zamanımızın zihin-beyin büyük İlİŞkİsİ bilimcileriyle söyleşiler … · 2018-07-31 ·...
TRANSCRIPT
ZamanımızınZIHIN-BEYIN büyük
İLİŞKİSİ bilimcileriyle
iletişim söyleşiler
TERMODİNAMİK™ 111mmm
PARÇACIKLAR VE SİCİMLER EMPATI
MUTLULUK RÜYAS " KÖK HÜCRELER
PANİK KUANTUM H A D R O P U Ğ i
ÇARPIŞTIRIN
BEYNİN EVRİMİ
HAYAT K İTABI■ ■■ ■■
0ll« IL f f iE K S T R A BOYUTLARdöngüler! * m il l e r » KARA MADDE
PARMAK ORANTISIZAMAN YOLCULUĞU p s i k o p a t l a r ' VE EŞ SEÇİMİ
Eduardo Punset DUYGULAR!*'11*'L y n n M a ^ i s - » g »
DUYU DIŞI A l f i HM R E IUTRAVMA HAFIZASI
NEGATİF EN ERJİ
Ş İD D ET"
H A Y A T K İ T ABI
HAYAT KİTABIZamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler
ED İTÖ RLER
Eduardo Punset ve Lynn Margulis
İN GİLİZCED EN ÇEVİREN
B u rak Bengi
M 1ND, LİFE A N D UNIVERSE
G on versation s ıvith G rea t Scientists o fO u r T im e
Eduardo Punset
© Eduardo Punset, 2004. Tüm hakları saklıdır.
© Giriş, Lynn M argulis, 2004. Tüm hakları saklıdır.
1. Baskı: Nisan 2010
2. Baskı: Haziran 2010
YAYINA HAZIRLAYAN
Emre Ergüven
ÇEVİRİ
Burak Bengi
DÜZELTİ
Eftalin Tekeli
KAPAK
Haldi Budak Akalın
GRAFİK
M ahir Duman
BASKI
M as M atbaacılık A.Ş.
Hamidiye M ah. Soğuksu Cad. No: 3 Kağıthane 34408 İstanbul
Tel: (212) 294 10 00
ISBN : 978-605-5813-56-7
^ T V yayınlarıDoğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve T icaret A.Ş.
M aslak M ahallesi G-45 Ahi Evran Polaris Caddesi Doğuş Power Çenter N o:4 M aslak 34398 İstanbul
Tel: (212) 335 00 00 Faks: 335 03 48
w w w . n t v y a y i n l a r i . c o m
Sertifika No: 12444
İ Ç İ N D E K İ L E R
Giriş ve Teşekkür Lynn Margulis 7
BÖLÜM 1: İNSAN PRİMATLAR
İnsan Öncesi Kültür1. Dünyada Zeki Yaşam? N icbolas M ackintosh 192. Stresli Şempanzeler R obert Sapolsky 253. Nerdeyse İnsan ]an e G oodall 354. Bir Derece Meselesi Jo rd i Sabater Pi 445. Karıncalar, Arılar ve Term itler Gibi, Ama Değişik
Edw ard O. W ilson 48
Çekicilik6. Güzellik Ölçülebilir mi? Victor Johnston 607. M utluluk Bilimi D aniel G ilbert 698. Psikopatlar R obert H are 79
Kaygı9. Kimse Patron Değil Daniel Dennett 89
10. Gizli Ben Oliver Sacks 9611. Karanlığa Kapatılmış R od o lfo Llinâs 10512. Korkuyla Diyalog Jo sep h Ledou x 11113. Kahreden Üzüntü Kenneth Kendler 116
BÖLÜM 2: HAYVAN BEDEN-ZİHİN
Döngüsellik ve Sosyallik14. Davul Vuruşları Steven Strogatz 12715. H akikat Değil, Sağkalım Şart R ichard Gregory 13516. Öğrenmek için Rüya N icbolas H um phrey 14417. M üzik ve Konuşma Diana Deutsch 152
Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin Ölümsüzlüğü18. Gizli Kod Sydney Brenner 16019. İnsan Genomunun Ötesinde W illiam H asekine 17020. İkinci Beyin Pbillip T obias ve R alpb H olloıvay 17321. Annenizden Gelen Ölümsüzlük D ouglas W allace 18222. Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı Tom Kirkwood 186
BÖLÜM 3: CANLI BİR GEZEGENDE YAŞAM
Geçmiş Biyosferler23. Yaşam , Dünya'nm Efendisi Jam es E. L ov elock 19824. Yaşam Bir Hatadır Kenneth H. N ealson 208
Mükemmeliyete Doğru25. Evrim ve Amaç Stephen Jay G ould 21726. Ölülerin Kodu R ichard Daıvkins 22227. Evrimin Amacı D orion Sağan 227
Ölü ya da Diri?28. Gelişim O larak Yaşam W illiam Day 23529. Atalarımız, Bakteriler R icardo Guerrero 23930. Amiplerden Farklı Jo h n Bonner 248
BÖLÜM 4: GÖRÜNMEYENE DOĞRU
Enginden Minnacığa31. Elektron Bulutu Üzerinde Yürüyüş Eugene Chudnovsky 26132. Atomik Bilinç Heinrich R ohrer 27133. Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Çok M inik
Jo rd i Sabater Fi 27634. Ekstra Boyutlar Lisa Randall 28735. Bücürlerin Manipülasyonu N icolâs G arda 29336. Uzay Paramparça, Zam an Hükümsüz Faul Davies 298
Bilimciler 307Editörler 319Okuma Listesi 323Dizin 329
G İ R İ Ş v e T E Ş E K K Ü R
Lynn Margulis
B an a g öre , Steıvart B ran d ’ın 1 ded iğ i g ibi,“S ad ece b ilim d e k a y d a d eğ er h a b e r var; gerisi söy len ti ve d e d ik o d u .”
Gerçek dünyanın gerçek özelliklerine yönelik dikkatli bir analiz ve serbest bir sorgulama olarak bilim hâlâ bilgiye giden en güçlü, dürüst ve müştereken yararlı yol gibi görünüyor. Dünya klasmanında bir bilim, sosyal sınıf, ırk, yaş, cinsiyet, milliyet veya diğer ayırıcı etkenler ne olursa olsun, temelde, gözlem ve inceleme yapmak isteyen tüm insanların ulaşabileceği bir şeydir. Hakiki bilimsel etkinlik, bir bilgilenme yöntemi olarak, mistik veya dinî inanç öğretileri üzerinden edinilen bilgiyle taban tabana zıttır. Bilimcilerce yapılıp açıklanan uluslararası temel bilimin doğası gereği sınırlı olan bulguları, bilerek düşünmemize, hayatımızdan zevk almamıza ve onu kontrol etmemize yardım ediyor ve tabii teknolojik ilerlemeye yol açıyor. Ama özgür sorgulamaya dayalı fazlasıyla sosyal bir etkinlik olan bilim, bilimin teknolojik uyarlamasıyla aynı şey değildir. Şu ana vasıflara sahiptir bilim: fizikî ve canlı dünyadan seçilen unsurların gözlem ve ölçümü, gözlem ve ölçümlerin yayın yoluyla dürüst ve açık bir bildirimi, yayınlanan sonuçların diğer bilimcilerce analizi ve eleştirisi ve yeni sonuçların zor kazanılmış mevcut bilimsel birikim ve yerleşmiş olgularla tutarlılığına ilişkin doğrulama. Kariyerlerinin zirvesindeki büyük bilimcilerle yapılmış söyleşilerden oluşan kitabımız, okurların bilimsel gerçekleri, ünlü insanların özel hayatlarına ilişkin dedikodulardan çok daha fazla istediği varsayımı üzerine kurulmuştur. Araştırmacılardan önemli sorular üzerine anlaşılır açıklamalar talep ettik. Yarım yamalak gerçekler istemiyoruz. Araştırma sonuçları profesyonel yayınlarda yazılana kadar, bilim katiyen bilim değildir. Temel sorun şu ki, sadece uzmanlar -ve onlar da sadece kendi alanlarındaysa- bu literatürü okuyabiliyor. Geri kalanımız nasıl öğrenecek?
Okurlarımızın kanser tedavisine ya da Mars’taki bir insan iskeletine dair şüpheli iddialardan ziyade, iyi temellendirilmiş nahoş bir bilimsel olguyu öğrenmek isteyeceğini sanıyoruz. Kafası karışık gazetecilerin anestezi kullanılmayan acısız
1 “W hole Earth Catalog” [“Tüm Dünya Katalogu”], “W hole Earth Review ” [“Tüm Dünya Dergisi”] ve PointFoundation [Point Vakfı] ile tanınan ve M edia Lab\ [“Medya Laboratuarı”] yazan Stevvart Brand, J . E. Love- lock ile birlikte hazırladığımız “T he Gaia hypothesis”in de ilk yayıncısıdır (Margulis, L. ve Lovelock, J . E. “Biyosferin dolaşım sistemi olarak atmosfer-Gaya hipotezi.” CoEvolution Quarterly 6: 30-40).
7
H A Y A T K İ T A B I
ameliyatlar hakkındaki üstünkörü açıklamalarım istemiyorlardır. Öte yandan hiçbirimizin kesif ve mecazi bilimsel jargonu şeffaf hale getirecek takati ve sabrı da yok. Çoğumuz bir bilimsel çalışma için gereken özel dille, matematikle, mekanik veya yaratıcı ezoterik beceriyle donatılmış değiliz. Burada yer verilen pek çok alanda eğitim ve uzmanlıktan yoksunuz.
Biz, okuryazar halk, gerçek bilim araştırmacılarından bilgi almak istiyoruz. Neden? Çünkü özel insanlar oldukları için onlara güvenebiliriz, sadece bir bakımdan özel olduklarını bilsek bile. Bütün bilimciler işin doğası gereği uzmandırlar; aksi halde iş yapamazlardı. Ama onların sadece adamakıllı belgelenmiş, sınırlı sayıda ve nüans derecesindeki bir dizi gerçeği bileceklerine güvenilebilir, sadece bu bakımdan özeldirler. Ancak kendi görüş alanları içindeyse böyle ince gerçekleri bilirler. Bunlardan haberleri yoksa, araştırmacı olarak, incelemeci olarak bir şey yapamazlar.
Buradaki katılımcılar bir başka bakımdan da özeller. Sadece yeni bilimsel bilgi üretimine katılmakla kalmıyorlar, dahası her biri, kendi asli uzmanlık alanında adamakıllı belgelenmiş kavramların bağlamsal açıklamalarını da yapabiliyor. Bilmedikleri konulara veya iyice anlamadıkları “olgular”a dair bir vaatte bulunmamaya özen gösteren bu kişiler, yani Punset’in görüştüğü insanlar harika birer İletişimciler. Okuyucuya hepimizin merak ettiği cevapları sunmakta ustalar: önemli sorulara verilen dolambaçsız, kapsamlı, kavranabilir, ama şüphesiz sınırlı sayıda cevabı. Hangi soruların önemli olduğuna karar verense Punset (“Editörler” bölümüne bak).
Mesele şu: hiçbir bilimci her okuyucuya tam olarak istediği şeyi veremez. Bilimci, buradaki seçkin, yetenekli katılımcılar da dahil olmak üzere bütünün ancak minik bir bölümü hakkında yetkinlikle konuşabilir. Doğal dünya hakkında çok az şey biliyoruz. Seçilen bilim sözcüleriyle yüzyüze söyleşiye başlarken tezimiz şuydu: tek bir kişi, ne kadar yetenekli ve bilgili olursa olsun, bir okura ancak, kendi çalışmasının küçük bir parçası hakkında kısa bilgi verebilir. İşte bu nedenle biz editörler yardım etmeye çalışıyoruz. Her bilimcinin arkaplanım veriyoruz (bkz: “Bilimciler” bölümü). Otuz altı kısa söyleşiyi, birbiriyle alakalı konulardan oluşan dokuz bölüm içine yerleştirerek derdest ettik. Gayemiz, alelade miti, halis, iyice oturmuş bilimsel gerçekten ayırmak ve bilimsel gerçeği doğru ama çekici biçimde aktarmak. Belki de en önemlisi, buradaki çeşitli bilim dallarında sergilenen bilginin güvenilirliğini asıl olarak konuşmacı seçimimizle göstermemiz. Pek çoğu engin bilinmezde aradıkları bilginin belli bir konu için nasıl biraraya toplanabileceğini ortaya koyuyor. Yöntemlerse detaya indikçe çeşitleniyor.
Doğa sırlarını kıskançlıkla korur. Kendi alanı dışına azıcık dahi çıkan her uzman tökezleme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bizim işimiz her konuyu bağlam içinde sunmak ve tespitlerin güvenilirliği konusunda destek sağlamak. Mümkün mer
G İ R İ Ş V E T E Ş E K K Ü R
tebe denemeler arasında göndermeler veya hakkında yorumlar yaptık. Kısacık kaynakçamızda her katılımcıyı (genellikle kitaplardan) en fazla iki referans seçmekle sınırladık. (“Okuma Listesi”ni kitabın sonunda bulabilirsiniz.) Katılımcıları, temel olarak, bölümlerde belirtilen kavramları ve arkaplan ayrıntılarını açımlamak bakımından en iyi, en kapsamlı ve anlaşılır yayını seçmeye zorladık.
Dolayısıyla bu kitap, T V ’deki ünlü ve özel konukların birbiriyle ilgisi bulunmayan şık bahislerinden yapılmış bir derleme değil. Didaktik, anlaşılmaz uzmanların yüce beyanatlarının bir listesi de değil. Buradaki tutkulu katılımcılar kendi kendilerine sordukları büyük sorular bağlamında hakiki bilimsel araştırmanın sınırlı doğasını açığa vuruyorlar. Evren nasıl bir şeydir? Yaşam nedir? Yaşam nasıl başladı ve evrildi ve ölüm nedir aslında? İnsan zihni, zihnin fiziksel ve sosyal muhitini ne kadar iyi algılıyor? Okur konuşmacıların kendi dürüst araştırmalarına biraz tuhafça(!) adanmış olduklarını muhakkak fark edecektir. Bulmacanın kendilerine ait parçasını açıklama şevki coşkulu cevaplarından anlaşılıyor. Kısa yorumlarımız, kaynakçadaki önerilerimiz, yer yer notlarımız ve dizin girişlerimiz okurların yolunu bulmasına yardım amaçlıdır. Bilimsel inceleme sonuçları arasındaki potansiyel uyum, en azından prensipte, araştırmaların nasıl tutarlı bir nihai bütün olarak biraraya toplanabileceğini gösteriyor. Bilim bize kolay, evrensel cevaplar veremez, ama araştırmalar büyük soruları cevaplamak bakımından tüm insanlara güvenilir bir yaklaşımın yolunu açabilir. Bu işi zevk ve coşkuyla yapan biz editörler, birbiriyle alakalı söyleşileri göndermelerle bağladık. Bilimcilerce verilen cevaplarla diğer bilimcilerin, okurların ve halkın ilgi ve ülküleri arasındaki ilişkiyi göstermeye çabaladık. Bu söyleşiler, tüm hakiki bilimsel araştırma sonuçları gibi her zaman halka açıktır. Dinlemeye ve bir şekilde, istediğiniz şekilde, katılmaya davet ediyoruz sizi.
Çoğu söyleşinin başında epigraf olarak kullanılan kısa alıntılar konuşmacılara aittir. Lafı dolandırmadan sorgulanan bu otuz yedi düşünür, Eduardo’nun sorduğu büyük sorular karşısında samimi düşüncelerini dile getiriyorlar. Hepsi de uzun kariyerleri boyunca tüm bu sorularla meşgul olmuş insanlar. TV röportajları çoğu zaman epey uzundu2, araya alakasız şeyler girdiği için Punset, Margulis veya çeviri takımı teybin bazı bölümlerini hariç bıraktı. Tekrarlar, anlamsız zamirler ve konuşma dilinin diğer kaçınılmaz savrukluklarını atmaya gayret ettik. Kısaca, tam televizyon metni anlaşılırlık adına özenle düzenlendi. Çoğu bölüm ve yorum Eduardo’nun kasasındaki röportaj videoları ve bunların yazı çözümlerinden çıktı. Pek çok kişi, özellikle (Eduardo’nun kızı) Elsa Punset’le yardımcıları Begonia Bar- rabes ve Smartplanef in editörleri, (Typro’dan) Judith Herrick Beard ve (Greate- dit’ten) Dianne Bilyak, ayrıca Chelsea Green’den John Barstow, Jonathan Teller-
2 Söyleşiler Eduardo Punset’in TV için yaptığı röportajlardan derlenmiştir. —çn
9
H A Y A T K İ T A B I
Elsberg, Emily Foote ve Collette Leonard konuşmanın savrukluğunu düzenli, disiplinli yazı formu akışına dönüştürmek için yoğun mesai harcadı. Ama samimi ve teklifsiz, naçiz ve komik farklı üsluplar ve hazır cevaplılıktaki orijinallik ve taze nükteler atılmadı. Uluslararası bir dağılım sergileyen araştırmacılar, Eduar- do’ya cevaben, kendi bilimlerini kendi gördükleri şekilde, her biri kendi üslubun- ca anlatıyor. Biz sadece söyleşileri kısaltıp gevşeklikleri giderdik. Sterilize etmedik. Zamir kalabalığını (“o ”, “şu”, “bunlar”, “olanlar”) kastedilen şeylerle değiştirdik (“eriyen buzul”, “teleskop”, “kibirli bürokrat”, “cahil politikacı” gibi). İnisiyatifi ele almayıp, konuşmacının çoğunlukla uçarı otoritesine sıkıca bağlı kalmaya çalıştık.
İspanya’da herkes Punset’in hararetli TV programı Redes’in [“Ağlar”] TV izleyicileriyle okurları cezbettiğini bilir. Barrio Gotico’da, Ramblas’da veya Barselona’nın Gracia bölgesinde onunla sokaklarda yürüyüp de farkedilmemek mümkün değildir. Ne var ki, bu kitaba kadar, şimdiye kadar, İngilizce konuşan dünyada ismi neredeyse hiç bilinmiyordu. Ama editör koltuğundan bakan bizler -M ar- go Baldvvin, John Barstow, Lynn Margulis ve Dorion Sağan— sanıyoruz ki, (hemen hepsi kendine yabancı) pek çok anadilde konuşan önemli bilimcinin kişiliğini açığa çıkarmadaki müthiş yeteneği hayret uyandıracaktır. Duyarlılığı, geniş bilgisi ve bilim tutkusu her konuşmacıyı, araştırmanın önemini kendince tanımlamaya sevkediyor. Bize göre yeteneğinin dünyada bir eşi yok. Ve bunu paylaşmak istiyoruz.
Beyin biliminin ölçümleriyle kendi öznel mutluluk ve elem duygularımız arasında nasıl bir ilişki var? Şempanzelerin kendi doğal ortamlarında görülen hangi saldırgan ve cinsel davranışları tıpkı bizimkiler gibidir -biz konuşan, giyinip kuşanmış, bugün Dünya’da epey kalabalıklaşmış, Afrika’dan çıkma büyük primat hayvanlarınki gibi? Dünya dışında bir yerde yaşamın varolduğunu söyleyebilmemiz için hangi gözlem ve ölçümlere dayalı hangi kanıt gereklidir? Prensip olarak ne tür testler güneş sisteminin başka bir yerinde veya ötesinde yaşamın varlığını kanıtlardı? Şu bilimci büyümenin genetik kontrolü konusuna nasıl oldu da böyle tutkuyla sarıldı ya da öteki, nerdeyse sabahtan akşama kadar bütün gününü Doğu Afrika savanındaki muhteşem memelilerin hızla yokoluşuna dertlenerek geçirir hale nasıl geldi? Yatakta veya evden işe giderken açıp kapayabileceğiniz bir kitap bu.
Neden? Çünkü soru-cevap formatı esnek, sık sahne araları olan iyi bir oyun gibi okunmasını sağlıyor. Ama kurgu değil. Hiçbir yeri kurgu değil. Aktörler, yani tümü yıllardır faal olan araştırmacılar ve uzmanlar, dürüstçe ve şevkle sadece kendilerini canlandırıyorlar. Hiçbiri sıradan bir televizyon dramı veya sinema filminde resmedilen basit görünüşlü, önlüklü, sıkıcı tipi uzaktan bile andırmıyor. Kadın bilimcilerden hiçbiri dar görüşlü ve kontrol meraklısı, ukala çirkin bir ah
I O
G İ R İ Ş V E T E Ş E K K Ü R
mak değil. Konuşkan sorgucu Eduardo insanı teslim alan sohbetiyle entelektüel ilgilerin hacmini, genel yeterliliği ve canlılığı yakalıyor ve neden bir kişinin eğrelti otlarıyla, diğerinin kromozomlarla ve bir üçüncüsününse nadiren gerçekleşebilecek fevkalade önemli olaylarla uğraştığını açıklayabiliyor.
Okuyucunun bilimsel bir arkaplana hiç ihtiyacı yok. Hem kitapları sevip bilimden nefret edenler, hem de bilim kitaplarını sevenler, orijinal kişiliklerin kendine özgü yanlarını hayranlıkla izleyecekler. Doğa’yı gerçekte olduğu gibi görmek için hileden sakınan, propaganda ve pazarlama numaralarından şiddetle kaçınmaya çalışan biz okurlar, hepimiz, Hayat Kitabı: Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler’i ancak sonuna kadar okuyup bitirince elimizden bırakabileceğiz. İçindeki gerçeklerle büyülenip soluk soluğa kalacak, ama belki en çok da gerçek arayıcılarının sıcaklığı ve tevazusundan etkileneceğiz.
Çoğu söyleşinin başında epigraflar altına konan veya bir söyleşinin yazı çözümü içine eklenen canlı ve sıradışı yorumlar, Eduardo Punset’in orijinal İspanyolca versiyonundaki tanıtıcı ifadelerinden alınmadır, genelde televizyon programı Re- des’ten. Söyleşi ve yorumların bazılarıysa İspanyolca kitap Cara a Cara (Yüz Yüze) yayınlandıktan sonra yapıldı.
Gerçek bilimin, bilimsel araştırmanın ve tutkulu soruşturmanın harikulade dürüst ve gayretkeş etkinliğini buradaki birkaç örnekle okuyucuya taşımak istedik. Peki hangi birkaç örnekle? Bu otuz yedi konuşmacı oyunu kuralına göre oynayan son derece orijinal ve adanmış adamlarla kadınlardan oluşuyor. Seçilen tüm konuşmacılar Eduardo’nun, Lynn’in veya her ikisinin şahsen tanıdığı insanlar. Ve ününü, servetini ya da gücünü arttırmak gibi amaçlarla bilimsel sahtekarlık, abartı ya da hileye başvurmak bu insanlara ancak gülünç gelebilir. Neden? Çünkü onlar herhangi bir son duraktansa, araştırma yolculuğunun kendisinden zevk alıyorlar. Onlar bilimsel yolculukla geçen, Doğa’yı incelemekle geçen bir hayatta, gözlem yapmakta ve keşfin ve entelektüel etkinliğin belgelenmesinde heyecan buluyor. Bu demokratik bir keşif heyecanı ve siz mutlaka davetlisiniz.
I I
B Ö L Ü M 1
İNSAN PRİMATLAR
G İ R İ Ş
İnsan Öncesi KültürDünya’daki yaşamın sıradışı çeşidiliğini -E . O. Wilson’ın en iyi tahminlerine göre 3.5 ila 100 milyon canlı türünü (bölüm 5 )- gözönüne alınca, tüm yaşam formlarını iki koca gruba ayırmakta büyük fayda görüyorum: prokarya (ya da pro- karyotlar, yani arkebakteriler veya “arkea” dahil tüm bakteriler) ve çekirdekli hücrelerden oluşan daha büyük organizmalar, yani ökarya (ya da ökaryotlar). Tümü, birbirine eklenmiş simbiyotik bakterilerden türeyen ikinci grup tabii hayvanlarla bitkileri içeriyor. Ama ökarya aynı zamanda mantarları (mayalar, küfler, sofra mantarları, kurt mantarları ve akrabalarını) ve benim favori mahluk grubum protoktistleri de kapsar. Bildik protoktistler arasında tüm su yosunları, balçık küfleri, su küfleri ve elli civarında diğer temel grup sayılabilir. Protoktista içinde tahminen 250.000 tür var -yaşayan tüm amipler, kirpikliler, delikliler, tek hücreli su yosunları, kahverengi su otları ve diğer pek çok “ne o, ne bu” denebilecek su canlısı, yani ne hayvan ne de bitki olan irili ufaklı organizmalar. Hangi tür hakkında konuşursak konuşalım, akrabalarının devasa çoğunluğu, fosil kalıntılarından anlaşıldığı üzere yokolmuştur. Dünya üzerinde şimdiye kadar yaşamış olan ve paleontolojik kayıtları yaklaşık 4 milyar yıl geriye giden tüm türlerin muhtemelen yüzde 99,9’u yokolmuştur. 3 milyon yıl öncesinden bugüne kadar uzanan çok yakın bir geçmişe ait 20 fosil insan türünün tamamı bu çeteleye dahil gibi görünüyor, H om o erectus, H om o habilis, H om o neandertalensis, H om o er- gaster vs. yeryüzünden sonsuza dek silinenler arasında. Sadece biz H omo sapi- m s’ler muazzam sayılarda kaldık.
Hal böyleyken, dünyanın her yanında halkın sınıflandırması organizmaları genellikle ya yenir, zehirli, avcı, haşarat ya da pislik diye ayırır. Anaokulu çocuklarındaki gibi, canlılar dünyası ailelerimiz ve bizle ilişkileri dahilinde ele alınır. Hâlâ yaygın olan daha dikkatli bir popüler anlayış var ve bu anlayış uyarınca yıllardır tüm insan dışı yaşam iki “krallığa” zorlandı, Hayvanat ya da Nebat. Çoğu halk sınıflandırmasında bu iki dallı şema hikmetinden sual olunmaz bir hakikat olarak payidar. Bir çekinceyi saymazsak, kendinden menkul tabirimizle “uygar
! 5
H A Y A T K İ T A B I
dünyamız”ın kabulüne göre, canlılar üç büyük gruba ayrılıyor: “hayvan”, “bitki” ve “mikrop” [germ].
Bu okur yazar dünya cahil. Bahçıvan veya çiftçi için yabani ot kelimesi neyse, doğa bilimci için de mikrop kelimesi o, istenmeyeni işaret eden bir değer yargısı: istenmeyen bakteriyi, mantar veya bitkiyi.
İki süper krallık veya alem (Okarya/Prokarya) ve (Monera, ya da Bakteriler; Protoktista; Hayvanat; Mantarlar ve Nebattan oluşan) beş-krallık sistemi şeklindeki sınıflamayı açıklamak ve “ya hayvan ya bitki” önyargısının neden kadük olduğunu göstermek için çok uğraştım. Üçlü “hayvan-bitki-mikrop” şemasının kabullenilmiş, zımni, en yaygın görüş haline geldiğine vurgu yapıyorum. Eleştiriciler birkaç kez kamu önünde hararetle beni düzelttiler. Hayır, diye iddia ediyorlar, çoğumuzun aklında dört bölümlü bir yaşam sınıflandırması var: “hayvanlar, bitkiler, mikroplar ve insanlar”. Bu görüş neden hüküm sürüyor ve ben hüküm sürdüğünü nerden biliyorum? Çünkü çoğu hayvan olduğumuza hiç inanmıyor, iddiaları bu yönde. Hep “insanlar ve hayvanlar” diyorlar, ama aslında kastettikleri şey tabii “insanlar ve diğer hayvanlar”.
Bu kitabın bu bölümündeki bütün bilimciler, insanların sadece Hayvanlar Alemi’ne üye olmakla kalmayıp, ayrıca şu gruplar içinde yer aldığını da biliyor: kafataslılar (sert kafalar), kordalılar (sırta oyulmuş sinir sistemi olanlar), omurgalılar (yani omurgalı hayvanlarız), plasentalı memeliler (tüy, meme bezeleri), primatlar (iskeletimizin pek çok özelliği benzer), dar burunlular (“eski dünyalı”, yani, “Afrikalı-Avrasyalı” maymunlar ve kuyruksuz maymunlar) ve insanımsı kuyruklu maymunlar.
Bu sınıflandırma, Charles Darvvin’in altını çizdiği gibi, “soyağacımızı” ortaya koyuyor. Geç Proterozoik zamanda protoktist atalardan embriyo oluşturan hayvanlar türedi önce. Sonra, Proterozoik zamanda kafataslılar türedi. (Tablo l ’deki basitleştirilmiş jeolojik-zaman kayaç cetveline bakabilirsiniz.)
Biz H om o sapiens’ler için çok daha mutlu memeliler olmanın yolları Eduardo Punset’in söyleşilerinde netlik kazanıyor. Hayvan tarihimizin detaylarıyla, yakın geçmişteki erkek, kadın, çocuk ve özellikle de bebeklerin evrimini önceleyen davranış ve kültürlerin detaylarıyla yüzleşmemiz gerekli.
16
I AN
I.KO
ZO
İK ö
nces
i (K
ambr
iyan
önc
esi)
Tablo 1. Jeolojik zaman (Ölçekli değil)
ZAMAN DEVİR DÖNEM ÇAĞ
Senozoik(2.500-541)
- Dördüncü zaman
N EO JEN ----------(26-0)
Üçüncü Zam an —
PALEOJF.N _ (65-26) —
BAŞLADI(MİLYON YIL ÖNCE)
Yeni çağ (Holosen) 0.01
Pleistosen 2
Pliyosen 7
Miyosen 26
Oligosen 38
Eosen 54
Paleosen 65
FANEROZOİK
r KRETASE
Mezozoik(2.500-541) — J U R A
138
195
L TRİAS 245
Paleozoik L (2.500-541)
r PERMİ YAN
KARBONİFER
DEVONYAN
SİLÜRYAN
ORDOVİSYAN
- KAMBRİYAN
290
345
400
440
500
541
'5Vendiyan(Ediyakaryan)
P RO TE RO ZO İK(2.500-541)
o£
- Krayojen
- Toniyan
635
850
1.200
A R K E Y A N En eski yaşam 3.600
(3.600-2.500)
En eski kayalar 3.900HADEYAN(4.500-3.600) Dünya’nın oluşumu 4.500
17
- I -
Dünya’da Zeki Yaşam?
Nicbolas Mackintosb ile SöyleşiDaha karmaşık olmak mutlaka daha büyük ilerleme anlamına gelmez.
Nicholas Mackintosh
Jordi Sabater Pi [bölüm 4] “hayvanlara bizim için nasıl temizlik yapacaklarım öğretmeye çalışmak” yerine, onların evrim çizgisine saygı duymak gerektiği inancındaysa, Nicholas Mackintosh da insanlardaki evrimsel işleyişi diğer hayvanlar- dakinden ayırdetmenin giderek daha zor hale geldiği inancında. Mackintosh hem hayvanların hem de insanların biliş süreçlerinde, arasıra besbelli paylaştığımız “yüksek zeka” denen karakteristik yapıların bulunduğunu gösterdi.
Bir araştırma psikologu olan Nicholas Mackintosh geçenlerde İngiltere,
Nicholas Mackintosh, Cambridge Üniversitesinde Deneysel Psikoloji Onursal Profesörü’dür.
19
H A Y A T K İ T A B I
Cambridge Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı. Çağrışımsal öğrenme üzerine araştırmaları, insanlardaki öğrenme süreçlerinin diğer hayvanlardakinden çok farklıolmadığını açığa çıkarıyor.
Eduardo Punset: Hayvanların makine gibi olmadıklarını söylüyorsun ve diyorsun ki, aslında öğrenme süreçleri çok karmaşık ve bunlar bazan insanın öğrenimini de belirleyen prensiplerle çalışıyor.
Nictıolas Mackintosh: İnsan hayvanın öğrenimini.E.P. Evet, insan hayvanların öğrenimini belirleyen prensiplerle. Bu prensiplerin
hem insanlarla diğer memelilere, hem de güvercinlere aynı şekilde uygulanabilir olduğunu mu söylüyorsun?
N.M. Evet, güvercinlerde öğrenmeyi belirleyen prensipler sıçanlar, maymunlar, çocuklar veya sen ve bendekiyle aynı. Bu prensipler aslında davranış uzmanlarının elli veya yüz yıl önce inandığından çok daha karmaşık. Bunlar diğer hayvanların çok karmaşık problemler çözebildiğini gösteriyor. Dünyalarını anlıyor ve sonuçları öngörüyorlar.
E.P. Ve olacakları öngörüyorlar, belli belirsiz de olsa, bir bakıma insanoğulları gibi?
N.M. Yakın geleceği öngörmek evrim boyunca büyük takıntılardan biri olmuştur.E.P. Hayvanların içgüdüyle öğrendiğini savunan bilimciler ve öğrenmenin tedrici
bir süreç olduğuna inananlar şeklinde bir ayrım yapıyorsun. Hayvan davranışını nasıl yorumluyorsun?
N.M. John Watson ve davranış uzmanlarınca ortaya konan prensiplere dayanarak, hayvanların pek az refleks veya temel içgüdüyle doğduklarına inanıyorum. Belli bir davranışı tedricen öğreniyorlar. Çocuklar diğer hayvanlardan da az içgüdü ve refleksle doğuyor. Öğrenmenin hep basit olduğunu düşünmüştük, ama kanaatimce, öğrenme süreçlerinin tüm hayvanlarda Watson ve B.F. Skinner’ın o zamana kadar hayal ettiğinden çok daha karmaşık olduğunu anlamak zorundayız.
E.P. Ne keşfedildi? Öğrenmede genetiğin önemi mi?N.M. Evet. Genetik çok önemli, çünkü öğrenme süreçleri, dünyanın nasıl yapılan
dığım anlama yolunda belli bazı problemleri çözme ihtiyacından doğuyor; tüm öğrenme sistemleri bu evrimsel ihtiyaca uymasa da, bu böyle. Memelilerin bazı prensipler ve yasalara dayalı öğrenme sistemleri çok sınırlı.
E.P. Katıksız genetik, değil mi? Genetik insanların öğrenme ve ezberleme işlevlerinde temel bir rol oynuyor, yanlış mı?
N.M. Evet, hayvanlara geleceği öngörmeyi ve çevrelerini anlamayı öğreten sosyal öğrenme süreçleri de —ki bayağı yaygınlar— genetikle sınırlıdır. Psikologlar davranışın genetik kökenleri üzerine konuşurken, insanlar arasındaki içkin
20
D Ü N Y A ' D A Z E K İ Y A Ş A M ?
farklılıklara gönderme yapıyorlar. “Zekanın genetiği”nden söz ederken, bazı insanların niçin diğerlerinden daha zeki göründüğünü açıklamaya çalışıyorlar.
E.P. “Zeka araştırmalarında eski tabular hakim. Okul çağı çocukları (beyaz, siyah ve Asyalılar) arasında yapılan bir deney, Asyalı öğrencilerin beyazlardan daha zeki, beyazların da siyahlardan daha zeki olduğu sonucuna vardı. Sen bir psikolog olarak ırk farklılıklarını değil, sadece ortak karakteristikleri tahlil ettin. Peki bu çalışma hakkında ne düşünüyorsun?
N.M. Öncelikle şunu söyliyeyim: ölçülen diğer biliş süreçlerine (yani zeka testleri veya katyanı ya da IQ testlerine) kıyasla, farklı etnik gruplar arasında öğrenme ve ezberleme süreçleri çok daha az değişkenlik gösteriyor. Çeşitli zeka katsayıları arasında, öğrenme süreçleri arasındakinden daha fazla farklılık var. Farklı etnik grupları zeka testlerine tabi tutarsan, genel anlamda -en azından Birleşik Devletler’de— siyahlar çoğu beyazdan ve beyazlar da Asya- lılardan daha düşük puan alır. Ama basit öğrenme testleri üç grubun benzer bir şekilde öğrendiğini gösterir.
E.P. Bir “zeka genetiği” var mı?N.M. Evet, kesinlikle. Zeka testlerinden elde edilen farklı sonuçlar nedeniyle, in
san zekanın genetik olarak kodlanıp kodlanmadığını sorabilir. Bu düşünce epey bir ihtilaf yaratıyor, ama siyahlarla beyazlar arasındaki sonuç farklılığının genetik olmadığına inanıyorum ben. Beyazlarla Asyalılar arasındaki farklılığın genetik olduğu gösterildi! Bu farklılık tüm bir zeka katsayısına (IQ) değil de, daha ziyade, uzamsal görüntüleme becerilerini, uzamda şekilleri algılama yeteneğini ölçen belli birkaç parametreye işaret ediyor. Test, mesela, ekseni etrafında döndürülen bir şeklin algılanmasını veya bir nesnenin pek çok değişik açıdan tespitini ölçüyor. Doğu Asyalılar beyazlardan çok daha yüksek puan alıyorlar; beyaz aileler Asyalı çocukları ufak yaşlarda (altı aylıkken) evlat edinmiş olsalar bile, onlar yine de beyaz çocuklardan daha iyi sonuç elde ediyor. Bu farkın kökende genetik olma ihtimali var.
E.P. Daha önce deneylerinden çıkan bazı ilginç sonuçlara değindin. Göründüğü kadarıyla insanlar oldukça geometrik varlıklar.
N.M. Geometrik bir dünyada yaşıyoruz, bir sürü daire, kare ve doğru. ...E.P. Mimar arkadaşlarıma hep eski H omo sapiens’in yaşadığı mağaralara ben
zer modern apartmanlarda yaşadığımızı söylüyorum. New York, Londra ya da diğer herhangi bir modern şehirdeki her apartman epey geometrik şekillere ve nerdeyse aynı mağaramsı tasarıma sahip: üç duvar ve bir pencere. ...
N.M. Ama Barselona öyle değil, çünkü Gaudi tek bir düz çizgi dahi çizmedi.E.P. Sıçanlar geometrik şekillerden nefret ediyor. Geometrik bir mekana kapatır
san çok kederleniyorlar.
21
H A Y A T K İ T A B I
N.M. Doğru ama, nerdeyse hemen içinde yaşadıkları mekanı öğrenirler, özellikle de bir köşeye yiyecek saklarsan; o zaman çevrelerindeki şekilleri ayırdedi- yorlar.
E.P. Sana göre, çevrelerinin şeklini öğrenmek bir yana, ayrıca yaşadıkları yere ilişkin geometri “nosyonu” kendi “içkin” nosyonlarıyla çakışıyor.
N.M. Doğru; ve çok şaşırtıcı. Aslında nedenini hâlâ anlamıyoruz. Büyük bir dikdörtgen kutuya sıçanlar ve köşelerden birine yiyecek konduğunda, sıçanlar yiyecek için o köşeye bakarlar, ama çaprazındaki köşeye de bakarlar. Bu bir anlamda eş bir köşedir. Yiyecek bir sinyalle gösterilince, sıçanlar onu kaale almaz ve yiyeceği iki köşede aramaya devam ederler. Yiyeceğin hangi köşede olduğunu gösteren işaretler bulunsa bile, sıçanlar geometriye göre hareket eder.
E.P. Ama adapte olabiliyorlar, değil mi?N.M. Evet. Sonunda öğreniyorlar, çünkü aptal değiller. Yine de, geometriyi diğer
işaretlerden böylesine daha önemli görmeleri şaşırtıcı. Çok tuhaf, çünkü doğal çevreleri öyle fazla geometrik değil.
E.P. Hayvanlarda zeka ve öğrenme üzerine söylediklerini düşünüyorum da, üniversitede ders veren biri olarak ben insanın öğrenimi hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmiyorum, kendi öğrencileriminki hakkında bile. İnsan haricindeki hayvanların öğrenme süreci üzerine daha mı fazla araştırma yapıldı?
N.M. Evet. Haklısın. Aslında bir psikolog olmama rağmen, [diğer] hayvanlarda öğrenim üzerine uzmanlaştım. Bilimcilerin diğer hayvanlarda öğrenim üzerine yaptıklarına kıyasla, eğitim psikologlarının insanlardaki eğitim süreçlerini daha yüzeysel incelediklerine inanıyorum.
E.P. Belki de bunun nedeni, hayvanlarla deney yapmanın insanlarla yapmaktan çok daha kolay olmasıdır. Veya bir ideolojik etkilenme meselesi olabilir mi? Teorik önyargı?
N.M. Psikolojinin büyük bir bölümü trendlerin fazlasıyla etkisi altında sanırım. En son trend çocuklara öğrenmenin, okumanın, yazmanın ve matematik problemleri çözmenin nasıl öğretileceğiyle ilgili. Eğitimi trend peşinden sürüklüyor ve bu nedenle de eğitim psikologları gözden düşüyor.
E.P. Mesele karmaşık. Hayvan davranışına geri dönersek, güvercinlerin güneşi pusula olarak kullanması müthiş bir şey bence. Araştırma psikologlarının dediğine göre, güneşi pusula olarak kullanmak dönüş yolunu bulmak için yeterli değil. “Yeterli değil” ile aslında neyi kastediyorlar? Göründüğü kadarıyla bu arılar için de geçerli.
N.M. Güvercinler kuzeye, güneye, doğuya ya da batıya yönelmek amacıyla vücut saatlerini ayarlamak için güneş yönünü kullanırlar. Gözünü bağladığımı ve seni pusulayla 60 kilometre ötede bıraktığımı hayal et. Hangi yönde olduğu
22
D Ü N Y A ' D A Z E K İ Y A Ş A M ?
nu bilmiyorsan, Barselona’ya dönüş yolunu nasıl bulacaksın? Güneyde olduğunu biliyorsan, pusula güneyi bulmana yardım eder, ama yönü bilmiyorsan, bir pusulan olsa bile nasıl döneceğini bilemezsin. Ama bir güvercini alıp yaşadığı yerden 130 kilometre ötede, önceden hiç bulunmadığı bir yerde salarsan, iki veya üç dakikalık uçuştan sonra dönüş yolunu bulup oraya yönelir. Bu becerinin tecrübe ve eğitime dayandığına inanıyorlar, çok genç kuşların nasıl geri döneceklerini bilmeyişleri de bundan kaynaklanıyor, çünkü bir pusulaları olsa bile, henüz haritalarını çizmiş değiller. Güvercinler kısa uçuşlarla eğitilirken, üzerinde uçtukları bölgeyi tanırlar. Mesela, kıyıda kırılan dalgaların sesini duyarlar veya 130 kilometre uzaktan şehri koklarlar. Önceden eğitim uçuşlarına çıkmışlarsa, dönüş yolunu bulurlar. Deniz kıyısındaki belli bir ses daha yüksekse ve kuzeydeyse, kuş daha kuzeydeyken ses daha da yükseliyorsa, eve dönmek için kuşun sadece güneye yönelmesi gerekiyor demektir, bunları öğrenmiş olurlar.
E.P. En ileri zeka formlarının sadece ileri hayvanlarda3 bulunduğunu tanıtlamak zor diye yazman beni şaşırtmadı. Ama tam olarak ne demek istiyorsun?
N.M. Ne demek istiyorum? Dediğim şu: bazı zeki davranış formları hem kuşlarda var, hem de maymunlarda.
E.P. Ya da insanlarda.N.M. Evet, bazı zeka formları insanlarda çok daha fazlasıyla bulunuyor, ama ben
insan dışındaki hayvanları kastediyordum. Kuzgunlar, saksağanlar ve papağanlar gibi kimi kuş türleri, birçok basit primat ve diğer memelinin çözemeyeceği çok karmaşık problemleri çözüyor. Kimi akıl yürütme yolları, olaylar arasında ilişkiler kurma kapasitesi ve benzeşimleri kavrayış, bazı primatların, özellikle maymunların tipik öğrenme yöntemleridir, bazı kuşlarda da bulunur, ama mesela sıçanlarda bulunmaz. Güvercin, birçok kuş gibi, uzun mesafelerde güçlü bir yön bulma becerisine sahiptir, ama bu öyle bir uzmanlık becerisi ki, zekayla ilgili olmadığı düşüncesine meylediyoruz. Pek çok hayvan dünya üzerinde yön bulma becerisine sahip. Bir karınca yuvasını terkedip zikzaklarla ilerleyebilir, biraz yiyecek bulur ve düz bir çizgiyle geri dönebilir. Uzun bir zikzak yoluyla geldiği halde, direkt dönüş yolunu bilir.
E.P. İnsanlar “daha büyük ve daha iyi bir şeye doğru yöneltilmiş değiller” diyen Stephen Jay Gould’un fikrine katılıyorsun heralde.
N.M. Evet, evrimde bir ilerleme gayesi yok.
3 Darvvin bize, hayvanlar veya bitkilerden sözederken “ileri” ya da “geri” gibi kaçınılmaz olarak değer yargısı belirten ifadeler kullanmamayı tembihledi. Bugün canlı olan bütün organizmaların hayatta kaldıklarına ve dolayısıyla aynı derecede “ileri” olduklarına dikkat çekti. (Letter to Hooker, Darvvin: The Surviva! of Charles. Ronald W. Clark, Random House, NY 1984) -L M
23
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Bunca yıllık evrim araştırmasından sonra bu fikir hakkındaki görüşün ne?N.M. Belli bir noktaya kadar Gould’a katılıyorum. Evrimin insanlarda zirveye
ulaşan devamlı bir ilerleme süreci olduğunu iddia etmek yanlış. Böyle bir yaklaşım hem tarihsel olarak yanlış, hem de insan merkezci. Yüksek zekanın sadece insanlarla yakın akraba konumundaki hayvanlara mahsus olmadığını savunarak bunu hep çürütmeye çalıştım. Aslında güvercinler ve kuzgunlar gibi, sadece uzaktan akraba olan hayvanlarda da var. Bu anlamda evrim ilerleme demek değil. İlerlemeyle alakalı olmak zorunda değil. Evrim şüphesiz karmaşıklığı arttırdı. Genel anlamda, zamanla daha az karmaşıklığa doğru ilerlemiyor. Ama hayvanlarda bozulmanın örnekleri var, mağaralarda veya yer altında yaşayıp görme duyularını kaybettikleri durumlar. Problemleri çözümlemek için rekabet karmaşıklığı gerekli kıldığından, evrim değişiklikler yaratıp daha büyük bir karmaşıklık örüyor. Ama daha karmaşık olmak mutlaka daha büyük ilerleme anlamına gelmez.
24
- 2 -
Stresli Şempanzeler
Robert Sapolsky ile SöyleşiSıradan b ir m em elid e stres ik i d a k ik a için de sen i y em ey e niyetli o lan
b ir d iğerin ce tetiklen ir.R o b er t S apolsky
Bu Atlantik ötesi ve kıta ötesi telefon görüşmesi iki saat sürdü ve iki ya da üç taslak çalışmasıyla yirmi beş sayfayı doldurdu. Editör ortağım (LM) tarafından gönülsüzce kısaltıldı, çapakları temizlendi ve hacim ve biçim bakımından diğerlerine benzer hale getirildi. Ama Sapolsky orijinal biri. Eserlerini okumanızı öneririm; buraya sığdırabildiğimizden çok daha fazla söyleyeceği şey var!4
Robert Sapolsky, John A. ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Stanford Tıp Fakültesinde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü’dür.
Her konuşmacıdan iki adetle sınırlı, kolay anlaşılır kaynak seçmesini istedik. Okuma Listesi kitabın sonunda.
25
H A Y A T K İ T A B I
Eduardo Punset: Sen Kaliforniya’da Stanford yakınlarında bir yerdesin ve ben burada Barselona’dayım -dokuz saatlik bir fark.
Robert Sapolsky: Saat yaklaşık akşamın yedi buçuğu.E.P. Burada yedi buçukken, senin bulunduğun yerde kaç oluyor? Sabah on gibi
mi?R.S. Evet, on buçuk.E.P. Seninle konuşmak harika. Seni ziyaret etmeye çalıştım, ama ufak tefek bazı
olaylar San Francisco’ya seyahatimi geciktirdi. Teknolojik kısıtlamalarımızı aşmaya çalışacağız.
Stres üzerine konuşalım. Bir stres tetikleyici vücudumun, (şimdilik denge anlamına kullanacağım) “allostasis” dediğin şeyini bozarken, “asal salgı bezim” beynim. Ben farkında olmadan, dengeyi sağlamak için otomatikman hormon salgılıyor. Parmağıma hareket etmesini söylüyor. Bunu anlıyorum. Ama beynim, tamamen kendi başına, stres tetikleyicilerin sağlığım üzerindeki etkilerinden bedenimi kurtarmak için bu karmaşık süreci nasıl başlatabiliyor?
R.S. Bazan süreç çok karmaşıktır. Oturup düşünürsün: “Peki, şimdi kaç günüm kaldı-Tanrım! Sadece dört gün!” BAM! Aniden bir stres tepkisi gelir. Bazan tepkin “bilinç öncesi” denen şeyden kaynaklanır. Beyinde bilinç öncesi süreç korku tepkisi demektir ve bunu devreye sokan şeyin farkına bile varmayabilirsin. Travma sonrası stres bozukluğu yaşayanlar etraflarında beliren korku verici uyarıların bilinçli bir şekilde farkında bile değillerdir. “İşte bu bana şunu yapan insamnkine benzer bir ses” veya “İşte bu başıma şunlar geldiğinde içinde bulunduğum izbe sokak manzarası”. Bilinç-öncel bir uyarım oldu mu, bilinçle farkedilsin ya da edilmesin, aniden kalp hızlanır, panik hissi insanı sarar.
E.P. Müthiş. Sırf, ya köşede bir arslan varsa diye düşünmekle veya köşede bir ars- lan olabileceğini hayal etmekle, Why Zebras Don't Get Ulcers [“Neden Zebralar Ülser Olmaz”] adlı harika kitabında anlattığın karmaşık süreç tetikle- niyor. Hormonlar beni sadece görmediğim arslanla karşılaşmaya hazırlamıyor, bağışıklık ya da cinsel dürtü gibi uzun vadeye dönük fizyolojik süreçlere de ket vuruyor. Cinsel dürtümün daha az olduğunu hissediyorum, çünkü köşede bir arslan hayal ediyorum. Müthiş değil mi?
R.S. Biz Batılılaşmış insanların değil de, bir hayvanın nasıl stres yaşadığını düşünürsen, anlaşılır bir şey. Sıradan bir memelide stres iki dakika içinde seni yemeye hat safhada niyetli olan bir diğerince tetiklenir. Ya da belki o dakikalarda sen bir başkasını yemeye niyetlisindir. Bu koşullar altında vücudunun verdiği tepki harikadır. Tam olarak gereken şeydir. Çalışan kaslar hangileriyse onlar için depo bölgelerinden enerji tedarik edilir. Bu enerjiyi daha hız-
26
S T R E S L İ Ş E M P A N Z E L E R
h tedarik etmek için kan basıncı hızlandırılır. Söylediğin gibi, uzun vadeli yapısal projeler durur. Bir arslan peşinde, öyleyse başka zaman yumurtlarsın ya da ergenliğe başka bir gün girersin. Büyümeyi bırak, hatta yemeğini dahi sindirme, antikorlarını bu akşam yaparsın, eğer o zamana kadar sağ kalırsan. Elzem olmayan sistemleri kapat. Tabii mesele şu ki, psikolojik bakımdan çok karmaşık primatlar olarak bizler bir duygu, bir haleti ruhiye, bir hatıra veya eski bir tecrübe üzerine düşünceye daldığımızda da aynı stres tepkisini harekete geçiriyoruz. Kafamızda otuz yıl sonra olacak şeyi ya da asla olmayacak bir şeyi canlandırırız. Ve tamamen aynı stres tepkisi devreye sokulur. İşin özü şu: stres tepkisini üç dakikalığına harekete geçirip hayatını kurtarmak için koşarsan, stres harikadır. Ama stresi psikolojik sebeplerle kronik olarak devreye sokuyorsan, hastalanma ihtimalini arttırırsın.
E.P. 60.000 yıl önceki stres tepkisinin bugünküyle aşağı yukarı aynı olduğu doğru mu? Yol açtığı sonuçlar aynı. Tepki bugün 60.000 yıl önceki kadar yararlı mı?
R.S. Çok güzel! Birincisi, stres tepkisinin 100 milyon yıla daha yakın bir yaşta olduğundan kuşkulanıyorum. Dinozorların bile çok benzer hormonal stres tepkileri olduğunu tahmin ediyorum (bilimciler bu tür test edilemez tahminlere bayılırlar). Kertenkeleler, balıklar, kuşlar, bunların hepsi bir fiziksel stres tetikleyici karşısında o aynı çok eski tepkiyi verirler. Söylediğin gibi, 60.000 yıl veya belki daha da uzun bir zaman önce onu psikolojik sebeplerle devreye sokacak kadar karmaşık primatlar haline geldik. Evrim saatinde 60.000 yıl çok kısa bir zaman. Şu an gerçek bir memeli açısından anlamlı olan harika bir sistemimiz var, eğer ki hayatımızı kurtarmak için ya da hatta otobüs için koşuyorsak. Ama bunun yerine, oturup şöyle düşünüyorsak çok fena: “Tanrım! Bir gün öleceğim! Küresel ısınmada durum ne? Ay başında faturaları nasıl ödeyeceğim?” Psikolojik beklentiden kaynaklanan stres iyi bir şey değil.
E.P. Bir stres tetikleyiciye aşırı tepki vermek gibi bir tehlike var mı? Bu kadar yanlış iş yapılmasının böyle bir açıklaması olabilir mi?
R.S. En yaygın pskiyatrik bozukluklara bakalım; bunlar stresi iyi idare edemeyen insanların hastalıklarıdır. Stres ve zorluklar karşısında insan hemen “Bırakıyorum, uğraşamam. Yapacak bir şey yok, umut y ok ....” diyorsa, bu majör depresyondur. Bu kişiler tamamen boyun eğer ve denemeye yanaşmazlar. Senin sorunla daha yakından ilgili olanlarsa endişe bozuklukları yaşayan insanlardır. Stres oluşunca, aynı anda on yedi farklı şey yaparak bununla ba- şetmeye çabalarlar. Sonuç ne olursa olsun çabalamayı bırakmazlar. Sürekli bir psikolojik acil durum halinde tekrar tekrar aynı şekilde davranırlar, stres tetikleyici yokken bile. İnsanın sosyal yaşamının en perişan kimi manzarala
27
H A Y A T K İ T A B I
rım izah açısından bir başka kritik husus da şu: biz dahil hayvanların en stres azaltıcı faaliyetlerinden biri bir başkasını perişan etmektir. Saldırganlığımızı başkalarına yöneltmektir. Pek çoğumuz ülserlerden, yaşadığımız stresi başkalarına aktararak korunuruz.
E.P. Endişemizi veya habisleşmiş üzüntümüzü azaltmanın yollarından biri havlayıp başka birini mutsuz etmek. Robert, bilgi dağarcığımıza en büyük katkılarından biri olarak gördüğüm bir yaklaşımın var, ondan sözedelim. Başka birçok bilimcinin de araştırdığını biliyorum, ama bunu sen başlatttın. İzleyicilerimden önce rahatlamaya çalışmalarını, sonra da kalp atışlarını saymalarını rica ettim. Sonra onlara, her atışta, kaçınılmaz olarak ölüme yaklaştıklarını, hayatlarının bir kısmını kaybettiklerini hatırlattım sadece.
R.S. Çok hoş.E.P. Aniden kalp daha hızlı atmaya başlıyor. Bence senin en büyük katkılarından
birine güzel bir örnek bu: hayal gücünün kudreti. Nerdeyse hastalanıyorum ve bunun nedeni beynimin bir yerinde bir şeyler olması.
R.S. Çok azımız çiçek hastalığından, sıtmadan veya sarı hummadan öleceğiz. Bizi “Batılılaşmış” hastalıklar öldürüyor. Vücut yetmiş veya seksen yılda yavaşça çöküyor: şeker, yüksek tansiyon, kanser. Şu sıralar tüm tıp alanında herşeyden önemli bir tek cümle varsa, bence o da şudur: vücudunun işleyişini sen doğrudan etkiliyorsun, evet, düşünceyle, hatırayla ve duyguyla. Bu şarbon veya çiçek hastalığından kurtulmada söz konusu değil, ama vücudun şeker ve kalp hastalığıyla başa çıkmasında kesinlikle söz konusu. Bizim gibi zeki sosyal primatlarda düşünce, duygu ve vücudumuzun çalışma ve tepkime biçimini dramatik olarak değiştirebilme yeteneği, hangimizin sağlıklı kalıp, hangimizin hastalanacağı hususunda belirleyicidir! Oturup “Tanrım, öleceğim!” ya da “Tanrım, elektrik faturamı ödemeyi unuttum!” diye düşünürsen, başına gelen şey, tam da normal bir memeli olarak ihtiyaç duyduğun şeydir: bir aciliyet hissi. Bir etobur seni yemeye çalışıyorsa ya da açsan ve bir geyik avındaysan ya da hayatını kurtarmak için savanın ötesine kaçıyorsan, vücuduna olanlar harikadır! Stres hormonları salgılarsın. Bunlar damarlarına enerji sağlar. Kasların daha iyi çalışır, kalp atışın ve de kan basıncın hızlanır. Tüm uzun vadeli fizyoloji kesintiye uğrar: ergenliğin ya da rahim cidarlarını kalınlaştırmanın sırası değildir.
E.P. Seks yok.R.S. Kesinlikle. Başka zaman sperm yaparsın, şimdi değil. Hayır. Hayatını kurtar
mak için kaçmak zorundasın. Çok kısa süreli mutlak bir fiziksel tehlikeye maruz kalan normal bir stresli memeli için bu gayet anlamlı. Ürkütücü meseleler kafamıza takılıyor: yağmur ormanları yokoluyor, ozon tabakası gidiyor, gezegen ısınıyor, bir gün öleceğiz. Ve tamamen aynı stres tepkisini hare
28
S T R E S L İ Ş E M P A N Z E L E R
kete geçiriyoruz. Bu alandaki çalışmaların tümünün temel prensibi şudur: önceden sırf psikolojik sebeplerle hayatî önem taşıyan stres kronikleşirse seni hasta eder.
E.P. Beynin hipokampüs denen bölgesi üzerine ölçümler yapıp, kronik stresin onu harab ettiğini ve bazı insanlarda bu tahribatın yüzde 20’ye çıktığını bulmamış miydin? Bu sade düşünmekten kaynaklanıyor olabilir mi?
R.S. Evet, çok can sıkıcı. Ancak son yirmi yıl veya civarında anladık: stres, hafıza kaybı ve yüksek kan basıncına yönelik etkileri yanında, beyni de olumsuz etkileyebiliyor! Çok daha önemlisi, stres aslında beynin hipokampüs denen, öğrenme ve hafızayla çok yakından ilgili bir bölgesindeki nöronları öldürüyor.
E.P. Evet.R.S. Alzheimer hastalığında zedelenen bölge hipokampüstür. Yirmi yıldır onun
stres hormonları yüzünden zedelenebileceğini görmekteyiz. Bu insanlar için geçerli mi? Bilimsel literatür, yıllarca ağır klinik depresyona maruz kalan insanlarda yüksek stres hormonu ve hidrokortizon seviyeleri bulunduğunu, dolayısıyla da hipokampüslerinde büzülme gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Hafıza sorunları şaşmaz biçimde gösteriyor ki, depresyon ne kadar uzun sürerse büzülme de o kadar fazla oluyor. Beynimizin bazı yerleri diğerlerinden daha hızlı yaşlanıyor. Son yirmi yılı hipokampüsü inceleyerek geçirdim. Belki de beynin yanlış yerini seçtim! Hipokampüs önemli, ama çok daha enteresan olanı insan beyninin en son gelişen bölümü, ön korteks denen yer. Diğer memelilere kıyasla biz insanlarda daha büyük. Ön korteks bizi disipline eder: tatmin ertelemesiyle ilgilidir.
E.P. Planlama?R.S. Evet, planlama. Ön korteks bizi cinai davranıştan uzak tutar. Misafirlerle ak
şam yemeğindesin, yemeği bitirmiyorlar. “Sizi domuzlar, sizi nankörler, nasıl bitiremezsiniz?” demek istiyorsun. Ama demiyorsun. Neden? Çünkü ön korteks davranışımızın çok daha dürtüsel unsurlarını yumuşatır. Çocukların ön korteks gelişimini tümüyle tamamlamamış olması şaşırtıcı değil. Yirmi ila yirmi beş yaşlarına gelene kadar insanlarda tam gelişim gerçekleşmez.
E.P. Anlıyorum!R.S. Beyinde ne olduğuna bakalım: uyuduğunda, beyindeki temel metabolik de
ğerlerin, enerji değerlerin düşer. Derin, düşük-dalga uykusuna girersin. Uyuduktan doksan dakika sonraysa birinci rüya evresine geçersin. Olan nedir? Beyninin bazı bölümleri, duyu işlemeyle ilgili bölümleri daha aktif değil, uyanıkken olduğundan da daha aktif hale gelir. Rüya görürsün, görsel ve işitsel şeyler. Ön korteks dışında, bölgenin geri kalanı hiç değişmez. Ön kortekste metabolizma yavaşlar. Rüya görürken sıfıra iner. Aniden boşlukta dalgalan-
29
H A Y A T K İ T A B I
dığını görürsün rüyanda....E.P. Kısıtlama yok?R.S. Bir yunus balığısın, b ir-E.P. Disiplin yok?R.S. Sıfır! Ve bir anlamda rüyalar bu yüzden rüya gibidir. Belki Salvador Dali’nin
ön korteksi yoktu ya da resim yaparken onu devre dışı bırakıyordu. Sürrealizm dünyanın lineer özelliklerinin kısıtlamasından kurtulmakla ilgili. Saatler erimez. Rüya görürken aynı bağımsızlığın, mantıktan, disiplinden bağımsızlığın tadını çıkarırsın. Bu yüzden rüyalar rüya gibidir, çünkü ön korteksin çalışmayı bırakır.
E.P. Peki ya senin şempanzeler, ya da çalıştığın maymunlar, babunlar?R.S. Onların çok az, belki üç adet ön korteks nöronu var. Dünya’nın en dürtüsel
hayvanlarındandırlar. Buna iyi bir örnek vereceğim. Babunlar daima zeki, ama oldukça da dürtüsellerdirler. En olmayacak anlarda şapşal ve saldırgan davranmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Yalnız avlanan bir babunun bir ceylanı öldürme şansı, grupla avlanan bir babununkinden daha yüksektir.
E.P. Neden?R.S. Neden? Bu grubun tamamı dört veya beş erkekten oluşur. Ceylanı arayıp ko
valarlar. Herşey gayet yolundadır. Yaklaşırlar. Babunun gerçekte ne düşündüğünü bilmiyorum, ama anlayabildiğim kadarıyla, bir noktada şöyle diyor: “Evet, işte ben, son sürat koşuyorum ve işte şu arkadaş, o da son sürat koşuyor__Neden? Bilmem. Hatırlamıyorum. Ama arkamdan böyle hızlı koştuğuna göre, heralde kavga ediyoruz.” Aniden durur, geri döner ve beraber yerlerde yuvarlanırlar.
E.P. Ya ceylan?R.S. Gazel de kaçıp gider! Çok dürtüseldirler. Çok az ön korteksleri var. insanlar
emeklilik için para biriktirmek amacıyla kırk yıllarını harcarlar. Babunlar bunu asla yapamazdı.
E.P. Neokorteksimize şükür, diğer türlerden daha büyük, daha uzun planlar yapıyoruz ve daha disiplinliyiz. Ama daha zeki miyiz? Bu bana kitabındaki bir başka hayranlık verici hikayeyi hatırlattı, mikroskobik bir kurtçuğun, bir parazitin -üreyebileceği tek yere, bir kediye taşınma umuduyla- bir konuta, bir fareye girmesini hatırlattı. Böylelikle parazit, farenin içindeyken (lütfen beni düzelt) onun nöronal işleyişine müdahale etmeyi başarıyor. Fare kedi görüntüsüne ilişkin korkusunu yitiriyor. Uysal, kedi-seven bir kemirgen oluyor fare ve dolayısıyla sonunda kedi parazitin kontrolündeki fareyi yiyor, parazitler de mesut bir şekilde çoğalıyorlar. Bu parazit zeki değil mi şimdi?
R.S. Müthiş gelişkinler! Biz insanların yüzlerce milyar nöronu var. Mikrodalga fırınlar üretebiliyoruz. Ne müthişiz diyoruz, ama bu parazitler, bakteriler, vi-
3°
S T R E S L İ Ş E M P A N Z E L E R
rüsler, bunlar sinir sistemine giriyor ve ev sahiplerinin davranışlarını değiştiriyor. Kuduz virüsüne bak. Memeliyi kudurtuyor! Beyne girip onu kudurtuyor ve o da başka birini ısırmaya çalışıyor. Kuduz virüsleri kendilerini bir sonraki kurbana taşımak için salyaya binlerce virüs parçacığı dökerler. Kuduz virüsleri beyin ve saldırganlığın sebepleri hakkında yüzlerce nörologdan daha çok şey biliyor!
Kadınlar hamileyken, aniden kedi yavruları onları rahatsız etmeye başlar, çünkü sıçan veya farenin yediği dışkıda toksoplazma vardır (tek hücreli parazit Toxoplasma gondii). Ve toksoplazmanın evrim mücadelesi şöyledir: “Evet, bu sıçanın veya farenin içindeyim, peki şimdi kedinin karnına nasıl gireceğim?” Bazı parazitler kasları yokeder, böylece ev sahibi hayvan avcıdan kaçamaz! Toksoplazmaysa beyne girer. Biliyorsun, yeryüzündeki hiçbir fare ve sıçan kedi kokusundan hoşlanmaz. Bir kediyle aralarında dört yüz de- de/nine nesli bir mesafe bulunan beyaz bir laboratuar faresi, kedi kokusu alınca içgüdüsel olarak kokudan uzaklaşır. Toksoplazma beynindeyken bu hayvan birdenbire kedi kokusunu sevmeye başlar ve dosdoğru onların üzerine gider! Sıçanda diğer herşey gayet yolundadır. Kimi görevleri öğrenmeleri, sosyal davranışları normaldir. Ama toksoplazma, sıçanda içkin olan temel fobi tertibatını nasıl iptal edeceğini bir şekilde biliyor. Peki bu toksoplazma- nın işleyişi nasıl? Kimsenin haberi yok! Ama bu TV stüdyosunda oturup, “Biz insanlar, ne muhteşemiz!” dediğin an şu gerçekle yüzleşmen lazım: toksoplazma biz insanların sahip olmadığı bir hassasiyetle sıçan beyinlerini yeniden yapılandırıyor.
E.P. Bazı özelliklerimiz, bize özgü şeyler, hayatı kolaylaştırmaktan ziyade kafamızı karıştırıyor galiba. Örneklerinden biri, limbik sistem, beynin duygu ve duyularla ilişkilendirilen bölümü, otonom sinir sisteminden daha hızlı çalışıyor gibi. Sosyal ilişkilerden örnek verir misin?
