” yapar (paraların yabancı paralarla değiştirilmesindeki engellerin kaldırılması) ve kısa vadeli sermaye girişlerini serbestleşti- rirler. Örneğin günümüzde ileri kapitalist ülkelerin emeklilik fonlarında birikmiş 13 trilyon dolar, sigorta şirketlerinde birikmiş 14 trilyon dolar dünyada değerlenecek yer aramaktadır ve dünya fınansal sistemine katılmaktadır.
Günümüz emperyalizminin ö- nemli farklarından biri, daha önceki finansallaşma döneminde (I. Dünya Savaşı öncesi) merkezdeki ülkelerden çevreye uzun vadeli portföy yatırımları yapılırken günümüzde yatırımların kısa vadeli menkul değer (securities) yatırımları olarak gerçekleşmesidir. Ayrıca Amerikan hazine bonoları, altın standardının olmadığı bir dünyada yeni rezerv kaynakları olarak tüm dünyadan ve devlet kuruluşlarından talep görmektedir. Yani geçmişteki gibi tek yönlü bir yatırım amaçlı sermaye akışı yoktur. Geçmişteki emperyalist dönemlerden farklı olarak, çevre ülkelerde sanayi malları üretimi gelişmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin ihracatlarının %80 kadarı tarım malları değil, sanayi ürünleridir. ABD sattığından fazla değerde mal alarak ca
ri açık vermektedir. Bu açığı dünya fonlarını kendisine çekerek kapat-
. maktadır. Bu fonları çekerken yaptığı faiz artırımları ekonomik olarak riskli ülkelerdeki borsaları ve döviz
Türkiye’de Tüketici Fiyatları (Yıllık ortalama artış)
2 0 0 2 2 0 0 3 2 0 0 4 2 0 0 5 2 0 0 6
%45.0 %25.3 %8.6 %8.2 %8.0
t|ol MAYIS'HAZİRAN 2006
Dünyadaki yeni uluslararası fınans mimarisini ciddi biçimde çözümlemek ve bu çerçevede uluslararası kuramların, devletlerin ve devlet aygıtları
nın yeni rollerini, yeni biçimlenişlerini belirlemek gerekiyor.
SonuçKüreselleşme ve dünya ölçeğin
de yatırım ve yayılmanın yarattığı riskler fınans piyasalarının gelişmesini sağlarken, küresel finansal sistem kriz ve belirsizliklerin kaynağı olmaya devam ediyor. Dünya ölçeğinde gerçekleşen neoliberal düzenlemeler ve meta, para ve üretim sermayesinin gittikçe artan uluslarara- sılaşması, finans sermayesi ile sanayi sermayesi arasındaki ayrımı iyice azaltırken, öte yandan finans piyasa
ları neoliberal disiplinin ve kontrolün önemli araçları olarak ortaya çıkıyorlar. Dünyadaki yeni uluslararası finans mimarisini ve eşitsiz ilişkileri ciddi biçimde çözümlemek ve bu çerçevede uluslararası kurumların, devletlerin ve devlet aygıtlarının yeni rollerini, yeni biçimlenişlerini belirlemek gerekiyor.4 Zira yeni silahlar sadece bombalar ve füzeler değil, krizler, durgunluklar, işsizlikler. Türkiye’deki son gelişmeleri bu çerçevede yorumlamak çok daha anlamlı olacaktır. Emeğin gündemi, bir
Türkiye’de büyüme
Büyüme artıyor, istihdam artmıyor. Mevcut çalışanların daha çok değer üretmesi anlamına geliyor.
Türkiye’de GSYH Büyümesi
2 0 0 2 2 0 0 3 2 0 0 4 2 0 0 5
%7.9 %5.8 $8.9 %7.4
yandan hayatın her alanının metalaş- masma karşı çıkmak bir yandan da kapitalizmin yarattığı finansal çılgınlığa ve akıldışılığa, ulusal ve u- luslararası emek dayanışması ve mücadelesiyle dur demeyi gerekli kılıyor.
DipnotlarI. Brezilya, Kanada, Meksika, İngiltere de Türkiye’deki gibi enflasyon hedeflemesi programları uygulamış ülkeler. Bu program sırasında hepsinde cari a- çık problemi ortaya çıkarken (Türkiye bu sorunu çok daha ciddi yaşıyor ve bu daha ciddi kriz olasılıklarını tetikli- yor), döviz kurları önce aşırı değerli o- luyor, sonra %I0 ile %40 arası ani de- ğersizleşmeler yaşıyor. Kaynak: Prof. R.Mundell’in 20 Nisan 2006 tarihinde İş Yatırım’ın davetlisi olarak İstanbul’da yaptığı sunuş ve Erinç Yeldan’ın çeşitli yazılarına bakılabilir.
2. Bu faiz arttırımı, dünyadan çektiği fonlarla yaşayan ABD’nin dünya kaynaklarını çekmesi için gerekliydi.
Artan enflasyon kadar bir faiz artırımı yapılması reel olarak faizin düşmemesini sağlıyor. Dünyadaki dolar miktarı 5 trilyon dolar iken ABD yılda 500 milyar doları “en güvenilir ekonomi” ve en derin piyasaların sahibi olarak çekiyor. Bu dolarlar, ABD dolarını olması gerektiğinden yüksek değere çekerek ABD’nin diğer ülkelerin mallarını daha ucuza almasını sağlıyor. Böyle- ce ABD’ye mal satarak birikim yapan Asya ülkeleri ellerindeki fonlarla yeniden güvenli buldukları ABD hazine kağıtlarına yöneliyorlar.3. Leo Panitch, Sam Gindin, Finance and American Empire, Socialist Register 2005. Doların Euro karşısındaki son dönemdeki düşme eğilimini ise ayrıca incelemek gerekmekte.4. Bu hiyerarşinin tepesinde ABD hisse senedi piyasası değil; tam devlet güvencesindeki, en derin, akışkan ve en az risk barındırdığı söylenen ABD devlet bono ve tahvil piyasası yer alıyor. Cristopher Rude, The Role of Financial Discipline in US Strategy, Socialist Register 2005.
2 4
İŞSİZİM, AMA DİPLOMAM VAR!..
Diplomalı işsizliğe nedenleri açısından bakıldığında, tem elde yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağlantılı bir sonuç var ortada diyebiliriz. Yani s istem in yarattığı is tih
dam, var olan nüfusa yeterli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe ulaştı ki, ün iversite mezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılmaz oluyor.
5 Mayıs günü, gazetelere yansıyan bir habere göre Türkiye Taş Kömürü Kurumu tarafından açılan 1120 kişilik işçi alımı başvuruları için 39 bin 473 kişi müracaatta bulundu, başvuru sahipleri arasında çok sayıda üniversite mezunu da var.
Zonguldak’ta yaşanan durum aslında Türkiye’nin birçok yerinde yaşananların küçük bir örneği. Gerçeklik şu ki, Türkiye İstatistik Ku- rumu’nun yayınladığı son raporlara göre Türkiye’de 2.7 milyon kişi işsiz, belki klasik bir söz, ama gerçek rakamın bu sayının kat be kat üstünde olduğu da kesin aslında, çünkü Türkiye’de istihdama katılma, yani çalışma çağındaki nüfusun işgücü piyasasına ulaşma oranı yüzde elli bile değil.
İşsizliğin bu derecede yaygınlaştığının yanında TİK raporları aynı zamanda, son 5-6 yıldır, özellikle 2001 krizi sonrası, işsizler kuyruğunda yerini almaya başlayan geniş bir kesimin de diplomalı işsizler olduğunu gösteriyor. Hatta bu kısa zamanda işsiz üniversiteli oranı % 30’a ulaşmış durumda.
Normal şartlarda üniversite diplomasının, bölümüne dair yeterli bir eğitim almış olmayı ve bu alanda istihdamı tescillemesi gerekirken üstteki rakamlardan kolayca anlaşıldığı üzere, şu an ellerindeki diplomalarıyla öylece iş bekleyen yüz binlerce insan var. Yani üniversite diploması iş bulmanın garantisi olmadığı gibi her yıl ailelerin üniversiteye hazırlık için döktükleri 2.9 milyar dolar da işin cabası.
Ne değişti?Diplomalı işsizliğin, devrimci
hareketin gündeminde bile özellikle son iki yıldır yer etmeye başladığı düşünülürse elbette bu kadar kısa bir zamanda % 30’lara varan bir diplomalı işsizlik oranının oluşmasında neyin etken olduğu önem taşıyor. Bu konuda hafızalarımızdaki en temel veri elbette 2001 krizi. Hatırlanacağı üzere krizle birlikte işsiz kalan geniş bir orta sınıf kesimi bu dönemde beyaz yakalılar olarak adlandırılmıştı. Krizin mirası geniş bir kesimin bugün hala iş bulamadığı bir gerçeklik, ancak süreç açısından bakıldığında durumun sadece kriz ortamının yarattığı bir geçici işsizler ya da kısmen bunun ü- zerine eklenen yeni kişilerden ibaret olmadığı tersine işsizliğin gerek diplomalı gerekse diplomasız şekilde hızla yapısallaştığı görülmekte.
Yani diplomalı işsizliğe nedenleri açısından bakıldığında, temelde yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağlantılı bir sonuç var ortada diyebiliriz. Yani sistemin yarattığı istihdam, var olan nüfusa yeterli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe u- laştı ki, üniversite mezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılmaz oluyor.
Yüksek öğrenim mezunlarının sorunları açısından bakıldığında, yüksek öğrenim mezunlarının yaşadığı tek işsizlik durumunun bu doğrudan işsizlik durumuyla sınırlı olmadığını da görmek gerekli. Yasal tanımlarca adı işsizlik olarak geç
mese de aslında işsiz üniversite mezunlarının kat be kat üstünde bir sayıda üniversite mezunu, bir nevi geçici işler diyebileceğimiz alanlarda istihdam ediliyor. Çok düşük ücretlere, sigortasız, iş güvencesiz o- larak ve çoğunlukla kısa süre sonra işten atılmalarla yaşanan bu durum, sadece özel kesimde değil bizzat devlet kuramlarında da yaygınlaştırılan bir yöntem olarak üniversite mezunlarını yoksulluğa mahkum e- diyor. En tipik örneğini, özellikle son yıllarda eğitim fakültesi mezunlarının ya da bu alanlardaki bölüm mezunlarının durumu oluşturuyor diyebiliriz. Yakın zamana kadar güvenceli iş diye bilenen ve ÖSS’de adeta puan fırlaması yaşanan öğretm enlik mesleğinde son yıllarda şartlar çok değiştirildi. A- tama için zorunlu olan KPSS sınavlarına her yıl yaklaşık 127 bin kişi giriyor, açılan kadro bazında bakıldığında ise mesela İstanbul öznelinde 14 bin öğretmen açığı varken bu yılki iki atamada toplam olarak 500’ün altında bir kadro ataması yapıldığını görüyoruz. Bazı bölümler bazında bakıldığında ise KPSS’den 100 bile alsa hiçbir atanma şansı olmayan on binlerce insan var. Devlet kadro ataması yapmazken aynı kişileri okullarda ücretli ya da sözleşmeli öğretmen olarak çalıştırıyor. Yazının yazıldığı tarihte henüz maaşlara yansımamış olan yeni artırım sayılmazsa, bir ücretli öğretmen aynı işi yapan meslektaşından farklı olarak aylık 270 milyon gibi komik bif ücretle çalıştırılıyor, ayrıca iş koşulları tamamen
25
ç p l MAYI S-HAZİRAN 2006
İş güvencesinden yoksun, sosyal tüm hakları tırpanlanmış ve geniş bir işsizier ordusunun sistemin devamının garantisi olduğu bu yapı yeni dönemin çalışma koşulları olarak hepimize dayatılmaya çalışılıyor.
yıllık olarak yapılan sözleşmelere bağlı. Yani iş güvencesi de ortadan kaldırılmış durumda. Durumun özel kesimde nasıl yaşandığına bakacak olursak, staj gibi algılatılmak istenen, ama 5-6 seneyi bulabilen süreçlerde, haftada 6 gün, günde 12 saati bulan çalışma süreleri ve yine aylık 400 milyonu geçmeyen ücretlerle çalıştırıldıklarını görüyoruz. Benzer durumlar aslında gazetecilikten kamu yönetimine, mühendislikten hemşireliğe geniş bir kesimde yaşanıyor, hatta “yetkin mühendislik” adıyla yapılan son düzenlemeyle m ühendislik bölümlerinde bu durum kalıcılaştırıldı bile. Yani üniversite mezunları doğrudan işsiz olmanın yanında aslında görülmeyen bir işsizliği daha yaşıyor.
İşsizlik olarak algılanmayan bu durumu bu kadar ayrıntılı anlatmamızın nedeni, sözleşm eli-ücretli öğretmenler üzerinden anlattığımız bu tablonun aslında önümüzdeki sürecin gençler açısından nasıl biçimlendirilmek istendiğinin de ö- nemli ipuçlarını vermesinden kaynaklanıyor.
90’laıdan beri oturtulmaya çalışılan ve özellikle AKP’nin temel a- dımlarmı hızla kurumsallaştırdığı bu yapı, neo-liberal ekonominin istediği çalışma şartlarını oluşturuyor. İş güvencesinden yoksun, sosyal tüm hakları tırpanlanmış ve geniş bir işsizler ordusunun sistemin devamının garantisi (yerini doldurmaya hazır binlerce işsiz adayının her an ensede hissedilen nefesinin yarattığı işsizlik korkusu) olduğu bu yapı yeni dönemin çalışma koşulları olarak hepimize dayatılmaya çalışılıyor. Üstte de söylediğimiz gibi AKP’nin çıkardığı-çıkarmaya çalıştığı birçok yasa, bir taraftan görece iş güvencesinin olduğu sosyal devletin son kırıntılarını da tasfiyeye dönükken diğer taraftan da bu yeni yapıyı kurumsallaştırıyor. Dikkat edelim yapılan birçok düzenlemede, bu yeni yasaların belirli bir yıl haddini dolduranları kapsamadığı özenle vurgulanıyor. Bu durum ne yazık ki var olan haklara saygı gibi iyi niyetli bir amaçtan değil, tersine oluşabilecek güçlü tepkilerin yolunu işi sürece yayarak önleme kaygısından kaynaklanıyor.
Yani sistem, yeniden yapılandırmasını belki biraz daha uzun, ama daha garantili bir yöntemle, eskileri mümkünse işten atarak, değilse erken emekliliği teşvik ederek ya da hiç olmadı emekliye ayrılmalarını bekleyerek fiili olarak tasfiye ediyor. Gençlerin şimdiden yaşamaya başladığı çalışma koşuları ise aynı süreçte hızla kurumsallaştırılıyor. Milyonlarca işsiz ya da üstte anlattığımız biçimde görünmeyen bir işsizliği yaşayan genç, aslında önümüzdeki sürecin çalışma koşullarını yaşamaya başladı diyebiliriz.
İşsizlik sorununu üniversite mezunları açısından değerlendirirken elbette eğitim sisteminin, özelde ü- niversitelerin durumuyla ilgili de
bir değerlendirme yapmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sonuç olarak bu kesimi diğer işsizlerden ayıran önemli bir farklı
lık var; yıllarca okullarda, sınavlarda dirsek çürütmüşler, ama sonuçta iyi bir iş hayaliyle girdikleri üniversitenin verdiği diplomanın bir kağıt parçası olmaktan öte bir anlam taşımadığını görüyorlar. Hatta üniversite bitiyor, bu kez yok yabancı dil bilmiyorsun, bilgisayar bilmiyorsun, KPSS kursuna gitmelisin, yüksek lisans yapmalısın diye ardı arkası kesilmeyen bir liste önlerine konuyor. Tabii bunların her birinin de milyarları bulan bir m aliyeti var. Ama basit bir mantıkla bile en az 16 yıl süren bir eğitim sürecinin sonunda neden iş bulamadıkları sorulabilir ya da bu 16 yıl boyunca kendilerini eğittiği iddia e- dilen okulların aslında ne gibi bir işlev gördüğünün açıklaması istenebilir. Sanırız durumu açıklayacak şey daha çok ikinci soruda yanıt buluyor.
Bu durumu açıklamak için yine hafızalarımızı biraz zorlamak gerekiyor sanırız. Zira son 5-6 yılı şöyle bir hatırlayacak olursak, aslında eğitim sitemine dair oldukça önemli değişimler yaşandı. İlk olarak bu süreçte okullardaki eğitim süreci
26
MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ
nin uzatıldığını görüyoruz, önce ilköğretim 8 seneye çıkarıldı, ardından liselerin 4 yıl olması zorunluluğu getirildi. Bu iyi bi şey tabi(î). Bunun yanında geçtiğimiz mart a- yında birden bire 15 yeni üniversitenin kurulması kararı çıktı. Böyle- ce 1992’deki, benzer şekilde bir gecede 21 yeni üniversite ve 2 ileri teknoloji enstitüsü kurma kararı -ki adları tabela üniversitesi olmaktan öteye geçemedi- ve paralel işleyen bir süreçte vakıf üniversitesi kurabilme izniyle birlikte, Türkiye 80 sonrası üçüncü büyük üniversite furyasını yaşamaya başladı. Yani gençler okumaya teşvik ediliyor(î).
Herhalde bu aysbergin buzulların ışıltısıyla kaplı güzel yüzü, ama suyun derinliklerinde bırakalım bu eğitim atağı (!) için oluşturulmuş bir donanımın olup olmadığını, tersine her yıl eğitime ayrılan payın gittikçe düşürüldüğü bir tablo yatıyor. Hızla sayısı artırılan üniversiteler aslında hem kendi içlerinde hem de bölümler bazında ciddi bir kastlaşmanm içine sürüklenmiş durumda. Açık şekilde özel üniversiteler ve belli başlı devlet üniversiteleri sistemin devamı için gerekli az sayıdaki nitelikli iş gücünü üretmek için ayrılmışken diğer üniversiteler aslında var olan işsizliği en azından belli bir dönem için örtme işlevini görüyor. Aynı durum bölümler bazında da geçerli, özellikle sosyal bilimlere verilen destek sıfıra inmiş durumda, ancak birçok ü- niversitede on binlerce öğrenci bu bölümlerde eğitim görüyor. Bunun yanında hemen hemen her üniversitede bir edebiyat fakültesi ya da halen işsiz mezun sayısının 35 binin üzerinde olduğu bir ziraat ya da su ürünleri fakültesi bulmak mümkün. YoTun önceki sayılarında neo-libe- ral eğitim politikalarının amaçlarını ve üniversitelerde yarattığı tabloyu ayrıntılı biçimde anlattığımız için bu konuyu derinleştirmeyi gerekli görmüyoruz. (Sayı:8, Eşitlikçi Çağ Sona Erdi) Ancak üstte anlattıklarımızı bütünlemek için vurgulanması gereken iki nokta var. Bunlardan ilki devlet üniversitelerindeki bu tab
lonun yanında-karşısında, devletin özel üniversitelere hayli cömert bir destek verdiğidir. Mesela devlet vak ıf üniversitelerinin bütçesinin %45’ini karşılamayı kabul ediyor, bunun yanında oldukça değerli arazilerin bağışları hatta MEB Bakanı Hüseyin Çelik’in yoksul çocuklarını devlet ödemesiyle özel liselerde okutma önerileri bu tablonun diğer parçasını oluşturuyor. İkinci olarak üniversiteler aynı zamanda sistem için önemli bir gelir kapısı oldu, Türkiye’ye özgü dev bir dershane piyasasının ÖSS sistemiyle sürüklenmesi, her yıl ÖSS başvurularından elde edilen gelirler vb’lerinin ötesinde üniversiteler piyasa kurallarına göre işleyen bir şirket olarak çalışıyor, bu sistemin geliri her aşamada öğrenciler üzerinden elde ediliyor.
Son olarak üzerinde sadece liberal kesimden sözler duymaya alışık olduğumuz bir konuya değinmek istiyoruz: Beyin göçü. Kaçımız farkındayız, bilmiyoruz, ama son yıllarda, ailesinden maddi destek alabilecek durumda olan ya da bir şekilde aupair vb. yolları denemeye cesareti olan pek çok genç kapağı yurt dışına atmaya çalışıyor. Üstteki tablo düşünüldüğünde aslında çok da haksız görülemeyecek bu durum sessiz sedasız binlerce
gencin yurt dışında yaşamaya başlamasını getiriyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde gündemde olan göçmen yasaları düşünüldüğünde, beyin göçünün neo-liberal paylaşımda gençlerin nitelikli, ama ucuz iş gücü kapısı olarak görüldüğünü anlamak zor olmuyor.
Diplomalı işsizlik yakın zamanda daha da büyüyen bir kesimin sorunu olacak gibi görünüyor. Uzun yıllar “okusun, adam olsun” diye bel bağlanan eğitimin, artık hayallere bir karşılık üretmediği açık, ü- niversite duvarları artık hem içinde hem de dışında büyüyen yoksulluğun karşısında durmaya yetmiyor. Henüz çok ufak olsa da bu konuda başlayan kıpırdanışları görmek gerekli. Bu adımları gerçekleştirenle- rin birçoğu öğrencilik yıllarında devrimci harekete oldukça uzak durmuş insanlardan da oluşuyor, ancak sanırız herkesin hayatında trajikomik öykülere varan gerçeklik, üniversite içinde uzak durulan- ları hayatta yakın hale getiriyor. Elbette bizlerin durumu bunun ötesinde kavraması lazım, çünkü yıllardır faaliyet yürüttüğümüz üniversitelerin duvarlarının nerede yıkılmaya başladığı, üstüne en çok bizim kafa yormamız gereken noktayı oluşturuyor.
27
La t ín A m e r ík a ç i kar m a s ifîyşe Tcmsever
Latin Am erika'nın bir avuç finans kapitali yıllardır ABD ile serbest ticare t antlaşması imzalama mücadelesi verm ektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerim iz ise buna karşı Latin Am erika'yı AB ile bir b irlikte lik içine sokm ak istem ektedirler. Ancak AB liderleri ile yapılan zirve neo-liberal politikaların artık başkalarına sunu
lm ayacağ ın ı, yabancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılm ayacağım gösterdi.
Mayıs ayı ortasında Batı basınının gözlerden uzak tutmaya, önemsiz gibi göstermeye çalıştığı, oysa yoksul Latin Amerika ülkeleri ve merkez ülkeleri güçler dengesi açısından önemli bir zirve yaşandı. Zirvenin sonucu Ortadoğu’ya da yayıldı. Latin Amerika ve Avrupa Birliği ülke liderleri Viyana’da bir araya geldiler. Dördüncüsü gerçekleştirilen bu zirvenin amacı Latin Amerika ülkeleri ile AB arasında ortak bir pazar kurmaktı.
Latin Amerika’nın bir avuç fı- nans kapitali yıllardır ABD ile serbest ticaret antlaşması imzalama mücadelesi vermektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerimiz ise buna karşı Latin Amerika’yı AB ile bir birliktelik içine sokmak istemektedirler. AB ile yapılacak bir birliktelik ABD ile yapılacaktan daha bir az zalim olacaktır. Bu aslında dizginsiz bir sömürü yerine daha “adil” bir sömürü anlamına gelecektir. Latin A- merika halkları açısından ABD’nin serbest pazarı kurma baskılarına karşı durmak bir dövüş haline gelmişti.
Geçtiğimiz yaz aylarında Arjantin ’de yapılan toplantıda yoksul halklar Amerikan serbest pazarına karşı büyük gösteriler düzenlediler. Ve burada gerçekleştirilen protestolarla bu pazar suya düşmüştü. Sadece birkaç gerici ülkenin ABD ile ikili anlaşması bazında kaldı ve ABD’nin tüm baskılarına karşılık yayılamadı. Bu toplantıda Chavez bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı. Ancak Latin burjuvaları AB ile yapı
lacak bir pazar için çalışmaları sürdürdüler. İşte Viyana’da yapılan son zirve bu konuda çok önemli bir anlam taşıyordu.