R.S. Bu örneği seviyorum. Kendi hayatımla ve başka birçok insanınkiyle kesinlikle alakalı. “Önemli öteki”yle, yani eşimle birlikteyim ve bayağı berbat bir şey yaptım. Ahmaklık ettim. Kavga ediyoruz. Bir süre sonra gerçekten saçmaladığımı anlayıp özür diliyorum. Ama o hiddetleniyor. Sonra özrümü kabul ediyor. İyi, nihayet bitti, diye düşünmeye başlıyorum. Peki sonra? Aniden yirmi yedi yıl önce yaptığım bir sarsaklığı hatırlıyor. Yıllar önce unuttuğum bir şeyi. Aniden bunu hatırlıyor ve onu yeni baştan tartışmak istiyor. “1980’de şunu nasıl yaptın, inanamıyorum.” Bu nedir? Açıklama sanırım duyguyu nasıl hissettiğimizle alakalı. Duygunun ne olduğuna nasıl karar verdiğimizle. Bunun mantıklı açıklaması ne? Limbik sistem, beynin duyguyla ilgili bölümü, bir şeyin üzücü, heyecanlandırıcı, hiddetlendirici vs. olduğuna karar veriyor. Bunu vücuduma söylüyor ve otonom sinir sistemim harekete
31
H A Y A T K İ T A B I
geçiyor. Kalp atışım hızlanıyor. Terliyorum. Olan işte bu.Yüz yıl önce ya da o sıralarda, William James fizyolojiyle psikolojinin
birbiriyle nasıl uyum içinde olduğuna dair epeyce keşifte bulundu. İddiasına göre, beynimizin görevlerinden biri de şöyle demektir: “Vücudumda neler oluyor? Kalbim hızlı çarpıyorsa, güçlü bir duygu hissediyor olmalıyım. Solumam düzgün ve yavaşsa, kendimi gayet sakin hissediyor olmalıyım.” Kulağa çılgınca gelebilir ama haklıydı. Neyi ne kadar güçlü hissettiğine kısmen beynin karar verir. Beynin vücudunu izler ve otonom fizyolojik sinyalleri algılar. Kızgın ya da bayağı kızgın olup olmadığına karar verir ve bir devre oluşturur. İşin püf noktası, belirttiğin gibi, bir şeyin üzmesi, kızdırması ve limbik sistemini harekete geçirmesidir. O zaman, birkaç saniye sonra otonom sinir sistemin de harekete geçer. Sonunda özür dilersin. Kavga sona erer. Sarsaklık ettiğini anlarsın. Doğru. Güzel. Mesele hallolur, ama otonom sinir sistemi limbik sistemden daha yavaş normale döner. Kavga sona erdi. Bitti. Artık kızgın olmasının gereği yok, çünkü özür diledim. Ama kalbim hızla atıyor ve karnım kasılıyor. William James hayatımı mahvetmek için geliyor şimdi. Beynim diyor ki, “Peki, bir bakalım, ama kalbim hâlâ hızla atıyor ve karnım hâlâ kasılmış, vücudumun yaptığı şey hâlâ buysa bir şeye üzülüyor olmalıyım. O üzgün mü? Yok, yok, özür diledim. Artık bitmesi lazım!”
E.P. Herşey yıllar önce oldu-R.S. Evet, yirmi yıldan fazla bir süre önceydi. “Ama o konuda konuşmamız lazım,
hemen şimdi!” Otonom sinir sistemi daha yavaş devreden çıkar. Enteresan olan, ortalamaya vurursak, kadınlarda erkeklerdekinden bile daha yavaş devreden çıkması. Bu senaryo, görüldüğü gibi, bildik bir tecrübeyi açıklıyor. Ben tam kapandığını sanırken, meğer kapanmamış -yirmi yedi yıl sonra.
E.P. Robert, Pastora adında bir dişi köpeğim var. Geçen yaz bilimin mutluluk üzerine ne dediğiyle ilgili bir kitap yazarken, köpeğimin çok komik bir huyunu farkettim. Çanağı dışarıda, küçük bir taraçada duruyor. Taraçadaki çanağı almaya gittiğimde, hoplayıp zıplamaya başlıyor. Zorlukla yürüyebiliyorum. Çanağa varıncaya ve sonra da çanakla mutfağa gidinceye kadar, Pastora aynı şekilde dört dönüyor ve ben de “Bak Pastora, sakin ol, yoksa mutfağa bile gidemem” diyorum. Bu şekilde mutfağa gidiyorum, çanağı kuru köpek maması ve bazan da bir parça jambonla dolduruyorum. O da orada bekliyor tabii! Gecikirsem havlıyor. Aynı teatral gösteri yemeğini yediği taraça- ya dönüşte tekrar başlıyor. Yıllardır neyin nesi diye merak ettim. Çünkü çanağı verdiğimde bazan ağzını bile sürmez. Tamamen değişir hayvan. Şu kitabı yazıyordum, The Happiness Trip (“Mutluluk Yolculuğu”, Punset, 2007) ve kendi kendime dedim ki, “Bak. Dinle. Büyük mutluluk anlaşılan bekleme odasında. Bir beklenti meselesi.” Mamasını aldı mı bitiyor. Kitaplarına yö
32
S T R E S L İ Ş E M P A N Z E L E R
nelince, senin yazdıklarında da aynı türden bir akıl yürütme gördüm: nerede haz beklentisi var, orada haz var. Bunun dopamin veya diğer nörotransmi- terlerle ilişkisini açıklar mısın?
R.S. Evet, dopamin.E.P. Araştırmacılarının bulduğu şey sanırım dopamindi. Dopamin salgılıyoruz.
Köpeğim Pastora da yemeden önce, yerken değil de, yemek beklentisi içindeyken dopamin mi salgılıyor?
R.S. Evet, açıklaman mükemmel. Bir keresinde dopamin üzerine konuşmuştuk. Dopamin hazla ilgili. Ödül. Açıklaması ödül; ödül beklentisi. Bir labaratuar faresini eğitiyoruz; kafesinde ışık belirmesi ona, gidip manivelaya beş defa, biraz yemek alana kadar basması gerektiğini söylüyor. Fare yemeği ilk kez aldığında, dopamin seviyesi yükseliyor. Peki bir süre sonra, dopamin seviyesi hangi anda yükselmeye başlıyor? Fare yemeği aldığında değil, ışık belirdiğinde! Beklentide.
E.P. Pastora gibi.R.S. Evet, aynen Pastora gibi. Fare oturup şöyle der: “Yaşasın! Yaşasın! Bu ışığı
biliyorum, manivela nerede biliyorum, ona basabilirim. Bak, bu şahane olacak işte. Tam üstündeyim, kontrol bende!” Haz tamamen beklentidedir. Dopamin beklentiyle yükselir. Evet, yani haklısın. Kolejdeki bir arkadaşımı hatırlıyorum da, hemen herşeye fevkalade sinik bir açıdan bakardı. Demişti ki, “İlişki, beklentisi için ödemen gereken bedeldir.” Konuştuklarımıza uyuyor. Dopaminin neler yaptığını çoktan biliyordu o.
Birkaç yıl önceki geniş çaplı bir araştırma daha da enteresan bir buluşla sonuçlandı. Fare manivelaya basıyor ve ödülü alacak. Herşey tamam, ama bu sefer senin hamlen, yani araştırmacının hamlesi farklı. Bu sefer fare denemelerin yalnızca yüzde ellisinde ödülü alıyor.
Belirsizliği devreye sokuyorsun. Ve manivelaya basıldıktan hemen sonra gördüğün şey dopaminde bir artış, devasa bir artış, daha önce beyin kimyası araştırmalarında görülenlerin hepsinden daha büyük. Fare yemeği alıp almayacağını anlayana kadar o seviyede kalıyor. Bir başka deyişle, “belki”nin veya belirsizliğin tam doğru ölçüsünü bulursan, “işte kesin geliyorF’dan da iyi.
E.P. Tanrım!R.S. Yüzde 50 belirsizliğin en yüksek artışı yarattığını gösteriyorlar bu çalışmalar
da. Yüzde 25 ile, yüzde 75 ile dopaminde o kadar artış olmuyor. “Yok, belki de gelmeyecek! Emin değilim; evet, bugün kendimi şanslı hissediyorum!” Beklenti meselesi. Stres psikolojisini inceleyen insanlar, kontrol bizde değilmiş gibi hissettiğimizde bu hissin çok stresli olduğunu vurgularlar hep. Ama burada azami belirsizlik yasaları harika bir his yaşatıyor. Farklı olan ne?
33
H A Y A T K İ T A B I
Çünkü bu cömert ortamda iyimseriz. Kendi kendimize diyoruz ki, “Bu muhtemelen iyi gidecek. Besleneceğim ya da seks yapacağım. Bu sefer değilse gelecek sefer . . . ” ve peşinden de belki hayal edebileceğin en müthiş şey. Yayınlandığında, birçok insan bu araştırmanın bağımlılık ve kumar hakkında bize ne çok şey öğrettiği türünden yorumlar yapmıştı.
34
- 3 -
Nerdeyse İnsan
Jane Goodall ile SöyleşiT imarın . . .da sosyal bir işlevi var.
Jane Goodall
Jane Goodall’la söyleşi yapmak ve onun Afrika şempanzelerine ilişkin eşsiz tecrübelerinden söz etmek çok hoştu.Eduardo Punset: Prosopagnosia (yüz körlüğü) yüzleri unutmaya neden olan bir
nöron düzensizliği. Harika kitabının şaşırtıcı bir yanı, insan yüzlerini unuttuğun halde, Gombe’de karşılaşıp birlikte yaşadığın şempanzelere sıra gelince yüzleri iyi hatırlaman. Bunu nasıl açıklıyorsun?
.Tane Goodall, vahşi doğadaki, esasen Tanzanya’nın Gömbe Deresi Milli Parkı’ndaki 45 yıllık şempanze çalışmasıyla ünlüdür.
35
H A Y A T K İ T A B I
Jane Goodall: Şansıma, bu garip durumun ağır bir türünden muzdarip değilim. Bir insan yüzünü ilk kez gördüğümde tanımayabilirim, ama bir süre sonra unutmam. Şempanzelerle de aynı şekilde. Onları yüzlerinden tanımak benim için diğer insanlara nazaran daha zordu, ama bir kez tanıyınca bir daha unutmam. Başlangıçta onları tanımam daha uzun zaman alıyor o kadar.
E.P. Neredeyse bir bilimcisin Jane -bilimcilerin insanlardan ziyade doğayı sorgulama eğilimine atıfla konuşuyorum. Genç bir kızken doğayı sorgulamaya başladın. Tavuk yumurtasının nereden geldiğini keşfetmeye çalışmıştın ve bu harika anekdotu yazdın. Lütfen bize ondan kendin söz et.
J.G. İlk hatıram muhtemelen dört buçuk yaşında olduğum günlere uzanıyor. Londra’nın merkezinde yaşıyorduk. Tatilde kırsal bir bölgeye gitmiştik. Hayvanları hep çok seven biriydim ve inekler, domuzlar ve atların arasındaydım. Tavuk yumurtalarını toplamak benim işimdi. Bugünün zalim çiftlikleri yoktu o zamanlar. Tavuklar çiftlik avlusunda serbestçe koşuşturuyor, yumurtlamaları içinse kümese girmeye zorlanıyordu. Yumurtaları toplamak bana kalmıştı, ki bayağı büyüktüler. Peki tavukta yumurtanın çıktığı delik neredeydi? Göremeyince herkese sordum. Cevapları merakımı gidermedi. Nasıl yaptıklarını görmek için kümese tırmandım ve tavuk beni görünce kaçtı. Ben de boş bir kümese tırmanıp, dört saat bir tavuk gelene kadar bekledim. Nasıl yumurtladığını izledim. Arada geçen zamanda annem endişelenip polisi çağırmış, ama bu önemli değildi. Hayranlık verici bir şey görmüştüm. Ve dediğin gibi merak bilimci olmanın ilk koşuludur. Sorular sorup cevapları bulamayınca onları kendi kendine aramaktır. İlkinde işe yaramazsa tekrar dene. İnsanın çok sabırlı olması lazım.
E.P. Sabır, uygun kelime bu. Sonradan şempanzelerde çok sabırlı olduğunu kanıtlayacaktın -Gom be’de?
J.G. Evet, Gombe’de.E.P. Geçen gün Nobel Ödülü sahibi Sydney Brenner ile konuştum [bölüm 19]. Şu
an ahtapotların sinir sistemini incelediğini söyledi. Bunca zamanı genomu incelemekle geçirdikten sonra, şimdi beyin üzerine çalışıyor. Sydney Brenner bana seni hatırlatan bir şey söyledi. Başkalarının cehaleti hususunda inançlı olduğunu, insanların genellikle bir konu üzerine, çözümü bulacak kadar yo- ğunlaşamadıklarım söyledi. Bir konunun ilk incelemesinde bir miktar cehalet gerekli gibi görünüyor. Ve genç bir kızken, tilki avıyla karşılaştığında... bu şaşırtıcı çünkü hikayenin sonunda demişsin ki, bunu düzeltmenin tek yolu tilki avcısı olmayan diğer insanların meseleyi inceleyip çözüm bulmasıdır. Bunun doğru olduğuna inanıyor musun?
J.G. İnandığım şu: aynen hayvanlara zulmün diğer pek çok örneğindeki gibi, zulmün failleri gerçekten anlamıyorlar bunu. Benim çalışmam her zaman hay
36
N E R D E Y S E İ N S A N
vanların gerçek doğasını anlama yolunda insanlara yardım amaçlıydı. Tilkiler çok zekidir, son derece gelişmiş beyinleri var ve korku gibi duyguları hissediyorlar, onları avlamak çözüm değil. Hayvanları incitmeden yaşamak daha kolay. Çok kolay.
E.P. Olgunluk döneminden söz edelim şimdi, şempanzeleri araştırmaya başladığın zamandan. Australopithecus robustus fosillerini bulan Louis Leakey’le tanıştın. Kendini kanıtlamana yardımcı olan ve Gombe’de şempanzeleri araştırmanı sağlayan bir dahiydi. Onun inancına göre, şempanzeleri araştırarak soyumuzun köklerini daha iyi anlayabilirdik-
J.G. Veya nasıl davrandıklarını. Fosillerden ve ne yediklerinden yola çıkarak fiziksel görünüşleri belirleyebileceğini buldu. Ama bugün yaşayan en yakın akrabalarını incelemekle, yokolan insangillerin sosyal davranışı hakkında daha kati bir fikir edinebileceğine inanıyordu -eğer şempanzeyi, yedi milyon yıl kadar geriye giden ortak atamız kabul ediyorsan. Bugün şempanzelerle insanlar arasında benzer bir davranış buluyorsak, aynısı muhtemelen Taş Devri’ndeki ortak atamızda da vardı. Onun teorisi böyleydi. Antropoloji kitapları şempanzelerden çoğunlukla “ilkel insan”ın davranış modelleri diye söz eder.
E.P. Ve sen, çocukluğundaki gibi, gözlem yapmak için yeterince sabırlı ve istekli olduğunu kanıtladın. Primatologlar çoğunlukla şempanzeler üzerindeki kendi etkileriyle uğraşıyorlar, hatta bazıları onlara sesleri öğretiyor, ama sende inanılmaz olan şey, küçükken çocuk sabrınla saatlerce, durmadan onları gözlemlemen. Dünyayı ya da evreni bir şempanzenin gözünden görmek istediğine karar verdin, ama bunu yapamadın. Yoksa yapabildin mi?
J.G. Bazan, nefis bir meyve yığınına bakan bir şempanzenin gözleriyle görmek kolay. Bir şempanzenin meyve yığınına bakarken ne hissettiği konusunda doğru sayılabilecek bir fikrim oluyor. Ama öğle üzeri bir ağacın tepesinde oturup etraflarına bakınırlarken bir şey düşündüklerini bilsek de, ne düşündüklerini bilmiyoruz. En eski şempanze dostum Fifi 1960’da bebekti. Kırk beş yıl boyunca onu ne zaman görmeye geleceğimi hep bilirdi. Beni karşılamaya gelirdi. Aşağı yukarı şimdi bizim oturduğumuz gibi otururdu hep -ya da belki biraz daha ötede. Çoğu zaman tek yaptığımız göz göze bakışmaktı. O ve benden başka 1960’ların ilk yıllarına ait hatıraları paylaşan kimse kalmadığını biliyordum, diğer hepsi ölmüştü. Şempanzelerin devasa hafıza kapasitesinin bir örneğiydi o. Ama şimdi o da gitti. En iyi dostum artık buralarda değil; Eylül’de öldü.
E.P. Hazır onlardan söz ederken, neden izleyicilerimize onların vücut dillerini ve insanlarla aralarındaki diğer benzerlikleri hatırlatmıyoruz?
J.G. Sözel olmayan iletişimi?
37
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Evet.J.G. Sen meyve yerken ben sana şöyle bakarsam, muhtemelen elime bir meyve tu
tuşturursun. Şempanzeler de aynısını yapar. Arkadaşsak, karşılaşınca muhtemelen sarılıp öpüşürüz. Şempanzeler de aynısını yapar. Eğer sana baskın olsaydım, sen muhtemelen itaatkar olurdun. Tavrını, elini tehditkar biçimde azıcık kaldırarak göstermek isterdin belki. Şempanzeler de aynısını yapar. Söze dayanmayan vücut dili şempanzelerde de bizimkiyle aynıdır. Aynı bağlamlarda aynı jest ve tavırları kullanırlar.
E.P. Müthiş! Kimilerine göre, şempanzeler zamanlarının yüzde 30’unu kendilerini tımar ederek geçiriyor ve dilin kökeni de burada yatıyor. Ne düşünüyorsun?
J.G. Emin değilim, çünkü tımar ederken dile ihtiyacın yok. Tımar pireleri, tohumları vb. çıkarma işlevi görüyor, ama sosyal bir işlevi de var. İlişkileri yeniden tesis ediyor, yeni ilişkilere temel oluşturuyor, problemli ilişkileri onarıyor. Sakinleştiren bir etkinlik. Genç şempanzeler de tımar edilir. Evrim sürecinde tüy kaybolup tımarlanacak bir şey kalmadığında, bir başka dostça temas biçimine ihtiyaç duyulur. Ama dilin kökenleri insanı büyülüyor. Düşüncen doğru: bizi en yakın akrabalarımızdan en farklı kılan şey sözel dilimiz. Sana Gombe’den bazı sahneleri anlatıyorum, sen hiç orada bulunmadığın halde, onları kelimelerle capcanlı boyayabiliyorum. Çocuklarımıza o an göz önünde olmayan tavırları, insanları, şeyleri vs. öğretebiliyoruz. Beş yıl öncesinden planlar yapıyoruz.
E.P. Şempanzeler esniyor mu? Şempanzelerin esnediğini gördün mü?J.G. Evet, esniyorlar.E.P. Birleşik Devletler’de Maryland Üniversitesi’nden bazı paleontologlar ve fiz
yologlar insanlarda esnemenin işlevini araştırdılar ve hiçbir şey bulamadılar. Esnemenin hiçbir işe yaramadığını ve yalnızca şempanze atalardan devralınmış insan öncesi bir alışkanlık olduğunu söylüyorlar. Şempanzelerdeki işlevi ne?
J.G. Hiç.E.P. Hiç?J.G. Esnemenin hep solumayla ilişkili olduğunu düşünmüştüm.E.P. Esnemeden önce ve sonra yapılan ciğer ölçümlerine göre oksijen seviyesi de
ğişiyormuş gibi görünmüyor. Esneme neden bulaşıcı? Şempanzelerde bulaşıcı mı?
J.G. Hayır, öyle görünmüyor. Bilmiyorum.E.P. Primatolojiye önemli katkılarından söz etsene. Bugün bazıları artık insana
yeni gibi gelmiyor, mesela şempanzelerin de alet kullandığı yolundaki keşfin. Bunu nasıl anladın?
38
N E R D E Y S E İ N S A N
J.G. İnanılmazdı. Özellikle de, başlangıçta sadece altı aylık araştırmaya yetecek kadar para olduğu için. Bu dönemin sonunda bir şey bulamazsak projenin sonlandırılacağım biliyorduk. Bir gün ormanda dolanırken, bir termit yuvasının üzerine eğilmiş bir karaltı gördüm. Dürbünle baktım. Karaltı, bütün şempanzeler içinde en az korkulanı, David Greybeard adını verdiğim şempanzeydi. Bir çimen yaprağını bir şeyi yemek için alet olarak kullanıyordu. Aslında yaptığı şey çimeni kullanarak termitleri yuvalarından çıkarmaya çalışmaktı, böylece onları yiyebilecekti. Peki inanılmaz olan kısmı neresi? Ba- zan bir dal alıp yapraklarını ayıklıyor ve onu termitleri çıkarmak için kullanıyordu -alet icadının başlangıcı. O zamanlar bu inanılmaz bir şeydi, çünkü o zamana kadar sadece insanların alet işleme becerisi olduğuna inanılıyordu. “İnsanlar -alet üreticileri” diye biliniyorduk. Bu yüzden, Louis Leakey’ye telgraf çektiğimde söylediği şu oldu: “Şimdi insanı da, aletleri de yeniden tanımlamamız veya şempanzeleri insan olarak kabul etmemiz lazım. ”S
E.P. Yıllardır insanlarla diğer primatları ayıran özellik arayışı alet kullanımı çerçevesine odaklanmıştı-
J.G. Ki doğru değildi.E.P. Ki doğru değildi! Sonra dil ve iletişimin kesinlikle bizi ayrıcalıklı kıldığını söy
lediler, ki bazı bakımlardan bu da doğru değil.J.G. Hem evet, hem hayır. İletişim konusuna gelirsek: şempanzeler de dahil diğer
hayvanlar ses, jest ve tavır repertuarlarıyla gayet güzel iletişim kuruyorlar. Ama karmaşık konuşma dilimiz söz konusu olduğunda, birçok şey üzerine konuşabildiğimiz, bunların çoğu hakkında bir şey bilmesek de, iliteşim kurabildiğimiz gerçeğini teslim ediyoruz. Çocuklarımıza geçmişte yaşanan olayları anlatabiliyoruz. Gelecek için planlar yapabiliyoruz. Sen ve ben bir fikri tartışabiliyoruz, ikimiz de katkı yapabiliyoruz. Fikrimiz gelişip değişebiliyor.
E.P. Peki şempanzeler böyle çalışmıyor mu?J.G. Biz, bildiğimiz kadarıyla, bu karmaşık iletişimi gerçekleştirebilen yegane ya
ratıklarız. Şempanzeler işaret dilini veya hatta bilgisayar dilini bile öğrenebilirler; dolayısıyla beyinleri muktedir, ama burada bizden ayrılıyorlarmış gibi görünüyor.
E.P. Düşünüyorlar mı?J.G. Evet. Tabii düşünüyorlar!E.P. Bir başka keşfin de, sandığımızın aksine vejeteryan olmadıklarını ortaya koy
du. Sümüklü böcekler ve termitlerin yanısıra memelilerin etini de yiyorlar.
Biz insanlar bilimin gerçeklerini kabullenmeye psİkolojikman böylesine hazırlıksız olmasaydık, şüphesiz şempanzeler bizimle birlikte bizim türümüz altında, mesela H otno gotnbeensis diye sınıflandırılırdı. Aramızdaki benzerlik, aynı türe dahil edilen, mesela Equus (atlar) veya D rosophila (meyve sinekleri) türüne dahil edilen birçok hayvan arasındakinden çok daha fazla.-LM
39
H A Y A T K İ T A B I
Bunu nasıl anladın?J.G. Artık bizim gibi hepobur olduklarını biliyoruz. Bunu ilk yine David Greybe-
ard’de görmüştüm. Bir dağın tepesinden dürbünle onu gözlüyordum. Bir şeyle bir ağaca tırmandı, bunun bir et parçası olduğu belliydi. Bir dişi eti paylaşmak istedi. Ağacın altında ona saldırmaya çalışan iki domuz vardı. David belli ki bir domuzcuk yiyordu.
E.P. Yani et yiyordu?J.G. Evet, et yiyordu ve dişi paylaşmak istemişti.E.P. Seni şaşırtan bir başka keşif? Kitabın duygu dolu. Tabiatın neredeyse ülkü-
leştirildiği bu dünyada, şempanzelerin sadece kendi aralarında şiddetçil olmakla kalmadıklarını, bayağı birbirlerini yiyip öldürebildiklerini de keşfettin! Ama ayrıca iki kabile arasında yaklaşık dört yıl süren bir “savaşı” da, belki daha doğru deyişle, bir “çatışma”yı da izledin!
J.G. Evet. Şok ediciydi. İnceleme altındaki ana topluluk bölündükten sonra yaşandı. Küçük bir grup Gombe’nin güney tarafında yerleşip bu bölgenin kontrolünü ele geçirdi. Kuzey tarafındaki daha kalabalık bölgenin erkekleri, yeni güney tarafına, güneydeki erkeklerin bölgesine adım adım girdiler. Yeni bölgelerinde güneyin erkeklerinden birini bulunca, saldırıp onu yaraladılar ve ölüme terkettiler. Bu şekilde dört yıl sonunda yedi erkek ve üç dişi yokol- du. Galip erkeklerle onların dişileri yeni bölgeyi işgal etti!
E.P. Beni şaşırtan hatıran, kavganın belli bir anında bir şempanzenin ötekine dokunması. Öteki, aynen insanların yaptığı şekilde, sanki o kirli bir şeymiş gibi bir hareket yapmış.
J.G. Evet, bu feciydi! Dişi tekrar tekrar saldırıya uğramıştı, ama ölecek kadar kötü yaralanmamıştı. Yatıştırılmak istermişçesine elini uzattı. Tek yaptığı ona dokunmaktı ve erkek dokunduğu yeri yapraklarla temizledi. Kendi gruplarını ötekilerden açıkça ayırmışlardı. İnsanoğlunun felaketi böyle başladı işte, bir grubu ötekinden ayıran ve savaşların yıkımına götüren şey -b ir başka gruba ait insanlara, onları neredeyse insan yerine koymayan yaftalarla muamele etme kapasitesi. Nazilerin Yahudilere muamelesini hatırlatıyor. Bugün hâlâ yaşanan bir şey.
E.P. Bu şempanze şiddeti bölge korumacılığı kavramından geliyor, değil mi? Bu bölge benim ve “benim bölgeme girenler defedilir”. Stanford Üniversite- si’nde psikolog ve nörolog olan Robert Sapolsky insanlar arasındaki şiddetten sözetti [bölüm 2]. Bunun muhtemelen tarihimizde gerilere giden ve modern zamanlara da direnen politik güç olduğunu, yoksullar üzerindeki güç kullanımı olduğunu söyledi, öyle rezil, öyle sefil bir şey. Kendisi stresi araştırıyor. Politik güç bir şekilde şiddetin kökeni. Fakirlerin zenginlerden daha çok kalp krizi geçirdiğini ve romatizmadan daha çok muzdarip olduğunu be
40
N E R D E Y S E İ N S A N
lirtiyor. Detayları Teaching Company dersleri serisinde. Bu konuda ne hissediyorsun?
J.G. Bu düşünce çizgisini izlemekte zorlanıyorum. Güç arzusu, evet, önemli adamların tipik özelliği ve de önemli erkek şempanzelerin. Her ikisi de gücü seviyor. Ama fakirler belli hastalıklara yakalanma eğilimi gösterdiğinde, bunu sağlıklı beslenme eksikliğine, sağlıksız yemeye bağlıyorum.
E-P. Evet, ama belki bu kötü beslenme, sağlıklı besin eksikliği, zenginlerce dayatılıyor. Senin de katıldığın, yazılarında okuduğum anlayışa göre, şiddetler arasında fark var. Her iki durumda da korkunç. Söylediğin gibi, aynı değil -b ir fark var. Sapolsky’nin anlayışı, şempanzelerde şiddetin tahakkümden ileri geldiği, ama insanlardakinin farklı, daha sefil olduğu yönünde.
J.G. Şiddete bağlı. Şempanzelerin şiddeti, şiddetçil çeteler arasındaki savaşa çok benzer; her ikisinde de bölge, mülk ve dişiler için savaşılır. Şempanze saldırganlığında gördüğümüz bağlam insanlarda da var. Bizde de saldırganlık yaratıyor. Ama işin içine para girip politik bir ağ örüldüğünde, bizim açımızdan durum farklılaşıyor. Şempanzelerin dili yeteri kadar gelişkin değil. Bir şempanze ve bir insan, kurbanlarına aynı saldırganlığı gösterebilirler, ama msanlardaki saldırganlığın daha kötü olduğuna inanıyorum, çünkü temelde, yaptığımız şeyin nihayet fiziksel ve zihinsel bir şiddet mağduru yaratabileceğini biliyoruz. İnsanlar kötülük yapabiliyor, hakiki ve kasti hunharlık yapabiliyor, şempanzelerse o anda olup bitene tepki verirler. Birkaç haftalık planlar yapmazlar. Kimsenin parmağını bükmek veya ırzına geçmek için ya da kimseyi dövmek için plan yapmazlar. Böyle ilerisini düşünmezler.
E_P. Şiddetçil çetelerden söz ettin ve onları “sahte-türleşme” dediğin şeyle ilişki- lendiriyorsun. Bölgeyi ayırıp bölen bu şempanzeler bir çeşit yeni tür mü oluyorlar?
J-G. Düşman bir başka tür olarak kategorize edilince, o düşmana kendi topluluğumuzda asla yapmayacağımız şeyler yapıyoruz. Şempanzeler diğer grupların üyelerine saldırdıklarında, iri yırtıcılara saldırırkenki aynı davranışı sergiliyorlar. Kendi grup üyeleriyle kavgalarda böyle bir şiddet sergilemiyorlar.
E-P. O kadar zalim değiller, diyorsun?J.G. Hayır, o kadar zalim değiller.E-P. Ama uzun zaman kendi türleri arasında yer almış şempanzelere karşı da ay
nı derecede zalim olabiliyorlar, değil mi?J.G. Evet, bir iç savaştaki gibi, içinde bulundukları grubu terketmekle, sahip ol
dukları haklardan vazgeçtiler.E_P. İç savaşlarda öne çıkan zulüm tipini izah ediyor bu.J.G. Evet, iç savaşlar korkunç. Ispanya’dan biliyoruz, tıpkı Büyük Britanya’dan
bildiğimiz gibi.
41
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Daha hoş bir şeyden söz edelim! Tımardan ya da şempanzeler arası sevgi ve analık içgüdülerinden. Bazı primatologlar hayvanat bahçesinde şempanzelerin analık içgüdüsünü araştırdılar. Ve bunun şempanzede içgüdüsel olmadığını buldular, esaret altındayken çocuklarına nasıl bakacaklarını öğrenmeleri gerekiyordu. Bu doğru mu?
J.G. Evet, doğru. Analık davranışı o kadar içgüdüsel değil. Şempanzeler onu annelerinden ya da diğer dişilerden öğreniyorlar. Genelde, iyi bir annesi olan bir şempanze, annesinin bebeğe nasıl davrandığını izlemekle kalmıyor, annenin bir sonraki bebeğine de bakabiliyor. Bu ikinci bebeğe annelik yapıyor ve kendi annesi kadar iyi bir anne olmayı öğreniyor. Ama eğer özensiz, katı, ilgisiz ve oyuna pek yanaşmayan bir annesi varsa, genç şempanze de büyüyünce aynı annesi veya üvey annesi gibi daha düşüncesiz, daha bencil, daha ilgisiz oluyor.
E.P. Ana şempanze müşvik, ilgili ve koruyucuysa, yavrular da büyüdüklerinde nispeten daha güvenli ve mutlu oluyorlar. Aynı insanlardaki gibi. Bunu far- kettin mi?
J.G. Evet, bizim gibi, ki aslında zaten araştırmalar öbür taraftan başladı. Çocuk psikologları ve psikiyatristleri, şempanzeler üzerine yapılan gözlemlerden hareketle başadılar ilk tecrübelerin çok önemli olduğu yolundaki anlayışı incelemeye. Bu önemli bir mesele haline geldi. “Uygar” dediğimiz Batı dünyasında çocuklarımızın maruz bırakıldığı herşeyi -korkunç çocuk bakım merkezlerini, zamanının tamamını ev dışında çalışarak geçiren anneleri, parçalanmış aileleri— göz önüne alınca, ciddi problemleri bulunan yirmi yaş altı bu kadar çocuk olmasında şaşılacak bir şey yok.
E.P. Bu ilk, şempanzelerde gözlendi?J.G. Evet.E.P. Çok takdir ettiğin büyük üstat Louis Leakey’yi hatırlayalım. Ona şempanze
lerin alet kullandığını söylediğinde, daha önce alıntıladığın gibi, “Şimdi aletleri ve insanları yeniden tanımlamalı ya da şempanzeleri insan kabul etmeliyiz” demişti. Çıkarılacak temel ders ne?
J.G. Çıkardığım en önemli ders, nihayetinde bizi hayvanlar aleminin geri kalanından ayıran bir sınır çizgisi bulunmayışı. Gezegende kişilikleri, düşünceleri ve -en önemlisi- duyguları olan yegane varlıklar biz değiliz. Bunu bir kez ka- bullenebilirsek, o zaman bu gezegeni nasıl kullanıp hırpaladığımızı da gözden geçirmeye başlarız. Başka birçok sıradan hayvan da düşünüp hissediyor. Gece uykumu kaçıran yeni yeni pek çok etik soru var. Bu elçileri, şempanzeleri gözlemlemek daha da trajik, çünkü onlar bize hayvanlar aleminden seslenen, kendilerinin de duyguları olduğunu ve bizim dünyamızın bir parçası olduklarını söyleyen elçiler. Evet, onlar bizim bir parçamız. Yokoluyorlar,
42
N E R D E Y S E İ N S A N
tam şu anda, biz konuşurken. Bu çok üzücü. Afrika’da daha yüz yıl önce bir milyondular, şimdiyse sadece 150.000. Bu yüzden öğrencilerimle yürüttüğüm araştırmayı bırakıp, mecburen Afrika’daki sorunlara dikkat çekmek için seferber oldum. Ormanlar yokoluyor; vahşi hayvanlar ticari çıkarlar uğruna öldürülüyor -yabani hayvan eti ticareti nedeniyle. Bu nedenle bizden daha temkinli yeni bir genç kuşağın çıkmasını şiddetle arzuluyorum. Dünya çapında doksandan fazla ülkeyi kapsayan enstitü programımız bu bilimsel gerçeklere dayanıyor.
43
Bir Derece Meselesi
Jordi Sabater Pi ile SöyleşiBir gün tavrımız değişecek, ama o gün vahşi doğada bu harika
memelilerden geriye bir teki bile kalmayacak.Jordi Sabater Pi
Jordi Sabater Pi, hayvanların kendi evrim çizgilerinde ancak bizimki gibi ilerleyebileceklerine inananların düştüğü tuzağa hiç düşmemiştir.
Çocukluğundan beri Afrika’da ve Barselona Hayavanat Bahçesi’nde incelediği şempanzerlerle gorilleri kafasında canlandırırken, “Farklılar, dolayısıyla onlara yerin nasıl süpürüleceğim öğretmenin anlamı yok”, diye mırıldanıyor.
Sabater, Ispanya’da etoloji ve primatolojinin kurucularından biridir. Şempanze ve gorillere ilişkin alan çalışmalarının dünyadaki öncülerindendir. Otuz yılını
Jordi Sabater Pi, Barselona Üniversitesi’nde Psikobiyoloji ve Etoloji Onursal Profesörü’dür.
44
B İ R D E R E C E M E S E L E S İ
Afrika’da geçiren bu büyük natüralistin profili, pek çok popüler bilim kitabı vedergisinde yayınlanan çalışmaları ve güzel çizimleriyle önümüzde durmaktadır.
Eduardo Punset: Gorillerin kötü bir ünü var, değil mi?Jordİ Sabater Pİ: Çok kötü bir ün. Geçen yüzyıla, epey gerilere gidiyor, Paul Du
Chaillu adında Fransa doğumlu Amerikalı bir kaşifin bu barışçıl, uysal hayvanlardaki yırtıcılığı abartmasına dayanıyor.
E-P. Enteresan; bu şempanze, bölmesine geldiğimizden beri, birkaç kez el çırparak dikkatimizi çekmeye çalıştı, iletişim kurmak istiyor sanki__
J.S.P. İletişim kurmaya çalışıyor, nasıl kuracağını bilmese de; ve biz__E-P. Daha da aciziz.J.S.P. Daha da aciziz. Şempanze anlamlı hareketler yapıyor, ama biz ne yapaca
ğımızı hiç bilmiyoruz.E-P. Çocukken ve daha sonrasında hep hayvanlardan tamamen farklı olduğumu
zu işittik. En büyük savlardan biri, insanların aksine, hayvanların konuşa- mayışıydı. Böyle bir önyargı için ne diyorsun Jordi?
J-S.P. Durmadan söyleniyor, ama doğru değil. Bir bariyer oluşturuldu, aşılması nerdeyse imkansız derin bir uçurum. Diğer hayvanların konuşamadığı doğru, ama karmaşık bir iletişim sistemleri var. Esaret altındayken beş yüze kadar farklı kelime kullanabiliyorlar.
E_P. Aralarında?J-S.P. Bizimle. Aralarında mı bilmiyoruz, kendi iletişimleri hakkında fazla bir şey
bilmeden, hep bizim dilimizi öğrensinler diye çabalıyoruz. Bu anlamda hakikaten epey bir eşitsizlik var. Deneysel koşullarda şempanzelere beş yüz kelime öğretebiliyoruz ve şahıs zamirleri kullanmayı beceriyorlar. Bir yandan da kendi sistemlerinin farkındalar.
E-P. Bir diğer sava göre de, hayvanlardan farklıyız, çünkü onların benlik bilinci yok.
J.S.P. Bilincindeler; kendi varlıklarına dair bir fikirleri var. Başkalarından farklı olduklarını biliyorlar.
E-P. Ve şempanzeler aynada kendilerini tanıyor, değil mi?J-S.P. Ayna karşısında kendilerini tanıyorlar ve hatta “ben” nosyonuna sahip ol
duklarını işaret eden göstergeler var: Ben benim, sen da sensin. Biz iki farklı varlığız. Yakın zamana kadar bu hiç bilinmiyordu, ama çok önemli, çünkü demektir ki, beynin evriminde bir sıçrama gerçekleşti: kendini bilme. Şempanzeler mesela ölümün ve kaybın farkındalar. Bir şempanze kaybedilince diğerleri çok kederlenir. Bir anne çocuğunu kaybedince aylarca sürebilen bir depresyona giriyor.
E J*. Şimdi söyleyeceklerimi, Nicholas Mackintosh’un dediği gibi [bölüm 1], ortak
45
H A Y A T K İ T A B I
yüksek akıl diye tanımlamamak çok zor. Okuduklarıma göre, kurak mevsim Afrika’yı vurduğunda, su yokken, kokuşmuş su birikintilerinden uzak durarak enfeksiyon hastalıklarından korunmaları gerektiğini bilen şempanzeler, temiz içme suyu elde etmek için kuyu kazıp kuyu duvarlarına delikler açıyorlarmış!
J.S.P. Evet. Senegal’de, Niokolo-Koba’nın kısmi çöl bölgesinde yürütülen bir araştırmada, son derece kurak bir savanda gözledik bunu. Şempanzeler asla durağan kokuşmuş göletlerden su içmeye yanaşmazlardı. Bunun yerine kuyular açıp taze su içerlerdi.
E.P. Bu kazanılan tecrübe veya yaratıcı beceri diğerlerine nasıl aktarılıyor?J.S.P. Kültürel olarak aktarılıyor. Genç şempanzeler ve diğerlerince gözlemleni
yor, öğreniliyor ve kültürel geleneğin bir parçası olmaya başlıyor.E.P. Hayvanları bir zoolojik gösteriye hapsetmek yerine, onlara bir şeyler öğret
meye çalıştık mı? Süpürmeyi öğrenemezler miydi mesela?J.S.P. Onlara anlamsız gelirdi. Böyle şeyler için yapılmamışlar. Ormanların, sa
vanların, bozkırların, vahşi ormanların vb. evrim çizgisini takip ediyorlar. Kimileri diyor ki, gorillerle şempanzelere insan işlerini yaptırsak, sonunda insana dönüşürlerdi. Onları insanlaştırmaya çalışmak her halükarda saçma olurdu, asla insan olmazlar. Onlar ayrıldı; farklı bir yönde ilerliyorlar ve süpürmelerini gerektirecek bir neden yok.
E.P. Şu şempanzeye bak. Değnek kullanarak bir kayayı kurcalıyor, altında bir şeybulacağını umuyor__
J.S.P. Bir ödül.E.P. Ödül? Sonra değneği çıkarıp ağzına sokuyor, değil mi?J.S.P. Evet. Otuz yıl önce şempanzelerin basit aletler yaptıklarını keşfettik -m e
sela termit yakalamaya yarayan belli uzunlukta çubuklar. Bu kayalar savandaki termit tepeciklerinin kopyasıdır, ama biz termit yerine biraz bal koyduk. Keşfin gösterdiği şey, kültürel olarak, şempanzelerin doğal objelerden nasıl basit aletler yapılacağını öğrenebildikleriydi. Bu kültürel davranıştır.
E.P. Bir yazında diyorsun ki, insanlar bu hayvanlardan çok farklı olmadığı gibi, dahası başlangıçları da çok benzer. Demene göre, tuhaf gelebilir ama, diğer pek çok hayvan gibi biz de ağaç tırmanıcılarıydık.
J.S.P. Ateş keşfedilene kadar, bugün şempanzelerin yaptığı gibi, insanların da ağaçlarda yaşadığına kaniyim ben. Neden? Çünkü gece görüşünden yoksunlar. İnsan retinası çok keskin değil, gece avlanan hayvanlar gibi alacakaranlık ışığını yakalayamaz. Dolayısıyla insangiller, yırtıcılarca yenmek korkusu yüzünden, yerde uyuyamayıp ağaçlara sığınıyorlardı. Yarım milyon yıl önce ateş keşfedildi ve insangiller bu “esaret” biçiminden (daha iyi bir kelime bulamadığım için böyle diyorum) yani ağaç tepesindeki şempanze yuvalarında
46
B İ R D E R E C E M E S E L E S İ
uyuma mecburiyetinden kurtuldu.E.P. Geleceği gözünde canlandır. Diğer hayvanlarla tuhaf ilişkilerimiz açısından
ne görüyorsun?J .S .P . Hayvanlarla ilişkilerimizi tam anlamıyla trajik buluyorum. İnsanın bilgi ve
deneye ilişkin arayışının kökenleri dinî; hayvanlar bizim hizmetkarımız olarak görülüyor ve bu yanlış. Bitkilerle hayvanlar bizim kardeşlerimiz. Ortak epeyce bir DNA’mız var. İnsan DNA’sı bitki DNA’sma çok benzer, memeli DNA’sına fazlasıyla benzer.
E.P. Yakın gelecekte hayvanlara insafsız muamelemiz yüzünden kınanacağımıza inanıyorsun.
J .S .P . Gelecek nesiller bizi kınayacak, aynen bizim yüz yıl önceki köle tacirlerini kınadığımız gibi. Yüz yıl öncesine kadar İspanya’da kölelik vardı.
E.P. Ve sence bir gün-J .S .P . İnsanlık hayvanlara kötü muameleyi yasaklayacak, ama bu nihayet yürür
lüğe girdiğinde, vahşi doğada koruyacak hiçbir hayvan kalmayacak.
47
- 5 -
Karmcalar, Arılar ve Termitler Gibi,
Ama Değişik
Edıvard O . Wilson ile SöyleşiYıkıcı meteor biziz. Bireysel çıkarlarımızdan asla tümüyle
vazgeçmiyoruz; bu yüzden karıncalar gibi bir süper organizma değiliz.Edıvard O. Wilson
Edward O. Wilson’ın çalışma odası Harvard Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Z ooloji Müzesi’nin en güzel katindadır. Etrafı karınca tepeciklerinin fotoğraflarıyla doludur, zira akademik yaşamının büyük bölümü karıncaları araştırmaya adanmıştır ve vardığı —kendince itiraz edilemez- hükme göre, insanları karıncalar, yaban arıları ya da termitler gibi süper organizmalardan ayıran bir tek özellik bulunmaktadır: insangiller kovan veya (bizim durumumuzda) topluluğun çıkarları uğruna, bireyselliklerini savunmaktan asla tamamen vazgeçmezler.
Edward O. Wilson, Harvard Üniversitesi’nde Organizma ve Evrim Biyolojisi Bölümü’nde Pellegri- no Entomoloji Araştırması (Onursal) Profesörü’dür.
48
K A R I N C A L A R , A R I L A R V E T E R M İ T L E R G İ B İ , A M A D E Ğ İ Ş İ K
Eduardo Punset: Binlerce milyon yıldır yaşam az çok öngörülebilir bir şeydi, nitekim siz bilimciler yaşam modelleri geliştirdiniz. Mesela sen Dünya’nın her yerinde bakteri bulunabileceğini ve yüzülecek su olduğunda minik protistle- rin derhal ortaya çıkıp, yırtıcılar gibi onu işgal edeceğini söyledin. Ve evrimi inceleyerek yasaların neler olduğunu öngörebiliriz. Yaşam alanını ele alalım: hacmi ne kadar büyükse, hayvan da o kadar büyük oluyor. İklim ne kadar istikrarlıysa, bölgede o kadar tür oluyor. Gelecek bin yılda yaşamı ve modellerini aynı şekilde öngörebilecek miyiz?
Edward 0. vvilson: Yeryüzünde yaşamın evrimiyle sergilenen müthiş resim genişlemenin resmidir: 3.5 milyar yılı aşkın bir süre önce çok küçük, basit, tek hücreli organizmalarla başlayıp bugüne kadar geldi; deniz suyundan, karaya, tatlı suya ve havaya kadar uzanıyor. Sonuçta bugün yaşam akla gelebilecek her yerde sürmektedir: Nerede su varsa veya olacağı kesinse, orada yaşam vardır -en azından bakteriler, mikroskopik protistler veya mantarlar biçiminde. Yaşam kutuptan kutpa, Antartika’dan Kuzey Kutpu’nun buzul doruğuna, Everest Dağı’nın zirvesinden suyun on iki bin metre altına inen Challenger Derini’ne kadar uzanır. Bu müthiş bir model: yaşam gezegenin tümünü kuşatıyor, akla gelebilecek her doğal ortamda var. Ve bu muazzam zaman aralığını kaplayan yaşam evrimindeki bir başka önemli model de, yaşam formlarının düzenli olarak genişlemesi ve çeşitlenmesidir. Az sayıda türden -değişik bakterilere tür denebilirse- tür sayısının bilinmediği bugüne gelindi. Bilimsel isimleri olan, belirlenip tanımlanmış 1.5 ila 1.8 milyon arası tür bulunduğunu biliyoruz, ama yeryüzündeki türlerin sayısına ilişkin tahmin 3.5 ila 100 milyon arasında değişiyor! Kimse kesin rakamı bilmiyor, doğadaki mikroplar (bakteriler, protistler ve mantarlar) hakkında, aramızdaki en küçük organizmalar hakkında çok az şey biliniyor.
E.P. Ve bu tür çeşitliliğini anlamak kolay değil, çünkü hepimiz ancak birkaçından geliyoruz. Peki öyle bir türdeşlikten nasıl oldu da böyle bir çeşitliliğe vardık? Tür çeşitlenmesinin sebepleri ne? Kendi kendilerini yaratmalarına ne yolaç- tı?
E.0.VV. Anladığımız kadarıyla, bazı türlerin Dünya üzerinde özellikle bir yerde ortaya çıkması belirleyici etkenlere işaret ediyor. Bunları hatırlamanın en kolay yolu ESA6 harfleridir. Baştaki E enerji. Ne kadar enerji varsa -özellikle güneş enerjisi- o kadar tür barındırılabilir. Ne kadar enerji, o kadar tür. Bu yüzden ekvator bölgelerinde, özellikle tropikal bölgelerde, tropikal ormanların en nemli yerleri olan yağmur ormanlarında daha fazla tür vardır, ikinci harf S istikrar [stability]. Bir bölge ne kadar uzun süre aynı kalırsa, yani kaç
Avrupa’da NASA’ya karşılık gelen European Space A'gency'nin [Avrupa Uzay Ajansı] ünlü kısaltmasıyla ESA karıştırılmasın.-LM
49
H A Y A T K İ T A B I
milyon yıl değişmeden kalırsa, tür çeşitliliği o kadar fazla olur. Evrim sürdükçe türler yalnızca çevreye değil, simbiyoz yoluyla birbirlerine de iyi uyum sağlarlar. Birarada daha istikrarlı sistemler oluştururlar. İstikrar etkeni ardındaki sebebi bu. Mesela, binlerce metre derinlikteki tamamen karanlık deniz tabanı, enerji eksikliğine rağmen çok sayıda tür barındırır, çünkü koşullar milyonlarca yıl değişmeden kalmıştır.7 Ve A harfi de alan, aslında hacim kastediliyor. Alan ne kadar büyükse, o kadar farklı tür sağlıklı olarak gelişip serpilebilir. Bu yüzden Karayipler’de yedi kilometre karelik çok küçük bir adada ancak üç ya da dört kertenkele veya bir sürüngen türü bulunabilir. Ja maika veya Porto Riko gibi orta büyüklükteki bir adada yirmi veya otuz, Küba kadar büyük bir adadaysa yüz tür olabilir. Bu önemli bir etken: türlerin yaşayabileceği alan ne kadar büyükse, o kadar fazla tür görülebilir.
E.P. Öyleyse geniş alanlara ve mevcut enerjiye rağmen, devasa nüfus artışları ve çok daha fazla enerji tüketimi nedeniyle bir darboğaza geldip dayandık. Söylediğin gibi, dünyanın geri kalanı da Birleşik Devletler’deki tüketim seviyesine, teknolojik seviyeye ulaşmış olsa, değil bir Dünya, bunun gibi 5 gezegenden fazlası gerekirdi! Ne için? Sanayi kaynakları, gıda ve tatlı su sağlamak için —iktisatçıların “dışsallıklar” dediği şeyler için!
E.O.VV. Son 450 milyon yılda büyük yokoluşlar gerçekleşti. Birini çok iyi biliyoruz: Mezozoik devrin Kretase döneminde, 65 milyon yıl önce, dev bir meteor nedeniyle dinozorların hakimiyeti sona ermişti. Ama daha da büyük bir yoko- luş, 200 milyon yılı aşkın bir süre önce, Permiyan dönemde gerçekleşti. Muhtemelen o da meteor çarpması nedeniyle oldu. Yani yaşam sürekli genişliyor. Sonra büyük bir bölümü yokoluyor. Gözlendiği kadarıyla, bu dramatik değişimler yaklaşık her yüz milyon yılda bir gerçekleşiyor. Ardından, çeşitliliğin tekrar yapılanması için 10 milyon yıl kadar bir süre gerekiyor ve evrim devam ediyor. Büyük yokoluşlardan biri, 65 milyon yıl önce olanı, devasa bir yaşam genişlemesinin peşisıra geldi ki, bu genişleme, biz dahil şimdi memeliler diye bildiğimiz hayvanları, sayısız böcek çeşidini ve çamlarla köknarlar gibi kozalaklı ağaçların yerini alan çiçekli bitkileri üretmişti.
E.P. Toparlanma 10 milyon yıl sürüyor diyorsun?E.O.VV. Evet, yaklaşık 10 milyon yıl -büyük bir yokoluş dönemi ardından başlı
yor. Söylediğim şu: insanoğulları gezegenin dörtbir köşesine yayılmadan önce, muhtemelen 10 ila 20 bin yıl arası bir süre geçti. Tarım devrimi çok yüksek nüfus artışına imkan tanıdı. Muhtemelen şimdiki Holosen çağda veya 10
Güneş ışığı deniz tabanına ulaşmasa da, kimyasal enerji -metan (CH4), hidrojen sülfit (H2S), amonyak >'N1 i 1 ,J ve hidrojen (H2) gibi gazların bakteriyel oksitlenmesi- su altı ekosisteme enerji sağlar. Florida Sahili açıklarındaki soğuk sızıntılar ve derin deniz bacaları gibi ortamlarda hayvan topluluğunun yaşamı bir enerji kaynağına bağlıdır: bazı inorganik bileşenlerin kimyasal oksitlenmesine. (Stewart, 1999) .-LM
50
K A R I N C A L A R , A R I L A R V E T E R M İ T L E R G İ B İ , A M A D E Ğ İ Ş İ K
ya da 20 bin yıl öncesinin hemen evvelinde yaşam çeşitliliği doruğa ulaştı. Sonra biz ortaya çıktık. Büyük meteor biziz.
E.P. Büyük meteor biziz ha?E.O.VV. Evet, biziz. Tam şu an insan etkinliği çeşitliliği azaltmakta ve biz “altıncı
yokoluş”un ilk safhalarını izlemekteyiz. Hakkında onca şey yazılan “darboğaz” bu. Darboğaz, aşırı insan nüfusu, insanlar doğal çevrenin öyle büyük bir bölümünü yoketmekteler ki, diğer türler artık hayatlarını sürdüremiyor- lar. Bunun kişi başına tüketimdeki artışla da ilgisi var, dünyanın her yanında insanlar gıda ve kaynak tüketimini arttırıyor. Kişisel tüketim ile nüfustaki artışın bileşkesi, dünyanın “doğal sermayesi” denebilecek şeyin bertarafı- na yol açıyor. Biz belli bir doğal sermayeyi miras aldık, pazar ekonomisinin bir bölümünü oluşturan ekonomik vasıfta bir mirası devraldık ve şimdi onu harcayıp yokediyoruz. Ama darboğaz meselesinde bir umut ışığı da var, şu an dünyada altı milyardan fazla insan bulunmasına rağmen nüfus artış hızı yavaşlıyor. Göründüğü kadarıyla, belli bir eğitim düzeyine gelen ve bağımsızlığını kazanan kadınlar, kendi hayatları ve sahip olacakları çocuk sayısı üzerinde kendi kararlarını vermeye yöneliyor.
E.P. Çocuk sayısını düşük tutmaya__E.O.VV. Niteliği tercih ediyor ve ağaç tohumları gibi etrafa saçılmış bir kalabalık
yerine, sadece birkaç çocuk sahibi olmaya karar veriyorlar. Ve dünya genelinde kadınlar, özellikle de Avrupa, Birleşik Devletler ve günümüzün Asya’sı gibi sanayileşmiş ülkelerdeki kadınlar, doğurganlık oranlarını ve doğum sayılarını “kırılma noktası” dediğimiz seviyenin altına çekiyor, kadın başına iki çocuğun azıcık yukarısına. Bu noktaya ulaştığımızda nüfus artışımız sıfır demektir. Birleşmiş Milletler dokuz milyarlık bir azami nüfusa ulaşacağımızı öngörüyor, şimdikinin yarım kat fazlasına.
LP. Ve ancak o zaman mı darboğazdan çıkacağız?E.O.VV. Ama mesele, Dünya gezegenini ve diğer canlıların büyük bir bölümünü
mahvetmeden çıkmak, ki yaptığımız şey bunun tam tersi.E-P. Beynimizin darboğazla bağlantılı olduğunu söylüyorsun. Aslında iki şey de
din: beynin çevreye karşı ve türlerin korunmasına karşı şaşırtıcı bir kayıtsızlığı var. Beyinlerimiz çok küçük coğrafi alanlarla ilgili. Üzerine fazlasıyla titrediğimiz tek çevre yakın aile çevresi. Perspektifimiz çok dar, bir, iki ya da üç nesile uzanıyor, beşi geçmez. Ama diğer yandan da beynimiz biyofili8 emareleri sergiliyor?... Doğayla içkin yakınlığımız yani; bu doğru mu?
E.O.VV. Darboğazdaki güçlüğün büyük bir kısmı sanayileşmiş dünyadaki tüketim düzeyinin yüksekliğinden kaynaklanıyor. Bu tüketimin başını Birleşik Dev
samlılara karşı duyulan sevgi: Wilson’ın aynı adı taşıyan kitabında ileri sürdüğü, insanlarla diğer canlılar aramdaki içgüdüsel bağ.-çn
51
H A Y A T K İ T A B I
letler çekiyor. Dediğin gibi, dünyadaki herkesin -yaklaşık altı milyar insanın- Birleşik Devletlerde aynı tüketim düzeyinde yaşaması için dört ya da beş tane daha Dünya benzeri gezegen lazım. Bu durum, tüketimi azaltırken yaşam kalitemizi sürdürmek veya iyileştirmek istersek, karşımıza devasa sorunlar çıkarır. İnsanoğlu şu an bu büyük teknolojik sorunla karşı karşıya. Dünya çapında yaygın olan aşırı tüketim eğilimi, bu saldırgan ve rekabetçi eğilim, insan tabiatının bir dışavurumu. Beynimizin saldırganlık, rekabet, gurur doğrultusunda emir vermesiyle alakalı. Biyolojik tabiatımızın etkisi altında olduğumuza kuşku yok. Bağımsız olduklarında kadınların doğurganlık oranını azaltma eğilimi de insan tabiatının bir özelliğidir. İnsan tabiatının harika, ilahi bir niteliğidir bu. Bir diğeriyse sadece kısa vadeli düşünmektir. Geleceği düşünürken, olsa olsa ancak gelecek nesli ve onu da olsa olsa ancak çok küçük bir alan içinde düşünürüz —kendi topluluğumuz ya da belki kendi ülkemiz içinde. Ekonomi ve kaynak planlaması alanlarında korkunç hatalar yapıyoruz. Bu vizyon eksikliği yüzünden savaş başlatmak ve saldırganlaşmak işten bile değil. Bu sorunları aşmalıyız. En iyi yol kendimizi anlamaktan geçiyor. Mevcut yaklaşım geçmişin bir artığı: İnsanlık küçük gruplar halinde yaşarken ve kabileleri dünya etrafına saçılmışken, saldırganlık faydalı bir davranış türüydü. Darwin’ci bir bakış açısıyla, sağkalım ve üreme elzem olduğuna göre saldırganlık ve rekabetçi davranış çok zekiceydi. Sırf kısa vadeli düşünüyorsak, yapmamız gereken şey işleri yolunda götürüp yarına kadar sağ kalmaktır. Etrafımızdaki düşmanları görmemiz gerekir. Ama şimdi daha fazla bilgi sahibi olduğumuza göre, üstesinden gelmemiz gereken dünya çapındaki sorunları da hesaba katabiliriz artık. Diğer organizmalarla biyosferi, yani bizi hayatta tutan şeyleri yoketme temayülümüzün de üstesinden gelebiliriz. Hepimizin Hitlerleşebildiği ortada. Diğer yaşamları yokederken gelecek insan nesilleri umurumuzda değil belki, ama —tabiri caizse- insan ruhu için, canı için çok önemli olan bir şeyi de yitiriyoruz, insanoğlunun ve tüm hayvanların evrimi hakkında tüm bildiklerimiz şu mantıki sonucu çıkarıyor: insanoğulları olarak bizler nasıl belirli bir doğal çevrede, savan veya tropikal ormanlarda evrildiysek, beyinlerimiz de o çevreye karşı içgüdüsel bir tercih geliştirdi.
E.P. Biyofili dediğin şey.E.O.VV. Evet biyofili, doğru. Biyofili düşüncesini destekleyen pek çok delil var: bel
li doğal çevrelere ve içlerindeki diğer yaşam formlarına yakınlık duyuyoruz. Bu “uygarlığa” gelene kadar epey yol katettik ve daha da ileri gitmeliyiz, ta ki geleneksel doğal çevrelerimizin tadını çıkarmayı, onları el altında tutmayı, hatta gidip oralarda yaşamayı becerebilene kadar.
E.P. Ayrıca pek çok türle aynı genleri paylaşmak da gurur veya keyif verici —diye
52
K A R I N C A L A R , A R I L A R V E T E R M İ T L E R G İ B İ , A M A D E Ğ İ Ş İ K
umuyoruz. Sanıyorum, “canlılar dünyasının geri kalanı” beden ve biz de “zi- hin”iz diye yazmıştın. Biz bedenin geri kalanını korumak için buradayız. Peki bunca yıllık mücadeleden sonra, müsterih misin? İlk kapsamlı kitabında biyoloji ve doğayı davranışın temeli olarak nitelemiştin ve bu otuz yıl önceydi....
E-O.W. Nerdeyse otuz yıl....E-P. Bu biyofilinin, bu ortak genleri paylaşma zevkinin insanlıkta kültürel bir de
ğişim yaratacağından emin misin?E-O.W. Yaratacığım sanıyorum. Zihnin işleyişine yönelik araştırmalarımız saye
sinde insan doğası ve kökeninin anlaşılması, kanımca, bazı derin psikolojik ihtiyaçlarımız olduğunu ortaya çıkaracaktır. Sadece birbirimizle değil, diğer canlı varlıklarla da, yeryüzündeki yaşamın geri kalanıyla da ilişkiler kuruyoruz.
E-P. Yaklaşımının -bence çok enteresan olan- bir başka yönü de, çevreyi korumanın ekonomik yasalara ters düşmediğini açıklamaya, hatırlatmaya çalışman. Diyorsun ki, “Neleri feda ettiğimizi anlamalıyız; şu an bedava olan şeyleri, toprak zenginliğini, iklim düzenini yokediyoruz”, peki ya başka?
E-O.W. Soluduğumuz, canlı dünyaya borçlu olduğumuz havayı. Aslında yıllar önce bir grup iktisatçı ve biyolog yoketmekte olduğumuz doğal dünyanın değerini dolar bazında hesaplamaya çalıştı —su, hava, toprak vs. Ve hesapladıkları rakam yılda otuz üç trilyon dolardı!
E-P. Trilyon!E-O.W. Trilyon, “ T ” ile: yani bin milyar. Dünyanın gayrisafi hasılasına denk; bir
başka deyişle, ekonomik anlamda, insanın tüm dünya ölçeğindeki üretimi. Ve bu bize tamamen bedava veriliyor ve doğal dünyayı yokettiğimizde, onu kendi ekonomik aygıtımızla ikame etmek zorunda kalıyoruz; bir ormanı ya da bir su havzasını yokettiğimizde, olan bu.
E J*. Bedava aldığımız şeyi ...E-O.W. Bedava suyu yokediyoruz, dünyanın her yanında yapılan bir şey; ve sonra
onu filtreleme cihazlarıyla üretmek zorunda kalıyoruz, bu da milyonlarca, yüz milyonlarca dolara maloluyor. Yaptığımız şey, Dünya’yı adım adım basbayağı bir uzay gemisine çevirmek, bir tür olarak içinde rahat edemeyeceğimiz bir araca çevirmek; oturup doğanın tüm bu hizmetleri ayağımıza getirmesine izin veremiyoruz. Sanki uzaydaymışız gibi yaşamak zorundayız, bir uzay aracındaymışız gibi —bir şeyleri çalıştırabilmek için sürekli onarıp, ölçüp, tartışıp durarak. Zır delilikten başka bir şey değil.
E-P. Hazır varolan esenlik yokedildi ve gelecekte esenliği sağlamak için -k i buna kendi türümüzü devam ettirmek de dahil— sürekli bir çaba gerekecek. Yoko- luşlar dünya çapında gerçekleştiğine göre, koruma çabaları nereye yoğunlaş
53
H A Y A T K İ T A B I
malı? Büyük beklentilere kapılmamak lazım: genelde kültürel değişim kısa vadede ciddi getiri sağlayacak kadar hızlı gerçekleşmez. Yakın dönem koruma çabalarımızı nasıl en etkin biçimde seferber edebiliriz?
E.O.VV. Ne yapılması gerektiğini tam olarak biliyoruz. Yıllardır World Wildlife Fund (Dünya Vahşi Yaşam Fonu) veya T be Nature Conservancy (Doğa Koruma Komisyonu) gibi, Dünya çapındaki çeşitli doğa koruma örgütleriyle bağlantılıyım ve sürekli bu konu üzerine kafa yoruyoruz. Bu örgütlerden her birinin yılda yaklaşık yüz milyon dolarlık bütçesi var ve etkinlik kazanıyorlar, ama tabii çok daha fazlası lazım. Aldığımız parayla mümkün olduğunca geniş bir biyoçeşitliliği, mümkün olduğunca fazla türü korumaya çalışıyoruz. Yokoluşları engellemeye çabalıyoruz. Bu türlerin yaşları genellikle bir milyon yılın üzerinde, belki daha da fazla, ama yerleri doldurulamaz. Yoko- lurlarsa, onları bir daha asla göremeyiz, insan zihni açısından ebedi bir kayıp olur. En iyisi, çabalarımızı gelişmekte olan ülkelere yoğunlaştırmak, özellikle de nemli veya tropikal ormanları olan ülkelere, çünkü yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin yarıdan fazlası, gezegen yüzeyinin sadece yüzde 6’sı- nı kaplayan tropikal yağmur ormanlarında yaşıyor.
E.P. Oradakiler tüm türlerin yüzde 40’ı değil mi?E.O.VV. Geniş bölgelerin içinde sıcak noktalar denen yerler, ille de tropikal orman
değil ama çoğunlukla nemli tropikler, bunlar, gezegen yüzeyinin ancak yüzde l ’inden biraz fazlasını kaplıyor. Düşün: Dünya yüzeyinin yüzde 1.4’ü tüm türlerin yüzde 40’ını barındırıyor! Bu yerleri tam olarak belirler ve korursak, o zaman Dünya üzerindeki tüm bitkilerle hayvanların yüzde 40’ını veya fazlasını korumuş oluruz. Buna geri kalan işlenmemiş ana toprak alanlarını da eklersek, yani tropikal orman, savan, Amazon ve havzası, Yeni Gine ve Afrika’daki Kongo havzasından oluşan devasa alanları Dünya yüzeyinin yüzde 1.4’ünü kaplayan yaklaşık yirmi beş sıcak noktaya eklersek -k i bu ölçekte düşünmeliyiz- sıcak noktaların tamamını ve türlerin yüzde 40’ını koruma maliyeti tahminen yirmi beş milyar doları buluyor. Yapılabilir. Yapmamız lazım!
E.P. Süper organizmalardan sözedelim; sana göre biz insanlar bir süper organizmanın parçalarıyız ve Gaya kavramına göre de gezegen kendini düzenleyen bir süper organizma; ikisi arasında ne fark var, yani bir fark varsa?
E.O.VV. İnsan türü bir süper organizma değil, insan toplumuna da süper organizma dememek lazım. Bizimki, okuma yazmanın ve sözleşmelerle anayasa hükümlerinin yolunu açan zeka sayesinde gelişmiş bir memeli toplumu. Kişisel çıkarlarımızı işbirliği içinde ele alma, hatta onları koruma ve geliştirme kabiliyetimiz var. Ama sosyal karıncalar bürokratik hiyerarşi olmaksızın grup için en iyi çözümde karar kılabiliyor.
54
E.P. Ya bizim bireyselliğimiz?E.O.VV. Süper organizma hakkında bir kitabı daha yeni bitirdim ve bu konuyu in
celemek için epeye zamanım oldu. Bir süper organizmanın aslında ne olduğunu da, insanlığın ne olduğunu da biliyorum. Karınca kolonisi bir süper organizmadır. Müthişler, özellikle bazı türler. Harika yaratıklar. Kimi çok karmaşık davranışlar sergiliyorlar ve topluluk üyeleri bu şekilde işbirliği yapıyor. Koloniler on ila yirmi çeşit kimyasal işaret kullanıyor ve yeni bileşenler üretiyor.