Zirve öncesi hazırlıklarABD ve emperyalizme karşı yıl
ların kahraman karşı durucusu Küba ve lideri Castro’ya son yıllarda Venezüella lideri Chavez katıldı. Bu yıl başında da ekibin sayısı Bolivya lideri Evo Morales ile üçe çıktı. “Ka- rayip Korsanları” denilen üçlü aralarında yeni bir pazarın adımlarını attılar. Chavez’in önerisi olan ALBA anlaşmasını imzaladılar. Bu yeni model ne artık gerçekleşmesi imkansız olan Amerikan serbest pazarı idi ne de AB ile daha “adil” olacağı söylenen kapitalist bir ekonomik birliktir. Sosyalist bir “eşitlik” ilkesine dayalı sömürünün olmadığı bir pazar modelidir. Neo-liberal politikalara karşı, devletçiliğin ağır bastığı, ulusal yeraltı ve üstü kaynaklarının Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ)sömürüsü- ne karşı korunduğu bir modeldir. Bu çerçevede her ülke diğerini sömürmeden, karşısındakinin çıkarını koruduğu, yardımlaşma bazından, birbirini ezmeyen yok etmeyen, bir birliktelik örneği oldu.
ALBA kurucuları bu kurdukları çekirdeğe diğer ülkeleri de çeşitli şekillerde katmaya çalışıyorlar. Ana halkanın en yakınında Brezilya ve Arjantin durmaktadır. Bilindiği gibi bu ülkeler de neo-liberal politikaların en acımasızını yaşamış ve fınans kapital sömürüsüne karşı durmaya
çalışan ülkelerdir. Bu dış çemberin etrafında da çekirdeğe doğru yakınlaşma umutları olan ülkeler Peru, Ekvador bulunmaktadır. Kuzeyde Nikaragua bu çembere katılmak için elli kulağındadır. Sandinistlerin tekrar iktidara gelmesi ile bu gerçekleşebilecektir. Hatta yakındaki son seçimlerde Meksika bile bu halkaya katılabilir. Eğer ABD baskısının itilmesi başarılabilirse ya da çekirdek güç olduğu oranda da bölgedeki daha gerici rejimler bile geri adım atmak zorunda kalabilirler. Bunu sağlamak için Chavez bölgenin en gerici rejimi, hatta Latin Amerika İsrail’i denilen Kolombiya lideri ile bile i- lişkiler geliştirmekte, bu ülkenin temsil ettiği ABD çıkarları kuşatılmaya çalışılmaktadır.
Castro, Chavez ve şimdi de Morales sık sık bir araya gelerek güçlü bir ortak dövüş vermenin anlaşmalarını yapmakta, kararlar almaktadırlar. Sonuçta şimdi ortada 3 tür pazar modeli vardır. Chavez’in tabiri ile artık tarihe gömülen Amerikan serbest pazarı, AB ile yapılabilecek yerli burjuvaların istediği bir ekonomik pazar ve şimdi bu çekirdeğin ileri sürdüğü ve örgütlemeye çalıştığı ALBA pazarı. Elbette bu ülkelerin kendi aralarında kurdukları Merco- sur ya da Ant anlaşmaları gibi çeşitli ekonomik, politik birliktelikleri vardır. Ama bizim sözünü ettiğimiz merkez ülkelerle planlanan birlikteliktir.
Evo Morales, Castro ve Chavez ile görüşmesinin hemen arkasından
28
MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ
Zirve Latin Amerika ülkeleri açısından başarılı bir zirve olarak değerlendirilmelidir. İçlerinde sosyalist yolda olduklarım söyleyen, millileştirmeler yapan bu radikal ülkelerle bir bütün olarak durdular. Millileştirme
eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. O rtak kalmayı başardılar.
1 Mayıs günü ülke doğalgazmı millileştirdiğini açıkladı. Doğalgazı çıkaran ÇUŞ’ları 180 gün içinde yeni anlaşma yapmaya çağırdı. Yoksa onları ülkesinden atacağını açıkladı. Ulusal zenginlikleri çevre koruma koşullarına göre işletmeyen, fahiş karlar almayı sürdüren, makul bir kar aldıktan sonra gerisini vermeyen şirketleri kovacak. Chavez de millileştirmeler yaptı. ÇUŞ karlarını kısıtladı. Hala onlara belirli şekillerde baskı altında tutuyor. A- ma Venezüella petrol zengini ülke. Dünyanın beşinci büyük petrol ülkesi. Finansal gücü var.
Oysa Bolivya Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biridir. Ve fi- nans kapital dayatmasına karşı dayanma olanağı az olan bir ülkedir. Şimdi arkasında bu iki ülke ile böyle bir yola çıkmaktadır. Tüm Latin A- merika ülkelerinin desteğine ihtiyaç duyacaktır. Hele hele millileştireceğini söylediği gaz şirketlerinden biri komşusu Brezilya’nın yarısı devletin olan Petrobras’dir. Böyle bir karar Latin Amerika’da kurulmak istenen ALBA birlikteliğine bile darbe aldır- tabilir. Çok sıkı durulması gereklidir. ABD her an bu kararın karşısında olmadık şeyler yapabilir.
Ancak daha da önemlisi Viyana’da yapılacak AB ile Latin Amerika ülke liderleri zirvesi vardır. AB i- le ekonomik birliğe bel bağlayan burjuvalar tarafından da kullanılabilir. Böyle bir millileştirme geçmişi olan Latin Amerika ülkeleri AB fi- nans kapitali ile nasıl anlaşacaklardır? Bu anlamda bu millileştirme kararının momenti de çok açıdan ö- nemlidir. Tüm Latin Amerika’yı parçalayabilir.
Sonuçta Latin Amerika ülkeleri bu son zirveye yalnız Amerikan pazarını tarihe gömmüş olarak değil, aynı zamanda arkalarında AB ile yapılması olası bir ekonomik pazara alternatif bir model sunan ALBA ile geliyorlardı. ALBA dışındaki ülkeler her ne kadar bu yeni modele soru i
şareti ile baksalar bile elbette pazarlık güçlerini artırıcı bir olay olarak da değerlendirmek istiyorlardı.
AB ise kendi açısından Latin A- merika ülkeleriyle böyle bir pazar peşindeydi. Latin Amerika ülkelerinin ABD’nin serbest pazar koşullarına direndikçe bıyık altından güler ve el altından desteklerdi. ABD’nin hakim olmadığı bir pazar ile Latin A- merika’yı sömürme hayalleri kurardı. Ancak şimdi ALBA gibi bir örgütlenmesi olan, millileştirmelere kendisini kapamamış ve bu “tehlikenin” giderek tüm kıtayı kaplama eğilimi olan bir Latin Amerika ile nasıl bir ekonomik birlik yapabilirdi. ABD’ye karşı kendini Kaf Dağı’nda gören AB şimdi ALBA’sı olan bir kıta korkusu ile karşı karşıyaydı.
ZirveBildiğimiz gibi AB ülkelerinde
bile neo-liberal politikalara karşı yükselen bir halk hareketi var. Özelleştirmeye kimsenin bel bağladığı yok. Hatta karşılık giderek yükseliyor. Buna rağmen AB liderleri özelleştirme, serbest pazar ve demokrasi övgüleri yapmaktan başka bir şey bilemediler. AB başkanlığını yürüten Avusturya başbakanı millileştirmelerin güven ortamını zedeleyerek yabancı yatırımları kaçıracağını, asıl kalkınmanın açık ekonomilerde yaşandığının kanıtlandığını kısık sesle söyledi. Blair de hiç utanmadan pet
rol ve doğalgazın tüm halkların olduğunun bilinci ve bunun doğurduğu sorumluk ile hareket edilmesi gerektiğini söyleyerek Chavez ve Morales’i sorumlu davranmaya çağırdı. Kendi BP ve Shell Terinin petrol ü- zerindeki iktidarlarında ne kadar sorumlu davrandıkları sorulsa herhalde bir yanıt veremezdi.
Ancak Latin Amerika ülkeleri i- çinde gericiliği örgütleme çabasını da elden bırakmadılar. Chavez, Castro ve Morales politikalarına karşı Meksika gerici lideri Fox’u öne çıkartmaya çalıştılar. Finans kapitalin ünlü gazetesi Financial Times Fox i- le yaptığı bir söyleşiyi baş haber olarak verdi. Fox bu liderleri popülist olmakla suçladı ve popülizmin halkların kurtuluşu olmadığının kanıtlandığını söyledi. Yani nco-liberal politikalar ile gelecek refah için başta biraz halkın canının acıtılması gerekiyormuş. O biraz can acıtmaların ne olduğunu Latin Amerika halkları artık çok iyi biliyorlar. Elbette Fox’u, Castro bir yana Chavez karşısında bir kahraman yapmaya güçleri yetmezdi. Ama başarısız bir deneme de yaptılar.
AB bir de Bolivya ile Brezilya’nın arasını açmaya çalıştı. Belki Brezilya’nın Petrobras’mdan kalkarak AB petrol şirketleri de bir cephe oluşturabilirlerdi. Morales bu hassas konuda biraz geri adım attı. Petrob- ras’m 2.5 milyar dolarlık yatırımı i-
29
H ° l MAYIS'HAZİRAN 2006
çin bir şeyler ödenebileceğini söyledi. Lula’nm da7zaten karşı cepheden umudu yoktu. O îıer ne kadar iç politikada neo-liberal politikalar yürüt- se bile dış politikada Chavez ve Castro cephesinde kalmanın daha uygun olduğunu düşünmektedir. Arkasına Bolivya’daki petrol şirketlerini alarak bir yerlere varacağı düşüncesini taşımıyordu. Açıkçası ALBA dış halkasında olan ülke burjuvaları açısından bile AB büyük bir çekicilik taşımaz hale geldi artık. Onlar Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha toplantılarında bu merkezlerin niyetlerini görmüşlerdir. Ya da onlar da ALBA korkusu ile merkez ülkelerle daha uygun koşullarda pazarlık edilebileceğini görüyorlardı. O nedenle Brezilya ve Bolivya’nın arası açılmadı. Olay Latin Amerika’yı bölecek bir boyuta yükselmedi.
Zirveden bir sonuç çıktı mı? Kamuya yansıyan bir açıklama yapılmadı. Kendi aralarında bir kararlar aldılarsa bile bu yayınlanmadı. Şim
di ki toplantılarda artık bu tür şeyler olağan oldu. Bir olumluluk oldu mu bağırılıyor. Basın toplantıları yapılıyor, Ama bir şey yoksa biz bir şey yapamadık, diye açıklamıyorlar.
Zirve Latin Amerika ülkeleri açısından başarılı bir zirve olarak değerlendirilmelidir. İçlerinde sosyalist yolda olduklarını söyleyen, millileştirmeler yapan bu radikal ülkelerle bir bütün olarak durdular. Millileştirme eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. Ortak kalmayı başardılar.
Zirve neo-liberal politikaların artık başkalarına sunulamayacağım, yabancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılmayacağım gösterdi. Latin Amerika ülkeleri de aralarındaki ALBA ülkelerinin yeni millileştirmelerinin arkasında durdular. Böylece saflar daha keskinleşmiş olarak ayrıldılar. Elbette bu Latin Amerika’da yeni millileştirmeler yapmayı yüreklendirici bir sonuç doğuracaktır.
C havez göste ris iZirve başka şekillerde de Vene
züella tarafından değerlendirilmeye çalışıldı. Chavez yaptığı iki ayrı toplantı ile ilerici güçleri çeşitli şekillerde örgütlemeye çalıştı. Bu toplantıları biraz daha ayrıntılı vermek gerekmektedir. Zirve, bikini giymiş çevreci gösterici ile magazin haberi haline sokulmaya çalışılsa bile Chavez, Viyana’da yankıları Avusturya sınırlarını aşan bir konuşma yaptı. Arkasından bir benzerini Londra’da gerçekleştirdi.
Chavez, Viyana’da zirve nedeniyle Batı liderlerini protestoya gelen AB ülkeleri sosyal forumculaıı ve sol güçlerine seslendi. Chavez’in saat 18.00’de konuşma yapacağını duyan sol güçler erkenden toplantı salonunu doldurmaya başladılar. Chavez saat 22.00’de konuşmaya başladığında salon hınca hınç dolmuştu. Dışarıda kalan 5000 kişinin görebilmesi için kameralar yerleşti
rildi.
Chavez, ülkesinde 21 .yy sosyalizmini kurmaya çalışmasını,"biz tarih yazıyoruz" diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği
Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" teorisine saldırdı. "Tarih budur" dedi. AB gençlerini bu tarihi yazmaya çağırdı.
Chavez, kızıl bayrakların sık sık sallandığı ve sonunda enternasyonalin hep bir ağızdan söylendiği iki
saat süren konuşmasında bir çok konuya değindi. Asıl olarak gençleri hedef almıştı. Ülkesinde 21.yy sosyalizmini kurmaya çalışmasını, “biz tarih yazıyoruz” diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği Fukuya- ma’nın “Tarihin Sonu” teorisine saldırdı. “Tarih budur” dedi. AB gençlerini bu tarihi yazmaya çağırdı. Emperyalizmin çevreyi kirleterek dünyamızı tahrip ettiğini söyledi. Kadınların emperyalizmde parçalandığı ve sömürülerinin devam ettiğini dile getirdi. Amacı çevreci hareketten kadın hareketine hepsini anti-emperya- list potada birleştirmekti.
Gençlerin her birini Che gibi mücadele vermeye çağırdı. Rosa Lu- xemburg’un “insanlığın önünde sosyalizm ya da barbarlık gibi iki seçenek vardır” sözünü hatırlattı. Böylece anti-kapitalist ve anti-emperyalist
50
MAYI S ' HAZİRAN 2006 CJOİ
güçleri arkasına aldı.
“Artık 50 yaşındayım. Benim neslim her gününü, her saatini ve dakikasını yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten arınmış daha iyi bir dünya için harcamalıdır. Bu dünya sosyalizmdir. Bir tek gençliğin devrim yapmak için enerjisi ve isteği vardır. Dünyayı kurtarmak için birle- şelim. Hep birlikte bunu başarabiliriz” dedi. (www.venezuelanalysis. com)
Chavez, bu arada halkları da u- nutmadı. Aynı yoksul ABD vatandaşlarına yaptığı gibi yoksul AB vatandaşlarına da ucuz petrol vereceklerini söyledi. Onları da “Venezüella’dan ellerinizi çekin” ya da “Venezüella’ya dokunmayın!” kampanyasına katmaya çalıştı.
Chavez, daha sonra Londra’ya uçtu. Ama Şubat ayı içinde “ABD’nin bir pençesi” dediği Blair’i ziyaret etmedi. Londra Belediye Baş- kam’nın özel davetlisi olarak sendikacı, ilerici milletvekillerinin olduğu 800 kişilik bir topluluğa 3 saat konuştu. Bu konuşmada hedefi Bush oldu. Onun uluslararası suç mahkemesinin katil olarak, jenosit yapan biri olarak yargılaması gerektiğini söyledi. Böylece ABD’yi direkt olarak karşısına bir kez daha aldı.
ABD ve İngiltere’nin Irak’taki gibi bir ittifakı bu kez İran karşısında kurmalarını engellemek için İran yanlısı açıklamalarda bulundu. Her ülkenin nükleer enerji geliştirmesinin uluslararası bir hak olduğunu ve bunun engellenemeyeceğini söyleyerek İran’ın arkasına geçti. Bu ülkenin nükleer silah yapmak niyetinde olmadığına inandığını açıklayarak eğer İran’a saldırırlarsa İngiliz orta sınıfının petrol fiyatlarının 100 dolara çıkma olasılığı nedeniyle arabalarını garajlarında bırakmak zorunda kalabileceklerini söyledi. Ayrıca bir tehdit yaptı. Eğer İran'a saldırırlarsa ABD’ye petrol verme konusunu düşünebileceklerini söyledi. Yani eğer İran’a saldırılırsa ABD'ye bu kez Venezüella ambargo koyabilecekti. Bütün bu nedenlerle yoksul halkları İran’a olası bir saldırıya kar
şı halkları birleşmeye ve ülkelerinin bu politikalarına karşı koymaya çağırdı.
“Biz sosyalistiz. Bu ruhumuzdan geliyor. Sevmeyen sosyalist olamaz. Emperyalizm son günlerini yaşıyor. Senden korkmuyoruz kağıttan kaplan” (ay) diye sözlerini bağladı. Chavez, sanki Blair’e karşı bir muhalefeti bizzat onun ülkesinde örgütlemeye çalışıyordu. İlerici İngiliz güçlerine cesaret vermeye çalışıyordu. Bir kapitalist merkez ülkenin sınırları içinde bir Üçüncü Dünya Ülkesinin böyle konuşması elbette çok çarpıcı ve yüreklendirici bir olgu olsa idi.
Sonuçta Chavez aslında Latin A- merika ve AB liderleri zirvesini bahane ederek AB ülkelerine bir çıkartma yapıyordu. AB ülkeleri içindeki ilerici güçlere kendi ülkesini tanıtmak, orada yaptıklarını kabul ettirip onları yanma çekme savaşı verdi. Londra’dan sonraki konağı Afrika’nın kuzeyinde Cezayir ve Libya’dır.
SonuçBu zirveden AB şaşkın olarak çık
mıştır. Bir hafta önce AB. ABD başkan yardımcısı Dick'Cheney’in tehditleri i- le yüz yüzeydi. İran konusunda kendilerine destek olmazlar, Rusya petrolüne bel bağlarlar ve onunla iyi ilişkiler
içine girerlerse AB’yi “eski” ve “yeni” olarak böleceklerdir. Eski Yugoslavya ülkelerinden de bir ateş yakabilirlerdi. ABD bu tehditlerle AB’yi kendi gerici politikalarının peşine takmaya çalışmıştı.
Şimdi ise Latin Amerika ülkeleri, Chavez ve Morales ile sosyalizm, millileştirmeler tehdidi ile gelmişti. Ne yapacaklardı? Şaşkındılar. ABD bu gel-gitli ittifakını iki atakla daha kendi yanında tutmanın son çırpınışlarını yaptı.
Chavez’e mutlaka ders verilmeliydi. Bush ile ilgili bu sözleri yutulur cinsten değildi. Onun için hemen zirve sonrası Venezüella’ya silah ambargosu konulduğu açıklandı. Elbette bu ülkede bulunan F-16’ların kullanılmasını etkileyecektir. Ama Venezüella zaten çoktandır ABD silahı almıyor. Rusya ve İspanya’dan aldığı silahlar konusunda da ABD zaten çok gürültü koparmıştı. Sonuçta hem ambargolar dönemi geçmiştir, günümüzde bunların bir işlevi kalmamıştır, hem de Venezüella ABD silahlarına muhtaç değildir. Ellerindeki F-16’ları da İran gibi bir ülkeye satabilecekleri üst yetkililer tarafından açıklandı. İran da zaten bunlann yedek par- çasızlığmdan yakınmaktadır.
ABD gene aynı gün ikinci bir karar aldı. Chavez öncesi Libya’ya yıllar önce koyduğu ambargoyu kaldırdı. Sanki
51
MAYIS'HAZİRAN 2006
Kaddafı’nin Chavez ile anlaşmasının zeminini bozmaya çalışıyor. Bir uzlaşma yapmalarını kendince engellemeye çalıştı. Bilindiği gibi bir zamanlar Kaddafı de Chavez gibi anti-emperyalist mücadele vermişti. Ve belki ortak yığınla şey bulabilirlerdi. Bu ortaklık konusuna, ABD kendine düşen kısmını kaldırıp a- ralanna bir engel koymaya çalıştı.
Zirvenin hemen ertesi günü Latin Amerika ülkesi Ekvador, ABD petrol şirketi Occidental’in mal varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. Ekvador da zirveden yüreklenmişti. ABD bu işe hemen tepki gösterdi ve Ekvador’u serbest pazar anlaşmasından çıkardığını açıkladı. Halklar herhalde bu karara en az millileştirme kadar sevinmişlerdir. ABD artık kendi kendinin altını kazmaktan başka bir şey yapmıyor.
Sonucu AB ülkeleri açısından da değerlendirmek istersek bir korku denilebilir. Ama acaba Dick Cheney korkusu mu, yoksa Chavez’in kişiliğinde somutlaşan başka bir korku mu?
AB zirvede Latin Amerika’nın yürüttüğü yeni politikalara, millileştirmelere, neo-liberalizm karşıtı politikalara alternatif getiremedi. Bu politikalara getirilen itirazları çürütemedi. Bu karşısında gördüğü yükselen güce karşı ABD’nin sonradan aldığı kararın pek bir önemi yoktu.
Hangi korkunun daha baskın geldiğini İran konusundaki yeni öneri ortaya koymaktadır. Belki İran sorununun Latin Amerika zirvesi ile doğrudan bir ilişkisi yoktur, ama elbetteki dünya güçler dengesi açısından önemlidir. Gerek Chavez’in İran’a saldırılırsa
ABD’ye petrol satışını gözden geçirebileceklerini söylemesi ve gerekse Latin Amerika’da yükselen sosyalist havaya karşı durma gücünü ABD’de gör
medikleri için ve Rusya vs. gibi çeşitli başka faktörlerin etkisiyle olsa gerek İ- ran’a yeni bir barış dalı uzattılar.
Bu barış dalı özünde eski AB üçlüsünün önerisinden farklı değildir. Nükleer araştırmaları durdurma koşulunda en son teknik nükleer teknoloji verebileceklerini açıkladılar. Oysa Ahmedine- cat ve diğer İran yetkilileri hiçbir gücün kendilerini nükleer araştırma yapmaktan alıkoyamayacağını açıklamışlardır. “Biz altınımızı verip şeker almayız” dediler. Ama bu yazıda bizi ilgilendiren kısmı Latin Amerika zirvesinin üstlerinde bıraktığı etki arkasından İran politikasında bir kez daha geri adım atıp ABD saflarından kopmalarıdır.
AB şu anda yükselen Latin Amerika halkları dalgasının ve ona bağlı olarak etkilenen Üçüncü Dünya Ülkeleri gücünü görmektedir. Bu güç karşısında ABD’nin bir başarı sağlayamayacağını kavramaktadır. Bu nedenle de saflarını ABD yanlarından karşıya doğru taşımaktadırlar. Chavez’in İran’a savaş a- çılması durumunda ABD’ye petrol ambargosunu düşünebilme önerisi AB fı- nans kapitalinin kara düşü olmaktadır. Hele millileştirmeler karşısında bu zirvede bir başarı kazanamamalan, Latin Amerika ülkelerini kendilerine bağla- yamamaları onları dünyanın başka bir noktasında daha ılımlı olmaya zorlamaktadır.
ABD gücünün bu yükselen yeni halk hareketini bastırabilme gücüne en yakın dostlarının bile güveni yoktur.
Yangından kaçmaya çalışmaktadırlar. Zirve yalnız Latin Amerika halklarının başarısını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bunun dünyayı bile sarmaladığını ortaya koyan bir anlam taşıyor. Bu sonuçlar üzerinden önümüzdeki günlerde AL- BA çevresinde örgütlenen ülkelerin artacağını ve anti-emperyalist ve
kapitalist politikalara karşı halk hareketlerinin yükseleceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır.
17.05.06
Zirvenin hemen ertesi günü Latin Amerika üikesi Ekvador, ABD petrol şirketi Occidentai'in mal
varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. Ekvador da zirveden yüreklenmişti. ABD bu işe
hemen tepki gösterdi ve Ekvador'u serbest pazar anlaşmasından çıkardığını açıkladı. Halklar herhalde bu karara en az millileştirme kadar sevinmişler
dir. ABD artık kendi kendinin altım kazmaktan başka bir şey yapmıyor.
52
İRAN VE GÜÇLER DENGESİNDEKİ
SON GELİŞMELER
Ryşe Tcınsever
ABD Irak'a girerken aslında bölgeyi hedefliyordu. Irak'ın işgali b ittik ten sonra İ- ran'a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini denetim ine aldıktan sonra İran petro llerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tüm bölge petrolü üstünde denetim in i artıracaktı. Matta şim diye kadar denetlediğ i 5uudi petrollerin i de avucunun içine ala
caktı. Bu nedenle Suudi Arabistan'daki üslerini bile terk etm işti.
ABD öyle bir batağın içine girdi ki nasıl çıkacağını bilmiyor. Birbirini kesen, birbirine karşı çeşitli politikalar yürütüyor. Son günlerde bu politikaların hepsini birden Irak’taki hükümet kurma çalışmaları ve İran olayları nedeniyle devreye soktu. Taktik a- landa yeni bazı değişiklikler yaptı. Bunları biraz daha ayrıntılı işlemek son günlerde birbirinden kopuk gibi görünen dünya olaylarını anlamak a- çısmdan önemlidir.
Uzun savaşPentagon olağan 4 aylık ulusal
güvenlik raporunu yayınladı. Burada güvenlik sorununun uzun bir savaşı gerektirdiği açıklandı. Uluslararası terör henüz denetim altına alınmamıştı. Ayrıca da Çin ABD’nin önünde karşısına çıkacak bir rakip olarak çiziliyordu.
Sanki bu raporu desteklercesine birkaç gün sonra Usame bin Ladin’in sesi El Cezire televizyonundan duyuldu. ABD bölgede yenilme doğrultusundadır ve cihat güçleri başarı kazanıyordu. Ayrıca tüm Müslümanlar, Batı güçleriyle dövüşe omuz vermeye çağırılıyordu. Filistin’de Hamas’ın zaferi övülüyordu. Sudan’da devlet güçlerine destek verilmesi çağrısı yapılıyordu.
Usame bin Ladin gene açıklamalarıyla Bush yönetiminin yeni stratejik raporuna yardımlarda bulunuyordu. Uzun savaşın altını dolduruyordu.
ABD’nin kendisine düşman yaratma yalanlarına hizmet veriyordu. Ve de Hamas ve Sudan bu saflara çekiliyordu. Hemen Hamas ve Sudan devleti bu örgüt ile hiçbir ilgileri olmadığını, hatta birçok konuda ters düştüklerini açıklayarak karşı çıktılar.
ABD’nin uluslararası terör ve yoksul halklar direnişini birbirine bağlaması aslında kendisi açısından tehlikeli bir politikadır. Eğer iki kavram yoksul halklarda yer edecek olursa ABD politikalarının altı daha fazla kazınacaktır. Özellikle Ortadoğu gerici rejimleri böyle bir bağlantıdan korkmaktadırlar. Onlar hala terör ile halkları birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Uluslararası zeminde de Hamas ile açıktan görüşmektedirler. Hatta Hamas’a Arap ülkeleri yardım yapma kararı aldılar. Hamas liderleri Türkiye ve Rus liderleri ile görüştüler. Bütün bu gelişmeler ışığında, ABD istediği kadar Usame bin Ladin açıklamaları ile bunları engellemeye çalışsın artık bir başarı sağlayamamaktadır. Usame bin Ladin’in bayrağını çektiği uluslararası terörizm politikası can çekişmektedir. Ne Rusya Çeçen sorunu nedeniyle, ne Çin Tibet ve Uygur Türkleri nedeniyle bu konuda ABD ile uzlaşmaktadırlar. Son o- larak bu kervana Türkiye de katıldı. PKK’nin uluslararası terörist ilan e- dilmesi konusunda ABD ile ayrı kulvara düştük. Yani artık bu kavram, U- same bin Ladin ile özdeşleşen bu
kavram ABD politikasına hizmet etmeyen, ülkeleri yanma değil, karşısına alan bir işlev görmeye başladı. A- ma ABD’nin zaman zaman bunu kullanmaktan başka çaresi yoktur.
Usame bin Ladin’in açıklamalarının inandırıcılığını artırmak istercesine Ladin bandının hemen arkasından Mısır’ın turistik kendi Dahap’ta bir dizi intihar eylemleri yaşandı. 20’ye yakın turist öldü. Artık bu tür olayların arkasında ABD parmağı olduğu herkes tarafından bilinir duruma geldi. AB bile bu kuşkulu durumların arkasında çok fazla durmaktan kaçınıyor. Batı basını bile sıradan olay gibi yayınladı ve konu unutuldu gitti.
İster inandırıcı olsun ister olmasın bu olayların ana amacı şudur: ABD, Ortadoğu ve dünya halklarına şu mesajı vermek ister. ABD uzun bir savaşa hazırdır. Bölgeden hemen çıkmaya niyetli değildir. El Kaide var olduğu için onun da burada var oluş nedeni hazırdır. Böylece destek güçlerini belki de rahatlatmak istemektedir. Uluslararası terör sürmektedir, öyleyse bölgedeki Amerikan varlığı da sürecektir. Ve ABD bölgede uzun bir savaşa hazırdır. ABD bölgeden çekilecek diye “dostlar” değil, düşmanlar korksun. ABD bu açıklamaları ile bölgede savaşa devam edeceğini a- çıklamış olmaktadır. Uluslararası terörizm politikası her ne kadar yıpran- sa da yine kullanılacaktır.
q O İ MAYIS'HAZİRAN 2006
Zerkavi o rtaya çıktıIrak’ta El Kaide yoktu. Ama Irak
Savaşı’nda durum iyi gitmeyince U- same bin Ladin’in Irak uzantısı olduğu söylenen bir Zerkavi çıktı. Yukarıda sözünü ettiğimiz bin Ladin bandından bir gün sonra Zerkavi’nin konuştuğu bir video kaydı El Cezire televizyonu tarafından yayınlandı. Video yayınının ikinci zamanlama ilginçliği vardı. Yeni seçilen Irak başbakanı Maliki’nin halka seslenmesi i- le hemen hemen aynı anlarda Irak halkına sunuldu. Irak halkı Maliki’ye mi, yoksa Zerkavi’yi mi izlesin, şaşırdı. Zerkavi, Amman’da bir lüks o- telde patlayan ve 60 Sünni’nin ölümüne yol açan olaydan sonra iyice gözden düşmüştü. Sesi soluğu duyulmaz olmuştu. Şimdi tekrar ortaya çıkışı arkasındaki gücün çaresizliğinin işaretiydi.
Zerkavi, video görüntüsünde yeni kurulacak Irak hükümetini “İslam dünyasının kalbine vurulmuş bir hançer” olarak değerlendirdikten, kurulacak hükümeti ABD’nin kukla hükümeti ilan ettikten sonra tüm Sünnile- ri, işgal güçlerine karşı savaşmaya çağırdı. Zerkavi’nin açıklamaları nasıl değerlendirilmelidir?
ABD birleştirmek istediği güçlere karşı bir güç de yaratır. Ya ulusal birlik hükümeti içinde bir araya gelinecektir ya da karşıda düşman olunacaktır. Arası olamaz. Eğer ki Şiiler
hükümete Sünnileri almazlarsa karşılarında Zerkavi olacaktır. Ülke Sünni, Şii çatışmasına girecektir. Hükümete onları almamak iç savaşı desteklemek demektir. Öte taraftan ABD’de tepenin istediği gibi şekillenmesi için var gücü ile baskı yapacaktır. Şimdi hükümet kurma çalışmalarında yaşananlar tam da böyledir. ABD müthiş bir baskı mekanizması kurmuştur. Farklı birçok gücü kendi potasında birleştirmek istemektedir. Zerkavi dıştan bir abluka yapmaktır.
Ayrıca bir de şu gerçeği unutmamak gerekir. Şimdi istifa eden Caferi, Mukteda al Sadr güçlerinin desteği i- le başbakan adayı olmuştu. Bu nedenle de kendisine karşı çıkıldı. Maliki de Caferi’nin sağ koludur. Belki de Zerkavi ile Maliki’ye şöyle bir mesajda verilmek istenmektedir. Eğer ki o da Mukteda al Sadr güçlerine güvenir ve onları iktidara getirirse Zerkavi kozu mutlaka kullanılacaktır. Zerkavi güçleri al Sadr milislerine karşı dövüşeceklerdir. Zerkavi, Maliki’nin kulağını bükmektedir.
Sonuçta Zerkavi görüntüleri aslında ABD’nin Irak içinde iktidar olamadığının ve böyle karanlık güçlerle bir şeyler başarmaya çalıştığını göstermektedir. Oysa Zerkavi’nin Irak halkları içinde pek bir tabanı yoktur. Sünni direnişçiler ABD ile yaptıkları pazarlıklarda istenirse Zerkavi güçlerini birkaç gün içinde ülkeden temizleyebileceklerini dile getirmişlerdi.
ABD’nin bu politikasından büyük bir başarı beklediği düşünülemez. Zerkavi de Usame bin Ladin gibi eskimiş ve ömrünü doldurmuş bir taktiktir.
İran ve nükleer sorunuYukarıda yazılan iki politik takti
ğin en gündemde olanı ve henüz kendini diğer iki taktikten daha az yıpratmış olanı belki de İran ve nükleer sorunudur. Bu sorun üç anlamda önem taşımaktadır. Birincisi, İran’ın kendisi ile ilgilidir. İran’ın kentlere göç e- den çok sayıdaki vatandaşı ve ekonomisi açısından acilen enerjiye ihtiyacı vardır. Nükleer santralleri büyük bir önem taşımaktadır. Diğer ise, bölge dengesi açısından önemlidir. Ve de son olarak, büyük doğalgaz ve petrol kaynakları dünya güçler dengesinin tam da ortasına oturmaktadır. İran doğal kaynakları süperler arasındaki rekabetin odak noktası haline gelmiştir.
ABD Irak’a girerken aslında bölgeyi hedefliyordu. Irak’m işgali bittikten sonra İran’a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini denetimine aldıktan sonra İran petrollerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tüm bölge petrolü üstünde denetimini artıracaktı. Hatta şimdiye kadar denetlediği Suudi petrollerini de avucunun içine alacaktı. Bu nedenle Suudi Arabistan’daki üslerini bile terk etmişti. Tüm bu işleri yapmaya artık İsrail’in gücü yetmiyordu. Böylece onun yükünü üstlenmiş olacaktı.
Ancak bu planların hepsi tepesi taklak geldi. Bölge petrolleri ve İran’ı bırakalım, Irak üstünde bile denetim sağlanamadı. Irak içinde iktidar olamadı, aksine Irak Şii güçlerin seçimleri kazanması ile bölgede İran’ın nüfusu arttı. Yani Irak Savaşı bölgede tam da ABD’nin istediğinin tersi yönde sonuçlandı. Bütün bunlar tüm bölgedeki diğer ülkelerin de baş kaldırışını artırdı. ABD’nin sesi artık iyice dinlenmemektedir. Hamas’ın seçimleri kazanması bunun tuzu biberi oldu. Filistin’de Fetih iktidarı kaybetti, kendisine direnenler iktidar oldu. Ha- riri olayı ile Suriye’ye saldırı planları olgunlaştırılıyordu. Şimdi bu olay bile gölgelendi. Suriye’ye baskı yapma
M
MAYIS'HAZİRAN 2006 C jjO l
Temel olarak bölgede iki tane güç vardır. İran ve ABD. ABD çeşitli biçimlerde İran’ı tehdit ediyor. Ona çeşitli saldırı biçimleri planlıyor. Nükleer silah yapacak olması bir korku haline dönüştürülüp BM’den yaptırım, ambargo gibi cezalardan tutunda, nükleer alanların bombalanmasına, hatta bizzat Irak üzerinden İran’a girmek gibi çeşitli şekillerde tehditler yapılıyor. Ancak İran bu konuda pabuç bırakmıyor.
Gerek İran ruhani lideri Hamaney gerekse İran lideri Ahmedinecad ABD ve bölgedeki vuruş gücü İsrail’in tüylerini diken diken edecek laflar etmektedirler. ABD’nin İran’a nasıl vuracağı tartışılıyor. Anlaşıldığı kadarı ile Pentagon, Irak’a yapıldığı gibi bir askeri saldırıdan yana değildir. Irak’taki başarısızlıktan sonra İ- ran’a saldırıya kalkışması bir çılgınlık olacaktır. Ortadoğu ülkeleri dahil kimse böyle bir olasılığa inanmamaktadır.
İkinci olasılık İran nükleer santrallerini vurmaktır. Bu da uluslararası zeminde bir çılgınlık olacaktır. BM’yi ve uluslararası yasaları çiğnemiş olacaktır. Irak ile çiğnemiş olmanın bedelinin altından kalkamaz iken bir de İran ile böyle bir şeye kalkışması da böylece olanaksız görünmektedir.
Ama bu, İsrail eli ile yaptırılabilir. İsrail uçaklarına hava sahası, yakıt gibi konulardaki yetmezliklerine destek verilebilir. İsrail iktidar güçleri de buna hazır olduklarını dile getirmektedirler. ABD, BM gibi çeşitli platformlarda İsrail’in arkasında durmaya devam edecektir.
Fakat tartışılan konu bunun İran üzerinde istenen sonucu verip vermeyeceğidir. Gerçekten tüm nükleer a- lanlar bombalandığında sorun çözülecek midir? İran Batı’nm savunduğu gibi nükleer bir güç olma yolundan a- lıkonulacak mıdır? Ya da bu kez İran bölgede ne kadar bir tehlike haline gelecektir? Bu saldırılar gerçekten o- nun gücünü azaltıcı mı yoksa aksine daha da artırıcı bir sonuç mu verecek
gücü e lden g id iyor. tir? Hem ABD açısından hem de İsrail açısından bu soru ciddi bir sorudur. Ahmedinecad, İsrail ve ABD saldırılarına aynen karşılık vereceklerini söylemektedir. O zaman bu güçler bölgede karşılarında başka bir sıcak cephe açmış olacaklardır. Bunun üstesinden gelmek konusunda Irak’taki güçler dengesinin üstüne çıkma durumları yoktur.
Üçüncü bir şık vardır. İran’ın ambargo altına alınması. En akla yakın görüneni budur. Ancak bu boykot kararı BM’den çıksa bile sonuç olarak ne olacaktır? İran petrolünü kullanan ülkeler petrolsüz kalmaya ekonomik olarak dayanamayacaklardır. Dünya piyasalarında petrol fiyatları daha da yükselecek, global ekonomiler maliyetlerin artması ile zor durumda kalacaklardır. Ayrıca bu olasılık ambargonun tutmaması anlamına gelebilir. Ambargo koymak bir şeydir, onu uygulatmak başka bir şey. Uygulanması konusunda baskı yapılamama durumu ABD ve Batı güçlerini uluslararası zeminde komik duruma düşürecektir. Üçüncü Dünya ve daha birçok ülke i- le olan ilişkileri daha da gerilecektir, onlarda İran saflarına itilmiş olacaktır.
Bu nedenler göz önüne alındığında ABD’nin İran üzerinde bu üç olasılıktan biri ile saldırması çok ciddi bir dünya olayı haline gelmektedir. İ- ran uluslararası ilişkilerin ortasına o- turmuş durumdadır. Peki, o zaman
ABD hala neden İran üzerine bu kadar gitmektedir? Neden İran günümüzün bir numaralı uluslararası sorunu olmuştur? Tehdit araçlarının her biri yığınla sorun içermesine karşılık neden hala böyle bir saldırı politikası güdülmektedir? Hatta olay Usame bin Ladin, Zerkavi gibi şaibeli güçler aracılığı ile daha da dallanıp budak- landırılmaktadır? Neden ABD bazılarının istediği gibi bir dördüncü şık o- lan İran ile ilişkileri geliştirmemekte- dir? Neden AB gibi onu nükleer enerji araştırmalarından caydırıcı teşvikler yolunu seçmemektedir?
Tehdidin yararlarıSon günlerde ABD İran’ın nükle
er silah üretme süresine bir değişiklik getirdi. Eski tahminlerde İran hemen önümüzdeki çok kısa bir süreçte bu silaha ulaşacaktı. Oysa Mayıs başında açıklanan tahminlere göre İran ancak bir on yıl içinde nükleer silah elde edebilecektir. Bu tahmin değişikliği ABD konusunda ipuçları taşımaktadır.
En başta şu tespiti yapmak yanlış değildir. Ortadoğu ülkelerinin İran’ın nükleer silahından korkuları pek yoktur. Hatta İsrail elinde kendilerine yönlendirilen ve ipuçlarının ABD e- linde olduğu bilinen nükleer silahlar Suudi Arabistan ve diğer ufak Körfez ülkeleri için daha bir tehdittir. İran’ın nükleer silah yapması onları ABD baskılarına karşı koruyucu bir özellik
C ] O İ MAYIS-HAZİRAN 2006
taşıyacaktır. Ya da başka bir değişle petrol üzerindeki sahiplikleri artacaktır. İran nükleer silahı tüm Arap ve Ortadoğu ülkeleri açısından koruyucu bir özellik taşımaktadır. İran zaten bu ülkelerin çoğu ile iyi ilişkiler kurmak istemektedir. Çoğu ile de saldırmazlık anlaşması vardır. Ancak sorun nükleer silahın gerçekleşme başarı süresidir. Aslında İran’ın devrim lideri Humeyni’nin nükleer silah yapılmaması için verdiği fetva vardır. Yani büyük bir olasılıkla İran nükleer silah peşinde değildir. ABD nasıl Irak’ta kitle imha silahlarını bir bahane olarak yarattı ise şimdi de İran’da nükleer silah bahanesi yaratmaktadır. Bütün bu soruların üstünde bir bilinmezlik perdesi vardır.
Eğer gerçekten ABD’nin iddia ettiği gibi İran yarın nükleer silah yapacaksa o zaman Ortadoğu ülkelerinin İran çıkarları doğrultusunda tavır almaları kolaydır. ABD baskılarına bu sürede dayanılabilir. Ama eğer yeni açıklamalara göre bu iş bir on yıl alacaksa o zaman baskılara dayanmak i- çin bu uzun bir zaman dilimi olacak ve işleri güçleşecektir. Bu durumda şimdiden ABD saflarında yer almakta yarar vardır. Sorun burada yatmaktadır. Mayıs ayında nükleer silah yapma tarihinin uzak bir zaman dilimine atılmasının nedeni politik uzmanlara göre bu gerekçelere dayandırılmaktadır. ABD Irak’taki başarısızlığını İ- ran’ın gelecekteki tehdidi ile örtmeye
çalışmaktadır.
Eğer İran’ın nükleer silah yapması daha uzun bir zaman sürecinde olacaksa bölge ülkeleri daha uzun süre I- rak ve Hamas’ın yarattığı güçler dengesi içinde boğuşacaklardır. Elbette i- kisi de gerici rejimler açısından sorunlar yaratmaktadır. Bölge yoksul hakları açısından Irak bir talim alanı haline gelmiştir. ABD’nin buradaki başarısızlığı bu güçleri yüreklendirmektedir. Birçok Arap genci Irak’a gidip bir Amerikalı boğazlamak sevdası ile yanıp tutuşmaktadır. Bölge ülkelerinin ABD çıkarlarına uygun politikalar izlemeleri karşılarına aldıkları halk kitlelerinin sayısını her geçen gün artırmaktadır. Bu iktidarların koltuklarında kalmaları zorlaşmaktadır. Her biri Fetih kaderi ile karşı karşıya kalmaktan korkmaktadır. Hamas direnişi giderek tüm Ortadoğu halklarına yayılma özelliği taşımaktadır. Hamas direnişinin başarısı halkların bilinçlerine yazılmakta, birer örnek olmaktadır.
İş bu kadar basit değildir. ABD bunların farkındadır. Ama başka bir yol bulamamaktadır. Usame bin Ladin, El Kaide örgütü, Zerkavi bu karışıklık içinde kendi suyuna hizmet e- decek bir güç olarak geliştirilmektedir. Halk muhalefeti bizzat Amerikan güçlerince örgütlenmektedir. Suudi Krallığı, Mısır, Ürdün gibi ülkeler halk muhalefetini bahane edip ABD’ye karşı her direndiklerinde bu
örgütlerden bir bomba patlamaktadır. Örgütlere bir komplo yapılıp bunlar telef edilmeye çalışılmaktadır.
İsrail tarafından hazırlanan bir rapora göre Irak’ta son 6 ay içinde ölen direnişçilerin 94 tanesi ya da (%61’i). Suudi vatandaşıdır. Ya da intihar bombalarının %70’i Suudiler tarafından patlatılmıştır. ABD raporlarında ise Suudiler direniş eylemlerinin yarısından sorumludur. Bilindiği gibi intihar eylemlerinin çoğu Şiilere yöneliktir. ABD, Suudileri kullanarak I- rak’ta Şiiler ve Sünniler arasında bir iç savaş çıkartmaktan kaçınmayacaktır. Eğerki Irak iktidarı kendi kuklası olmaz ve İran çıkarlarına hizmet eder, onun yörüngesinde davranırsa bu savaşı kışkırtacaktır. Şimdilik hükümet kurma çalışmaları sırasında baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. Burada eğitim yapan El Kaide güçleri Suudi içinde iktidara karşı dövüşmektedirler. Krallığa karşı Suudi burjuvaları bu güçlere sürekli paralar taşımaktadır. Yani Irak, Suudi burjuvalarının krallığa karşı kullandıkları güçleri e- ğitme aracıdır ve ABD ile bu konuda ortaklık yaptıklarını tahmin etmek zor değildir. Aynı şekilde M ısır’ın turistik sahillerinde patlayan bombaların arkasında karanlık, iktidarı zorlayan güçlerin olması büyük bir olasılıktır.
A m bargo ya d a teşvikİran doğal kaynakları dünya güç
ler dengesinin ortasına oturmuştur. İ- ran’la ilgili alınacak herhangi bir karar dünya büyükleri arasındaki rekabetle birebir bağlıdır. Ayrıca Ortadoğu’nun en büyük ülkesi olması da bölgede çıkarları olanları etkilemektedir. Öte yandan ABD, 1979 yılında Şah’m devrilmesinden beri İran’ı karşısına almış, ilişkilerini kesmiştir. Ülke içinde diğer ülkelerin çıkarları gelişmiştir. Bu da ABD’nin ülkeyi içten etkilemesini zorlaştırmaktadır. Diğer ülkeler karşısında bu anlamda da dezavantajlıdır.
Irak Savaşı’nda neredeyse koşulsuz olarak ABD’nin arkasına geçen Rusya, Sovyetler döneminden kalan bu pazarını ve dolaylı olarak bölgede-
56
MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ
ki etkisini kaybetmek istememekte-A)r Tştrj'jrıJpr) Jsr,ıj)ş0 trnjg}rt£>
olan etkinin yerini doldurmaya soyunmaktadır. Petrol konusunda iki ülkenin kaderleri de birbirine bir şekilde bağlıdır. Ortadoğu petrolü üstünde hakimiyet sağlayacak bir ABD ile baş etmek Rusya’ya çok pahalıya mal o- lacaktır. Bu nedenlerle Rusya, İran ü- zerinde Saddam’a benzer bir oyuna a- let olmak istememektedir.
ABD ve Çin, İran petrolü konusunda birbirlerine tam rakiptirler. İki güçten birinin buraya hakimiyeti diğerinin hiç işine gelmemektedir. ABD tüm bağırıp çağırmalarına, tehditlerine karşılık Çin’i kendisinin aksine İ- ran petrollerinden büyük paylar almaktan vazgeçiremedi. Ortadoğu ve İran’daki bir ABD aslında Asya kıtasında Çin ve Rusya karşısında bir ABD demektir. Bu nedenle iki ülke de BM’de İran’ın-yanında davranmayı çıkarlarına uygun görmektedirler. Rusya ve Çin, İran’ın yanında oynarlar, hatta bir de Hindistan’ı içlerine katmaya çalışırlar. Son olarak, ABD’nin Hindistan’a nükleer enerji verme sözü, bu karşısında büyüme potansiyeli olan ittifakı bölme çabasından başka bir şey değildir. Renkli devrimler ile elden giden Orta Asya ülkelerine karşı bir denge unsuru kurma amacını gütmektedir.
AB içinde bölge ve özellikle İran, petrol ve pazar açısından önemlidir. Irak Savaşı sonrasında İran ile kurulmaya çalışılan ilişkilerden ABD’nin baskıları ve karşılığında alman tavizler sonucunda vazgeçildi. AB, giderek sıkılaşma eğilimi taşıyan Çin ve Rusya ittifakı karşısında ABD’nin yanma geçti. Ancak İran’ın direnmesi, Rusya’nın AB ve özellikle Almanya ile yaptığı doğalgaz anlaşmaları ve petrol vaatleri ile denge gene değişmeye başladı. ABD’nin Ortadoğu ve genel olarak dünya da güç kaybediyor olması, AB’yi petrol ve doğal gaz çıkarları nedeniyle Rusya’nın yanma itmektedir. İran üzerinde ABD’nin yaptığı baskı onu Rusya ve Çin ile ittifaka zorlarken yanlarına AB’yi de alma salvoları yapılmaktadır. Bu eğilim son zamanlarda AB içinde artmıştır. Ancak Fransa bu konuda giderek
daha çok ABD ile ortak davranma e-¡-y ifA y ır tö , o-o' irde r i i ğ ı ı t c
re’den daha da çok ABD ile bağlanma emelleri ortaya çıkmaktadır. Ya da Fransa yükselmekte olan Üçüncü Dünya Ülkeleri başkaldırısının eninde sonunda AB ve ABD ittifakını zorlayacağını Afrika’daki sömürgelerinden iyi bir şekilde hissetmektedir.