E.P. Feromonlar?E.O.VV. Feromonlar; koloni üyeleri onları koklayıp tadıyor ve feromon bileşenle
riyle elliye kadar mesaj üretebiliyorlar. Değişik tipte bireylerden oluşan grupları var ve bunlar belli bir işlevi yerine getirmekte çok iyiler, ama diğerlerinde o kadar iyi değiller. Hepsi birden tek vücut gibi davranıyor ve sonuçta belli türden karıncaların oluşturduğu koloniler nesiller boyunca hep aynı kalıyor. Bir karıncanın beyni, nerdeyse tümüyle, belli bazı iletişimleri kurmaya ve çok spesifik bir şekilde çalışmaya programlanmıştır. Bireyler işlevlerine göre sınıflandırılmıştır, koloni bu sayede hayatta kalabilir: birim, kolonidir. Evrim bir koloniyle diğeri arasındaki rekabet yüzünden devam eder. Bu durumun bir sonucu olarak, koloni bireyleri arasında belli bir uyum ve işbirliği vardır. Ama koloniler daima birbirleriyle savaş halindedirler. Karıncalar Dünya üzerindeki en savaşkan yaratıklardır. Şöyle söyleyeyim: karıncalara nükleer silah versek, haftasında dünyayı havaya uçururlardı. Karıncalarla insanları karşılaştırırsak__
E.P. Ya insanlar?E.O.VV. Karıncalar geç Kretase dönemde ortaya çıkmaya başladılar (65-f38 mil
yon yıl önce) [Tablo 1], Bu dinozorların çağıydı. Sadece ilk karıncaların değil, elli ya da altmış milyon yıl önceki karıncaların da fosillerini bulduk. Bu uzun bir zaman, ama karıncalar hep aynı. Fazla değişiklik olmamış. Başlangıçta ciddi bir evrim olduysa da, son elli milyon yılda değişmemiş karıncalar. Aynı kodlar, aynı modeller...
E.P. Belki yeterlikli olduklarındandır.E-O.VV. Davranış çok daha karmaşık bir hale geldi. İnsanları düşün. En yakın ata
larımızı, yani maymunlara kıyasla gelişmiş yetenekleri olan, ayakları üzerinde duran ve alet kullanan insangilleri hesaba kattığımızda, aşağı yukarı sadece 5 milyon yıldır Dünya üzerindeyiz. Bu çok kısa bir süre. Ama yine de, incelenen organlar içinde tüm zamanların en hızlı evrimlerinden biri, Homo sapiens evresine, yani modern insan türüne ulaştıktan sonra beyinde gerçekleşen evrimdir. Bir şey oldu ve bu primatları şu an insan diye bildiğimiz şeye dönüştürdü. Ve bu süreçte, karıncalar gibi varlıklar haline gelmeyip, bağım
K A R I N C A L A R , A R I L A R V E T E R M İ T L E R G İ B İ , A M A D E Ğ İ Ş İ K
55
H A Y A T K İ T A B I
sız memeliler olmaya devam ettik: her insan kendi çıkarı için çalışıyor. Ve bu bireysellik ve yaratıcılık korunuyor. Dolayısıyla insan toplumu, karıncaların aksine, içgüdülere kısmen dayalıdır. Evet, birçok içgüdümüz var: duygularımızı ve bize neyin hoş göründüğünü büyük oranda insan doğası belirliyor. Toplumlarımızı ve uygarlıklarımızı bu yönergeler temelinde, kutsal saydığımız uzun vadeli sözleşmeler ve anlaşmalarla yarattık. Aramızda anlaşmalar, ilişkiler, sözleşmeler düzenledik ... evet, biz böyle yapıyoruz, ama ...
E.P. Sözünü kestiğim için özür dilerim, ama bunu sosyal primatlardan mı devraldık? Yani, sosyal primatlar bizimkine benzer anlaşmalar mı yapıyorlar?
E.O.VV. Evet, iptidai bir şekilde. Özellikle büyük maymunlar, sosyal olanlar, şempanzeler ve goriller. En çok da goriller ve çok ileri bir şempanze türü olan bo- nobolar. Bizim sözleşme ve anlaşma diye, ittifak diye, hatta vicdan diye bildiğimiz şeyin nüvelerine sahipler. Suç ve ceza nedir ...
E.P. Biliyorlar-E.O.VV. İşte bu bilgi temelinde bir uygarlık yarattık. Bu evrim hızında bile -ve bir
karınca kolonisi gibi davranıp savaşmaya devam ediyor olsak da— toplumsal düzen oluşturma ve bilgiyle teknolojiyi süratle geliştirme kabiliyetimiz, insan kolonilerinde bulunan en kötü özellikleri bertaraf etmek bakımından bize büyük umutlar veriyor—
E.P. Karınca kolonilerinde bulunanları.E.O.VV. Evet, davranışımızın karıncalara benzeyen son kalıntılarını bertaraf etmek
bakımından. Aramızdaki fark bu. Ama tabii zavallı karıncaları anlamamız lazım. Her bir gün, 1 ila 10 katrilyon arası karınca hayattadır! Ve düşün ki, bir karınca da bir insanın milyonda biri ağırlığında. Dünyadaki tüm karıncaların ağırlığıyla tüm insanların ağırlığı aşağı yukarı aynı. Ama karınca beyninin büyüklüğü insanınkinin ancak milyonda biri kadar. Karıncaları takdir etmeliyiz, özellikle de minicik beyinleriyle neler başardıklarını hesaba katınca. Beyinlerini çıkarıp inceleşen, göremezsin bile; toz zerresi gibidir. Ama inanılmaz şeyler başardılar ve bunu son elli milyon yılda çok az değişerek yaptılar.
E.P. Merakımı öyle uyandıran bir şey yazmışsın ki, onu aktarmadan edemeyeceğim. Tam olarak ne anlama geldiğini söylemeni istiyorum: “Ne zaman ki beyin mekaniği -hücrede yaptığımız gibi- kağıda dökülür ve kağıt üzerindekilere dayanarak tekrar oluşturulur, duygularla etik yargının yapı taşları da işte ancak o zaman açığa çıkar.” Ne demek istiyorsun? Beklentin ne?
E.O.VV. Bilim iki aşamalıdır. Birinde davranış ve düşüncenin titiz bir tarifi yapılır, ama diğer aşamada bu son derece karmaşık olgular dizisini alıp temel elemanları ve süreçlerine indirgememiz ve sonra da bunların nasıl biraraya gelip bütünü oluşturduklarını anlamaya çalışmamız gerekir. Bilim hep bir in
5 6
dirgeme ve sentez döngüsüdür. Ciddi bilim indirgeme işlemini ve ardından hiç olmazsa birazcık sentezi gerektirir. Gerçek bilimci —beşerî bilimlerdeki birçok akademisyen ya da ilahiyatçılar katılmayabilir am a- zihni beynin bir ürünü olarak görür, ikisi ayrı şeyler değildir ve fizikseldir. Zihin-beyin fizik dışı değildir. Doğa bilimlerinin diğer yöntemlerini nasıl anlıyorsak, zihni de aynı şekilde anlayabilmemiz lazım.
E.P. Hücreye müdahale ettiğimiz gibi beyne de müdahale edebilme, beynin iç potansiyeline nüfuz edebilme bağlamında, makineyle beyni kaynaştırmak mümkün mü? Biliyorsun artık biyolojik kontrol çağma giriyoruz. Bu yolla çevremizi değiştirip darboğazdan kurtulurduk.
E.O.VV. Beyni en gelişmiş işlemcilerle eşleyip birleştirebileceğimiz düşüncesi, bilimciler ve teknolojik gelecek üzerine düşünenler arasında popüler. Bir makine yardımıyla duygu ve duyuların simülasyonunu çıkarmamız lazım. Bir gün —bireyliği kaybetmeden— çok üstün bir zekanın geliştirileceğini, bunun da çok yüksek işlem yeteneğiyle eşleşmiş bir insan beyni olacağını düşünmekten hoşlanıyoruz. Gelecekte bu olabilir belki. Doğru yapabilirsek, insanlığımızı yokedeceğini sanmıyorum. Peki bu üstün zeka bizi kurtarabilecek ve sorunları daha hızlı çözmemize yardım edebilecek mi? Öyle sanıyorum; insan ilişkileri ve insanın kökeni de dahil olmak üzere, dünyayı daha eksiksiz bir şekilde anlamamızı sağlayacağı ölçüde, evet. Bilgiyi daha hızlı işlemenin akıl yürütme becerimize yardımı olmalı, ki bunu halihazırda internetle yapıyoruz: tüm bilgiyi aynı yere koyuyoruz. Bunu gitgide daha da iyi yapacaksak, bireysel bilgeliğin ve oradan da kolektif bilgeliğin daha çabuk edinileceği umudu var demektir.
E.P. En son araştırmanda altını çizerek diyorsun ki, insanlar, karıncaların aksine, kendilerini insan diye tanımlayıp süper organizmalardan ayıran bir bireyselliğe sıkı sıkıya bağlı. Muhteşem. Şimdiye kadar kimsenin bir cevap bulamadığı bir soru sorabilir miyim sana? Ne oldu da böyle oldu? Türlerin evriminde böyle bir şeyin hiç olmadığını söyledin. Karıncalarla yollarımızı ayırıp, onların zeka tipinden Homo sapiens’inkine sıçramamıza ne yol açtı? Ne olduğunu, birkaç yıl öncesine kıyasla şimdi daha iyi anlıyor muyuz? Kimileri, bir beslenme değişikliği, balık tüketimi olabileceğini söylüyor. Bir şey biliyor muyuz?
E-O.W. Birincisi, insanlığın doğuşu emsalsizdir, insanoğlu gibi bir türü yaratmak bin milyonlarca yıl aldı. O ileri adım biyolojinin büyük gizemlerinden biridir. Ama istisnanın evrimdeki tek örneği değil. Evrim tarihinde büyük bir ilerlemenin gekçekleştiği pek çok durum var. Mesela, araştırmamda tropikal Amerika’daki Acromyrmex octospinosus karıncalarının çalışmasına denk geldik. Bunlar bahçıvandır ve müthiş yer altı bahçeleri yaparlar. Yaprakları
K A R I N C A L A R , A R I L A R V E T E R M İ T L E R G İ B İ , A M A D E Ğ İ Ş İ K
57
H A Y A T K İ T A B I
çiğneyip işlemden geçirerek üzerlerinde mantar oluşturur ve bunlarla beslenirler. Tropikal Amerika’da bitki yiyen hayvanların lideri konumundadırlar. Ama bu, evrim tarihinde yalnızca bir kez oldu. Böyle büyük olaylar nasıl gerçekleşiyor? İnsanların evrimine yolaçan özel koşullar ne? Cevabı bilmiyoruz, ama geleceğin biyoloji araştırmalarında bu çok önemli meseleyi sorgulamaya devam edeceğiz.
5 8
ÇekicilikHayvan atalar Proterozoik zamanın erken dönemlerinde (Tablo 1) choano-
•nastigotes hücrelerden türediler. Yumurtanın spermle döllenmesi gelişimin vazgeçilmez şartı haline geldi. Biz bu olguya cinsel üreme diyoruz tabii. Ama yanlış anlaşılmasın: yerytizündeki pek çok canlıda seks üreme için gerekli veya hatta onunla bağlantılı bile değil. Evrimsel süreklilik hayvanlarda yumurta ile spermin birbirine çekimini gerektirdiği için, döllenme hadisesi bir embriyoyu yaratmadan çok önce, çekicilik atalarımızın en önemli meselesi haline geldi ve bu çıplak gözle görülebilen bir gelişim evresidir. Başarılı çiftleşme davranışını harekete geçiren duygular, eş seçimi ve güzellik üzerine yapılan bu Punset söyleşilerini bu yüzden revkalade büyüleyici buluyoruz. Bilimciler kendi dar araştırma alanlarına ilişkin çıkarsamalarında daha sorumlu, daha ayağı yere basan ve daha güvenilir bir turam sergiliyorlar, kendi alanları dışındaki olgulardaysa daha serbestler. Aşırı derecede düşük yoğunluklu tek bir molekül ölümcül bir cazibe yaratabilir. Embriyo gelişimine yönelik cinsel etkinlikler gösteren mevcut otuz milyon hayvanda cazibenin nasıl bir kimya sergilediğine ve nasıl davrandığına dair öğrenilecek daha cok şey var.
59
- 6 -
Güzellik Ölçülebilir mi?
Victor ]obnston ile SöyleşiVücudun çeşitli bölümlerinde ölçümler yaparsak bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu görebeliriz. Bağışıklık sisteminin bütün türlerde bulunan oldukça hassas bir göstergesidir bu. Asimetri ne kadar azsa,
bağışıklık sistemi o kadar iyidir. Bu yüzden hepimiz daha simetrik insanları tercih ediyoruz, onları daha güzel buluyoruz.
Victor Jobnston
Son on beş yıldır bilim ve teknoloji dünyasıyla içiçeyim —bu kitapta sürekli zikredilen jeolojik zamana göre uzun sayılmasa da, ortalama ömürle kıyaslandığında azımsanamayacak bir süre. Daima ezoterik ve esrarengiz olan bilimsel araştırma sonuçlarının popüler kültürde henüz fazla bir etki yaratmadığını söylemem kim-
Victor Johnston, Las Cruces, New Mexico Eyalet Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesö- rü’dür.
60
G Ü Z E L L İ K Ö L Ç Ü L E B İ L İ R Mi ?
s^yi şaşırtmayacaktır. İnsanların günlük yaşamları bilimsel araştırma konseylerinin anlaşılmaz müzakerelerine aldırış etmeden devam ediyor.
Fakat benzer bir durumun, bu kez tersinden, bilim camiası için de geçerli olduğunu görmek şaşırtıcı: Birçok bilimciye göre, bilimsel buluşlarla insanların rondelik hayatları arasında bir ilişki olduğunu düşünmek abesle iştigal. Bilimcilerin bu ekseriyetince, bilimin hedefi gündelik hayatın sorunlarını çözmek değil, temel bilgiyi daha derinlemesine kavramaktır ve bundan da bir şey çıkması müm- .<un ve gerekli değildir.
Bu düşünce bilimle toplum arasındaki bariyeri sağlamlaştırmaya yarayan bü- vuk bir yanlıştır ve derki yıllarda dağılıp çökecek olan bu bariyeri ilk yarıp geçenler jeologlarla paleontologlardır. Yüz milyonlarca yıl öncesinin kayalarıyla fosillerini kazıp çıkaranlar (modern şehir insanının acil ihtiyaçlarına görünürde bundan daha uzak ne olabilir acaba?) ve insanlığı kendi jeolojik perspektifi içerisine• erleştirenler onlardır. Yaptıkları iş insan kondisyonu ve evrimini basbayağı yeniden tarif etmektir. Sokaktaki adama, kulakları sağır eden trafiğin ortasında kay- rolmuş kişiye, tam olarak nerede durduğunu göstermişlerdir. Böylesine somut bir ceğer katabilen kim var?
Bilimin ve yaşamın tarihinde çoğu kez olduğu gibi, en önemli kişi en iyi bilinen değildir. Bu spesifik alanda pek çok bilimci bile kendi disiplininin kurucusunu bilmez. On yedinci yüzyılda, bilimsel devrim yüzyılında, Protestan ve Katolik •’tahivatçılar —diğer meselelere gelince birbirlerine öylesine katı biçimde zıtken— Dünva’nm başlangıcına ait tek bilgi kaynağının Tekvin olduğu hükmünde birleşi-• orlardı. Bilimciler de “deneysel felsefe”yi mükemmelleştiriyor ve uzak geçmişle dgili bir bilimin varolabileceğini hepsi saçma buluyordu. Cansız kayadan, fosil- .erden yararlanarak canlı organizmaların anlaşılabileceğini gösterme başarısı Ni- colai Stenonis’e ait -ya da daha gösterişsiz, daha yalın biçimiyle Nicolaus Ste- r.o ya (1639-86). Fiollanda, Fransa ve İtalya’da çalışmış bir DanimarkalI olan Steno, bilimsel devrimin ilk anatomisti, jeoloğu, paleontoloğu ve, daha genel anlamca, bilimcisiydi.
Öte yandan, fiilî sonuçlar doğurmamış bir temel araştırma alanı göstermek de çok zor: Einstein’ın 1905’de formüle ettiği E=mc2 denklemi sayesinde, kütlenin Güneş içinde enerjiye dönüştüğü ve bunun da Dünya’daki yaşama enerji sağladığı <eşfidildi. Dünya yörüngesinin Milankovitch döngüleri9, atmosferdeki C 0 2 sevi- ve ölçümlerini anlamamıza ve şu anki C 0 2 yoğunluğunun son üç yüz milyon yıl- dakine kıyasla yükseldiğini görmemize yaradı. Dirac’ın antimadde üzerine düşünceleri pozitron emisyon tomografisi (PET) tekniklerine yolaçtı. Einstein yeni ıızay-zaman geometrisini formüle ederken, saat ritimlerinin çekim kuvvetine bağ-
Periyodik değişiklikleri.—çn
6 l
H A Y A T K İ T A B I
lı olduğunu ve dolayısıyla üst kattaki insanların zemin kattakilerden daha yavaş yaşlandığını keşfetti. İnsan genomunun dizilenmesi —ki soyut bir uğraş varsa, o da budur— daha şimdiden, bir tek gen mutasyonuna dayalı -nadir- hastalıkların tedavisini mümkün kıldı.
Dolayısıyla bu bölümün söyleşilerine, sokaktaki insanın en aşina olduğu konulardan biri -yani güzellik tutkusu- hakkında bilim ne diyor diye başlamamız okuyucu için sürpriz olmayacaktır. Gerçek şu ki, iki insanın bir Pazartesi sabahı arabada giderken birbirlerini görüp aşık olması, bir kültürel kapris ya da sek- sizmden ziyade, beyne işaretlenmiş temel bir içgüdünün tezahürüdür. Bu noktada, ne fosillerin ne de cinsel ayartmanın bilimsel sorgulamadan kaçamayacağını hatırlattığı için, Steno’yu şükranla selamlıyoruz. Sonraki bölümlerde evren ve na- noteknolojiden sözedeceğiz.
Güzelliği nasıl algıladığımız ve bazı yüzlerin neden herkese çekici geldiği üzerine konuşacak en doğru insan heralde New Mexico Üniversitesi’nde biyopsiko- log olan Victor Johnston’dır.
VİCtor Johnston: Tabiatımızın temel bir öğesi: genelde kadınlarla erkekler karşı cinsi çekici bulurlar ve bu hayatın başlangıcında beynimize kazınmıştır.
Eduardo Punset: Nasıl işliyor? Ne tür işaretlere bakıyoruz?V.J. Karşı cinsteki çekici karakteristiklere bakıyoruz. Erkekler düşük testosteron
-erkeklik hormonu- seviyesi gösteren yüzlerden hoşlanıyor. Çekici bir kadın yüzünün, düşük bir testosteron seviyesine işaret eden dar bir alt çenesi vardır ve kadınlık hormonu estrojeni gösteren dolgun dudakları. Yüksek estro- jen ve düşük testosteron seviyeleri doğurganlığın işaretleridir. Yüksek bir doğurganlık seviyesinin belirtisi olan bu hormonal işaretlere sahip bir yüz erkeklere çekici gelir.
E.P. Göğüsle kalça arasındaki 0.66 oram gibi, Milo Venüs’üyle uyuşan bir başka doğurganlık işareti, değil mi?
V.J. Evet.E.P. Neden uzun, sağlıklı saçlar bir başka doğurganlık göstergesidir?V.J. Sır “sağlıklı” kelimesinde. Sağlık doğurganlık için elzemdir. Bir insanın iyi
üremesi için sağlıklı olması lazım; çekici bir cildi ve sağlıklı saçları olmalı. Bu özellikler her iki cinsiyet için de çekicidir.
E.P. Bir şeyi anlamak istiyorum. Beyin reseptörlerinde güzelliğin albenisini ne zaman algılamaya başlıyoruz?
V.J. Bunu belirlemek çok güç. Gelişimimizin çok erken bir evresinde beynimizi etkileyen hormonların, temel olarak testosteronun, beyin yapısını değiştirip bizi hormonal işaretlere karşı daha hassas hale getirdiğini biliyoruz. Bu durumda, beynin çok önceleri, rahimdeyken hormonlardan nasıl etkilendiği sorusu
62
G Ü Z E L L İ K Ö L Ç Ü L E B İ L İ R Mi ?
önem kazanıyor. Belki de beyin hormon etkisine embriyonik yaşamın on üçüncü haftasında maruz kalıyor, fetüs beyninin cinsiyeti belirlendiği zaman. Ve bu kişinin gelecekteki çekicilik anlayışını etkiliyor. Erkek beyinlerini cezbeden şey temelde kadınların yüzleridir; kadınlar için de aynı durum sözko- nusu. Hormonlar sadece beyin gelişimini değil, vücut gelişimini de etkiliyor.
E.P. Ama senin araştırmandan ve de meslektaşlarının yaptığı araştırmalardan anlaşıldığına göre, bebek çok önce, daha iki aylıkken bir şeye cezboluyor.
V.J. Evet. Bebekler çok küçük yaşlarda normal, sıradan yüzlere cezboluyorlar. Ama büyüyüp ergenliğe ulaştıkça, değişiyor ve daha belirgin hatlı yüzlere cezbolmaya başlıyorlar. Kızlar daha erkeksi hatlı yüzlere cezboluyor, erkekler de tersine.
E.P. Doğal seçilim yüzünden insanlar önce ortalama yüze cezboluyor, ama cinsel rekabet başlayınca ortalamayı unutup, daha kadınsı olan kızı tercih ediyoruz diyorsun?
V.J. Aynen. Ortalamanın üstünde bir cazibeyle dikkat çekmen doğal seçilimdir, tavus kuşunun kuyruğunu sergilemesi gibi, ama o kuyruk onun hayatta kalmasına hiç de hizmet etmez. Bu doğal seçilimin değil, cinsel seçilimin ürünü ve karşı cinsi, dişi tavusu cezbetmeye yarıyor. Dişi açısından erkeğin sağlığına ilişkin çok önemli bir göstergedir kuyruk.
E.P. Aslında bir bela olsa bile.V.J. Evet, kuyruk beladır ve kısalığı üreme bakımından bir zaafa işaret eder: uzun
kuyruğu yüzünden fazla yaşamaz tavus kuşu, yırtıcılarca avlanması daha kolaydır. Ama dişiyi cezbetme avantajları, bu kayıpları fazlasıyla telafi eder, dolayısıyla kuyruk bir cinsel seçilim ürünüdür. Erkek ve kadın yüzlerinin fiz- yonomik özellikleriyle ilgili olarak da aynı durum söz konusudur. Karşı cinsi cezbederler, çünkü çok önemli bir mesaj verirler. Kadınların durumunda “doğurganlığa” ve erkeklerdeyse “sağlıklı bağışıklık sistemine” işaret ettiklerini düşünüyoruz. Erkeklerin bağışıklık sistemine erişim kadınlar için önemli, çünkü onun genlerini kendi genleriyle eşleyecekler. Erkeğin genleri iyiyse çocukları hayatta kalacak ve tabii erkeğin genleri de yaşayacaktır. Dolayısıyla kadınlar erkekte immün yeterliğine, iyi genlere ilişkin işaretler arar.
E.P. Yani, altmış bin yıl öncesi için çok mantıklı görünen bu sistemler şimdi bile, hâlâ geçerli. Araştırmalarının bize söylediği şey bana şaşırtıcı geliyor: hoş görünüş bugün hâlâ faydalı.
V.J. Tabii.E.P. Bu tanıtlandı mı?V.J. Çalışmalar şunu gösteriyor: güzellik insanın kolay iş bulmasında veya insan
ların bizimle ilgili kararlarında etkili oluyor. Çekici insanlara karşı bariz bir hoşgörü var. Mahkemelerde daha çekici insanlar daha kısa hapis cezaları alı
63
H A Y A T K İ T A B I
yorlar veya daha sıklıkla masum bulunuyorlar. Güzellik kadro atımlarında da epey etkili oluyor; iyi görünümlü insanlar daha kolay iş buluyor. Adil değil, ama gerçek bu.
Avcı-toplayıcı toplumda şeker seviyorsan olgun meyve yiyip çok sağlıklı bir şekilde beslenmiş olurdun. Bugün şeker, şeker rafinerilerinde, kendisini barındıran gıdadan arındırılıyor. Hâlâ şeker arayışındayız, ama artık bizi öldürüyor. Güzellikte olan da bunun benzeri: Hâlâ güzellik arayışındayız, ama artık ihtiyacımız yok; ihtiyacımız yok, çünkü ilaçlar doğurganlığı arttırabiliyor, doğum kontrol hapları ve güzellikle alakasız birçok başka müdahale doğurganlığı manipüle edebiliyor.
E.P. Ama takıntı ve temel içgüdüler-V.J. Temel içgüdüler kaybolmadı ve belli ki daha uzun bir süre de varolmaya de
vam edecekler.E.P. Pek alakası yok ama, güzelliğin kendine ait bir alanı olduğunu öğrenmek be
ni çok şaşırttı. Bir başka deyişle, uzun boylu ve iyi görünüşlü bir adam benzer cüssede başka bir kişiye yaklaşınca, yarım metrelik bir mesafede duruyor. Ama iyi görünüşlü kişi daha ufak birine yaklaştığında, aynı mesafeye itibar edilmiyor. Sanki iyi görünüşlü uzun kişi, daha ufak adama göre daha geniş olan kendi alanını, kişisel mekanını yanında taşıyormuş gibi.
V.J. Alımlı insanlar daha zeki görünürler. Daha baskındırlar. Tuhaf, ama toplu- mumuzdaki algı böyle. İyi görünüşlü insanlara yol veririz, onlar için kapıları açarız, onlara daha fazla yer açarız, onlara karşı daha hoşgörülüyüzdür, onların daha çok hatasına göz yumarız.
E.P. Zeki kadınların evlenme ihtimali çekici olanlarla aynı mı, bunu araştırdın mı?
V.J. Hayır, asıl olarak insanları çekici yapan fiziksel özellikler üzerine yoğunlaştık. Belli bazı özelliklerin neden çekici geldiğini anlamaya çalışıyoruz, çünkü burada biyolojik bakımdan önemli bir şey olduğuna inanıyoruz.
E.P. Şunu sorayım sana: bir kadının cinsel faaliyetinin adet döngüsüyle düzenlendiğini bir şekilde biliyoruz; ama sana göre, ayrıca kadınların hangi erkek yüzünü seçeceği de “parmak orantısı” dediğin bir şeyle bağlantılı.
V.J. Evet, doğru. Yakın tarihli çalışmalara göre, adet döngüsünün daha yüksek hamilelik riski taşıyan bir döneminde, hemen yumurtlama öncesinde, kadınlar tercihlerini değiştiriyor. Peki ne yönde? Bu rahimdeki testosterondan beynin ne kadar etkilendiğine bağlı.
E.P. Ceninken?V.J. Embriyolojik yaşamın on üçüncü haftası dolaylarında, ceninde testosteron
etkisinin artışı tespit edilebilir hale geliyor. Parmakların ölçümüyle belirleniyor. Bir erkek cenin rahimde ne kadar çok testosterona maruz kalırsa, yüzük
64
G Ü Z E L L İ K Ö L Ç Ü L E B İ L İ R Mİ ?
Parmak indeksi: işaret parmağı
Figür 1. Ceninin Testosterona Maruziyetinden Kaynaklanan Parmak Uzunluğu Oram. Erkek ve kadın
:..en cenin evresindeki hormon akışının tanığıdırlar. Yüzük parmağı ve işaret parmağı uzunlukları ara- - -.daki oran ceninin testosteron maruziyet seviyesini gösterir. Yüzük parmağı işaret parmağından uzun
anlar daha fazla testosterona maruz kalmıştır; birbirine daha yakın uzunluktaki yüzük ve işaret par
la k la r ı veya yüzük parmağının daha kısa olmasıysa daha az testosteron maruziyetine işaret eder.
parmağı o kadar büyüyor. Ve bu onu daha az kadınsı yapıyor. Uzun yüzük parmaklı bir kadın, yüksek hamilelik riski altındayken, daha erkeksi erkeklere cezboluyor, çıkık, köşeli çenesi olan erkeklere. Yaptığı şey sadece “iyi gen”li erkekleri tercih etmek. Daha kadınsı kadınlar, yani yüzük parmağı belirgin biçimde daha kısa olanlar, ters yöne meylediyor. Yumurtlarken, dolayısıyla yüksek bir hamilelik riski altındayken, daha arkadaşça, daha yumuşak erkekleri tercih ediyorlar.
E.P. Kadınlarda parmak orantısının bir ya da birden büyük olduğunu söylüyorsun; yani, işaret ve yüzük parmaklarının uzunlukları eşit ya da işaret parmağı daha uzun. Ve bu genetik olarak belirleniyor.
V.J. Sadece genetik olarak değil, hormonal olarak da. Parmak orantısı, çok erken bir yaşta ana rahminde bulunan testosterona bağlı.
E.P. Peki bu etki, adet dönemi sırasında kadının belli bir yüz tipini seçmesini nasıl belirliyor?
V.J. Ceninken çok yüksek testosteron seviyelerine maruz kalmış bir kadının tipik bir erkeksi parmak orantısı vardır; daha uzun bir yüzük parmağı. Bu kadınlar çok erkeksi erkekleri tercih ederler genelde. Hem günü birlik hem de uzun süreli ilişkiler için erkeksi erkekleri isterler. Hamilelik riski yüksek olduğun
65
H A Y A T K İ T A B I
da da hâlâ çok erkeksi erkekleri tercih ederler. Yani, rahimdeki testosteronla bir ölçüde “erkeksileşmiş” bu kadınlar hayatları boyunca bu tercihleri sergiler. Diğer yanda, daha kadınsı bir parmak orantısına sahip olan kadınlarsa, yani yüzük parmağı işaret parmağıyla aynı veya ondan daha kısa olanlar, erkeksi erkekleri kısa ilişkiler için tercih edebilir, ama uzun süreli bir ilişkiye gelince veya hamilelik riski yüksekken, daha yumuşak, daha sevecen erkekleri tercih ederler. Tipik maço erkeği değil, ortalamaya daha yakın birini seçerler.
E.P. Victor, bu bize nihayet cinsel davranışla ilgili bir anahtar verecek mi? Bisek- süelleri düşünüyorum mesela, heteroseksüellerle kıyaslandığında?
V.J. Bu çok tartışmalı bir konu. Pek çok çalışma, rahimde testosterona maruziye- tin bir sonucu olarak erkek ve kadın beyinleri arasındaki farklılıkları gösteriyor. Eşcinsellerin beyinleri farklı; daha ziyade erkek beyniyle kadın beyni arasında bir yerde. Sonuç olarak, bu hormonal içeriğin beyin yapımızı nasıl etkilediğini ve muhtemelen hayatımız boyunca sergilediğimiz cinsel tercihleri anlamaya başlıyoruz.
E.P. Bazı evrim psikologlarına göre, parmak oranı belki de sadece doğal seçilimin bir yansıması, daha uzun bir yüzük parmağı orta parmağa istikrar kazandırıyor ve böylece mesela taşlar veya oklar üzerinde insana daha fazla kontrol sağlıyor. Bir varsayım.
V.J. Bu parmak oranının sperm sayısı gibi faktörlerle bağlantısına ilişkin deliller giderek artıyor. Daha uzun yüzük parmakları (yani parmak oranı daha düşük) olan erkeklerde sperm sayısı daha fazla mesela. Parmak oranı atletik yeterlikle de ilişkili, özellikle koşucuların durumunda: parmak oranına bakarak bir yarışı kimin kazanacağını aşağı yukarı tahmin etmek mümkün. Bir BBC programında, parmak oranını nasıl yorumlayacağını bilen bir araştırmacı, bir yarıştan önce kimin kazanacağını söyleyebilmişti. Yani bu parmak oranı büyüklüğü pek çok erkeksi özellikle ilişkili. Dolayısıyla objeleri atması gereken bir ele istikrar sağlamaktan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum: parmak oranıyla ilgili temel bir şey var ve bu birçok farklı davranışta kendini gösteriyor.
E.P. Güzelliğin böylesine önceden belirlenmiş olması hayret verici. Mesela —hatalıysam düzelt— insanlar genellikle kısa, şişko adamları beğenmezler; uzun bacaklı ince, uzun adamları beğenirler. Bunun geçmişte, tropikal iklimde, düşük bir deri-vücut-kütlesi oranı gerektiren bir yerde koşucu olmamızdan kaynaklandığı doğru mu?
V.J. Sanırım kısmen doğru bu. Ergenlik çağında uzamayı, büyümeyi sağlayan şey testosterondur. Dolayısıyla, uzunluk daima yüksek testosteron seviyelerine maruziyetin bir göstergesidir. Genelde uzun, esmer, yakışıklı adamları beğe
6 6
G Ü Z E L L İ K Ö L Ç Ü L E B İ L İ R Mİ ?
niriz: bunun muhtemelen iyi partner olacakları anlamına gelen fizyolojik sebepleri var.
E.P. Ya renk? Esmer tenli ya da siyah...?V.J. Çoğu toplumda insanlar ortalamadan daha açık bir cilt tonunu tercih ediyor
lar. Bu anlamlı bir işaret olabilir. Koyu cildi yaşlılıkla ilişkilendirme temayülü var, bazı insanlar daha açık bir rengi tercih ediyor, çünkü bir şekilde bunun gençliğe işaret ettiğini düşünüyorlar. Bilmiyorum.
E.P. Ve doğal seçilim bağlamında, soluk cildin güneş ışığını emmeye yaradığı söyleniyor; böylece insan daha fazla D vitamini alıyor. Mantıklı gibi.
V.J. Evet, bu doğru. Kuzeye yöneldikçe daha soluk ciltler buluyoruz, muhtemelen daha fazla güneş ışığı emebilmeye ve D vitamini üretimini arttırabilmeye yarıyor.
E.P. Senin araştırmaların ne diyor?V.J. Hormonal etkilerin beyin yapımızı değiştirdiğini gösterdik sanıyorum. Deği
şimler yaşamın çok erken bir devresinde gerçekleşiyor. Ve erkeklerle kadınlar arasında temel bir fark var: hormonal etkiler nedeniyle beyin yapısında bir fark meydana geliyor. İnsanı büyüleyen şey, bu hormonal değişimlerin ilerki hayatta eş seçimimizi etkilemesi. Sanırım araştırmamızda yapmaya çalıştığımız şey bunun nedenini kavramak ve çekiciliği etkileyen hormonal sinyalleri tespit etmekti —ki bunlar uzak geçmişte rahimde gerçekleşen fizyolojik bir fonksiyonun ürünüdürler.
E.P. Rahimde gerçekleşiyorlar. Peki fiiliyatta kozmetik ürünler, moda ve estetik ameliyat aracılığıyla hormonlara maruziyetin bu nihai ürünlerini, bu sinyalleri değiştirince ne olacak veya oluyor? Saçımız, dudaklarımız, gözler arası mesafe? Bu değişiklikler sosyal değişimlere yol açıyor mu? Normal ve sosyal değişimler uyumlu mu?
V.J. Her kültürün kendi güzellik prototipi var. İncelenen tüm kültürlerde tanık olduğumuz şey, tüm tarih boyunca insanların daha çekici görünmek için görünüşlerini değiştirmeye çalışması. Bu yeni bir şey değil, şimdi sadece daha iyi ve daha hızlı yapabiliyoruz. Yüz ve vücutla eskiye göre çok daha fazla oynayabiliyoruz, ama bütün değişiklikler biz insanoğullarının tarih başlayalı beri izlediği eski şablona hâlâ uyuyor. Gerçekte olduğumuzdan daha çekici görünmek için görünüşümüzle hep oynadık! Uzun zamandır Tabiat Ana’yı kandırıyoruz. Kısacası, artık doğanın doğurganlığa işaret etmesine ihtiyacımız yok. Yüz, geçmişte doğurganlığın bir göstergesiydi; şimdi yüz ve vücut göstergeleri o kadar gerekli değil, çünkü doğurganlığı ilaçlarla kolayca ma- nipüle edebiliyoruz.
E.P. Ama doğurganlık işaretlerini aramaya devam ediyoruz.V.J. Evet, hâlâ cezboluyoruz, artık cazibe gerekli bir sinyal olmadığı halde. Sanı
67
H A Y A T K İ T A B I
rım daha uzun bir süre de fiziksel görünüşümüzü değiştirmeye devam edeceğiz.
E.P. Bana çok enteresan gelen bir başka faktör de simetrinin bir güzellik göstergesi oluşu. Simetrinin doğurganlıkla ne alakası var? Ama bizi cezbettiği kanıtlandı işte.
V.J. Önemli olan simetri değil, asimetrinin derecesi, niteliği. Farklı vücut bölgelerinin, mesela kollar, bacaklar ve yüzün, sağ ve sol yanlarını ölçersek, bir insanın ne kadar asimetrik olduğunu görürüz. Simetri tüm türlerde bağışıklık sisteminin çok hassas bir göstergesidir. Sanki mükemmel bir bağışıklık sistemiyle doğuyoruz ve simetri gelişim sürecinde virüslere, bakterilere ve parazitlere maruz kalıyor. Biyolojik bir plan: simetri kaybolmuşsa, bu belki de bağışıklık sisteminin bozulduğuna bir işarettir. Onun için daha simetrik insanları tercih ederiz, çünkü bu bağışıklık sisteminin niteliğini gösterir. Ve mesela bir erkeğin yüzündeki geniş bir alt çene gibi hormonal göstergeler, az salınındı bir asimetriye karşılık gelir. Bir başka deyişle, geniş alt çeneli erkekler daha simetriktir ve iyi bağışıklık sistemlerine sahiptirler. Çekici olmalarının bir sebebi budur.
E.P. Aşağı yukarı simetri kadar ciddi bir başka gizem daha var: feromonlar veya parfümler meselesi. Renk algısı geliştiren türlerin feromon veya parfüm algısını unuttuğunu duydum. Bu varsayıma göre, sosyal primatlar olarak renk görme yeteneği geliştiren bizler de aynı nedenle kokuları algılama ihtiyacı duymuyoruz. Doğru mu bu? Bunu inceledin mi?
V.J. Parfüm endüstrisinin seninle aynı görüşte olduğunu sanmıyorum. Şöyle bir düşünürsek, vücudun büyük bölümünde tüyler kayboldu, ama yüzdekiler duruyor, bu tuhaf. Ergenlik çağma gelince erkeklerin sakalı ve bıyığı çıkıyor. Ergenlik çağındaki bir erkeğin yüzünde akne, yani açılıp kimyasal madde üreten büyük bezeler oluşur ve bu kimyasal madde de geniş bir sakal ve bıyık alanına yayılır. Bu çok geniş yüz alanı koku yaymaya uygundur. Öpüşürken dudaklarımızı birleştiririz ve sakalla bıyık öptüğümüz kişinin burnunun tam altında kalır. Bu noktada, koşullara bağlı olarak, bu feromonları hâlâ kullandığımızı ve karşı cinsi etkileyen kimyasal maddeler ürettiğimizi söylemek mümkün. Bu alan hâlâ iyi anlaşılmış değil, ama bezelerimizde ayrışan androsterol gibi bazı kimyasal maddeler yalnızca adet dönemlerinin belli zamanlarında kadınlarca algılanır. Bir tür kimyasal etki söz konusu. Evet, deliller hâlâ zayıf ama, karıncalar gibi biz de cinsel uyarım sistemimizde fero- monları hâlâ kullanıyor olabiliriz, bu ihtimali yok saymıyorum.
6 8
- 7 -
Mutluluk Bilimi
Daniel Gilbert ile SöyleşiBizi... “zalim talibin mancınığı ve okları”ndan koruyan bir psikolojik
bağışıklık sistemi var, ama farkında değiliz.Daniel Gilbert
Eduardo Punset: Amerikalı büyük parazitolog Lawrence Ash ile beraberdim birkaç ay önce. Kurtçuklarla diğer parazitler hakkındaki sözleri üzerine, “Bak, seninki dünyanın en berbat mesleği” deyince güldü. Ama seninki, yani mutluluğu incelemek de dünyanın en harika mesleği değil belki? Mutluyken veya mutsuzken bize ne olduğunu gerçekten biliyor musun? Mutluluğu inceleyebilir miyiz gerçekten Daniel?
Daniel Gilbert: E, biliyorsun, insanları incelemek, birçok sebepten ötürü, parazitlerle diğer hayvanların incelemeye göre tabii daha girifttir; birincisi, insan-
..ı^aıel Gilbert, Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Toplumsal Biliş ve Duygu Labora- ■ü t i yöneticisidir.
69
H A Y A T K İ T A B I
lar çok daha karmaşık organizmalardır. İnsanlar incelenmeye cevap verir, paraziderse vermez. Parazider kendilerini izleyip izlemediğine aldırış etmez; insanlar eder. Ve ayrıca tabii, insanlarla uğraşırken, özellikle de mutluluğu inceliyorsan, içlerindeki gözlemlenemeyen bir şeyle ilgilisindir. Duygularını söz ve davranışlarıyla sana açmaları gerekir. Dolayısıyla evet, parazitleri parçalayıp içlerine bakabilirsin, ama insanların içini açıp mutluluğu göremeyiz. Tüm bunlar yüzünden mutluluğu incelemek çok meşakkatli bir iş, ama tabii aynı zamanda çok da tatmin edici.
E.P. En çok nelerin üzerinde duruyorsun? Demek istediğim, mutluluk hakkında bilgi toplamakla ünlüsün ve “içlerindeki gözlemlenemeyecek bir şey”i görmekle, hatta ölçmekle. O şeye “şok abartısı” [impact bias\ diyorsun? Sevgi, şefkat veya mutluluğa dair öngörüde bulunmaya çalıştıklarında insanların hep yanılmaları durumu. Daha fazlasını bekliyorlar, büyütüyorlar. Neden oluyor bu? Ya da nasıl?
D. G. Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım. Birincisi, ne kadar mutlu olacaklarını veilerki bir hadise nedeniyle ne kadar zaman mutlu kalacaklarını öngörmeye çalışırken insanların hatalar yaptığı doğru. Bu hataların enteresan yanı hep gelişigüzel olmayışları. Malum, dart tahtasında göbeği ıskalamanın enteresan bir yanı yok; herkes ıskalar. Ama eğer herkes bir metre solundan ıskalıyorsa, o zaman orada bilimcilerin inceleyeceği enteresan bir şey var demektir. İnsanlar gelecekteki mutluluklarını tahmin etmeye çalıştıklarında, hep bir metre soldan ıskalıyorlar. Hatalarının çizdiği grafik oldukça spesifik. Ve söylediğin gibi, ilerki mutluluk veya mutsuzluklarını büyütme eğilimi var. Dolayısıyla, bu hataların her ikisi de büyütme hatası.
E. P. Ama Daniel, şaşırtıcı olan, bu hataları en sıradan, en bildik konularda yapmaları. Yani âşık olur veya oy verirken - “Partim kaybederse başka bir ülkeye göç ederim”- ya da bunun gibi şeylerde. İnanılmaz bir şey; yani demek istediğim, artık bilmeleri lazım, çünkü her gün aşık oluyorlar, her yıl oy veriyorlar.... Ve yine de bu hatalar tekrarlanıyor.
D.G. Evet. İnsanların dikkate değer, enteresan bir özelliği de, çoğunlukla aynı hatayı iki kez yapmaları. Ve ardından üçüncü kez yapmaları. Ve ardından dördüncü kez yapmaları. Ama hataya düşmemek, sandığın kadar da basit bir şey değil, çünkü hatadan kaçınabilmek için insanın o hatayı yaptığını itiraf etmesi lazım. Araştırmalarımıza göre, insanlar ne kadar mutlu olacaklarına dair yanlış tahminler yapıyorlar, ama aynı zamanda ne kadar mutlu olduklarına ilişkin hatıraları da gerçeği yansıtmıyor. İnsanların “geleceğe bakışları”, yani geleceğe ilişkin öngörüleri ve “geçmişe bakışları”, yani geçmişe ilişkin hatıraları çoğunlukla gayet uyumludur. Tek mesele, ikisinin de gerçek tecrübelerine uymaması. Sana bir örnek vereyim: Seçimden önce seçmenlere,
70
M U T L U L U K B İ L İ M İ
adayları kaybederse ne hissedeceklerini sorarsan, “Berbat olurum, bir ay kendime gelemem!” derler. Seçimden bir ay sonraki gerçek duygularını tahlil edinceyse bir şeyleri olmadığını görürsün. İkinci bir ay daha geçince seçimden bir ay sonraki duygularını nasıl hatırlıyorlardır acaba: “Berbattı!”. Yani -psikolojide dediğimiz gibi- hatayı görmezden gelebilirsin, çünkü bizler “kendini-silicileriz” ve hata yaptığımızı farketmiyoruz.
E.P* Dinle. Sanırım demiştin ki, bu mutluluğu abartma veya öngörme işinde insanı en kötüye veya en iyiye hazırlayan bir tür psikolojik bağışıklık sistemi devreye giriyor -evet, mecazi anlamda. Doğru mu bu? Bu bağışıklık sisteminin ne olduğunu tespit ettin mi?
D. G. Evet, kesinlikle. İnsanların mutlu olmak istemesi, mutluluğu araması ve bulamayınca imal etmesi Aristotales’ten beri mutluluk üzerine düşünen herkesin dile getirdiği bir gerçektir. Bu yeni farkedilen bir şey değil. İçinde bulunduğumuz dünyadan hoşnut olmak amacıyla, bu dünyaya bakış açımızı fevkalade başarılı bir şekilde değiştirebiliyoruz. Dolayısıyla bir adaya karşı oy verirken, “Üçkağıtçı, hırsız, aptal, yalancı— ” diye düşünürsün. Ama kazanınca, “Doğru, onu pek sevmem ama, muhtemelen yine de mevcutlar içinde en iyilerinden biri” dersin. Meşrulaştırmanın bir yolunu buluruz; olayları, kendimizi birazcık daha iyi hissetmemizi sağlayacak şekilde yorumlamanın bir yolunu buluruz. Bizim keşfettiğimiz ve Aristotales’in bilmediği şeyse insanların, dünyaya bakış açılarını değiştirebilme konusundaki yeteneklerinden habersiz olması. Bu konuda her birimiz çok iyiyizdir, ama pek azımız bunu yaptığımızı farkediyoruz. Pek azımız bunu yaparken kendimizi yakalıyoruz, pek azımız şimdiye kadar yaptıklarımızı hatırlıyoruz. Yani, adeta görünmez bir yeteneğimiz var, görünmez bir kalkanımız. Bizi -Shakespeare’in dediği- “zalim talihin mancınığı ve okları”ndan koruyan bir psikolojik bağışıklık sistemi var, ama farkında değiliz. Kendi duygusal davranışlarımızı ön- görmede hepimiz yanlışlar yapıyoruz. Geleceğe doğru yapayalnız ilerlediğimize inanmamızın sebebi kısmen bu. Beyinlerimizde her birimizin bir müttefiki, bir dostu, bir yardımcısı var. Gelecekte başımıza kötü bir şey gelirse, beynimizdeki bu yardımcı o kötü şeye rağmen iyi olmamızı sağlar.
E. P. Dediğine göre, o zaman beynin varoluş sebebi bizi mutlu etmek değil. Beyin... bir dakika, kendi sözlerini aktarayım: “Beyin bizi derli toplu tutmak için var”, tam şimdi dediğin gibi. Fazla heyecanlanmayalım veya üzülmeyelim diye beynin bize ayar çektiği doğru m u...? Çalışma şekli bu mu?
D.G. Sanırım evet; bilimcilerin mutluluk gibi duygular hakkında bildiklerini doğruca özetledin. Duygularla yaşıyoruz, hep mutlu olmak istiyoruz. Duygularımızın ne işe yaradığını, memelilerde ne anlama geldiğini düşünelim. Mesela beynimizin en ilkel bölümlerince kontrol edildiklerini biliyoruz, diğer tüm
7i
H A Y A T K İ T A B I
memelilerle paylaştığımız bölümlerince. Hatta memeli olmayan bazı hayvanlarla paylaştığımız duygular ve beyin bölümleri bile var. Duygular niye var? Bugün evrimsel biyoloji ve evrimsel psikolojide duyguların bir yönlendirme sistemi olduğunu düşünüyoruz. Bir hayvanı ilerlemek veya geri çekilmek ya da yeryüzündeki bir uyarandan kaçınmak yolunda ikaz ediyorlar.
E.P. Savaş ya da kaç?D. G. Savaş ya da kaç. Yani duygular bize belli bir yönü işaret eden bir tür zihinsel
pusula. Hep kuzeyi gösteren bir pusula işe yaramazdı herhalde. Aynı şekilde, duygularımız da sürekli “mutsuz”da durmuyor. Dünyanın değişkenliği karşısında yararlı bir klavuz olmaları lazım. Bir organizma olarak bizim açımızdan, çoğalabilmemiz veya sağ kalabilmemiz açısından, dünyadaki bazı şeyler iyi, bazıları da kötüdür. Ve eğer insan sürekli mutluysa, normale hiç dönmüyorsa, o zaman duygular neyin yararlı olup neyin olmadığını doğru algılamıyor demektir. Sürekli tek bir duyguyu yaşayamayız; duygular evrilip dalgalanırlar, bir pusulanın iğnesi gibi.
E. P. Mutluluk -ısrar etmek gibi olmasın- duyguyla ortaya çıkan bir şey değil miaslında? Tüm duygular gibi mutluluk da geçici. Demek istediğim, ebedi mutluluk yok. Söylediğin bu mu?
D. G. Ama ebedi mutsuzluk da yok.E. P. O da yok! Doğru!D. G. Evet, bu çok önemli. Burada neden bahsettiğimizi anlamamız da çok önem
li: Çoğu insan için çoğu zaman geçerli olan şeyi dile getiriyoruz burada. İnsanların duyguları fevkalade karmaşık ve insanlar arasında bir dağılım söz konusu. Düşünebileceğin veya ölçebileceğin her düzlemde birbirimizden farklıyız. Senin TV programını seyreden biri çoğu zaman mutlu olabilir. Bir başkası çoğu zaman son derece mutsuzdur. Dolayısıyla, duygusal kuralların istisnaları olduğunu anlamamız lazım. Ben burada çoğu insandan, çoğu zamandan sözediyorum.
E. P. Şu bağışıklık sistemlerinden, “psikolojik bağışıklık sistemi”nden bahsediyordun. Ve anlaşılan -lütfen beni düzelt- insan bir facianın etkisi altındayken, mesela bacağı kırıldığında veya herhangi bir ciddi sorunla karşı karşıya olduğunda, mutluluk ve iyileşme mekanizması önemsiz gündelik sorunlarda olduğundan farklı işliyor, mesela bulaşıkları masada bırakmam gibi durumlarda daha değişik. Yani, diyorsun ki, insan çok ciddi sebepler yüzünden mutsuz olabilir ve sonra bu oto-immün sistemi devreye girer veya insan önemsiz sebepler yüzünden mutsuz olabilir ve mutsuzluğu o kadar derinden hissetmez. O zaman da bu bağışıklık sistemi devreye girmez ve sonunda insan kırık bir bacakla veya başka ciddi bir problemle olduğundan daha mutsuz olabilir. Bu doğru mu?
72
M U T L U L U K B İ L İ M İ
D. G. Evet. “Psikolojik bağışıklık sistemi”ni laboratuar deneylerinde gösterdik. İnsanların da gündelik hayatlarında gözlemlediğini sanıyorum. Psikolojik bağışıklık sisteminin paradokslarından biri, fiziksel bağışıklık sistemi gibi, tetiklenmesi için kritik bir ızdırap seviyesinin, ciddi bir meselenin gerekmesi. Bu demek ki, gerçek bir dram yaşadığımızda, bizi gerçekten üzen, yaralayan ve özsaygımızı veya mutluluğumuzu tehlikeye sokan olaylar yaşadığımızda harekete geçiyor psikolojik bağışıklık sistemi. Boşanma, bir ebeveynin kaybı ve iş kaybı insanın hayatta başına gelebilecek çok büyük hadiselerdir. Ve bunlar olduktan sonra süratle psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçirilir. Ve bu da kişinin mutluluğu yeniden yakalamasına yardım eder. Küçük dramlar —İngilizcede “annoyances” dediğimiz şeyler— bu psikolojik bağışıklık sistemini harekete geçirecek kadar güçlü değildir. Dolayısıyla sadece birazcık üzerler, ama birazcık üzmeye devam ederler. Belki de daha iyi şöyle söylenebilir: insanlar çok küçük dramları rasyonalize etmez. Ama büyükler, mesela karımın beni terketmesi, sistemi harekete geçirir. Sistem harekete geçirilince şöyle derim: “Aslında hiç bana göre değildi zaten, zaten o olmadan da mutluyum.”
E. P. Evet, psikolojik bağışıklık mekanizması harekete geçiyor.D. G. Evet, dünyana farklı gözlerle bakmanı ve farklı hissetmeni sağlayan yeni ba
zı hikayeler kurguluyor. Ayakkabı bağını koparınca “Onsuz daha iyiyim” demezsin. “Hay aksi, yeni bağ lazım, sabahtan beri ayakkabı ayağımdan çıkıyor” dersin. Yani küçük rahatsızlıklar, büyük sorunlara nazaran, insanlarda daha uzun süreli sıkıntılara yolaçıyor. Hastalık da iyi bir örnektir. Ayağını kırarsan, bu konuda bir şeyler yapman gerekir. Evet, bu büyük bir müşkülattır ve hastaneye gidip gereğini yaptırırsın. Alta ayda ayağın iyileşir. Ama sorun sadece dizinle ilgili küçük bir şeyse, şöyle düşünürsün: “Yaşlandıkça böyle şeyler olur__Doktora gidecek kadar önemli değil___” Fazla canyakmaz, ama durmadan, sonsuza kadar can yakar, çünkü bu konuda hiçbir şey yapmazsın. Psikolojik bağışıklık sisteminin mantığı tam olarak budur. Dram yeteri kadar büyük değilse, psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçirilmez. Ve harekete geçirilmeyince de, bizi dramdan kurtarmak için hiçbir şey yapmaz.
E. P. Daniel, farketmediğimiz bir şey daha var anlaşılan. Söylediklerinden hareketle, bir insanın daha fazla seçeneğe sahip olması, onun daha mutlu olacağı anlamına mı geliyor? Tam olarak ne demek istiyorsun?
D.G. Psikolojik bağışıklık sistemine sahip hayvanlar olduğumuzu anlayınca şu tip sorular sormaya başlıyoruz: “Ne tür olaylar bağışıklık sistemimizi tetikliyor? Ve ne tür durumlar onu tutukluyor?” Birçok seçeneğimiz olduğunda, psikolojik bağışıklık sistemi tutuklanır. Fikir değiştirmekte özgürsek, psikolojik
73
H A Y A T K İ T A B I
bağışıklık sistemi pek harekete geçmez. Psikolojik bağışıklık sisteminin -psikologlar elli yılı aşkın bir süredir bilmektedir ve deneylerle saha çalışmalarında göstermişlerdir ki— en iyi çalıştığı zaman, seçeneğimizin olmadığı zamandır, ciddi bir soruna saplanıp kaldığımız zaman. Mesela, seçim öncesi insanlar karşı adaya ve partisine sıcak bakmaz. Ama seçim bitti mi, yapılabilecek bir şey olmayınca__
E.P. Saplanıp kalırlar.D. G. Saplanıp kalırlar. Seçim sonuçlarından sonra bir yolunu bulup, aniden onun
o kadar da kötü olmadığını, aslında bazı mükemmel nitelikleri olduğunu vs. söylemeye başlarlar. Meşrulaştırma işini deneysel olarak tanıtlamak çok kolay ve bunu bir örnekle göstereceğim sana.
Bir öğrenci grubuna fotoğraf çekmeyi ve işlemeyi öğrettik. Bizden fotoğrafçılık üzerine uzun süreli bir eğitim aldılar. Kursun sonunda her biri sekize on [inç], siyah beyaz ikişer güzel görüntü elde etmişti ve bunlara çok önem veriyorlardı. Öğrencilere onlardan sadece birini alabileceklerini söyledik. Sadece biri kendilerinde kalabilirdi, diğerinin bizde kalması gerekiyordu. Öğrencilerin yarısına, seçim yaptıktan sonra karar değiştirebileceklerini ve fotoğrafları memnuniyetle değiş tokuş edeceğimizi söyledik. Diğerlerineyse, seçim yaptıktan sonra artık geri dönüş olmadığını bildirdik. Bütün öğrencileri izlemeye aldık ve ikinci gruptakilerin fotoğraflarını ne kadar sevdiklerini, tercihlerinden ne kadar memnun olduklarını gördük. Sonuçlar çok açıktı. Seçim şansı olmayan insanlar, yani fotoğraflarını değiştiremeyenler çok daha mutluydu. Seçenekleri olan öğrencilerse iki arada bir derede kalmaktan kurtulamamıştı. “Belki de doğru seçimi yaptım, ama belki de yanlış” diyorlardı. Psikolojik bağışıklık sistemi seçeneği olmayanlara, dolayısıyla en iyi kararı verdiklerini kesinkes söyleyeme şansı bulunmayanlara yardım için harekete geçmişti.
E. P. Muhteşem! Bu bana göçmenlerin sosyo-biyolojisini hatırlatıyor. Göçmenlerin, belli bir tarihsel dönemde, daha akıllı ve daha çalışkan olduklarını söyleriz genellikle, ama belki de saplanıp kalmışlardı. Muhtemelen başka seçenekleri olmadığı için göçüyorlardı.
D. G. Aynen! Çok enteresan. Bu noktada bir şey eklemek istiyorum. Şu deneyi bilirsin. İki durumdan hangisini tercih ettikleri sorulunca, insanlar hep seçenekler sunan durumu tercih ediyor. Yani bu önemli. Bu durumlardan biri seni diğerinden daha mutlu edecek, malum, ama insanlar daima kendilerini mutsuz edeni seçiyor. İnsanların evlilik gibi, kişisel ilişkiler gibi taahhütler altına girmesinin önemli bir sebebi var. Biliyorsun, evlilik Amerika’da çok popüler, Avrupa’da biraz daha az, sanırım...
E. P. Yine de yaygın...
74
M U T L U L U K B İ L İ M İ
D. G. Evlilik bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktuğu için, yön değiştirmenin zorlaştığı bir duruma soktuğu için. Biriyle sadece çıktığında, o kişi ne zaman hoşlanmadığın bir şey yapsa, kendi kendine “Belki de bu ilişkiyi kesmeliyim, belki de başka biriyle çıkmayı düşünmeliyim” dersin. Ama karın ya da kocan hoşlanmadığın bir şey yapınca, “E, bu da onun kusuru işte” ya da “bu kötü şey oldu ama o da böyle biri işte, boşver” dersin. Psikolojik bağışıklık sisteminin çalışmasıdır bu, bir insanın davranışını farklı bir şekilde görmene yardım eder, çünkü saplanıp kalmışsındır.
E. P. Ama “Hangisini istersin? Şu iki durumdan hangisini tercih ediyorsun?” diyesorulunca, öteki durumu tercih ediyorsun.
D. G. Çoğunlukla söylediğimiz şey şudur: genelde hiçbir erkek bekar kalmayı tercih etmez, eğer elinden geliyorsa.
E. P. Bu bana bakterileri hatırlatıyor. Biliyorsun, bakterilerin belli bir bölümü hepmutanttır; bazan çok iyi genlerden vazgeçerler, sırf gelecek için. Bir şekilde geleceğe daha iyi uyum sağlayan yeni genler bulabilesin diye. Ama bakterilere sorsan, ki kimse sormadı ama eğer sorabilseydik, “Mutant türünden, şu değişenlerden mi olmak isterdiniz?” diye sorsaydık, muhtemelen istemezlerdi. Çok acayip bir durum var, yani hep merak ettiğim müthiş bir şey, hemen soruyorum. Birileri diyor ki “Tatile çıkmak istiyorum”, ben de diyorum ki “E, ben olsam Martinique’e giderdim”. Ve sonra broşür aramaya koyuluyorlar —Martinique hakkında bir ilan. Martinique’de tatil yapmış birine danışabilirler halbuki. Ama hayır, Martinique’de tatil yapan, bilgi alabilecekleri birine asla danışmıyorlar. Broşüre inanmayı yeğliyorlar. Neden?
D. G. Evet, daha son bir ya da iki yıl içinde incelediğimiz bir olgu bu. Tam da sözünü ettiğin şeyi gösterecek birkaç deneyimiz var. On yıllık araştırmada, insanların ne kadar mutlu olacaklarını öngörmeye çalışırken yaptığı bir takım hataları gösterdik. Doğal olarak şu soru akla geliyor: “İnsanların bu hatalardan kaçınmak için yapabileceği bir şey var mı?” Cevap açık. Geleceğini zihinsel olarak modellemek yerine, niçin düşündüğün geleceği gerçekten yaşamış birini bulmuyorsun? Bir dizi deneyle gösterdiğimiz üzere, insanlar kendi mutluluklarına dair öngörülerini, benzer şeyler yaşamış başka insanların tecrübelerine dayandırdıklarında çok daha isabetli oluyorlar.
E. P. Bir reklam broşürünü temel aldıklarında değil!D.G. Kendi kendilerine geleceği hayal etmeye çalıştıklarında değil. Ama dediğin gi
bi, bu bilgiyi istemiyor insanlar. Çalışmalarımızda görüyoruz: bilgi daha doğru öngörülerde bulunmalarına yardım edecek, ama seçenek sunarsan, daima kendi kendilerine geleceği hayal etmeyi tercih ediyorlar. Neden? Çünkü insanlarda biricik olduklarına dair bir yanılsaması var. Hepimizde var. Çünkü “Zihinsel iç yaşantımı biliyorum. Senin sözlerini duyuyorum, yüzünü
75
H A Y A T K İ T A B I
görüyorum, ne yaptığını görüyorum ... ama kendi düşüncelerimi ve duygularımı biliyorum”. Ve sonuç olarak “Kendimi diğer insanlara kıyasla çok biricik hissediyorum. Kendimi diğer insanlardan farklı hissediyorum, çünkü kendi hakkımda böylesine ayrıcalıklı şahsi bilgilere sahibim. Çünkü diğerlerine göre kendimi çok farklı, çok biricik hissediyorum. Tecrübelerinin bana pek bir şey söyleyebileceğine inanmıyorum”. Sanırım insanları doğru bilgiyi kullanmaktan alıkoyan şey bu biriciklik yanılsaması.
E.P. Erkeklerle kadınlar arasında bu davranış bakımından bir fark var mı? Sanırım -belki tamamen yanılıyorum am a- çoğu kadın diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyor. Peki erkeklerden daha biricik olduklarını hissediyorlar mı?
D. G. Çok enteresan bir soruyu gündeme getiriyorsun. İstikrarlı cinsiyet farklılıkları hiç görmüyoruz, ne kendi çalışmalarımızda, ne de diğer laboratuarlardaki çalışmalarda. İncelediğimiz duygu ve davranışların hiçbirinde belirgin erkek kadın farklılıkları görmüyoruz. Ama unutmamak lazım: biz bu farklılıklara bakmıyoruz. Cinsiyet farklılıklarıyla ilgilenseydim, bunları ortaya çıkarması muhtemel durumlar hayal edip incelemeye çalışabilirdim. Yani sorunun cevabı şu: cinsiyet farklılıklarından haberimiz yok, ama bu varolmadıkları anlamına gelmez.
E. P. Eminim izleyicilerimizin de beklediği asıl soruya geldi sıra. Ya servet? Mutluluğu garantileyen bir yol olarak servet, para arayışı?
D.G. “Mutluluk parayla satın alınır mı?” sorusunun çok popüler iki cevabı var, evet ve hayır. Ruhani önderlerimiz “Hayır” diyor, cevabı bildikleri varsayılanlar, televizyona çıkanlarsa, “Evet”. Her iki cevap da yanlış, fazla basit. Seni yoksulluktan orta sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınır. Ama orta sınıftan üst sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınmaz. Bu cevaplar üzerinde biraz duralım. Mutluluğun parayla satın alınamayacağını söylemek abestir. Meksika Şehri’ne gidip, çöp yığınları arasında yaşayan insanları görür de, birazcık parayla hayatlarının iyileştirileceğini anlamazsan, büyük bir yanılsama içindesin demektir. Rahibin veya hahamın veya filozofun, “mutluluk yoksullukla ilgili değil” diye seni ikna etmeye çalışabilir. İnsanların hayatlarını değiştirdiğinde, onlara emniyet sağladığında, onlara yiyecek verdiğinde, onlara barınak verdiğinde, insanların “başıma ne gelecek?” diye endişelenmesine gerek kalmadığında, hava durumu yüzünden endişelenmesine gerek kalmadığında, tıbbi bakım için endişelenmesine gerek kalmadığında, para epey büyük bir fark yaratır. Ama biz -k i bu çalışma büyük oranda iktisatçılara dayanıyor, psikologlara değil- parayla mutluluk arasında bir bağıntı görüyoruz. Belli bir refah düzeyinde doygunluk oluyor. Amerikan doları bazında bu refah düzeyi, 2004’de, muhtemelen elli bin doları bulan bir yıllık gelir demek. Yani şöyle dersem belki daha kolay anlaşılır: ka
76
M U T L U L U K B İ L İ M İ
zandığın ilk elli bin dolarla epey mutluluk satın alınır. Ama ilaveten kazanılan milyonlarca dolarla mutluluk satın alacağa benzemiyorsun.
E.P. Ve bu para belki de, diğer temel faktörle, yani kişisel ilişkilerle birlikte ele alındığında, ünlülerin -moda haberleri doğruysa- neden o kadar sorunu olduğunu açıklayabilir. Sahip oldukları milyonlarca dolara rağmen, aile yaşantıları ve kişisel ilişkilerindeki sorunları.
D. G. Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: eğer çoğu insan gibiysen, ellibin dolardan fazla para kazanınca, muhtemelen mutluluğundaki artışın tadını çıkarmayı umarsın, yanlış mı? “Elli milyon kazandım, öyleyse yüz kat daha, bin kat daha mutlu olmalıyım”, öyle değil mi? Daha çok parayla daha mutlu olamayınca, epey hayal kırıklığı yaşar insanlar. Hayat genelde böyle- dir. Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap kendini harika hissetmeni sağlar, ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi hissetmeni sağlamaz. Hayır, kendini kötü hissedersin. Yani servetin lanetlerinden biri hayal kırıklığıdır. Servetin başka lanetleri de var tabii. Piyango kazananlarla ilgili incelemeler yapıldı; aniden milyonlarca doları kucağında bulan bu insanlar genellikle mutlu olmuyor. Sorun kısmen parayı nasıl harcayacaklarını bilmemelerinden kaynaklanıyor. Yani para insanı bir yere kadar mutlu edebilir, ama insanlar onu pek akıllıca harcamıyorlar. Psikologların önerdiği şekilde harcamaya yanaşmıyorlar, en mutlu olacakları şekilde. Yani doğru bir noktaya işaret ettin -sosyal ilişkilerin, tüm dünyada, mutluluğa giden en iyi yol olduğunu biliyoruz. Sosyal ilişkilerin niteliği mutluluğun en iyi işaretlerinden biridir.
E. P. Servetten daha iyi.D. G. Servetten çok daha iyi. Çok net, güçlü bir korelasyon, servetini sosyal ilişki
lerine daha fazla zaman ayırmak için kullanarak, mutluluğunu azamiye çı- karabilmen demektir. Çok az insan —en azından benim ülkemde- yıllık elli bin dolarda durur ve daha fazlasını kazanmaya çalışmak yerine, şöyle der: “Yeter, sadece yarım gün çalışıp, günün geri kalanını ailemle geçireceğim.”
E. P. Politika bağlamında düşününce, muhtemelen doğru yolda olduğumuzu, yani en yoksul insanların gelir seviyesini yükseltmek isteyen sol politikanın, mesela —sol, sağ ve merkezdeki- tüm gelirleri yükseltmek isteyen sağ veya merkez politikalardan daha iyi olduğunu mu söylüyorsun? Bulguların bir görüşün niçin diğerinden daha popüler olduğunu açıklıyor mu?