Eğer İran dünya güçler dengesine oturdu ise ve de ABD bu konuda başarı elde edemiyorsa bu kez dünyanın başka alanlarında güçlerin karşı karşıya olduğu alanlar devreye sokulmalıdır. Sürtüşme üst vitese alınmalıdır. İran’da yetmeyen güç başka sürtüşme alanları devreye sokularak giderilmelidir. ABD böyle bir iaktiğe doğru a- dım atmıştır.
Son günlerde yaşanan olayların her bir ucundan İran pazarlığı ortaya çıkmakta ve dünyamız çok ciddi bir dünya krizinin içine doğru sürüklenmektedir. Birkaç örnek vermek yerindedir.
İran konusunda BM görüşmeleri sırasında Hamas’a mali yardım da masaya getirildi. ABD ve AB bu konuda geri adım attılar. Fetih ve Ha- mas’ın aralarında anlaştıkları söylendi. Bu aslında Poısya ve bölge güçlerinin ABD ve AB ile aralarındaki görüş farklılığından bir tavize gittiklerinin işaretidir. Hamas’a kısıtlı ve koşullu da olsa yardım çıktı. Bankaların işlem yapmasına izin verildi. Böylece Arap ülkelerinin -İran dahil- verdiği kredi yardımlarının önü açıldı ve ABD’nin Usame bin Ladin, Zerkavi ve Hamas bağlantısı olduğu planının bir işe yaramadığı ortaya çıktı. Ortadoğu ülkeleri bu baskıyı şimdilik atlatmış oldular. Pazarlığın tam olarak ne olduğunu bilmek elbette zordur.
Ancak ABD, Fransa ve İngiltere’nin Suriye üzerinde yeni bir oyun peşinde olduklarını öğreniverdik bu arada. Bu üç ülke BM’ye verilmek ü- zere yeni bir karar tasarısı üzerinde çalışmaktadırlar. Daha haber açıklanır açıklanmaz Rusya, Suriye’den ellerin çekilmesi anlamına gelebilecek bir yorum yaptı.
Sudan ve Darfur olayları günde
me oturdu. Afrika kıtasının ikinci bü-p ö i ) s . a Xo j e . } &\qJ0̂51wAş2X> -Ai*’/ 'üîtpc'aüi UrUm araç ç n î açı
sından çok önemlidir. ABD Somali’den kovulduktan sonra Sudan’da da fazla tutunamamıştı. Arkasına gizlenen Kanada ve AB’li petrol güçleri de buradan çıkmışlar, Afrika Birliği’nin askeri arabulucu görevinin arkasına çekilmişlerdi. Güçler Ortadoğu’da yoğunlaştırılmıştı. Bölgeyi daha çok Çin ve Rusya etkisine bırakmak zorunda kalmışlardı. Şimdi bu konu tekrar Darfur’da Sudan Arap hükümetinin bir jenosit yaptığı bahaneleri ile gündeme getiriliverdi. Bir de Somali’deki sürtüşme yükseltildi.
ABD bölgeye bizzat NATO güçlerinin girmesini zorluyor. AB ülkeleri ise buradaki ateşin içine girmek istemiyorlar. ABD ise İran konusunda eğer AB yanından kayacaksa onu böyle bir belanın içine alabileceği tehdidini yapıyor. Eğer ABD yenilecekse yanma AB ve NATO’yu da almak istemektedir. Rusya ve Çin ile sadece İran konusunda değil, Sudan ve Somali konusunda da dövüşülme- lidir. Bu dövüşte de AB’nin seyirci kalmasına izin verilmeyecek, o da a- teşin içine çekilecektir.
AB başka cephelerden de kuşatılmakta, eğer Rusya, Çin ve İran saflarında karar alırsa başka sürtüşmelerin gündeme geleceğini anlamalıdır. AB tehdit edilmektedir. ABD’nin ikinci adamı Dick Cheney’in Mayıs başındaki Kazakistan, Baltık Cumhuriyetleri ve Balkan ziyaretleri bu konuda birer hatırlatma anlamı taşıyordu. Dick Cheney, Litvanya’da yaptığı konuşmada Rusya’nın insan hakları ihlallerini hatırlatarak, demokrasi konusunda yapabileceklerinin hepsini yapmadığını bir kere daha vurguladıktan sonra petrolü AB’yi tehdit aracı olarak kullanmasına izin vermeyeceklerini açıkladı. Böylece, AB ve Rusya ilişkilerinin kendi dışlarında gelişmesine izin vermeyeceklerinin sinyalini verdi. Başka bir değişle, e- ğer AB, İran konusunda taviz verir, Rusya petrol ve doğalgaz güvencesine bel bağlarlarsa ABD bu ilişkiyi Baltık ülkeleri ve başka kanallarla baltalayacaktır. Irak Savaşı’nda ortaya çıkardığı “Doğu ve Batı” Avrupa
q o l MAYIS-HAZİRAN 2006
bölünmesini derinleştirecek ve AB’yi parçalayacaktır. Rusya ile AB’niıı a- rasına girecektir.
Eğer bu da yetmezse eski Yugoslav ülkeleri tekrar karıştırılacaktır. Bu ülkeleri NATO’ya alma sözü verdi. NATO’nun gündeme gelmesi, bu ülkelerin örgüte alınması ne anlama gelmektedir? AB vurucu gücünün içine ABD yanlısı unsurların sokulması ve bu gücün denetiminin AB elinden çıkması anlamına gelen bir tehdittir. Avrupa Birliği’nin ABD karşısındaki silahı elinden alınıverecektir. Ya da bu ülkeler Sovyetlerin çökmesi sonrasında olduğu gibi karıştırılacak, AB’nin hemen güneyinde sorunlu bir alan yaratılacak, Avrupa kanayacak- tır.
İran pazarlıkları sırasında unutulmuş bir başka konu daha, insana nereden çıktı bu, dedirtecek bir hızla gündeme geldi. ABD bir sivil toplum örgütünün Kuzey Kore’ye gıda yardımı yapmasına izin verdi. Böylece sanki Çin’e bir taviz mi veriliyordu? Acaba bunun karşılığında ne isteniyordu? Diplomasi pazarlıklarının dehlizlerinde bunun mutlaka İran pazarlığı ile ilgisi vardır. Belirli noktalarda bir zamanlar tıkanan pazarlık birden bir şekilde su yüzüne çıkıveri- yor.
Politik sahnede yaşanan bu gelişmeler, bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda İran konusunda BM toplantı sonucuna yansımadı. Basma yansıdığı kadarıyla İran konusunda ABD bir adım daha geri attı ya da var olan pat durum bozulmadı. Söylendiğine göre BM, İran’a teşvik ve ambargo kararı almıştır. Bu pazarlığın henüz bitmediği şeklinde yo-
.rumlanabilir. Teşvik ABD dışındaki ülkelerin savunduğu şeydir. ABD ise ambargodan yanadır. Bu konuda bir metinde henüz anlaşmaya varılmamış. Ya da pazarlıklar demek ki devam ediyor. Ancak şurası kesin gibi ki, bir ambargo bile koşullu olarak çı
kabilecektir. Bunun da eski kararlardan pek bir farkı yoktur.
İran cephesiAhmedinecad sürekli olarak ABD
ve İsrail’i karşısına alan birçok açıklama yapıyor. İran Körfez’de askeri tatbikatlar düzenliyor. Irak Kürtleri üzerine bombalar yağdırıyor. O da ciddi bir savaş sürdürüyor. Irak içinde kendisinden yana olan güçlerin iktidarda kalışlarını sağlayıcı önlemler almaya çalışıyor.
Ahmedinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsancani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler ile ülkeyi yoksullaştırmalarına karşı yoksul halkların adalet duygusuna seslenerek büyük bir oy çoğunluğu ile iktidara geldi. Ancak ABD’nin saldırıları ve globalleşme koşullarında temsil ettiği sınıfa refah dağıtması zor bir olgudur. Kimilerine göre bu sözlerini yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır. Halk huzursuzluğuna bir gerekçe göstermekte ve öfkeyi ABD ve Batı’ya yöneltmek için her fırsatta böyle konuşmaktadır. Ayrıca ülke içinde devrim lideri Humey- ni’nin izinde bir denge kurmak için karşısına dikilen büyük dini liderlerin çıkarları vardır. Bu denklem içinde bir şey yapamamaktadır. Dış politikada bir çıkış aramaktadır.
Bu tür spekülasyonların gerçekliğini kestirmek zor olsa bile şurası bir gerçektir ki, İran lideri Ortadoğu halklarını ABD’ye karşı örgütlemek amacındadır. İsrail’in Ortadoğu’dan çıkarılması, onun neden bu bölgeye yollandığı sorusu, eğer AB onu bu kadar seviyorsa neden kendi topraklarında bir yer açmadıkları sorusu, Ho-
lokost’un bir yalan olabileceği Ortadoğu sıradan halklarının yıllardır konuştuğu konulardır. Ahmedinecad Batı’nm tüylerini diken diken eden ya da bazı kaynakların onu gülünç duruma sokmasına hizmet eden bu açıklamaları ile Ortadoğu’daki anti-Ameri- kan, anti-emperyalist Batı karşıtı güçleri örgütleme mücadelesi vermeye çalışmaktadır. Böylece bölgede İsrail’e karşı bir güç oluşturmayı becermek istemektedir. Halkları kendi görüşleri etrafında birleştirdiği ölçüde bölge gerici devletlerinin ABD ve Batı ile ittifakını zorlaştırıcı bir işlev yaptığı kesindir. Irak içinde Şii ve Sünni çatışmasını, ABD’ye karşı bir dövüşte birleştirmenin zeminini zorlamaya çalışmaktadır. Her ettiği laf i- le Filistin direnişçilerine güç vermekte, Hamas’a destek olmaktadır. Lübnan’da Suriye karşıtı güçleri sindirmekte, Hizbullah’m gönlüne su serpmektedir. ABD’nin kendisine karşı o- luşturmaya çalıştığı Sünni cephesinin gücünü azaltmaktadır.
Bölgeden destek toplama girişimlerine bir de son günlerde PKK’nin üstüne attığı bombaları katmak gerekir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ne kapı açmaktadır. Onu Kürtlerin arkasında olan ABD’ye karşı kendi saflarına çekmeye çalışmaktadır. PKK sorununun TC ve ABD arasında önemli
bir pazarlık konusu olduğu düşünülürse böyle bir bombalama Türkiye’ye büyük bir destek olsa gerektir.
Sonuç olarak dünya güçler dengesi Irak Savaşı sırasında bir şekillenme süreci yaşamıştı. BM toplantıları, merkez ülke trafikleri artmıştı. Şimdi
İran üzerinde büyük bir pazarlık var. Dünya güçleri yeniden bir şekillenme süreci içindeler. Ama bu şekillenme ABD’nin Irak’taki başarısızlığı ve bunun Ortadoğu’ya yansıması ile damgalıdır. Bu başarısızlığın yarattığı yeni güçler dengesi tablosu çizilmektedir.
12.05.2006
Ahmedinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsancani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler iie ül
keyi yoksullaştırmalarına karşı yoksul halkların adalet duygusuna seslenerek büyük bir oy çoğunluğu
ile iktidara geldi. Ancak ABD'nin saldırıları ve globalleşme koşullarında temsil ettiği smıfa refah da
ğıtması zor bir olgudur. Kimilerine göre bu sözlerini yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır.
58
Sınıf mücadelesinin sorunları - J
SINIF DIŞI KÜLTÜREL ÖZNELERİN
SINIF MÜCADELESİNE ETKİLERİ
ÜZERİNE BİR ANALİZ
Hasarı Oğuz
5ınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplumsal rolünü tümüyle ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu düşüncenin yanlışlığının temeli şudur; emek sömürüsü üzerine kurulmuş olan ve sermaye tahakkümüne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya devam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretmeye devam etmek zorunda kalıyor.
1. Politika ile sınıf arasındaki ilişkinin aşınmış olması,
moral ve kültürel değeri nasil etkilemektedir?
Bugün sınıf çıkarları ile politika a- rasmda bir zamanlar kalıcı olan ilişkiler büyük oranda pörsümüş ve dağılmıştır. Kalıcı olması gereken bu ilişkiler böy- lece deformasyona uğrayarak artan o- randa aşınmış oldu. Bunun başlıca bir kaç nedeni olduğunu sanıyorum; ilk neden, politik ve ideolojik yapıların sınıf temelinden kopmuş olmasıdır. Bu kopmanın aslında politikanın nesnel temelinden kopmak anlamına geldiği az çok bilinir. Kuşkusuz süreç büyük bir değişime uğramıştır. Doğal olarak bu noktadan sonra sürecin yapısında değişik düşünceler boy vermiş ve buradan hareketle bu ilişkinin bir kez daha yeniden kurulmasının olanaksız olduğuna ilişkin tezler gündeme getirilmiştir. Bu tezleri iki başlık altında şöyle özetleyeceğim; artık ne politika ne de ideoloji işçi sınıfı ile organik bir bağa sahip değildir! Dolayısıyla politik yapılar ile sınıf yapıları arasında zorunlu hiçbir bağ yoktur! İşte sorunun tartışılması gereken birinci noktası burasıdır. İkinci noktaya gelirsek; küresel kapitalizmle birlikte ’klasik işçi sınıfı’ndaki değişim
süreçleri nedeniyle proletarya, kapitalizmi dönüştürme dinamiğinden yoksundur! Başka bir ifade ile proletarya, kapitalizmin tasfiyesinde öncülük rolünü yitirmiştir! Dolayısıyla sınıf mücadelesinin asli öznesi proletarya değildir! Proletarya bu nedenle devrimci niteliğini de yitirmiştir vb...!
Önce şu gerçeğin altını çizmek istiyorum. Elbette bu iki görüş hem çok yaygındır hem de bir o kadar yanılgılıdır. Yanılgı ile yaygınlık yan yana geldiğinde sorun toplumsal olarak devasa bir görünüm kazanır.
Şimdi bu sorunları yakından mercek altına almaya çalışalım.
İsterseniz soruna ikinci noktadan başlayalım ve hemen bir soru ile devam edelim; bugünün dünyasında gerçekten sınıf yapıları değişime uğramış mıdır? Değişime uğramışsa bu değişim ciddi somlara yol açmış mıdır? Kuşkusuz bu somlara olumlu yanıt vermek gerekir. Yeni üretim sürecinin özellikleri, klasik kol gücüne dayanan sınıf yapılarını değişime uğratmıştır. Bu aslında ortak bir söyleme dayanır. Dolayısıyla bu yadsınamaz bir gerçeği de ifade eder. Sınıf yapısal ve kültürel olarak bölünmüştür. Bu bölünme ikilidir; ilki, sınıfın nesnel ilişkileri bağlamında ortaya çıkan bö
lünmesidir. Ekonomi politiğin yasalarından kaynağını alan, dolayısıyla üretim sürecinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yatay ve dikey bölünmeden bahsediyorum. Bir de öznel-kültü- rel ilişkiler bağlamında ortaya çıkan bölünmeler vardır. Yani sınıf dışı değişik kültürel etkilerle ortaya çıkan bölünmelerdir söz konusu ettiğim. Başka bir ifade ile işçi sınıfının kendine özgü politik, ideolojik ve kültürel kaynaklarından kopartılarak, sınıf dışı öznelerin etkisi altında kalan bir nesnellikle tanımlanabilir olmasıdır kastedilen. Bu anlamda eski işçi sınıfının çözülüşü nesnel bir gerçeği ifade eder. Üretim i- lişkileri bağlamında ortaya çıkan sınıf yapılarındaki bölünmeler hakkında ortaya koyduğum görüşler değişik yerlerde ayrıntılı olarak incelendiği için şimdilik bu kadarla yetineceğim.
Evet, değişimin ciddi sonuçları olduğu açık. Ancak burada sorulması gereken soru şudur; bu değişim biçimlerine karşın sınıfın tarihsel rolü ortadan kalkmış mıdır? Dolayısıyla ‘elveda proletarya’ diyenler kendi tezlerinde haklı mı çıkmışlardır? Bu sorulara evet demek oldukça zor.
Bu değişim süreçleri sınıfın oynaması gereken rol de önemli sarsıntılar
cp! MAYIS'HAZİRAN 2006
yaratmış olsa bile, işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin ileri sürülen yaklaşımlar ne düşünsel yapıda ne de yaşam pratiğinde doğrulanmış olduğu söylenemez. Yani sınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplumsal rolünü tümüyle ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu düşüncenin yanlışlığının temeli şudur; emek sömürüsü ü- zerine kurulmuş olan ve sermaye tahakkümüne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya devam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretmeye devam etmek zorunda kalıyor. Kapitalizmin zorunlu yasasıdır bu. Onu ortadan kaldıramıyor a- ma, daha değişik bir sürece doğru ev- rimleştiriyor. Çünkü hem eşitsizlikleri derinleştiren hem de mülksüzleşme süreciyle birlikte bölüşüm oranlarında devasa farkları ortaya çıkaran kapitalist yapı, doğal olarak yalnız işçi sınıfının değil, aynı zamanda topyekün insanlığın da yıkımı anlamına gelmektedir. Kapitalist yapı, özel olarak işçi ve e- mekçi sınıfların, genel olarak da insanın yıkımı, yerküre ortadan kalkmadığı sürece hem yıkan hem yıkılan bu özneleri de ortadan kaldıramıyor. Başka bir deyişle işçi sınıfı hem yıkan hem de yıkılan bir öznedir. Parçalanarak yenilmesi bir yıkım anlamına gelmektedir. Yani işçi sınıfının parçalanışı elbette bir yıkım paradoksudur. Ama bu onun ortadan kaldırılması demek değildir. vHer yıkım ekonominin doğal seyri anlamında yeniden bir üretim hareketi ile bir
likte oluşmaktadır. Her zaman varlığın kendisi, genellikle varlığın devamının ön koşullarını yaratmıştır. Varlık böyle- ce varlığın devamında kendisini bulurken, varlığın devamı da varlığın varoluşunda kendisini bulmuştur. Bu ilişki diyalektik bir ilişkidir çünkü. Buradan u- laşacağımız nokta şudur; bir varlık olarak kapitalizmin varoluşu, yine bir varlık olan işçi sınıfının varoluşu ile doğrudan ilişkilidir. Kapitalizmin yaşamsal varlığı işçi sınıfının yaşamsal varlığına endekslenmiştir çünkü. Aksini düşünmek kapitalizmin varlığını da tartışmak olur. Ama buna karşın işçi sınıfının varlığı kapitalizmin varlığına endeksli değildir. Bunun nedeni işçi sınıfının kapitalizm olmadan da varlığını sürdürebilmesidir. Tarih bunu sosyalizm ile kanıtlamıştır. Oysa kapitalizm her yeni atılımda ya da üretim faaliyetinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendi yaşam varlığı olan üretici işçiyi de üretmek zorunda kalması boşuna değildir. Onun zaten yakasından düşmeyen paradoksu da bu noktadır. Sonuçlara bakalım; sömürü artan oranda yoğunlaşıyor. İşsizlik yaygınlaşıyor. Savaşlar ve hastalıklar ile emekçi kitleler kitlesel yalnızlığa ve ölüme daha fazla sürükleniyor. Kısaca ortada bir canavar vardır, ama bu canavar yalnız tekil bir varlık. ¡değildir, tersine o bir sistemdir. Kapitalizm bir yandan görünen bu sonuçlar ile emekçi sınıflan yıkıma uğratıyor, ama öte yandan kendi varlığını daha da tahkim etmek için işçiyi üretmeye devam ediyor. Kapitalizmin temel krizi de zaten bu
nokta da ortaya çıkıyor. Azami kannın üstüne kar koyarak üretimini aynı oranda daha da büyütüyor. Elbette şimdilik kapitalist üretimin karakteri bu tartışmanın dışında. Ama üretimin karakteri nasıl olursa olsun bu kar marjı, dolayısıyla sistemin tahkim edilişi, yine de e- mekçi sınıfların bu varoluşu üzerinden tanımlanıyor.
Bütünüyle böyle bir varoluştan dolayı hem düşünsel anlamda hem de pratik boyutta, sınıfın nesnellikten kaynaklanan rolünün bırakın ortadan kaldırılması, tersine bu onu artan oranda ö- nemli ve gerekli de kılıyor. Dahası insanlığın bütününe doğru yaygınlaşan sınıfsallık, adeta 21. yüzyılın esas eğilimi haline geliyor. Bu eğilim, şimdilik nesnelliğin sınırlarında kalan, ama politik kültüre tecrübe edilemeyen bir kırılma yaşadığını yadsımayı elbette gerektirmiyor.
Doğrusu tartışmak istediğim esas noktalardan birisi budur.
Ama yine de bu sürecin sonuçlarını doğru okumak her zaman önem taşır. Karşıt tezlerden ortak bir senteze gitmenin yolunun bu okumayı sağlıklı yapabilmekten geçtiğini biliyorum. Doğal olarak burada nedensel iki temel olguya işaret edeceğim; ilk soracağım soru şu; kapitalist küreselleşmenin sonuçları kapitalist üretim sürecini ortadan kaldırmış mıdır? Başka bir deyişle küreselleşme süreci kapitalizme özgü bir derinleşme mi sağlıyor, yoksa kapitalizmden bağımsız bir süreç mi izliyor? Bu soru önemli. Zira bize anlatılan bütün küreselleşme teorileri adeta kapitalizmden bağımsız bir varoluş gibi sunulmaktadır. Oysa görülebilen tüm veriler, dolayısıyla kapitalizmin yasaları küreselleşme sürecini derinleştirirken, küreselleşmenin kendisi de kapitalizmi artan oranda insan yaşamının içine doğru derinleştiriyor. Böylece kapitalizm bir üst evrede yeniden vc yeniden üretiliyor. Elbette küreselleşme süreci ilişkileri çok daha yaygınlaştırmakta ve dünyanın en ücra köşelerine kadar bir vampir gibi kollarını uzatabilmektedir. Kuşkusuz bu kapitalizm demektir, o- nun yeni bir evrimi ve üst aşamada üretimi demektir, ama bu aynı zamanda kapitalizmden bağımsız bir küreselleş-
4 0
<
MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ
me süreci de değildir. Dolayısıyla ücretli emek (bu ister kafa ve hizmet alanında isterse sanayii üretimi alanında olsun) düne göre artan oranda ve daha fazla aşırı sömürü ile karşı karşıya kalmaktadır. Sınıf tablosundaki değişimlerin biçimi nasıl olursa olsun bu temel ortadan kalkmadığı için, işçi sınıfının organik sınıf yapısı, aynı zamanda her iki bağlamda sınıfın rolünü açığa çıkaran özneleri yeniden ve yeniden üretebilecek temelleri buradan çıkarmaktadır. Yani şunu ifade etmek istiyorum; hem nesnellik (üretim sürecinde maddi olarak sınıfın yeniden üretilmesi, daha çok kol gücünün aleyhine büyüyen bir smıf tablosuna işaret ettiği halde) artan oranda kendini yeniden üretiyor hem de bu koşullar içinde politik kültür ağır bir kırılmadan geçiyor. Başka bir deyişle, üretim sürecinde deneysel ve kültürel olarak kendini yeniden üretmesi anlamında işçi sınıfı, çok daha değişik kültürel baskılanmalar ile karşı karşıya geliyor. Ancak unutulmasın ki bu yeni süreç aynı zamanda yeni imkanlar anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendini üretecek temeli de yeniden buradan çıkarıyor. Elbette bu temel eskinin klasik bir tekrarı anlamına gelmez. Ama bu yeni bir üretim sürecinin sonuçlarında görülür.
İkinci noktaya gelirsek; kendini yeni sürecin içinde şekillendiren Kapitalist Üretim Biçimi (KÜB) bir sistem dahilinde varlığını sürdürmekle kalmamakta, ama aynı şekilde onulmaz bir çözümsüzlük içine de girmektedir. Kuşkusuz bu yeni değildir ama, ilk defa derin bir çözümsüzlük halinin göstergesidir. Çelişki bu defa kördüğüm haline gelmiştir.Belli ki bu onulmaz bir çözümsüzlük durumudur. Elbette böyle bir durum, salt sınıfın nesnel zeminini güçlendir- mekle kalmıyor, aynı şekilde moral ve kültürel değerleri güçlendirecek objektif koşullan da olgunlaştmyor. Ancak bu hangi yollardan geçerek ilerleyecektir, kuşkusuz bu tartışmalı bir durumdur.
Tartışmalı durum bir yana, herhal
de bu öngörü bir abartma olmasa gerek. Mesela bunun bir abartma olmadığını Latin Amerika ve Ortadoğu direnişi başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki direniş noktalarından çıkarmak mümkün olsa gerek.
Yine de bunları biraz tartışmak gerekiyor:
Küresel kapitalist sistem, daha önce de belirttiğimiz gibi elbette emek sürecini ortadan kaldırmadı, ama bu süreci değişken kıldı. Onu daha da yaygınlaştırdı. Yaygınlaşma sadece genişlemeyi ifade etmez, aynı şekilde ‘teknik ve bilimsel’ sürecin yeni dizilimlerini de ifade eder. Araçlardan düşünce yapılarına kadar hemen herşey değişmiştir. Ancak emek sürecinde biçimsel değişimler ne olursa olsun yukarıda belirttiğim gibi bizzat sistemin kendisi emeğin nesnel varoluşunu ortadan kaldıramadı. Onu oldukça değişime uğrattı. Bunlar doğru. Ama onu yok edemedi. Egemen yapının varlığı, doğrudan emek sömürüsüne dayanmaktaydı çünkü. Bu artan oranda devam etti. Elbette emek soyut bir kavram değildir. Canlı bir varlıkta, insanda anlam bulan bir varoluş biçimidir. Emeğin olmadığı yerde sömürü, işçinin olmadığı yerde burjuvazi olmayacaktı doğal olarak. Dolayısıyla sistemin varoluş biçimi, sınıf diktatörlüğüne dayanmaktan azade kalamazdı. Hücrelerine kadar işleyen sömürü ve zulüm diktatörlüğü devam etti. Kimin adına buıjuvazi adına, kimin için emekçi sınıflar için. Bütünüyle bunlar yeniden birer doğru saptama olarak okunacaksa eğer, işçi sınıfının konumundan kay
naklanan değişimler hangi biçimler a- lırsa alsın, emek ile sermaye ilişkisi bu sürecin ortak paydaları olarak devam e- decekti. Bu çelişkili payda, ücretli eme
ğin jıem artı değer sömürüsünü yoğunlaştırılmış bir tarzda büyüterek artı değer elde edilme süreçlerinin araçlarını yarattı, hem de sermaye görülmemiş düzeyde zenginliklere el koyarak azami kar grafiğini şişirdi ve böylece mülk- süzleşmeyi alabildiğine emekçinin a- leyhine büyüttü. Böylece ortaya devasa düzeyde bir varoluş biçiminden kaynaklanan çelişki ortaya çıktı. Çelişkinin özü değişmedi ama, çelişki farklı 'b içimler aldı. Farklılık onun derinliğinde ve genişliğindedir. Artık çelişkinin merkezinde sadece işçi yok, ama bütün insanlık var. Ancak bir şey daha var; daha önce de belirttiğim gibi farklılık, sistemin çelişkiyi atlatamamasmda, dolayısıyla onulmaz krizinde bulunmaktadır. Başlıca bu çelişkinin sistem içi çözümsüzlüğü ve derinliği bile, kapitalizmi devrimci yoldan tasfiye edecek o- lan halklaşan proletaryanın elini güçlendiren en büyük olgusal temeldir. Kuşkusuz çelişki mutlaka bir şekilde çözümlenecektir. Ancak çelişkinin çözüm biçimi önemlidir. Çelişkiyi bütün toplumu, canlıları ve doğayı ateşe atarak da çözebilirsiniz. Savaşlar çıkarımsınız, hastalıklar bulaştırırsınız, doğayı katledersiniz, insanları açlığa mahkum edersiniz, dahası modemize edilmiş bir şekilde yeni gaz odaları kurarsınız vb. Bunlar da bir yoldur. Ama bunlar kapitalizmin yıkıcı yoludur. Barbarlığa ve talana dayanan yoludur. Toplumun vahşi bir yolla topyekün yıkımı, aynı zamanda kendi yıkımım hızlandıracak o- lan bir etmendir. Kapitalist sistem günümüzde modemize edilmiş baskıcı bir yol dışında, daha değişik başka bir çö
züm seçeneğine sahip değildir. Çünkü ekonominin zorunlu olan süreci, başka bir deyişle insan iradesinden bağımsız olarak gelişen sermayenin yeni birikim stratejileri, geçmişin Keynesçi politikalara dönüşü olanaklı olmaktan çıkartmıştır. Dolayısıyla kapitalizm, devasa ve süreklileşen
krizin girdabı içinde debelenmektedir. Elbette tek başına böyle bir varoluş biçimi bile halklaşan proletarya için mu
Küresel kapitalist sistem, daha önce de belirttiğimiz gibi elbette emek sürecini ortadan kaldırmadı, ama bu süreci değişken kıldı. Onu daha da yaygın
laştırdı. Yaygınlaşma sadece genişlemeyi ifade etmez, aynı şekilde 'teknik ve bilimsel7 sürecin
yeni dizilimlerini de ifade eder. Araçlardan düşünce yapılarına kadar hemen herşey değişmiştir.
41
azzam olanak demektir.
Ancak çözümün başka bir yolu daha vardır. Onu da bilinçli proletarya gösteriyor; bütün insanlığı özgür ve mutlu bir dünyada yaşatacak projedir bu; ücretli emek sömürüsü ile birlikte özel mülkiyete son verecek, sermayenin varoluşunu ortadan kaldıracak, bütün baskı ve zor araçlarını tasfiye edecek, insanın insanı sömürmediği bir sistemin varlığı ile birlikte başta sınıf olarak kendi varlığını da sonlandırarak bütün toplumu özgürleştirecek çözüm yoludur. Bunun gerçekleşmesinin tek bir adresi vardır; halklaşan proletaryanın devrimci hareketi. Yani başında ve içinde proletaryanın olduğu bir devrim. Artık proletarya halklaşmakta, halk da proleterleşmektedir. Evrim bu yolda i- lerlemektedir.
Şimdi en başa dönüp birinci soruya gelelim; gerçekten, sınıf çıkarları ile politika arasında var olan kopuş doğruyu ifade eden bir anlatıma mı dayanmaktadır? Bu somya olumlu cevap vermek gerekir. Elbette bu doğru bir anlatıma dayanmaktadır. Ancak gerek bu i- lişkinin tesisi gerekse de sınıfın maddi güç olarak yeniden sınıf çıkarları eyleminde ortaya koyacağı hareket, kuşku yok ki sınıfın yeniden modem anlamda doğuşunu göstermektedir. Ya da göstermesi gerekir. Bu görüş doğruya en yakın görüştür. Sınıfın değişim süreci i- çinde parçalanışı, aslında yeni bir tarzda büyüme eğilimini ortaya çıkardı da diyebiliriz. Yani geçmişte henüz emekçi sınıfların parçası içinde olmayan ara veya orta sınıfların büyük bir kısmı vahşi kapitalizmin yıkımı sonucu hızla emekçi saflara katıldı. Bu sınıfın genişlemesinde oldukça önemli bir noktadır. Kapitalizmi dönüştürme potansiyeli si- yasal-ideolojik oluşum düzeyinde belki zayıfladı, ama maddi güç anlamında o- nu daha da dönüştürmeye olanaklı kıldı ve büyüttü. Bunun nedenleri, dünyanın veya tek tek ülkelerin yoksulluklarında, eşitsiz gelir dağılımında, bölüşüm ve mülksüzleşme süreçlerinde okunabilir. Artık yer kürenin hemen her alanı sınıf- sallığm dağılımı ile kapsanır olmuştur. Başka bir deyişle, dünya nüfusunun ne-v redeyse dörtte üçü, bu sınıfsallık içinde yer alan bir dünyaya doğru evrilmekte- dir. Yine de dönüştürme gücünün mad
C J O İ MAYIŞMAZİRAN 2006
di temeli genişlemiş olsa bile, sınıfın i- deolojik-politik düzeyde kendini yeniden kurması ya da tanımlaması gerektiği açık. Çünkü tek başına maddi güç olmak, dönüşüm için yeterli bir neden o- larak asla düşünülemez. Burada sınıfın maddi gücünü işlevli kılacak önemli koşullardan birisi, dünyalaşan işçi sınıfı ve emekçi halkların kendisini, politik bir güç ile temsil edebilmesidir. Daha doğrusu nesnel gücün içine işlemiş o- lan moral ve kültürel değerlerin ideolo- jik-politik hedefler içinde birleştirilmesidir. Sınıf mücadelesi sorununda bütün mesele bu noktada yoğunlaşmıştır.
Sınıfın ciddi bir konum kaybına uğradığı elbette yadsınamaz. Özellikle işçi sınıfının, moral ve kültürel değerlerinde ortaya çıkan kırılmasını kuşkusuz küçümseyemeyiz. Ancak bu moral ve kültürel değerlerde ortaya çıkan gerilemelerin biçimi ne olursa olsun, kapitalizmin varoluşu sürdükçe erozyona uğrayan değerlerin yeniden tesisi her zaman olanak dahilinde olduğu gerçeğini kim yok sayabilir ya da ortadan kaldırabilir? Çünkü o değerlerin büyüyeceği ve kendini yeniden üreteceği ortamın nesnel zemini, emekçi sınıfların bizzat kendi varoluşlarının içinde saklı değil midir? Her insan da olduğu gibi, işçi sınıfında da bütün moral-külttirel değerler içsel o'larak bünye içinde gizlidir. Ö- nemli olan onu açığa çıkarmanın yolunu ve araçlarını bulmaktır. Bilinç ve e- ğitim bunun ilk çözümleme yoludur. Kimi zaman grafikte ilerleme veya gerilemeler olsa bile, her zaman bunu yeniden elde etmek olasıdır. Bunun altını özellikle çiziyorum. Sadece insan anatomisi tanığımız değildir, tarihte tanığı- mızdır. Zira insanlık tarihi çok değişik aşamalardan geçerek ve kendisi için bütün olumsuz koşullara rağmen kendi yolunu her zaman bulabilmiştir. Bu asla kendiliğindenliğe bir çağrı değildir. Ama tarihsel deneyimlerin öğretisine a- tıf yaptığımız noktalardan birisidir. Politika ile sınıf arasındaki ilişkilerin aşınmış olması, bu ilişkilerin yeniden tesis edilemeyeceği anlamına bu nedenle gelmez. Çünkü bu ilişkileri yeniden tesis edecek koşulların eskiye göre artan oranda olgunlaşmağa başlamış olması, aynı zamanda felsefı-düşünsel yapının inşasının harcı ve çimentosunun olgu
sal varlığına işaret eder. Düşünce, varlığın içinde her zaman embriyon halinde bulunmuştur. Önemli olan onu işleye- bilmektir. ‘Varlığın içine atılmışlık’ denilen nokta da bu olsa gerek. Elbette hala ciddi düzeyde zorluklar sürmeye devam ediyor. Bunda kuşku yok. Ama burada önemli olan, yapısal anlamda nesnel konumlar ile moral ve kültürel değerler arasındaki ilişkinin nasıl bir i- lişki olduğunu ve bunu nasıl tanımlayacağımız meselesinde düğümlenmiştir. İki yapı arasındaki ilişki bir yerde zorunlu olarak birbirlerini karşılıklı olarak (olumlu veya olumsuz düzeyde) etkiler, biçimlendirir ya da ona yön verebilir. Önemli olan bu biçimlendirmede kullanacağımız bilimsel yöntem ve a- Kaçlarm doğru seçimi ve doğru yönetimidir. Bu anlamda sınıfın lehine değerlerin büyüme eğilimi, biraz da hem öncünün yaratıcılığında hem de emekçi sınıfların kendini yenileme dinamiğinde açığa çıkacak olmasında görülebilir. Kuşkusuz bu bilinçli bir çabayı gerektirir. Asla kendiliğinden elde edilemez. Böylece bu süreçler kendi doğası içinde proletaryanın kapitalizmi dönüştürme enerjisinin hem nesnel zemini hem de öznel zemini anlamında bir güç merkezi olduğunun kanıtlarıdır.
İşçi sınıfı hareketinin sürekliliğinde kırılma noktalarından birisi, farklı kültürlerin, ulusların ya da bölgelerin farklı özellikler taşımasıdır. Bu farklı kültürel varoluşlar, önceki dönemin evrensel birleşme sürecinde dahi, ayırıcı- koparıcı noktaları işlemek durumunda kalmaktaydı. Bu onun baştan beri tarihsel varoluşu ve doğası ile ilgili bir özelliğidir. Dolayısıyla bu her zaman olmuştur. Ancak sınıf hareketi genel çıkarlar temelinde,. demokratik bir işlev ve araçlar ile birleştirme zeminine sahip ise, bu kültürel veya ulusal ayrım noktaları veya farklılıklar ne olursa olsun, bu sınıf mücadelesi için ortak zenginlikler olarak bir işlev görmeye devam eder. Eğer bu durum hem demokratik işlevin olmadığı bir nokta da hem de genel çıkarların egemenliği farklı kültürel yapıların yok sayılmasına yol açmış ise (ki geçmişte biraz böyleydi), bu varoluş hem ortak bir zenginlik olmaktan çıkar hem de tümüyle birbirlerinin karşısında şoven bir varoluşu te-
4 2
MAYIS-HAZİRAN 2006 CJOİ
tikler. Sömürgecilik karşısında anayurtların işçi ve komünist hareketinin en a- zmdan önemli bir kısmının, sosyal şoven tarihinde ortaya çıkmış olan kara lekelerin hala sürmeye devam ettiğini hatırlatabiliriz burada. Bu anlamda sınıf hareketinde temel kırılmalardan birisinin, hareket içine sokulmuş olan ırk- çı-şoven motiflerin etkisel ağırlığı olmuştur. Aslında bu sorunun başlı başına ve özel olarak incelenmesi gereken son derece önemli bir konu olduğunu geçerken hatırlatalım.
Genel çıkarların sınıf için belirleyici olduğu ülkelerde (geçmiş süreçlerde) biraz farklı bir öz taşımıştı. İşçi sınıfı büyük sanayi fabrikalarında farklı kültürlere ve farklı ulusal öznelliklere rağmen toplu olarak hareket edebilmekte ve ortak sendikalarda-birliklerde örgütlenebilmekteydiler. Kültürlerin biçimlenişinde dahi bunun belirli bir rolü hep olmuştur. Bu durum sosyalizm ile düzenli bir ilişki sağlanmasına yol açmıştı. Bu başarı militarist baskılara, gerici yasalara ve bürokratik engellemelere rağmen başarılabilmişti. Burada evrensel bir dil vardı ve bu dil birleştirici bir dil haline dönüşmüştü. Zincir sınıfın genel çıkarlarıydı, halkalar ise değişik ulusal ve kültürel varoluşlardı. Şimdi bu dizilimde bir kırılma yaşanmıştır. Dahası bu dizilim tersine dönmüştür. Sorun da burada ortaya çıkmıştır.
Farklı kültür ve ulusal konumlardaki derinleşme evrensel sınıf çıkarlarını, özellikle büyük sanayi fabrikalarının dağılmasıyla birlikte görünmez kıldı ve sınıf kimliklerini baskı altına aldı. Evrensellik, politik ve kültürel süreçte ana eğilim olmaktan çıktı. Aynı zamanda geçmişin evrensel pratiğinin bazı kötü mirası, şimdiki hareketin de adeta kefareti haline dönüşmekteydi.
Enternasyonallik fikri eskiden işçi sınıfı için sadece ülke ve ulus arasında değil, aynı zamanda dini, etnik, cinsiyetçi vb. gruplar arasında da birleştirici bir faktördü. Smıf dışı bu özneler kolektif sınıf hareketinin büyümesini engelleyen değil, onu destekleyen ve büyüten süreçleri yaratmıştı. Çünkü her din, milliyet, cinsiyetçi veya ekolojik oluşumlar, kendi özgürlüğünü sosyalizmin bu evrensel özgürlüğü içinde gör
me eğilimini taşıyorlardı. Oysa şimdi ayrıklaştıran / bölen bir faktöre döndü ve birbirine karşı süreçler yarattı. Elbette bu yeni bir tarihi süreçtir. Proletaryanın birleşik hareketi geçmişte değişik, ama kuvvetli bağlara sahip olan toplumlarda ağırlıkla gerçekleşmişti. Toplumsal pratikte ortaya çıkan kurum ve uygulamaların sağlamlaştınlmasıyla yürümüştü hareket.
2. Sınıf hareketini dumura uğratan yeni esaret bağları
Sermaye küresel boyutta hareket e- derken ve bu anlamda evrensel bir süreci derinleştirirken emeğin evrensel dolaşımı yasaklandı ve emek ulusal çitler içine hapsedildi. Emeğin ulusal çitler içine hapsedilmesi hem genel çıkarlar yerine sınıf dışı toplumsal öznellikleri öne çıkardı hem de tikel sınıf çıkarlarını. Zincirin halkalan zincirin bizzat kendisi olmuştu artık. Bu ise yeni bir kırılma anlamına gelecekti.
Elbette işçi hareketi, aile, çevre, mülkiyet, farklı iş örgütlenmeleri vb. tarafından sürekli olarak şekillendirildi. Yerel ve bölgesel bağlar (hemşericilik gibi), korkuyla işlenen ve TV kanallarında pompalanan ‘ulus’ kimliği, farklı kültürlerin birbirine olan üstünlük propagandası vs. rejimin ısrarla üzerinde durarak işlediği argümanlardır. Bunlar kuşkusuz yeni bağları ifade etti. Bunlar rejimle emekçiler arasındaki çatışmayı asgariye çekmeyi amaçlayan kölelik bağlarıydı. Sınıf çatışmasının refleksle
rini başka alanlar içine aktardı. Böylece bu bağlar dolaymışız biçimleri kapsadı ve pratikte ona uygun refleksleri yarattı.
Geçmişte ‘insan hakları, dini özgürlükler, demokrasi, birey hakları vb.’ gibi olgular bu bağlar içinde gelişmişti. Ancak yine de bunlar evrensel sınıf çıkartan bağını zayıflatamadı. Tersine o- nu etkin kıldı ve ona yaradı. Dolayısıyla toplumsal sınıf bağını güçlendirdi. Ulus, ırk, din, cinsiyet, ekoloji vb. bütün bu bağlar, sınıfın sınıfsal kimliğine ve bağlantılarına kuvvet kazandırırken, sınıf hareketinin de dolaylı itici güçleri haline dönüşmüştü. Geçmişte bu bağlar, sınıfın evrensel-toplumsal çıkar i- lişkilerinde hem sınıfı düzene bağlayan esaret bağını yok edecekti hem de kendisini bu karmaşık bağlar içinde geliştirme dinamiğini yakalayacaktı. Sınıf mücadelesine renk katarak ona ivme katacaktı. Sınıfın emek sürecinde yoğun sömürü ve baskıya maruz kalışı böylece onun itici gücünü de devrimci- leştirecekti.
Oysa şimdi durum oldukça değişik. Bu dönemde kültürel varoluş biçimleri sistemle ilişkisinde sınıf için birer esaret bağına dönüştü. Akrabalık, hemşericilik, bölgecilik, ortak dinsel ya da bölünmez vatan söylemleri vb. bütün bunlar, sınıfın devrimci enerjisinin yönelimini saptıran, gerici konumu derinleştiren ve sistemle uyumu emreden kölelik bağlarına dönüşmüş olmasını asla unutmamak gerekir. Son yıllarda özelleştirmelere karşı direnişlerde bile;
45
C |Q İ MAYIS-HAZİRAN 2006
özeleştirmelere hayır diyen işçiler bunu ‘vatan için özelleştirmeye hayır’ sloganları ile karşılıyordu. Yurtseverlik ile anlatılan, vatanın tüm zenginliklerini e- le geçirmiş bir avuç burjuva vampirin çıkarlarını savunmaya kadar ileri gitmişti. Bunu ulusal faşistlerden liberal sola kadar herkes kışkırtıyordu.
Tarih bu dönemde biraz tersine döndü. Dolayısıyla tersine dönen bütün süreçlerin maddi zemini yeni bir çıkmazı insanlığın karşısına getirdi. O nedenle dün tersine dönen süreç bugün ve gelecekte tersinin tersine dönmek zorunda kalacaktır. Bunun başka bir yolu yok. Başka bir izah tarzı da yok. Arnıa elbette bu kendiliğinden olmayacaktır. Devrimci güçlerin tarihin içine yeniden ve yeniden soru çivilerini sokması ve süreci hızlandırması gerektiği açık.
Ama yine de sorun karmaşıktır.
Nihayet sınıf bir ‘ilişkiler ve süreçler’ (E. P. Thompson) toplamıdır. Doğal olarak bu ilişkiler ve süreçler üzerinde salt insan iradesinin dışında oluşan üretim / ekonomik ilişkiler bağlamında değil, aynı şekilde tarihsel deneyler ile kültürel oluşumlar bağlamında da etkili olmaktadır. Sınıfın elinde toplanan maddi güç dönüşüm süreçlerinde temel bir olguya işaret eder. Ama bu dönüşümün kendisi için yeterli bir neden değildir. O nedenle dönüştürme hareketinde oluşması gereken mutlak zorunluluk şudur; sınıfın deneyimlerinden hareketle sınıf bilincinin gelişmesi , sınıfın moral ve kültürel değerlere kavuşması
olmazsa olmaz koşulların başında gelir.
Bu nokta da tarihsel olarak iki sorun belirgin olarak ortaya çıktı; ilki belirli sınıflar arasında var olan ayrımı belirleyen ve sınıfları tanımlayan ölçütlerdeki kaymalardır. Yani sınıf çıkarlarında ortaya çıkan sorunlar olarak... î- kincisi de yukarıda özetle belirttiğimiz sınıfların hem oransal dağılımlarında hem de tarihsel ve kültürel değişimlerde ortaya çıkan sorunlardır.
Şimdi bunları değişik düzeylerde tartışalım. Önce smıf çıkarları sorunundan hareket edelim. Bu sorun proletarya hareketi için hem temel bir sorundur hem de sınıfı tanımlayan ölçütlerden birisidir. Çünkü sınıfın üretim sürecinde ekonomi ile ilişkisinde ortaya çıkan yapısal konumlanışı sınıfın çıkarlar zeminini de belirlemektedir. Ancak yine de işçi hareketi salt çıkarlar zemininden hareket edemez gibi geliyor bana. Çünkü yoksulluk veya zomnlu ihtiyaçlar gibi bütün ekonomik gereksinmelerin her biri tikel (sınırı ekonomik olan) düzeyde sınıf çıkarları zeminini gösterir. Ancak bu tikel çıkarlar sınıfın sonal hedefi doğrultusundaki hareketin genel çıkarlarına her zaman hizmet etmez. Son 25 yılın işçi hareketi deneyi ülkemizde bunu gösterdi. Dahası kol işçiliğine (sanayi) dayanan ekonomik örgütlenmeler (sendikalar) veya bu temeldeki diğer a- rayışlar (konsey, meclis, işyeri temsilcilikleri, şubeler platformu vb.) insan gereksinmelerinde genel çıkarlar için kendi başına bir temel oluşturmadı. Tersine
sının ekonomizm-sendikalizmpdüzeyin- de kaldı. Yani buradan politik bif sınıf hareketine kayma gerçekleşmedi.
Kanımca şu sorular ülkemiz sınıf hareketi açısından cevaplandırılması gereken önemdedir; acaba bizim gibi ülkelerin tarihinde ortaya çıkan mutlak yoksulluk tikel sınıf çıkarlanmn mut- laklığma mı yol açtı? Yani yoksunluğun kader sayılması ve devlet için söylenen ‘ne eylerse güzel eyler’ gibi düşünce yapılarının özdeyişlerde anlam bulması acaba sınıfın talep ettiği çıkarların sistem içine gömülmesinin mutlak sınırını mı gösterdi? Başka bir deyişle işsizlik ya da yoksulluk temeli veya tekil sınıf çıkarlanmn üst belirlenmesinde ortaya çıkan hassas sınır noktası, kendisinin (yani sınıfın) içe evrilmesinin esas öğelerine mi dönüştü? Bunu bir iç kmlma olarak okuyabilir miyiz? Tarihsellik bir ayna ise bu aynanın bin bir parçaya bölünmüş olmasını, dolayısıyla bu parçaların birleştirilme hareketini, kadere (tanrıya) havale ederek, dolayısıyla yoksulluk kültürünü etkin kılarak vb... bütün bunlar onun mutlak bir sınırına mı yol açtı? Bu sorulara hemen cevap bulmak zor belki. Kanımca cevaplardan önce soruları doğru sormak daha da önem kazanmıştır bugün. Çünkü hepimiz biliriz ki, bütün bilimlerin gelişme tarihi önce sorular ile başlamıştır.