D.G. Politika bilimcisi değilim —Tanrı’ya şükür. Parapsikologlardan bile daha az mutlu bir hayat sürüyorlar. Ama tabii kontrol sende olsa, nüfus ve servet dağılımı üzerinde mutlak kontrol sahibi tek kişi sen olsan ve tek amacın da top- lumunda mutluluğu azamiye çıkarmak olsaydı, o zaman mutluluğa dönüştürülebilecek azami servetten fazlasını kazanmayı yasaklardın. Yani dünya-
77
H A Y A T K İ T A B I
da yüz bin dolar ve iki insan olsaydı, bu durumda birine doksan bin, diğerine on bin vermektense, her ikisine de elli bin vererek tabii daha çok mutluluk yaratılırdı. Çok dar bir etik açıdan bakınca tamamen haklısın. Her bireye eğrinin ilk dönemini, mutluluğun parayla arttığı dönemi yaşama imkanı veren politika, şüphesiz en çok insan için en fazla mutluluğu yaratmanın en iyi yoludur.
78
- 8 -
Psikopatlar
Robert Hare ile SöyleşiÜtopik bir dünyada psikopatlar yırtıcı avcılar olarak ayrı dururdu,
ciinkü yaptıkları şey bu, başkalarının zaaflarından faydalanmak. Mükemmel bir ütopyada yaşasaydık bile, daima psikopatlar olurdu.
Robert Hare
Evrim tarihinde, kadim zamanlarda, bir milyar yılı aşkın bir süre hiç avcı hayvan voktu, çünkü ilk bakterilerin hayati ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli kaynak vardı.10 Sonunda gıda maddeleri dibe vurdu, bu hızla büyüyen mikroskopik topluluğa bile yetmez oldu. İlk çözüm, belirli işlevlerde uzmanlaşmış farklı organizmalar
Robert Hare, Britanya Kolombiyası Üniversitesinde Onursal Psikoloji Profesörü’dür.
Bu epey tartışmalı bir beyan. Bakterilerin diğer farklı bakterileri avlaması, Arkeyan devirde (tablo 1) Bdello- vibrio, D aptobacter ve Vampirococcus gibi organizmalarda türedi. Avcılık olsun olmasın, hepsi katlanarak büyüme eğilimi gösterdiğinden, hiçbir toplulukta mevcut kaynaklar asla uzun süre dayanmaz. Bu Charles Darwin’in temel saptamasıydı (Clark, 1981).-LM
79
H A Y A T K İ T A B I
arasında simbiyoz yoluyla kaynakları daha verimli kullanmaktı; böylece ökaryo- tik hücreler oluştu. Milyarlarca yıl sonra da bazı temkinsiz —veya Kenneth Kend- ler’ın tabiriyle, kaygı seviyesi düşük— canlılar ilk av oldular.
Sinir uçları ve peşinden kafataslı türlerde çenelerin ortaya çıkmasıyla avcılık ruhu tesis edildi. Sonrası gayet iyi biliniyor, ama bir şey hariç; doğal seçilim modelindeki sağkalım için gerekmediği halde, neden insanımsılarda şiddetin devam ettiği bilinmiyor. Bu bağlamda en acayip ve dehşetli örnek, yozlaşma ve ıstırabın en akıl almaz süreçlerini yansıtan ve salıveren psikopatlıktır. Psikopat davranışının temellerini en iyi teşhis etmiş ve bunu en cesur bir şekilde yapmış -neyin “si- yaseten doğru” sayıldığına bakmadan araştırma cesareti göstermiş- bilimci Ro- bert Hare’dir. Seçkin bir uzman bu konuda şöyle diyor: “Yüzbinlerce psikopat aramızda yaşıyor, çalışıyor ve oynuyor -patronun, arkadaşın ya da kız kardeşin olarak- ve bunlar farkında olmadan felaket yolunda yürümeye devam edecekler muhtemelen. Ve daha da fenası, bu konuda ne yapılacağını kimse bilmiyor, Ro- bert Hare bile.”
Eduardo Punset: Bana psikopatlardan bahset.Robert Hare: Psikopatlar büyük manipülatörlerdir, Birleşik Devletler’de biz on
ları hin ve dahiyane diye tanımlarız, çünkü insanları kandırabilirler ve konunun uzmanı olsan bile, seni kolayca kandırıp kendi bildiklerini okuyabilirler.
E.P. Sen kandırıldın mı?R.Ha. Çok.E.P. Kariyerinin başında-R.Ha. Sekiz aylık bir çalışma için bir hapishanede psikolog olarak işe başladım.
Böylelikle mastır ve doktor çalışmaları sırasında para kazanabilecektim. Ha- pisanedeki tek psikologdum ve ne yaptığımı bilmiyordum. İşte ilk gün kendimi bir psikopatla birlikte buldum ve o an bunun farkında değildim. Büroma girdi ve gözleriyle beni tam anlamıyla duvara mıhladı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bugün bile hâlâ aklımdan çıkmıyor gözleri, gördüğüm en delici bakışlar. Kocaman bir bıçak çıkardı ve hapishanede bir şeyleri ortadan kaldıracağını söyledi. Sanırım tepkimi görmek istiyordu. Hiçbir şey yapmadım, sandalyemde kaldım.
Oradaki işimden sonra geleneksel öğrenim teorileri üzerine bir doktora tezine başladım. İncelemek istediğim şey, insanların nasıl cezaya başvurmadan öğrenebilecekleriydi. Okuduklarımdan, bazı psikopatların cezalandırmaya cevap vermediğini öğrendim.
E.P. Senin araştırman ve diğerlerininki sayesinde artık psikopat olan suçluları ve suç eğilimli kişileri olmayanlardan net biçimde ayırdedebiliyoruz. Psikopatların özellikleri arasında empati eksikliği, kendini başkasının yerine koyama
80
P S İ K O P A T L A R
mak ve vicdan ile nedamet eksikliğini sayıyorsun. Empati eksikliği veya nedamet yoksunluğunun izahı ne? Hatırladığın bir örnek var mı?
R.Ha. Empati eksikliğini gösteren pek çok vaka var. Kendini başkasının yerine ko- yamama durumu, düşünsel olarak değil de, daha çok duygusal olarak koya- mama. Bir psikopat senin beyninin içine girebilir ve ne düşündüğünü hayal etmeye çalışabilir, ama ne hissettiğini asla anlayamaz. Renk körüne renkleri açıklamaya çalışmak gibi bir şey. Bir psikopata empatiyi ve duyguları nasıl açıklayacaksın? Psikopat sosyal veya düşünsel düzeyde gayet iyi irtibat kurabilir, ama insanları nesneler olarak tasavvur eder. Açıklamak zor. Bazı insanlar hepimizin aynı şekilde düşünüp hissettiğini söylüyor. Bu doğru değil. Kanunları uygulayan polisler sürekli azılı suçlularla temas halindeler. Bir konferansta bir psikopatın profilini çizip bu bozukluğun nörobiyolojik temellerini anlatmıştım. Bazı polis memurlarının gözleri parladı, çünkü sorguladıkları bazı insanların kendileri gibi hissetmediklerini hemen anlamışlardı. Katiller, yalancılar ve yozlaşmış insanlarla sürekli temas halinde olan polisler psikopatları teşhis etmeye alışıktır sanıyoruz. Bu da doğru değil. Birleşik Devletler’deki bir vaka bunu iyice gözler önüne serdi. Yedi veya sekiz kadını öldürdüğünden şüphelenilen bir adam sadece üçünü öldürmekten mahkum olacaktı, çünkü diğer suçları kanıtlayamıyorlardı. İttiraf ettirmeye çalışırken, ondan kurban ailelerinin çektiği ıstırabı düşünmesini istediler. Psikopat olduğu için hiç etkilenmedi. Neden bahsettiklerini anlamıyordu. Bu cinayet soruşturmacıları psikopatlarla ilgili bir seminere izleyici olarak katıldıar. Ve daha sonra bir yargıçtan öğrendiğime göre, davayı çözmüşler, sanık itiraf etmiş. İtiraf etmiş, çünkü onun doğruyla yanlış mevhumuna, vicdanıyla em- patisine seslenmeyi bırakmışlar -bunlardan tamamen yoksun olduğu için. Onun yerine, büyüklük duygusuna seslenmişler. Sadece üç insan öldürdüğü için bir seri katil olmadığını iddia etmişler. Ancak bir yedi kişi daha öldürmüş olsa hakiki bir katil sayılacağım söylemişler. Şüpheli hemen itiraf etmiş. Yani polis bazı insanların bizim gibi düşünmediklerini veya hissetmediklerini farketmişti. Bu gerçek hepimizi potansiyel kurban yapıyor.
E.P. Psikopatlar ayrıca fevrilik, geleceği planlamada yetersizlik, sorumsuzluk ve asabilikle de nitelendiriliyor. Daima heyecan bulacakları yeni tecrübeler arıyorlar__
R.Ha. Hepimiz böyle insanlar görmüşüzdür, ama bunlar psikopat olmayabilir. Listene ilaveten, ciddi bir empati ve vicdan eksikliği de dikkat çekicidir. Tarif ettiğin özellikler herkese gayet iyi uyar: bazı kocalar, karılar ve ebeveynler ne dediğimizi gayet iyi anlıyordur sanırım.
E.P. Bob, kitabında ortaya çıkan bir başka korkunç şeyden sözetmedin henüz. Kitaplarını zevkle okudum, harikaydılar, ama itiraf edeyim, bana bayağı azap
8ı
H A Y A T K İ T A B I
çektiriyorlar. Psikopatlık, diyorsun, doğuştan gelen bir şey değil. Ergenlikte gelişmiyor, daha ziyade üç ile beş yaşları arasında ortaya çıkıyor. Psikopatlı- ğm dengeli veya dengesiz aileyle pek az ilgili olduğunu söylemen daha da rahatsız edici. Verdiğin istatistik, sanırım, ailesi dengeli olan suçluların yirmi beş yaşında, dengesiz ailelerden gelenlerinse on beşinde hapse düştüğünü gösteriyor. Ama bu psikopatlar için geçerli değil: ailenin dengeli veya dengesiz olması farketmiyor.
R.Ha. Psikopatlar için aile dengesi daha az önemli. Çoğunlukla nasıl bir çevrede büyüdüğümüz çok önemlidir. İnsan olarak hamurumuz aile değerlerimizle yoğruluyor. Ama doğa psikopatlara çoğumuzdan farklı bir şey vermiş. Sosyalleşmenin kişiliğimizi oluşturan, bizi daha sosyal, daha iyi vatandaşlar yapan normal etkileri psikopatlarda işlemiyor. Mesele bu, neden işlemiyor? Her aileden çıkabilir bir psikopat. Eğer sosyal olarak yalıtılmış, şiddetçil bir aile çevresindeyseler benimsenirler, çünkü iyi birer talebedirler. Vicdani yük hissetmeden toplum karşıtı ve cezai fiiller işlemenin yollarını süratle öğrenirler. Psikopatik olmayıp öyle bir çevrede yetişen insanlarsa sonunda profesyonel suçlular haline gelebilirler ve her tür dehşetli suçu işleyebilirler, ama vicdandan nasiplerini de almışlardır ve yaptıklarıyla mutlu değildirler. Bu tip insanlar diğer suçlulara daha sadıktır ve iyi bir aile hayatı sürebilirler. Onların sorunu, istediklerini elde etmek için cezai fiiller işlemeyi öğrenmiş olmalarıdır. Psikopatlarsa, nasıl suçlu olunacağını öğrenmek zorunda kalmamış gibidirler, zaten suçludurlar. Tamamen genetik bir sorun mu? Hayır. Tamamen çevre sorunu mu? Hayır. Genetikle çevre arasında bir etkileşim olmalı, ama bu iki etmenin rölii ve dağılımı hâlâ açıklama bekliyor. Psikopatlar çok erken yaşlardan itibaren, illa belli bir yönde gelişime değil de, daha ziyade, korku veya kaygı eksikliği, rahat bir yaşam merakı ve fevrilik gibi kişilik özelliklerine meyleden insanlardır. Normal insanlar gibi sosyal çevrelerince kısıtlanamayan veya yoğrulamayan bireylerdir.
E.P. Hayvanlara zalimce davranan, kolayca yalan söyleyen, ebeveynlerine ve öğretmenlerine itaati reddeden ve cezadan korkmayan gençler gördüğümüzde ne yapabiliriz?
R.Ha. Dikkatli olmamız lazım. Bu çocukların çok büyük bir çoğunluğu büyüyüp tamamen normal insanlar olacaklar. Tehlikeli özelliklerin birçoğunu belirledik, ama spesifik bileşimini bilmiyoruz. Ne yapılabilir? Öncelikle, hastalığın aniden on sekiz yaşında ortaya çıkmadığını anlamalıyız. Daha önce ne oluyor? Bir bakıyorsun, on sekiz yaşındalar ve psikopatlar -bu kulağa mantıklı gelmiyor. Teşhisten acizsek, sırf yetişkin psikopatlarla uğraşmaya mahkumuz demektir.
E.P. Psikopatların teşhis için dünyanın her yanında kullanılan bir el kitabı çıkar-
82
P S İ K O P A T L A R
din, PCLR (“Psychopathy CheckList Revised” - “Güncellenmiş Psikopadık Kontrol Listesi”).
R.Ha. PCLR, psikopatlığı mümkün olduğunca nesnellikle teşhis etmek için yaratılan bir araçtır. Başlangıçta sadece bir araştırma enstrümanıydı. Ceza hukukunda kullanılır diye hiç düşünmemiştim —ya da hapisten kimin daha önce salıverileceğini ve kime tedavi uygulanacağını belirlemekte kullanılır diye. Diğer araştırmacılarla beraber hepimizin kullanabileceği ortak bir ölçümle- me imkanı yaratmak için, tamamıyla bir araştırma aracı olarak geliştirilmişti.
E.P. PCLR herkese uygulansa, nüfusun yüzde l ’inin psikopatlıktan muzdarip olduğu sonucuna ulaşırız, şizofreniyle aynı oran, değil mi? Bu mesela sadece Birleşik Devletler’de iki milyon psikopat demek.
R.Ha. Sandığımızdan daha fazla, özellikle de etki alanını hesaba katarsak. Şizofreniden etkilenen ve epey ızdırap çeken insanların sayısını bir düşün —aile, yakın arkadaşlar ve kişinin kendisi. Psikopatlar kişisel bir azap duymuyorlar, bir sorunları da yok. Sorunu olan sensin. Yüzlerce veya hatta binlerce insanı etkiliyorlar, dolayısıyla hayatları boyunca yarattıkları toplumsal etki, sırf vaka sayısının göstereceğinden çok daha büyük.
E.P. İnanılmaz. Beyin araştırmalarına göre psikopatlığın temeli ne? Psikopatların beyinleri garip, diğer suçlularınkinden farklı, ama nasıl farklı?
R.Ha. Beyinlerinin yapısı normal insanlarınkiyle aynı görünüyor. Beyinlerinin çalışması farklı. İnsanlar bazı işleri yaparken veya bazı bilgileri işlerken beynin faal olan bölümlerini inceleyebildik. Son yılların en önemli bulgularından biri şu: bir psikopat fotoğraf veya sözler gibi duygusal ağırlığı olan bir şeyi tahlil etmeye çalıştığında, beyninin faaliyete geçirilen bölümleri çoğu insanın- kinden farklı.
E.P. Bir psikopatta, mesela tecavüz gibi, negatif bir duygusal tepkiye seslendiğinde, beyninin bunu işleyen bölümü normal insanlarınkinden farklı oluyor mu diyorsun?
R.Ha. Aynen. Bir psikopata “tecavüz” kelimesini gösterirsek, onu “masa”, “sandalye” veya “ağaç” gibi nötr bir kelime olarak anlıyor. Tepkilerinde veya beynin faaliyete geçirilen bölümlerinde pek az bir değişim oluşuyor. Psikopatlara çok nahoş resimler, suç sahneleri gösterdiğimiz birkaç deney yaptık. Beyinlerinin işleyişi, manzara normal bir şeymiş gibi, bir köpek veya bir ağaçmış gibi tepki verdiklerini gösteriyor. Beyinlerinin bazı bölümleri faaliyete geçmiyor. Bunlar beynin limbik bölgeleri, beynin duyguları işlemekle ilgili bölümleri. Başka bazı deneyler beyinlerinde dille ilgili bazı bölgelerin faaliyete geçtiğini gösterdi. Psikopatların bir başka özelliği de, Uzay Yolu’nda- ki Doktor Spock ve Data’nın karakterlerini andırıyor. Duyguları uyaran bir
83
H A Y A T K İ T A B I
şey olunca, “enteresan” derler ya. Psikopatlar dilbilimsel olarak tahlil ederler, duygusal olarak değil.
E.P. Çoğu insan gibi dil için beynin sol yarısını kullanmak yerine, psikopatların her iki yarıyı birden kullandığını ve bunun bir tür rekabete veya gerilime yol açtığını da belirtiyorsun. Ama bu neden psikopatik davranışa yol açıyor?
R.Ha. 1994’de bir laboratuar cihazı kullanarak, psikopatların dili her iki yarıda işlediğini keşfettik. Bu pek verimli bir durum değil, çünkü bir yarı herşeyle ilgilenmek zorunda. Negatif duyguları beynin ön tarafındaki iç sağ yarıda iş- lemektense, psikopatların duyguları her iki yarıda işlediği keşfedildi.
E.P. Terapiden söz edelim. Psikopatlarda rehabilitasyon programlarının işe yaramadığını belirtiyorsun —beyinleri öyle işliyor ki, sırf nasıl kandıracaklarını öğreniyorlar. Sence geleneksel programlarla rehabilitasyon nafile bir çaba. Bunu yargıçlara, hapishane görevlilerine, öğretmenlere, kurbanlara nasıl söyleyeceğiz?
R.Ha. Herşey denendi, ama hiçbiri işe yaramıyor. Bu berbat biliyorum, ama vazgeçiyor değiliz. Başağrısıyla doktora gidiyorsun ve doktor aspirin öneriyor. Sonra mide ağrısıyla veya kırık bir bacakla veya ciddi bir şeyden şüphelendiğin için geri dönüyorsun, ama ne olursa olsun, doktor hep aspirin öneriyor. Böyle bir durumda doktorunu değiştirmen gerekir, yoksa ölürsün. Bu ceza hukuku sistemi için de geçerli. Bir tedavi programı neden bütün suçlulara yarasın ki? Dediğin gibi, geleneksel rehabilitasyon programları psikopatlarda çok az işe yarıyor. Yapılan iki çalışma, bu programlara devam eden suçluların, tedavi görmemiş halde işleyeceklerinden daha ciddi suçlar işlediklerini gösteriyor. Programlar durumu daha kötü yapmıyor. Programlar uygun değildi ve psikopatlar insanları manipüle etmenin yeni yollarını öğrendi.
E.P. Genbilim ve farmokoloji aspirinin bütün insanlarda aynı şekilde davranmadığını ortaya koydu. Bazı insanlarda çok işe yararken, diğerlerini öldürüyor; genetik farklılıkla ilgili.
R.Ha. Aynen öyle. Tedaviyle bireyin doğası arasındaki etkileşim hayati. Çoğu tedavi programında bu gerçek hesaba katılmıyor. Herkesi aynı şekilde tedavi etmek gibi bir eğilimimiz var.
E.P. Bob, şu an vicdan ve empati eksikliğini giderecek bir şey yapılamadığına ve dolayısıyla kimse değiştirilemediğine göre —ki psikopatlar bu iki temel nitelikten yoksunlar— ve kırk yaşında daha az şiddetçil ve psikopat olduklarını söylediğine göre...
R.Ha. Daha az psikopat değil. Daha az şiddetçil, daha az fevri ve dikkat çekmeye daha az muhtaç.
E.P. Bir şey yapılabilir mi?R.Ha. Sorun tamamen doğru. Tam isabet. Yapımızın bu iki temel unsuru, empa-
84
P S İ K O P A T L A R
ti ve vicdan eksikliği, değişmez. Bunlar ömrümüz boyunca değişmeyen kişisel özelliklerdir. Empati eksikliğinin, büyüklük vehminin ve duygusal yalıtımın, ömürleri boyunca süren özellikler olduğuna dair pek çok veri var elimizde. Fevriliklerini, uyarım ihtiyaçlarını ve belki sorumsuzluklarını belli ölçüde değiştirebiliriz. Ama radikal bir değişimden söz etmediğimiz unutulmasın. Lee Robins yıllar önce Deviant Children Grotvn Up [“Büyümüş Sapkın Çocuklar”] adında ünlü bir kitap yazdı, yaşlandıkça iyileşme gösterebileceklerini, ama nahoşluğu pek elden bırakmayacaklarım açıklıyordu. Ama yapılacak hiçbir şey olmadığını düşünesin istemem. Birkaç ülkede, mesela Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve Kanada’da özellikle psikopatlar için tasarlanan programlar üzerinde çalışıyorlar. Ben bir meslektaşla beraber işe yarayabilecek bir program üzerinde çalışıyorum. Program vicdan veya empati duygularına seslenmiyor. Bilişsel davranışa [cognitive behaviour] dayalı. Denememiz lazım. Aksi halde, psikopatlarla başa çıkmanın bildiğimiz tek yolu, onları kilit altında tutmak. Çoğu kişinin aklından geçen şudur: Madem bir şey yapamıyoruz, o zaman onları kilit altına alalım. Ama bu herkes için bir tehdit demektir. Uygun programlar geliştirmek istiyoruz, bunlar muhtemelen köklü etkiler yaratmayacak, ama en azından şiddet eğilimini azaltacaktır.
E.P. Son sorum söyleşimiz ardından artık biraz kelalaka olacak belki. Psikopatların davranışını diğer suçlularınkinden ayırmak uzmanların neden bu kadar zamanını aldı?
R.Ha. Hiç de kelalaka değil, çok önemli bir soru. Sanırım diğer insanların da bizim gibi düşündüklerini düşünüyoruz genelde. Böyleyiz. İnsanların özde iyi olduklarını düşünüyoruz. Onlara bir fırsat verilse herşeyin yoluna gireceğine inanıyoruz. Birleşik Devletler’de pek çok insan onlara şöyle dostça bir sarılmanın, bir köpek yavrusu ve bir müzik aleti vermenin işleri yoluna koyacağını düşünür. Bu doğru değil. O kadar kolay değil.
E.P. Herkesin özde iyi olmadığını kabullenmek zor.R.Ha. Özde kötü de değiller. Kimilerinin yoğrulması, sosyalleşmesi diğerlerinden
daha zor. Ve psikopatlar yoğrulması en zor olanlar arasında. Ama özellikle de bu bozukluğu tedavide yaşanan en büyük zorluklardan biri tanı zorluğudur. Galler’de “Takım Elbiseli Yılanlar” adıyla psikopatın -hapishanede değil de, bir satış temsilcisi, bir koca, bir karı olan, yönetim kadrosunda yer alan psikopatın— profiline ilişkin bir sunum hazırladım. Bizim psikopat olarak tanımadığımız, ama kurbanlarının öyle tanıdığı insanlara ilişkin bir sunum. Böyle bir sunumdan sonra insanlar şöyle der: “Bildiğim ve dışarıda serbest dolaşan birini tarif ediyorsunuz.” Hükümetler ve toplum basit bir cevap istiyor, sanki sorunlar sadece mali ve sosyalmiş gibi. Çok yüklü parasal yatırımlar yeterli değil. Ütopik bir dünyada psikopatlar yırtıcı avcılar olarak ay
85
H A Y A T K İ T A B I
rı dururdu, çünkü yaptıkları şey bu, başkalarının zaaflarından faydalanmak. Mükemmel bir toplumsal ütopyaya ulaşabilseydik bile psikopatlar yokol- mazdı.
8 6
G İ R İ Ş
KaygıYeryüzündeki tüm yaşamın gelişip vücut bulmak için daima uygun bir madde ve enerji akışına ihtiyacı olmuştur. Yaşam için harcanabilir bir enerji kaynağı gereklidir. Canlı varlıkların sürekli bir akışa ihtiyacı var; hepimizin kimyasal elementler halinde maddeye ihtiyacı var: karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür. Ama sırf bu elementler (ve gerekli birkaç tuz, mesela sodyum, potasyum ve klorid) yeterli değil. Form, yani bu elementlerden yapılan bileşimlerin kimyasal kompozisyonu ve eriyik suda bulunması, tüm yaşam formlarının devamı için kesinlikle elzemdir. Susama ve açlık olarak hissedilen durumlar, yani su yokluğu ve karbon bileşimlerinin yetersizliği, her zaman madde ve enerji akışındaki aksaklıkların aşikar ve acil sinyalleridir. Enerji ve madde akışındaki kesinti veya hatta zamanlama düzensizliği mutlaka strese yol açan evrensel olgulardır. Bir avcı hayvanın, cansız bir çevresel tehdidin ve hatta kendi gölgemizin varlığını algıladığımızda da aynısı olur. Biz insanlar böylesi sinyal, işaret veya alametleri yorumlamakta, gerekli enerji ve gıdanın yokluğunu, geciktiğini veya edinilemeyece- ğini yorumlamakta özellikle ustayız. Enerjimizin, gıdamızın ve suyumuzun gelmekte olduğuna dair rahatlatıcı sinyaller, işaretler ve alametler ararız. Biz “yorumcu memeliler”iz: bu ihtiyaçların akışı sekteye uğrarsa, kısıtlanırsa veya ciddi tehditler algılarsak, stres yaşarız. Stres kaçınılmaz bir şeydir ve işaretleri de hepimizin malumu. Biz insan hayvanlar enerji, gıda ve su akışımızla ilgili yakın tehlike sinyallerini, işaretlerini ve alametlerini yorumlamakta özellikle usta olduğumuz halde, geriye dönüp bakınca çoğu kez tüm ayrıntılarıyla aşikar olan yanlış yorumlar yaptığımızı farkederiz. Yanlış yorumlarımız daha fazla strese, paranoyaya, katatonik durumlara, kızgınlığa, müziğe ya da en azından güfteye yol açabilir. Stres ancak son zamanlarda fakülte mensuplarının direkt inceleme konusu haline geldi. Malum, bilimsel çalışmalar daima sınırlıdır, varsayımdan hareket eder. Sağlama yapmadan ulaşılan genellemeri nadiren onaylar. Bugün kitle iletişim araçlarındaki epey yaygın uygulamaysa, laboratuar ve saha araştırmaları üzerinden aşırı, abartılı ve süslü genellemelere gitmek, ki özellikle zararlı olan şey
87
H A Y A T K İ T A B I
de bu. Konuşmacılarımız ihtiyatlı. Bir TV veya gazete haberindense, burada onların söylediklerine inanmak daha doğru olur herhalde. Ama ancak bilimsel bulgular için verdikleri referansları okuduktan sonra lütfen. Ve ne olursa olsun şunu unutmayın: strese kapılabilen varlıklar dünyasının, bu biyolojik dünyanın sadece minik bir parçasını temsil ediyor insanlar. Dolayısıyla, Eduardo Punset bu uzmanlara ve bilimcilere kendisini ilgilendiren kaygı ve bilinç çalışmaları hakkında sorular sorarken, lütfen bunları şüphecilikle okuyun.
- 9 -
Kimse Patron Değil
Daniel Dennett ile SöyleşiHücreler kim olduğumuzu ne bilir, ne de umursar.
Daniel Dennett
Şempanzelerle insanlar kendilerini aynada tanıyabilen yegane hayvanlar. Kişisel bilinci olanlar belki de sadece bunlar. Belki bir de yunuslar, ki onlar balık değil memelidir. Peki evrim tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı kişisel bilinç? Bilinci tarif etmeye çalışırken, ruhu mu resmediyoruz? Boston yakınlarındaki Tufts Üniversitesi Bilişsel Çalışmalar Merkezi’nden Daniel Dennett’in yönetip, Richard Davvkins, Francis Crick, James Watson, Edvvard O. Wilson ve Steven Pinker’ın yer aldığı etkileyici br ekip sayesinde, hiç değilse öz-bilinci11 belirlemeye her zamankinden daha yakın gibiyiz.
Daniel Dennett, Tufts Üniversitesi, Bilişsel Çalışmalar Merkezi’nde yöneticidir.
‘ 1 Self-consciousness: Kendi varlığının farkında olm a—çn
89
H A Y A T K İ T A B I
İnsanların ikili doğasını sorgulayanların şiddetli tartışmalarını anlamamızda fayda var. Her iki kanadın anlayışı da çürütülemez gibi görünüyor ve bilimsel yazında az rastlanır bir zarafet ve berraklıkla formüle edilmiş durumda. Son derece çetrefil bir tartışma bu. Dennett gibi en indirgemeci bilimciler bilinç konusunda ihtiyatlı bir tutum takınırken, Deepak Chopra gibi zihnin kudretini en yılmaz şekilde savunanlar da doğayı anlamada izlenecek yöntemi din değil, bilim olarak işaret ediyor.
Bilim camiası ruhun varlığını inkar edince kopan gürültü beklenmedik bir şey değil. İndirgemecilik karşıtlarının feryadı, özgür iradenin bulunmadığı bir varoluşa ilişkin derin korkularından kaynaklanıyor. Fransız fizikçi ve matematikçi Pier- re-Simon Laplace determinizmin özünü net biçimde özetlemişti. Sineklerin gözü ışık yüzünden nasıl kamaşıyorsa, insanlar da bazan determinizmden habersiz bir halde öyle tartışıyor. Ve rahatsızlık çok defa muğlak bir evren kavramının yüksek sesle reddine dönüşüyor.
Eduardo Punset: Demek bu makinenin, yani vücudumuzun bir ruhu yok? Daniel Dennett: Aynen öyle, bir ruhu [spirit] yok.E.P. Ne de bir can [soul].Da.D. Can olabilir. Ruha gelince, insan vücudunu ele alalım, ne buluyoruz? Bir
kaç milyar farklı hücre, canlı hücre, nöronlar -her türden hücre yani. Ama hücrelerden hiçbiri kim olduğumuzu ne bilir, ne de umursar. Ama bir şekilde, trilyonlarca hücreyle, bu faşist hücrelerle bir takım oluşturuyoruz ve bunlar, köle gibi, davetsiz misafirleri kovuyorlar, aynen kovandaki arılar misali ve demokrasi, Barselona veya Boston umurlarında değil. Hücrelerimiz tüm bunlardan habersizler, ama iki büyük hücre takımı, senin takımınla benimki, farkında olmadan pek çok şey biliyorlar. Dolayısıyla, “bu ancak tüm bu dokulara ilaveten, vücutta bir ruhun bulunması ve canın varlığıyla açıklanabilir” diye düşünmek olağan.
E.P. İnsanlar buna inanıyor.Da.D. Çok güçlü bir kavram, ama yanlış. Makinede ruh olamaz.E.P. Dan, makine-vücutta can yoksa, o zaman onu yöneten ne?Da.D. Bunu bir fabl ile göstereyim. Bir ülkeyi yöneten bir kral varmış ve kralsız ül
ke bir hiçmiş. Ama sonra demokrasi icat edilmiş. Biyolojideki durum da buna benziyor, ama biyoloji önce demokrasiyi icat etti. Hiçbir parçan kral değil, sadece beyninin kontrolü için yarışan gruplar, hizipler ve politik partiler var. Peki ne tür gruplar bunlar? Faaliyet grupları, hücre değiller, daha ziyade vücudunun kontrolü için yarışan enformasyon modelleri bunlar; ve dinamik ve değişken bir rekabet ortamı olduğu için, daima kontrolü elde tutan biri var, makamda biri var.
90
K İ M S E P A T R O N D E Ğ İ L
E.P. Resmen seçilmediği halde, değil mi?Da.D. Aynen öyle, resmî seçimler yok, ama beynin bir muhalefet mekanizması
var, bir konu ardından diğerinin çıkmasına, öne gelmesine ve gündeme hakim olmasına imkan tanıyor. Şu konuştuğumuz an bir fikirler, projeler, umutlar ve planlar toplamıyız biz, günün sonunda bunları bir kenara bırakabiliriz ve farklı bir ben kontrolü ele alır. Bütün projeler hafızayla birbirine bağlanıyor. Tek bir ruh değil de, bir geçici kontrolörler silsilesi var.
E.P. Bilinç ne demek? Yani herşey nasıl başladı? Onu nasıl izah edebiliriz? Bu makinede ne bulunduğunu nasıl bilebiliriz?
Da.D. Benim bilgilerime göre, bilinci anlamanın yolu evrimcinin sorusunu sormaktan geçiyor: neden? Bilinç geleceği kestirebilelim ve öngörü sahibi olabilelim diye var, böylece plan yapıp hayatta daha iyi bir yol çizebiliriz. Dil, bilim ve kültür arkaplanı olan bir insanda epey bir bilgi alışverişi gerçekleşir. Önümüzdeki birkaç yüzyılda beklenmeyen tutulmaları öngörebiliriz, uzak galaksileri hayal edebiliriz ve hiç yaşamadığımız bir geçmişi düşünebiliriz. Bilinç, daha doğru bir deyişle, şu anda gerçekleşmeyen şeyleri beynin resmetme gücüdür, geçmiş ve gelecektekileri. Bilincimiz o güçtür, fiziksel dünyanın kendini resmetme kapasitesidir.
E.P. Peki hangi genler bilgiyi bir beyinden ötekine taşıyor?Da.D. Onlara mem [meme] diyoruz.E.P. Mem?Da.D. Evet, Richard Dawkins’in ortaya attığı bir terim; memlerin genler gibi ol
duğunu söylüyor; kültürü aktaran ve kopyalayan birimler.E.P. Bildiğimiz genler gibi, değil mi? Memlerin, ya da kültürel genlerin, varolma
sı için farklı beyinlerin iletişim kabiliyeti kurabilmesi gerektiğini ve bunun önceden yapılamadığını mı söylüyorsun?
Da.D. Doğru, dil çok önemli, ama tek yol değil. Diğer türlerde de bir tip kültürel aktarım var. Mesela kuş yuvası yapmak veya yer altı yuvası kazmak için kullanılan yöntemleri düşün. Şempanzelerin değnekle termit yakalayabildikleri keşfedildi, ağaç gövdesinden su çıkarıp içmek için sünger de kullanıyorlar. İnsanlarınkine kıyasla kültürel aktarımın bir alt biçimi, ama yine de var.
E.P. “Sadece farklı bir düzey değil, tamamen farklı” mı demek istiyorsun?Da.D. Biyolojide daima farklı bir karmaşıklık düzeyiyle başlarsın ve oradan yük
selişe geçer. Dolayısıyla, bizim için kültür bir binler değil, milyonlar meselesidir ve sadece düzey meselesi de değildir. Şempanzelerinkinden milyon kat daha büyüktür. Mesela, insan kültürünün etkisinden uzak ıssız bir adada bü- yüseydik, bir şempanzeden o kadar da farklı olmazdık. Aritmetiği, dili, aşçılığı veya tarımı kim icat edecekti? Bu yetenekler, tamamıyla insana özgü bu beceriler, kültürel aktarım yoluyla edinilmiştir ve zihnimizi oluşturan şey de
9 1
H A Y A T K İ T A B I
bu. İnsanlığı şöyle bir göz önüne getirirsen, zihinlerinin sadece beyinlerinde değil, kütüphanede, bilgisayarlarda, arkadaşlarda ve ömürleri boyunca edinilen, düşünmek için kullanılan tüm araçlarda bulunduğunu görürsün. Bir insan bu araçlar olmasa, epey savunmasız hale gelir.
E.P. Kendi takıntılarıma dönüyorum. Beyne kim göz kulak oluyor, tabii biri göz kulak oluyorsa?
Da.D. Bu biraz ürpertici bir fikir. Beynin on milyar veya belki yüz milyar nöronu var ve iş bununla da bitmiyor. Tek bir nöron bile senin kim olduğunu bilmez, bu hiç umurunda değildir. Bunun için fazla aptallar. Dolayısıyla demokrasi gerekiyor; nöronlar takımlar halinde çalışır ve kimsenin denetimi olmaksızın birbirleriyle rekabet ederler, onları kimse denetleyemez. Bilinç veya vicdanın (bildiğin gibi, Ispanyolcada bilinçle vicdan aynı kelime) yüce bir efendisi olduğu yolundaki teori yanlış yani.
E.P. İnsan bulunmayan bir fabrikaya girmek gibi.Da.D. Aynen, otomasyona geçmiş bir fabrika gibi; makineyle dolu, ama persone
li yok. Beynin bazı bölümleri, diğer bölümleri takipten sorumlu birimler gibi davranırlar, yani devlet memurları gibidirler, ama bilinçleri yoktur.
E.P. Düşünemezler-Da.D. Hayır, düşünceyi üreten sensin, seni oluşturan parçalar değil.E.P. Bu durumda, beynin bilinmeyen, görünmeyen ve elle tutulamayan güçlerini
araştırmaya kalkan olursa, onlara zamanlarını boşa harcadıklarını söylememiz lazım.
Da.D. Beynin en temel kabiliyetlerini bile anlamış değiliz aslında, mesela çarpım yapma, yürüme veya bir kediyi bir kaseden ayırma kabiliyetini. Bu sorular kolay cevaplanmayabilir, ama zihnin gizemli güçleri olduğu şeklindeki yaklaşımın işe yarayacağına inanmıyorum. Zamanla beynin işlevlerini normal biyolojik kavramlarla açıklayabileceğimize inanıyorum.
E.P. Evreni gözlemleyip bilgi edinmeye çalışıyoruz, peki duyularımız nereden geliyor? Kendi fiziksel algımızın ötesinde bir şey var mı? Bir şeye nasıl anlam veriyoruz? Ne kadar yolalmış olsak da, Newton’ın sözünü ettiği şeye hâlâ erişemedik: “Evrenin görsel algısını renklerin ihtişamına dönüştüren mekanizmaları bilmek isterdim.” Hatırladın mı? Bu kadar temel bir şeyi hâlâ anlayamıyoruz; ilk hücreyi başlatan molekülle ilgili nafile arayışı hatırlatıyor bana bu.
Da.D. Herşeyden önce, unutma ki, bu tip soruları ortaya atan tek tür biziz. Kedilerle köpekler oturup ne hayatın anlamı üzerine tefekküre dalıyorlar, ne de yeryüzündeki pozisyonlarına kafa yoruyorlar. Durumları anlamlı, çünkü evrim tarihlerine ve kendi tecrübelerine dayalı bir duyumları var. Bir köpek belli bir görsel durumun tehlike anlamına geldiğini bilir, mesela kendisine bir
92
K İ M S E P A T R O N D E Ğ İ L
kez sopayla vurmuş olan bir adamı farkettiğinde. Duyumu buradan geliyor. Köpeğin beyni, bu duyumu hafızadan süzüp belli durumlara uygulayabilmek üzere tasarlanmış. Bizim beyinlerimiz de aynı şekilde işliyor, ama biz dil becerimiz sayesinde olaylar üzerine düşünebiliyor ve biyolojik yapımızdan gelen duyumlar üzerine anlam katmanları oluşturabiliyoruz.
E.P. O zaman, sıradışı algı, duyu dışı algı diye bir şey olmadığım, nöronlarla atomlardan öte hiçbir şey olmadığını mı söylüyorsun yani?
Da.D. Evet, bir şey var, ama harika bir şekilde gizleniyor, hiç somut delil yok.E.P. Öyleyse beynin muazzam bir kapasitesi yok.Da.D. Beynin kapasitesi muazzam. Yabancı dil öğrenen veya okula giden bir ço
cuk, beynin henüz tam anlaşılmayan, muazzam kapasitesini gösteriyor.E.P. Peki, düşünce aktarımı veya zaman yolculuğu gibi güya okült güçleri tespit
ettiklerine inanan insanlar hakkında ne düşünüyorsun? Biliyorum, sana akıl dışı görünüyor olmalı—
Da.D. Böyle şeyleri iddia eden insanlar muhtemelen bunlara inanıyordur, ama doğru değiller. Pablo Picasso bir keresinde şöyle demişti: “Aramam, bulurum.” Bu “bulurum”, keskin bir dehanın harika bir tanımı, ama doğru olduğunu düşünmüyorum. Picasso gerçekten bir dehaydı. Ama buluşları mucize değil, önceden yürüttüğü yoğun araştırmaların ürünüydü, bizim alanımızda söz konusu olanlar da doğal seçilimin ürünü.
E.P. Sezginin rolü ne öyleyse? Einstein, başka hiçbir şeyin işe yaramadığı durumlarda, keşiflerin derin bir sezgiden doğduğunu söylemişti.
Da.D. Doğru, ama sezgi ne? Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde ve onu sezgiyle bulduğumuzu söylediğimizde, aslında o fikri nasıl bulduğumuzu bilmediğimizi itiraf ediyoruz. Bir başka deyişle, beyinde birbirleriyle yarışıp fikirler öne süren nöronlarımız sayesinde gerçekleştiğini söylüyoruz. Bazı insanların beyinleri yeni fikirler üretmede diğerlerininkinden daha iyi, muhtemelen geliştirdikleri düşünme alışkanlığı sayesinde. Aslında kendilerine farklı düşünmeyi öğretiyorlar, ama bunda sıradışı bir şey yok.
E.P. Yani, bir irade meselesi mi diyorsun?Da.D. Bir sihir hilesi gibi. Bir sihirbazı sahnede sihir hilesi yaparken gördüğümüz
de, ilk başta sıradışı, imkansız ve sihirli bir şey gördüğümüzü düşünürüz. Sonra, nasıl yapıldığını anlayıncaysa, hileden başka bir şey olmadığım anlarız. Bilim beyinde de benzer bir şeyin gerçekleştiğini kanıtlıyor ve bu şey dramatik hileler yapabiliyor.
E.P. Sezgi de onlardan biri—Da.D. Kesinlikle, sezgi de onlardan biri.E.P. Bilinç hakkında ne söylenebilir? Sen çok ünlü bir uzmansın ve bilinç kavramı
üzerine epey kafa yordun, yine de seni indirgemeci olmakla suçluyorlar. Bir
93
H A Y A T K İ T A B I
kaç yıl önce birbirimizi son gördüğümüzden beri bu alanda yeni bir keşif oldu mu?
Da.D. Bilinçle konusunda sanırım büyük ilerleme kaydettik. Onu yapı elemanlarına ayırıyoruz. Böylelikle, bilincin bütün bu elemanlardan oluştuğunu ve dereceleri bulunduğunu anlarken, müthiş ve gizemli bir şey olduğu yolundaki yaklaşıma da tedricen açıklık getiriyoruz. Bakterileri inceleyince, bilinç diye bir şeyleri bulunmadığım, bir bakterinin sadece minik bir robot olduğunu görüyoruz. Beyin hücreleri de aynı tabii, çünkü onlar da minik birer robot. Bir ağaca bakınca, onun bilinçli olmadığına inanabiliriz. Ama canlı; bir bilinci olmayabilir, ama hassas: etrafındaki dünyayı ayırdediyor ve çok soğuk ya da sıcak olup olmadığını, yeteri kadar su ya da rüzgar bulunup bulunmadığını ölçüyor.
E.P. Ya da güneş ışığı olup olmadığmı-Da.D. Evet. Güneş ışığı eksikliğini hissedip güneşe dönüyor. Bu bir tür bilinç, bel
li bir duyarlık. Çoğu insana göre, ağacın güneşe duyarlığını veya retinamızdaki çubuk ve koni hücrelerin güneşe tepkisini açıklarken ya da bir bilinç teorisi kurarken, bu duyarlığı temel alamazsın. Neden? Çünkü nihayetinde bir kamera lensi veya filmi de duyarlıdır.
E.P. Ama ne lenslerin ne de filmlerin bilinci var....Da.D. Ama retinamızın da kendi başına bir bilinci yok ve yine de karanlık-aydın-
lık farklarıyla karşılaşınca duyarlığı sayesinde tepki veriyor. Bu bilinç kuruluyor.
E.P. Bazı biyologlar “bakterilerin bilinci var mı, yok mu?” diye düşünüyorlar. Bakterilerin, bilinçliymişçesine, manyetik akımları takiple hareket etmeleri hayret verici.
Da.D. Aslında, hareketin hızı çok önemli. David Attenborough bitkilerin gizli yaşamı üzerine, The Private Life o f Plants [“Bitkilerin Özel Yaşantı”] adlı şu harika televizyon dizisini yaparken, bitkilerin büyümesinin nasıl hızlandığını gösteren harika sahneler çekmişti. Asmaların nasıl büyüdüğünü, kıvrıldığını ve ağaçlara dolandığını gösteriyordu-
E.P. Bilinçli olarak?Da.D. Bitkiler sanki bilinçliymiş gibi görünüyordu. Ama sadece tepki süresi yü
zünden böyle bir etki oluşuyor. Bir insanı bir ağacın büyüme hızına çeksek, epey donuklaşırdı. Bu kişinin hiç de bilinçli olmadığını düşünürdün, bir robot gibi. Robotların bilinçli olmadıklarını düşünürüz, çünkü aptal görünürler, “BEN-BİR-RO-BO-TUM ” gibi şeyler söylerler. Ama Yıldız Savaşlarındaki C3PO ve R262 gibi robotlar bilinçli görünüyordu, çünkü bizim tempomuzda, düzgün hareket ediyorlardı.
E.P. Hız demişken... ışık sesten daha hızlı yol alır, ama beyin belli ki görsel imaj-
94
K İ M S E P A T R O N D E Ğ İ L
ları işitsel algıdan çok daha yavaş işliyor, dolayısıyla mesela on metrelik bir mesafede ses ve görsel imaj beyne aynı anda ulaşıyor. Sana iki soru sormak istiyorum: Birincisi, beynin olup biteni yorumlaması için bu eşzamanlılık mutlaka gerekli mi? Ve İkincisi, fabrikada, yani bedende bir patron olmadığını anladığımıza göre, bu ışıkla, bu görsel imaj girişiyle, sesin buluştuğu bir nokta var mı?
Da.D. Sinyallerin buluştuğu birden fazla nokta var. Pek çok nokta var ve bu buluşmalar farklı zamanlarda gerçekleşiyor. Sinyal gelişinin önem arzettiği bir beyin bölgesi olmadığını anlamamız lazım. Uyarımların “artık hepimiz burada olduğumuza göre, bitiş çizgisini geçtik ve burada bilinç bölgesindeyiz” diye uyum içinde davrandığı bir yer yok. İki, on veya iki bin nokta olabilir. Ve bir olayın ışık bilgisi beynin bir bölümüne ses bilgisi uyarımlarından önce ulaşır. Uyarımlar başka bir bölümeyse farklı bir düzende ulaşır. Beyin tüm uyarımları organize edebilir, yeniden düzenleyebilir, işleyebilir; ama kandırılması mümkündür. “Burası bilinç; son merci burası” diyen bir resmî makam alanı yok. Dolayısıyla, bilinçli algılamada önce hangi sürecin gerçekleştiği şeklindeki soru, cevabı olmayan, yanlış bir sorudur.
E.P. Beyin gözlerine odadaki bir resme bakmasını söylerken, ayak parmağına da kıpırdamasını söyleyince ne oluyor? Beyinle ayak parmağı arasındaki mesafe, beyinle gözler arasındaki mesafeden daha büyük, dolayısıyla zamanlama şaşabilir. Beyin ikisini biraraya getirmeyi nasıl başarıyor?
Da.D. Beynin, bu “uyarım” problemine bir çözüm bulmak için çok zamanı oldu -bütün bir evrim süresi. Ve buldu. Beyin motor sinyaller göndererek hareketi başlatırken, beklenti süreleri de belirliyor. Belli bir süre sonra kimi sonuçlar bekleniyor. Mesela, Boston’dan Kaliforniya’daki birine mektup yollarsan, cevabı ertesi gün beklemezsin, ama hafta sonunda beklersin. Beyin çok çabuk gelen sinyallerle kandırılabilir ve bu, kendi dahili beklenti süreleri yüzünden beyin için anormal bir durum yaratır. Nihayetinde, eşzamanlılık açısından beyni şaşırtmanın tek yolu, beklentilerini boşa çıkarıp iptal etmektir. Olaylar, beynin beklediği şekilde gerçekleştiği sürece, herşey yolunda demektir.
95
- 1 0 -
Gizli Ben
Oliver Sacks ile SöyleşiHatıralarımı, özellikle de canlı, somut ve ayrıntılı olanları temelde
doğru ve güvenilir sanıyordum. Ama büyük bir şaşkınlıkla bazılarının biç de öyle olmadığını anladım.
Oliver Sacks
Eduardo Punset: Kitaplığın Oaxaca’yla dolu: mutfağı, bitkileri. Oaxaca’da neyi sevdin?
Oliver Sacks: Oaxaca’ya aslında botanist arkadaşlarımla çiçekli bitkiler ve eğreltilere bakmak için gitmiştim, ama herşeyi ilgimi çekti. Oradaki yemekleri seviyorum.
Oliver Sacks, Albert Einstein Tıp Koleji’nde klinik Nöroloji Profesörü, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Misafir Nöroloji Profesörü ve l iftle Sisters o f tbe PooVun [Katolik rahibelerce işletilen bir düşkünler evinin] Danışman Nöroloğu’dur.
96
G İ Z L İ B E N
E.P. Eğreltiler. Biz İspanya’da onlara helechos deriz. Helechos tutkun, bu bitkilerin milyonlarca yıl yaşında olmasından mı kaynaklanıyor?
O.S. Sağkalım konusunda çok iyidirler. Dinozorlar geldi geçti, ama eğreltiler hâlâ yola devam ediyor. Kendi hayatımda da bir mazileri var; savaştan önce bahçemiz eğrelti doluydu. Annem eğreltilere bayılırdı.
E.P. Eğreltiler öyle pek de güzel sayılmazlar.O.S. Çiçeklerin çok renkliliği ve egzotik şekilleri onlarda yok. Kendine özgü, çok
hassas bir güzelliği olan, çok daha basit bir yaşam formu onlar.E.P. Sağkalım makineleri... ve bunu söyleyen de, nörolojik hastalıklardan kurtul
manın yollarını kimsenin incelemediği kadar incelemiş biri. Bu tutkuyla geçen onca yılın sonunda ne düşünüyorsun, şu kadim beyin hakkında gerçekten bir şeyler öğreniyor muyuz? Sen ve arkadaşların, Antonio Damasio ile Joseph Ledoux, yeni bir şeyler keşfediyor musunuz?
O.S. Büyük beyinli bir organizma olan insanoğlu dirençli ve çok yönlü bir varlık. Bir makine hasar gördüğünde, bunun geri dönüşü olmayabilir. Beynin bir bölümü hasar gördüğündeyse, çoğunlukla bir başka bölümü aynı işi üstlenebiliyor. Beyin yüksek rezerv ve plastikiyete sahiptir. Bir işi yapamaz hale gelirsen, beyin, yani sen, aynı işi yapmanın ya da yaklaşık aynı işi yapmanın bir başka yolunu yaratır veya bulursun. Kişinin —kişiliğin- biyolojik bakımdan çok dirençli ve her tür hasarı atlatmaya müsait olduğunu da düşünüyorum.
E.P. “Karısını Şapka Sanan Adam”la ilgili açıklamanı, yani muhtemelen en büyük katkını okurlarımıza birazcık hatırlatalım. Bu bir görsel hafıza kaybı vaka- sıydı -ya da her ne diyorsan işte. Karısını şapka sanan adamın beyninde ne oluyor?
O.S. Bu adam, Dr. P., iyi bir müzisyen ve şarkıcıydı. Beyninin görsel bölgeleri bozulmaya başladığı için, insanları ve yerleri görerek tanımakta zorluklar çekiyordu. Dinleyince veya dokununcaysa hemen tanıyordu insanları. İşitme ve dokunma duyusu sağlam kalmıştı, ama abuk görsel hatalar yapmaya başlamıştı. Bir keresinde elini şapkasına uzattı ve şapka yerine karısının kafasını tuttu. Bir anlığına, sonunda benim kitabıma başlık olan bu kaba hatayı yapmıştı.
E.P. Bu tür bir yanlışlık karşısında sabırla bir şey elde edilebileceğini düşünüyor musun? Böyle bir hastaya yardım edilebilir mi?
O.S. Dr. P. elbileselerini bulamıyordu, bir sürü şeyi yapamıyordu. Ama sonunda görsel tanımadaki yetersizlikleri müzikal tanımayla ikame edebildi. Şarkı söylediğinde ve görsel ipuçlarını bir müzik parçasına dönüştürdüğünde, kısa süreliğine normal oryantasyonunu kazanabiliyordu. Aynı görsel problemi yaşayan bir başka hastayı daha görüyordum, o da yetenekli bir müzisyendi, ama onun renk duyusu hâlâ çok keskindi. Yolunu yormadımını bulabilsin
97
H A Y A T K İ T A B I
diye, evinde herşey renk, şekil, pozisyon ve benzeşime göre düzenlenmişti, çünkü onları soyut görsel kavramlarla yeniden sınıflandırmıştı.
E.P. Dünyayı kendine uygun biçimde yeniden kurmuş.O.S. Bu örnekler beynin adaptasyon mekanizmalarını gösteriyor.E.P. En kapsamlı beyin hasarlarında kaybedilen en son şey müzik algısı galiba.
Beynin tarih öncesini inceleyen son araştırmalar, müziğin mi, yoksa dilin mi önce geldiği konusunda bir belirsizlik olduğunu gösteriyor. Dil beynin belli bir bölgesine yerleştirilmiş, müzikse beynin tamamına yayılmış gibi görünüyor. Sence neden beyin ve insanoğlu için bu kadar önemli müzik?
O.S. Çok kritik bir soru. Meslektaşım Steven Pinker müzik için “işitsel peynirli kek” diyor; lüzumsuz olduğunu kastediyor. Beyne kesinlikle epeyce yayılmış durumda; perde, ritm ve diğer müzikal unsurlar, hepsi beynin farklı bölümlerince örgütleniyor. Kapsamlı bir hasar olduğunda bile insanlar daima müziğe tepki veriyorlar. Müzik, dil ve taklidin, sırf insanlarda bulunan, türe özgü üç nitelik olduğunu ve muhtemelen birlikte geliştiğini düşünüyorum. Müziğimizin hayvan bağırtısı, kuş cıvıltısı veya balina mırıltısıyla kıyaslanabileceğini sanmıyorum; ama yine de sosyal bir arkaplanda, duygusal bir arkap- landa geliştiği kanaatindeyim. Her kültürde ve her birey için önemli bir yer tutuyor. Piyanosuz kalsam veya müzik çalamasam delirirdim.
Müziğin büyük bir örgütleme gücü var. Kendi başına hatırlanamayan bir sahne, müzikle örgütlenince hatırlanabiliyor. Çoğu zaman afazi -dil kaybı- mağduru olan insanlar, müzik içine yerleştirilince dili hatırlayabilirler. Müzikal sanrı yaşayan insanlar aniden öyle bir canlılıkla müzik “duyarlar” ki, radyonun açık olduğunu veya yan odada birinin piyano çaldığını sanırlar. Müziği hayal etmekten farklı bir şey bu, onu algıladıklarını sanıyorlar. Umulmadık ölçüde yaygın bir bozukluktur. Özellikle işitme kaybından muz- darip insanlarda yaygındır, ama başka durumlarda da olur. Sanırım insan beyni müziğe çok çok yatkın -müzikal olmadığı söylenen insanlarda bile.
E.P. Müzikle ilk terapi tecrüben, Uyanışlar [Awakenings] adlı şu harika kitap, film ve hikayeyle oldu. Hastanın dünyasını yeniden kurmada müziğin bazı imkanlar sunduğunu görmüştün.
O.S. Hareketsiz veya donuk hastalar görürdüm, bazıları belki yürümeyi veya tek bir adım atmayı bile beceremiyordu. Ama dans edebiliyorlardı. Tek bir hece söyleyemezlerdi, ama şarkı söyleyebiliyorlardı. Müzik bir şekilde, en azından birkaç dakikalığına, parkinsonlarını aşıp, onlara hareket özgürlüğü veriyor gibiydi. Herşey değişiyordu; beyin dalgaları değişiyordu. Müzik sayesinde ciddi bir nörolojik değişim oluyor.
E.P. Neredeyse kimyadan başka bir şey düşünmeyen şu “kimyacı çocuk”un sonunda hekim olup, kendini nörolojiye ve hastalarına adaması hep bir merak
98
G İ Z L İ B E N
konusudur. Kimyadan nörolojiye, senin tabirinle nesnelerden kalplere giden bu değişim konusunda hep ketum oldun. Bu konuyu düşündün mü?
O.S. Bazan düşünüyorum; aslında mesele ketumluk değil, kafa karışıklığı. Ne olduğunu bilmiyorum aslında. Ama daha fazla deşersem, bir ek kitap, Uncle Tungsten’a (Sacks, 2001 - “Tungsten Amca”) bir ikinci cilt yazabilirim belki. Yalnız şurası kesin ki, benim için ilk olan objeler dünyasıydı, ama bitkiler dünyası da erken yaşlarda çok önemli hale gelmişti. Herşeyden önce bitkiler canlı ve birer organizma. Bitkilere bir yakınlık duyuyorsun, muhtemelen bitkiler sana yakınlık duymasa da. Daha sonra zoolojiye ve insan dışındaki hayvanlara ilgi duydum. Ve sonunda insanoğulları ilgimi çekti. Maddeye (kimyasallara, fiziğe, nebata) ilişkin eski merakım hâlâ içerde bir yerlerde. Bu ağır ilerleme evrimin kendi ilerlemesine benziyor. Dünya başlangıçta inorganik bir kütleydi, sonra hayvanlarla bitkiler ve sonunda da insanlar türedi. Bazan, “kimya tercihim geleceği olmayan bir ilk yönelim miydi?” diye düşünüyorum. İnsanın belki arasıra yeni bir yön belirlemesi lazım. Altı yüz milyon yıl önce Ediacara biota denen çok acayip organizmalar vardı, bazıları hayvanlara benziyordu, ama sağ kalamadılar. Neredeyse hiç izleri kalmadı, hepsi ölüp tükendi.
E.P. Ama güzeldiler.O.S. Evet, çok güzeldiler. Bazı paleontologlar Ediacara’dan evrimin başarısız bir
denemesi olarak sözediyor. Belki kimya benim Ediacara’mdı, belki vazgeçilmez önşarttı. Ama kimya, hatta tarihi ve kişiliği beni her zaman büyülemiştir. Mesela tungsten en sevdiğim elementti. Metalik tungstenin 1780’lerde Ispanya’da iki Basklı kardeş, Juan-Jose ve Fausto Elhuyar tarafından keşfedildiğini bilmek benim için önemliydi. Bilimin kendisi kadar, bilimle teknolojinin insani yanını da hep merak etmişimdir.
E.P. Tungstenden söz etmişken, şurada iki ağırlık görüyorum.O.S. Kağıt ağırlıklarım biriktiriyorum; onları kimyasal elementlerden yaptırdım,
neredeyse hepsi var. Bu sıradan bir kağıt ağırlığı ve bu da tungsten ya da volfram. Yoğunluğu hoşuma gidiyor. Belki bu silindir bir milyon yıl sonra hâlâ ortalıkta olacak. Sağ kalabilir; insan veya bitki veya kimyasal element olsun, sağ kalanları seviyorum.
E.P. Amerikalı büyük bir fizikçi söylemişti: insanlar önde bir ağaç ve geri planda biraz kaya bulunan bir resim görünce, ağacın yokolup sadece kayaların kalacağını düşünürmüş genelde. Ama kaya bile, tungsten bile yokolabilir. Yo- kolmayacak şey yaşam. Hoş bir fikir, değil mi?
O.S. Yaşam çok dirençlidir. Muhtemelen dört milyar yıl gibi uzun bir zaman önce başladı, Dünya’da sıvı su ortaya çıkınca ve ısı uygun seviyeye düşünce. Yaşayan ilk organizmalarla aynı DNA’yı paylaşıyoruz. Tabii kayalar hava ve
9 9
H A Y A T K İ T A B I
ya fiziksel koşullarla aşınabilir, ufalanıp çözülürler, ama yaşamda devamlılık var, genetik mesaj yeni nesle aktarılıyor. Genlerini, DNA’sını aktarıyor yaşam. Atalarımız bizi birbirimize ve dört milyar yıl önceki ilk atamıza bağlıyor. Tungstenin yaşamınki gibi ataları yok, ama atomu yoketmek de güç. İlk kimlik, bir anlamda, atomlardır, dolayısıyla tungsten her zaman tungstendir, her zaman belli bir atomdur. Benim ilgim hep kimliğe yönelik oldu. Tabii genetik kimlik ve sonra şahsi kimlik ilgimi çekti. Yani belki de benim tüm entelektüel ve duygusal yönelimim kimlikle ilgiliydi.
E.P. Doğru, evet. Çocukluğundan beri kimyasal elementlerle, temel elementlerle ilgiliydin. Büronun her yerinde hep elementler tablosu örnekleri var, hep ak- lındalar, gittiğin müzelerdeler.
O.S. Banyoda asılı duran elementler tablosunu söyleyeceksin sandım. Onu görmedin mi?
E.P. Evet, gördüm; film ekibimden biri, hayatında ilk kez banyoya asılmış bir elementler tablosu gördüğünü söyledi!
O.S. Yatak odama gitse yatağımda koca bir elementler tablosu görürdü. Buna “elementler altında uyku” diyorum. Yorganım eksiksiz bir elementler tablosuyla süslüdür.
E.P. Seni evrenin genişlediği kaosta bir tür düzen bulunduğuna mı inandırmıştı?O.S. Evet, sanırım epeyce. Savaş sırasında, çocukken, benim kuşağımdaki çoğu in
san gibi Londra’dan, ailemden uzağa gönderildim. Gönderildiğim okul kaos ve zalimliğin hüküm sürdüğü bir yerdi, hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenile- mezdi ve herşey tam bir belirsizlik içindeydi. Londra’ya geri döndüğümde, tungstenden filamanlar ve ampüller yaptığı için Tungsten Amca dediğimiz şu amca karşıma çıktı. Beni tungsten, kimya ve elementler tablosuyla tanıştırdı. Evrende bir düzen olduğu yolundaki duyumu ondan aldım. Söylediğin gibi, inanabilmek için belki de elementler ve davranışlarının ve kimyasının nispeten kestirilebilirliğine, güvenilebilirliğine ihtiyacım vardı. Tungstene dokunmayı hâlâ seviyorum; sağlamlığı çok hoşuma gidiyor.
E.P. Harika. Sen ve diğer nörologlar büyük bir katkı yaptınız, revizyonist bir katkı, mesela hatırayı sadece günlük tecrübelerin korteksteki bir tür kaydı sayan geleneksel yaklaşımı asla kabul etmedin sen. Düşündüğün şey tam olarak ne?
O.S. Hatırayı bir tür kayıt veya fotoğraflamayla kıyaslayan geleneksel anlayışı muhtemelen kabul ettim. Ama yaklaşık yirmi yıl önce farklı bir şekilde değerlendirmeye başladım, kişinin kurguladığı bir şey olarak düşündüm; insan hatırayı farklı unsurlardan oluşturuyor, asla aynı kalmayan unsurlardan. Otobiyografim Uncle Tungsten çerçevesinde bu konuya biraz değiniyorum. Bu kitapta, altı yaşında küçük bir çocukken Londra’da patlayan bombalara ilişkin iki canlı hatıradan sözediyorum. Bir tanesini kitap yayınlandıktan
I O O
G İ Z L İ B E N
sonra abime anlattım. Onaylayıp tamamen aynı şekilde hatırladığını söyledi. Ama arka bahçemizdeki bombalara ilişkin diğer hatıra için, “Sen bunu hiç görmedin ki” dedi. “Nasıl hiç görmedim?” dedim. “O zaman uzaktaydık” diye cevap verdi. “Ama şu an görebiliyorum!” dedim. Bombanın patlayışını görebiliyordum, kardeşlerimin su kovalarını getirişini ve bombanın sıcak metali fırlatışını görüyordum. “Nasıl oluyor da şimdi görebiliyorum?” diye sordum. Ve abim, büyük ahimizin bize bir mektup yazdığını, çok canlı bir mektup yazdığını ve oradaki tasvirin beni çok etkilediğini söyledi. Farkında olmadan, sahneyi onun tasvirine dayanarak kurmuştum zihnimde. Sonra da sahiplenmiştim. Şimdi entelektüel anlamda bunu biliyorum, ama yine de, gerçek hatırayı sahte olandan ayırdedemiyorum. İkisi de birbirine benziyor ve sanırım bu durum, insan hafızasının ve insan tahayyülünün hem gücünü, hem de zayıflığını gösteriyor. İnsan çoğu kez nereden geldiğini bilmeden bazı şeyleri uyduruyor.
E.P. Geçenlerde yazdığın bir makalenden alıntılıyorum: “ Hatıralarımı, özellikle de canlı, somut ve ayrıntılı olanları temelde doğru ve güvenilir sanıyordum. Ama büyük bir şaşkınlıkla bazılarının hiç de öyle olmadığını anladım.” Beynin evrimine ilişkin görüşümüzle ilgili mi bu?
O.S. Şu an biz beyindeki ağlar aracılığıyla düşünüyoruz. Ağın bir bölümü iflas ederse, bir başka bölüm devreye girebiliyor. Ama beyindeki ağlar kültürel ağa da uzanıyor ve hafızamızın epeyce bir bölümü haricileşmiş durumda. Büromdaki tüm kitaplar, tüm kayıtlar, radyoda duyduğum herşey, bir insanın tüm kültürü harici hafızadır, insan bunu kendi bünyesine dahil eder. Büyük bir güç verir bu, çünkü bizi yaratan sadece kendi tecrübemiz değil, kültürümüzdeki herşeydir. Ve bir hatıranın kaynağından her zaman emin olmuyoruz. İyi bir meslektaşım hafızanın kırılgan gücünden dem vurur. Bir hadiseyi aynı şekilde anlatacak iki kişi yoktur. T anıklar bir suça ilişkin farklı hikayeler anlatırlar. Hiçbiri yalan söylüyor değildir; ama hepsinin kendi çağrışımları ve kendi duyguları var. 1890’larda Freud pek çok hastasının çocuk- lükta uğradığı cinsel tacizlere ilişkin tasvirlerini duyunca şaşırmıştı. Önce tüm bunları kelimesi kelimesine tarihî gerçek saydı, sonra zaman zaman “bu anlatımlara hayal gücü veya fantazi karışmış olabilir mi?” diye düşünmeye başladı. Uzaylılarca kaçırıldıklarını veya bir uzay gemisine alındıklarını anlatanlar da var mesela.
E.P. Nasıl oluyor da, bir hasta ayağının kendi ayağı olmadığı ve bu şeyi birinin sağa sola ittiği hissine kapılabiliyor?
O.S. Bu hisse kapılmak çok kolay. Bunu bizzat yaşayıp yazıya da döktüm ve yani evet, beni hayrete düşürmüştü. 1974’de bir kaza geçirmiştim. Dağ yürüyüşünde düşüp, bacak kaslarımla sinirlerini fena halde zedelemiştim. Ameliyat
I O I
H A Y A T K İ T A B I
olmam lazımdı ve bacağım kalıba alındı. Ama sonra tuhaf bir şey oldu, ameliyattan iki gün sonra, hasta bakıcı kapıdan baktı ve odama dalıp “Dr. Sacks, dikkat edin, yoksa bacağınız yataktan düşecek” dedi. Ben de “Nasıl düşecek? Önümde duruyor!” dedim. O zaman “Hayır, ayağınız yarı yarıya yatağın dışında” dedi. “Bak, kendi ayağımın nerede olduğunu bilirim heralde, değil mi?” dedim. “Evet, bilmeniz lazım” dedi. “Tamam, biliyorum işte” dedim. “Bakın” dedi. Ve ben de baktım. Plaster kalıbındaki ayağım ben uykudayken yarıya kadar yataktan sarkmıştı.
E.P. Ve sen bunu bilmiyordun?O.S. Hayır, bilmiyordum. Bu durum şu gerçeğe dikkat çekiyordu: bacağımdan ar
tık bir uyarı veya bilgi almıyordum ve dolayısıyla onun nerede olduğu veya doğrusu varolup olmadığı kesin bilgim dahilinde değildi. Vücudumuzdan beynimize gelen sürekli bilgi akışına tabiyiz. Bu bilgi bir şekilde kesilirse ... A Leg to Stand On [“Üzerinde Durulacak Bir Bacak”] adlı kitabımda yarı şakayla söylediğim gibi, omuriliğine anestezi uygulandığındakine benzer bir durum yaşanır, bunu yaşamış okuyucular ne dediğimi anlayacaktır. Omurilik anestezisi uygulanan biri aniden gövdede sonlandığım hisseder. Gövdenin alt bölümü -ik i bacak- onun değildir. Ona eklenmiş ama onun olmayan, acayip bir anatomik model gibidirler. Yaşamayan bilmez.
E.P. Bu son söylediğin feci bir şey; ancak beyinle vücudun o bölgesi arasında iletişim olduğunda hissediyorsun vücudunun varlığını. Aksi halde yokmuş gibi, değil mi?
O.S. Eski bir öğrencim Jonathon Cole bu konuda güzel bir kitap yazdı. Vücudun uzamdaki konumuna ilişkin hissi tamamen çekip alan bazı durumlar -kimi zaman enfeksiyonlar- var. İnsanı önce tamamen kötürüm haline getirebiliyor: oturamazsın, uzuvların her yana saçılmıştır. Neredeyse felçten beterdir. Ama sağkalımdan, kurtuluştan bahsediyoruz. Dr. Cole’un on dokuz yaşındaki hastası yüzünden aşağısını hissetmiyordu. Ama şimdi ayakta durabiliyor, araba sürebiliyor, herşeyi yapabiliyor, nörolojik bir iyileşme olmadığı halde. Bu işleri gözlerini kullanarak ve planlamayla yapıyor. Harika bir adaptasyon örneği.
E.P. Uğraşının beni büyüleyen bir yönü var. Yazmaya çok erken yaşta başladığını biliyorum ve Picasso’nun resim yapması gibi, yazmayı hiç bırakmadığın anlaşılıyor. Tonlarca sayfa yazdın. Bir zamanlar, seni eskiden tanıyan biri, böyle durmadan yazma biçiminin adeta gayri-insani bir şey olduğunu söylemiş. Sende hayata karşı bir sevgi ve muhabbet görmediğini ileri sürmüş, ki geç dönem çalışmalarında çok bariz görülen bir şey bu. Uyanışlar’ı okuyunca sana mektup yazıp, açık açık, artık gayri-insani bir yazı makinesi gibi bir şey olmaktan çıktığın için çok sevindiğini söylemiş. Ne oldu?
102
G İ Z L İ B E N
O.S. Şurası kesin, on iki veya on dört yaşından beri yazmak benim için bir ihtiyaç -yaşantıyı yazıda daha derinlemesine keşfetmem gerekiyor. Günlükler tuttum, neredeyse son altmış yıl sürekli yazdım. Biri saymıştı, sanırım şu an 650 günlüğüm var. Çoğunu kimse okumadı. Başlangıçta Oaxaca’dan söz etmiştik. Oaxaca Journal [“Oaxaca Günlüğü”] adlı kitabım aslında geniş çapta o yolculuğa ilişkin günlüğümden alınmadır.
E.P. Burada İspanyolca baskısı var.O.S. Günlük tutmak benim için vazgeçilmez bir faaliyet. A Leg to Stand On’dan
söz etmiştin. O kitap o günlerde tuttuğum çok ayrıntılı bir günlükten doğdu. Hasta tarihçeleri de kısmen günlükler gibidir. Demin çok iyi bir arkadaşımdan söz ettin, yetenekli şair Thom Gunn’dan; kendisi ne yazık ki bu yılın başlarında öldü. İkimiz de 1930’larda Londra’nın aynı bölgesinde doğduk. 1960’larda West Coast’ta karşılaştığımızda, yazım yüzünden hem heyecanlı, hem de dehşete düşmüş bir haldeydi. Bazı bakımlardan epey yetenekli olduğumu, ama soğuk ve analitik bir şeyin beni kısıtladığını düşünüyordu. Her- neyse, Uyanışlar’m kendisi için bayağı hoş bir sürpriz olduğunu, hatta şaşırıp kaldığını söyledi. Dediğine göre, önceden en eksik olan şeyler, yani sıcaklık, muhabbet ve sempati, şimdi bu kitabın özünü oluşturuyordu. “Neden”, diye sordu? “Aşık mı oldun? Psikanaliz sayesinde mi? Aldığın haplar sayesinde mi? Yoksa sadece doğal gelişimin mi?” Bu aklıma takıldı. Mektubu hep yanımda gezdiriyordum ve sonunda haklı olduğunu anladım, cevap yukarı- dakilerin hepsi.
E.P. Demin Picasso’dan söz ettik. Picasso’nun bu kadar iyi resimler yapmasının bir nedeni, çok resim yapması, çok sık yapması, aslında hiç durmadan yapması. Kalite ve mükemmeliyet için çok çalışıp çok düşünmek önemli mi? Sence öyle değil mi? Yoksa sence, senden farklı biri, tek başına kalıp öyle senin gibi sürekli yazmayan biri, aniden gelen bir ilhamla müthiş bir şey yazabilir mi?
O.S. Sanırım bu bazan oluyor ve bazan da yaşlılıkta oluyor. Amerikalı Grandma Moses mesela, yetmişlerinde aniden resim yapmaya başlamıştı. Ve önceden daha zayıf eserler verip, muhtemelen daha sonra açılan, kendini keşfeden besteciler var. Ben hem çabuk gelişen hem de ağır gelişen biriydim, hem erken hem geç. Sanırım kimya bir erken gelişimdi, bu bakımdan erken-büyü- müş biriyim heralde. Ama bu gelişimin neye yol açtığı belli değil. Çok daha yavaş, derin bir gelişim gerekliydi, ki sonradan bu oldu. Daha yavaş ve derin olmalıydı, çünkü insanlar kimyasallardan çok daha karmaşıktır. Ama sanırım, nicelik de önemli. Altı veya yedi yüz günlük tuttuğumdan söz etmiştim. Çok azı yayınlandı. Çok azı yayınlanmaya değer. Yayınladığım tek günlük Oaxaca Journal. Uncel Tungsten için orijinalinde iki milyon kelime yazmış-
103
H A Y A T K İ T A B I
tim. Kitap yüz bin kelimeye sığdırıldı. Çok, pek çok şey yazıyorum. Yüzler- ce hasta tarihçesi yazdım, ama bunların yüzde 5’ten azını yayınlamaya çalıştım. Bazan bu tip şeyleri yayınlamanın yakışıksız veya belki incitici olacağını hissettiğim için. Bazan da bitiremiyorum; bu meseleyi nasıl halledeceğimi bilmiyorum ve dolayısıyla da sonunda azıcık bir yazı gün yüzü görüyor. Bu azıcık şey sürekli kaynayan büyük bir kazandan çıkıyor; yüzerken bile kaynıyor kazan. Aslında özellikle de yüzerken kaynıyor. Çünkü yüzmeyi çok seviyorum ve zihnimi onun gibi çalıştıran başka bir şey görmedim.
E.P. Atalarımız balıktı__O.S. Evet. Thom Gunn’ın ilk şiir kitaplarından birinin adı The Sense o f Move-
m enf tıv [“Hareket Hissi”]. Düşünmek hareket etmek demektir. Her tür hareketi çok önemli buluyorum.
E.P. Hangisini tercih ediyorsun, gaz lambasını mı, yoksa yüksek basınçlı modern ampülleri mi?
O.S. Güzel, hafif sarımtırak ışıklı gaz lambalarına karşı derin bir nostaljim var. Yüz yıl önce gazın mı, elektriğin mi galip geleceği belli değildi. Bizim Londra’daki evimizde olduğu gibi, o zaman yapılan evlerde elektriğin yanısıra gaz lambaları da vardı. Ama sevdiğim başka ışıklar da var, mesela sodyum ışığı. Altın sarısı sodyum ışığı ilk 1940’larda çıktı. Kimileri nefret ederdi, çünkü sodyum ışığında dünya tek renge bürünür, ama ben onun altın ışığını çok seviyorum. Hatta mevcut birkaç sodyum ev lambasından biri de bende, aydınlatma endüstrisinden bir arkadaş vermişti. Sodyum en sevdiğim elementlerden biridir ve turuncu-altın ışık da en sevdiğim renk.
104
- 1 1 -
Karanlığa Kapatılmış
Rodolfo Llinâs ile SöyleşiBiz insanlarda iç-iskelet, kabuklu deniz hayvanlarındaysa dış-iskelet
var.... Fark devasa.Rodolfo Llinâs
Bazı insanlara göre beyin evrendeki en mükemmel organ, diğerlerine göreyse çapraşık, gelişigüzel bir evrimin tesadüfi bir yan ürünü.
Artık zihnin sıkıca beyne demirlenmiş olduğunu biliyoruz. Duygularımızı ' önlendiren limbik sistemle bilinci kontrol eden neokorteks [bölüm 12] arasında çetrefil ve çoğu kez fırtınalı bir sinaptik iletişim olduğunu anlayabiliyoruz ve bunu Duygusal Beyin’in [The Emotional Brain\ yazarı Joseph Ledoux’ya, onun
Rodolfo Llinâs, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji ve Nöroloji bölüm başkam ve Thomas ve Suzanne Murphy Nöroloji Profesörü’dür.
I05
H A Y A T K İ T A B I
araştırmalarına borçluyuz. Dünyanın her yanında şirketler, “duygusal zeka” üzerine profesyonel seminerlere katılmaları için, en üst düzey yöneticilerine ek ödenek sağlıyor. Bu yaklaşım Daniel Goleman’ın önermelerine dayanıyor ve buna göre, duygulan bilinçle daha iyi kontrol etmek mümkün, en azından altmış bin yıl öncesine kıyasla.
Ama ne var ki, kimse etrafımızdaki çarpıklıkları unutmamızı sağlayamadı ve o çarpıklıklar vücut enerjimizin yüzde 20’den fazlasını tüketen bu organın icraatları nedeniyle oluştu. “Onları eylemlerinden bileceksin”12 sözü doğruysa, beyne ilişkin bilgimiz belirsiz demektir. Bizi biyolojik kontrol çağma, evreni kontrol etme çağına taşıyabilecek bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, maalesef, kendine ait saydığı genleri, bölgeleri ve zürriyeti savunmaya kararlı bir beyin tarafından dikte edilen ırk, cinsiyet veya dine dayalı ipe sapa gelmez şiddet ve ayrımcılığı durdurmaya yetmiyor.
Bu besbelli anormal beyni oluşturan evrimsel kalıntılar hâlâ mevcut. Fizyolog Jonathan Miller, Rönesans ruhuyla, dikkatimizi şu ürkütücü gerçeğe çekiyor: tüm bedensel uyarımlar ve duyguların doluştuğu beyin meclisinde kalp, karaciğer ve böbrekler gibi önemli organlar temsil edilmiyor ve bunun tek nedeni, omurgalı evriminin başında şu ankinden farklı yerlerde bulunmaları. Bu yüzden, kalp sancısı çekerken, basbayağı kalbimiz ağrırken, kalbin şu an bulunduğu orta-sol göğüs bölgesinde değil de, kolda, boyunda ve sırtta hissedilir ağrı. Bir böbrek taşı idrar yolunda hareket etmeye başlayınca, ağrı belden penis tabanına kadar uzanır. Jonathan Miller bu ağrıları, eski halimizin “arkeolojik kalıntıları” diye isimlendiriyor. Gemi kumandasının beyinde olduğunu düşününce, hem otonom süreçlerle solumaya ilişkin, hem de taşınmak veya partner değiştirmek gibi ihtiyari ve bilinçli süreçlere ilişkin tüm yetkinin bu direngen evrimsel yan üründe olduğunu düşününce insan şaşırıyor.
Beynin, istedikleri yere gidebilsinler diye hareketli hayvanları yönlendirmek gibi çetin bir görevi var ve bu çetin görevi yerine getirmek için aşması gereken engelleri en iyi açıklayan kişi de New York Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Profesör Rodolfo R. Llinâs’tır.
Eduardo Punset: Eğer programlayan bir şey varsa, bu beyindir. Ama beyin pek bir şey bilemez, çünkü içeri kapatılmış, nüfuz edilemez ve gizemli bir organ. Vücut yapımız deniz kabuklularının tam tersi diyorsun. Bizim yumuşak taraflarımız dışta, içerideyse omurga, iskelet ve beyin var. Omurga-öncesi atalarımıza kıyasla içi dışına çıkmış gibiyiz.
Rodolfo Llinâs: Evet, ama bu durum gerçek, mecaz değil. Gerçekten oldu. Bir
12 Incil’e gönderme.-çn
106
K A R A N L I Ğ A K A P A T I L M I Ş
yengece bakınca, bir kabuğu olduğunu, kıskaçlarını oynattığını görürsün, ama vurduğunda ele sert gelir. Ama bir ineğe vurursan, yumuşak olduğunu görürsün, içeride kemikler olduğunu hissetmek için biraz bastırman gerekir. Yani biz insanlarda iç-iskelet, kabuklu deniz hayvanlarındaysa dış-iskelet var —dışta iskelet ve içte yumuşak kısım. Fark devasa. Zeki bir yengecin “Nasıl hareket ediyorum?” diye düşündüğünü hayal et. Bu durumu esrarengiz bulurdu, çünkü yumuşak kısmı içte. Bize esrarengiz gelmiyor, çünkü yumuşak kısım dışta ve ona dokunabiliyoruz: tendonlarımıza dokunuyoruz ve hareket bize gizemli bir şey gibi görünmüyor.
E.P. Sadece ihtiyaç duyanlarda beyin olduğunu söylüyorsun. Bitkilerde sinir sistemi yok.
R.L. Doğru. İnsanlar beynin birdenbire ortaya çıktığını sanıyor. Bu doğru değil. Bu hale gelmesi 650 milyon yıl sürdü. Süreç şöyleydi: iki milyar yılı aşkın bir süre boyunca mikroskopik düzeyde kalan tek hücreli organizmalar bir şirket, yani bir hayvan oluşturdular, çünkü böylece büyük avantajlar sağlayacaklardı. Sonra, daha büyük şeylerle etkileşime girebilecek bir sistem yaratıldı. Ve böylece birbirine taban tabana zıt iki hayat felsefesi doğdu. Bir yanda bitkilerin felsefesi var; bizim gibi dolaşım sistemleri olan canlı varlıklar, ürüyor ve ölüyorlar. Ama hareketsizler. Bilfiil hareket etmiyorlar. Yangın çıkınca ağaçlar kaçıp gitmez, ama ağaçlardaki maymunlar kaçar. Hareketsizliğin felsefesidir bu: Hareket etmeden sağ kalmanın asgari gereğini yerine getiririm. Diğer yanda da diğer felsefe var, hareketinki. Ama hareket edebilmek için sinir sistemine muhtaçsın. Sinir sistemi bu yüzden ortaya çıktı, hareket etme ihtiyacı yüzünden türedi.
E.P. Beyin aslında bu hareket eden canlı organizmalarla ortaya çıktı?R.L. Evet, kasti hareket kabiliyetine sahip organizmalarla.13 Bir yere gitmek veya
bir pozisyon almak istiyorum. Mesela ağaçlar rüzgarla ya da güneşin pozisyonunu değiştirmesiyle hareket eder, ama hayvanlar dış dünyada hareket etmek zorunda ve dolayısıyla neye yaklaştıkları veya neden uzaklaştıklarına dair, çok ilkel de olsa, bir imgeye muhtaçlar. Kendilerini yiyecek bir insanın veya hayvanın ağzına doğru gidiyor olabilirler mesela. Dolayısıyla, içerde basit bile olsa bir dış dünya imgen yoksa, hareket çok tehlikelidir. İşin püf noktası bu.
E.P. Ve böylece beyin ortaya çıktı.R.L. Evet, hareketi öngörmek için sinir sistemi gerekli.E.P. İç bağlantıları sonradan kurulan, ama dış gerçekliğin, tıpkısı değilse de, tak
Organizmalarda kasti hareket kabiliyetine -ve bazan etkileyici davranış repertuarlarına- dayalı devinim, irade ve bilinç ortaya çıkmadan önce, tüm hayvanlardan önce gelişti. Beyin bir yana, sinir sistemi diye bir şey olmadığı halde, birçok protist ve prokaryot bağımsız tek hücredir, tamamen canlıdır ve çevresine tepki verir.—LM
107
H A Y A T K İ T A B I
lidi imgeler üretme kabiliyeti olan bu cihazın ilk prototipini hangi organizma yarattı?
R.L. Bu hipoteze uyan hayvanı, yani sinir sisteminin oluşumundaki eksik halkayı arayacaksak, deniz dibinde yaşayan, deniz fıskiyeleri denen bazı hayvanlara bakmakta fayda var. Şişe gibidirler, çok ince derileri vardır; bazan çok çekici mavimsi bir renkte olur. Tek yaptıkları, suyu içlerine çekip bir filtreyle dışarı atmak. Su için bir giriş, bir de çıkışları var, o kadar. Bu minimum sistemin bir beyne ihtiyacı yok, sadece basit bir su pompasını harekete geçiren ilkel bir sindirim beynine ihtiyacı var. Suyu nerede arayacaklarını veya dışarıda ne olduğunu bilmeleri de gerekmiyor, çünkü suyla kaplılar. Üreme aşamasında akıllı bir döl oluşturuyorlar ki işte bu çok sıradışı bir şey. Hemen hemen tüm bitkiler milyonlarca tohum üretir, ama çoğu ölür ya da yeşermez. Deniz fıskiyelerinin dölüyse kurbağa yavrusu gibi bir larvadır, ışığı alabilir. Yukarıda veya aşağıda, nerede olduğunu bilir. Bir başka deyişle, ışığa ve dokunmaya duyarlı bir sistemleri var ve de çok kısa bir süreliğine dış dünyayı anlama imkanları. Deniz fıskiyesinin larvası bilfiil hareket eder ama sadece bir saat yaşar, çünkü bir saatte pil tükenir. Sindirim sistemi yoktur. Yumurtadan yumurta özüyle çıkar ve yavaşça ölürken onu emer. O bir saat süresince yerleşip tutunacağı bir yer bulmak zorundadır. O yeri bulunca da oraya tutunur, başını içeri sokar ve kendi beyniyle kuyruğunu emer, çünkü artık bunlara ihtiyacı yoktur.
E.P. Bir kez yerleşip kalıcı bir iş bulunca, Ciona intestinalis gibi, deniz fıskiyeleri gibi davranan insanlar var.
R.L. Ve bu, zeka ile hereket kabiliyeti arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Evrim sürecinde bazı yaşam formları sindirim sistemi geliştirdi ve böylece evreni keşfetmeye koyulabildi. Ve o yaşam formu biziz, yani omurgalılar.
E.P. Geleceği biraz öngörebilme ve programlama ihtiyacı duyunca neler olduğuna bakalım. Bu daha karmaşık bir organizma mı gerektiriyor?
R.L. Tabii. O zaman hayvanlarda kafa ortaya çıkıyor. Kafa nedir? Hareket eden hayvanlarda kafa önde giden bölümdür. Çünkü bütün yeni şeyler önden gelir, ileri doğru giderken gözler öndedir. İşitmeye ve evreni algılamaya yönelik bütün araçlar, enformasyon nereden geliyorsa oradadırlar. Böyle olunca dış dünyaya çok daha hızlı tepki verebilirsin.
E.P. Ve bunun için, bu cihazın dışarıda olup biteni içeride temsil edebilmesi lazım —tıpatıp değilse bile.
R.L. Tabii. Vücudun içi duyu delikleri bulunan kapalı bir sistemdir. Sinir sistemi, genetik hafızaya ve duyuların yakaladığı şeylere dayanarak, dışarıda ne olduğuna dair bir fikir edinmek zorunda. Bu değişkenler aracılığıyla sadece içeride varolan bir iç halet yaratır. Mesela elmanın kırmızılığı sadece içeride yu
108
K A R A N L I Ğ A K A P A T I L M I Ş
varlaklıkla, temas hissiyle, tat ve kokuyla harmanlanır. Bunlar sinir sistemin- ce oluşturulur. Dünyayı başka şekilde hayal edemeyiz, çünkü böyle oluşturduk. Birçok şeyi görmüyoruz: bize nüfuz eden televizyon sinyallerini, radyo dalgalarını, radyoaktiviteyi. Sadece bizim için önemli olanı görüyoruz. Önemli olmayan herşeyi ihmal ediyoruz.
E.P. Bir elma nasıl sadece beyinde varolabiliyor?R.L. Bu böyle; sinek olsan, bir elmayı atın gördüğünden tamamen farklı bir şekil
de görürdün. Oluşturduğumuz içsel imge elmanın bizim için ne ifade ettiğine bağlı ve o kadar ki, diğer hayvanlar için farklı değerler ifade edebileceğini dahi hayal edemiyoruz. Beyin olmazsa elma da olmaz, onları tanıyamayız. İşin asıl enteresan yanı sistemin kapalı olması. Uyuyunca çok ayrıntılı rüyalar görüyorum, müzik ve renkler eşliğinde varolmayan şeyler görüyorum. Dolayısıyla gerçekliği kuran bazı parçaların içimde olduğunu biliyorum. Eşyayı işlevsel hale getiriyorum. Sistemin kapalılığını gösteren gerçek şu ki, dışarıda hiç varolmayan bir şeyi düşünebilir, icat edebilir ve sonra da yapabilirsin.
E.P. Bir örnek ver.R.L. Dünyanın dönüşüyle aynı özellikleri (minyatür ölçekte) sergileyen bir aygıt
hayal ediyorum. Buna saat deniyor, çok tuhaf bir aygıt, zamanı tamamen farklı bir düzlemde gösteren, yani belli bir anda Güneş ile Dünya’nın pozisyonlarını gösteren bir metal parçası. İnsan alemi dışında böyle bir şey yok. Bunu düşünüp yapabilecek bir cihaza ihtiyacımız olduğundan, sinir sistemimiz böylesi bir gelişim seviyesine ulaştı ve artık hayallerimizi gerçekleştirebi- liyoruz.
E.P. Kitaplarından birinde çok güçlü elektrik fırtınalarından söz ediyorsun. Dışarıdaki bu uzak hadiseleri -veya bir rüyayı- kurgulayabilen bir cihazın nöronlar arası iletişime ihtiyacı var. Bazan ritmik salınımların çok ötesinde, patlamalarla gerçekleşiyorlar. Buna uyum diyorsun, ritmik bir şekilde uygun adım ilerleyen bir ordu gibi.
R.L. “Gol!” diye bağırıp masaya vurduğumda, ağzım ses çıkarırken, aynı anda kolum da hareket edip masaya enerji aktarıyor. Tek bir anda işlevsel bir durum yaratılmış oluyor. Parçaları ardı ardına sıralayamam. O an beynin içini göz- lemlesen, aynı anda “Gol!” diyen milyonlarca hücre görürsün, stadyumdaki seyirciler gibi. Kafanın içinde aynı anda harekete geçen milyonlarca hücre düşün.
E.P. Bilinç. Yaşamın bir sistem olduğunu söylüyorsun—R.L. Evet, bir mitokondriyum veya bir hücre kendi başına canlı değildir, yaşam di
ye tanımladığımız vasıflara sahip olan şey sistemdir. Bisikletin prensibidir bu. Bisikletin ruhu sistemindedir, lastikte veya gidonda değil.
109
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Ama bu sistemin faaliyetlerinin yüzde 90’ı otomatik. Ya gerisi?R.L. Biz insanlar beyinsel hayvanlarız. Tek başına sağkalım yeteneğinden yoksun
olarak, çıplak olarak doğuyoruz. Ölürken de aşağı yukarı cenin biçiminde- yiz. Hep çocuk gibiyiz. Hayvanlar alemi içinde gücümüzü ölçersek, sıfırın altında olduğunu görürüz. Tavuklar nerdeyse bizden daha hızlı koşuyor. Hemen hemen bütün hayvanlar bizi koşuda geçer. Yüksek fiziksel güç yerine, sorunları hareket etmeden düşünüp çözmek için karşılıklı etkileşime dayalı yeni bir sistem geliştirdik. Beynin içinde pek çok muhtemel çözüm ele alınır ve en iyisi uygulamaya konur. Sinir sisteminin böyle bir kabiliyeti var, ama düşünmek zorunda kalmadan soluyabilmesi, sindirebilmesi veya hareket edebilmesi lazım. Bunu otomatik, bitkisel beyin hallediyor. Ve yeri beyin sapıyla hipotalamustur. Diğeri, bilinci yaratansa, kortekstir.
E.P. Ve o en yenisi, en son gelişeni.R.L. İki büyük sistem var: biri daha ilkel, tutkularınki; acı, her tür tutku, kıskanç
lık, tembellik, şehvet, açlık ve duygular. Bu müzakereye açık değil. Birini ya seversin ya da sevmezsin, bir şey sana ya zevk veriyordur, ya da vermiyordur -sürüngendeki gibi. Gerçeklikle müzakere sadece ikinci sistemde mümkündür, neokortekste, ama o da tamamen tutkuların boyunduruğu altındadır.
n o
- 1 2 -
Korkuyla Diyalog
Josepb Ledoux ile SöyleşiBilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geliyor,
ama beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor. Aksi halde, her adımımızı veya her nefesimizi hesaplamaktan
başka bir şey yapamazdık.Joseph Ledoux
Tutku, korku ve panik —bir başka deyişle, sürüngenin, yani ilkel beynin insanımsılar üzerindeki güçlü etkisi- New York Üniversitesi’nden Joseph Ledoux’nun pek çok araştırmasına konu oldu.
New York’taki ilk görüşmemizden sonra, “Duygu sistemiyle bilinç sisteminin
Joseph Ledoux, New York Ütıiversitesi’nde Nöroloji ve Psikoloji Profesörü ve Henry ve Luc Mo- ses Bilim Profesörü’dür.
III
H A Y A T K İ T A B I
durumu, acaba dilleri birbirine uymayan ilk bilgisayarlarınki gibi mi?” diye düşünmeye başladım. Joseph Ledoux bugün duygu-bilinç kopukluğunu, bilincin duygu sistemimize erişimindeki bir yetersizlik olarak yorumluyor. Ama bu bende biraz şüphe yarattı. Sanırım bilinç ve duyguları, iletişim kuramayan hasım dünyalar şeklinde düşünmek de doğru değil. “Hap alma”, “İçme”, “Kaçma” diye vaaz vermek ve uyumlu bir beynin de duygu kontrolünü garantileyeceğine inanmak zaman kaybı.
Bütün canlı organizmalar milyonlarca yıldır çevreleriyle başa çıkmak, enerji ve besin almak ve hayatlarını tehlikeye sokan bir tehditten kaçabilmek için sistemler veya işlevler geliştiriyor. Ve bu nefsi müdafaa süreçlerinde bilinç dışı -okullarda hâlâ öğretilenin aksine- bilinçten daha önemli bir rol oynuyor. Bir başka deyişle, beyinlerimiz üzerindeki bilinçli hakimiyetimiz sandığımız kadar güçlü değil.
Joseph Ledoux: Bilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geliyor, ama beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor. Aksi halde, her adımımızı veya her nefesimizi hesaplamaktan başka bir şey yapamazdık. Bilinç dışı süreçler hayatlarımızın temel unsurudur. Bazıları önemsiz görünür, mesela soluma ya da yürüme. Mesela konuşurken, cümle kurmak için özneyle yüklemi nasıl sıralayacağımızı düşünmeyiz, otomatikman yapıveririz, çünkü beynimiz hazırdır. Duygulara gelince, onları bilinç dışıyla düzenlediğimize inanmak daha zor geliyor, ama gerçekte soluma veya yürüme gibi, onlar da bilinç dışının bir parçasıdır.
E.P. Hep amigdalanın önemini vurguluyorsun. Duygularımızı kontrol ettiği anlaşılan amigdala beynin hangi bölümünde? Siz uzmanlara göre, duygularımızdan amigdala sorumlu ve amigdalayla neokorteksteki veya tüm beyindeki algı arasında simetrik bir ilişki yok. Bir başka deyişle, amigdala duygular veya tutkular aracılığıyla beynimizi kontrol ediyor, ama beynin amigdala üzerindeki kontrolüyse bir gıdımdan öteye geçemiyor. Feci, değil mi?
J.L. Evet, doğru. Amigdala duygularla ilişkili, mesela korkuyla. İşlevi tehlike uyarımlarını tespit etmek. Bir ayı saldırırsa, amigdalan tehlikeyi tespit edip bir tepki üretir; kafa yormana gerek kalmadan, tehlikeye tepki verirsin. New York’ta caddede yürüyorsun ve bir otobüs seni ezmek üzere, amigdalan tepki verir ve yoldan çekilirsin. Otobüs geçip gider ve ancak o zaman bir tehlike atlattığını farkedersin. Amigdalanın şaşırtıcı bir özelliğidir bu: hem tehlikeli durumlarda hayatını kurtarır, ama hem de, beyin korteksi üzerinde, kor- teksin amigdala üzerinde kurduğundan daha fazla hakimiyet kurar. Bunu kendi tecrübelerimizden de çırakabiliriz. Endişe, korku veya elem hissettiğimizde, duygusal beynimizi o endişeyi, korkuyu veya elemi durdurmaya zor-
112
K O R K U Y L A D İ Y A L O G
layamayız; ancak zamanla bunların üstesinden gelinebilir. Bir duygusal durum yaşadığımızda, hormonlar ve diğer kimyasallar bizi o durumda tutar ve bu çok olumlu bir şeydir. Zira bir ayı, yılan ya da başka bir yırtıcı bize saldırdığında, hisselerimizin durumunu veya akşam ne yediğimizi düşünmek pek iyi bir fikir sayılmaz. O anda ne önemliyse onun üzerine yoğunlaşmamız gerekir. Bu durum sürdükçe, beyninden seni rahat bırakmasını isteyemezsin. Duygular kendi doğal seyrini izler.
E.P. Ama bazan beynimizin duygularımızı farklılaştırabilmesini, yatıştırabilmesi- ni veya kontrol edebilmesini istiyoruz. Bazan nefret veya sevgi gibi duygular bize ciddi problemler çıkarıyor ve bilinçle yapabileceğimiz pek fazla bir şey de olmuyor.
J.L. Duygusal bir tepki iki aşamalıdır. İlki tepkinin kendisidir ve bu otomatik bir cevaptır. Yıllar önce Atlanta Olimpiyat Oyunları’nda bomba patlamıştı; CNN kaydında görüldüğü gibi, insanlar o anda tepki vermedi. Hareketsiz kaldılar, sonra, birkaç saniye geçince kaçmaya başladılar, herkes o zaman tepki verip kaçıştı. Daima bir ilk tepkimiz var ve sonra duygusal tepkiden bilinçli tepkiye geçeriz. Duygularımızı kontrol edemiyor değiliz, ilk tepkimizi kontrol edemiyoruz. Başarısız olduğumuz yer burası. İlk tepkimiz üzerinde pek az kontrolümüz var, ama sonraki kontrolün temelinde de o var. Dolayısıyla, duygusal davranırken durumu kontrol ediyoruz. Durumu kontrol etmedeki yeterliğimiz tartışılabilir, ama daima belli bir kontrolümüz var.
E.P. Ani bir tehdit belirdiğinde, mesela bir bomba, hareket etmemek, belki de başı bozuk bir şekilde sağa sola koşturmaktan daha iyi, değil mi?
J.L. Doğru.E.P. Hareketsiz kalırsan, belki hayvan seninle ilgilenmez. Duygular bu bakımdan
zekiler.J.L. Evet. Pek çok yırtıcı harekete tepki verir ve ayrıntıları çok keskin göremese-
ler bile hareketi tespit edebilirler. O hareket yırtıcının tepkisini çekebilir ve işte o zaman tehlikedeyiz demektir.
E.P. Yani türlerin tarihinde bizi kurtaran şey, ani bir tehdidin korkusuyla donup kalmaktı. Bir arslan üzerimize atılmak üzereyken verilecek en iyi tepki, kımıldamamak. Cinsel taciz veya işkence gibi bazı çocukluk travmalarının doğrudan amigdalaya gidip, ilelebet kayıt altına alındığını ve dolayısıyla bilinçli beynimizin bu hatıraları sikmeyeceğini belirtiyorsun. Hatta daha da ciddi şeyler söylüyorsun. Bu hadiselerin hipokampüse değil de, doğrudan amigdalaya kaydolduğunu ve bu hatıraları bilinçli beyne aktarmanın bir yolu bulunmadığını belirtiyorsun. Yani o kötü hatıralar sonsuza kadar bizimle mi kalacak?
J.L. İyi bir şeyin negatif yanı gibi. Ormanda yaşayan bir hayvansan ve avcılara
H A Y A T K İ T A B I
rağmen hayatta kalmak zorundaysan, onların neye benzediklerini, yaklaşırken nasıl sesler çıkardıklarını, nerede bulunduklarını vs. hatırlaman gerekir. Canlı kalmak istiyorsan bu ayrıntılar gereklidir. İlk karşılaşmanda şanslıysan ve kaçmayı başarırsan, herşeyi hatırlamak istersin ki, yeniden öğrenmek zorunda kalmayasın. Beynin tehlikeleri öğrenmede çok etkili bir sistemi var ve bu iyi bir şey, ama kötü tarafı şu ki, bazan da hatırlamak istemediğimiz şeyleri kaydediyoruz, mesela bazı travmaları. Ve travmatik durumlarda, amigdala bilgiyi kaydeder, ama hipokampüs kaydetmez, çünkü stres nedeniyle salgılanan hormonların etkilerine karşı fazla duyarlıdır. Bu hormonlar hipokampüse ulaşır ve hipokampüsün doğru düzgün ezberlemesini önler. Dolayısıyla olup bitenlere dair bilinçli hatıramız çok soluk kalır. Ama o hormonlar amigdalaya da gitmiştir ve onun herşeyi ayrıntılarıyla hatırlamasını sağlar. Dolayısıyla aynı durumla tekrar karşılaşıldığında, bilinç dışı hatıra çok güçlü ve bilinçli hatıraysa çok zayıf olabilir.
E.P. Biyolojik gelecekte, strese duyarlı olan hipokampüsün rolü tedricen azalırken, tutkularla duyguların kaynağı olan amigdalanınkiyse gittikçe artabilir gibime geliyor. Zamanla amigdala daha güçlü ve hipokampüs daha zayıf hale gelebilir mi?
J.L. Herşeyden önce şunu belirtmemde fayda var: hipokampüs bilincin merkezi değil; belli bazı hatıraları bilincimize ulaştırır ama —bilince erişimi amigdala- dan daha direkt gibi görünse de- bizzat bilinci temsil etmez. Soruna cevaben diyebilirim ki, gelecekte insan beyninin evrimi, gerilim nedeniyle hipokampüsün tedrici büzülmesi ve amigdalanın büyümesi şeklinde olabilir. Aslında evrimsel bakış açısına göre herşey mümkün. Hayatlarımızın maruz kalacağı seçilim baskılarına ve bunlarla nasıl başa çıkacağımıza bağlı. Beynimiz potansiyel avcılar hususunda daha düşük kaygı seviyelerine adapte olarak evrildi, ama beri yandaysa nükleer bombalar, psikolojik ve fiziksel gerilimler yüzünden daha stresli bir dünyada yaşıyoruz. Durumumuz sürekli değişiyor ve herşey değişimlerin ne kadar kalıcı olacağına bağlı. Evrim uzun bir süre kalıcı olan değişimlere cevap veriyor. Ve şu an, beynimizin nereye yöneleceğini bilmek zor, çünkü hızlı bir değişim evresindeyiz. Beynin değişebilmesi için uzun bir süre lazım. Primatların evrim seyrinde, amigdalayla beyin kor- teksi arasında bağlantılar kurulduğu anlaşılıyor. İyimser tahminler amigdala ve korteksin birbiriyle savaşmayı bırakıp bir dengeyi yakalayacağı yönünde. Gelecekte insan beyninde ne duygular bilince hükmedecek, ne de bilinç duygulara. Duygularla bilinç birlikte çalışacak.
E.P. Panik üreten mekanizma ve korku karşısındaki tepkinin tüm memelilerde çok benzer olduğu doğru mu?
J.L. Korku karşısındaki tepki kısmı doğru.
114
K O R K U Y L A D İ Y A L O G
E.P. Neden?J .L . Çünkü korku hissi beyin korteksinde, düşünen bölümde üretilir ve o bölüm
epey evrildi. Her hayvanın farklı bir beyin korteksi var ve dolayısıyla da farklı bir hissetme kapasitesi.
E.P. Demek, aslında diğer hayvanlarla insanların bilinç düzeyine çıkan duyguları arasında ne fark olduğunu bilmek mümkün değil.
J .L . Bu felsefi bir soru. Felsefeciler “diğer zihinler” meselesiyle uğraşıyor. Senin bilinçli olup olmadığını bilemem, tek bildiğim benim bilinçli olduğum, çünkü kendi zihnimi gözlemliyorum. Ama bir robot olsan, benim bundan haberim olmazdı.
E.P. Bu işlere yaklaşımın, bazı bağımlılıkları iyileştirmede veya tedavide kullanılan yöntemleri değiştirebilir belki de. Madem etkinin ilelebet kalıcı olduğunu söylüyorsun, o zaman mesela, bir hap bağımlısını değişime ikna etmeye çalışmaktansa, belki de, doğrudan amigdalaya gidip kaydedilmiş şeyleri silmeyi deneyebiliriz.
J .L . İlaç şirketleri salt amigdalaya müdahale edebilirler o zaman. Şu an Valium ve endişe tedavisine yönelik diğer ilaçlar aynı anda çeşitli beyin bölgelerini etkiliyor. Sadece uykuyu değil, cinsel uyarımı veya korkuyu da kontrol ediyorlar. Salt amigdala üzerinde bir etkiyi tetikleyebilseydik, böyle bir ilaç yan etki yaratmadan endişeyi kontrol altına alabilirdi.
r l 5
- 13 -
Kahreden Üzüntü
Kenneth Kendler ile SöyleşiTeblikeli bir dünyada ideal olan, ılımlı bir endişe seviyesidir.
Kenneth Kendler
1950’lerin başında psikiyatrinin hastalarını sakinleştirmeye yönelik donanımı kıttı, sadece elektroşok ve terebentinden ibaretti. Elektroşokun nöronlar arası bağlantıyı keserek davranış bozukluğunu engellediğine inanılıyor ve peşinden rastge- le kurulacak yeni bir bağlantı sistemiyle büyük sayılar yasasının14 veya İnayet’in hastayı iyileştirmesi hedefleniyor veya umuluyordu. Terebentin kola veya bacağa enjekte edilir ve hastayı kımıldayamaz hale getiren kontrollü bir iltihap yaratırdı, ama nöronlar bağlantılarını koparmaz, aksine güçlendirirdi.
Kenneth Kendler, Virginia Commonwealth Üniversitesinde Rachel Brown Banks Seçkin Psikiyatr Profesörü, İnsan Genetiği Profesörü ve Virginia Psikiyatrik ve Davranışsal Genbilim Enstitüsü müdürüdür.
14 Ne kadar çok yazı tura atarsan, o ölçüde yüzde 50/50 sonucuna yaklaşırsın.-çn
ıı6
K A H R E D E N Ü Z Ü N T Ü
Bir taşra doktorunun oğlu olarak, Pazar öğleden sonralarını kardeşlerimle birlikte Tarragona’da, Vilaseca de Solcina i Salou’daki Akıl Hastalarına Yardım Evi’nin hastalarıyla geçirirdim, yaklaşması en kolay olanlarla. Orada La Pedreta gibi hastalarla karşılaştım; işaret ve baş parmakları arasında tuttuğu küçük bir taşı hiç bırakmadan sürekli “piedrecilla” (küçük taş) diyerek, benzersiz bir el çabukluğu marifetiymiş gibi, yılanlar ve basamaklar veya ludo15 türü oyunlar oynardı.
O zamanlar kayıp insanların oranı oldukça yüksekti. Bir berduşu, yaşayacak bir yer arayan yersiz yurtsuz birinden veya aklını kaçırmış birinden ayırdetmek zordu. Anlaşılır nedenlerle, bu son gruptaki kayıp insanların nüfus geneline oram hep daha yüksek olmuştur. Çaresizlik ve ızdıraptan, muğlak ve hiç adı konmayan bir özgürlüğe kaçış arzusu var muhtemelen ve buna bir de bulunmak istemeyen kaçakları eklemek gerekir. Zira bazan güçlü bir ailenin, dengesi bozuk bir kızı veya karıyı bulup, mazisine daha uygun bir yere nakletmesi yıllar alıyordu.
Aklını kaybeden insanların düşebileceği Yardım Evi’nden, daha medeni sayılan bizim eve yolculuklarda arabamızı Huelva’lı bir genç sürerdi ve sürüşü modern bir jumbo jetin otomatik pilotuymuşçasına şaşmaz ve doğaldı. Yıllar sonra verine bir petrokimya fabrikası kurmak için kesilecek olan zeytinlikler arasında renkli bir yolculuk yapardık. O yolculuklar genç zihnimde bir daha çıkmamacası- na yer etti ve o zamandan beri yukarıda adı geçen grupları birbirinden hiç ayırde- demedim: aklını kaçıranlar, berduşlar ve bulunmak istemeyen kaçaklar. Buhranlı Hastaların —ve çoğu insanın— “hasta” kategorisine alınması sinirbilimin yakın zamandaki bir uygulamasıdır. Harici veya bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan bedensel tahribat kontrol altına alınmak üzere. Ama zihinsel bozukluğun da aynı şekilde bir yaşam tahribatı yaratabileceğine uzun yıllar ihtimal dahi vermedik.
Depresyonun bir hastalık olduğunu Vilasecade Solcina i Salou’da öğrenmedim. Bunu bana arkadaşım Lewis Wolpert öğretti, Thames nehrindeki köprülerin birinden boşluğa bakıyordu ve depresyonun pençesinde geçirdiği üç yıl bo- vunca pek çok kez o köprüden intihar etmek istediğini söylemişti. Lewis tıbbi uygulamalar ve popüler bilimde uzmanlaşmış prestijli bir biyologdur. Malignant sıdness [“Habis Hüzün”] adlı kitabı, depresyonun aslında bir hastalık olmadığı ■ olundaki genel geçer fikri en iyi çürüten çalışmadır. Bu küçük beyaz yalan hâlâ sıkça duyuluyor, depresyonlu hastaların yüzde l ’i intihar ettiği halde!
Lewis Wolpert depresyonun ciddi bir hastalık olduğu düşüncesine en büyük çatkıyı yapan bilimcilerden biriyse, Kenneth Kendler da endişe ve depresyonun rıyolojik ve genetik sebeplerini en iyi teşhis eden bilimcidir. Bu ikiz bela modern şehir insanlarının sağlığı karşısındaki en büyük tehditler arasında yer alıyor.
Pano üzerinde taş gezdirme türünden, çok basit oyunlar.—çn
ıı 7
H A Y A T K İ T A B I
Eduardo Punset: Kenneth, endişe göründüğü kadarıyla evrimsel bir özkaynak. Tehlike veya şiddet tehdidi karşısında tepki vermemize yardım ediyor. Peki ama neden öğrencilerim sınav arifesinde hâlâ kırk bin yıl önce bir kaplan veya aslan yüzünden duyacakları aynı endişeyi duyuyorlar? Sorun ne? Neden tehdit dereceleri arasında bir ayrım yapamıyorlar?
Kenneth Kendler: Senin de gayet doğru bir şekilde belirttiğin gibi dünya çok tehlikeli bir yer. Hayvanlar tehlike potansiyeli olan bir uyarıcıyla karşılaştıklarında endişe veya korkuya tepki veriyorlardı. Beynin alıcıları etrafımızdaki uyarıcılara veya tehlikelere duyarlıdır, bu sayede tehlikeye karşı önceden hazırlıklı hale geliriz. Ama tehlikeye aşırı kafa yormak da çok fazla zaman ve enerji tüketir. Sağkalım aleyhine işler. Evrimde ne oldu? Genler bireyleri belli endişe seviyelerine uyarlayacak şekilde gelişti ve tehlikeli bir dünyada ılımlı bir endişe seviyemiz olması idealdir. Tehlikeye rağmen endişelenmemek evrimsel anlamda pek akıllıca sayılmaz tabii.
E.P. Belli ki, genlerimiz bizi kırk bin yıl önce yaşadığımız çevreye iyi hazırlamış. Kırk bin yıl öncesinin tehditleriyle savaşmak için iyi hazırlanmışız, ama tehditlerin değiştiği modern koşullar için bayağı kötü yetiştirilmişiz.
K.K. Kesinlikle. Bu alanda çalışanlarımız açısından hayret verici bir durum. İnsanlar niçin örümceklerden, yılanlardan, sıçanlardan veya şimşekten korkup doktora görünür de, beri yanda çocuklara gerçekten zarar veren silahlar, arabalar veya elektrikli cihazlar konusunda kimsenin irrasyonel bir korkusu yoktur? İnsanlar evrim sırasında tehlikeli olan uyarıcılardan korkmaya programlanmış gibi görünüyor. Evrim, silahlar veya elektrikli cihazların günümüzde yılan veya örümceklerden daha tehlikeli olduğunu hesaba katacak zaman bulamadı.
E.P. Kenneth, İngiliz nörolog Susan Greenfield depresyon ve endişenin en insani hastalıklar olduğu tezini savunuyor. Diyor ki, bizi ayrıcalıklı kılan şey, dün, bugün ve yarınımız üzerine düşünme kapasitesi çok büyük olan bir beyindir ve bu da başımıza dert açıyor. Fantazi alemler ve sanrılar gören şizofrenikler veya çocukların tersine, depresyonun pençesindeki insanlar kendi zihinlerinden bezgin dürümdalar. Ne düşünüyorsun? Depresyon ve endişe vakalarında genetik faktör daha mı az etkili?
K.K. Karmaşık bir durum. Özellikle depresyon, daha ziyade, daha üst biliş ve duygu merkezlerinin bir bozukluğu. Kemirgenlerde depresyon açısından iyi bir model olduğunu sanmıyorum. İri primatların -şempanzelerin ve tabii insanların- özsaygı ve özdeğer duygularını etkileyen depresif sendrom geliştirdiğine dair deliller var. Depresyonun sebeplerinden biri insanın kendiyle ilgili yaptığı negatif değerlendirmedir. Endişe halleri sanırım daha farklı. Kemirgenler endişenin pek çok özelliğini sergiliyor. Son on yılda ortaya konduğu
118
üzere, kemirgenler, primatlar ve insanların korku davranışlarını etkileyen temel nörolojik güzergah esasen aynı. Çoğu inceleme, yeni görüntüleme tekniklerini ve özellikle de müdahalesiz manyetik rezonans görüntülemesini kullanarak, amigdala denen nörolojik yapıya odaklanıyor. İnsan, şempanze ve kemirgen beyinlerinin bu bölümü, endişe oluşumunda bağlantı merkezi rolünü üstleniyor. Sanırım endişe tür genetiğinde depresyondan daha eski.
E.P. Endişe, kemirgenler ve primatlarla ortak bir özelliğimiz ve bu genetik olarak kanıtlandı diyorsun? Genbilimden ve farmako-genomiden, yani genetik tedavide kullanılan ilaçlardan sözederken konuyu daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Ama hasta pek bir şey anlamıyor. Ne düşünüyorsun?
K.K. Sana önce genel bir cevap vereyim. Şurası önemli ki, endişe gibi karmaşık olgulardan sözederken, ya o ya bu, ya genler ya çevre şeklinde düşünmüyoruz. Genler devredeyse, bu göz rengimizi veya kan grubumuzu belirlemesindeki gibi bir etki yaratır, diye düşünmekten yanayız. Bu hastalıklar çok karmaşık olasılık hadiseleri. Endişe bozukluklarında, insanlar arası yatkınlık farklarının yüzde 30 veya 40’ı muhtemelen genetik farklılıklardan kaynaklanıyor. Kan basıncındaki gibi. Anne babamızdan devraldığımız genlerin kan basıncı seviyesini etkilediğini biliyoruz. Ama perhiz, sigara, stres vs., yaşantımızdaki çevresel faktörler, hepsi önemli. Genlerden sözederken çevrenin hiç rol oynamadığı düşünülmesin. Endişe bozukluklarında çok etkilidir. Pek çok fobinin kökeninde çok travmatik bir olay vardır. Yüksekten çok korkan genç bir hastam vardı. Babası oldukça habis biriydi. Üç veya dört yaşındayken bir evin altıncı katında yaşıyormuş hastam. Ve babası kızınca, sakinleşene kadar onu ayak bileklerinden tutup pencereden aşağı sarkıtırmış. Çocuk yüksekten korkuyordu, böyle bir genetik yatkınlığı olmadığı halde. Yeterince travmatik bir tecrübeye maruz kalmıştı. Gelişim süresince, genetik yatkınlıkla bu yatkınlığı endişeye dönüştüren çevre koşulları arasında karmaşık bir ilişki yaşanıyor. Peki hastalar bu hastalığa karşı ne yapacaklarını ne derece biliyor? Bu çok büyük oranda ne tür bir psikiyatrik yardım gördüklerine bağlı. Endişeyle ilgili hastalıklara karşı sadece farmakolojik tedavilerimiz değil, çok etkili davranışsal tedavilerimiz de olduğunu bilmemiz lazım. En yaygın endişe türü olan fobiler, davranış terapisiyle hızlı ve etkili biçimde tedavi edilebilir. Uçmaktan korkan biri ilaçlarla tedavi edilmez; pek çok davranış terapisi var. Şimdi kimileri, eskisi gibi uçağa binmek yerine, sanal gerçeklik dünyasını kullanıp, 3-D gözlük takarak sanal maruziyet terapisi uyguluyor.
E.P. Yan etki yaratmadan sadece belli mutasyonlara veya gen açımlanmalarına16 müdahale eden ilaçlar ne zaman elimizde olur? Yirmi yıl sonra, elli yıl sonra?
K A H R E D E N Ü Z Ü N T Ü
Gene expression: Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn
119
H A Y A T K İ T A B I
K.K. Benden kehanet istiyorsun. Bu çok riskli. Benim için, psikiyatrik bozukluklarla ilgili moleküler gelişmelerde en heyecan verici haber, bu hastalıklardaki anormalliklerin ne olduğunu temel bilim düzeyinde anlamak olur. Psikiyatride, şeker veya kalp-damar hastalıklarının genetiği üzerine çalışan meslektaşlarımız kadar ileri bir noktada değiliz. Hangi enzimlerin devreye girdiğini veya kolesterolü bir yerden bir yere neyin taşıdığını çok temel bir düzeyde anlıyoruz. Ama burada konuştuğumuz bozuklukların tedavisinde ciddi bir psiko-farmakolojik ilerleme kaydetmemize rağmen, ne tür anormallikler sergilendiğini temel biyolojik düzeyde hâlâ bilmiyoruz. Spesifik genleri belirleyebildiğimiz zaman, eminim, bunların çok sayıda olduklarını göreceğiz; bu hastalıkların çoğundan tek bir genin sorumlu olma ihtimali çok az. Büyük ilerleme, biyolojide bu hastalıkları incelemek için bir kapı açılmasıyla atılmış olacak. Hatırlıyorum da, yirmi beş yıl önce idrar örneği ya da belden omurilik örneği alıp nöro-kimyasal anomaliler arardık. Bu yol başarısızlığa mahkumdu. Bu hastalıklarda belki yüzlerce veya binlerce kere bin milyonlarca sinir hücresi söz konusu. O ölçümlemeler çok kabaydı.
E.P. Fizikçi olan bir konuşmacının dediği gibi, boyutlarımız uygun değil [bölüm 33]. Biz insanlar galaksileri görmek için fazla küçük ve atomların, moleküllerin ve hücrelerin minicik gerçek alemini görmek içinse fazla büyüğüz. Bu minik yaşam sence önemliydi. Deneye çok değer veriyorsun, öyle ki, psikiyatrinin bile biyokimyasal bir temeli olduğuna inanıyorsun.
K.K, Zihin beyin ilişkisiyle ilgili sorun gerçekten harika. Bir psikiyatrist olarak sanırım zihinle beden arasındaki bağlantıyı anlamak bakımından en ayrıcalıklı bir konumdayım. Zihin beden ilişkisini kurmaya çalışan tıp disiplini psikiyatridir. Tipik bir klinik durumu ele alalım: depresyondan muzdarip olan genç bir kadına bakıyorum. Kendini nasıl hissettiği ve sorunlu baba kız ilişkisinden kaynaklanan evlilik problemleri üzerine konuşuyoruz. Zihinsel dünyasıyla, kimliğiyle ilgili derin meseleler üzerine konuşuyoruz, ama görüşme sırasında benim bu hattan çıkmam da lazım, onun nörolojik sisteminde ne olup bittiğini, sisteminin hipokampüsü ve amigdalayı nasıl etkilediğini ve reseptörleri düzenlemek için ona doğru ilaç dozu verip vermediğimi düşünmem lazım. Sonra yine hattan çıkıp, tekrar zihin dünyasına dönmem gerekiyor. Yani biz psikiyatristler günlük çalışmamızda hep zihinle beyin arasındaki bu çapraşık ilişki üzerine kafa yorarız.
E.P. Harika. Sen konuşurken, acaba gelecekte, zihinden bedene geçebildiğimiz zaman, insanların yine mutluluk arayışıyla doktora gidip gitmeyecekleri sorusu aklıma geldi. Endişeyi halledince, size daha fazlası için mi geleceğiz?
K.K. Psikiyatride aşırı biyolojik indirgemeciler var ve bunların inancına göre, molekülleri tümüyle çözdüğümüz zaman, artık sadece hap vermemiz gerekecek.
120
Bu korkunç bir gelecek bence. İnsanın temel bir özelliği var, biz hikayeler anlatan hayvanlarız. Kendi hikayelerimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bayan Jo- nes’un evlilik problemleri yüzünden ameliyata girmesi yanlış olurdu (bunlar babası gibi adamlarla yaşadığı problemin bir yansımasıdır) veya benim şöyle demem: “Bayan Jones, nörolojik sistemdeki bir düzensizlikten muzdarip- siniz; bu hapları alın, kendinizi daha iyi hissedeceksiniz.” Bu işe yaramazdı. Biz insanız ve yaşadıklarımızı anlamaya ihtiyacımız var. Psikiyatrinin fazla değişeceğini sanmıyorum; değişmesi gerektiğini sanmıyorum. Asıl mesele, beyindeki temel fiziksel işleyiş kadar, hayatlarımızın anlamı üzerine de düşünebilmektir.
E.P. Ispanya’nın benim doğduğum bölgesiyle, Katalonya’yla ilgili spesifik bir sorum var. İki bilimci, Antoni Bulbena ve Xavier Estivill vücuttaki eklemlerin gevşekliğiyle endişe arasında direkt bir ilişki olduğunu söyledi. Endişenin genetik kökenini gösteren kanıtlardan biri olarak nitelendi bu. Konuyu biliyor musun?
K.K. Evet. Daha fazla araştırmayı hakeden ilgi çekici bir keşif olduğunu düşünüyorum. Endişe konusunda temel bilimden hâlâ yoksunuz. Tendonların gevşekliğini kontrol eden genle ilgili olamaz demiyorum, ama çalışma yeterince tekrarlanmadı. Genetik psikiyatri tarihinden biliyoruz, pek çok ilk bulgu tekrarlama testini geçemiyor. Dolayısıyla, ilgi ve coşku haklı ama, doğru sa- yabilmemiz için başka gruplarca incelenmeli.
E.P. Kenneth, hemen hemen dışarıdan gelen tüm hastalıkların artık kontrol altına alındığına ve şimdi asıl meselenin içimizden gelenleri kontrol etmek olduğuna katılıyor musun?
K.K. Genelde katılıyorum. Bir istisna AIDS salgını. Enfeksiyon hastalıkları Ba- tı’da, şeker ve yüksek tansiyon gibi kronik hastalıkların aksine, bayağı kontrol altında. Hastalık ve ölümün ana sebeplerinden biri psikiyatrik bozukluklar. Dünya Sağlık Örgütü, hastalıkları sağlık etkilerine göre sıralayarak, bunların 2020 yılına kadarki gelişimine ilişkin bir çalışma yaptı. Öngörülerine göre, depresyon gibi bozukluklar o tarihte kalp-damar hastalıklarını geride bırakıp, hastalık ve ölümün ana sebebi olacaklar. Alkolizm ve endişe ilk onda yer alacak. Yani insan çilesinin, yaşam tahribatı ve ölümün genel sebeplerini düşünecek olursak, sinirsel ve davranışsal sendromlar giderek sıklaşacak. Sanırım bu çileyi elden geldiğince daha iyi anlamaya ve telafi etmeye yönelik yoğun araştırma çabaları haklı bir gerekçeye dayanıyor.
K A H R E D E N Ü Z Ü N T Ü
121
HAYVAN BEDEN-ZİHİN
G i Ş
Döngüsellik ve SosyallikYeryüzünün diğer yaşam formları hakkında daha fazla şey öğrendikçe, onların dehalarından da daha fazla etkileniyoruz. En çarpıcı olanı da yaşamın döngüsel doğası. Her yerde ritim var. Gündüz geceye, gece gündüze dönüyor. Bahar yaza, güze, kışa ve tekrar bahara dönüyor. Tohumlar filizleniyor, sporlar yeşeriyor, yumurtalar bırakılıp kırılıyor, yavrular doğuyor, ağaçlar çiçekleniyor, deriler dökülüyor, eski bedenler göçüp gidiyor. Kızların göğüsleri filizleniyor, erkeklerin sakalları çıkıyor. Tüm doğada gerçekleşen bu değişimlerin işaretleri göklerde de görülebilir, Dünya’nın eliptik yörünge seyrinde, Ay ve gelgitte ve muhteşem Güneş’te. Yaşam sürecinin değişmez olguları suya ve elektriğe duyarlı, yukarılardan gelen şimşeğe, Dünya’nın manyetik alanıyla havada elektrik yüklenen parçacıklara, yerdeki radyoaktiviteye duyarlı. Çevre olmadan hayat olmaz. Vladimir I. Vernadsky’nin17 (1883-1945) dediği gibi, bağımsızlık bilimsel değil siyasi bir düşüncedir, çünkü canlı organizmaların Dünya yüzeyindeki biyosferden bağımsızlığı, tüm kozmonotlarla astronotların bildiği üzere, kesin ölüm demektir. Doğma, büyüme, üreme ve ölme döngüleri, türlere özgü olsalar da, çevresel işaretlere duvarlıdır. Yaşamın tüm canlıları kapsayan olguları ne değiştirilebilir, ne de aceleye getirilebilir. Ancak kesintiye uğratılabilir, yozlaştırılabilir, çarpıtılabilir veya durdurulabilir. Hayat ağacındaki herhangi bir filizin çatırdayıp ölme potansiyeli her an, her yerde, tüm yaşam biçimleri için söz konusudur. Davullar çalmaya, yaşam da dansına devam eder, sağkalım yükümlülüğü müzakareye açık değildir ve ku-
Vladimir Ivanovich Vernadsky, T he Biosphere [“Biyosfer”] adlı klasik kitabında enerji ve madde akışıyla tüm yaşamın birbirine bağlandığını göstermişti. Biyotada (mikrop, hayvan ve nebat yaşamı toplamında) ana enerji kaynağı yaşam için gereken kimyasal elementlerin devri daimini sağlar [karbon (C), hidrojen (H), nitrojen ;N), oksijen (O), sülfür (S), fosfor (P)]. Vernadsky’nin çalışmaları dünya çapında okur yazar kesimce iyi bilinen çalışmalardır ve kendisi biyojeokimyamn kurucusu olarak görülür. Vernadsky “hayatın jeolojik bir kuvvet”, en önemli jeolojik kuvvet olduğunu yazmış ve Lapo da (1987) kendi kitabında Vernadsky’nin düşüncesini okurlara uygun bir dilde anlatmıştır. Westbroek (1991), Vernadsky’nin bilim üzerine çalışmalarıyla, Gaya makalelerini ve kitaplarını yazarken ondan hiç haberi olmayan James E. Lovelock’un çalışmaları arasındaki ilişkiyi başarıyla inceler. Yakın tarihli bir “Whole-Earth Science” [“Tüm-Dünya Bilimi”] değerlendirmesi için de Harding’e (2006) bakılabilir.
125
H A Y A T K İ T A B I
rai durağanlık değil, değişimdir. İnsanlar hayat oyununda geç evrildiler. Yeni gelenler olarak seleflerimizden öğreneceğimiz çok şey var. Konuşuyorsak yalan söylüyoruz demektir. Rüya görüyorsak kendimizi ve kardeşlerimizi kandırıyoruz demektir. Şarkı söyleyip dans ediyoruz, ama hatıralarımızın ve hatta aslında —elden geldiğince- doğru olan bilimimizin çizdiği resimler, Antonio Vizcaino veya Ansel Adams’m18 fotoğraflarından çok, yuva öğrencilerinin çizgi adamlarına benziyor.
Sosyallik, sosyal yaşantı söz konusuysa, bu bakterilerde bile var. Siyanobakte- riler, en yakın akrabalarına gerekli nitrojeni aralıksız olarak sağlamak için kendilerini ve üreme haklarını feda ediyor. Tüm hayvan ve bitkilerin aksine, nitrojen ihtiyaçlarını dosdoğru havadan temin edebiliyorlar. Balçık küfü amipleri ölerek klonlarmın “sporofor” ile yukarı taşınmasını sağlıyor (sporoforlar, havayı kurutup propagül dolu yumrular veya keseler -yani yukarıda tohum saçmak için salıverilen hücre paketleri— oluşturmak için yaş zeminden çıkan bitki saplarıdır) [bölüm 30]. Anne klüplerini veya hezeyan alemlerini veya sürü halinde uçmayı biz icat etmedik. Sosyal davranışlar -cezbolma ve kaçınma, topluluğun sağkalımı ve günah keçisi ölümleri, anlamlı elektrik darbeleri, kendini feda, yamyamlık, savaş, tıklama sesleriyle iletişim ve daha niceleri- yaşamın kendi kadar eski davranışlardır
^ de la Macorra ve Vizciano, 2006; Adams ve diğerleri 1987.
- 1 4 -
Davul Vuruşları
Steven Strogatz ile SöyleşiBütün sistemlerin liderlik gerektirdiğini, daima bir dahilî, merkezî komutaya ihtiyacımız olduğunu varsaydık, ama bu doğru değil. Kendi kendilerini organize etmelerine izin versek, pek çok sistem
daha iyi çalışırdı.Steven Strogatz
Steven Strogatz bize en direkt cevaplan verebilecek modern bir bilimcidir ve sıradan insanı da pekala tatmin edebilirdi, eğer ki bilim camiasının pek çok üyesi sıradan insanın kafasını karıştırmaya bu kadar meraklı olmasaydı! Bazı bilimciler, ki Strogatz bunlardan değil, insanları gerçekten ilgilendiren soruların asla sorulmaması gerektiğini düşünüyor gibiler. “Faz geçişleri yaratan kendinden yönetim
Steven Strogatz, Cornell Üniversitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü’dür.
127
H A Y A T K İ T A B I
sistemleri” gibi muammalı ifadelerin -yani genel akademik jargonun- ardında şu konulara ilişkin bir arayış vardır: aynı büroda çalışan bir grup kadının adet dönemlerindeki eşzamanlılık eğiliminin sebebi, aniden kanserlenmeye karar veren bir hücrenin geçirdiği şok, Borsa’nın çöküşü, beyinde bilincin ortaya çıkması, kalp hücrelerinin eşzamanlı atışı veya çok uzun süre buzlukta kalan votka moleküllerinin buz biçiminde kenetlenip şişe ağzından bardağa dökülmeyi reddetmesi. Strogatz bu bilmeceleri basit bir dille cevaplamaya çalışıyor, uzmanları hüsrana uğratma pahasına.
Eduardo Punset: Faz geçişlerinde, eşzamanlı adet dönemlerinde ve kanser hücrelerinin dönüşümünde ne olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Steven Strogatz: Benim açımdan bunlar çağdaş bilimin en ilginç kimi soruları. Ve bunları anladığımız aşağı yukarı hiçbir örnek yok. Bir iki ilave örnek de ben vereyim: pek çok türden oluşan ekolojik sistemlerin istikrarı ve birbirinden beslenip karşılıklı etkileşimde bulunan ve işbirliği yapan organizmalar. Bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz: tüm bu sistemlerde bir benzerlikler bulduk, mesela, basit kurallarla etkileşen birçok bireyden oluşuyor hepsi, ama tüm bireylerin bileşkesinden inanılmaz bir karmaşıklık doğuyor.
E.P. Sync: The Emerging Science o f Spontaneous Order [“Eşzamanlılık: Kendiliğinden Düzenin Yükselen Bilimi”] adlı kitabında birkaç kez değindiğin bir mucizeden sözedelim, Tayland’ın ateş böceklerinden. Hepsi aynı anda, aynı saniyede aniden ışık saçan yüzlerce ateş böceği var orada, ama nasıl iletişim kurduklarını bilmiyoruz. Yoksa bu bir cinsel yarış meselesi mi, erkekler ilk ışığı saçarak dişilere sürpriz mi yapmaya çalışıyor? Bunu nasıl hep birden yapabiliyorlar?
S.S. Evet, sanırım bu nispeten iyi anlaşılan birkaç durumdan biri. Bu muhteşem doğa olayına katılanlar yalnızca erkek ateş böcekleri. Tayland’da, denize dökülen nehirlerin kenarlarında gerçekleşiyor; ağaç yapraklarındaki binlerce erkek ateş böceği, gece güneş batınca güneşle yarışmayı bırakıp birbirlerini görmeye başlıyorlar. Başlangıçta kesinlikle bir düzen yok; rastgele ışık saçıyorlar, koordine olmadan, aynen Birleşik Devletler’de bir etkinlik sonunda tezahürat yapan izleyiciler gibi. Biz burada bir hayli bağımsızız, tamamen dağınık bir haldeyiz ve aksi yönde bir çaba da sarfetmiyoruz. Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde ve bir ihtimal Ispanya’da herkesin aynı anda tezahürat yapmasını sağlayan bir kültürel teamül var. Ama nihayetinde biz zeki insanlarız ve bunu becerebiliriz; pek de o kadar zeki sayılmayan ateş böcekleriyse bunu görsel anlamda başarabiliyorlar, müthiş olan bu. Başlangıçta biraz dağınıktırlar, sonra ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde ışık saçmaya başlarlar ve -hemen değil- bir saat sonra bir millik nehir kıyısı ağaçlardan
128
D A V U L V U R U Ş L A R I
aynı anda ışık saçan bu böceklerle kaplanır. Ve ateş böceğinin bir yandan ışık saçıp, bir yandan da görebilmesi anlamlı. Demek ki sinir sisteminin adaptasyonu bilinç dışı: bir parıldama algılayınca kendi dahili parıldama mekanizmasını hızlandırıp geciktirebiliyor. Böylece beraberindekilerle uyum halinde parıldamaya başlıyor. Bunun nedenini bilmiyoruz. Motivasyonlardan sözetmek ister misin?
E.P. Nedenini bilsek çok enteresan olurdu. Ama sonunda hepsi aynı anda tezahürat yapıyor, Macaristan’daki izleyiciler gibi. İçimizde bulunan bir başka büyüleyici şey de biyolojik saat, aşağı yukarı aynı saatte uyanmamızı veya uyumamızı sağlayan şu gündevirsel [circadian] refleksler. Bu günlük döngülerin yeri beyin mi, yoksa hücreler mi?