Ama yine de arayışımızı sürdürelim:
Elbette kapitalizmin genel çıkarlara düşman olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni proletaryanın özel mülkiyete son verme isteği ve emeğin sermayeye tabi olmasına ait bağların kesilmesi talebidir. Bu sınıf hareketinin genel çıkarlarına tekabül eder. Dolayısıyla kapitalizme karşı genişleyen her eylem bu genel çıkarlarla ilgili bir öz taşır. Bu nedenle kapitalizm, sınıfı ekonomik çıkarlar (tikel veya yerel çıkarlar) sınırında tutma eğilimini hep bu nedenle taşımıştır. Bu eğilim bütün kapitalist ülkelerde ki burjuvazinin genel bir eğilimdir zaten. Ancak karşı direnişler için temel olan bu nokta, her ülkenin tarihinden ve kültürel konumundan ileri gelen geleneksel yapılar için aynı sonucu doğurmamışım Bunu ülkemiz açısından tartışmaya değer bir nokta olduğunu
4 4
MAYIS-HAZİRAN 2006 C JO İ
düşünerek söylüyorum.
Daha önce de belirttiğimiz gibi mülksüzleşmenin artması, ücretli çalışanların ve işsizlerin ortak yaşam koşulları vb. gibi öznellikler, önceki dönemde var olan esaret bağlarına karşın sınıf mücadelesinde ortak bir temel yaratmıştı. Hareket sisteme karşı yönelmiş ve onu sorgular hale gelmişti. Ancak bugün Türkiye de büyük oranda ve belirleyici düzeyde eski esaret bağlantılı ilişkilerin egemenliği, mülksüzleşme sürecini bir yerde sınırlı da olsa frenleyen ekonomi dışı sektörün, başka bir deyişle kayıt dışı büyük bir paranın dolaşımda bulunuşu ve ülkenin uluslararası tekellerin saldırısına maruz kalışı gibi değişik nedenler, yaşamın tümden ticarileştirilmesine yol açmıştır. Bu durum yeniden esaret bağlarını güçlendiren ve emekçi güçleri sisteme bağlayan bir olgu olarak düşünülmesi gereken bir noktadır. Kuşkusuz bu modem anlamda proletaryanın devrimci eneıj isini baskı altına alan bir dizi nedenlerin başında sayılabilir.
Bizler yakın bir dönem öncesinde dahi bu esaret bağlarının sınıf kimliklerinin lehine çözüleceğini öngörmüştük. Biraz da kendiliğinden bir varsayımdı bu. Bunu orta ve uzun erimde elbette yine öngörmek yanıltıcı olduğu anlamına gelmez. Ancak şimdi sınıfın lehine çözülmeyi sınırlayan (durduran değil) yeni toplumsal koşulların ortaya çıkmasını burada yeniden not etmek gerekir. 20. yüzyılın son çeyrek yılı iki temel değişime işaret etti; bir yandan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile ütopyaları söndüren bir bilinç yıkımına, diğeri de küresel sermayenin artan oranda yeni üretim biçiminin doğal sonucu olan teknolojik sürecin yarattığı derin sarsıntılarına neden olmuştu. Bu ilişkiler içinden yeni bir insan kimliği doğdu; aletlerin kölesi olan, gündelik yaşayan, TVTerin ideolojik bombardımanına açık, insani değerlerinin kaybolduğu ve adeta düşünmenin elinden alındığı yeni bir insan tipinin ortaya çıktığı yeni süreçlerdi bunlar. Bu nedenle eski esa
ret bağlan yeniden gündemin belirleyici maddesine çıkarıldı. Ve bu eski bağlar yeniden gündemleştirilerek sınıf hareketinin aleyhine doğru gelişen sürecin önünü açtı.
Daha önce de belirttiğim gibi geçmişte emek sürecinin belirleyici ilişkilerinde eski kimlikler, yani din, aile, milliyet, kadın vb. gibi sorunlar büyük oranda ihmal edilmişti. Bu ihmale dayanan konumlar, sonraki küresel kapitalizm koşullarında yeniden diriltildi ve etkin bir özellik kazandırıldı. Sanayi bölgelerinin sınırlandırılması, yoğunlaştırılan ticari iş hayatı, yaygın işsizlik, küçük ya da büyük taşra kentlerinde ki iş ortamı, doğal olarak ortak iş tecrübelerini, dayanışma kültürünü ve ortak davranış biçimini de erozyona uğrattı. Bu durum insanlığa ait ortak kültürel- ahlaki değerleri de aşındırdı. Bu düzensiz ilişkiler bağına ek olarak, smıf dışı kimliklerin gücüyle birlikte sosyalizme yönelen işçi hareketini de dumura uğrattı. Dumura uğramak bir beyin sarsıntısıdır ve bir şok geçirme durumudur. İşçi sınıfı, özellikle sınıfın alt kesimleri hala bu şok ve sarsıntının içinden çıkmış değildir.
Aynı şekilde insanlar kapitalizmde hızlı bir şekilde pazar ağı içine çekildi. Geçmişte emekçiler ile pazar arasında dolaylı bir ilişki vardı. Emeğini pazarda satıyor, bunun karşısında iş buluyor ve ücret alıyordu. O ücretle yeniden yaşam için zorunlu maddeleri pazardan almak için yeniden dolaylı olarak pazarla ilişki kuruyordu. Pazar dolaşım ve tüketim alanıydı. Üretici kapitalizmde emekçiler sınıfı kendileri için kurdukları yaşam biçimi daha çok üretim merkezliydi. Evi ile işi arasında ki bir yaşamdı bu. Elem işyerlerinde hem de sınırlı da olsa evinde sadece mal ve hiz
met üretmiyor, aynı şekilde moral ve kültürel değerleri de üretiyordu. Zorunlu gereksinmeler dışında pazarla ilişkisi sınırlıydı. Oysa şimdi durum çok değişti. Evi ile işi arasında ki ilişki, adeta
evi ile pazar arasında ki ilişkiye yerini bıraktı. Çünkü işten atılan işsizler veya yarı iş güçleri, neredeyse nüfusun yarısını oluşturur hale gelmiştir. Bu işsiz kitleyle birlikte çalıştığı halde geçinemeyenlerin yedek iş talebi pazarı oldukça büyüttü. Yeni işçi sınıfı artık pazarla ilişkisi dolayındı ol
maktan çıktı ve dolaymışız bir ilişkiye yerini bıraktı. Elbette pazar dediğimizde sadece mal alım ve satımının ya da emek satımının bir alanı değil, aynı zamanda ticarileşen yaşamın ‘üretim’ ve dolaşım alanı haline geldi. Çünkü artık işçi, pazarın açıktan insafına terk edilmişti. Bu da kültürel değerleri aşındıran bir sonucu doğurmuştu. Kolektif yaşamı ve kolektif kültür ve ahlakı paralize eden, bireyci kimliğin inşa edildiği bir temeldi bu.
Elbette bütün bunlar karmaşık tarihsel bir durum göstergesidir. Geleneksel bağlarla örülmüş ve cendere içine hapis edilmiş bir işçi hareketi, bu bağların gücünden dolayı, sosyalizme yönelim eğilimlerini baskı altına aldı. Dolayısıyla işçi hareketi ekonomik taleplerle sınırlanan bir ‘işçicilik’ sınırına takılıp kaldı.
3. Sınıfın, toplumsal güç dağılımı ile politik güç
dağılımı arasındaki orantısız ilişki üzerine
Her toplumsal grup gibi işçi sınıfı da hem toplumsal gücü hem de politik gücü temsil eden toplumsal bir öznedir. Çünkü her iki güç, yani toplumsal ve politik güç işçi sınıfına ait bir nesnellik anlatımına dayanır. Bu işçi sınıfının doğasına ait bir özelliktir. Ancak toplumsal güç olma hali politik güç ile kendini tanımlamıyorsa ya da iki güç arasında doğru bir orantı yoksa sınıfın değiştirmeye dönük hareketi sorunlu demek
Geçmişte emekçiler ile pazar arasında dolaylı bir ilişki vardı. Emeğini pazarda satıyor, bunun karşı
sında iş buluyor ve ücret alıyordu. O ücretle yeniden yaşam için zorunlu maddeleri pazardan almak
için yeniden dolaylı olarak pazarla ilişki kuruyordu. Pazar dolaşım ve tüketim alanıydı. Üretici kapita
lizmde emekçiler sınıfı kendileri için kurdukları yaşam biçimi daha çok üretim merkezliydi.
Evi ile işi arasında ki bir yaşamdı bu.
45
q o l MAYIS-HAZİRAN 2006
tir. Bilindiği gibi toplumsal güç .olgusu insan iradesinden bağımsızdır. Bağımsızlık bu yapının karakterine özgü bir varoluştur. Çünkü'toplumsal güç ilişkisi genellikle üretim surecinde ki konumu ile tanımlanabilir birşeydir. Dolayısıyla ilk yapının kendisi (yani toplumsal güç olma), üretim hareketi içinde ü- retici güçlerin gelişmesi temelinde vücut bulan bir güç temsiliyeti anlamına gelir. Doğal olarak toplumsal bir sınıf olan işçi sınıfı, üretim içinde belirli bir yere sahip olması ile tanımlanmaktadır. Onun varlığı ancak üretim sürecinde ki işlevi ile belirginleşmektedir. Proletaryanın toplumsallıkta vücut bulması; tümüyle üretim ilişkileri içinde ki bu konumu ile açığa çıkmaktadır. Böyle o- lunca toplumu değiştirme amacında o- lan işçi sınıfı hem kendisi açısından hem de bütün toplum açısından, değiştirme / dönüştürme hareketinde zorunlu olan ön koşulların hangi düzeyde içsel bir konuma (yani bilinç ve hazırlık anlamında) gelip gelmemesine bakılması gerekir. Bunun için yapılması gereken ilk şey bu güçlerin durumunu incelemektir. Ancak bilinç ve örgütlemeden bağımsız olarak zorunlu olan temel koşullar, zaten baştan itibaren sistem tarafından sınıf yapısı içine reel bir gerçeklik olarak verilmiştir. Burada önemli o- lan dönüştürme sürecinde bu gerçekliklerin hangi düzeyde ve nasıl olgunlaştığını veya olgunlaşacağını tespit etmektir. Kuşkusuz kapitalizmin her saat ve her dakika çelişkileri büyütme zemini her koşulda onun olgunluk düzeyini göstermeye yetmeyebilir. Bunu dikkate almak gerekir. Burada bir başka nokta daha vardır; çelişkili zemine ait varoluş aynı zamanda ideolojik ve politik tasarımların oluşumunda ki gerçeklik derecesini ya da gerçekleşme derecesini test etmemize de neden olur. Demek ki çelişkili zemin politik oluşumun gerçekleşmesinde yeterli bir temel değildir tek başına. Öyle olsaydı bu derece keskinleşmiş çelişkilerden otomatik olarak politik sınıf eylemleri doğardı. Böyle olmadığı açık.
Bu kısa bilgisel açıklamadan sonra işçi sınıfının politik güç olma ilişkilerine geçersek, aranan ilk koşul belki,, şu olabilir; değişik toplumsal gruplar gibi işçi sınıfı farklı kültürel oluşumların
varlığına ve etkileme derecesine rağmen, yine de kendisini birleştiren ortak sınıfsal kültürel bilinç etrafında buluşması ve bu doğrultuda örgütlenmesi başta gelen ortak zorunluluklar içinde sayılmalıdır. Çünkü bütün farklı kültürel oluşumlara karşın işçi sınıfı, kendi varoluşunun temel göstergelerinden biri olan kültürel ilişkilerden asla soyutlanan bir sınıf özelliği göstermez. Sınıf kültürü ile sınıfın varoluş biçimi arasında yakın bir ilişki olduğu açık. İlişkiler ve deneyler üzerinden gelişen bir dayanışma kültürü bu yapının içsel bir öğesidir. Bu dönemlere göre farklılıklar gösterse de bu onun bünyesel genlerinde ki bir varoluşa aittir. Kuşkusuz bu i- lişkinin doğuşu tümüyle sınıfın üretim eylemi ile paralellik göstermesinden i- leri gelir. Sınıfın toplumsal gücünü politik bir güce dönüştürecek en temel konu sanırım buradan çıkarılabilir. Eskiden meslek dayanışması ile başlayan ve giderek bir sınıf dayanışmasına dönüşen dayanışma kültürü önce nesnel-e- konomik yapının doğal bir sonucuydu. Şimdi smıfa ait olan bu dayanışma kültürü, yerini ağırlıklı olarak dinsel veya etnik (vb.) gibi benzer kültürel yapıların dayanışmasına bırakmıştır. Diğeri i- se ikinci plana düşmüştür. Bunun asıl nedeni sermayenin yeni birikim ve üretim strajesi ile ilgilidir. Ancak bu birikim stratejileri şimdilik konumuz dışında bir özellik gösteriyor. Yine de nesnel varoluş biçimi ortadan kaybolmadığına göre, ikinci plana düşen sınıfın bu kültürel yapısının (ki o aslında genel anlamda insanlık kültürünü de ifade eder) yeniden inşa edileceğini elbette yok sayamayız. Başka hiçbir sınıfta veya değişik toplumsal özne de görülmeyen insanlık kültürü, özsel olarak işçi sınıfında bulunur ve buradan bütün topluma mal edinir. Çünkü insanlığın çıkarlar birliği hala temel bir önemdedir. Üstelik bu çıkarlar birliği salt ekonomik alana özgü çıkarlar da değildir. İnsanlığın ortak değeri olan üretme ve üreme yeteneğinin doğal bir anlatımıdır. Yeni ü- retim ve birikim stratejileri bu dönemde hangi biçim alırsa alsın sınıf çıkarlarını yumaşatamadığı gibi tersine yerini daha da sancılı bir çelişkiyi bırkmıştır. Bu nedenle onu var eden çelişkili yapı bugün artan oranda devam etmektedir.
Burada yeni bir durum tespiti yapmak çözüm için önemlidir.
Ancak şunun görülmesi gerekir; çıkarlar birliğinde sınıfın öncü yapısı, e- konomik alan’la sistem yapılanması a- rasmda ki ilişki veya bağlantıyı doğru okuması mutlak zorunlulukların başında gelir. Yani bunun ekonomik varoluş ile rejim arasında ki diyalektik bağlantıların berrak bir anlatıma dayamnası gerekir. Zaten bu iyi okuma onun politik aşamada ki yeni bir düzeyini gösterir. Bu okumadan anlaşılması gereken nokta, sınıfın kendi iç yapılarında uzlaşabilir çelişkili var oluşları asgariye indirip hem sınıf çıkarlarını hem de aynı sınıf içinde değişik kültürel biçimleri engelleyen ve onu baskı altına alan sistem ile arasında ki antagonist çelişkinin derinliğinde ortaya çıkan stratejik, dolayısıyla taktik yapının inşasını zorunlu kılar. Bu hem yeni bir politik aşamayı gösterir hem de buradan yeni politik o- luşumlara geçişi gerekli kılar. Bu kuşkusuz soyut düzeyde salt ekonomi ve politika birliğinin kurulması anlamına gelmez, aynı zamanda düşünsel ve ahlaksal birliğin de kurulması demektir.
Burada dikkat edilmesi gereken iki noktanın altını çizeceğim; ilki daha önce kısaca belirttmiş olduğum gibi, yeterli koşullar henüz gelişme aşamasında değilse (burada daha çok örgüt ve bilinç sorununa vurgu yapıyorum), toplumsal sınıf hareketinin etkilerinin de sınırlı olacağıdır. Böyle olunca hareketin başarısı da zordur. İkinci nokta daha da önemlidir; işçi sınıfı bu koşullar i- çinde ‘sınıfın kolektif yaşamı’ dediğimiz yaşam biçimlerinin tümünü içselleştirmemiş ise, başka bir deyişle, sınıfı sınıf yapan öznelerin tümü kültürel yaşam biçimine dönüşmemişse (yani i- deolojik, politik ve ekonomik alanda ki bütün göstergeler, sınıf için yeni bir kültürel yaşam biçimi haline gelmemişse), elbette bu, o smıfı ortadan kaldırmaz ama, mücadelenin kendisi sistemi dönüştürme ve kendisi ile birlikte toplumu da dönüştürme düzeyinde ki ciddi kırılmaları ortadan kaldıramaz ve onları da bertaraf edemez. Dolayısıyla yerine olumlu anlamda başka bir şeyi de ikame etmesi son derece zordur.
Sınıf yapıları incelendiği zaman
4 6
MAYIS-HAZİRAN 2006 C J O İ
karşımıza ikili bir ayrım çıkar genellikle. İlki sınıfın üretim sürecinde ki konumundan kaynaklanan nesnel sınıf hareketi (ki birçoklan gibi Gramsci de buna bir yazısında ‘organik hareket’ der), i- kincisi de sınıfın konjoktürel hareketleridir. Yani geçici ve rastlantısal hareketler olarak.' Bu tanımlama kaba bir ayrıma dayanmadıkça doğru gibi gözüküyor bana. Kanımca sınıf dışı kültürel kimliklerin, ister organik sınıf yapısı ü- zerinde olsun, isterse sınıfın dönemsel veya konjoktürel hareketleri üzerinde ki etkileri olsun burada önemli olan bunlan doğru okumaktır. Nesnel konumdan kaynaklanan organik sınıf hareketi toplumsal bir öze ve tarihsel bir kimliğe sahip hareketlerdir. Dolayısıyla sınıfın gelecek kurgusu böyle bir hareketin doğrudan varlığına bağlıdır. Bunalımların ağırlaştığı dönemlerde çelişkinin kendisi zorunlu olarak ister sistem içi düzlemde olsun, isterse devrimci yoldan olsun bu doğal olarak çözümü zorlamadan edemez. Sistem içine çekilme ile devrimci yol arasında ince bir çizgi vardır. Bu tümüyle öncü yapının stratejik konumu ve becerisi ile ilgili bir alanı ifade eder. Ancak hiçbir zorlama otomatik olarak politik sınıf hareketini doğurmaz. Başka bir deyişle or- ganik-nesnel sınıf hareketi, politik bir sınıf hareketine dönüşmede her zaman kolayca bir geçişi sağlayacağı anlamına gelmez. Bunun için bir dizi dışsal faktöre gereksinim vardır.
Bu süreci engelleyen en büyük nedenlerin başında (öncünün konumunu şimdilik tartışma dışı bırakarak söylersek) özellikle içinde yaşadığımız bu dönemde, dinsel, ulusal, etnik, ekolojik vb. gibi değişik ideolojik-kültürel kimliklerin etkin gücü gelir. Gelişme dinamiği ile birlikte sınıf mücadelesi süreçlerinde görülen belirgin nokta, egemen yapıların derhal bu ideolojik kimliklerin yaygınlaştırılmasında bütün araçları devreye sokmuş olmasıdır. Kuşkusuz bu kimlikleri egemen sınıf yapısının (burjuvazi) ürettiği veya yarattığı sonuçlar değildir ama, toplumsal bir gerçeklik olan bu yapıları maniple etmede görülmemiş bir başarıya sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kanımca Gramsci’nin ‘konjüktürel hareketler’ o- larak tanımladığı geçici ve rastlantısal
hareketlerin, smıf dışı kültürel kimlikler ile kolayca buluşması, başka bir deyişle sınıf harekatine daha kolayca bulaştırılması, ağırlıkla politik özden kopmuş olan konjüktürel sınıf hareketlerinde görülmesi tesadüfi değildir. Mesela 1980 sonrasında hızla Hak-îş gibi dinsel yanı ağır basan işçi hareketi ya da milliyetçi öze uygun sendikal yapıların devreye girmesi (geçmişte MİSK gibi ya da son zamanlarda Kamu Emekçilerinde görülen Kamu-Sen. vb. gibi) dönemsel koşullarla ilgili olduğu kabul e- dilebilir. Ancak ne olursa olsun konjok- türün ürettiği yapılanmalar ile doğru bir ilişkinin kurulamamış olması, doğal o- larak politik sınıf hareketini dumura uğratmıştır. Bu konuda çok fazla deney var. Özellikle bunun iki ağır sonucu olmuştur; ilki söylem ister dinsel, isterse milliyetçi düzeyde olsun, bu harekatler sonuçta ekonomizmi üretmeye devam etmiştir. Dolayısıyla sistemi aklama ve meşru gösterme.... Aynen DİSK söyleminde olduğu gibi. DİSK sol bir söylem kullanmış olsa da, hareketin etki gücü ne olursa olsun, bu doğrudan ekonomizmi, reformizmi ve sisteme ye- deklenmeyi üretmeye yol açmış ve ondan kurtulamamıştır. Bu sadece DİSK’in yanlış politikası ile ilgili de değildir. Çünkü DİSK asla doğru bir sınıf kuramına hiçbir zaman sahip olmamıştır. İkincisi de daha çok radikal sosyalist yapıların çıkardığı sonuçlarda görülmüştür; aslında bu doğrudan bir tepki üretimidir. Dolayısıyla iradeye olduğundan fazla vurgu yapılarak dar po
litik bir söylem ya da yine Gramsci’nin dediği gibi aşırı bir ‘ideolojisizime’ ait vurgudur. Bunun değişik nedenleri olduğu açık. Sonucu ya kendinden menkul marjinal yeni sendikal örnekler olmuştur ya da tamamı ile sınıftan elini e- teğini çekmek biçiminde tezahür etmiştir. ‘Bu sımf-bu halk adam olmaz’ düşüncesinin sol içinde ki görünmeyen a- ma, derin bir iz bıraktığını kim inkar e- debilir ki? Yapamıyorsan o zaman suçu işçi sınıfına yükleyebilirsin!
Konumuz elbette sendikal hareketi değerlendirmek değildir. Onu şimdilik çok daha farklı bir irdeleme içinde gelecek günlere bırakalım.
Kuşkusuz bütün mesele geçmişi özlemek değildir, mesele şimdiki zamanla gelecek zaman arasında ki ilişkiyi doğru kurmaktır. Çünkü politik yapıların, sınıf yapıları üzerinde hem tarih- sel-kültürel boyutu ile hem de politik ve ideolojik boyutları ile derinleşeme- mek-üretimsizlik (düşünce ve yapma tembelliği) coğrafyamızın adeta kaderi haline gelmiştir. Bir nokta daha var; o da hareketin sürekliliğini becereme- mekte açığa çıkan kırılma noktalarıdır.
4. Ufuksuz bir gelecek;sınıf hareketinin
sosyalizmden kopuşu
Bugün işçi sınıfı hareketinin kültürel ve politik etkinliklerinde sosyalizme ilişkin düşünce ve eylem hedefleri iyiden iyiye zayıflamıştır. Bu durum doğal olarak sosyalist yapıların marjinalliğine
47
C J O İ MAYIS'HAZİRAN 2006
yol açmış ve hareket sınıfsız politikanın derin bir krizini yaşar hale gelmiştir. Nesnel yapı ile öznel yapı arasında ki ilişkinin kopuş seyri, her iki yapının da çıkmazlarına işaret etmiştir. Sendikalar ile işçiler arasında ki ilişkilerde ya da her biri kendini bu iki ilişkinin içinde yeni toplumsal olanaklardan yararlanma talep eden bir süreç sosyalist hareketi yeni çıkmazlara ve bunalımlara sürüklemiştir. Çünkü böyle bir talep, kapitalist üretim biçimini dönüştürmeğe dönük olmaktan çıkarak, salt tüketim düzeyinde bir yaygınlaşma göstermektedir. Bu ise hareketin devrimci niteliğini aşındıran ve sahneye hızla reformcu mantığın girmesine yol açan bir gelişme demektir. Doğaldır ki böyle bir anlayış sınıf hareketini, dolayısıyla politik sınıf hareketini, gerek siyasal alanda gerekse kültürel alanda özgürleştiremez. Tersine hareketi daha da bağımlı- laştıran bir kırılma noktasını ortaya çıkartır. Böylece politik hareket sınıfı salt talep eden, yani işverenden veya devletten talep eden liberal bir çizgiye çeker ki, bunun en iyi göstergesi devrimci temelde büyüyen ve gelişen Kamu Emekçileri Hareketi’nin karşılaştığı sorunlarda görülmüştür. Elbette başlıca a- macımız bu hareketi değerlendirmek değildir. Bir noktaya işaret etmektir. KESK’in hızla liberal bir çizgiye çekilmesinin böyle bir tarihsel arka planı olduğunu unutmamak gerekir. Böylece talep etmek amaç hedefine dönüşmüş, asıl hedef ise ortadan kalkmıştır. Gerçekte toplumsal dönüşümler, tikel taleplerle sınırlandırılarak ona indirgendiği zaman, hareket zorunlu olarak sistem i- çinde reform hareketine dönüşür. Bu ise hareketin tarihsel olarak yıkımı demektir.