5 .5 . Harika bir soru. Hepimizin bildiği günlük döngülerimiz var. Çalar saat kullanmadan her gün aynı saatte uyanabiliyoruz, çünkü vücuttaki bir şey bize saati haber veriyor. Mesele, onun nerede olduğu? Bana sorarsan, vücudun her bir hücresinde. Her hücrenin yirmi dört saat boyunca etrafımızdaki dünyayla uyumunu sağlayan biyokimyasal döngüleri var. Dediğin gibi bir ana saat var, beyin, yeri çok ilginç. Dış dünyayla, yaşamla temas halinde olan iki gözümüz var. Gözlerin içinde de, beyne bağlanan ve bu bağlantıyı yapmak için biraraya gelmiş optik sinirler var. Bu kavşakta, iki sinirin biraraya geldiği yerde, binlerce hücrelik bir grup var, beynin derinlerinde, hipotalamusta; ve bu hücrelere suprakiazmatik çekirdek deniyor. Bu kelimenin etimolojisi şöyle: “üst” demek olan Latince supra’dan ve chiasma’dan, yani optik sinirlerin kesiştiği yer olan optik çaprazlaşmadan geliyor. Her hücre, yapı taşlarıyla birlikte Petri kabı benzeri bir şeyde tutulan küçük bir elektronik saat gibidir ve her hücrenin yirmi dört saatlik bir döngüde yükselip alçalan bir voltaj ritmi vardır. Beynin veya bedenin geri kalanına ihtiyaçları yoktur. Bunlar kafamızın içindeki küçük saatlerdir.
E.P. Müthiş, ama öyleyse neden bebekler -bütün anne babalar bunu yaşamıştır- ne zaman uyanıp, ne zaman uyunacağını bilmiyor?
5 .5 . Bilmiyorum. Pek çok anne baba, bebeklerin üç aydan sonra geceyle gündüz döngüsüne uyum sağladığını görür. Ve o üç ayda ne olduğundan emin değilim, belki hücreler birbirleriyle doğru iletişim kuramıyorlar; beyinde sinir bağlantılarının kurulması hâlâ sürüyor belki. Bu büyüme evresinde çocuk beyninin gelişmekte olduğunu biliyoruz. Sadece bu da değil, nöronlar arası bazı bağlantılar da kesiliyor. Gelişim sırasında çok ilginç bir işlem gerçekleşiyor, nöron bağlantıları kırpılıyor. Bebeklerin çok fazla bağlantısı var ve lüzumsuz olanları kesmesi gerekiyor. Cevabı bilmiyorum ve belki de yok. Ama bebeğin beyninde birkaç aylık yaşamdan sonra uyumu sağlayan bir şey oluyor ve bunun nedenini bilmiyoruz.
129
H A Y A T K İ T A B İ
E.P. Açıklaman makul görünüyor. Muhtemelen hücreler arası bu iletişim sistemini uyumlu hale getirmek için belli bir süreye ihtiçları var. Günlük döngüler içinde senin zombi kuşakları dediğin ünlü kuşaklar var. Uç yıl Haiti’de yaşadım ve zombiler hakkında bir şeyler biliyorum, ama günlük döngülerimizdeki bu zombi kuşaklarından haberim yoktu. Steve, hatalıysam düzelt ama, sanırım durum şu: sabah saat üç ile beş arasında uyanık olmamalıyız, çünkü uyanıksak bundan nöronlar muzdarip oluyor ve onları tetikte tutup çalışmaya zorladıkça da felaketler meydana gelebiliyor, Çernobil, Exxon Valdez veya Hindistan’daki Bhopal trajedisi gibi. Bu kazalar zombi zaman diliminde oldu, değil mi?
5 .5 . Evet. Dediğin gibi, zombi kuşağı tehlikeli bir zaman dilimi. Günlük döngünün özellikle hassas bir periyodu, birçok biyolojik işlevin dibe vurduğu bir zaman aralığı. Yani o sıralar uyanıklık devremizin en aşağı seviyesine geliyoruz. Zombi kuşağı dememizin sebebi, bütün gece uyanık kalman gerektiğinde bu durumu farketmen: yorgunluk hissedersin, gözlerinde batmalar olur, kendini çökmüş hissedersin. Beyinde biyolojik saatin işlemesi yüzünden. Hepimiz yaşamışızdır, uzunca bir süre uykusuz kalınca, ortalık ağarmaya başladığında biz de uyanmaya başlarız, ışığı göremesek bile. Mesela bilgisayarla çalışan biriysen ve bir işi bitirmek için bir gece ayakta kalırsan, içeri dolmaya başlayan ışığı görmeye gerek kalmadan, uyandığını hissedersin, sanki ikinci bir siestadan uyanıyormuş gibi. Bu ikinci siesta biyolojimizden kaynaklanıyor ve vücut uyanmaya başladığında olan bir şey. Kortizol denen bir hormon var, böbrek üstü bezesince salgılanıyor, vücudun stres hormonu. Bizi günlük faaliyetlere, mücadelelere hazırlar. Zombi kuşağının sonunda bu hormon salgılanmaya başlıyor. Vücut ısısı asgariden yukarıya doğru çıkar, vücudun birçok işlevi devreye girer ve vücut uyanmaya başlar. Ama, dediğim gibi, o andan önce temel işlevler en alt seviyededir. Bir pilotsan ve bu sırada uçuştaysan, intibakın yeterli düzeyde olmayabilir ya da bir nükleer santral denetçisiysen ve gece vardiyasında işe başlıyorsan; bu en ciddi kazaların olabileceği andır.
E .P . Zombi kuşağında, sabah saat üç civarında çalışmak zorunda olan insanlara ve eğlenceye gidip sabah altıda tekrar uyanmaya başlayınca şaşıran gençlere ne tavsiye edebiliriz? Sekiz saat uyuyabileceklerini düşünerek sabah saat altı veya yedide yatağa girerlerse yanılırlar, çünkü sözünü ettiğin kortizol yüzünden birkaç saat sonra uyanırlar, değil mi?
5 .5 . Evet. Bütün geceyi ayakta geçirdiysen ve eve dönünce uyumak istersen, işin zor. Bu durumu akşamki parti heyecanına verebilirsin. Belki kısmen öyledir, ama vücudun dahili alarm saati de çalmaya başlamıştır: vücut ısısı yükselir, kortizol salgılanır ve diğer hormonlar üretilmeye başlar. Bir başka deyişle,
130
D A V U L V U R U Ş L A R I
beyin uyanmaya başlar. Gece çalışan insanlar için büyük bir sorun, çünkü bu insanlar işten sonra eve gittiklerinde uyumak zorundalar, bunu yapacakları başka bir vakitleri yok, ama trafik veya çocukların gürültüsünden veya odaya giren ışık yüzünden çoğunlukla yapamazlar. Uyumalarını bu faktörlerin engellediği kabul edilir, ama ideal koşullarda bile beden o vakit uyuyamaz. Farklı zaman dilimleri arasında seyahet eden ve jet yorgunluğundan muz- darip olan insanlara değişik bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Her insan farklı şekilde hisseder: bazı insanlar jet yorgunluğundan hiç çekmediklerini, çünkü uçakta uyuduklarını ve yolculuğu dinlenmiş halde bitirdiklerini söylerler. Bu insanlar jet yorgunluğunu bir uyku eksikliği olgusu sanıyor, ama bu doğru değil. Jet yorgunluğu, vücudun gündevirsel ritim düzenleyicisi, yani dahili saati bir önceki zaman diliminde kalınca gerçekleşen şeydir. Birleşik Devletler’den Ispanya’ya gidersem, zombi kuşağım mesela bir toplantının ortasında bir şey yaparken devreye girer ve bu bir sorundur. Jet yorgunluğu dediğimiz şey bu.
E.P. Bazı insanlar hapla rahatlayacağını söylüyor.5 .5 . Bunun işe yaradığına yemin eden insanlar var, ama ben bilmiyorum. Benim
izlediğim kadarıyla, bu bilim alanı henüz doğum aşamasında. Herhangi bir hapa, mesela en popüleri melatonine başvurmadan önce, her tür önlemi alırdım. Doğal olarak üretilen melatoninle ilgili çalışmalar, beynin onu çok küçük miktarlarda salgıladığını gösteriyor: bir gram melatoninin trilyonda biri aktif haldedir ve beyni etkiler. Bir beyin hormonudur ve ben olsam, epeyce bir ihtiyatla yaklaşırdım. Ne yaptığı belli değilken bana anlamlı gelmiyor. Bence gün ışığına çıkmak daha önemli. Biyolojik saati kuran şey güneş ışığıdır, dolayısıyla o İspanya yolculuğuna çıkmam gerekseydi, hemen İspanyol zamanına adapte olmaya çalışırdım. Kahvaltı için dışarı çıkar ve sabah park çevresinde bir tur atardım. Akşam da, kendimi yorgun hissetmesem bile çok geçe kalmazdım. O zaman dilimi için makul bir vakitte yatardım. Yani, dahili saati yeniden kurmak için yapılacak en iyi şey, güneş ışığına maruz kalmaktır. Bu hızlıca iyi sonuç verir.
E.P. Melatoninden daha iyi. Bir başka müthiş şey de kalbimizin sinoatrial düğümü dediğin şey, kalp atışlarını düzenleyen ritim düzenleyicisi. Anlaşılan bu da minik bir alana konuşlanmış bir işleyiş: ne zaman atmaları gerektiğinde anlaşmaya varmış yaklaşık on bin nöron. Nasıl işliyor? Bunu nasıl yapıyorlar? Bu bir mucize değil mi? Bir şeyler biliyor muyuz?
5 .5 . Evet, hakkında pek az şey bildiğimiz küçük bir mucize. Canlı kalmamızı sağlayan mucize. Kalbinin her atışını bu hücrelerin çalışmasına borçlusun, işlevleri kalbin geri kalanına, kalbin pompa odaları olan karıncıklara elektrik sinyali göndermek. Bu ritm düzenleyici hücreler çok önemli bir rol oynuyorlar.
131
H A Y A T K İ T A B I
Kalbi mükemmel bir koordinasyonla işletmezlerse, sonuç çelişkili bir sinyal olur, kalp ne yapacağını bilmez, kan pompalanmaz ve çabucak ölürsün. Yani doğanın tasarımı harika. Sadece bir ritm düzenleyici hücre, lider tek bir hücre bulunsaydı, böyle bir çözüm şüphesiz basit olurdu, ama sağlam olmazdı, çünkü o hücre iyi çalışmayıp ölebilir ve o zaman sen de ölürsün. Doğa bu tür bir demokratik çözüm yaratmış: Kalbin geri kalanına ne zaman atması gerektiğini söylemekten sorumlu on bin hücre var; ama dediğin gibi, lider yok. Demokratik bir işleyişle veya kendinden yönetim yoluyla, ne zaman emir verecekleri konusunda bir mutabakata varmaları lazım. Kalbinin her atışında bunu yapıyorlar, bir ömürde yaklaşık üç milyar atış için. Katiyen hata yapmazlar. Peki nasıl yapıyorlar? Emri verirken birbirleriyle sürekli iletişim halindedirler. Voltaj yükselip alçalırken, bütün hücreleri birbirine bağlayan ve neksus denen elektrik bağlantıları üzerinden elektrik akımı, iyonlar gönderirler. Böylelikle, bu sürekli elektrik alış verişi sayesinde iletişim halindedirler ve yavaş olanların acele etmesi, en hızlılarınsa yavaşlaması pekala sağlanabilmektedir. Kendilerini otomatikman ayarlarlar. Birinin ölmesi sorun yaratmaz, grup mükemmelen çalışmaya devam eder.
E.P. Diğer 9.999 hücre işe devam eder. Bir başka mucize: bir odaya kapatılan beş veya altı kadının aynı anda adet görecekleri doğru mu? İnanılmaz bir şey; bir kadın nasıl diğerleriyle iletişim kuruyor? Kimyasal maddeler yoluyla mı, yoksa zihin yoluyla mı? Kadınlara eşzamanlı adet gördüren şey ne?
S.S. Testler kimyasal madde yoluyla olduğunu gösteriyor, ama henüz belirlenmiş değil, muhtemelen terdeki bir kimyasal madde. Bu testler 1970’lerin sonlarında yürütülen bir çalışmadan geliyor. Genoveva adında bir kadın, her yaz tatilinde üniversiteden eve döndüğünde kız kardeşlerinin kendi adet dönemine eşzamanlandığını farketti. Durumu inceleyen doktorların görüşüne göre bunun sebebi, kokuşuydu diyemem, çünkü hiçbir koku yaymıyordu, ama ürettiği bir kimyasaldı, bu kız kardeşlerine aktarılıyordu. Bunu göstermek üzere koltukaltlarına ucu pamuklu çöp çubuklar koydular, bu terli çubukları her gün alıp alkole batırdılar ve alkolle karıştırdılar. Buna “Genoveva esansı” dediler, parfümmüş gibi. Sonra “Genoveva esansı”ndan küçük örnekler alıp bunu, binlerce mil uzakta yaşayan, onu tanımayan, onunla hiç temas etmemiş kadınların üst dudaklarının üzerine, burun altına koydular. Kadınlar ter salgısında bulunan kimyasal maddelerin kokusunu alabiliyorlardı. Ve inanılmaz olan şu ki, birkaç ay içinde adet dönemleri mükemmelen eşzamanlı hale geldi, onunla hiç karşılaşmadan. Yani terinde adet dönemini diğerlerine haber veren bir şey vardı ve bu hiç görmediği kadınları eşzamanlayacak kadar da güçlüydü.
E.P. İnanılmaz bir şey. Artık sormak farz oldu: peki modalar veya salgınlar? Vi
132
D A V U L V U R U Ş L A R I
rüslerin yolaçtığı, birdenbire yayılan salgınlar da bu eşzamanlılık yasalarına mı uyuyor?
5 .5 . Bir salgındaki virüsün yayılımıyla, mesela ateş böcekleri veya kalp hücrelerine ilişkin eşzamanlama modellerinin yayılımı arasında belli bir benzerlik var, ama farklılıklar da var. Sanırım virüsün yayılması daha ardışık şekilde oluyor. Önce enfekte olan bir grupta başlıyor, sonra enfeksiyon tedricen dalga gibi büyüyor. Bütün hücrelerin aynı anda sinyal yaydığı kalpteki durumla aynı eşanlılık yok. Bu daha çok bir yayılım dalgası gibi, ama tabii, hücre organizasyonunun bir başka örneği. Eşzaman, herşey aynı anda olduğunda, en basit şey; dalgalar halinde yayılımsa bir grubun kendi kendini organize etmesine ilişkin daha karmaşık bir model. Sanırım modalar veya salgınlarla arasındaki benzerlik ve fark bu.
E.P. Bir bakalım şimdi. Bir sorum, aslında daha ziyade ortaya bir sorum var. Her yanımızda ağlarla birbirine bağlı bilgisayarlar, telefon hatları, kimyasal maddelerle birbirine bağlı hücreler var; şirketler ve tüketiciler piyasa üzerinden birbirleriyle bağlantılı. İdari konularla hâlâ çok ilgiliyim ve senin disiplinini inceleyince aklıma gelen ilk soru şu oluyor Steve: etrafımızda kendi kendini organize etmeyen sistemlerin sayısı çok fazla değil mi sence? Yani demek istediğim, aksi halde kendi kendilerine iyi işleyecek sistemlere, bürokratik anlamda fazladan bir müdahale yok mu? Büyük kurum ya da kuruluşlarda görebiliriz bunu, düzinelerce insan yapılanları denetler, ama aslında yaptıkları insanların getirdiği yeniliklere müdahale edip huzurlarını kaçırmaktır. Bunlar kendi kendilerini organize eden sistemler değilmiş gibi davranırlar.
5 .5 . Çok akıl çelen bir soru; düşüncen çok çekici. Yine de, yöneticileri, liderleri olması gereken sistemler var gibi geliyor bana. Ama belki senin sorun şu gerçeğe atıfta bulunuyor: bütün sistemlerin liderliğe ihtiyacı olduğunu, daima bir merkezî, dahilî kumandaya ihtiyacımız olduğunu varsaydık. Ki bu doğru değil. Ve dediğin gibi, kendi kendilerini organize etmelerine izin versek, birçok sistem daha iyi işlerdi. Adam Smith yıllar önce ekonomi üzerine böyle demişti, görünmez elin ekonomiye göz kulak olacağını söylemişti, yeter ki müdahale etmeyelim. Ama benim açımdan bu bilimsel bir yorum değil, daha ziyade çok ilginç bir felsefi düşünce.
Gerçek şu ki, tecrübelere göre kapitalizmin daha iyi olup olmadığını bilimsel bir bakış açısıyla kestirecek kadar ekonomi bilmiyoruz -en azından serbest pazar ülkelerinde daha iyi olduğunu düşünme eğilimindeyiz, ama bilimsel anlamda ben bunu hâlâ cevaba muhtaç bir soru sayıyorum. Yani ekonomide kontrollü deneyler yapamıyoruz ve iyi bir matematiksel kavrayışa da sahip değiliz. Çok zeki, çok iyi giyimli kimi insanlar hâlâ uğraşıyor ve hayatlarını, “Vergileri düşürmeli mi?”, “Bu ekonominin büyümesine yardım eder
i33
H A Y A T K İ T A B I
mi?” diye tartışarak geçiriyorlar. Birleşik Devletler’de, vergileri düşürmenin büyümeyi hızlandıracağını söyleyen George W. Bush’la sürekli yaşanan bir şey [di] bu. Diğerlerine göreyse, bu öyle büyük bir açığa yol açar ki, uzun vadede işler daha da kötüleşir. Aslında kimse bilmiyor, her iki tarafın da haklı savları var.
Sanırım tüm şıkları değerlendirmek, birbirine bağlı karmaşık sistemlerin gerçekte nasıl çalıştıklarını incelemek bilim için büyük bir fırsat. Bu yüzden ateş böcekleri gibi saçma görünebilecek şeyleri inceliyoruz, ama bu basitlik belli bir problem üzerinde ilerleme kaydedebilmemizi sağlıyor ve o problem özünde ekonomi, küresel ısınma veya birçok ülkenin siyaseti gibi birbiriyle ilişkili, gerçekten önemli mevzularla aynı niteliklere sahip. Aslında anlamak istediğimiz şeyler bunlar ve ateş böcekleri misali alakasız gibi görünen şeyleri incelemekle içeriden bir görüntü elde edebiliriz. Bu ilk adım insani meseleler üzerinde güçlü etkileri olan o çok karmaşık sistemleri anlamamıza yardım ediyor.
E.P. Son bir soru Steve: büyük bir uzman olarak sen -k i çizelgeleri, ağları ve eşzamanlılığı böylesine derinden incelemiş başka birini tanımıyorum— midenin sindirim faaliyetine işaret eden hafif bir rahatsızlık hissettiğinde -k i kendi kendini organize eden bir işleyiş olması nedeniyle bunu otomatikman yapıyor- bu otomatik işleyişin belirtilerini hissettiğinde, sürecin otomatik olmadığı ve bilinçle karar vermen gereken durumlara kıyasla kendini daha mı güvende hissediyorsun? Bir işi kabul etmek, evlenmek veya seyahet etmek gibi kararları kastediyorum. Kendi kendini organize eden bir şeyle mi, yoksa etmeyenle mi kendini daha iyi hissediyorsun? Yoksa senin için hepsi bir mi?
S.S. Şahane bir soru. Doğru anladıysam diyorsun ki: içgüdü ve sezgi, oldukça gelişkin ve mantıki olan bilinçli düşünceden daha çok kendi kendini organize eden süreçler. Hayatta verdiğim önemli kararlar kalbine güvenmenin daha iyi olduğunu öğretti bana. Romantik bir fikir, ama epey işe yarıyor. Kalbimiz veya midemizle verdiğimiz kararlar hep daha doğrudur nedense. Belki de bunun nedeni, o kararları verirken, daha fazla bir ... e, doğru kelimeyi bulamıyorum. Sanırım herkes bunun doğru olduğunu, bilir, karar verirken kalbimizi dinlemeliyiz, çünkü o gereken tüm bilgiye sahiptir. Bir fikirden vazgeçme olasılığını değerlendirirken veya avantajlarla dezavantajları tartarken ya da her iki tarafta da mantıklı gerekçeler varken, en doğrusunu genelde kalp bilir. Bilmiyorum. Bilim için bir başka iyi soru bu. Karar verirken kalp ve mide neden beyinden daha iyidir?
134
- 1 5 -
Hakikat Değil, Sağkalım Şart
Richard Gregory ile SöyleşiBeyin pek çok varsayımda bulunur....
Bunlar gözle alınan görüntülere tekabül etmez. Richard Gregory
Fizikçi Eugene Chudnovsky’nin New York, Bronx’ta, Herbert Lehman Kole- ji’ndeki ofis penceresinden görülebilen tek şey devasa bir huş ağacının çıplak iskeleti. Ağaçlar kış ortasında Röntgen ekranından görülen, sise gömülmüş bir manzarayı andırıyor. Sorum da bununla alakalı: “Evren gerçekten var mı?” [bölüm 31].
Okuyucu cevabı bu bölümde bulacak. İlk eklem bacaklıların dört yüz milyon yılı aşkın bir süre önce Paleozoik dönemde ortaya çıktığını öğrendiğimizden beri,
Richard Gregory, Bristol Üniversitesi’nde Nöropsikoloji Onursal Profesörü’dür.
0 5
H A Y A T K İ T A B I
muhtemelen herkesin mırıldandığı bu kadim soru bir başka soruyu getiriyor, tüm düşüncenin kaynağı olan daha önceki bir soruyu: “Beyinlerimize güvenebilir miyiz? Hücreler uyumlu çalışıyor mu?”
Diğer türlerde hücreler kimi komşu hücrelere güvenilmeyeceğini keşfeder. Hayvan dokularında bazı hücreler uzlaşmayı bozarlar. Ansızın ve uyarmadan veya belli bir sebep bulunmaksınız kendi başlarına hareket etmeye başlarlar. Dokunun titreşim ve ritmini ihlal ederler. Ayrılıkçı hücreler diğerlerini umursamazlar. Aniden pozisyonlarını terkedip sürekli çoğalmaya başlarlar. Metastas ile kansere sebep olurlar, yani hücre farklılaşması zaafa uğrar ve doku, bölünerek çoğalan daha genç, farklılaşmamış hücrelerle yer değiştirene kadar yerlerinde kalamazlar. Etrafa yayılırlar. Tüm hayvan bedenindeki farklı genetik denge bozulur. Sonunda ölüm gelir. Bazı nöronal bozukluklar kimi zamansa özellikle memelilerde ve en başta da sosyal primatlarda garip, tehlikeli davranışlara yolaçar. Evrim şunu açık seçik ortaya koyuyor: belli bazı koşullarda hücrelerin yakın akrabalarına güvenmesini engelleyen dahili patolojiler oluşmaktadır.
Bir başka ve daha yeni bir soru da, sosyal primatların normal koşullarda kendi beyinlerinden ne kadar emin olabilecekleriyle ilgili. İnsanoğlu, bilim öncesi dönemde olduğu gibi, sinirbilimde bir patlama yaşanan günümüzde de beyni evrenin en gelişmiş organı sayıyor. Ve Alfredo Tiemblo gibi seçkin fizikçiler şu gizemi çözmek epeyce kafa yormuşlardır: atomlardan oluşan bu evren neden kökeni üzerine düşünmek, amacını irdelemek ya da sırf saçmalığına işaret etmek için beyne ihtiyaç duydu?
Sinirbilimci Richard Gregory insan bedeninde üretilen enerjinin neredeyse bir çeyreğini tüketen bu organlar kralına pek saygı duymuyor. İngiltere’de Bristol’ün iyi halli, yüksek bölgesindeki evinde oluşturduğu atölye, sadece ayakları dibindeki deniz ve şehrin değil, uzayın da en iyi manzarasına sahip. Gregory beyniyle saklambaç oynamak için akla gelebilecek her tür donanıma sahip. Beynin -kim bilir hangi çetrefil yöntemlerle- dışarıdaki ışık ve gölgeyi tararken kullandığı ca- mera obscura’ya 9 deney yoluyla nüfuz etmek için onlarca yıldır sürdürülen tam tekmil bir savaş bu.
Eduardo Punset: Üzerinde yaşadığımız bu dünyayı doğru algılamaktan daha önemli bir şey var mı bilmiyorum. Hal böyleyken biz çevremizdeki nesnelere ilişkin imgelerimizin doğruluğunu araştırmaya çok az emek ve para harcıyoruz. Algılama işini nasıl yapıyoruz?
Richard Gregory: Tamamen haklısın. Beyin pek çok tahminde bulunur ve gözler aracılığıyla küçük imgeler elde eder, ama bu yeterli değildir. Gözle edini
19 Karanlık oda veya kutu; bir yüzündeki delikten giren ışık karşı duvara dışarıdaki görüntüyü başaşağı yansıtır. Fotoğaf makinesinin icadında önemli yeri olan bir buluş.-çn
136
H A K İ K A T D E Ğ İ L , S A Ğ K A L I M Ş A R T
len imgeler bakılan nesnelere hiç de tekabül etmez. Birbirinin aynı değildirler. Bir masaya bakınca onun sert ve sağlam olduğunu hissederiz. Üzerine rahatlıkla bir şeyler koyabileceğimiz çıkarsamasını yaparız. Gözün posta pulu büyüklüğündeki bir imgesine dayanarak gerçek bir nesne hayal eder beyin. Küçük bir imgeden yola çıkarak dünyanın gerçekliğine dair bir duyuma varabilmemiz müthiş bir şey. Bu her zaman gerçekleşmiyor tabii. Daha fazla araştırma yapılmalı. Okullarda öğretilmeli, çocuklar için hayati bir mesele.
E.P. Okullarda sadece cevaplar veriliyor. Çocuklara soru sormayı öğretmiyorlar. Çocukları, diğer öğrencilerin göründükleri gibi olup olmadıklarını sorgularken veya Nevvton’ın dediği gibi, nesnelerin algısından çıkıp renklerin ihtişamına nasıl ulaştığımızı sorgularken düşünemiyorum pek. Çocuklara, ve de nüfusun tamamına, gerçekliği sorgulama alışkanlığı verilmiyor. Çoğu insan “gözler nesnelerin aslına sadık bir imgesini beyne gönderir” sanıyor. Kitaplarında bunun neden yanlış olduğunu açıklıyorsun: gözler sadece elektriksel darbeler şeklinde kodlanmış imgeler gönderiyor. Beynin onları nasıl deşifre ettiğiyse bir muamma!
R.Gr. Doğru. Tabii kafanın içi tamamen karanlık, sadece duyulardan gelen, beynin deşifre ettiği küçük elektriksel darbeler var. Ve sinyal gördüğümüz gerçeklikten çok farklıdır.
E.P, Bana tanınmış New York’lu bir nörofizyoloğu, Rodolfo Llinâs’ı [bölüm 11] hatırlattın. Onu tanıyor musun? Çok benzer bir şey söylüyor. Diyor ki, kabukluların aksine, bizim iskeletimiz ve beynimiz içte, etimizse dışta. Beyin tamamen kaplanmış, karanlıkta; senin gibi Llinâs da beyni, çok az ve çok muğlak bilgi aldığı için, dışarıda olup bitenin sadık bir yorumcusu olarak görmüyor.
R.Gr. Tümüyle katılıyorum. Demin renklere gönderme yaptın. Renklere bakacak olursak, mesela büromdaki halının kırmızı olduğunu görüyoruz, demek ki, beyinde kırmızı rengi üretecek şekilde gözü uyaran bir ışık dalgaboyuna sahip. Görüş ve beyin olmasaydı, evrende renk olmazdı. Renk beyinde yaratılıyor ve nesneye psikolojik olarak yansıtılıyor. Bu sayede kırmızıyı yeşilden, siyahı beyazdan ayırdediyoruz. Hepsi beyinde, dış dünyada değil.
E.P. Ressamlara renklerin dış dünyada değil de, beyinde olduğunu söylesen ne derlerdi acaba?
R.Gr. Eee, kısa bir süre önce Londra’da Kraliyet Akademisi’nde büyük bir ressamla halk önünde bir tartışmaya katıldım; epey infial içindeydi, zira kendisi büyük bir renk ustası ve çok güzel resimler yapıyor. Tabii rengin eserde olduğuna kaniydi. Ona bunun doğru olmadığını söyledim. Ressamlarla yaşanan bir başka büyük ihtilaf konusu da, beyin milyonlarca yıldır, görüş varolduğundan beri biliyor olsa da, daha geçenlerde -Rönesans’ta - keşfedilen pers
i37
H A Y A T K İ T A B I
pektiftir. Bir nesnenin bizden uzaklığı iki katına çıkınca, imgenin gözdeki büyüklüğü yarıya düşer. Bu yüzden tren rayları gibi paralel doğrular uzakta kesişir. Floransa katedralinin kubbesini yapan büyük mimar Filippo Brunel- leschi’ye gelene kadar ressamların perspektifi keşfetmemiş olması hayret verici. Çizgilerin kesişmesinin derinlik ve perspektif verdiğine ilk dikkat çeken oydu. Bunu kendi tasarımlarına uyguladı ve o zamandan beri neredeyse bütün ressamlar bu tekniği kullanmışlardır. Ama Brunelleschi’den önce insanlar perspektifi bilmiyordu, beyin beş yüz milyon yıldır kullandığı halde.
E.P. Beni en çok düşündüren bir şey de, kendi yüz ifadelerimizi göremeyişimiz. Kendi yüzlerimizi görmeden, diğer insanlardaki dışa vurumları kişisel duygularla irtibatlandırmayı başarıyoruz. Harika kitaplarından birinde dediğin gibi, aynalarımız var. Kendi sözlerinden aktarıyorum: “Bu büyüleyici gizem hakkında bir şeyler öğrenmemizi sağlayan aynalar olmasaydı, kendi fotoğraflarımızı tanıyamazdık.” Bu doğru mu?
R.Gr. Buna inanıyorum. Bir bebek veya çocuk kendini ilkin hareketleri sayesinde aynada tanır. Hareket edince aynadaki imgesi de hareket eder. Er geç aynada yansıyanın kendisi olduğu sonucuna varır. Aynalar olmasaydı, neye benzediğimizi hiç bilemeyecektik. Ve dediğin gibi, diğer insanların zihinlerini, kendilerinin göremedikleri yüz ifadelerinden okuyoruz. Müthiş bir şey.
E.P. Çok zor olmalı! Ama yine de çocuklar bu gizemi epey erken bir dönemde çözüyor.
R.Gr. Çocuklar kendilerini bir yaşından kısa bir süre önce, aşağı yukarı on aylıkken tanıyorlar. Bu yaştan önce aynadan yansıyan figürün kendileri olduğunu bilmiyorlar. Daha sonra vücut hareketleriyle, jestleriyle öğreniyorlar bunu. Çocuklar aynaya değil de, sadece hareketsiz fotoğraflarına baksalar, sanırım kendilerini hiç tanıyamazlardı.
E.P. Ya diğer hayvanlar? Şempanzeler de kendilerini tanıyor, değil mi?R.Gr. Sadece şempanzeler. Başka hiçbir hayvan kendini aynada tanımıyor.E.P. Çocuklar nasıl oluyor da kendini tanımayı bu kadar çabuk öğreniyor?R.Gr. Çocuklar dokunarak öğrenir. Etraflarındaki nesneleri tanımaları için, aynı
anda hem dokunmaları hem de görmeleri gerekir. Dolayısıyla görüş, temel bir duyu olan dokunmayla eğitiliyor. Bir nesneye baktığımızda, ilk imge sadece optik olsa bile, bir şekilde optik olmayan unsurları da görüp anlarız: sert mi, yumuşak mı, yenir mi, sıcak mı, soğuk mu? Tüm bunlar diğer duyuların işbirliğiyle oluyor, bütün duyular birbiriyle bağlantılı.
E.P. Dokunmaktan söz etmen garip! Bir anlamda körlük görüntüsüz dokunmadır ve ayna da dokunmasız görüntü. Diyorsun ki, aynalarla dolu olan, ama dokunmanın bulunmadığı bir dünyada asla bir şey öğrenemezdik.
R.Gr. Evet, buna inanıyorum. Belki modeller görürdük, ama somut nesneler ol
138
H A K İ K A T D E Ğ İ L , S A Ğ K A L I M Ş A R T
mazdı ve eşya anlamını yitirirdi. Aynı anda hem dokunmak ve hem de görmekle gerçekleşiyor algı. Bilim müzelerinde bunu akıldan çıkarmamalıyız. Nesnelere dokunabilmek çok önemli. Herşey camekan içindeyse, bunların ne olduğunu anlamak çok zordur. Bebeklerin sürekli yaptığı gibi, etkileşime, dokunarak keşfetmeye ihtiyacımız var. Bebekler nesneleri önce ağızlarına götürür ve sonra onlara dokunurlar. Gözleri çok sonra devreye girer.
Rıchard Gregory bir imkansız figür oluşturmak için bir iki odun parçası bulmak amacıyla kısa süreliğine atölyesini terketti. Algıyı çoğu kez beş duyu arasındaki kombinasyonun bir alt ürünü olarak görmesi bana sinestezinin anlamını soran bir öğrenciyi hatırlatıyor. Ona “Anestezi malum, duyum olmayışı demek. İşte, si- nastezi de kombine duyum. Sinestezikler beş rakamını, mesela sarı olarak görürler” demiştim. Öğrenci hemen “Hayır”, diye karşılık vermişti, “Beş yeşildir”. Si- neztezikti, ama farkında değildi, pek çok yaratıcı insan gibi. Richard Feynman bir denkleminden şöyle söz eder: “parıltılı bir kahverengiden j ’lerle, açık mavimsi menekşeden n’ler ve koyu kahverengi x ’ler.” Vladimir Nabokov da harfleri öğreten renkli küplerle oynarken annesine “Hepsi yanlış: bu küpte A kırmızı, ama aslında A mavidir” demiş. Ve kendisi de sinestezik olan annesi onu mükemmelen anlamış. Bir başka, daha karmaşık bir vaka da müzisyen Olivier Messiaen’ınki. Sinestezikler genelde müzik dinlerken renk görebilirler. Ama bu çift yönlü çalışan bir işleyiş değildir: renk sayesinde sesler duymazlar. Olivier Messiaen ise notaları okurken renkler görüyordu ve renkler ona müzik çağrıştırıyordu.
Richard Cytovvic’e göre, duygular, hafıza ve dikkatten sorumlu olan limbik sistemin işleyişindeki bir anomali nedeniyle gerçekleşiyor sinestezi ve düğüm noktası hipotalamus. Doğduğumuzda hepimiz sinezteziğiz; duyu adalarının oluşumuna yol açan şeyse, beynin normal gelişimi sırasında gerçekleşen hücre ölümleri. Rahimdeyken müthiş bir nöron artışı gerçekleşir ve hepsi birbirleriyle sinaptik bağlantı kurma yarışındadır. Başaramayanlar ölür. Bir ila iki yaşları arasında nöronlar budanır. Sinesteziklerde bu budama işleminin akamete uğradığına, dolayısıyla da farklı duyusal alanlar arasındaki sinaptik bağlantının ömür boyu bozulmadan kaldığına inanılıyor. Sinestezikler köpek havlaması duyarken, bir yandan da, aniden peydahlanıp yavaşça kaybolan kahverengi gri üçgenler görebilirler. Havai fişekler gibi ortaya çıkar, bir saniye asılı kalır ve sonra kaybolurlar.
Evrimin neden hepimizi sinestezik yapmadığını anlamak zor. Yaşamın ilk aylarındaki durumu koruyabilsek ciddi avantajlar sağlardık. Richard Cytovvic birkaç yıl önce Washington’daki evinde bana Kanadalı bir TV yapımcısının durumundan söz etmişti; kadın randevularını, iş çizelgesini, programına gelecek insanları, kayıt ekibini vs. ajanda kullanmadan aklında tutuyormuş. “Nasıl beceriyorsun?” diye sormuş Cytovvic. “Önümde” demiş, “bir mantar pano var ve de
! 3 9
H A Y A T K İ T A B I
Figür 2. İmkansız nesne algısı.
renklerle şekiller; ve herşeyi belli bir yere koyuyorum, aynen postacının mektupları postakutularına koyması gibi, böyle hatırlıyorum.” Sinestezinin büyük bir avantajı. Sinesteziklerin hafızası genellikle müthiştir, çünkü renkler, kokular ve şekiller hatırlamaya yardım eder. Bir sinestezik mesela adımı sorunca şöyle derdi: “Adın Edward. E yeşil olduğu için senin Edward olduğunu biliyorum, çünkü yeşil bir adın var senin.”
Pek çok kişi, “Bu kadar fazla enformasyonla delirmez miydim?” diye sorabilir kendi kendine. Bu kör bir insanın şöyle demesine benzer biraz: “Nereye baksanız hep bir şeyler görüyorsunuz. Bu kadar çok şey görmek sizi delirtmiyor mu?” Gerçeklik örüntüsüyle ilgili bir durum.
Richard Gregory ağzı kulaklarında atölyesine geri döndü. İmkansız figürün odun parçalarını bulmuştu ve dolayısıyla da şunu sormak farz oldu:
E.P. Beynin çözemeyeceği şeyler var mı? Yani içinden çıkamayıp vazgeçtiği algılar?
R.Gr. Evet. Yıllar önce üç parça odunla yapılan bir imkansız nesne icat ettim. Ona belli bir perspektiften bakınca, beyin tepedeki parçaların birbirine değdiğini varsayıyor. Göz onları optik temas halinde algılıyor, dolayısıyla beyin de aynı mesafede olduklarını varsayıyor. Optik temas genellikle gerçek temasa tekabül etse de, bu örnekte varsayım yanlış. Beyin yanlış bir önermeye dayanarak nesneye dair, tabiri caizse, bir hipotez oluşturuyor, paradoksun nedeni bu.
E.P. Yani bir şekilde beyin, nesnelerin görüntüsünü aldığımızda, onların ne olduğuna dair bir hipotez geliştiriyor ve sonra bunu duyularla çarpıştırarak test ediyor, doğru mu?
140
H A K İ K A T D E Ğ İ L , S A Ğ K A L I M Ş A R T
R.Gr. Evet, algının bir hipotez olduğunu düşünüyorum. Mesele şu ki, algı çok hızlı çalışmak zorunda, saniyenin onda birinde, dolayısıyla tam bir sağlama işlemi olmuyor. Bir nesneye dokunup yanıldığımızı anlasak bile, görsel beyin onu hâlâ doğru biçimde göremez, çünkü beynin yarattığı hipotez entelektüel anlayışla sadece kısmen ilişkilidir. Beynin bir kısmı anlar, diğer kısmı anlamaz.
E.P. Varolmayan şeyler bile görebiliriz, değil mi?R.Gr. Tabii. Delil olmaksızın, çok az bilgiden hareketle hipotezler yaratırız, bilim
deki gibi. Birkaç gözlemden büyük bir evren modeli oluştururuz veya çevremizdeki nesnelerin bir modelini oluştururuz. Bu hipotez üreticisi bazan hiç yoktan bir fantazi yaratır, yanlış hipotezler üreten şizofreniklerde olduğu gibi.
E.P. Yani algılamak sadece görmek değil, denemek de aynı zamanda, halüsinas- yon gören bir beyinde bile!
R.Gr. Algıların kontrollü halüsinasyonlar olduğunu düşünüyorum. Göz ve duyulardan onları kontrol edecek kadar malumat geliyor, ama normalde duyu sinyallerinin kontrolü altında olan şey yaratıcı bir fantazi, yaratıcı bir kurmaca süreci.
E.P. Zihnin nihai bir çözüm bulmaktan vazgeçtiği bir başka imkansız durum göstereyim sana. Ünlü Necker kübünü kastediyorum.
R.Gr. Evet, burada beynin yarattığı iki hipotez var: birine göre ön yüz sol taraftaki figürde gölgelenmemiş olan yer, diğerine göreyse sağdaki figürde gösterilen yer. Ve burada birinden birinin doğru olduğunu belirleyecek bir delil yok. Her iki halde de beyninde aktif olan neyse algısal gerçekliğin odur. Bu örnekte sadece iki muhtemel algı var, dolayısıyla birinden ötekine seğirtebilirsin. Her algılamada daima başka ihtimaller de vardır, sadece seçilmemişlerdir o
141
H A Y A T K İ T A B I
kadar.E.P. Birkaç yıldır cevap aradığım bir soru var. Teselli mükafatım, cevabı Nobel
Ödüllü Richard Feynman’ın da araştırmış olması. Aynada kendimizi tersten görüyoruz. Sağ elime bir kalem alıp aynaya bakarsam, aynadaki yansımamda kalemi sol elimde görürüm -çoğu kimse bunun farkında değildir. Rem- brandt bir otoportresini bitirdiğinde kendini fırça sol elde resmettiğini far- ketmiş, doğru mu?
R.Gr. Evet, otoportreyi yeniden yapmak zorunda kaldı, çünkü solak göründüğünü farketmişti, ki aslında solak değildi. Müthiş bir şey. Ayna tamamen simetriktir. Sorulması gereken şey, dediğin gibi, optik dönüş yoksa, neden yatay olarak ters dönüp, dikey olarak dönmediği. Birçok teori ileri sürüldü: bir tanesi asimetrinin sebebini gözlerimizin yatay olarak iki yana ayrılmış olmasına bağlıyor. Zihinsel bir rotasyon mekanizmasına sahip olduğumuz da ileri sürüldü: şöyle ki, kendimizi aynada hayal ediyoruz -ya da görüyoruz- ve sonra kendimizi yüzyüze görmek için bu imgeyi zihnimizde döndürüyoruz. Ama bu teoriler yanlış. Mesele, aynanın neden yansımayı bu yana döndürüp diğer yana döndürmediği.
E.P. Peki cevap ne?R.Gr. Sanırım cevap şöyle: optikle uğraşıyorsan bunun bir optik meselesi olduğu
nu söylersin; psikologsan imgeyi beynin döndürdüğünü söylersin; Pla- ton’dan beri sayısız absürd hipotez ileri sürüldü. Cevap oldukça basit. Bir nesneye aynada bakmak için, onu önümüzde duracak şekilde döndürmemiz gerekir. Böylece sağ üst köşe sol üst köşe olur ve bunun nedeni nesnenin yer çekimine bağlı asimetrik rotasyonudur. Ayna, aynanın önünde kalması için nesneye (veya kendine) uyguladığın rotasyonu yansıtır.
E.P. Beynin sürekli uyarımdan kaçınmaya yönelik bazı stratejileri var gibi görünüyor. Mesela giyiniyoruz. Bütün gün giyinik haldeyiz, ama bunun neredeyse hiç farkında olmuyoruz, değil mi?
R.Gr. Evet, aynen öyle. Buna adaptasyon deniyor; kanıksama işi periferik sinirlerde başlıyor. Dediğin gibi, elbiselerini bir kez giydikten sonra artık onları pek farketmezsin, çünkü aksi halde beyin sürekli önemsiz enformasyon bombardımanı altında kalırdı. Önemli bir değişiklik olunca, beynin hipotezlerini güncellenmesi gerekir. Devamlı duyduğumuz bir saat sesini bir süre sonra duymaz hale geliriz, saat başı vuruşlarını bile duymayız, çünkü önemli değildirler. Vuruşların olacağını biliriz, artık ilgilenilmesi gereken yeni bir şeyin duyurusu değildir bunlar.
E.P. Büyüden değil bilimden söz ediyoruz; peki zaman içinde bilimle büyü arasında nasıl bir ilişki oldu?
R.Gr. Fiziksel dünyanın psikolojik bir izahı olması anlamında bilim sanırım bü
142
H A K İ K A T D E Ğ İ L , S A Ğ K A L I M Ş A R T
yüyle doğdu. Fırtınalar tanrıların gazabı olarak açıklanırdı. Fiziksel bir olguya psikolojik bir açıklama getiriliyordu. Ama bence, Harry Potter’ın da gösterdiği üzere, çocukların büyüyü sevmesi, büyüyle mest olması çok üzücü. Büyü asası onlara teleskoptan, mikroskoptan veya spektroskoptan daha çekici geliyor. Bu çok üzücü bence, çünkü bilim muhteşem bir şey. Ben büyü kelimesini kullanmazdım, çünkü etkili oluyor; bilim bize harika sorular ve müthiş cevaplar sunar ve evreni büyüden çok daha iyi açıklar.
E.P. Son bir soru. Eşyanın görüntüsü ve algısı üzerine derinlemesine düşünmeyi bilfiil başlatan kişisin. Bu konudaki bunca yıllık gözlem, araştırma, düşünme ve yazmadan sonra, tüm algının bir yanılsama olduğu kanaatinde misin? Yoksa artık dış dünya, evren aşağı yukarı beyin tarafından üretilen şey gibi mi geliyor sana?
R.Gr. Çok ilginç bir soru. Sanırım evet, dışarıda gerçekten bir evren var. Herşeyin bir rüya olduğunu söylemek saçma. Herşey bir rüya olsaydı, rüya kelimesini kaybederdik. Kelimelerin anlamlı olması için gerçeklikte karşıtları da olmalı. Herşeyin bir yanılsama olduğunu söylersen, yanılsama kelimesi yokolur, anlamını yitirir. Mesele şu: Bir şeyin gerçek ya da yanılsama olduğunu söylerken dayandığımız referans ne kadar doğru? Algının akla uygun bir fizik, bir “mutfak fiziği” kullandığını düşünüyorum. Kuantum mekaniği veya izafiyet teorisindeyse fizik tamamen farklı bir gerçeklik tanımlar. Algının gerçekliği akla uygun bir fiziktir -dokunmanın, nesneleri, mesela yiyecek maddelerini elle tutmanın fiziği. Tehlikeler, gıdalar, dostlarımız, tüm bunlar dünyayı algılamayı gerektiriyor -bunlar algı için tek gerçekliktir.
E.P. Diyorsun ki, beynin varoluş sebebi hakikati bulmak değil, sağ kalmak.R.Gr. Evet. Ev yapımında veya mutfak aletleri imalatında kolektif çalışabilmek
için toplumsal mutabakat gereklidir. Bizim de sağ kalmak için yerleşik fikirlere ihtiyacımız var. Sosyal inançlar eşgüdümlü, kararlaştırılmış eylemleri yürütmemizi sağlıyor. Bunların mutlak bir hakikatle hiç alakası yok.
143
- 1 6 -
Öğrenmek için Rüya
Nicholas Humphrey ile SöyleşiRüyanın işlevi bizim için sıradışı sosyal durumlar yaratmaktır.
Nicholas Humphrey
Britanyalı havacılık mühendisi Willian Dunne, 1972’de yayınlanan An Experi- ment with Time [“Zaman Üzerine Bir Deney”] adlı kitabında, hayal gücünün nasıl tek bir rüyada gelecekle geçmişi harmanladığını, ileri geri gittiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Rüya, Paul Davies’in zaman makinesi gibi, zaman ve mekan bariyerlerini yıkıyor. Yıllardır rüyalara ilişkin iki ana düşünce akımından birinin veya ötekinin doğruluğunu bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değil. Bilimin geleneksel söylemine göre, sürekli duyu bombardımanına maruz kalan beyin ta-
Nicholas Humphrey, Londra İktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi’nde Fakülte Profesörü’dür.
144
Ö Ğ R E N M E K İ Ç İ N R Ü Y A
bivatıyla tüm steril enformasyonu altbilince, rüyaların üretildiği yere yönlendirir. Beynin asli görevi, sağkalım için gerekli olan enformasyonu gereksiz olandan ayırmaktır. Dolayısıyla, bilimin gözlüğüyle bakanlara göre rüyalar, evrim sürecinde aktifleşmemiş olan, atık DNA birikiminden başka bir şey değildir. Psikolojinin iki devi, Sigmund Freud (1856-1939) ve Cari Jung (1875-1961) ise aksi düşünce tarzının temellerini attılar. Freud’a göre rüyalar bireysel bilinçaltının yorumlanabilir bir tezahürüydü, Jung ise kolektif bilinçdışına vurgu yapıyordu. Bugün olsa buna gezegensel beyin derdik. Bilimse rüyaların analizi konusunda ancak ağır bir şekilde ilerleyebiliyor.
Modern manyetik rezonans tekniklerinin devreye girmesi, uyanık gördüğümüz dünyayla rüyaların dünyası arasında olduğu varsayılan ve her iki geleneksel psikoloji akımının da çıkış noktası olan belirgin ayrımı bulanıklaştırdı. Rüyalara belli bir gerçeklik ve gerçekliğe de rüya hüviyeti kazandıran, hakikaten ilgi çekici ilk bulgu şuydu: bir gerçekliği algılarken de hayal ederken de aynı nöron grubu harekete geçiriliyordu. Beyin rüyada gördüğümüz imgelerle uyanıkken algıladığımız gerçeklik arasında bir ayırım yapmıyor anlaşılan.
ikinci uyarı işareti, sinir bilimcilerin “duru rüyalar” üzerine gerçekleştirdikleri ve rüyalarda geçen zamanın gerçek zaman olduğunu belirten deneylerinden geliyor. Rüyalar sıkışıp yoğunlaşmış değiller. Ölçülebilir zamanda geçiyorlar. Rüyalarla algı dünyası arasında o kadar benzerlik var ki, onları “çöp DNA” diyerek görmezden gelmek imkansız. Belki de bilim, uyanıklık, rüyasız uyku ve rüya şeklinde üç evre sınıflandıran Hindu düşüncesini doğruluyor. Bunların hepsi bilinçte aynı süreç olarak görülüyorlar.
Bilim rüyaların işlevi konusundaki belirsizliği de giderme aşamasında. Ömrün uç tam yılını tamamen boş yere rüyayla geçirmek paradoksal veya kabul edilmez nir durum olurdu. Çağımızın en verimli ve bilgili psikologlarından biri olan Nic- holas Humphrey’nin açıkladığı üzere, “Darwinci evrim teorisi böyle bir ziyana asla izin vermezdi.” Rüya araştırmaları daha yeni başladı, sinirbilim neredeyse oy Dirliğiyle evrimsel öğrenme ve problem çözme yeteneğinin gelişimi bakımından önemli olduğunu kabulleniyor ve bu Nicholas Humphrey’nin de yaklaşımındaki remel bir düşüncedir.
Nicholas Humphrey, Ruanda’da Diane Fossey’le birlikte goril davranışını incelemişti ve beyin hasarı geçiren maymunlarda kör görünün -görsel uyarım aldığını farketmeden, onlara tepki verebilme yeteneğinin— varlığını tanıtlayan ilk kişiydi.
Eduardo Punset: Göründüğü kadarıyla, ömrümüzün ortalama üç yılını, uykuyla değil, rüyayla geçiriyoruz. Bu zaman kaybı mı; yoksa rüyanın bir işlevi mi var?
145
H A Y A T K İ T A B I
Nicholas Humphrey: Tüm bu süre hiçbir amaca hizmet etmeden geçse çok garip olurdu. Sanırım rüya evrimsel mirasımızın bir parçası olarak çok önemli bir psikolojik ve biyolojik işlev görüyor. Şurası aşağı yukarı kesin: insanlarda diğer hayvanlarda olduğundan daha önemli bir yer tutuyor. Diğer hayvanlar küçük rüyalar görebilirler, ama bunları o sıradışı, hikaye benzeri anlatı rüyaları olduklarından şüpheliyim.
E.P. Yani, köpeğim kanepede uykuya dalıp havladığında, aslında hikayeler düşle- miyor?
N.H. Belki avlanmaya ya da bir kediyi kovalamaya dair bir duygu hissediyor, ama insan rüyaları gibi bir şey değil bu, altı yaşında bir çocuğunki gibi bile değil. Çocuklar da yetişkinler de sıradışı olaylarla dolu romanlara epey benzeyen rüyalarının kahramanıdırlar. Birçok bilimci anlatı içeriğine kulak asmayıp. rüyaların sinir kimyası, yapay zeka ve bilgi-işlem çerçevesinde açıklanabileceğine inansa da, rüya maceralarımız çok önemlidir. Rüyalar insan hayatında roman okumak kadar önemlidir.
E.P. Bugünün insanları, H omo sapiens sapiens, doğrudan Cro-Magnon adamının torunlarıdır. Cro-Magnon adamını en yakın ataları Neandertallerden ayıran şeyin, dilden çok, rüyalarda sürekli açığa çıkan fantazi ve anlatı olduğunu düşünmüşümdür hep. Önemli meseleler üzerine fabllar yaratma ihtiyacı gerçekten şaşırtıcı -sırf hikaye ve masalla aklımız çeliniyormuş gibi.
N.H. Evet, bu bağlamda rüyalar, duyduğumuz ilk hikayelerden beslenen model hikayelerdir. Rüyalarımızda kurduğumuz hikayeler aracılığıyla alışıyoruz masallara. İlk rüyalarımız basittir: çocuk rüyalarındaki birçok kahraman diğer hayvanlardır, insanlar çok karmaşık görünür, tavşanlar, kediler, köpekler ve kaplanlarınsa basit duyguları vardır. Böylelikle çocuklar aktif bir organizmanın, korku, umut, ferahlık veya acı gibi duygular hissetmenin nasıl bir şey olduğuna dair fikirler geliştirirler. Sanırım rüyaların ana işlevi, tam olarak, duygularımızı sınamaktır, onları sıradışı sosyal durumlara çekip zihnimizin nasıl çalıştığını, belki hiç yaşamadığımız, ama gerçekleşebilecek tuhaf durumlara nasıl tepki vereceğimizi öğrenmektir. Sana müthiş bir örnek vereyim: Ebeler çoğunlukla doğurma rüyaları görürler, hiç bebekleri olmasa bile. Ebeler, belki de hiç anne olmayacak olan bu kadınlar, her gün anneliğin sıradışı duygularını yaşayan kadınlarla ilgilenirler. Görüştüğüm ebelerin demesine göre, rüyaları çok önemliymiş, çünkü böylece, başka türlü sahip olamayacakları bir anlayış, bir duyum sahibi oluyorlarmış.
E.P. Nick, bazı sinir bilimcilerden duyduğuma göre, erken doğan çocukların nöronları rüya görürken etkinleşiyormuş ve çocuklar zamanlarının neredeyse yüzde seksenini rüya görerek geçiriyormuş.
N.H. Sanırım bu biraz mübalağalı. Rüya sırasında gerçekleşen -ve diğer memeli
146
Ö Ğ R E N M E K İ Ç İ N R Ü Y A
lerde de görülen- hızlı göz hareketi (REM) gibi fizyolojik işaretler, rüyanın hakiki bir tecrübe olduğu anlamına gelmez. Çocuk birazcık büyüyene kadar REM gerçekleşmez. İki yaşında bir çocuğu söz konusu beyin dalgalan gerçekleşirken uyandırıp, ona ne rüya gördüğünü veya düşündüğünü sorsak, basit cevaplar verecek, korktuğunu veya dondurma yediği için çok mutlu olduğunu söyleyecektir. Çocuk dört yaşına geldiğinde rüyası anlatı şeklini alır, dramatik olabilen ve uykudan uyandırabilen bir hikaye. “Annemi kaybettim, nereye gideceğimi bilmiyordum, onu bulduğumda bir mağaranın içindeydi; babamı arıyordum, baktım, uçurumdan düşmüş; çok korktum. Koştum, koştum, koştum ve sonunda uyandım.” Bu tür bir hikaye, ki çoğunlukla çok daha kapsamlıdır, çocuğa kaybı, tehlikeyi ve endişeyi öğretir. Çocuk büyüdükçe, rüyalar gittikçe daha kapsamlı hale gelir. Aşık olmayı, sevdiği birini kaybetmeyi, ihaneti tecrübe eder. Rüyalar kanalıyla, bir oyun şeklinde de olsa, gerçek hayatı öğreniriz. Oyun derken tiyatro oyununu kastediyorum. Hamlet’ten ihanetin, ensestin, nefretin ve intikamın nasıl bir şey olduğunu öğreniriz. Oyunlar her gece rüya aracılığıyla içimizde sahnelenenlerin benzeri anlatılardır.
E.P. Neyse ki bu kendi kendine öğrenme işlemi Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’âz hayal ettiği şeyden farklı -torunlarımızın her akşam bir kaydı seyrederek ertesi gün ne yapacaklarını öğrenmesi durumundan. Yoksa ona mı benziyor?
N.H. Sanırım kısmen haklısın. Bir adamın ya da kadının zihnini çarpıtıp böyle çalışmasını sağlayamayız. İnsanoğlunun olanakları konusunda ne kadar bilgi sahibi olursak, o kadar donanımlı ve başarılı “doğal psikologlar” oluruz. Yaklaşık son yirmi beş yıldır yazdığım hemen her şey, diğer insanların “doğal psikolojisi”ni anlayabilmeyi sağlayan bu sıradışı yetenekle ilgili. Biz insanlar muhteşem psikologlarız.
E.P. Çünkü diğer insanların zihinlerinde olup biteni görebiliyoruz?N.H. Zihinlerini okuyoruz. Düşüncelerin üzerine yoğunlaşıyorum ve dürtülerini,
tecrübelerini, duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya başlıyorum.E.P. Ve sadece bu kadar da değil, peşinden beni manipüle edip etkileyebiliyorsun.N.H. Evet, seni manipüle edebilirim, ama sana yardım da edebilirim. Buna zeka
nın sosyal işlevi denir. Yıllar sonra farklı bir isim verildi, ama bana uygun gelmiyor: Makyavelyan zeka. Bunun bir hata olduğunu düşünüyorum, çünkü Makyavelyan zeka kavramı zekanın manipülasyon, zulüm ve rekabet için kullanıldığım telkin ediyor. Bence zekanın sosyal işlevi çok önemli, çünkü diğer hayvanlarda rastlanamayacak biçimde sevgiyi, merhameti ve pozitif bir sosyal hayatı mümkün kılıyor. Bazı meslektaşlarıma göre, ki ben de aynı görüşteyim, insanoğulları bu tür bir algılamayı yapabilen yegane hayvanlar.
i 4 7
H A Y A T K İ T A B I
Şempanzeler ya da köpekler bile bunu yapamıyor.E.P. Bu konuya döneceğiz. Doğru anladıysam, rüyalar için çok önemli bir kelime
kullandın, yeniden-yaratma, çünkü rüyalar gerçek hayatta karşılaşabileceğin olayları veya süreçleri taklit ediyor.
N.H. Simülasyon önemli, çünkü rüya tabii gerçek bir şey değil ve dolayısıyla gerçek hayatta olan şeylerin tehlikelerini veya akıbetlerini barındırmıyor. Aynen çocukların oyunları gibi: oynarlarken-
E.P. Kimi yetenekler geliştiriyorlar-N.H. Evet, yetenekler geliştiriyorlar ve öğreniyorlar. Farklı ilişkileri karşılayan
kavramlar geliştiriyorlar. Düşman, dost, doktor, hastabakıcı veya korsan rolü oynarken, hayatta başarı sağlamak açısından kritik olan psikolojik kavramlar öğreniyor çocuklar.
E.P. Bir başka deyişle, bir pilotun uçmayı öğrenmek için uçuş simülatörü kullandığı şekilde kullanıyoruz rüyaları.
N.H. Aynen, çok yerinde bir benzetme.E.P. Bundan başka? Ömrümüz boyunca rüya görerek geçirdiğimiz süre üç yıla te
kabül ediyor.N.H. Evet, üç yıldan bile daha uzun süre rüya görebiliriz. Rüya işlevinin önemini
gösteriyor bu. Hayatın gerçek oyunlarına katılmadan önce kaç yıl oyun oynuyor çocuklar? Benimkilere bir bak, tek istedikleri oynamak__
E.P. “Öngörü rüyaları” konusunda ne düşünüyorsun? Rüyalar gerçekleşecek şeyleri öngörmek için kullanılabiliyor. Söylediklerinden başka bir işlevi var mı rüyaların?
N.H. insanlar gelecekleriyle ilgili bazı şeyleri rüyalarda arayıp bulacaklardır, bu muhtemelen kaçınılmaz. Biz insanlar çok batıl inançlıyız. Geleceğe ilişkin her tür bilgi kaynağının peşindeyiz. Geleceği öngörmek bize sıradışı bir avantaj sağlardı, insanlar, insanlık tarihinin başlangıcından beri, tüm çağlarda, hem dış dünyada, hem de rüyalarda geleceğe ilişkin işaretler aradılar. Rüyalar, Freud ve Jung’un çalışmalarında da görüldüğü üzere, fevkalade sıradışı ve fevkalade yoruma açık şeyler. Sonsuz sayıda yoruma yol açan semboller, renkler ve biçimler içeriyorlar. Hayal gücümüzle geleceğe uyan hikayeler kurabiliriz. Bir rüyayı inceleyip onun mutlaka bir gelecek kehaneti içerdiğine inanabilirsin. Bu bir yanılsama sanırım, doğa dışı yetenek değil, tüm öngörü yanılsamalarında olduğu gibi. Ama bu şeylere inanmamızın şaşırtıcı bir yanı yok, çünkü onlara inanmak istiyoruz. Biz insanlar ürkek yaratıklarız, geleceğimizi bilme ihtiyacı duyuyoruz.
E.P. Çok karmaşık bir dünyada kırılgan yaratıklarız.N.H. Evet, dünya bizi korkutuyor ve doğduğumuz andan itibaren ona bir anlam
vermeye, onu öngörmeye çalışıyoruz, kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu
148
Ö Ğ R E N M E K İ Ç İ N R Ü Y A
ve nereye gittiğimizi anlamak için. Rüyalar bu imkanı sunuyor. Ama anlam arayışımızı karşıladıkları için çok cazip gelseler de, sanırım yanılsama olmaktan öteye gidemiyorlar, psikoanaliz gibi.
E.P. Birkaç yıl önce Helen adında bir maymunla çalışmıştın, aynı insanlar gibi, bazı renkleri belirgin biçimde diğerlerine tercih ediyordu. Maviyi sevip, kırmızıdan nefret ediyordu.
N.H. Maymunlarla ilgili iki hikaye biliyorum. Maymunlar çok bariz olarak bazı renkleri tercih ediyor, ama Helen özel bir maymundu—
E.P. Kördü.N.H. Kör değildi. Sıradışı olan da bu. Ama renkleri göremiyordu. Normal may
munlar renk konusunda müthiş duyarlıdır, insanlardan çok daha duyarlı. Maymunlar kırmızı ışığa dayanamaz. Bir maymunu kırmızı ışıklı bir odaya koyarsan, maymun titrer ve yere çömelir. Mavi veya yeşil ışığa maruz bırakırsan sakinleşir.
E.P. Ama bildiğin gibi, insanların neredeyse yüzde 90’ı ikisi arasında maviyi tercih eder.
N.H. Evet, doğru. Eğer söz konusu olan, yatak odanda nasıl bir ışık istediğin veya nasıl bir gök altında yaşamak istediğin türünden çok genel tercihlerse. Patolojik vakalarla ilgili bir başka durum da, bir tür beyin hasarında insanın renklere çok daha duyarlı hale gelmesi. Beynin arkasındaki beyinciği etkileyen bir felç durumu var. Bu dürümdakiler titrerler ve elleri sallanır. Mavi ışıklı bir odadayken veya mavi ya da yeşil camlı gözlük taktıklarında sakinleşirler. Kırmızı gözlükleyse, uyarımları şiddetlenir ve sonunda yere düşerler. Sırf rengin etkisiyle.
E.P. Renkler sandığımızdan çok daha önemli olmalı.N.H. Şüphesiz. Tarih boyunca önemli oldular. Bazı hayvanlar, mesela maymunlar
bariz tercihler gösteriyor. Öte yandaysa, sanırım uygar halkların yaşamlarında artık renkler giderek anlamlarını kaybediyor. Renkler artık gerçek dünyadaki biyolojik anlamları taşımıyorlar. Alış veriş merkezlerinde veya trafikte parlak renkler, kırmızılar, sarılar, maviler içindeyiz. İlkel20 hayvanlar için taşıdıkları anlamı kaybetmiş durumda renkler. Atalarımız için kırmızı, meyvenin veya zehirli yemişlerin veya gün batımının rengiydi. Tehlike anlamına geliyordu, çünkü günün en tehlikeli zamanı geceydi. Güneş ve gök kızıla döndüğünde savunmaya geçmek gerekliydi. Tetikte olman ve arkanı kollaman
û İlkel tabiri daima izaha muhtaçtır; genellikle de anlamsız bir aşağılamadır ve kullanılmaması gerekir. Fosil kaydında daha evvel görünmek veya fizyolojik bakımdan daha basit olmak veya daha az metabolik reaksiyon anlamına gelebilir veya morfolojik bakımdan daha az karmaşıklık ya da genomda daha az gen anlamına gelebilir. İlkel, aşağı, üstün, yukarı gibi tabirler yerine daha anlamlı tanımlamalar getirilmesini öneriyoruz. -L M
149
H A Y A T K İ T A B I
gerekirdi. Bunu maymunlarda kaşfetmiştim: gök kızıla dönünce çok asabileşip sağa sola bakınmaya başlıyorlardı. Gök mavi olduğundaysa, yani gün ortasında yırtıcılar uyuyor ve maymunlar da rahatlıyordu.
E.P. Diyorsun ki, hayvanların renklere tepkisi atalarımızınkiyle aynı.N.H. Sanırım bir veya iki milyon yıl önceki halimiz gibiler.E.P. Bilinçli rüyalar hakkında ne düşünüyorsun, rüya görürken rüya gördüğünün
farkında olmak hakkında, yarı uyku, “duru rüya” hakkında?N.H. Evet, duru rüya. Hiç duru rüya görmedim, dolayısıyla bu konudaki bütün
bilgim başkalarının tecrübelerine dayanıyor. Bütün rüyalar bilinçlidir: rüyadaki duygularımızı onları yaşamışız gibi anlatırız. Ama “duru rüya”, rüya görenin rüya gördüğünü bildiği sıradışı bir rüya tipi. Kişi rüyayı kontrol edebiliyor ve rüya boyunca kendi yolunu çizebiliyor. Buradan hareketle dendi ki, madem normal rüyalar gerçekliği keşfetmemizi sağlayacak bir rolü öğrenip oynamamıza yardım ediyor, o zaman duru rüyalar daha da iyi, çünkü duru rüyada bir anlatı kurabilir ve kendini belirli bir hikaye içine koyabilirsin, olayları bizzat kontrol ettiğin bir bilgisayar oyunu oynuyormuşcasına.
E.P. Ama maalesef düğmeye basıp kapayamıyorsun.N.H. Hayır, ama kimilerine göre, rüya görmeyi öğrenebiliriz, gözlerin hareketini
ölçüp hafif bir elektrik akımıyla bize rüya gördüğümüzü haber veren bir cihaz bunu yapabilir. Ve biraz pratikle rüya gördüğünü farkedip, duru rüyalar görebilirsin.
E.P. Sence rüyalardan prova veya eğitim dışında başka faydalar da sağlayacak mıyız? Daha esaslı bir şeyler belki?
N.H. İnsanlar genelde insan zihnini geliştirmenin mümkün olup olmadığını merak ediyor, dolayısıyla bu çok enteresan bir soru. Kanaatimce, şempanzeleri geride bıraktığımızdan bu yana, son altı milyon yıllık evrim sürecinde gelişen insan zihni fevkalade karmaşık bir tasarımın sonucu, dolayısıyla da fevkalade mükemmelleşmiş durumda; iyileştirilmesi çok zor. Onu değiştiren veya farklılaştıran herhangi bir şey iyileştirme gibi görünebilir, ama bunun başka bakımlardan tehlikeli sonuçlar yaratma ihtimali var. Sanırım en iyisi onu olduğu gibi, kendi halinde bırakıp şükretmek.