Son yılların en ö- nemli toplumsal hareketleri, yani ulusal, etnik, ekoloji, kadın hareketleri (vb), genellikle örgütlü sınıf çıkarlarının dışında oluşmuştur. Ayrıca sınıf çıkarlarının referans alındığı sınıf hareketleri de söz konusu olmuştur bu dönemde. Ancak gerek ilkinde görülen sınıf dışı hareket biçimleri, gerekse İkin
cisinde görülen salt tikel çıkarlarla sınırlanmış ve talep eden bir sınırda kalan emekçi hareketleri, bu karakterleri nedeniyle ne toplumsal dönüşümün içsel bir öğesi olmuştur ne de buradan devrimci bir sosyalist hareket mayala- nabilmiştir. Ağırlıklı olarak bu iki hareket toplumsal dönüşümü amaçlayan sınıf politikalarının dışında oluşmuştur.
Kuşku yok ki KESK ve diğer işçi sendikalannın, bu çıkarlar ve talepler etrafında hareket etmeleri yadırganacak bir konum değildir. Hatta bu sınıf politikalarının ya da politik sınıf hareketinin ortak temel kaynaklandır. Ancak bu temel kaynaklar kendini tikel çıkarlar i- le sınırlama noktasına kaydırmış ise, başka bir deyişle genel çıkarlardan kopan bir varoluşu ortaya çıkarmış ise sorunlar da bu noktada başlamış demektir. Çünkü bu temel kaynak ile kendini sınırlayan ve yoluna böyle devam eden bu hareketler, asla sosyalist bir politikanın, dolayısıyla politik bir sınıf hareketinin esin kaynakları olmayı hiçbir zaman başaramazlar. Toplumsal dönüşüm yerine daha da sistem içine çekilirler. Bütün sorun bu kaynakların, iş ve ücretli emeğin tecrit oluşunu nasıl ve hangi yollardan yürünerek aşacağını ve bu kurumlarla nasıl bir ilişki kurulacağı sorununda düğümlenmiştir.
Sınıf hareketinin içinde bulunduğu bunalım henüz kalıcı bir çözüme ulaşmadığı için sorun ağırlaşarak devam e- diyor. Bunun bazı doğal sonuçları olacağı açık. Burada bazı tespitleri yapmak gerekir; işçi hareketinin kendi po
litik kuramlarına yönelimlerinde hareket her iki yöne de kayabilir. İşçi hareketinin ve sendikaların üzerinde son derece değişik düzeyde ve tonda baskı- lanmalar devam ediyor. Hem devletten
hem de kendi içinde ki birikmiş sorunlardan kaynağını alan baskılanmalardır bunlar. Sanayinin değişimi ile birlikte sınıf hareketi büyük oranda dağıldı. Hareket ya bugün olduğu gibi kapitalist pazarlık mekanizmasının baskısı ile sistem içine daha da çekilerek çürütüle- cektir, dolayısıyla sosyalizm bir yana atılacaktır ya da bir yol bulup genişleyen ve farklılaşarak değişik renk alan sınıf hareketi, inşa edilmiş ve yenilenmiş sosyalist hareketin etkisi içine çekilerek politik bir kimlik kazanacaktır. Temel insan ihtiyaçlarından yola çıkan ve kendini asla mekanik bir tarzda ‘ü- retim’ noktalarına hapis etmeyen bir sınıf hareketinin doğuşunu olanaklı görmek asla abartılı bir öngörü değildir. Bunlar insanın insanı sömürmeyeceği bir dünyaya son veren, kesinlikle sınıfın gündeminde olan mülkiyet sorununu çözen, barışa ve özgürlüğe adanmış yaşam talepleri gibi temel talepleri sınıfın diğer talepleri ile birleştiren bir nokta, modem sınıf hareketinin gelişmesini de olanaklı kılan noktalar olarak sayılabilir.
Sınıf hegemonyası nasıl tesis edilecektir, bütün soran buradadır. Bunun temel yollarından birisi, sosyalist hareketin anlaşılır bir programı dayanıyor olması ve parçalanmış güçleri birleştirme yeteneğine sahip esnek bir eylem programının yaratılmış olması tartışmanın bir yoludur. Ancak bu nasıl olacaktır? Elbette elimizde sihirli bir değnek yoktur. Şimdilik sorunun bir cephesi olan politik inşa sorunu bu yazının
dışında bir özellik taşıyor. Üzerinde düşündüğümüz esas nokta sınıf yapıları ile ilgili olanıdır. Kanım şu; bütün tikel çıkarlara karşın sınıfın politik ilerlemesinde temel olan nokta, sanırım tikel çıkarları genel çıkarlarla birleştiren ve sınıfın düşünce biçimlerini de belirleyen kültürel oluşumla
rın nasıl bir sınıf kimliğine doğra eviri- leceğini de hesaba katan ara bir noktanın tespiti çözümün ilk yolu olabilir. Dahası farklılaşan sınıf öbeklerinin çıkarlarını, özlem ve taleplerini ortak bir
Sınıf hegemonyası nasıl tesis edilecektir, bütün sorun buradadır. Bunun temel yollarından
birisi, sosyalist hareketin anlaşılır bir programı dayanıyor olması ve parçalanmış güçleri birleştirme
yeteneğine sahip esnek bir eylem programının yaratılmış olması tartışmanın bir yoludur.
Ancak bu nasıl olacaktır?
48
platformda buluşturabilmektir. Bu ise yoksulluk söylemini aşarak dayanışma kültürünü kurabilecek ve bunu hayatta anlamlı kılacak bir pratiğin, yerel alanlardan başlamak üzere (pilot üstler kurarak) inşa edilmesidir. Burada şimdilik yerel alanların birliğini ısrarla öne alıyorum. Bu durum yerel başarı olmadan genel başarıya aktanlamaz gibi geliyor bana. İçinde yaşadığımız dünyanın ortak bir karakteridir bu. Yine gelip dayandığımız nokta, çatışma anaforunun öne çıktığı bölgelerde yaşayan sınıf yapıları ile öncü politik güç arasında ki u- zun soluklu kalıcı bir ilişkinin inşası sorununda düğümlenir. Hem stratejide hem taktik dövüşte, hem eğitimde hem de esnek çalışma biçimlerinde bir yapının kurulmasıdır kastettiğimiz.
Mücadele alanı genişlemiştir. Ve bu nedenle genişleyen mücadele bizle- re büyük olanaklar sunmaya devam e- diyor. En azından bunu ön görmek ö- nemlidir.
5. Sınıf kimliği sınıf dışı kimliklerin içine sindirilmiş bir
varoluşa mı yol açtı?
Daha önce sınıflararası çatışma belirgin olarak ilk kaynağını doğrudan e- konomi’yle ilgili alandan, dolayısıyla üretim ilişkisi ile kurulan ilişkiden alır demiştim. Bu nedenle çatışma diyalektiği mutlak surette sömürü ilişkisini ön gerektirir. Elbette bu çatışma basit bir tarzda doğrudan veya benzer biçimde politikaya aktanlamaz. Çünkü çatışmaların özü olan sömürüye dayanan yapının kendisi ve bu yapının varoluş biçimi daima çelişkili yapıları değişik bir biçimde yansıtır. Bu anlamda mesela politik oluşumlar (partiler vb.), kapitalist ile ücretli işçiler arasında ki ekonomik içerikli çatışmaları birebir yansıtmazlar. Her politik oluşum doğrudan veya dolaylı olarak bir veya birkaç sınıfın sınıf çıkarlannı yansıtabilir. Ancak bu yansıtmanın biçimi, oluşum süreci ve hareket tarzı bir fabrika veya işletmede ki grev hareketinde olduğu gibi çatışmanın birebir kendisi biçiminde o- luşmaz.
Böyle olunca ortaya çıkan sınıfsal ayrışmada veya kendisini ortaya koyan saflaşmada, yani bireylerin gerek poli
tik seçimlerinde gerekse ekonomik a- landa (sömürü ilişkilerinde) ortaya çıkan çatışmak temelde ki saflaşmalarda var olan işçi sınıfının, sınıf çıkarları ile her zaman uyumlu olduğunu veya olacağı anlamına gelmez. Kuşkusuz olması gereken böyle bir uyumdur, ancak günümüz tablosu farklıdır. Günümüzde bireylerin saflaşmasında olduğu gibi, a- ğırlık merkezinin din, etnik, cinsiyetçi vb. gibi değişik kültürel kimliklere kayması, sınıf kimliklerinin ortadan kalktığı anlamına elbette gelmez. Olsa olsa smıf kimliği veya sınıf çıkarları ile u- yumsuz bir ilişkinin ortaya çıkması gerçeğini ifade eder. Dolayısıyla bireylerin, sınıf kimliği ile birlikte böyle değişik kimliklere sahip olması, hatta sınıf dışı kimliklerin bir dönem belirleyici bir kimlik haline gelmesi, tümüyle dönemsel olarak politik sosyolojinin etkenleriyle açıklanabilir. Şimdilik konumuz böyle sosyolojik koşulların irdelenmesi değildir.
Ama yine de şu soruyu sormak gerekir; çıplak gözün gördüğü ve anlaşılabilir olan bazı yakıcı gerçekler karşısında, yani somut ihtiyaçlar karşısında insanlar duyarsız bir yanılgı içinde olabilirler mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek gerekir. Çünkü bir yerde dönemin etkinleştirilmiş söylemleri içinde bir işçinin işsizliği, geçinebilecek bir gelirden yoksun oluşu ya da çocuğunun eğitim ve sağlık giderlerini karşılayamaması, dinsel veya etnik kimlikler içine sindirilmiş bir varoluşu tetikleyebi- lir, hatta tetiklemiştir. Din zaten yoksulların sığınağı değil midir? Umudun tükendiği nokta da, yoksullar kurtuluşunu din ya da milliyetçilik gibi bazı kültürel olguların içine sürüklenerek bu yapılar içinde kendilerini bulmalarını ya da kendi istemlerini buralarda yansıtmalarını kim inkar edebilir ki? Gerçekten iş ve aş talebini dinsel veya mil- liyetsel taleplerin özgürlüğü içinde tanımlayan, hatta bu kimliklerin açığa çıkmasında ve bunun için kavgaya atılmasında kendi yoksunluğunun etkeni olan bir süreç ne yazık ki günümüz dünyasının ortalama bir özelliği haline gelmiştir. Mesela işsiz ve yoksul bir Kürt, yoksulluğunun kendi yapısında ortaya çıkardığı enerjiyi ve korkusuzca eylemlere atılmasını Kürt ulusal kimlik
savaşında yansıtmakta ve bulmaktadır. Kendini orada tanımlamaktadır. Aynı şeyi ırkçı motiflere bürünmüş milliyetçi histerilerde görmek de mümkündür. Geçim zorluğu çekenler, işsizler ve yoksullar bile Trabzon, Sakarya ya da Erzincan da olduğu gibi birkaç gencin bildiri dağıtmasına dahi tahammül edemeden ırkçı ve faşist histeri ile linç hareketine gireşebilmektedirler. Oysa bakın, bu linç girişimlerinde kullanılanlar yoksullardır. Böyle bir saldırganlığı (Türk ırkçılarının yaptığı gibi) ve yine böyle bir enerjik tutumu (Kürt Ulusal Hareketinin yoksul tabanında olduğu gibi) bir Türk ya da Kürt orta ve büyük zenginler sınıfında göremeyiz. Aynı şeyi dinsel kimliklere bürünen ve sınıfsal bölünmeye uğramış bireylerde de görebiliriz. Cuma gösterilerine katılanlar genellikle yoksullardı. Burada hangi kimlik olursa olsun, bu ister dinsel ve ulusal kimlik olsun, isterse daha değişik kültürel haklar için savaşım olsun, bu savaşımın enerjisini ortaya çıkaran aslında o bireyde veya o grupta bulunan sınıf kimliğinin varlığında görmek esastır. Demek ki sınıfsal kimlik bölünmesinde emekçi sınıf karakteri taşımayan bütün kimlikler, dinsel, ırkçı-milli- yetçi veya ulusal mücadelede bile asla bir emekçinin göstermiş olduğu kararlı tavrı gösteremezler. Bu da emekçi sınıf kimliğinin gücünü gösteren en önemli parametredir. Ama şimdilik dengeler tersine dönmüştür. Sınıfsallık konumundan gelen güç potansiyeli ne yazık ki kendi kimliği için savaşımı görünmez kılmış ve baskı altına almıştır. Tersine bu, diğer kimliklerin öne çıkmasına yol açmıştır. Sınıfın gücü sınıfsallık dediğimiz genel çıkarların gücü yerine, değişik kültürel çıkarların gücü haline dönüşmüştür.
Bu gerçekleri hem görmek ve anlamak hem de sınıf gerçeğini sınıfa hatırlatmak sınıfın devrimci aydınlarına düşen temel bir görev olduğunu unutmadan geçerken belirtelim.
(devam edecek) 29.09.2005
hasanogıız@hotmail. com
DipnotI. Gramsci A. Hapishane Defterleri. 2003. 4. Baskı, s.263. Belge y. *
MAYIS-HAZİRAN 2006 CjOİ
4 9
Va r o ş l a r d a İk t İd a r
MÜCADELESİ(Deneyimler, Olanaklar ve Sorunlar)
Melih Rteşer
Varoşta halhlaşmah için güçlü olmalısınız, paralı olmalısınız, dayanışma ağınızı Kurmuş olmalısınız... Fakat hepsini birden başarmak deveye hendek atlatmakla
aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın deyim i ile "güç almaya gidiyoruz", bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm noktasında çete leşm e olgusu var.
“Yeryüzünün şeytanları sosyalistlerdir” diyen Kıvılcımlı yoldaş günümüz Türkiyesini (ve dünyasını) görebilseydi, “yeryüzünün cehennemi de varoşlardır” diyebilirdi herhalde. İşsizliğin, yoksulluğun ve geleceksizli- ğin yarattığı yüksek gerilim hattının altındaki kondulardan sistem karşıtı mücadelenin yükseltilemediği durumda, şiddetin kendisine dönmesi ve toplumsal çürümeyi körükleştirmesi, kaçınılmaz bir ‘almyazısı’ oluyor. Cenneti fethetmek için cehennemi örgütleyerek barbar akmları düzenleyeceğiz, fakat önce cehennemde iktidar olmanın kanunlarını ve kurumlarım geliştirmek zorundayız. Burada iktidar mücadelesini neden varoşlardan yükseltmek durumunda olduğumuzu değil, bu sürece girdiğimizden beri yaşadığımız pratiğin öğrettiklerini tartışacağız. Elbette tartışılması gerekenler bu yazıda dile getirilenlerden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Bu yazının başlıca amacı kolektif bilinci geliştirmek için gündem birliğimizi oluşturmaya hizmet etmektir.
Stratejik haltımızı varoşlarda ikili iktidar mücadelesi üzerine kurmaya yöneldiğimiz tarihlerde (95-96), devlet varoşlarda biriken sistem karşıtı öfkeyi kontrollü bir şekilde patlatmak için “provokasyonlarla yönetme” taktiğini uygulamaya koymuştu. Ancak
Gazi’de patlatılan öfke kontrolden çıkarak bir halk hareketine dönüştü. Devrimci hareket Mart 95’ten 96 ö- lüm oruçları eylemlerine kadar gelişen süreçte, radikalizm eğilimini yükseltmekten öteye, halk hareketinin sürekliliğini ve kurumsallaşmasını sağlayacak taktik adımlar atamadı. Kaldı ki devrimci hareketin genelinin varoş çalışmasına özel bir stratejik değer biçtiğini halen de söz edemeyiz. Buna rağmen halk hareketi henüz canlılığını yitirmeden Halk Meclisleri taktiğinin gündemleştirilmesi ö- nemli bir adımdı. Devrimci hareketin geneli bu adımın gerisinde kalsa da halkta oldukça olumlu bir karşılık buldu. Tasfiye sürecinden henüz (95 sonlarında) çıkmış olan Hareketimiz, 96 başlarında yeniden ivme kazanmış ve bu süreçte (96 Şubat- Mart gençlik eylemleri, 96 1 Mayısı ve ölüm oruçları eylemleri gibi) biriktirdiği moral değerler ve kadro gücüyle siyasi ortama müdahale etmeye çalışmıştır. “Hazırlık görevlerinin” tamamlanamamış olması, taktik mücadeleye a- tılma konusunda bir direnç noktası olmasına rağmen Hareketimiz tüm gücüyle Halk Meclisleri pratiğine girerek öncü taktik savaşımına soyunmuştur. Halk Meclisleri tarafından düzenlenen kampanya ve eylemlerin gündemde etkili olması, halkın tüm taleplerini meclise taşıması ve devle
tin çalışmaları zorla engelleme tutumu bu örgütlenmenin doğru bir politik zemine oturduğunu gösteriyordu. Ancak bu zemin o dönemdeki ittifak gücümüzün “Halk için halka rağmen” anlayışı ile hareket etmesi nedeniyle dağıldı. Hareketimiz Halk Meclislerinin örgütlenme sürecinde özelikle A- dalet ve Dayanışma ayaklarının inşasını öne çıkararak kendi hattını belirledi. Bunlar fiili, yarı legal ve demokratik kurumlaşmalardı. Adalet ayağının etkinleşmesi için zorun yeniden örgütlenmesi ve dayanışma ayağının etkinleşmesi için de açık kurum çalışmalarına yönelmek gerekiyor. Bu süreçte dayanışma çalışmalarımız ku- rumsallaşırken adalet ayağının inşası aksamıştır. Devlet zorun örgütlenmesini esas alan Halkın Adaleti Örgütlenmelerine oldukça saldırgan tarzda yönelmiş, ancak dayanışma örgütlerine aynı sertlikte yaklaşmamıştır. Halk Meclislerinin dağılması devleti taktik üstünlüğü ele geçirmesine yol açmış, sistemli bir zor politikası ile birlikte varoşlara toplumsal çürümeyi dayatmıştır. Adeta cehenneme dönüştürülen varoşlarda olası sosyal patlamaları önleyici bir işlev taşıyacağı düşüncesiyle (devrimci bir tehdit söz konusu olmadığı oranda) devrimciler tarafından dayanışma çalışmalarının yürütülmesi birazda sistemi rahatlatıyor olmalıydı. Bizim için de kitle dina-
50
MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ
iniklerimizi yeniden yaratmaya çalıştığımız bir süreçte kabul edilebilir bir denge noktası oluyordu. Ancak dayanışma örgütlenmesinin bizim için daha önemli bir anlamı vardı; halkın toplu davranış yeteneğini geliştirmesi, çeşitli yaşam alanlarında paralel iktidarların oluşmasına hizmet etmesi, kendi gücüne dayanma bilincini kazandırması gibi. Halkın sosyalistler arasındaki ayrımı “ne yaptığına göre” belirlediği bir süreçte sorunlara çözüm gücümüzü gösteren böylesi bir pratik ilişki tarzı günümüz için de çok daha önemlidir. Elbette önemli olan bunu adalet örgütlenmesi (halk savunması) ile birlikte yürütmektir. Bu yönde sürekli bir çaba gereklidir. 95- 97 sürecinde adalet çalışmalarımızın belli bir yoğunlukta seyrettiği, ancak operasyonlarla kesintiye uğratıldığı ve seviyesinin geriletildiği biliniyor. Adalet ayağının yeniden güçlendirilmesi ve bunun yalnızca zorun örgütlenmesi ile sınırlamayıp, günlük toplumsal ilişkileri düzenlemek üzere demokratik bir hukuk sisteminin o- luşturulması anlamında da geliştirilmesi üzerine yoğunlaşılmalıdır.
95-98 arası süreçte varoşlarda devrimci kitle çizgisinin sürdürüle- bildiği söylenebilir. 98 ve sonrası ise esas olarak demokratik mücadele yıllarıdır. Devlet 98’e kadar askeri zorla yumuşattığı mevzileri bu tarihten sonra siyasi ve ekonomik zorla kuşatarak toplumsal çürütme politikasını dayatmıştır. Böylece daha önce mücadeleyi adalet ve dayanışma ayakları üzerine kurmaya çalışırken 98 sonrası mücadelenin üçüncü bir ayağının da ekonomik örgütlenme olması gerektiğini hissetmeye başladık. İşsizlik, yoksulluk, adaletsizlik arttıkça çürüme ve çeteleşme olgusu ön plana çıktı. Varoşlar rant ve kara para yatağına dönüştü. Hırsızlık, uyuşturucu ticareti, fuhuş, arazi ve organ mafyacılığı, tefecilik gibi tüm suçlar artık varoşların sıradan gerçeğidir. Siyasal İslam, Milliyetçilik, Ulusal Solculuk vb. varoşlarda maddi bir güce dönüşen ideolojiler büyük ölçüde bu güçlerini paradan almaktadırlar. Bizim i- çin de kendi ekonomik dayanaklarını yaratmak ve alanın ekonomisini yö
netmek varoşta örgütlenmenin zorunlu koşulu haline gelmiştir. Ekonomiyi yönetenler çeteleri de yönetenlerdir. Yani ekonomik örgütlenme yapacaksanız çete olgusu ile yüzleşmek zorundasınız. Burada bir düğüm noktasına geliyoruz. Varoşta halklaşmak i- çin güçlü olmalısınız, paralı olmalısınız, dayanışma ağınızı kurmuş olmalısınız... Fakat hepsini birden başarmak deveye hendek atlatmakla aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın deyimi ile “güç almaya gidiyoruz”, bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm noktasında çeteleşme olgusu var.
Biraz dikkatli baktığımızda varoşlarda iki tür çete olgusunu görmekteyiz, ikisi arasında geçişken bir ilişki olsa da organik bir bütünlük yoktur. Biri devletle organik bağlar i- çinde olan mafyadır, yani devlet çeteleridir. Esas olarak alandaki ekono-
' miyi de onlar yönetir. Diğeri ise karnını doyurmak, bir güce dayanmak ve kendini değerli hissetmek için çetecilik yapan varoş gençliğidir. Bir anlamda varoşların kendiliğinden hareketidir de diyebiliriz. Yakın gelecekte daha da büyüyecek bir kendiliğinden hareket dalgasıdır. Sosyal bileşimi nedeniyle halk çeteleridir, ancak halkçı olduklarını söyleyemeyiz. Bu aşamada halk çetelerini deyim yerindeyse, halkçı bir zemine çekebilecek politik pratik bir yaklaşımla belli bir seviyede mücadeleye kazanabilmek mümkündür. Şu an örgütlenmemizin önünde engel olarak duran bir güç,
tersine örgütlenmemize hizmet edecek hale getirilebilir. Ancak böyle bir ilişki kurmak için hem nitelik olarak bizim daha güçlü ve donanımlı olduğumuzu hissetmelerini sağlamak, hem de onlara değer verdiğimizi yaşamı paylaşarak hissettirmeyi başarmak zorundayız. Kendimizi kabul ettirdikten sonra onları dönüştürmek ve mücadeleye kazanmak için gerekli a- dımları atmalıyız. Burada halk çetelerini yönlendirmemiz gereken şey, zenginden yoksullara paylaştırmak ve sosyal adaleti sağlamaya çalışmak gibi bir tür sosyal eşkiyalık yapmalarıdır. Elbette bu akıl hocalığı yaparak değil, pratik önderlik yaparak başarılabilir. Başaramadığımızda kendisini yaşatmak için çeteciliğe soyunan varoş genci halka zarar vermekle kalmıyor, kendisinin de sonunu hazırlıyor. Çetenin de kendi içinde bir hukuku, hayata bakışı, değer ölçüleri vardır. Genellikle de çete başının pratiğinde somutlaşır bunlar. O nedenle sanıldığının aksine çeteyi yönetmek modern bir örgütü yönetmekten daha zor değildir. Yeter ki çetenin lideri ile duygu, düşünce ve davranış birliğini sağlayabilelim.
(Gelecek sayıda Varoştan Devrimci Kadro Çıkarmak, Varoşta Politik Psikoloji ve Va
roşta Yönetici Önderlik alt başlıkları ile devam edeceğiz. Görüşlerinizi ve soruları
nızı [email protected] adresine göndermenizi umarım.)' \
51
Atıf Yılmaz da aramızdan ayrıldı.
USTALARIN USTASIZUmut fiydin
Atıf Yılmaz, 1950 'le rden bu yana çektiğ i film ler ve yetiştird iğ i insanlarla s inem amızın adeta bir özeti olmuştur. Onun uzun m eslek yaşamı Türk sinemasının kırılma anlarını da birebir takip eder. Patih Özgüven'in ifadesiyle; "Atıf Yılmaz on yıllar boyunca Türkiyeli entelektüeller, top lum un kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak s i
nema arasında bir köprü görevi görm üştür."
“Adımın iyi yönetmene çıkmasının dezavantajlarını hayatım boyunca ya
şadım. Sizden hep daha iyisini isterler. Bir defasında ‘izin verin, bir de kötü film yapayım’ dediğimi hatırlıyorum.
Şimdi bunu okuyup ‘zaten bol bol kötü film yapıyorsun’ diyenler çıkabilir. Allah’tan ben de bu konuda onlardan
pek farklı düşünmüyorum.”
Atıf Yılmaz'
Hikâye, doğrusuyla eğrisiyle Ülkü Tamer’e aittir. Zamanında Ülkü Tamer ve arkadaşlarının çıkardıkları derginin yazıhane olarak kullandıkları kahvenin kapısı açılır ve içeri Yılmaz Putun girer...
Yüzünde gülücükler açan Yıl- m az’a, Tamer “yeni bir öykü mü yazdın?” diye sorar. “Hayır” der
Putun, “bir filmde, hem de başrolde oynayacağım. Üstelik A tıf Yılmaz yönetecek: Bu Vatanın Çocuk ları...”
Orada bulunanlar güler; “sen şaşırmışsın, A tıf Y ılmaz daha da şaşırm ış, senden oyuncu mu olur yahu ...”
Oysa beyaz perde sadece bir oyuncu değil, gerçek bir sinem a ustası k a z a n a c a k tır . Yılmaz Putun, kısa sürede Yılmaz Güney olmuştur.
Halit Re- fiğ, Yılmaz
Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten, A- li Özgentürk gibi ustaların yetişmesinde büyük payı olan Atıf Yılmaz, artık aramızda değil. Baharın bir türlü gelmek bilmediği bir Mayıs gününde 80 yaşında filmine son noktayı koydu ve gitti.
Sinemamızınözeti
A tıf Y ılm az’m sinemasını değerlendirmek bana düşmez. Ama onunla ilgili sık sık tekrarlanan birkaç özelliğine değinebilirim . Bunlardan bir tanesi Y ılm az’ın titizliği ve oyuncu yönetim indeki ustalığıdır. Yaptığı işe bütünüyle hâkimdir. Her sahnenin planlarını önceden çizen, bu plan üzerinde o- yuncu ve kameraların yerlerini, hareketlerin i işaretleyen, önceden hangi objektifleri nasıl bir ışıkla kullanacağını belirleyen bir yönetmendir A tıf Yılmaz.
Öte yandan 1950’lerden bu yana çektiği film ler ve yetiştird iği insanlarla sinem am ızın adeta bir özeti olm uştur. Onun uzun m eslek yaşam ı Türk sinem asının kırılm a anlarını da birebir takip e- der. Fatih Ö zgüven’in ifadesiyle; “A tıf Yılmaz on yıllar boyunca T ürk iyeli en te lek tüeller, to p lu mun kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak sinema arasında bir köprü görevi görm üştür.”
“Filmlerine bakınca görürüz ki,
52
MAYI S-HAZİRAN 2006 CJOİ
her dönemde Türkiye sanat alanında olup bitenler hakkında bilgisi ve sezgisi olmuştur. Onun, sanatsal faaliyetin çeşitli alanlarından isimlerle yaptığı işbirlikleri çok önemlidir ve burada ince bir ders bile vardır. A tıf Yılmaz sineması sadece A tıf Y ılm az’m bu sanatçılardan kendi projeleri için nasıl ve ne dereceye kadar yararlandığının değil, sanatın diğer alanlarındaki bu insanların sinema denen şeye zaman içinde nasıl tepki verdiklerinin, hafife alıp almadıklarının, gereken ö- nemi verip verm ediklerinin de sağlaması gibidir.” 2
‘Selvi Boylum,Al Yazmalım’
Evet, A tıf Yılmaz T anlatmak, bir şekilde sinem amızın tarihini deşmeye benziyor. 100’ün üzerinde film yönetmiş bir insandan söz ediyoruz. Elbette bunların içinde furya filmleri de var. Öte yandan Türk sinemasının köşe taşlarını da onun çektiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Özellikle “ Selvi Boylum, Al Yazm alım ...”
Pek çok eleştirmene göre Türk sinema tarihinin en iyi filmidir. Aşkın ne olduğunu, ne olabileceğini, nasıl olamayacağını şiirsel bir dille anlatır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin üçlüsünün Asya, İlyas ve Cemşit karakterlerini, onun yönetimiyle ölümsüzleştirdiği bu film, aşkın kelimelerle anlatılam ayan yapısını önümüze sürmüştür. (Değinmeden geçmeyelim; “Selvi Boylum, Al Yazmalım”, Cengiz Aytmatov’un bir romanından Ali Özgentürk tarafından uyarlanm ış, m üziklerini ise Cahit Berkay hazırlamıştır.)
Bu film bir örnek, ama en iyi örnek. Atıf Yılmaz’ın bu hayattan göçüp gitmesi bu yüzden çok şeyi değiştirmeyecek. Kaldı ki; Tuncel Kurtiz’in sözleriyle ifade edersek, “biz sevdiklerimizi öldürmeyiz. Onları kimsenin ulaşamayacağı bir yerde saklarız. Şimdi Atıf T da saklayacağız.”
Kadınlar ve Atıf Yılmaz
Y ılm az’ı, başkalarına göre farklılaştıran bir başka nokta da filmlerinde kadınların ve kadın sorununun başat bir şekilde yer almasıydı. Elbette, öyle ya da böyle erkek gözüyle yapıyordu bunu. Ve yine modernizmin sınırları dâhilinde ve kentli bir bakış sergiliyordu. A- ma sorunları ve olguları da çıplak bir şekilde ortaya koyuyordu. “Adı Vasfiye”, “Ahh Belinda”, “Asiye Nasıl K urtulur”, “Kadının Adı Yok”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen”, “Berdel” ve son olarak da “Eğreti Gelin” bunun örneklerindendir.
Aslında belki çok abartılı olacak, ama A tıf Yılmaz “öteki” olana da özel bir ilgi göstermişti. 1992’de “Düş Gezginleri”nde lezbiyenliği, 1993’te ise “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”da erkek eşcinselliğini işledi. Hayatın acımasızlığı kadar, kendi naifliğini de yedirmişti bu
filmlere.
A tıf YılmazTn ilginç bir özelliği de kendisine karşı olan acımasızlığı ve yaptığı işler karşısındaki hoşnutsuzluğudur. Çektiği filmlerden ne bir video kaset ne de tek bir makara film saklamıştır. Senaryoları ve aldığı ödüller de dâhildir buna...
“Nostalji kavramıyla uzak yakın hiçbir ilgimin olmaması, geçmişte olan her şeyi kafamdan silip atma, reddetme eğilimim ve hep i- leriye, geleceğe doğru bakarak yaşamayı seçmem ayakta kalmamı sağlamıştır” 3 diyordu.
Ve hala ayakta duruyor...
14.05.2006
Dipnotlar1. Atıf Yılmaz, “Söylemek Güzeldir” , Afa Yayınları, 19952. Fatih Özgüven, Radikal Gazetesi, 07.05.20063. Atıf Yılmaz, age
A tıf Yılmaz Batı beki
1926 yılında Mersin’de doğdu. Lise öğrenimini burada tamamladıktan sonra Güzel Sanat- lar’a giremeyince İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Ama gönlü hep resimdeydi ve izinsiz olarak dersleri takip etmeye başladı. Öğrenci olmadığı anlaşılınca okula girmesi yasaklandı.
Sinema ve tiyatro yazarlığı yaparken sinemacı arkadaşları vasıtasıyla beyaz perdeye adım attı. İlk filmini (Kanlı Feryat) 1951 ’de çekti. Atıf Yılmaz, 50 yılın üzerindeki sanat yaşamı boyunca 115 filme imza attı.
Filmleriyle çok sayıda ödül kazanan Yılmaz’m başından üç evlilik geçti. Aramızdan ayrıldığında Vedat Türkali’nin kızı, o- yuncu Deniz Türkali ile evliydi.
Unutulmaz filmleri
Kadın Severse (1954), Alage- yik (1959), Keşanlı Ali Destanı (1964), Toprağın Kanı (1966), Ah Güzel İstanbul (1966), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Selvi Boylum, Al Yazmalım (1977), Adak (1979), Mine (1982), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak (1985), Adı Vasfiye (1986), Ahh Belinda (1986), Asiye Nasıl Kurtulur (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Kadının Adı Yok (1987), Dul Bir Kadın (1988), Arkadaşım Şeytan (1989), Ölü Bir Deniz (1989), Berdel (1990), Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994), Eylül Fırtınası (1999), Eğreti Gelin (2004).
Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü - III
AYDIN KİMLİĞİ İLE
VEDAT TÜRKALİ
Zeynep Koru
V/edat Türkali, yalnız TKP tarihi konusunda değil, Türkiye cum huriye t tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda "Kürt sorunu"nda Türk Edebiyatında hiç bir yazarın gösterem ediği bir cesaretle konuştu, yazdı, eylem e geçti. Bugün Kürt sorunu
na kafa yoran, çözüme ilişkin çaba gösteren kaç tane aydınımız var.
“Sömürü düzeninin başındakiler, işlerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven
kültürle eğitip belleklerini çarpıtmaya bakarlar. Halkları doğrularla eğitip ileri
bellek kazandırmak, tarihçiler kadar yazarların, özellikle de romancıların yü
kümlülük alanındadır bence.”
(2004 yılı Radikal Kitap Eki’ndeki söyleşisinden)
Vedat Türkali, 87 yıllık yaşamında sosyalist aydın kimliğine hiç ihanet etmedi.
Edebiyat eleştirmeni Ömer Tür- keş, Vedat Türkali hakkındaki
‘ G e ç m iş e , Geleceğe ve Ay d ı n 1 a ra D a ir’ yazısında ‘yazarın sorumluluğu’ başlığı altında şunları dile getirir: “Türkr o m a n ın d a C um huriyet t a r i h i n i n ‘ta r t ış m a l ı ’ b ö lg e le r in e pek adım a- tılmaz. Adım atm aya n iyetlenen metinlerse, artık sansür korkusundan mı diyelim , yoksa yazarlar o tarihe ob jek tif ba-
kamadıklarından mı, bir türlü başarılı olamamıştır. Ermeni Tehciri, Serbest Fırka, İstiklal Mahkemeleri, Kürt İsyanları, Varlık Vergisi ve Aşkale kamplarıyla II. Dünya Savaşı yılları, 6/7 Eylül olayları gibi, Cumhuriyet ile başlayan yasaklı ve acılı tarihi ile TKP de o ‘tartışm alı’ bölgelerden, tarihimizin kara deliklerindendir. Resmi tarihin, tarihin resmisini sevenlerin ve siyaset erbaplarının 1940’h yılları bir bellek yitimiyle nakletmeleri alıştığımız, kabul etmesek bile anladığımız bir ideolojik duruş; ne var ki, toplum- ların vicdanı, halkların ya da tarih dışı bırakılanların ‘vakanüvisti’ olması gereken edebiyatın bu dönemlere ilişkin sessizliğini anlamak zor doğrusu... Vedat Türkali, Cumhuri- ye t’in II. Dünya Savaşı yıllarındaki işte bu dehşet tablosunu -TKP tarihine paralel biçimde- mümkün olan en geniş biçimiyle gözler önüne sererken gerçek bir aydın tavrı sergiliyor; olup bitenleri gören, olayların ardındaki dinamikleri soruşturan ve tarihin bir kesitini gelecek kuşaklar için anlaşılır hale getiren bu tavır, yazarın dediği gibi gerçeklerin devrimci olduğuna duyulan inancın gereğidir.”
Vedat Türkali, yalnız TKP tarihi konusunda değil, Türkiye cum-
MAYI S'HAZİRAN 2006 CJOİ
huriyet tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda “Kürt soru- nu”nda Türk EdebiyatTnda hiç bir yazarın gösteremediği bir cesaretle konuştu, yazdı, eyleme geçti. Bugün Kürt sorununa kafa yoran, çö-
aydınımız var. 1990’lı yıllarda bu soruna karşı büyük bir sorumluluk duygusuyla “sakıncalı gazete” olan Özgür Gündem’e yazılar yazmaya başladı. Kürt meselesi ile ilgili eylemlere, etkinliklere katıldı. Diyarbakır’da Newroz’a katıldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde “DEHAP’a Oy Vermek İçin DEHAPTı Olmak Gerekm iyor” kam panyasıyla DEHAP’a oy çağrısı yaptı. Yine o seçimlerde A libeyköy’deki mitingde yüz binlerce Kürt insanına seslenerek Türkçe başladığı konuşmasını “Biji Azadi” diye bitirdi. “Özgürlük İçin Kürt Yazıları” kitabı ile bu konu hakkındaki görüşlerini yayınladı. Bu kitabın tüm gelirini köyle
ri yakılarak göçe zorlanmış, Kürt köylülerinin hasta çocuklarına bıraktı.
Vedat Türkali, kitabıyla ilgili söyleşisinde bu mesele ile ilgili aydın ve yazarları eleştirir.
“ ... Kürt sorunu çok önemli bir sonun. Türkiye’nin yapısal sorunu, insan hakları sorunu. Bu soruna doğru yaklaşmayan insan Türkiye’deki toplumsal soruna da doğru yaklaşmıyor demektir... Kürt sorununda, en solcu iddiayla ortaya çıkmış yazarlar, aydınlar bile şoven yaklaşımdan kurtulamadılar benim gördüğüm kadarıyla. Nesnel bakamadılar, bilimsel bakamadılar. Kemalist solcusu, kendilerince hümanist olanı, aslında hiç de hümaniz- mayla ilgisi olmayan, katı bir şoven tutum içinde oldular.”
Vedat Türkali, bugün 87 yaşında. Bir takım sağlık sorunları yaşamasına rağmen dün patlak veren
Diyarbakır olaylarında da sessiz kalmadı. Bu konuyla ilgili harekete geçen aydınların en başındaydı.
Örgütlü mücadelesi, partili yaşamı, TKP üyeliği, 7 yıl cezaevinde
tutsaklığı, 12 Eylül sonrası davaları ve onurluca savunmaları ile günümüzde Kürt sorununa karşı geliştirdiği tutumu ve F tipi cezaevlerine (ölüm orucu direnişçilerini ziyaret eder) karşı tavır alışı, daha sayamadığımız pek çok eylemleri, etkinlikleri...
Sen Çok Yaşa Vedat Türkali.
KaynakçaVedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005)Komünist (2001)Tüm Yazıları - Konuşmaları (Everesi Yayınları)
Vedat Türkali’y i anlamakH a lu k G erger *
r Vedat Türkali, her şeyden önce bir yazın adamı, bir edebiyatçı olarak anılıyor. Kuşkusuz onun romancı kimliği, sanatçı kişiliği, sinemacılığı üzerine daha pek çok şey yazılacaktır. Bu, esas olarak eleştirmenlerin, sanat tarihçilerinin işi.
Kabul edilmeli ki, Vedat Türkali, sadece bu perspektife sığmaz. Onun bir de (Marksist) “sosyalist aydın” kimliği var. O, yanıyla da bilinçlerimizde izini bırakmış bir isim. “Aydın” ve “sosyalist” tanımları Vedat Türka- li’nin kişiliğinde ayrıştırılarak ele alınmamalı belki; onlar birbirini tanımlayan, anlamlaştıran bir organik bütünlük oluşturuyorlar Türkali’de. Yine de, “Aydın Vedat Türkali” ile “Sosyalist Vedat Türkali”, en azından analitik kolaylık açısından, ayrı ayrı incelenmeli.
İnsanoğlunun gerçeği, görüntünün ardındaki özü aramak, giderek, dünyayı değiştirmek ve daha iyi bir yaşam uğruna kavramak ve (bilgiyi yayarak) kavratmak serüveninde “aydınlar” üç alanda kümelendiler. Bu anlamda “anavatan” sayılabilecek Fransa’nın diliyle söylersek, “systématisez” ve “esthetise” ederek, yani bilimin ve sanatın yöntemlerini kullanarak gerçeğin aranması ve yayılmasında çok özel misyonlar yüklendiler. Bir bölümü de, günlük gerçeğe ilişkin “vulgarize” gazeteciliği aşarak basın-yayın dünyasına aydınlığı taşıdı.
İnsanlığın moral ve düşünce dünyasının büyük zenginliği bu aydınlar, aynı zamanda, özellikle de Batı’da, insana ve kültüre dair birikimin, aydınlanmanın ve zamanın “devrimci” burjuvazisinin
ileriye taşıdığı' değerlerin usta kuyumcularıydılar. Onların ayırt e- dici özelliği ve üstünlüğü, egemen burjuvazinin, düzenin ve devletinin, bu değerlere düşman- laştırıldığı koşullarda da söz konusu birikimi üstlenmelerindeydi. Zamanla çoğu, bu değerlerin artık ancak işçi sınıfı eliyle korunup geliştirilebileceğini gördüklerinde, sınıflarına ihanet ve büyük tehlikeleri göğüslemek, büyük a- cılara katlanmak pahasına, yazgılarını proletarya ile birleştirdiler. Sosyalizme yöneldiler, komünist partiye üye oldular.
Günümüzde, hem aydınlar dünyasında hem sosyalizmde yıkıcı gelişmeler ortaya çıktı.
Her şeyden önce, “Küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” diye kavramlaştırılan modern za-cs»
57
C | O İ MAYI S'HAZİRAN 2006
manlarm, insanı alçaltan “yükselen değerleri”nin kasırgası içinde önce Sınıf Hareketi bir aktör olarak sahneden çekildi. Proletarya ve müttefikleri -Marksizm (ideoloji)- sınıf örgütlenmesi (komünist parti, sendikalar, vb.) üçlüsünün organik bütünlüğünden oluşan sınıf hareketi, son yüzyıldır uygarlık ve kültür değerlerinin, bütün temel insanlık haklarının ve gelecek umudunun temel direği, hatta oluşturucusu olmuştu. O- nun, tek tek öğeleriyle değil, organik bütünlüğü halindeki (geçici) yıkımıyla “değersizlik ve hiçlik” hakim oldu hayata, “ölü toprağı” serildi insanlık üzerine.
Buna koşut, bir sosyal kategori o- larak kentsoylu aydında, bütün dünya da varlık koşullarını yitirerek yok olmaya başladı. Yapay bir zemin üzerinde yaşam buldukları Türkiye’de i- se bu yok oluş, ne yazık ki, lime lime bir çürümeyle hükmünü icra etti.
Bu durumun iki genel sonucundan söz edebiliriz. Birincisi, sosyalizmden kopuş, en rezil haliyle yaygın biçimde ortaya çıktı. İkincisi, gıdasını sınıf hareketinden alan aydın kategorisi temelsiz kaldı, çöktü.
Türkiye’de bu süreç içinde “döneklik” yüceltilen bir “değer”e dönüştürülürken, aydınlar çürüdüler. Dünyadan esen liberal kozmopolitiz- min rüzgarlarıyla Kürt Savaşı’nm te- tiklediği iç militarist şovenizmin kasırgası, toplumu cenderesi içine aldı.
Yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncesinde bir aydın ve sosyalist olarak tarihe adımını atan Vedat Türka- li işte böyle bir ortam içinde değerlendirilmeli. Camus ile olan tartışmasında Sartre, radikal aydınlar için şöyle der: “Söz konusu olan şey, tarihin bir anlamı bulunup bulunmadığını ve bizim ona katılma lütfünü gösterip göstermeyeceğimiz değil, tepeden tırnağa tarihin içinde bulun
duğumuza göre, ne denli zayıf olursa olsun, bizden yardım bekleyen her somut eyleme yardımımızı esirgemeyerek, tarihe, bize en iyi gelen anlamı kazandırmaya çalışmaktır.” Vedat Türkali, tarihe adımını böyle a- tanlardan; dünya lanetlilerinin, haksızlığa uğrayan güçsüzlerin, var olan dünyadan müşteki olanların eylemine katkılarını ‘esirgemeyerek...’
Bunu yaparken de, kaçınılmaz o- larak dünyaya karşı çıktı; statükoya, kurulu düzene, egemen düşünceye, güçlülere... Yaşamını derinden etkileyen acılarını, yoksunluklarını, düş kırıklıklarıyla zalim haksızlıkları bu yüzden çekti. Ne var ki, büyüklüğünü de burada buldu. Paul Nizan’ın, “Dünyada hiçbir büyük yapıt yoktur ki, aynı zamanda dünyaya karşı da bir suçlama olmasın,” dediğini bir yerde okumuştum. Vedat Türkali böylesi bir meydan okumanın parçası olabilmişti.
İçinde yaşadığımız “modern zam anlarda ve onun çürüyen Türkiye’sinin yapış yapış ilişkiler bataklığında Vedat Türkali, “aydın” ve “sosyalist” kaldı.
Yalnızlığını duyumsadı mı bilmiyorum, ama bizi “modern zamanla r ın “öksüz ve yetim’Merini, lanetlilerini, mazlumlarını, emekçi fukaralarını, devrimcilerini hiç yalnız bırakmadı, “her somut eyleme yardımlarını esirgemeyerek...”
Bu duruşun özünü ve anlamını anlayamayanlar, Vedat Türkali’yi hiç kavrayamayacaklar. Kavrayanlarsa, onun gözü pek, kafası aydınlık, yüreği sevgi dolu olarak da derinliklerine girdiği tarihi yapmaya devam edecekler. Ona en büyük armağan da yazdıkları tarih olacak.
Usta romancıya da bu yakışır elbette; romanların en güzeli...
Aydına, ışıl ışıl bir dünya...
Sosyaliste, nihayet insanlaşma...
Vedat Türkali’nin hepsinde emeği var...
* Vedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005) adlı kitaptaki yazısı.
%
ÇEKİNCESİZ YİĞİTLER ÖLMEZ!Mayıs; fıer anıyfa yaşama dofanmış bir aydır. Sadece bafıarı müjdeİemez bizberc; verdi
ğimiz sözferi de hatırfatır. Darağacına yiderken bife yaşama inatfa sarıfmayı, özyür- fük için yere ittiğinde bedenini tutuşturmayı, çekincesiz yiğitfiği anfatır; öğretir.
Mayıs; hüznünü isyana devşir enberin, onura sadık kabanfarın, uçurumfarı çığfıkfarıyfa aşanfarın, öfdükferiyfe kafmayanfarın, öfümferiyfe devrime uzananfarın ayıdır.
Mayıs; zafer ayıdır...
06 Mayıs 1972 : Deniz Gezmiş, Yusuf Arsl.an, Hüseyin İnan 18 Mayıs 1973 : İbrahim Kaypakkaya 18 Mayıs 1977 : Haki Karer18 Mayıs 1982 : Dörtler - Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner 31 Mayıs 1971 : Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan
İbrahim Kaypakkaya
Durur sarkacın git geli
Kavganın yüreği durmaz
Castro, Chavez, Morales...Latin Amerika yol gösteriyor...
İSYANDAKİ AMERİKA( . . . )çatlattı toprağı, yükseltti şehveti, indirdi filizlenen propagandasını ve doğdu gizli ilkbaharda.Çiçeği suskundu, toplanmış ışığı geri tepildi, kolektif mayasına karşı savaşıldı, bayrakların öpücüğü gizlendi,ama galip geldi gerçek, yıktı bütün duvarları ve yok etti yeryüzünün hapishanelerini.
(...)Anayurt, ağaç-yarıcılardan doğdun sen,adsız oğullarından, marangozlardan,kaçarken bir damla kan kaybedenyabanıl bir kuşa benzeyenlerden,ve bugün yeniden doğacaksın öfkedehainin ve gardiyanın seni gömülmüşsandıkları yerde. _. ,, ..J Pablo Neruda