E.P. Nick, beni çok heyecanlandıran bir şeyi sormak istiyorum sana. Rüyada iki evre olduğu anlaşılıyor. İlkinde, uyurken vücudumuzu hareket ettirebiliyoruz, ama gördüğümüz rüyayı veya rüya görüp görmediğimizi hatırlayamıyoruz. İkinci evrede, REM evresindeyse, gördüğümüz rüyayı hatırlayabiliyoruz, ama vücutlarımızı hareket ettiremiyoruz. Paralize oluyoruz.
N.H. Eee, tam olarak değil. İlk evrede, hareket edebildiğimiz zaman, pek bir faaliyet olamaz, olsa yataktan düşerdik. Derin uyku evresine, REM evresine girince, vücut paralize olur, çünkü olmaması büyük bir tehlike yaratırdı. Ha
I5°
Ö Ğ R E N M E K İ Ç İ N R Ü Y A
reketsizlik sadece boynu etkiler. Konuşabilir, bazan gözlerimizi hareket ettirebilir veya ağlayabiliriz. Ama, çok nadir durumlar hariç, yataktan kalkıp alt kata inmeyiz ya da kapı dışarı çıkmayız.
E.P. Çünkü aksi halde ölebiliriz.N.H. Bu oldu. Bu kısıtlamanın devreye girmesini engelleyen bir patoloji var, vücu
dun rüyayı temel alarak hareket etmesine, davranmasına yolaçıyor. insanlar böyle durumlar yaşadı. Olmayacak suçlar işlemeye, tuhaf şeyler yapmaya kendilerini mecbur hissettiler. Bir anlamda sorumlu sayılmazlar, çünkü kasten yapmıyorlar. Biri Birleşik Devletlerdeki iki veya üç cinayet davasında suçsuz bulundu, çünkü cinayeti işlerken derin uyku halindeydi!
E.P. Rüya görmek iyi mi sence?N.H. Cevap, evet. Rüya görmek iyidir, iyi olmasaydı onca zamanı rüya görerek ge
çirmezdik. Artık rüya görmemeyi ister miydin? Belki arasıra kabuslarını hatırlamamayı isterdin, ama geceyi inanılmaz fantaziler yaratıp, başka türlü hiç bilemeyeceğimiz yerlere ve ilişkilere girerek geçirmemiz harika değil mi?
E.P. Rüyalarda, diyorsun, muhakememiz uyanıkken olduğundan daha bütünlüklü ve daha derinlikli. Sanırım evrim rüya görmeye, düşünmekten daha çok zaman harcamamızı sağlasa iyi olur.
N.H. Rüyaların çok karmaşık bir bilinç türü olduğunu sanıyorum, insan zihninin en büyük kazanımlarından biri. Rüya gördüğümüz an zihnin en yaratıcı olduğu anlardan biri, buna hiç şüphe yok.
E.P. Rüya görmek insan zihninin en karmaşık etkinliklerinden biriyse, rüyalar lüzumsuz olamaz.
N.H. Ben böyle düşünüyorum ve umarım seni ikna etmişimdir. Bir şey insan zihni ve bedeniyle anlamlı bir irtibat halindeyse, onun bir amaca hizmet ediyor olması gerekir. Ve ayrıca rüya görmek çok zevklidir. Darvvin’in doğal seçilimi bir şeye yol açıyorsa, bu asla boşuna değildir.
151
- 1 7 -
Müzik ve Konuşma
Diana Deutsch ile SöyleşiMüzikal algılama çocuklukta öğrenilen konuşmayla bağlantılıdır.
Diana Deutsch
Ölümün farkında olanlar sadece insanlar belki. Ama dile döndüğümüzde ve bülbülün veya balinaların şarkılarını dinleyince, müziğin bir dil olup olmadığı sorusu gündeme geliyor. Müzikle dil arasında bir benzerlik olduğu kesin. Müzik dilin bir uzantısı ya da en azından konuşma yeteneğindeki sınırlamalardan doğan bir şey. Dil beynin dijital bir becerisi ve insanımsılar sıfırlarla birlerin dijital mantığıyla ifade edilmesi zor olan nüansları ifade etmek için nihayet müzik ve sanata yöneldiler.
Müziğin, Pitagoras’ın şehir etrafındaki bir gezintisiyle başladığına inanmak
Diana Deutsch, San Diego, Kaliforniya Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü’dür.
152
zor. İki bin yılı aşkın bir süre önce Yunanlı filozof Atina sokaklarında yürürken, bir demirci atölyesinden gelen çok hoş bir ses duydu. Bu sesin kendisini neden böyle büyülediğini merak ederek içeri girdi. İki bin dört yüz yıl sonra biz artık bir sesin neden hoşa gittiğini bildiğimiz kanısındayız. Ama Kaliforniya, San Diego’da bu konuyu sorduğum Diana Deutsch beni kuşkuya düşürdü. Diana Deutsch müziğin fiziği ve fizyolojisi alanında dünyanın en önde gelen otoritesidir. Oxford Üniversitesi’nde psikoloji, felsefe ve fizyoloji eğitimi aldı ve Kaliforniya Üniversi- tesi’nden de psikoloji doktorası var; ses algısını ve belleğini araştırıyor, özellikle de müziği. Pek çok müzikal yanılsama ve paradoks keşfetmiştir.
Diana Deutsch: Pitagoras hoşa giden seslerin bire iki gibi çok basit bir sayısal orana sahip olan yay uzunluklarıyla elde edildiği sonucuna vardı. O zamandan beri insanlar neden bağdaşık veya ahenkli denen sesleri, karmaşık oranlı uyumsuzlardan daha çok sevdiğimizi merak etmiştir. Bunu hâlâ tamamen anlıyor değiliz. Ama müziğin algılanmasıyla ilgili başka ilginç şeyler keşfettik.
Eduardo Punset: Çok iyi bildiğin ünlü Fibonacci dizisiyle ilgili bir sorum var: bir, bir, iki, üç, beş, sekiz, vs. altın ölçüyü veriyor. Burada hem mimariye hem de müziğe uygulanabilen bir 0.6 oranı var. Beethoven ve Bela Bartok belli ki altın ölçüyü kullanmışlar. Neden bu oranlar böyleşine büyüleyici? Mucize mi? Genetik bir mesele mi?
DI.D. Bir sır. Bilmiyoruz. Müziğin ve tüm sanatların algılanışı ardındaki sebep hâlâ bir sır. Birçok insan estetik üzerine yargıda bulunabileceği inancında, ama sebepler bilimsel olarak bilinmiyor.
E.P. Bir denemeni okudum, harikaydı. Hatalıysam düzelt: anlaşılan akustik yanılsamalar var, aynı optik yanılsamalar gibi. Beyin kendi kendine gelin güvey oluyor. Ünlü Necker kübü yanılsaması klasiktir: farklı pozisyonlardaymış gibi yorumlanabilir, belirsizdir. Akustik yanılsamaları gösterdin mi?
Dİ.D. Bu bulgu beni çok şaşırttı, hiç beklemiyordum. Çok güçlü bir yanılsama. Şu sayfanın başında notalar olduğunu düşün: bir bölümü —kulaklıkta bir kulağa karşılık gelen bölümü— çok bozuk bir düzende tekrarlıyor melodiyi, diğer bölüm de öyle. Gerçekte duyulan şeyse sayfanın alt kısmında görünsün. O tamamen farklıdır. Adeta beyin düzensiz modelleri reddedip, aralık ve sesi yeniden örgütlemiştir ve böylece özdeş melodiler duyulur. Bir kanal dinleyicinin sağ yanma verilince, soldaki dinleyici çalınan iki kanalı duymaz, bunun yerine, tüm yüksek perdeli sesler bir hoparlörden ve alçak perdeliler de diğerinden geliyormuşcasına sesleri kavramsal olarak yeniden örgütler. Çok garip. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağ hoparlörden ve alçak perdelileri de sol hoparlörden duyarlar genelde, hoparlörlerin konumu ne olursa olsun.
M Ü Z İ K V E K O N U Ş M A
r53
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Sağak insanlar notaları solak insanlardan farklı bir şekilde algılıyorlar?Dİ.D. Aynen. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağda ve alçak perdelileri de
solda duyar genelde, nereden gelirlerse gelsinler. Ama solak insanlar için böyle bir genelleme yapılamaz. Solak insanlar arasında çok büyük bir çeşitlilik var, istatistikî olarak sağaklar arasmdakinden daha çok algı modeli var-
E.P. Araya girdiğim için kusura bakma ama, neden? Müzik dinlemeyi sağlayan nöronlar, müziğin geldiği yeri belirleyen nöronlardan farklı mı?
Dİ.D. Meselenin bir yanı da bu. Solaklarla sağakların beyin organizasyonları arasında farklılık var. Sağak insanların konuşması çok büyük bir çoğunlukla beynin sol bölümünde görülür, solak insanlardaysa çok büyük bir çeşitlilik var. Dolayısıyla ses kaynağının algılanması bakımından, el yatkınlığıyla istatistikî olarak rabıtalı, istikrarlı farklılıklar yok aralarında.
E.P. Orkestralarda ne oluyor? Müzisyenlerin konumları hesaba katılıyor mu?Dİ.D. Sağak insanların yüksek perdeli tonları sağda, alçak perdelileri solda duy
ması dışında, bir başka durum daha var. Eğer yüksek perdeli seslerin sağda ve alçak perdelilerin de solda olması gibi özel bir durumun varsa, bu modelleri, alçak perdelilerin sağda ve yüksek perdelilerin solda olduğundakinden daha net duyabilirsin. Orkestrada müzisyenlerin yerleşimi ilginçtir. Yüksek perdeye çıkan çalgılar müzisyenlere göre sağa, alçak perdeliler de sola yerleştirilir. Keman bölümünde ilk kemanlar İkincilerin, İkinciler de üçüncülerin sağındadır, viyolonsellerse kontrabasların sağında yer alır. Nefesli çalgılarda trompet trombonun, trombon da tubanın sağındadır. Bu yerleşim bir çok testin, deneme yanılma işleminin sonucudur; çalgıların alabileceği en iyi konum ve alınabilecek en iyi performans da böyle elde ediliyor, çünkü nihayetinde müziği en iyi şekilde çalmak için, müzisyenlerin birbirlerini mümkün olan en iyi koşullarda duyabilmeleri gerekir.
E.P. Bu evrimsel bir süreçti?Dİ.D. Sanırım öyle. Orkestra şefleri farklı çalgı yerleşimlerini deneye deneye bu
yerleşim yavaşça ortaya çıktı.E.P. Ya dinleyiciler? Orkestra için ideal olan yerleşim izleyiciler için de uygun mu?Dİ.D. Can alıcı nokta da bu. izleyicilerin duruşuna göre, soldan sağa yerleşim ter
sinedir, aynadaki görüntü gibi. Dolayısıyla izleyicilerin duruşuna göre, en yüksek perdelere ulaşan çalgılar sola ve alçak perdeli çalgılar sağa yerleştiriliyor -çoğunlukla sağak olan izleyicilerin algılaması bakımından en kötü yerleşim. Çözümsüz bir durum, çünkü orkestra yerleşimini ters çevirirsek, müzisyenler birbirlerini iyi duyamazlar.
E.P. Bir meslektaşına göre çare, orkestra yerleşimini olduğu gibi bırakıp izleyicileri tavandan sarkıtmaktı!
Dİ.D. Bu teorik çözüm izleyicilere uygun değil. Diğer öneriler: orkestrayı tavandan
154
M Ü Z İ K V E K O N U Ş M A
sarkıtmak ya da sadece solak dinleyicileri salona almak. Bunlar galiba biraz zorlama fikirler. Çözüm bulunamadı; paradoksal bir durum.
E.P. Orkestra şefi Arthur Nikisch’le besteci Tchaıkovsky arasındaki bir anlaşmazlıktan sözetmiştin bir yazında. Nikisch müzisyenin senfonisindeki bazı yerleri sevmemiş galiba. Senin yorumuna göre, Nikisch belki de iyi, çok hassas bir kulağı olduğu için ve o sıra müzisyenler onun sağma yerleştirilmediği için sevmemişti o bölümleri.
Dİ.D. Evet. O hikayeyi naklettim: Tchaikovsky ve Nikisch prömiyerden az önce altıncı senfoninin son bölümü üzerine tartışmışlar. Anlaşmazlığın sebebi şuydu: tema ve alt tema, o sıra sahnede karşılıklı oturan birinci ve ikinci kemanlar arasında gidip geliyordu. Ve Nikisch birinci kemanların temayı, ikinci kemanların da alt temayı çalması için parçayı değiştirmek istiyordu. Tchaikovsky ise parçanın bestelediği şekliyle kalmasını istiyordu. Prömiyer Tchai- kovsky’nin istediği gibi yapıldı.
E.P. O zamanlar muhtemelen akustik yanılsamaların varlığından haberleri yoktu. “Üç-ton paradoksu”nu ele alalım, müzik dili, müziğin algılanışı bağlamında. Senin demene göre, müziği hepimiz aynı şekilde algılamıyoruz.
Dİ.D. Kesinlikle. Teorimi açıklamak için genellikle üç-ton paradoksuna örnekler çalıp, iki tondan oluşan çok basit bazı modeller alçalıyor mu, yükseliyor mu diye sorarım. Soru şu: ne duyuyorsun, yükseliyor mu, alçalıyor mu? Şimdi modeli çalıp, ne duyduğunu sormak için duraklayacağım__Sence yükseliyor mu, alçalıyor mu?
E.P. Alçalıyor.Dİ.D. Sanırım yükseliyor. Aslında bu model ve yükselip alçalması bağlamında
epeyce bir tartışma var. Devam ediyorum. Dört modelim var ve hepsinde de aynı şeyi soracağım.
E.P. Sanırım alçalıyor.Dİ.D. İyi, bence yükseliyor.E.P. Sen diyorsan öyledir, müziğin fiziği alanındaki en önemli uzmanlardan biri
sin. Ben yamlıyorumdur.Dİ.D. Birçok KaliforniyalI bu modeli senin duyduğun gibi duyuyor, ama ben gü
ney İngiltereliyim. İngiltere’nin güneyinde çoğu insan benimle aynı görüşte. Ya bu? Bu farklı. Yükseliyor mu, alçalıyor mu? Bence alçalıyor.
E.P. Bana göre, yükseliyor!Dİ.D. Sanki tam tersini duyuyormuşuz gibi. Ya üçüncü, yükseliyor mu, alçalıyor
mu?E.P. Yükseliyor, doğru mu?Dİ.D. Alçalıyor. Ya sonuncu?E.P. Sanırım yükseliyor.
: 55
H A Y A T K İ T A B I
Dİ.D. Anlaşılan yine ters duyuyoruz.E.P. Neden?Dİ.D. Paradoks şunu gösteriyor: senin bu modeli duyma biçimin dilindeki seslerle
ilişkili, çocukken öğrendiğin dilin sesleriyle. Yani modelleri duyma biçimimizi coğrafi bölge belirliyor. Benim gibi güney İngiltereli olan insanlarla KaliforniyalIlar uyuşmuyor. Ben gösterdikten sonra, başka araştırmacılar da bu olguyu başka bağlamlarda doğruladılar: Yunanlılarla Teksaslıların ya da Minesotalılarla İsveçlilerin algıları tümüyle farklı. Başka çalışmalar da başka coğrafi bölgelerdeki ton algısı farklarını gösterdi. Bir başka testte, bir kişi beş dakika bir mikrofona konuştu ve konuşma kaydedildi. Sonra aynı sesin farklı tonlarından örnekler hazırlandı. En fazla ton hareketi olan değerler incelendi. Ve bu ton yelpazesinin üç-ton paradoksunu algılama biçimimizle açıkça istatistiken anlamlı bir ilişki içinde olduğu ortaya çıktı. Çok belirgin bir ilişkidir bu. Dolayısıyla mesela, biri üç-ton paradoksu bağlamında bir şeyler söyleyince, onun ton yelpazesini tahmin edebilirim. Bir konuşmayı dinlediğimde -konuşmacılar kadınsa (erkek konuşmalarının ton yelpazesini tahmin etmede çok iyi değilim)- bunların üç-ton paradoksuna nasıl cevap vereceklerini söyleyebilirim.
E.P. Diana, lütfen bana kadınların erkeklerden farklı bir müzik algısı olduğunu söyleme ...
Dİ.D. Hayır, bunu kastetmiyorum. Kadınların konuşmalarındaki tonlara erkekle- rinkinden daha alışkınım. Aıfıa çok ilginç bir soru sordun. Müzik algısındaki temel farklılıklar üzerine çalışmalarımda hacim yanılmasını, sağak ve solak insanların farklı algılarını veya üç-ton paradoksunu belirledim. Algı farkları ana dile ve kişinin coğrafi menşeyine dayanıyor. Ama cinsiyete dayanan herhangi bir fark bulmadım. Belki bulunur, ama kadınlarla erkekler arasında bir algı farkı bulmadım ben.
E.P. Bir sinir bilimciden duyduğuma göre, yemek ve seksten sorumlu olan nöron grubu müzikten de sorumluymuş, dolayısıyla da herkes müziği seviyor.
Dİ.D. Müziği algılayışımız çok önemli: iki insan müziği tamamen farklı algılıyorsa, estetik tercihleri de çok farklı olacaktır. Ama tercihler ötesinde, sanıyorum müzikten alınan tadın bazı bileşenleri belli ritm modelleriyle ilişkili ve bunlar çok temel düzeyde insanın içine işliyorlar.
E.P. Neredeyse genetik olarak.Dİ.D. Olabilir. Müzikal algı farklılıklarının çoğu, sanırım çocuklukta duyduğu
muz müziklerden kaynaklanıyor. Belli bazı konuşma karakteristiklerinin gelişiminde kritik sayılan dönem hayatın bir ve ikinci yılları arasında yaşanıyor, ve hatta üçüncü yılında. Sanırım hayatımızın ilk yıllarında dinlediğimiz veya maruz kaldığımız müzik, yetişkinlikteki müzikal algımızı çok etkiliyor.
156
M Ü Z İ K V E K O N U Ş M A
E.P. Diana, yani diyorsun ki, çok küçükken iyi müzik dinletilen çocuklar büyüyünce müziği severler, çünkü bu adeta genetik bir işlev halini alıyor, yememize, konuşmamıza veya sevişmemize neden olan şey gibi, öyle mi? Bir insanda müziği algılama yeteneği yoksa, bu muhtemelen erken dönem eğitimiyle veya genleriyle ilgilidir, doğru mu?
Dİ.D. Evet. Ama diğer faktörlerin etkisini de yok saymıyorum. Bu iki faktör, genler ve erken dönem müzik tecrübesi müzikal algıda çok etkili. Neredeyse belirleyici.
E.P. Müziğin fiziği ve psikolojisi alanlarında büyük bir uzman olarak ne düşünüyorsun: neden Batı müziği, yani böylesine metrik ve rasyonel bir müzik, melodi ve doğaçlamanın daha önemli bir rol oynadığı Batılı olmayan müzikten bu kadar farklı?
Dİ.D. Sırf çocuklukta müzik dinlemeyi değil, diğer dilbilimsel modelleri de önemsiyorum ben. Her konuşma biçiminin kendine özgü karakteristikleri var ve bunlar sonradan müzikte farkediliyor. Bu görüş çok eski: müzik kendi diline benzemeli ki, onu takdir edebileşin. Bu çok önemli, çünkü algıladığımız konuşmanın melodik akışıyla sevdiğimiz müzik arasında büyük bir bağlantı var.
E.P. Peki sen ne tür müziği seviyorsun Diana?Dİ.D. Ben? Schubert’i, Bach’ı ve Andres Segovia’nın klasik gitarını gerçekten seve
rim; çaldığı ve bestelediği müziğin büyük bir hayranıyım. Ve Mussorgsky. Pek kimse anlamadı ama, bestelediği müzik konuşma sesine benzesin diye çok uğraşmıştır.
E.P. Besteci Mussorgsky sanatının işlevini, müzikal sesler biçiminde sadece duyguların değil, konuşmanın da yeniden üretimi olarak tanımlamıştı sanırım.
Dİ.D. Aynen öyle. “Bir dili dinlerken, zihnim —beynim— hemen bu konuşma için bir müzikal ifade aramaya başlıyor” demişti. Amacı buydu ve sanırım amacına harika bir şekilde ulaştı. Amaçlarını bilerek şarkılarını dinlersen, aniden farklı bir duyma biçimine geçersin ve gerçekten de Rusça konuşma gibi algılarsın; böyle dinlersen farkedebilirsin. Ama müziğini sırf bu yüzden sevmiyorum. O müthiş bir hayal gücüne sahip, sıradışı bir müzisyendi.
i57
Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin Ölümsüzlüğü
Artık DNA’nın gizli kodunu biliyoruz, ama genetik materyalde baz çiftleri dizisinin keşfi, sarayın kendisinden çok, kat planı gibidir. Bir yaşam formunun ne olduğunu gerçekten anlayıp anlayamayacağımız şüpheli. Ama DNA’nın yeterli olmadığı açık bence, yaşamı on binlerce protein -yani vücudu çalıştırmaya yönelik molekül- için kodlama yapan 25,000 genlik devasa düz DNA iplikçiklerine eşitlemenin çok ötesine geçmeliyiz. Dikkat çekici yeni korteks katmanlarına sahip olan beyinlerimiz erken Fanerozoik zaman gelişimleridir, ama annemizin yumurtasından devraldığımız oksijen-soluma yeteneğimiz çok daha eski. Mitokondri- alarımız bakteri olarak özgür yaşadılar, diğer hücrelerimizle bir takım oluşturmadan çok önce, Proterozoik zamanda havadan oksijen alıyorlardı. Oksijen soluma becerilerini, gezegende henüz hiçbir hayvan veya bitki varolmadan çok önce gerçekleştirdiler. Ve hayvan doku hücrelerindeki mitokondrialar her bir memeli için kaçınılmaz olan yaşlanma ve ölümle bir şekilde hâlâ alakalı. Bir memeli bedeninde bin milyonlarcası var, hücre başına epeyce bir sayı. İstediğinize inanın, ama biz insanların meleklerden yalnızca birazcık aşağıda olması bana şüpheli görünüyor.
x59
- 1 8 -
Gizli Kod
Sydney Brenner ile SöyleşiÇocuklar, bütün çocuklar natüralisttir.
Sydney Brenner
Sydney Brenner şu az rastlanan kendine özgü insanlardan biridir, çalışma alanlarında köklü değişiklikler yapmış, farklı kıtalarda yaşamış ve işverenlerine göre değil de, kendi bakış açısına göre şaşmaz bir sağduyuyla kendi ilgi ve tutkularının peşinden gitmiştir. Bu tutum onda işe yaramış görünüyor.
Eduardo Punset: Yaşam sürüyor, çünkü benzer organizmalar ürüyor ve genleri sayesinde aynı yaşamı kopyalıyorlar. Bu durumda yaşamın ayırıcı özelliği kopyalama mı? Kopyamalanın olmadığı, sırf yaşayanların idame ettirildiği bir dünya var mı?
(2002) Nobel Tıp ödüllü Sydney Brenner, Saik Enstitüsü’nde Seçkin Profesör’dür.
160
G İ Z L İ K O D
Sydney Brenner: Sanırım o kadarla kalmıyor. Genlere baktığında, nihai organizmanın bir tanımlaması olduklarını görürsün. Burada kopyalama oluyor, çünkü hayvanlar gibi karmaşık organizmaların kopyalanıp yapılması zor. Bunun yerine, organizmanın tanımlamasını kopyalayıp, bunu aktarmak daha iyi. Kendini kopyalamak görebildiğimiz yaşam formları için yeterli değil. Tüm organizmanın moleküler bir tanımlama içinde kodlanmasıysa (DNA dediğimiz şey) dolaylı olarak yayılımı mümkün kılıyor. Von Neumann—
E.P. Fizikçi?S.B. Fizikçi -daha sonra kendisinden sözederiz belki- üremenin mantığı üzerine
çalıştı ve kendi kendine çoğalan makineler teorisini kaleme aldı. Çeşitli bileşenleri çok net olarak birbirinden ayırdı. Birincisi, işi yapan makine -“etkiyen”. Etkiyeni kopyalamak için onun kodlanmış bir tanımlaması gerekiyordu —“bir program”. Sonra programın talimatları kullanılarak ikinci bir makine yapılıyordu.
E.P. Sonra?S.B. Sonra programı kopyalıyorsun. Sonra da bu programı alıp makineye yerleş
tiriyorsun. Bu noktada iki makinen oluyor; her biri aynı şeyi tekrar yapabilen iki makine. Tabii program doğru bir şekilde kopyalanmadıysa, böyle bir yanlışlık mutasyonlara yolaçıyor. Artık diğer makinelerden daha fazla verimlilik sağlayan makinelerin olabilir. Bu noktada evrimin özelliklerini yakalarsın. Bu makine canlı mı? Yoksa sadece öyle mi görünüyor? Sanırım böyle bir yaşam tanımına göre yaşıyor sayılır. Canlı bir şeyin ek özellikleri olmalı belki. Bir makineyi düşünürken, makinenin tasarımcısını düşünürüz. Biri makineyi tasarladı, onu bir banta kodladı ve salıverdi. Canlı sistemlerin harika yanı, bir tasarımcı olmaksızın türemiş olmalarıdır. Bu hâlâ çözülmeyi bekleyen büyük bir problem.
E.P. Anlattığın bu von Neumann modeli beni gerçekten heycanlandırıyor. Kitabın My Life in Science'ı [Bilim Flayatım] okurken, hatırlıyorum da, bunların ilk kez yazıldığını düşünmüştüm, artık izleyicilerimiz genetik kodun ne olduğunu anlayabilecekti. Genler enformasyon taşıyor, ama sen çarpıcı, esrarengiz bir şey söylüyorsun: enformasyon maddeden çok farklıdır. Ne demek istiyorsun?
S.B. İnsanlar geçmişte aktif bilimi başlatınca canlıları cansız dünyadan ayırdılar. Ve aslında iki tür kimya olduğunu düşündüler: cansız dünyanın inorganik kimyası ve tamamen farklı bir tür, organik kimya, yaşamın kimyası. [Fried- rich] Wöhler üreyi, yani tipik bir yaşam ürününü sentezlediğinde, bu fikri çürüttü. Kimya kimyaydı, yaşamınki ya da değil.
E.P. Ve laboratuarda yapılabilirdi?S.B. Evet. Canlılar fizikçilerle ve nicel analizleriyle alay etti. Fizikçiler hep “en de
161
H A Y A T K İ T A B I
rin” bilimin, teorik açıdan derin bilimin kendilerininki olduğunu düşündüler. Yaşam olgusunu açıklayamıyorlardı. Yirminci yüzyılın başına kadar, Neils Bohr ve M ax Delbruck dahil birçok bilimci hâlâ yaşamın yeni fiziksel prensiplerinin keşfedileceğini düşünüyordu. Ama gittikçe daha iyi anlaşılıyordu ki, fiziksel maddeyle yaşamın atomları ve molekülleri aynı kimyasal elementlerin aynı tür bileşimlerinden yapılmaydı. Fizikçilerin sorunu hiç kimya bilmemeleridir. Kimya bir fiziksel bilim olduğu halde, çoğu fizikçi hiç kimya bilmez. Kimyaya “çok alçak-enerji fiziği” diyebiliriz, yüksek-enerji fiziğinin tersi. Yaşamda en alçak enerji kimyası gerçekleşir. Biyoloji kimyanın özel bir alanı. Kafayı kurcalayan mesele yavaşça gündemden çekildi: yaşam kimyadan pek o kadar da farklı bir şey değil. Biyolojideki “madde akışı”, “Acaba yaşamın maddesi de kimyanınkiyle aynı olabilir mi?” sorusunu akla getirdi. Ve artık tamamen aynı olduğunu biliyoruz tabii. Katalizörleri bakteriler oluşturur, buradaysa enzimler katalizördür, kimya bir kimya laboratu- arındakiyle aynıdır.
Biyologlar enerjiyle uğraştılar. Biyolojik sistemlerin ikinci termodinamik yasasına uyup uymadığı üzerine kafa yordular. Uymuyorsa, yaşam termodinamiğin yasalarından nasıl kaçabilmişti? Birinci yasa, korunum yasası, maddenin değiştirildiğini ama yokedilmediğini söyler. Enerji taşınır ama kaybolmaz. Entropi düşüncesi, yani herşeyin düzensizlik içinde artması, yaşamın düzenliliğiyle çelişir görünüyordu.21 Canlı varlıklar düzen içinde artıyor gibiydiler. Şimdi canlı varlıkların içerisinde enerjinin nasıl kullanıldığını biliyoruz. Buhar makinesindeki gibi bir daha geri dönmemek üzere “soğumaya geçen” direkt ısı dönüşümünün aksine, yaşamın enerjisi kimyasal bağlar şeklinde paketlenmiştir. Göründüğü kadarıyla, yaşam spontan biçimde karmaşıklaşıyor, bu karmaşıklığı koruyor ve hatta memelilerde bir kaynaktan veya başka yoldan enerji akışı olmaksızın ısınıp ılık kalıyor. Isının sıcaktan soğuğa giden spontan hareketi durdurulamaz. Soğuk madde asla enerji (genellikle epey bir enerji) harcamadan kendi kendine ısınamaz. Kimyasal bağlar kırılarak aktarılır enerji —memelilerin enerjisi gıdadan gelir. Biyokimya, yani canlıların kimyası, organizma oluşturmak için gereken kaynak sorunu üzerine yıllarca çalıştı. Ve biyokimyacılar bu meseleyi çözdüler. Sonra enerjinin malzemeyi nasıl birarada tuttuğuna baktı biyokimya. Ve ortaya moleküler biyoloji çıktı, enformasyon kavramı, ki kolay anlaşılır bir şey değildir. Biyolojide enformasyon nedir? Enformasyon yaşamda kimyanın bir dalıdır, genlerin kimyasıdır. Bilgisayarlar, küçük elektrik şarjları veya manyetik alanlar yerine, genlerde vücut bulur enformasyon. Genler düzgün uzun-zincirlı
21 Yaşamın düzenliliğine dair daha doğru bir açıklama için bak: Sağan, bölüm 27. İkinci yasadaki enrropinin tarifi için uygun niteleme “düzensizlik içinde artış” değil, enerji yayılımıdır.-LM
162
G İ Z L İ K O D
kimyasallardır. Biyolojik enformasyon doğrusal olarak bu kimyasallardaki bir dizi baz çiftinde vücut bulur. Bugün bir başka kimyasal problem daha var ve gelecekte de varolmaya devam edecek; buna örgütlenmenin kimyası diyebiliriz. Büyük karmaşık molekül toplulukları nasıl örgütlenip tek bir varlık gibi işlev görüyor?
E.P. Yıllar önce ilk kez “Enerjinin nereden geldiğine çok fazla kafa yormayalım, komutlara, genetik koda yoğunlaşalım” diyenlerden biri de şendin, değil mi; hatta belki de bunu ilk diyen kişiydin? Bu çok enteresan.
S.B. Evet. O zamanki “yerleşik”, muhafazakar bilimciler, “bilgi”yi kimyanın inceleyeceği bir konu olarak görmüyorlardı. Kafaları biraz karışıktı. Bileşenlerin, yapı taşlarının kaynaklarıyla bunları biraraya getirecek enerji kaynakları üzerine kafa yoruyorlardı.
E.P. 1954’de Birleşik Devletler’e ilk geldiğinde, Cold Spring Limam’nda “Asıl şimdi modern bilime giriyorum” dedin. Neden modern bilimin yeri 1954’de Birleşik Devletler’di ve bugün de halen öyle, bunu hiç merak ettin mi?
S.B. Güney Afrika’da, modern ya da kadim, bilimin pek bulunmadığı bir yerde büyüdüm ben. Merkez dışından gelen birçok insan gibi merkeze gitmek istiyordum, ki o zaman merkez İngiltere’ydi, özellikle de Oxford. Oxford’da yeni bir şey üzerine çalışmayı denedim. Buna “benlik teolojisi” diyordum. Ama fiziksel kimya üzerine çalıştım, çünkü farkettim ki, biyolojinin problemleri nihayetinde kimyaydı. O zaman Birleşik Devletler’e gittim, çünkü çok sayıda bilimciyle, parayla, laboratuarlarla bilimde gelişen bir ülkeydi Birleşik Devletler ve hâlâ da öyle. Moleküler biyolojide dünya biliminin yüzde 80’ini muhtemelen Birleşik Devletler gerçekleştiriyor.
E.P. Senin gibi Nobel Ödül’lü insanları inceleyenler, Nobel kazananlar arasında veya hatta bilimde genellikle iki tip bilimci olduğunu söylüyor. Pek çok şeyi araştıran vizyon sahibi kişiler ve tek bir konuda gittikçe daha derine dalan “matkapçılar”. Ama çalışmaların üzerine bir şeyler okuyunca, seni kategori- ze etmekte çok zorlandım ben. Ne düşünüyorsun?
S.B. Isaiah Berlin’in harika bir denemesi var, “Kirpi ile Tilki” (“The Hedgehog and the Fox”), aşağı yukarı benzer bir Yunan meseline dayanıyor. Kirpi tek bir şeyi çok iyi bilir, tilkiyse herşeyden biraz bilir. Bana kirpi mi, yoksa tilki mi olduğumu soruyorlar. Hiçbiri olmadığıma karar verdim. Ben daha ziyade bir ahtapotum. Herşey hakkında herşeyi bilmek istiyorum, dolayısıyla sekiz kollu bir ahtapot gibi birçok şeye sarılıyorum.
E.P. Tuhaf olanlara bile; mesela hücrelere baktın ve hücre kutuplaşmasına merak saldın —neden bu yöne değil de, o yöne hareket ediyorlardı? Duvara neden bu yandan değil de, öte yandan dönüyorlardı? Bu yıllar önce kafanı kurcalayan bir şeydi. Cevabı buldun mu?
163
H A Y A T K İ T A B I
S.B. Şahsen değil, ama başkaları buldu. İlk prensibi biliyorduk: kutuplaşma besbelli önemliydi. Bir uç diğerinden farklı. Pek çok gelişim örneğinde cevap biliniyor. Arşimed “Bana bir mesnet verin, dünyayı oynatayım” demişti. Ben de “Bana bir kutuplaşma verin, herşeyi açıklayayım, çünkü kutuplaşma yayılabilir” diyorum.
E.P. Yıllardır genetik kodla uğraştıktan, iplik kurdu Caenorhabditus elegans ile çalıştıktan, genleri dizinledikten ve İnsan Genom Projesi’ne katıldıktan sonra, sıra karmaşık sinir sistemlerini araştırmaya geldi. Aynısı Francis Crick’e de oldu. En karmaşık sistem insan sinir sistemi gibi görünüyor. Beyin ve sinir sisteminin geri kalanı hakkında on yıl öncesinden daha fazla şey biliniyor mu sence? Ve de daha öncesinden? içeride kapalı bir halde, ışık olmadan ve sadece kodlarla nasıl çalışıyor?
S.B. Beyin evrilen en karmaşık biyolojik sistem ve insan beyni de beyinler içinde en karmaşık olanı. İnsanlarınkiyle -en azından karmaşıklıkta- boy ölçüşebilecek tek beyin ahtapot beyni. Bir omurgasız hayvan için ahtapot beyni son derece karmaşıktır. Ahtapotlar bana ilginç geliyor; beynin nispeten bağımsız ikinci evrimini görmek için şimdi ahtapotlar üzerine çalışmayı planlıyorum.
E.P. Bir başka dalda?S.B. Evet, türevrim [phylogenesis] ağacının bir başka dalında. Ahtapotlar muhte
melen fare kadar zeki, ama insanlar kadar zeki değil. Soruna dönersem: sinir sistemiyle hep ilgiliydim, ama yıllarca hep fazla çetrefil olduğunu düşünmüştüm. Dolayısıyla temel moleküler biyoloji prensiplerinin artık tamamlandığına kanaat getirince, Francis Crick de ben de sinir sistemiyle uğraşmak istedik, ama çok farklı yollara yöneldik. O doğrudan insan beynine yöneldi.
E.P. Ve bilince.S.B. Evet. Hayatını “bilinç” gibi meselelere kafa yorarak geçirdi. Ben çok daha
basit bir yaklaşımda karar kıldım. C. elegans ile başladım. Beyninde sadece üç yüz hücre var. Ama yine de tüm sinir hücrelerinin bağlantılarını gösteren bir “bağlantı şeması” oluşturmamız uzun zaman aldı. Bu çok ilginç bir problem. Von Neumann’m bir başka yönergesine uyuyor aslında. Karmaşık şeyleri açıklamak istiyorsan, kritik özelliklerini çıkar. Şu soru C. elegans bağlamında çözülmüş değil, ama şimdi çözülebilir belki: davranışı bağlantı şemasından çıkarabilir miyim? Davranışı bağlantı şemasından çıkarabilirsem, beyinle ilgili bu problemi çözülmüş sayarım. Derim ki, davranış bağlantı şemalarından hesaplanabilir, ki öyle de olmalı. Davranışı açıklayabilecek başka bir şey yok: bağlantılar, örüntü, sinir sistemi kimyası ve tepkileri.
E.P. Farklı büyüklük ölçülerini algılamak için, eğitim aşamasında veya araştırma aşamasında olsun, insanın çizelgelere baktığını söyledin hep. Mikropla fil aynı değil. Gördüğüm kadarıyla aynı şekilde devam etmişsin.
164
G İ Z L İ K O D
S.B. Evet. İşin sırrı —Caenorhabdit us vakasında da— şu: pek çok farklı, eşzamanlı ağ var. Temel özellikleri üzerine eğilmemiz lazım gerçekten. Bir öğrencim kurtçuk davranışının simülasyonunu yarattı. Küçük kurtçukları ekranda sürünürken gösteren bir bilgisayar programı yazdı. Programa baktım; kurtçuklarının yılankavi hareketi şeklinde sinüs dalgalan üreten matematiksel fonksiyonlarla doluydu. Yaptığı şeyin simülasyon değil, taklit olduğunu söyledim. Dikkat etmesi lazımdı. Peki gerçek bir simülasyon nasıl olacaktı? Kasları uyaran nöronlarla ilgili bilgi edinmek istiyordum. Ayrıntılara ihtiyacım vardı, aksi halde bir üretim işlevini inceleyemezdim. “Doğru kimya ve etkileşimin bulunduğu bir bağlantı şeması davranışı üretir”, diyemezdim. Bu çetin soru çözülmüş değil. Çoğu kişi bu kurtçuğu çok basit buluyor ve bu yüzden de onunla ilgilenmiyor. Karmaşık davranışlarla ilgililer; aşık olmakla, bilincin yerine gelmesiyle veya bunun gibi şeylerle. Kurtçuk davranışıyla ilgili olarak bağlantı şemasını anlayabilirsek, daha karmaşık pek çok problemi de çözeceğimize inanıyorum ben.
E.P. Başka davranışları da?S.B. Evet. Başka simülasyonları, düzgün simülasyonları. Sinir sistemini kimse ta
sarlamadı, bir programcı tarafından yazılan bir bilgisayar programına benzemiyor sinir sistemi. C. elegans’m sinir sistemi eklenmeler yoluyla evrildi. Bu olgu, yani onun bir evrim ürünü oluşu, nasıl çalıştığını anlamak bakımından önemli.
E.P. Redes’de, Fish: Our Ancestors [“Balıklar: Atalarımız”] başlıklı bir TV programı yapmıştık. Kirpi balığı ailesinden fugu ve Japon balon balığı üzerine de çalıştın sen. Hatalıysam düzelt: bu ata balık insanlarla aşağı yukarı aynı sayıda gene sahip, ama büyük bir fark var; bizim genlerimizden biri altmış bin bazlık bir uzunluğa sahip, balıktaki uzunluksa ancak beş veya altı bin. Yani bu balığın bir genini alıp onun ne işe yaradığını bulabilirsen, belki de insan genom dizilimine harcanan zamanı kısaltabilirdin. Sen de öyle yaptın. Evrimsel genetiğin geleceği bu mu?
S.B. Kısmen.E.P. Açıkla lüften.S.B. Başka herhangi bir balık da seçilebilirdi. O, büyüklüğü yüzünden seçildi. İn
san genomunu dizinleyeceklerdi, ama ben haklıydım: teknoloji böyle büyük bir problem için henüz uygun değildi. Teknolojik bir ilerleme gerekliydi. Nihayet dizinleme yüzlerce makineyle “fabrikalar”da yapıldı. Fugu balığı genomuna “iskonto genomu” diyorum ben. Tüm bunlar doğrulandı. Fugu balığının DNA’sı daha az olduğu için, onu incelemek çok daha kolaydı. Öngördüğümüz üzere, balık dizinlemesi, insan genomunu yorumlamaktaki büyük yararlılığını kanıtladı. O zaman kimse bunu desteklemedi tabii. Korkarım bu,
165
H A Y A T K İ T A B I
Stalinist diye nitelediğim türden bir organizasyonun doğasında var; her önüne gelen bilimin nasıl ve kimlerce yapılması gerektiğine, neye izin verilip neye verilmeyeceğine hükmeder, alternatifleri desteklemeyen bir sıfır-sapma politikası uygulanır. Neyse, sonuçta çok şükür desteklenmesini sağladık ve balık dizilimi gerçekleşti.
E.P. Artık sonuca daha mı yakınız?S.B. Evet, genomları yorumlamaya daha yakınız, ama korkarım çoğu bilimci,
özellikle de bilgisayar uzmanı, cevapları bilgisayarların bulacağına inanıyor. Sanmıyorum. Bence bugün çoğu insanın yaptığından çok daha derin genom analizlerine ihtiyacımız olacak. Balık genomu çalışması çok faydalıydı. Bir araçtır. En çetin entelektüel problem şu: dizilimler sayesinde geçmişi yeniden yaratabilir miyiz? Genomlar kayıtlı tarih demek, ama onları nasıl okuyacağımızı öğrenmemiz lazım.
E.P. Balıktan insana nasıl evrildiğimizi anlamak için?S.B. Aynen öyle. Bir zamanlar annenin rahmindeyken küçük bir balıktın. Solun
gaçların ve herşeyin vardı. On dokuzuncu yüzyıldan Ernest Haeckel’in çok ünlü bir sözü vardır: “Bireyevrim [ontogeny\ türevrimi tekrarlar.” Embriyo gelişiminde, insan olmadan önce, küçük bir balıkken küçük bir kurbağa oldun.
E.P. Balık sayesinde?S.B. Başlatan balıktı.E.P. Bu genom çalışmasının geleceği ne? Geçmişimiz hakkında ne kaydedebilece
ğiz? Geçmişten öte, geleceğimizi biraz daha iyi kontrol etmemize yardımı olacak mı?
S.B. Hayır. Geçen yıl DNA’nın ellinci yıldönümü kutlamalarında sağa sola seyahat ederken farkettiğim bir şey bu. “İnsanın genetik açıdan iyileştirilmesi' üzerine birçok konuşma yaptım ve birçok konuşma da dinledim.
E.P. Germline21 genetiği ?S.B. “Germline genetiği.” Kalıtımsal iyileştirme. “Aslında bu böyle olmaz tabii’
diye düşündüm. İnsan biyolojik evrimi terketti; bu artık kadük bir teknoloji. Son on bin yıldaki kazanmalarımıza bak, bunlar genlerle olmadı. Beyinle oldu. Makas değiştirdik: biyolojik evrim beyni üretti, ama şimdi beyin farklı bir evreye ilerliyor -kültürel evrime doğru. Komedyen Woody Ailen beynin insan vücudundaki en önemli ikinci organ olduğunu söylerken yanılıyor: beyin en önemli organdır. Genetik değil de kültür üzerinden, beyinlerimizce yaratılan bir iyileştirme çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.
E.P. Teknolojiyle mi? 22
22 Çocuğa geçebilen genetik materyalin bulunduğu tohum hücreler silsilesi, çn
1 6 6
G İ Z L İ K O D
S.B. İnsanlar arası etkileşimle. Değişen dünyaya odaklanmakla. Genomu değil, dünyayı değiştirmeliyiz. Hayati öneme sahip bir nokta var: beşerî bilimlerde çalışacaksak, biyoloji, tarih, arkeoloji ve antropolojinin sürekliliğini görmemiz gerekiyor. Sanırım dünya görüşlerimizin bağdaşımına giden yol bu.
E.P. Genetik anlamda muhtemelen altmış bin yıl öncekinden daha zeki değiliz diye mi düşünüyorsun? Geleceği şekillendirecek olan şey, bir teknoloji, kültür ve beyin meselesi, gen meselesi değil, öyle mi?
S.B. Evet. Ayrıca insanlardaki müthiş bir özelliğin de çok önemli olduğunu düşünüyorum: çeşitlilik. Herkes farklı. Hepimizin farklı görünüyor oluşu çeşitliliğin seçilimi bakımından önemli bir nokta. Dolayısıyla bunu bozacak hiçbir şey yapmamamız gerektiği yolunda çok güçlü bir his taşıyorum.
E.P. Desteklemek lazım?S.B. Evet, bu çeşitliliği desteklemek lazım. Genomu filtrelemeye yönelmek yanlış
yola sapmak olur, çünkü o zaman genomumuzda bulunan bayağı kötü şeyleri filtreleriz muhtemelen.
E.P. Chicago’daki cinayet oranları üzerine galiba 1980’lerin başlarında yapılan ciddi araştırmalar, yılda bir milyon kişi başına yaklaşık dokuz yüz cinayet işlendiğini ortaya çıkardı, İngiltere ve Galler’deyse otuz civarında bir şeydi. Araştırmalara göre, oranlar farklı olsa da, insanların cinsiyetleri ve suçlar işlendiğindeki yaşları aynıydı. Yani “kötü” genler var. Daha ılımlı ortamlarda oranlar düşüyor; en kötü ortamlarsa şiddeti kolaylaştırıyor. Bir başka deyişle, genlerin de, ortamın da bir rol oynadığını söyleyen kolay bir formül elde ediyoruz. Kalıtım-çevre tartışmasına girmeni istemiyorum ve girmeyeceğini de biliyorum, ama genler hakkında bildiğin bunca şeyle, bu bakış açısından durumu nasıl görüyorsun? Genlerin rolü açısından çıkarımın ne?
S.B. Sanırım bir bebeğin genlerden yapıldığını söylemek doğru; gerçekten öyle oluyor. Zihinsel hastalığın genetik bir kökeni olduğunu da biliyoruz. Ama diğer yandan insanlarda çevrenin müthiş bir rol oynadığını da biliyoruz. Tek başına “eşcinsellik” veya “kriminal davranış” geni diye bir şey olamaz. Durum çok karmaşık, insanlar davranışa bire bir yansıyacak genleri olsun istiyor. Şu örneği hep veririm. Bir meslektaşım bana obezite genini, insanları şişman yapan geni bulduğunu söylemişti. Cevabımı merak ediyor musun? “Hayır, ben o geni çok uzun zaman önce buldum” dedim. “Hangi gendi o?” diye sordu. “Ağzı açan gen” dedim. Tabii ağzı açan bir gen olduğunu söylemek gülünç. Neredeyse eşcinsellik veya obezite için bir gen olduğunu söylemekle aynı. Bunların hepsi karmaşık gelişimsel süreçlerdir. Onları söndürebilir veya her seferinde bir gen yoluyla dumura uğratabilirsin, ama bir dumurun pek çok sebebi vardır. Canlı bir varlıkta bütün genlerin işler vaziyette olması gerekir.
16 7
H A Y A T K İ T A B I
E.P. İzleyicilerimizin çoğu oldukça genç. Çalışmalarında, araştırmaya ya da bilim eğitimine ilgi duyan insanlar için bazı “tüyolar” görüyorum. Birkaçını söyli- yeyim. Çocukken bir şey öğrenmek istediğinde bunu insanlara sormanın nafile olduğunu bilmiyormuşsun, halbuki en iyi yol bizzat yapmakmış. Eğitim reformcuları bugün “yaparak öğrenmek”ten söz ediyorlar. Hâlâ aynı kanıda mısın, en iyi yaparak mı öğrenilir?
S.B. Bugün göze çarpan bir şey de bu: kimse konuyu “işleyen” bir kurs almadan bir şey yapabileceğine inanmıyor. Kursa gidip sınavı geçenlerin yeterlik kazandığı varsayılıyor. Yeni bir konuyu öğrenmenin en iyi yolu (ki ben hâlâ öyle yapıyorum, çünkü kurslar işe yaramaz), bir kitap alıp o konu üzerine okumaya başlamaktır. Okur ve sonra da oradaki bilgiyi kendimce özümserim. “Yapmak” da bilimin bir parçasıdır tabii; “deneyler yapmak” benim kendi başına zevkli bulduğum bir zanaattır.
E.P. Bir başka tüyon: uğraştığın meselelere dışarıdan biri baksın. Bazan akima bir şey gelmez, konuya uzak birinin yaklaşımı gereklidir.
S.B. Hep birbiriyle bağlantılı. Bir konu hakkında fazla bilgiliysen, bir sonuç elde edilemeyeceğini söylersin. O zaman dışarıdan biri bir şeyler deneyecektir. Bu kişiler yeni şeyler keşfederler, çünkü denerler. Tüm bu konu dışındakiler meselesi kafamı kurcalamaya başladı, çünkü moleküler biyoloji dışarıdakilerce yaratılmıştır. Standart biyokimyadan değil, fizikten ve diğer bilimlerden çıktı. Yeni bir bilim yaratıldı. Genç bir insan daima dışarıdan biridir. Gençken henüz bihabersindir. Bilimle uğraşan gençlerin tutacağı en iyi yol, yapmaktır. Dört beş yaşındaki her çocuk doğayla ilgilidir sanıyorum. Geçen gün bir hoca, radyoları parçalayıp biraraya getirmeyi öğrenmekle bilimi de gençken öğrendiğini söyledi. Biz de aynısını yaptık: sinek yakalar ve bacaklarını koparırdık. Ama yeniden biraraya getiremezdik! Çocuklar, bütün çocuklar do- ğabilimcidir; doğayı keşfetmek isterler. Ve okula giderler ve okullar meraklarını veya meraklarına göre hareket etme arzularını öldürür. Beş yaşındaki çocuklar ilgilendikleri şeylerin peşinden gitmeli ve bu da, okul ve üniversiteyi unutup doktora çalışmasına başlayacaklar ve gelecek yirmi beş yıl kendilerini ilgilendiren şey neyse ondan ayrılmayacaklar demektir.
E.P. Ispanya’nın geçiş sürecinde bir ara Avrupa İlişkileri Bakanı’ydım. Hatırlıyorum, ne zaman “Şunu deneyelim” desem, “Bu zaten denendi; hayır, yapılamaz” cevabını alırdım. Bu tecrübemden anladım ki, bakanların altı aydan fazla görevde kalmaması lazım!
S.B. Aynen öyle.E.P. “Çok bilmeye” başlıyorlar ve bir işe yaramıyorlar. Bir başka tüyo -iş değiş
tirmenin çok faydalı olduğunu söylüyorsun. Bu konuda neredeyse hiç konuşmuyorsun, ama sabit, daimi bir işin sefillik olduğunu ima ediyorsun. Kişi ya
168
G İ Z L İ K O D
da bilim için kötü bir şey değil mi?S.B. Sabit bir işten sözediyorum, yani aynı konuda kalıp onunla birlikte gelişim
göstermek. Çoğu bilimci aslında bilimci olmak yerine yönetici oluyor, en azından benim sahamda böyle. Bu hale gelmeyen birkaçı var hâlâ.
E.P. Bir seferinde de “Üst katta canavarlar, alt katta ahmaklar” demiştin.S.B. Gelecekte insanların gençken araştırarak başlayacakları birçok işi olacak.
Sonra bunları değiştirip başka bir şey üzerine çalışabilirler. Bazı insanlar elli yaşma gelince bir hobi, bir rekreasyon olarak laboratuarda bilim yapmak için, bize para bile ödeyecekler bence. Golf oynamayı ya da insanların, önemli işlerden emekliye ayrılanların yaptığı diğer şeyleri düşününce, bu bana daha ilginç geliyor.
E.P. Doğaya soru sormayı sürdürmek?S.B. Evet, soru sormayı sürdürmek! Bence insan rekreasyon için bilim yapmalı ya
da belki seksen yaşında üniversiteye gidip Fransız edebiyatı okumalı!
169
- 1 9 -
İnsan Genomunun Ötesinde
William Hasekine ile Söyleşiİnsanın aşağı yukarı tüm sağlık sorunları bir gün çözülecek,
bunu artık biliyoruz.William Hasekine
İnsan genomunu dizinleme zaferi, genlerin vücudu oluşturmadaki rolünü hemen açıklığa kavuşturacak, diğer primatlarla ilişkimizi anlamayı mümkün kılacak, hastalıklara dair bize bir içgörü sağlayacak ve başka şaşkınlıklar yaratacak diye düşünüyordum, bunlara kesin gözüyle bakıyordum. Peki öyle oldu mu? Bunu Haseltine’ın bilmesi lazım ve de biliyor.
Eduardo Punset: Hiç hayal kırıklığı hissettin mi? Genomu dizinleme işini başa-
William Hasekine, Scripps Araştırma Enstitüsü’nde profesördür ve Hasekine Associates Ltd.’in Başkanı’dır.
170
İ N S A N G E N O M U N U N Ö T E S İ N D E
rınca, yaşamın sırrını keşfettiğimizi düşündük. O zaman sen ve başkaları çıkıp, bu önemli olsa da, şimdi proteinler hakkında bir şeyler öğrenmemiz gerektiğini söylediniz. Proteinler çok daha az durağanlar, daha değişken, karmaşık ve çok sayıda oldukları için çok daha hareketliler.
VVİllİam Haseltine: İkisini de hissediyorum. İnsan genomu insanlığın harika bir kazanımı; şimdi hepimizin paylaştığı bir bilgi. Sadece güncel bir model değil, geçmişimizi açıklama ihtimali de var. Tarihi, 3.5-4 milyar yıl geriye giderek oldukça ayrıntılı biçimde çözümleyebiliriz. DNA’mız canlı bir fosil. Senin de benim de içimizde bulunan ve artık okuyup bilgisiyarlara depoladığımız bu DNA, dönüşüp değişerek yaklaşık 4 milyar yıldır varolan bir metin. DNA ölümsüz bir moleküldür, kesintiye uğramaksızın hep varolmuştur. Bu müthiş bir hadise.
E.P. Ta 4 milyar yıl önce vardı?W.H. Yaşamın özü çoğalma kabiliyetidir. Altı kayalık, üstü çimen, ağaç ve çiçek
le kaplanmış güzel bir kırsal alan, bir manzara gördüğümüzde, kayanın kalıcı, ağaçlarınsa geçici olduğunu düşünebiliriz. Ama bu yanlış. Kaya zamanla aşınır, yaşamsa yokolmaz. Yaşam 3.5 milyar yılı aşkın bir süredir varola- geldi, kayalar bu kadar dayanmaz. Öyleyse hayal kırıklığı bunun neresinde? Hayal kırıklığı, anahtarları elde tutup, sorunları gidermek üzere farmakolojiye uygulayamamakta söz konusu. İnsanın aşağı yukarı tüm sağlık sorunları bir gün çözülecek, artık bunu biliyoruz. Bu bilgiye sahip olmadan önce böyle konuşamazdık.
E.P. İnsan hastalığı tam olarak ne öyleyse? DNA’daki bir kusur mu? Protein sentezi mekanizmasında? Yaşlanma mı, ne?
W.H. İki veya üç temel hastalık kategorisi enfeksiyondan kaynaklanıyor. Bir başka organizmanın genleri bizimkilerle etkileşime geçip onların işleyişini tahrip edince gerçekleşiyor. Hücrelerin, dokuların ölümüne ve organ işlevlerinin bozulmasına yolaçıyor. İkinci kategori içsel: kendi bedenimizde bir şeyler yanlış gidiyor, herhangi bir dış zorlama olmaksızın. Genelde kalıtımla geçen bir şey. Üçüncü kategori yaş. Bugün yaş kavramını yeniden tanımlıyoruz: belli bir dereceye kadar tedavi edilebilir bir dizi hastalıktan oluşuyor yaşlılık. Yeni tıp genler, proteinler ve diğer vücut kimyasalları konusundaki bilgi ve uygulamalarla, genç bir insanı normal vücut sağlığına geri döndürmeyi hedefliyor. Bu yeni tıpla ilgili umutlar, hayal kırıklığına kapılmaktansa, fırsatlarla dolu yeni bir dünyada olduğumuzu gösteriyor bana.
E.P. Hastalık, travma veya yaşlanmaya karşı savaşta insanlar önce bitkileri kullandı, sonra (genelde bitkilerden) kimyasal maddeler elde ettiler ya da yaptılar. Şimdi kendi vücut kimyamızı kullanacağız.
W.H. Mantıki bir gidişat. Unutma, sırf bitkiler değil, tahta bacak veya yapma diş
171
H A Y A T K İ T A B I
gibi mekanik destekler de kullanılıyor. Yeni tıp yalnızca insanın uzuvlarıyla sınırlı kalmayacak, maddi dünyayla bir kaynaşma da olacak, ki bunu iki büyük devrime borçluyuz. Birinden zaten söz ettik, biyolojik devrimden, ama malzeme biliminde de bir devrim var, nanoteknolojik devrim. Mesela önceden kullandığımız süyekler23 yerine, artık nanoteknoloji kullanacağız. Peki bu uzun vadede mi gerçekleşecek? Hayır, çünkü daha şimdiden, şuralarındaki nano-implantlarla görmeleri sağlanan veya bir TV ekranında düşünce gücüyle imleci hareket ettirebilmeleri için beyinlerine nano-implantlar konan insanlar var. Geleceğin rejeneratif tıbbı, gördüğüm kadarıyla, gerektiğinde nano-malzemeyle bütünleşebilen insan bileşenleri —genleri, proteinleri ve hücreleri- kullanacak.
23 Kırık kemik sarmada kullanılan tahta.-çn
172
- 2 0 -
İkinci Beyin
Phillip Tobias ve Ralph Holloıvay ile Söyleşi
Gelecek duyumu olan bir şempanze görmedim.Phillip Tobias
insanoğlunun insicamı bozulmuş durumda ve seçilim nedeni debu zaten!
Ralph Holloıvay
Phillip V. Tobias ile Ralph Holloway’a göre, Neandertaller konuşabiliyordu, ama bunu bilimsel olarak kanıtlamak zor. Üç yüz bin yıl önce Neandertallere ait bir mağarada gerçekleşen bir toplantıyı kaydetme imkanı yoktu. Ama Neander- rallerin konuşup konuşmadığı sorusunu cevaplamak bazı sebeplerden ötürü önemli: birincisi, Neandertaller en yakın atalarımızla yanyana yaşamışlardı ve
Phillip Tobias, Witwatersrand Üniversitesi’nda Anatomi ve İnsan Biyolojisi Onursal Profesö- rti'dür.
Ralph Holloway, Kolombiya Üniversitesi’nde Antropoloji Profesörü’dür.
r73
H A Y A T K İ T A B I
dolayısıyla evrimin bize sunduğu en yakın insan fosilleridir. Konuşabildiklerini kanıtlayamıyorsak, kendi türümüzün sözel dili ilk kullananlar olduğunu söyleriz. Bu bizi bizden önce gelenlerin hepsinden ayrı bir yere koyar. Ortak atalarımız -yani insanlarla (Homo sapiens) şempanzelerin {Fan) ortak atası- (yine Homo cinsi olan) Neandertallerden çok daha eski. Bunlar altı milyon yıl öncesine kadar yaşadılar.
İkincisi, eğer Neandertaller konuşmuyorduysa, o zaman dili mümkün kılan genetik mutasyon H om o sapiens’in Cro-Magnon çeşitlemesinde gerçekleşti demektir, Neandertal soyunda değil. Yok eğer bu iki tür de konuşuyorduysa, o zaman, ortak torunları olması ihtimalini tamamen bertaraf edecek kadar farklı değillerdi demektir. Konuşmayı geliştiren genetik kapasite Neandertallerin de bir karakteristiği sayılır o zaman. Evrimin birkaç yüz bin yıllık kısa bir zaman zarfında dramatik sürprizler yaratması pek görülmüş bir şey değil.
Neandertallerde konuşma meselesi hâlâ esrara gömülüdür ve zihnin evrimiyle ilgili çözümlenmemiş en büyüleyici sorulardan biridir. Dolayısıyla biz de, dilin fizyolojisinden hareketle şu hayati meseleyi ele alacağız: beyin büyüklüğü ve konuşabilmek için gereken genetik açımlanmam24 içeriği. İlk bakışta abartılı görünebilir ama, aslında insan iletişimini mümkün kılan şey evrimin iki kritik adımıydı. İlk adımı, iki yüz milyon yıl önce sürüngenden memeliye geçiş sürecindeki organizmalar attı. Nispeten karanlık, loş bir dünyada yaşamak zorunda olan bu canlılar, son derece gelişkin gündüz görü sistemlerini, işitme ve koklama duyularının gelişimini sağlayan yüksek beyin kapasitesiyle takviye ettiler. Memeliler içindeki en büyük beyin oranına yolaçan süreç primat atalarımızda böyle başladı.
İkinci adımsa son iki yüzyıllık sürede gerçekleşti, bilimde yaşanan patlama ve enformasyon teknolojisiyle telekomünikasyon alanlarında yaşanan devrim sayesinde. Memelimsi sürüngenlerdeki ikinci beynin çağdaş muadili bilgisayarlardır. Memelimsi sürüngenlerde ikinci beynin yaratılışı asla sürüngen beyninin yokol- ması sonucunu getirmedi. O hâlâ içimizde. Muhtemelen haricî bilgisiyar ve İnternet beyinlerinin eklemlenmesinde de yine aynı şey yaşanacak.
Neandertaller konuşuyor muydu? Tarih H om o sapiens sapiens Cro-Magnon- ların torunlarınca, yani galiplerce yazıldı. Paleontologların en ünlüsü ve bu dönemin uzmanı olan Philip V. Tobias’ın belirttiği gibi, tarihi yazanlar daima kazananlardır, yani bu örnekte biziz.
Ralph Holloway Kolombiya Üniversitesi’nde paleo-antropoloji ve fiziksel antropoloji profesörü ve beynin evrimiyle primat davranışı konularında uzman. Barselona’nın gotik bölgesi Barrio Gotico’nun uç kısmındaki katedrale bakan Colon [Columbus] Oteli’nin lobisinde söyleşiye katıldı.
24 Gene expression : Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn
174
İ K İ N C İ B E Y İ N
Figür 3. Şempanze ve insanın gırtlakları; şempanzeler ve diğer büyük maymunlar ile insangillerin gırt-
.ak nüzulu arasındaki fark. Bu fark konuşurken boğulmayı önlüyor. Yani sadece insanlar boğularak ölme riski olmaksızın konuşabilirler.
Philip V. Tobias: Neandertallerin konuşabildiğinden eminim. Oldukça gelişkin bir kültürleri ve bunun aktarımı için de dile ihtiyaçları vardı. Çenelerinin anatomosi bizimkinden biraz farklıydı, ama bugün bazı H om o sapiens’lerin de onlarınki gibi çeneleri var. Neandertaller (H om o sapiens neandertalensis) oldukça gelişkin bir kültüre sahiptiler. Sen ne düşünüyorsun Ralph?
Ralph Hollovvay: Ben de Neandertallerin epeyce konuştuğunu düşünüyorum. Kendilerini bizimki gibi ifade edip etmediklerini bilmiyoruz. Anatomileri beni şaşırtıyor: kafatasının kaidesi, gırtlağın (tahminî) inişi ve uzunluğu. Çok sevdiğim bir konu değil. Bu soru bana bir çizgi filmi hatırlatıyor: bir insanımsı keski ve çekiçle bir kayayı yontmaktadır. Kocaman bir blok. Kıra kıra sonunda ortaya bir duvar piyanosu çıkarır. Ve başını tuşlara vurmaya başlar. Meğer o bir Neandertaldir! Bilmiyorum, belki burada bir mübalağa var. Neandertaller böyle miydi? Cro-Magnonlar kadar zeki olup olmadıklarını asla bilemeyiz. Belki kuantum bilimciler bir zaman makinesi yapar ve biz de onunla yolculuk edip durumu anlarız, ama o güne kadar bu soruya doğru bir cevap veremeyeceğiz.
Eduando Punset: Torunum Miranda bir hafta önce doğdu.P.T. Tebrikler!E.P. Gırtlağını, insana özgü sayılan bu organı incelemeye çalıştım; yeni doğmuş
bir bebekte gırtlağın gerçekten de emerken solumaya izin verecek şekilde çok yukarıda olup olmadığını görmek istemiştim. Gırtlak birkaç ay sonra daha aşağı çekiliyor ve titreşim için yer açılıyor. İnsanların boğulan yegane hay
i75
H A Y A T K İ T A B I
vanlar olduğu sanılıyor. İnsandaki ses aygıtının karmaşıklığı dil için gerekli mi, şart mı?
P.T. Biz insanlar dillerimizle değil, beyinlerimizle konuşuruz. Arada köklü bir fark var. Biz beynimizle konuşuyoruz. Gırtlak, boğaz, dudaklar, dil -konuşma anatomisinin organları- beynin emirlerini yerine getiren uygulayıcılardır sadece. Yani beynimizle konuşuyoruz.
E.P. Yeteri kadar büyükse.P.T. Bu da diğer bir mesele, belki sen cevaplamak istersin Ralph. Konuşmaya yol
açan şey beynin büyüklüğü müydü?R.Ho. Kuşkuluyum. Konuşma yeteneğinin gelişiminde sanırım beyin korteksiyle
kimi alt-korteks parçalarının organizasyonu daha önemli. Doktoramı bitirince mikrosefali üzerine çalışmıştım. Ve gördüğüm şey gerçekten enteresandı. Şimdi söylediğim şeyi tanıtlıyordu. Mikrosefali, çok küçük bir kafa oluşumuna yol açan bir çekinik araz. Bunun için genin çift dozda olması gerekiyor. Yüz ve vücudun geri kalanı normal gelişiyor, ama beyin erkenden, fetüs- te gelişimini durduruyor. Kişi çok küçük, bazan maymunlarınkinden bile küçük bir beyinle doğuyor. Mikrosefalikler, bazıları, konuşup anlaşabilir, ama hayatta kalanlar zihnen son derece geridir. Ama yine de konuşabilirler. Antropolojideki bir teoriye göre, insanın normal dil gelişimi için 650 santimetre küp beyin kütlesi gerekli. Normal büyüklüğe ulaşamasa bile konuşmayı sağlayacak şekilde organize edilebiliyor beyin.
E.P. Belki de fark konuşmadan çok yazmada.P.T. Onlarca yıl insanlar konuşmanın ne zaman başladığını tartıştı, ama bildiğim
kadarıyla hiç kimse yazma meselesini gündeme getirmedi Eduardo. Arkeolojik araştırmalar yazı ve yazı öncesinin kökenlerini ortaya koyuyor. Bugün yazı diye bildiğimiz şey birdenbire oluşmadı, İspanya, Fransa ve Güney Afrika'daki mağaralarda temsilî çizimler ve resimler ortaya çıktı önce.
E.P. Ne zaman? On bin yıl önce?P.T. Evet, muhtemelen daha da önce. Cape Town yakınındaki bir arkeolojik alan
da altmış bin yıl öncesinden kalma bir sanat eseri bulundu. Fransa’daki mağaralarda bulunan bazı resimler yirmi beş bin yıl öncesine uzanıyor. En eskisi, yakınlarda keşfedilen ve altmış bin yıl öncesine uzanan bir gravür.
R.Ho. Avustralya’da yaklaşık altmış bin yıl öncesine ait mağara resimleri bulundu.
P.T. Bu tam olarak yazının başlangıcı. Resimlerdeki vuruşlar yavaş yavaş, hiyerogliflerde olduğu gibi, daha stilize hale geldi.
E.P. Ve sembollere dönüştü?P.T. Evet, toplulukça anlaşılabilen sembollere; ve bu önce Çin, sonra Yakın Do
ğu ve daha sonra da Yeni Dünya denen yerde yazının doğuşuna yol açtı. Gü
176
İ K İ N C İ B E Y İ N
ney Afrika’da Hottentot’lar denen (San Buşmeni) bir kabile stilize tarzda gravürler yaptı, aynı Mısır piktogramları gibi. Hocam Profesör von Rich- tlow derdi ki, “Zenci toplulukları Güney Afrika’ya varmasaydı, sarı ırk olurdu”. Ve beyazlar da mağalardan çıkmamış olurdu. Bu insanlar ayrı ayrı yazıyı yeniden keşfetti veya keşfetmek üzereydi.
E.P. Bizi diğer hayvanlardan ayırdığı sanılan özelliği bulmak için canla başla uğraşmamız gülünç bir manzara yaratıyor. O kadar çığırtkanlık yapıldığı halde, iddia edilen farkların yanlışlığı ardı ardına kanıtlandı. Önce, alet kullanımı dendi, ama aletlerin neredeyse tamamen şempanzelerce de yapıldığı ortaya çıktı. Ve alet teorisi terkedildi. Sonra dil dendi, ta ki yunusların da konuştuğu keşfedilene kadar. Peşinden de sembolik kapasite ileri sürüldü. Doğru, şempanzeler genelde bayrak sallandırmaz, ama sembolik kapasite bakımından belki de insanlarla diğer hayvanlar arasındaki en büyük fark yazıdır.
R.Ho. Dili beynin, diğer bilişsel öğelerle ortak bazı özellikler taşıyan, bilişsel bir faaliyeti olarak görmek lazım. Fosil kalıntılarında yüksek standartlı modeller uyarınca üretilmiş taş aletler bulunması müthiş bir şey. Bu modeller, örümcekleri ağlarına göre sınıflandırmak misali, genetik mekanizmalarla açıklanamaz. Taş aletler sıradışı özellikler sergiliyor. Bunlar ileri derecede bir sosyal bağdaşım olmadan üretilebilir miydi yani?
E.P. Bu derecede bir bağdaşım belki de iletişim kurabilmeyi gerektirdi, doğru mu?R.Ho. Evet, aynen. Demek istediğim, ileri derecede bir sosyal kontrol gerekliydi,
ama aşağılayıcı veya otoriter anlamda değil, yaşantıyı paylaşma yeteneklerinin çok güçlü olması anlamında. Beyin o zamanlar da iki yarımkürenin simetrisini sergiliyor, soldan sağa ne tip işlemlere yatkın olduğunu. Sağ el yatkınlığını gösteriyor. Nick Toth adında bir arkeolog, taş aletler yapılırken kopan parçaları inceledi. Aletlerin üretim yöntemini aynen tekrar ederek sağ elle yapıldıklarını ortaya çıkardı. Bu yeteneklerin evrimini açıklayan anahtar sosyal davranıştır.
E.P. Beynin iki yarım küredeki farklılığı, dilin bir tarafa konumlanması ve insangillerde sağaklığın baskınlığı, bunlar ne zaman oldu? İki milyon yıl önce mi?
R.Ho. Evet, iki milyon yıl önce. Çince ve İngilizce konuşanların beyin modellerine manyetik titreşim teknikleri uygulanarak yapılan bir araştırmanın özetini okudum. Dört test yapıyorlar (tam olarak hatırlamıyorum), tonlama, sentaks, fiil ve isim yapısının algılanışıyla ilgili. Çinlinin beyin bölgelerindeki aydınlanma İngilizinkinden daha fazla, çünkü dillerinde daha fazla tonlama kullanıyorlar. Çinliler bu beyin modeliyle doğmuyor, ama dillerinin gelişimiyle beynin belli bölümleri büyüyor. Çevre beyin yapısını etkiliyor ve beyin yapısı da çevreyi. İnsanların hepsi kendi kültürünün dilini aynı dönemde öğrenir. Dilin oluşumunda genetik bir bileşen bulunduğuna şüphe yok.
177
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Madem insanlar sentaksı çok genç yaşta dillerine katıyor, o zaman bir şempanze de söz dizimi yapabilir mi?
P.T. Dilin genetik bir kökeni var. Doğumdan kısa bir süre sonra dil becerilerinin ortaya çıkmasında belirleyici olan şey beyin; bazı yetenekleri kalıtsal olarak alıyor, ki bunlar kimi zaman çok özel yeteneklerdir. Johann Sebastian Bach’ınki gibi bir müzisyenler ailesinde müzikalite genetik kurulumun bir özelliği olabilir, ama tabii neyin genetik olarak belirlenip, neyin çevre etkisinden kaynaklandığına dair bir ayrım yapmak çok zor. Genler Beethoven’in müziğiyle ritmik blues arasında bir ayrım yapamasa bile, bir insanın müziğe daha duyarlı olmasında belirleyici rol oynayabilirler. Müzikalite, matematiksel deha veya bazı ciddi hastalık türleri bazı ailelerde yaygın. Bazı insanlarda deha ve şizofreni biraradadır. Yakın geçmişin iki Nobel Ödülü sahibi şizofreniktir. Einstein’ın oğlu şizofrenik. Evrimsel bir perspektifle bakarsak, yüz elli bin yıl öncesine veya daha gerilere giden bir şizofreni geni, psikotik davranış yerine, müzikalite, deha, liderlik ve dindarlık şeklinde tezahür etmiş olabilir mi? Dindarlık kültürel evrimin başlarında çok önemli bir rol oynadı.
R.Ho. İnsanoğlunun insicamı bozulmuş durumda ve seçilim nedeni de bu zaten!E.P. Sizin gibi beynin evrimini inceleyen bilimcilere bakınca, cevaplarınız her za
man birbiriyle uyumlu gibi görünmüyor. Bir meslektaşınız, New York’tan bir fizyolog, Rodolfo Llinâs beynin ancak gerekliyse oluşacağını söylüyor. Mesela bitkilerin beyne ihtiyacı yok, çünkü esasen yön bulmaya ve belli olayları öngörmeye yarıyor beyin [bölüm 11].
P.T. Bitkilerde gerekmediği için beyin bulunmadığı yollu bu ifadene katılmıyorum, bu katıksız ilahiyat veya eski Lamarck’çı söylem. “Biz memelilere bir beyin lazım ve bu yüzden de beynimiz var” şeklindeki yaklaşım bilim değil, inançtır. Korkarım bu savı kabul edemeyeceğim Ralph.
E.P. Biz insanlar dil becerisi geliştirdiğimiz için mi diğer hayvanlardan daha zekiyiz, yoksa daha zeki olduğumuz için mi bu beceriyi kazandık?
R.Ho. Bilmiyorum. Soruyu böyle sormanın doğru olduğunu sanmıyorum.E.P. Dil becerisini zekamız sayesinde mi edindik, yoksa zaten bu beceriye sahip
miydik? Ya da belki, senin dediğin gibi, organizasyon ve genler dil becerisi geliştirmemizi sağladı ve bu da bizi diğer hayvanlardan daha zeki yaptı?
R.Ho. Dil sosyal etkileşim ve davranışın gelişimine epey katkı yaptı. Müthiş bir şey, çünkü tesadüfi bir koda dayanıyor. Yani kelimelerle gerçeklik arasında bir ilişki bulunması gerekmiyor, dolayısıyla da hayal gücü gerçekliği istediği gibi kurgulayıp istediğini söyleyebilir, tutarlı olmasa da. “Sarı su aygırı mavi çizgili zürafaya baktı ve sinirlenip kuyruğunu tekmeledi” diyebilirsin. Hayal gücü insan zihninin bir kapasitesidir, ama bizi günaha götürür. Kurgulama büyük projeler yaratır, mesela dinleri.
178
İ K İ N C İ B E Y İ N
E.P. Kurgulama dilin karakteristiği olan belirsizliği kullanıyor. İspanyolcadaki ünlü bir deyişe göre, “İnsanları konuşarak anlarsın”, ama dilin kafamızı karıştırdığı da tecrübeyle sabit, çünkü müphem ve yoruma açık bir şey. Ne düşünüyorsunuz?
P.T. Modern insanı diğer hayvan iletişiminden ayrı bir yere koyan birçok farklılık var. Ama şurası kesin ki, dilin olmadığı, özellikle de konuşma dilinin olmadığı bir durumda (zira muhtemelen önce işaret ve müzikal dil ortaya çıktı), gelecek kavramı söz konusu değildir. Şempanzelerin, hemen önlerindeki yakın geleceğin ötesinde bir gelecek duyumları yok. Yani açlık, seks, tehlike, yorgunluk, uyku gibi biyolojik ihtiyaçlarının tatmini ötesinde. İnsanlarsa tersine geleceklerini planlar, çok uzak gelecekleri de. Hava tahminleri yapabiliriz. Dil tahmin ve kestirim imkanı sunuyor. Dilin şempanze, goril veya orangutan iletişiminde bulunmayan dilek kipi çok önemlidir. Chomsky’nin birkaç kez söylediği gibi, gramer bilmeden dili kullanmak imkansızdır, zira “Ben seni öldürürüm” demek, “Sen beni öldürürsün” demekten çok farklıdır. Aynı kelimeler birbirine tamamen zıt iki ayrı durumu ifade edebiliyor. “Sen ve ben öldürürüz” ise üçüncü bir durumu ifade eder, ama kelimeler yine aynıdır.
E.P. Genetik kod gibi, değil mi?P.T. Evet. Kombinasyonlar ve permütasyonlar: “sen”, “ben”, “öldürürsün” veya
“öldürürsün?” birbirinden çok farklıdır, kelimeler aynı olsa da. Söz dizimi ve gramer olmasa, modern insanın dili bugünkü gibi olmazdı. Kimilerine göre, Noam Chomsky söz dizimi ve grameri dilin temel taşları saymakla aşırıya gidiyor, ama söz dizimi ve gramersiz bir insan dili, sürekli aynı sesleri çıkaran şempanzelerin dilinden farklı olmazdı. Her ses belki farklı bir anlam taşıyor olabilir —“uh, uh, uh”: sevgi, seks veya arkadaşlık; “hi, hi, hi”: kızgınlık, korku veya “tüfekli bir adam yaklaşıyor”- ama gelecek zaman veya dilek kipinde bir şey ifade edemezler. Daha karmaşık fikirler yok. Bence modern insan davranışındaki çeşitlilik dilin bir sonucu.
E.P. Primat atalarımızdan biri ilk hangi kelimeyi kullandı, bunu biliyor muyuz?R.Ho. Islık çalmış olabilir: “fü, fü!”P.T. Ya da belki “anne!” demiştir.R.Ho. Seks ve beslenme yaşamın temel unsurlarıdır.E.P. Ve güvenlik.R.Ho. Ama önce seks, sonra güvenlik.E.P. Bebeklerin çıkardığı sesler ilk kadim dilin bir yansıması mı?R.Ho. Türevrimsel tekrarlanmayı savunan eski bir tez bu, ama bence doğru değil.E.P. Konuya geri dönelim. Profesör Tobias, biz insanlardan başka gelecek hayali
kuran hayvan yok mu? Gezegenin yaşanmaz bir ısıya ulaşacağı gelecek beş
179
H A Y A T K İ T A B I
yüz milyon yıl içerisinde Dünya yörüngesinin nasıl değiştirileceğini araştıran Amerikalı bir bilim adamıyla söyleşi yaptım. “Geleceği düşünme kapasitesi insani bir özellik, ama onunki biraz abartılı” mı diyorsun?
R.Ho. Evet.E.P. Demek öyle?P.T. Benim bir çekincem var. Balinaların, yunusların ve diğer büyük deniz meme
lilerinin nasıl ve ne konuştuklarını henüz tamamıyla araştırmış değiliz. Bilimciler titreşimleri ve motifleri inceliyor. Bazı sürprizler çıkabileceğini düşünüyorlar. Dillerindeki doğuştan gelen kavramsal repertuar mutlak bir şimdinin ötesine geçiyor olabilir.
E.P. Öyleyse insanoğlu bir kez daha, “Bizi diğer tüm hayvanlardan ayıran şey tam olarak ne?” diye düşünmek zorunda kalacak.
P.T. Neden insanların eşsiz olduğuna inanmak zorundayız? El Dorado arayışı gibi bir şey bu ve bana Charles Darvvin’in Türlerin Kökeni yayınlandıktan bir yıl sonra, 1860’da, İngiltere’de çıkan tartışmaları hatırlatıyor. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin meşhur bir karşılaştırmalı anatomi uzmanı olan Sir Richard Owen pek çok kadavra açtı, ama Darvvin’in bazı görüşlerini reddetti, küfür saydı. Owen “Maymunlardan gelmemiz imkansız, çünkü eşsiz bir beynimiz var” dedi. “Nasıl eşsiz?” diye sordular. Cevabı şöyleydi: “Büyük hi- pokampüs veya hipokampüs majörden başka, hipokampüs minör denen bir şeye daha sahip. Ve hiçbir şempanze, goril ya da orangutanın hipokampüs minörü yok.” Bunun üzerine şempanze, goril ve orangutan beyinlerini açmaya girişmiş olan Thomas Henry Huxley de çıkıp bayağı kaba bir şekilde “Bak, işte maymunların hipokampüs minörü” dedi. Böylece insan beyninin biricikliği iddiası çürütülmüş oldu. Sir Richard Ovven’ın prestiji de azalmaya başladı.
E.P. Hipokampüs yüzünden.P.T. Hipokampüs minör ve dolayısıyla da insan beyninin eşsiz olmadığı yolunda
ki sarsıcı keşif yüzünden. Owen için korkunç, kabul edilmez bir beyandı bu.E.P. Ralph, peki insanın ayırıcı özelliği ne, eğer böyle bir şey varsa tabii?R.Ho. Sürekli değişiyor. Yakından incelersen, her beynin eşsiz olduğunu görür
sün. Her hayvanda görüldüğü üzere, doğal seçilim eşsiz özellikleri biraraya getirerek farklı gruplar oluşturmuş. Beynimiz kendisini oluşturan kombinasyon nedeniyle eşsiz: büyük ebat, ara bölgelerdeki bazı lif grupları ve tüm memeli beyinlerinde bulunan öğelerin farklı şekilde örgütlenmiş olması. İnsan beyninde, zavallı Richard Owen’ın anladığı üzere, yeni bir ayırıcı karakteristik yok. Beyne ve insan denen hayvanın davranışına özgü olan durum, çevresine indî bir şekil verebilmesidir. Başka hiçbir hayvan bunu yapamaz. Çocukken yavaş yavaş anlamaya başladığım bir şey bu. 1935’de doğdum ve
180
İ K İ N C İ B E Y İ N
1939-1945 arasını, yani Üçüncü Reich’ın yükseliş ve çöküşü arasındaki dehşet yıllarını yaşadım. İnsanların indî simgelere dramatik tepkiler verebildiklerini görmek beni müthiş etkiledi. Dünya üzerindeki genetik grupları ve gen çeşitliliğini epey radikal ve ani biçimde değiştiren ortamlar yaratıyoruz. Bunu yapan tek hayvan insan, başka hiçbir hayvan yapamaz. Balina ya da şempanze bir gelecek kavramı geliştirse bile, korkmamıza gerek yok-
E.P. Ama onlar bizden korkmalı! Ralph, sen beyni ve beynin kökenini inceledin; iki milyon yıllık bir tarihi var beynin. Sence beyin, bir araç olarak, insangilleri daha iyi bir yerlere taşıyabilir mi?
R.Ho. Şahsen ben kötümserim. Şöyle düşünüyorum: Hemen hemen tüm memelilerin ve diğer hayvanların evrimine ilişkin jeolojik verileri incelediğimizde göreceğimiz şey, cins diye adlandırdığımız bir morfolojik modele uyum kapasitesidir. Biz H om o’yuz, primatlardan gelsek de primat değiliz. Bu durum yaklaşık altı milyon yıldır böyle. Diğer hayvanların hepsinde paleontolojik veriler yaklaşık beş ila on milyon yıl geriye gidiyor. İnsanlarsa, bir cins olarak, ancak altı milyon yıldır varlar. Evrimsel başarı sağlamak, gelecekte sağ kalmak için, yani sırf aşağı yukarı tüm memeli türlerinin şu an bulunduğu noktaya gelebilmek için, en azından üç milyon yıl daha gerekiyor. Bu şekilde bir üç milyon yıl daha geçirebileceğimizi pek düşünemiyorum.
P.T. Ben iyimserim.E.P. Ve üç milyon yıl daha sağ kalabileceğimizi düşünüyorsun?PT. Epey çaba sarfetmemiz lazım. Harika bir mekanizma geliştirdik, beyin, ama
onu her zaman en etkin biçimde kullanamıyoruz. Bu büyük bir sorun ve mevcut eğitim sisteminin bir zaafı. Genç insanlara “beyinlerini kullan”mayı öğretmeliyiz, eski öğretmenimin hep söylediği şekilde, çoğul olarak “beyinleri.”25 Belki de geleceğin zorlu sınavı, evrimin bize verdiklerini en iyi şekilde değerlendirme becerimiz üzerine yaşanacak.
İngilizcede, konuşma dilinde bu kelime tekil şahıs için de çoğul kullanılabiliyor.-çn
181
- 2 1 -
Annenizden Gelen Ölümsüzlük
Douglas Wallace ile SöyleşiHücrelerin enerji üreteci anneden geçer, babadan değil.
Douglas Wallace
Kuzey Amerikalı genç bilim adamı Douglas Wallace ölümsüzlüğün biyolojisi alanında çok ayrıcalıklı bir konuma sahip, ama hücre sitoplazmasında mitokon- driya bulduğu için değil, bunlar Almanya’da 1890’dan, Richard Altmann’dan beri “bioblast” veya “cytodes” olarak zaten biliniyordu; genç Wallace’ın ayrıcalığı. 1953’le başlayan bir süreçte, DNA üzerine koparılan onca yaygara ve dizilim bilgisine dair verilen vaatler arasında, mitokondriyanın hücre sağkalımı için gerekli enerjiyi üretmedeki önemine ve hücreyi tüketen zehirlenmeye dikkat çekmesidir.
Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Moleküler ve Mitokon-
Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesinde Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü ve Moleküler/Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir.
182
driyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir ve insanın mitokondriyal DNA evrimi üzerine yürütülen çalışmaları denetlemektedir ve bu çalışmalar sayesinde de bunca zamandır yaşıyor olmamız veya gezegeni fetih sırasındaki göçlerimizden kaynaklanan çevresel değişimlere adaptasyonumuz gibi konularda yeni veriler elde edilmiştir.
Douglas VVallace: Mitokondriya insanın öteki hücreleridir. Her hücre içinde hayati önem taşıyan, bakteri menşeyli bir koloni var, yani hücre enerjisinin üreteçleri olan mitokondriya. Vücudun geri kalan tüm enerjisini onlar sağlar. Şu an ayağında yaklaşık on üzeri on yedi adet mitokondriya bulunuyor.
Eduardo Punset: Peki bu mitokondriya nereden geliyor?D. W. Mitokondriyanın çok ilginç bir kökeni var. Başlangıçta, yaklaşık iki milyar
yıl önce serbest bakteriydiler. Sonra bizim hücrelerimizin de kaynağı olan hücrelerle kuşatılıp, onların içinde yaşamaya başladılar.
E. P. Simbiyotik bir eşgüdüm halinde?D. W. Aynen. Önce -bizim hücre çekirdeğimizi barındıran— çekirdekli konut hüc
reye koruma sağladılar, Dünya atmosferinde ortaya çıkan oksijen gazı artışına karşı bir koruma. Dünya atmosferinde önceden çok az oksijen vardı. Fotosentezin icadıyla birlikte, moleküler oksijen atık madde olarak dışa salınmaya başladı. Bu salınım da atmosferde indirgenmeden yükseltgenmeye [ıoksidasyona]26 doğru bir değişim yarattı ve çok, pek çok organizma öldü.
E. P. İnsanlar tüm bir gezegen atmosferinin bakteriler tarafından değiştirildiğiniunutuyor.
D. W. Tüm bir ekosistem değiştirildi.E. P. İnanılmaz bir şey, değil mi?D. W. Evet. Bu mitokondriya havadan aldığı oksijeni, yediğimiz besinlerdeki kar
bonhidratların, yağların, proteinlerin vs. hidrojeniyle tepkimeye sokarak, yeni bir şey yaratma becerisini geliştirmiş durumdaydı. Artık açığa çıkan enerji hücre tarafından kullanılabilsin diye alıkonuyordu. Bu mitokondriya —ki oksijen ihtiva ediyordu- zehirli oksijenden kurtulmanın yolunu buldu. Dolayısıyla konak hücre içine kapatılınca yaptıkları ilk şey de, konak hücreyi tok- sik oksijenden korumak oldu ve bu da simbiyoza istikrar sağladı. Sonra konak hücre mitokondriyayı kendisi için ATP, yani enerji molekülü üretmeye yönlendirdi. Ve gerisi, dedikleri gibi, artık tarihin sayfalarında.
E. P. Peki bugüne nasıl geliyoruz?D.W. Mitokondriyanın en müthiş yanı, hücre sitoplazmasında, çekirdek dışında
yaşadıkları için, kalıtsal olarak çekirdek genleri gibi geçmeyişleri. Sitoplazma
A N N E N İ Z D E N G E L E N Ö L Ü M S Ü Z L Ü K
-6 Elektron/hidrojen azalımı vc oksijen artışı; mesela karbonun yükseltgenmesiyle karbon dioksit ortaya çıkıyor.-çn
183
h a y a t ki tabi
Figür 4. Elektron mikroskopuyla oldukça büyütülmüş bir mitokondriya görüntüsünden elde edilen arakesit çizimi.
yoluyla geçerler. Muhteşem insan yumurtasının yaklaşık yüz bin mitokondriya barındıran büyük bir sitoplazması vardır. Sperminkiyse yalnızca birkaç tane barındırır. Dolayısıyla döllenmede tüm mitokondriya anneden gelir, yani hücrelerin enerji üreteçleri annenden geçer, babandan değil.
E.P. Enerji anneden.D. W. Hiç kuşku yok. Feminist hareket yanlış değildi.E. P. Mitokondriya tüm bunları yaptığına göre, sağlığımız için çok önemli olmalı.D. W. Tabii. Mitokondriya, Barselona’nın şehir enerjisini üreten elektrik santralla-
rı gibidir, insanlar Barselona’nın merkezinde, ama enerjinin kullanılabilmesi için enerji santralları uç bölgelerde, kırsal alanda kuruludur. Kömür, nükleer enerji veya hidroelektrik şebekeleri şehre elektrik sağlar. Ama enerji ve elektrik üreten şeyler yakıt yakarken is yapar, kömürle enerji üretilen yerlerde olduğu gibi. Mitokondriyada da aynısı olur. Her hücrede yüzlerce mitokondriya bulunur ve her biri hücre için bir parça enerji üretir. Bu işlem sırasında “is”, yani oksijen radikalleri açığa çıkarırlar. Oksijen radikallerini muhakkak duymuşsundur-
E. P. Serbest radikaller-D. W. Serbest radikal denen bu şeyler sağlık açısından sakıncalıdır. Serbest radikal
ler enerji santralındaki is gibidir. Zaman içinde mitokondriya tarafından salınırlar ve DNA’yı tahrip ederler. Enerji üretim işlemindeki mitonkondriya- mn tüm DNA’sı tahrip olunca hücre ölür, çünkü mitokondriya DNA’sı onarım yapamaz.
E. P. Doug, hücre çekirdeğinde ne olup bittiğini anlamak için bin milyonlarca dolar harcandı -mesela, nörojeneratif hastalıklar için— ama, dediğin gibi, asıl
184
A N N E N İ Z D E N G E L E N Ö L Ü M S Ü Z L Ü K
hücreye enerji veren, onu idame ettiren mitokondriyada ne olup bittiğini anlamak için çok az yatırım yapıldı, değil mi?
D. W. Aynen öyle. İnsan hücreleri ikiye ayrılır ve çekirdekli olanı bunlardan sadece biridir. Diğeri ihmal ediliyor, ki aslında aynı derecede önemlidir. Kullandığımız hemen tüm enerjiden ve tabii toksik oksijen radikallerinden bu hücre sorumludur. Mitokondriyanın aslında bir başka ilginç özelliği daha var. Enerji ve toksik atık üretiminin yanısıra, hastalandığında kendi kendine ve hücreye imha emri veren bir kendini imha özelliği bulunuyor.
E. P. Ünlü apoptosis: programlı intihar.D. W. Aynen. Dolayısıyla enerji santralleri işe yaramaz hale gelince mitokondriya
mesaiyi durduruverir ve böylece vücutta zehirli oksijen radikalleri üreten hücre bulunmasını engeller. Hangi hücrenin içindelerse onu apoptosis yoluyla yokederler. İnsanda her an pek çok hasarlı mitokondriya vardır ve bu tüm hücrenin ölümüyle sonuçlanır. Yaşlanmayla birlikte mitokondriya hasarı olan hücre sayısı artar. Apoptosis gerçekleşir ve hücreler ölür. Sonunda dokunun işlevini sürdürebilmesi için geriye çok az hücre kalır.
E. P. Peki bu arada biz ne yapabiliriz? Yani mitokondriya programlı intihar kararını vermeden önce?
D. W. Mitokondriyaya yönelik, toksik oksijen radikallerini bertaraf eden haplargeliştirmeye çalışıyoruz. Süpürgeyle kurum temizlemek gibi. Böylelikle mito- kondriyanın yolaçtığı kirliliği azaltabilirsek, hücrenin dirliğini koruyabileceğiz.
E. P. Peki oksijen radikallerine karşı eczanalerde satılan haplar için ne düşünüyorsun? C ve E vitaminiyle karoteni kastediyorum. Mitokondriyaya henüz doğrudan müdahale edemiyorken, bunlar işe yarar mı?
D. W. Evet. Bir başlangıç. C vitamini, E vitamini ve karoten oksijen radikellerininmitokondriyaya etkisini azaltıyor gerçekten de. Ama oksijen radikallerini yoketmede çok etkili değiller. Sürekli olarak ya da, yaygın söyleyişle, katalitik olarak, arabalardaki katalitik konvertörler gibi kirliliği azaltacak haplar geliştiriyoruz. Böylelikle katalist sürekli yenilenerek atık yokedilecek.
E. P. Peki bunu başarırsanız yaşlanma nasıl bir şey olacak?D.W. Alzheimer, bazı körlük ve sağırlık tipleri, bazı kalp ve böbrek hastalıkları ve
ya şeker gibi, hasarlı mitokondriyadan kaynaklandığına inandığımız dejene- ratif hastalıkların ilerleyişini engelleriz diye umuyoruz. Bu hastalıkların mitokondriyada oluşan hasar nedeniyle ortaya çıktığına inanıyoruz. Dolayısıyla bu hasarı önleyecek bir ilaç yapabilirsek, yaşlandıkça ortaya çıkan sorunları durdurabiliriz.
185
- 2 2 -
Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı?
T om Kirkıvood ile SöyleşiÖlmeye programlı değiliz.
T om Kirkıvood
Bizim kültürümüz akıldan çıkarma kültürüdür. Bilgi ırmağına akarsuların yaptığı katkılar hep mevcut akıntıyı arttırmaya yarar. Sağkalım uyarınca kimi bilgi, doğadaki buharlaşma misali, karanlığa terkedilerek mevcut bilginin yükü azaltılır. Ama kültür daima katma değerler toplamı olmuştur: eski dinlere yeni mezhepler eklenir, en ırak geçmişin genetik bilgisine asırlık mutasyonlar eklenir ve özellikle de on altıncı yüzyıldan beri, nesiller boyu edinilen bilgi gezegensel beyni, kütüphaneleri ve bilgisayarları doldurmaktadır.
Şu andan itibaren -birkaç yüzyıllığına— bilgisel süreçlerin tasvirinde artık denize akan ırmak mecazının yerini, kaynağına geri yüzen inatçı bir som balığı ala-
Tıp Profesörü Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü’nde ve Yaşlanma ve Beslenme Entegre Sistemler Biyolojisi Merkezi’nde Yönetici’dir.
186
cak. Eğitimde devrimsel bir değişim yaşıyoruz, yeni bilgi müthiş bir akıldan çıkarma işlemiyle şekilleniyor. Asıl dayanağımız bilgi değil, akıldan çıkarma kabiliyetimiz olacak.
Akıldan çıkarma, bilimsel bilgi dahil, tüm bilgi dallarında uygulanıyor. Bilimle diğer bilgi disiplinleri arasında tek fark var: bilimsel bilginin varlık sebebi tam da deney ve test yardımıyla akıldan çıkarmaktır. Ve bunu şimdiki konumuz, yani ölümsüzlük biyolojisi gibi elle tutulurcasına sergileyen pek az bilgi disiplini vardır. Doku yenileme ve tazelenme [antiaging] süreçlerini incelemek için iyice kökleşmiş bazı mitlerin çürütülmesi gerekiyor.
İlk büyük mit, insanın ölmeye programlandığı yolundaki kesin yargıdır. Fiziksel ve zihinsel sağlık herşeyden önce bu safsatanın sökülüp atılmasını gerektiriyor, ama tazelenmeyi araştıran bilim camiasında bile yaygın kabül gören bir şey bu. Birçok bilimci hâlâ yaşlanmayı düzenleyen dahilî saati bulmak için uğraşıyor. Birleşik Krallık, Nevvcastle Universitesi’nde gerontolojist olan Tom Kirkvvood yaşlanmanın genetiği ve evrimi konusunda önde gelen bir uzman. Programlı ölüm teorisinin de yılmaz bir muhalifi. Ona göre yaşlılık, ömür boyu hücre ve dokularda meydana gelen tahribatların bir sonucu aslında.
Tom Kirkvvood: Yaşam süresini ölçüp, süre dolunca yaşama son veren bir saat üzerine epey tartışma yapıldı, ama yaşlanmayı anlamanın önemli adımlarından biri aslında bir ölüm programı olmadığını keşfetmekti. Kalıtsal bilginin sağkalıma hizmet etmesi enteresan, yani fiiliyatta olanın, yaşamı sonlandıran ölümün tersine işliyor. Ölmekte olan birinin vücudunu incelersek, tüm hücre ve organların vücudu canlı tutmaya çalıştığını görürüz. Yaşamı yöneten program asla ölüme teslim olmuyor.
Eduardo Punset: Bazı hücreler vücut öldükten sonra da sağkalım mücadelesini sürdürüyor.
T.K. Evet. Çünkü ölüm haberinin vücuda yayılması zaman alır. Vücut öldükten dakikalar veya saatler sonra bile bazı hücreler hâlâ canlıdır. Yeni ölmüş birinin vücudundan nakil amacıyla bir organı çıkardığımızda, bu organ birkaç saat canlı kalıyor. Kalp ve böbrek vücut ölmüş olsa da canlı kalır ve bir başka canlı bedene konurlarsa kurtulabilirler. Yani ölü bir bedende organların hücreleri sağkalım savaşı veriyor. Yaşlanma sürecini anlamak bakımından önemli bu, dolayısıyla da başlangıç noktamız ölüme yolaçan bir program arayışı değil, ki aslen böyle bir şey yok. Elayatımız kısmen genlerimizle belirleniyor. İşlevlerinden biri sağkalımı gerçekleştirmek. Beden, harikulade sağ- kalım programına rağmen yaşlanır ve ölür, çünkü ilelebet yaşayamaz.
E.P. Yani mitleri akıldan çıkarırsak, hayatla ilgili biyolojik bir sınırlama yok.T.K. İnsan hayatıyla ilgili biyolojik bir sınırlama olduğu fikri büyük bir safsatadır.
Y A Ş L A N M A N I N K A Ç I N I L M A Z L I Ğ I ?
187
H A Y A T K İ T A B I
Yaşlandıkça, uzun süre hayatta kalmanın giderek zorlaştığı doğru. Ama bu. bir mil dünya koşu rekoru gibi: aşılamaz mutlak bir süre yok. Uzun zaman kimse bir mili dört dakikanın altında koşamadı, ama 1950’lerde bu başarıldı. Gerçi sürekli yükselmeleri nedeniyle rekorları kırmak giderek zorlaşıyor, ama yine de bu mutlak bir sınır olduğu anlamına gelmez. Ve yaşam süresinde bir mutlak sınır olmayışı da, bir program olmayışıyla bağlantılı. Yaşlanma sürecini daha iyi anladıkça, önceki kuşaklara göre daha iyi bir halde ileri yaşlara geleceğiz -insan bedeninin sağkalım yeteneği biraz daha güçlendi. İnsan uzun ömür rekoru yüz yirmi iki yıl beş ay. Kırılması biraz zaman alacak, çünkü kimse bu yaşa yaklaşmıyor, ama er ya da geç kırılacak.
E.F. Yanlış anlaşılan ama iyice kökleşmiş bir başka kavrama işaret ettin. Sanırım uzun ömür, ortalama yaşam süresinden ziyade, eskiye göre daha az çocuk ölmesi nedeniyle arttı, değil mi? Bebek ölümleri bayağı azaldı—
T.K. Doğru. Yüz yıl önce, dünyanın en zengin ülkelerinde bile ortalama yaşam süresi çok düşük ve bebek ölümleri çok fazlaydı. Pek çok çocuk iki, üç veya dört yaşına gelmeden ölüyordu —çok defa enfeksiyon hastalıkları nedeniyle. Dört yaşında ölen bir çocukla seksen dört yaşında ölen yaşlı bir adamın vereceği ortalama ömür süresi kırk dört yıldır. Neyse ki Batı’da bebek ölümlerinin kökünü önemli ölçüde kuruttuk. Bu fevkalade, övgüye değer bir şey, insan gayretkeşliğinin bir sonucu.
E.P. Yine de ölümden kaçamayan bir türüz. Yaşlanıyoruz ve buruşukluklar ölümün yaklaştığını gösteriyor. Neden bazı türler ölmez veya ölümsüz gibiyken, diğerleri daha çabuk ölüyor? Neden böyle büyük bir fark var?
T.K. İnsanın ömür süresi en fazla yüz yıl, diğer yanda fare üç, köpek on beş ve ke- diyse yirmi beş yıl yaşıyor. Bu farklılıkların sebebi, evrimsel biyolojiyle alakalı, çok ilginç ve çetin bir bilimsel araştırma konusudur. İncelememiz gereken şeyler var: Doğal seçilim süreci, organizmanın genleriyle vücut yapısı üzerinde nasıl bir etkiye sahip, farklı yaşlanma özellikleri geliştirirken nasıl davranıyor?
E.P. Ama neden tatlı su polipi ya da deniz şakayığı gibi türler adeta ölümsüz?T.K. Alman doğa bilimci August Weissmann’m 1880’de bulduğu üzere, organiz
manın temel özellikleriyle ilgili bir mesele bu aslında. Bir organizmada iki tip hücre vardır. Biri, vücudun yeni nesilleri yaratan üreme hücreleri-
E.P. Kök hücreler, değil mi?T.K. Aynen, kök hücreler. Diğeriyse beyni, kalbi, böbreği, deriyi oluşturan, gele
cek nesillere gen aktarmayan hücreler. Bu kullanıp atılan hücrelere soma [gövde] deniyor. Yaşlanma, basit vücut akşamının, yani somanın bir özelliği. Kök hücreler müthiştir. Babanın bir spermi annenin bir yumurtasıyla bir- leşince, yeni vücudun ilk hücresi oluşur. Ve bölünmeye başlar. Ama anneyle
188
Y A Ş L A N M A N I N K A Ç I N I L M A Z L I Ğ I ?
babanın sperm ve yumurtası nasıl ortaya çıktı diye sorup, zamanda geriye gidersek, varacağımız yer-
E.P. Uç milyar yıl öncesidir-T.K. Aynen, üç milyar yıl öncesi. Yani biz biyolojik bir mucizeyiz, çünkü üç mil
yar yıldır süren kesintisiz bir hücre bölünme zincirinin ürünüyüz. Öyleyse üreme hücreleri —kök hücreler— ölümsüz demektir. Bir nesilden diğerine aktarılıyorlar. Ve bu üreme hücreleri yaşlanmamayı başarıyor. Tatlı su polipi veya deniz şakayığı gibi organizmalar ölümsüz gibidir, çünkü aslında organizmanın tamamı köksel. Tatlı su polipinden bir parça kesip bir bardak temiz suya koyarsan, bu parça büyüyerek yeni bir tatlı su polipi olur, çünkü kök hücreler organizmanın tamamına yayılmış durumdadır. Ne var ki, insan hücrelerinin çok azı köksel. Bir parça deriyi bir tas su içine koysan, yeni bir insan oluşturamazsın, çünkü deri hücreleri somatiktir. Yaşlanma somanın bir özelliğidir.
E.P. Sen ölümsüz hücrelerden, insan vücudundaki kök hücrelerden sözederken aklıma geldi: fizikçilere göre atomlar ölümsüz ve vücudumuzun yüzde 99’unu oluşturuyorlar. Çelişki şu: ölümsüz hücrelerden ve neredeyse ölümsüz atomlardan oluştuğumuz halde, ölüme mahkumuz. Esasen geçici veya kullanıp atılan soma nedeniyle yaşlandığımıza inanıyorsun? Bundan kastın ne? Araştırmalarına bakarsak, genleri çok zeki varlıklar olarak görüyor gibisin; kar-zarar analizi yaparak, hayatın desteklenmesi veya uzatılması için enerji sarfedip etmeyeceklerine karar veriyorlar. Teorine göre yaşlanma bu kararda gizli, destek eksikliğinden kaynaklanıyor.
T.K. Tabii. Şunun altını çizmek istiyorum: genler düşünmez, ama bazan biz bir bilinç atfediyoruz onlara, halbuki böyle bir şeye sahip değiller. Genler kararlar vermez. Mütasyonlar ve şans sayesinde daha iyi stratejilere sahip olan genler, topluluk içindeki farklı gen formları arasına sokulurlar. Yine de bazan genlerden, sanki düşünebilirlermiş, sanki farkındaymışlar gibi sözetmek daha elverişli oluyor. Bu üslupla devam edelim. Bir genin başarılı olup olmadığı nasıl belirleniyor, bunu anlamaya çalışalım. Bir genin başarısı, gelecek nesillerde kendisini daha fazla kopyalayacak bir vücut oluşumuna katkısıyla ölçülür. Vücudun oluşumunu ve hayatı boyunca yaptığı herşeyi genler yönlendirir. Bir kere en başta vücut büyümek, karmaşık bir gelişim sürecinden geçmek zorundadır, çünkü yaşam tek bir hücreyle başlar.
E.P. Sonunda trilyonlarca hücre olur.T.K. Evet, binlerce ve binlerce defa milyonlarca hücre. Büyüme süreci ilerlerken
hatalar yapılır. Bir hücre ne zaman bolünse, kopyalama hataları olur. Ve yaşamın her anında, sırf sıcak bir organizmada oluşan titreşimler nedeniyle, protein hasarı meydana gelir. Proteinler büyük bir hızla çalkalanır ve yeni
189
H A Y A T K İ T A B I
proteinlerin yapımında hatalar olur, yani şu an bile, biz burada oturup konuşurken içeride işler kötü gidiyor. Vücutta pek çok şey ters gider. Gün be gün, ay be ay, yıl be yıl yaşıyor olmamız destek için ayrılan devasa bir yatırımın sonucudur. Vücudun, hücreleri formda tutma faaliyeti müthiştir.
E.P. Her hücrenin her gün on bin darbe aldığını yazmıştın. İnanılmaz bir şey, on bin darbe!
T.K. Evet, milyon kere milyon hücremiz var. Vücuttaki bu hücrelerin hepsi her gün DNA’larına on bin kadar darbe alır. Bu darbeler, şaşırtıcı ama, dostumuz oksijenden geliyor. Neyse bu ayrı bir hikaye. Bazan unutuyoruz ama oksijen, bize yaşabilmek için gerekli şeyleri sağlayan bir dost olsa da-
E.P. Bir katildir.T.K. Hem dost, hem katil. Asıl mesele şu: hücreler her gün o kadar hata ve darbe
ye maruz kalıyorsa, bir hafta yaşamamız bile şans eseri demektir. Bir haftadan fazla yaşayabiliyoruz, çünkü hasar belirleyip onarmaya çalışan harika bir DNA onarım sistemimiz var. Dolayısıyla bir hücrenin DNA’sına aldığın f0,000 darbeden 9,997’si yarın onarılmış olacak. Ama bu cömertlikten kaynaklanmıyor. Genler bakım onarım işlemleri için ne kadar enerji harcayacaklarına karar vermek zorundalar. Çünkü özetlersek -büyüme üzerine konuşmuştuk, bakım onarımdan bahsediyoruz— enerji ve kaynak yatırımı gerektiren başka işler var, mesela bebek yapmak. Genlerin gelecek nesillere yönelik kopyalar üretmesi esastır.
E.P. Diyorsun ki, bebek yapmakla uğraşırken bakım onarım işlerini yürütemezler.
T.K. Cari hesaptaki para gibi. Tatile çıkar veya şık bir restoranda akşam yemeği yersen, ertesi hafta bankada arabayı tamir ettirecek para bulamazsın. Aynı parayı iki defa harcayamazsın. Bir organizma vücudu idame ettirmek için ne kadar harcama yapacağına karar vermek zorundadır. İnsanların asıl dünyası çok farklıdır, her zaman şimdiki gibi değildi. Evrim sonucu çok zeki olduk, uzun süre yaşıyoruz, yırtıcı hayvanlarca parçalanıp ölmüyoruz ve bugün Ba- tı’da enfeksiyon hastalıklarından ölen kimse yok gibi. Ama iki yüzyıl önce hayat farklıydı. İnsanlar genç yaşta ölüyordu, ortalama ömür süresi otuz veya otuz beş yıldan fazla değildi. Hayat süresi yaklaşık otuz yılsa, genler vücudu idame ettirmek için ne kadar kaynak ayırır sanıyorsun?
E.P. Çok az. Hayat çabucak sona ereceği için.T.K. Çok az. O kadar kısa bir hayat için mükemmel bir vücut gerekli değil, ener
ji israfıdır. Bizim açımızdan üzücü ama, genler vücudu kullanıp atılan soma olarak görüyorlar. Yeni doğumlarla yeni neslin devamı garanti altına alındığı an, yaşlanmaya başlarız. Artık çoğaldıktan sonra genlerin vücudu idame ettirmek için kaynak ayırması lüks olur, israftır. Vücudumuzdaki organlar
190
Y A Ş L A N M A N I N K A Ç I N I L M A Z L I Ğ I ?
sınırlı bir hücre bakım onarımı görecek şekilde evrildik biz.E.P. Sana iki soru sormak istiyorum. İlki şu: şimdi çok daha uzun yaşadığımıza
göre, bakım onarım yatırımının artaması lazım, bu doğru mu? İkinsici de, elli veya altmış yıl geçince hücre bölünmesi durduğu için yaşlanmamız. E şimdi bu ne diye böyle ki yani?
T.K. Kırk yıl önce, Leonard Hayflick bu olguya adını veren bir çalışma yaptı. Hayflick olgusu uyarınca, vücut hücreleri, yani laboratuardaki somatik hücreler, dediğin gibi, yalnızca elli defa bölünebilir. Bu elli hücre bölünmesi bir ömür için gereken hücre sayısını karşılamaya yeter. İkiyi ikiyle çarpalım —hücrelerin ikiye bölünmesi gibi— sonucu da ikiyle çarpalım ve bu işlemi böyle devam ettirelim, her çarpım bir hücre bölünmesi demektir, çünkü her bölünme hücre sayısını ikiye katlar. İkiyi ikiyle ve her sonucu da yine ikiyle çarpıp bunu peşpeşe elli defa tekrarladığımızda elde edeceğimiz hücre sayısı, insan vücudunun hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı hücre sayısından fazladır. Laboratuar hücre kültüründe de üstüste eklenen hatalar nedeniyle yaşlanıp ölüyor hücreler. Şimdi insanlar yapılan bu hataların içyüzünü araştırıyor. Bunlar fani-soma teorisine tek bir hücre düzeyinde açıklık getirmenin ilk adımlarıdır.
E.P. Zira vücutta olup bitenlerin analizi hücre kültüründe yapılabilir—T.K. Evet, ama vücudun bütün hücreleri bu şekilde üretilemez. Bazı hayvan hüc
releri ömrümüz boyunca bölünmez, özellikle de, yüz yıldan fazla yaşayabilen beyin hücreleri. Bunu biliyoruz, çünkü yüz yıldan fazla yaşayan, aklı yerinde insanlar oldu. Bu vakalarda beyin hücrelerinin desteğe ihtiyacı vardır ve sıradışı onarım işlemleri gerçekleşir. Belki de hasar gördükleri için -k i bu da oksijenden kaynaklanıyor olabilir— proteinlerde bir farklılaşma meydana gelir. Hücrelerde zararlı proteinleri yoketmek ve DNA’yı onarmak için atık boşaltım sistemleri bulunur. Hücreler bölünmese bile DNA hasarı devam eder, dolayısıyla bölünen bir hücre mi, yoksa çocukluğumuzdan beri bölünmemiş bir hücre mi olduğunun önemi yok, hücrelerin (mesela beyindekile- rin) sağlıklarını bir süreliğine koruyacak bir bakım sistemlerine ihtiyacı var. Ama maalesef bir süreliğine, sonsuza kadar değil; biz yaşlandıkça beyin hücreleri de işlevlerini kaybetmeye başlar.
E.P. Bu tehditlere ortalama bir erkek ve kadının bakış açısından eğilelim. İlk tehdit mutasyon. Hücreler radyasyon nedeniyle mutasyon geçiriyor ve bazan hatalı bir sonuç ortaya çıkıyor ve kendilerini onaramıyorlar. Öyleyse ilk büyük tehdit mutasyon.
T.K. Kanserde olan bu. Yaşlandıkça kanser riski artar ve çoğu kanserin nedeni mutasyonlardır. Hücrelerin kendilerini kopyalarken yarattığı mutasyonlarla hataların kaynağını biliyoruz.
191
H A Y A T K İ T A B I
E.P. İkinci tehdit, yaygın adıyla, serbest radikaller, hücre aleyhine çalışan tahripkar yaratıklar. Bu serbest radikallerin zoru ne?
T.K. Serbest radikaller dostumuz oksijenin karanlık yüzüdür. Vücut oksijeni ağzından soluyarak alır ve bu kana aktarılır, kan da onu vücuttaki her hücreye taşır. Bir kez hücreye geldikten sonra içeri nüfuz etmesi küçük organellerle, mitokondriyayla sağlanır [bölüm 21]. Bunlar hücre içindeki kapsüllerdir ve aslında hücrenin enerji açığa çıkarmak için oksijen yaktığı yer de buralardır. Yani bu oksijen, hücre içindeki enerji üretiminin temel bir unsurudur. Ama evde enerji üreteyim diye şöminede oksijen kullanırsan, ne olur biliyorsun. Ateşin çoğu şömine içinde kalır, ama arada bir parlayıp dışarı yayılabileceği için tehlikelidir. İşte vücut hücrelerinde olan da budur: oksijenin çoğu güvenli bir şekilde kullanılır, mitokondriya içinde, ama hesaplamalara göre oksijen moleküllerinin yüzde 2 veya 3’ü, işlemin yürütüldüğü doğru kimyasal kanalların dışına kaçar ve—
E.P. Ve felaket yaratır.T.K. Ve felaket yaratır, çünkü oksijen tepkimeye çok açık bir gazdır. Oksijenin
metal araba aksamanı nasıl paslandırdığı veya açık havada kalan yağa ne yaptığı malum. Oksijen çok zararlıdır ve hücrelerde epey hasar yaratabilir. Oksijenden kaynaklanan serbest radikaller buldukları ilk şeye saldırırlar ve buldukları ilk şey DNA ise DNA’yı tahrip ederler. Zarsa, zarı tahrip ederler. Proteinse, onu yokederler. Ve bu hayatının her dakikasında yaşadığın bir Şey.
E.P. Telafileri neler? Tehditleri belirledik: mutasyonlar, oksitlenme ve mitokondriya ile mitokondriya içindeki DNA’nın kırılganlığı. Sadece iki yol var gibi görünüyor. İlki, bu günlük tehditlere maruziyeti azaltmak -nasıl olacağını bize sen söyleyeceksin— ve İkincisi de somatik bakım onarımı geliştirmek.
T.K. Yaşlılığa gecikmeden karşı koyabilmek ve ileri yaşa iyi bir durumda gelme ihtimalini arttırabilmek için yaşlanmada ne olup bittiğini anlamak şart. Yaşlanma sorununu çözmenin iki yolu var. Sebebi zaman içinde üstüste eklenen hücre hasarlarıysa, biz de hasardan korunmaya çalışabiliriz. Diğer yol da onarım işlemlerini iyileştirmeye çalışmak. Aslında ikisini de yapabiliriz.
E.P. Ne mesela?T.K. Yaşlanmanın nedeni hasar ve bu hasarı yaratan ve yaratması önlenebilecek
unsurlardan biri de yediğimiz şeyler. Ne yiyorsak oyuz; yuttuğumuz hemen herşey vücudun bir bölümünü oluşturur. Kötü beslenme, mesela çok yağlı ve şekerli bir beslenme hücre ve dokular için zararlıdır. Kanda çok fazla şeker dolaşımı iyi bir şey değil, proteinleri tahrip eder ve birçok soruna yol açar. Bu yüzden şeker hastalarının bu kadar çok derdi var ve bu yüzden modern insülin tedavisi bulunana kadar şeker bir erken yaşlanma hastalığı olarak gö
192
Y A Ş L A N M A N I N K A Ç I N I L M A Z L I Ğ I ?
rülüyordu. Vücudu fazla hasara maruz bırakmamalıyız ve tabii sigara içenlere ne olduğunu da hepimiz biliyoruz.
E.P. Tütün konusuna girmeden, şunu söyle: sıçanların kalori alimim yüzde 30 azaltıp daha uzun yaşamalarını sağlayan deneyler neyi gösterdi? İnsanlara uygulanabilir mi bu?
T.K.O günü hiç de dört gözle beklemiyorum, gıda alimim yüzde 30 azaltmak zorunda kalmayı. İnsanlarda işe yarayıp yaramayacağı henüz kesinleşmiş değil. Ama sıçanlarda yarıyor.
193
B Ö L Ü M 3
CANLI BİR GEZEGENDE YAŞAM
G İ R İ Ş
Geçmiş BiyosferlerDünya da komşuları gibi, Güneş’in daha yakınındaki Venüs ve daha uzağındaki Mars gibi olsaydı, kuru bir yer olurdu. Havada daha az nitrojen bulunur, hiç oksijen bulunmaz ve karbon dioksit çok fazla olurdu. Ama bizim burada yeşil bir yaşam ve mavi bir göğümüz var. Yaşam son üç milyar yıldır Dünya yüzeyinin en önemli jeolojik gücü. Dünya karbon dioksidi kireç taşı kayalarına çekerek soğudu. Gezegenimiz ortalama derinliği 3,000 metre (3 kilometre) olan bir yüzey suyunu muhafaza etti. Mars ve Venüs’de ortalama yüzey suyu derinliği bir metrenin bile çok altındadır. Mars dondurucu derecede soğuk, Venüs ise kaynama derecesinde sıcaktır. İkisi de bir kemik parçasından çok daha kurudur. Bizimkinden çok daha asitli yerlerdir; Venüs’ün bulutları sülfürik asitten oluşur mesela. James Lovelock’un Gaya hipotezi neden Venüs, Mars ve güneş sistemindeki diğer komşularımızın değil de, Dünya’nın mükemmel uygunlukta olduğunu açıklıyor.
Fizyokimyasal bir dünyada yaşıyoruz, ama yaşam bazı fizyokimyasal yasaları esnetiyor. Burada yaşam ekvatordan kutuplara, dipsiz derinliklerden dağ doruklarına, çöller ve derin deniz bacalarına kadar uzanır. Yaşam gezegensel bir olgudur burada. Biz konuşan maymunlar sahneye çıkmadan 3 milyar yıl önce yeryüzü yaşamla kaynıyordu. Ken Nealson’m “yaşam bir hatadır” derken ne kastettiğini anlarsanız, başka gezegenlerdeki bir yaşam türünün varlığından da hangi kritirlere dayanarak sözedebileceğimizi görürsünüz
197
- 2 3 -
Yaşam, Dünya’nın Efendisi
James E . Lovelock ile SöyleşiTüm yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve ancak o zaman anlayacağız
gezegenimizin ne kadar harika olduğunu.James Lovelock
Eduardo Punset: Nereden başlayalım? “Herşeyden yaşam sorumlu ve evrimi de o kontrol ediyor” diyorsun ve ben de uzaydan görülen şu harika Dünya fotoğrafını düşünüyorum. Gaya’dan daha sonra söz edeceğiz. Gözümün önüne şu mavi, yalnız gezegen görüntüsü geliyor, nerede ve ne olduğumuzla ilgili kavrayışımızı değiştiren o görüntü.
James E. Lovelock: Bu belki de hayatımda gördüğüm en sıradışı imgeydi: Dün- ya’nın uzaydan resmi. Ama gezegenlerine bakarken astronotların zihninde
James Lovelock bugün Gaya Teorisi diye bilinen kavramı geliştirmiş kişidir ve İngiltere, Corn- wall’da Combe Mili Deney İstasyonu’nda bağımsız araştırmalar yürütmektedir.
198
Y A Ş A M , D Ü N Y A ' N I N E F E N D İ S İ
oluşan asıl görüntü farklıydı bence. Konuştuğun zaman hep nasıl heyecanlandıklarını anlatırlar, mavi kürenin ev olduğunu, kendi evleri olduğunu far- ketmişlerdir, yaşadıkları sokak veya şehirden veya vatandaşı oldukları ülkeden bile daha fazla kendi evleridir o küre, bunu farketmişlerdir.
E.P. Harika bir resim.J.E.L. Öyle gerçekten.E.P. John Orö’yu tanıyor muydun, uzun yıllar NASA’da çalışan İspanyol bilimci
yi?J.E.L. Evet, tabii. Houston’da aynı üniversitede çalışmıştık.E.P. Dünya’nın uzaydan görünen bu görüntüsü onu da etkilenmişti. Barselona’da
tanıştığımız zamanı hatırlıyorum, ilk meclis töreninde, Franco’nun ölümünden sonra Katalonya’da demokrasi yeniden tesis edildiğinde. İkimiz de yeniydik; o Texas’tan gelmişti, ben de Washington’dan, Uluslararası Para Fo- nu’ndan. İspanya’da nihayet demokrasiyi görme ümidi bizi cezbetmişti. “İşlerin değişeceğine inanıyorum artık” demişti bana. “İnsanlar Dünya’ya dışarıdan bakınca, acayip, devrim niteliğinde bir şey olacak: düşünme alışkanlıklarını değiştirecekler.” “Emin misin John?” dedim. Ben o değişimleri hâlâ görmedim. Sen gördün mü James?
J.E.L. O değişimler hâlâ gerçekleşmedi ve sanırım bunun nedeni Dünya’yı henüz o fotoğrafta görülebilecek kadar tahrip etmemiş olmamız. Ne kadar harika bir yer olduğunu farketmedik daha. Önümüzdeki yüzyıl yaptıklarımızın cezasını ödeyeceğiz: atmosferi mahvetmenin, doğal ortamları yoketmenin cezasını. Tüm yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve ancak o zaman anlayacağız gezegenimizin ne kadar harika olduğunu.
E.P. John Orö’yla karşılaştığımızda aniden coşkuya kapılan bir ülkede iki Marsh gibiydik; onu sınırların yakında ortadan kalkacağına ikna etmeye çalıştım. “Uzaydan bakınca sınır veya ayrı ayrı ülkeler diye bir şey bulunmadığı açık, artık sınırlar kalkacak” dedim. Ama her yerde hâlâ sınırlar var, benim küçük ülkemde, Katalonya’da bile.
J.E.L. Senin de görüştüğün [bölüm 5] Harvard’lı bilimci Edward O. Wilson’ın ifade ettiği gibi, insanların sorunu şu: biz kabile yamyamlarıyız. Bir ihtimal genetik mühendislikle düzeltilmedikçe, bunu değiştirmek imkansız.
E.P. Kültürel değişimdeki yavaşlık inanılır gibi değil. Ne zaman birileri herşeyin çok hızlı değiştiğini söylese, cidden şaşırıyorum. Bağımsız bir bilimci olarak kendi perspektifinden baktığında sen bir değişim görüyor musun?
J.E.L. Herşeyin aynı kalması için değişmesi lazım. Bütün bunların kabilesel olduğunu düşünüyorum. Hangi sistem egemen olursa olsun, farketmez -kapitalist, dinî veya başka herhangi bir şey- hep bir kabile reisi ve hiyerarşi var, ilkel kabilelerdeki gibi ve bunu değiştiremiyoruz. Bu genlerimizde var, bizim
: 9 9
H A Y A T K İ T A B I
bir parçamız. Asla değişmeyecek, hep kabile sistemleri içinde olacağız.E.P. Şempanzeler gibi.J.E.L. Aynen. Onlara çok benziyoruz! Derece farkları var o kadar.E.P. Kafamı hep kurcalayan bir şey var. Bilim camiasındaki bir tür mutabakat
—esasen fizikçiler arasında ama sırf onlarla da sınırlı değil, aklıma Paul Da- vies [bölüm 36] gibi insanlar geliyor mesela; bu anlayışa göre, lütufkar bir evrende yaşamak gibi bir şansımız var. Doğru zamanda doğru yerde ortaya çıktık. Mesela evrene hükmeden dört gücün terkibi ufacık bir sapma dahi gösterse, yaşam olmazdı. Diğer yanda, senin gibi bu görüşe katılmayan bilimciler de var. “Hayır, hayır, öyle değil,” dedin sen, “doğru yerde olmamızı yaşamın varlığına borçluyuz; yaşam için böylesine elverişli olan bu harika gezegeni biçimlendiren şey yaşamın kendisidir”.
J.E.L. Evet Eduardo, öyledir. Bilimcilerin klasik söylemiyse şöyle: “Neyse ki Dünya Güneş’ten doğru uzaklıkta ve sıcaklık da tam yaşam için uygun bir derecede.” Ama bu saçma. Yeryüzünde yaşam daha yeni görünmeye başladığı zamanlar Dünya’nın aşağı yukarı doğru yerde olduğu bir an vardı belki, ama yaşam gezegenimizde kök saldıktan sonra artık gezegen komşuları gibi evrim geçirmedi. Biz hiç Mars ve Venüs gibi susuz kalıp çölleşmedik. Herşey bir şekilde yaşamın kontrolü altında ve evrimi de o kontrol ediyor. İki evrimsel sistem, inorganik ve canlı olan, birarada yürüyor. Bu nedenle gezegen yaşam için her zaman iyi bir yer oldu.
E.P. Belki onunla yarışan başka yaşam formları olmuştur.J.E.L. Evet, geçmişte bu durum vardı. Bakteriler Dünya’nın tek sakinleriyken.
Yaklaşık bir milyar yıl atmosferde bir tek reaktif gaz, metan baskındı ve oksijen çok azdı, neredeyse hiç yoktu. Biz insanlar bu dünyayı oldukça nahoş ve muhtemelen iğrenç bulurduk. Ama yaşam evrim geçirdi ve bize şu anki gibi oksijenli bir atmosfer sağladı. Bir şeyler değişti.
E.P. Öyleyse -genellikle söylenenin aksine- oksijenin devreye girmesi gezegen üzerindeki türler için ciddi bir felaket oluşturmadı. Reaktif oksijen komplike bir yaşam için kurtuluş demekti.
J.E.L. Otuz yıl kadar önce, oksijenin bilinen en büyük atmosfer kirleticisi olduğunu ve sayısız türü yokettiğini ortaya atma kabahati sanırım bana ait. Şimdi hata ettiğimi anlıyorum, çünkü düşününce, Dünya üzerindeki ilk organizma türlerinden biri, yani siyanobakteriler, fotosentezciydi. Böyle olmuş olmalı, çünkü ilk enerji kaynağı Güneş’ti ve birilerinin Güneş’ten nasıl etkin bir biçimde enerji elde edileceğini bulması lazımdı. Siyanobakteriler uyum sağlayabildikleri zaman, kendi hücreleri içinde oksijen üretmeye başladılar. Ama oksijen zehirli, tahripkar bir madde ve kimyasal olarak da çok aktif. İşte bu nedenle bakteriler kendilerini zehirli oksijenden kurtaracak bir sistem bul
200
Y A Ş A M , D Ü N Y A ' N I N E F E N D İ S İ
maya zorlandı. Oksijen çiftlerini ayrıştıran bir enzim icat ettiler, superoxide dismutase. Dolayısıyla Arkeyan devrin sonunda, atmosferde oksijen ortaya çıktığı zaman, siyanobakteriler oksijene alışık durumdaydılar ve onu nasıl idare edeceklerini biliyorlardı. Oksijen onları öldürmedi. Bazı organizmaların oksijen yanında rahat olmadığı doğru, ama onlar da mesut bir yeraltı yaşamına yöneldiler. Şimdi atmosferdeki oksijen seviyesi yüzde 21, ama yine de, anerobik [oksijensiz yaşayan] organizmaların sayısı muhtemelen Arkeyan devirdekinden daha fazla. İçimizdeler, barsaklarımızda ve Dünya’nın tüm yeraltı katmanlarında.
E.P. Ve oksijensiz yaşıyorlar.J.E.L. Gayet mutlu yaşıyorlar, çünkü yiyeceklerini onlar için başkaları üretiyor.27E.P. Oksijen olmasa tabii ozon da olmazdı ve ozon olmayınca da uzaydan gelen
radyasyon seviyeleri daha yüksek olurdu.J.E.L. Bence bu mübalağa. Oksijen ortaya çıkmadan önce ozon yoktu belki, ama
yaşam vardı yine de. Olan şuydu tabii: oksijenden önce, ayrışan metan ürünleri vardı ve bugün ozonun yaptığı gibi ultraviyole ışınlarını filtreleyen yukarı atmosfer bölgesinde bir tür sis oluşturuyordu bunlar. Oksijen ortaya çıktı ve —daha fazla ultraviyole radyasyonu emilimini engelleyecek kadar ozon ve metan olmadığı halde— yaşam devam etti. Ultraviyole radyasyonunun bağı- rılıp çağırıldığı kadar zararlı olduğuna inanmıyorum. İngiltere veya İspanya ile Kenya gibi Afrika’nın yüksek bölgeleri arasındaki ultraviyole radyasyonu farkı neredeyse sekiz kat. Radyasyon Kenya’da sekiz kat daha yoğun. Ve Güneş yanıkları için hiç tedavi gerektiğini duymadık. Hiç. Hayat devam ediyor. Çevreye uyum sağlamak kolay.
E.P. Yani bir durumu felakat olarak görebiliriz, mesela ozon tabakasındaki tahribatı, ama başka yollardan buna bir çare bulunabilir. Dünya bir yolunu bulur?
J.E.L. Dünya, evet. Mesele şu ki, ozon tabakası yokolsa, bundan en çok açık derili insanlar etkilenirdi. Gezegendeki yaşamın geri kalanı yeni koşullara hızla uyum sağlardı; bizim derimiz çok geçirgen, dolayısıyla da güneş yanıklarına karşı çok hassasız.
E.P.'nİn yorumu: Evrim tarihinde, bir mikrop türünün —siyanobakterilerin— gelişimiyle tüm atmosferin oksijenlenmesi kadar dramatik ve eşsiz bir hadise gerçek
Kendi yiyeceklerini üreten anerobik mikroplar -k i muhtemelen Arkeyan devirden kalmalar- hâlâ göl, çamur ve iyi ışık alan okyanus sularında bulunur. Alesela Photoautotrophy\ar (yani Chloroflexis ve Heliobacterium gibi pek çok farklı mor ve yeşil fotosentetik bakteri) ve gıda üretip oksijen üretemeyen ebem odutotroph'lar. Bunlar göl, okyanus ve kayaların ışık almayan yerlerinde yaşar. M ethanogen’ler bu gruptandır. Diğerleri enerji kaynağı olarak, oksitledikleri demiri ya da hidrojen sülfidi (H2S) kullanır. Vücutlarını karbon dioksitten yaparlar. Organik madde (yemek) yemezler. Hepsi bakteridir; insanlarsa onlardan bihaber yaşıyor genelde—LM
201
H A Y A T K İ T A B I
leştiğini sanmıyorum. Sulak ortamlarında süzülürlerken görünce -k i yeşil giysileriyle çok da zariftirler- hayatlarımızı, yani soluduğumuz havayı onlara borçlu olduğumuza inanmakta zorlanıyor insan. Onlar atmosferin yüzde 21 ’ini oksijenle- yene kadar, diğerlerimiz bir atılım yapamadık. Siyanobakteriler -Lovelock’un otuz yılı aşkın bir süre önce söylediği gibi— yaşamın her şeye kumanda edip evrimi kontrol ettiğine dair ilk ciddi tanıklardır.
Bir başka örnek de solucanlar. Solucanlar binlerce yıl önce toprakları eşeleme- seydi, ne tarım ürünlerimiz olurdu, ne de sürdürülebilir bir tarımımız. En etkin birer sabandılar ve Romalılar bu aleti icat etmeden çok önce buradaydılar. Charles Darvvin’in 1881’de yayınlanan The Formation o f Vegetable Mould Through the Action ofW orm s with Observations on Their Habits [“Solucan Faaliyetleri Sonucu Sebze Balçığı Oluşumu ve Bunların Alışkanlıkları Üzerine Gözlemler”] başlıklı son kitabında belirttiği üzere, toprağın havalandırılmasında hayati bir rol oynuyorlardı. Darvvin’in hesaplamalarına göre, yıllık ortalama altı ila sekiz ton kuru toprak bu küçük hayvanların barsakları aracılığıyla deveran ediyordu. Yüzeye doğru potasyum, yüzey akmaysa fosfat taşıyorlar ve metabolizmalarındaki nitro- jenli maddeleri ilave ediyorlardı. Ama ekili tarlaların sürdürülebilirliği açısından taşıdıkları önem Darvvin’den önce de anlaşılmıştı. Kadim Mısır’da, sağkalım Nil Vadisi’nin bereketine sıkı sıkıya bağlıyken, firavunlar solucanlara zarar verenleri cezalandırırdı. Aristotales onlara “toprağın barsakları” diyordu.
Solucan etkinliği yağmurun daha iyi emilmesini sağlar ve böylece yeraltı suyunun hacmi artar. Topraklar nemi daha uzun süre muhafaza eder ve bu da hasat türlerinde daha fazla çeşitliliğe imkan tanır. Ağaç dikimi toprak sıcaklığında on ila on beş derece arası bir düşüş sağlar. Tüm bunlar, organik madde ayrışmasını tamamlayan bakteri ve diğer organizmalar için uygun bir zemin oluşturur. Hasat veren alanlar iyi durumda kalır, topraklar daha az katıdır ve daha fazla besleyici mineral bulundurur. Solucan etkinliği, toprak korumaya ilaveten, kuru ve neredeyse çorak bir bölgeyi otuz yıllık bir sürede zengin bir otlağa dönüştürebilir.
E.P. Astronotlar Dünya’yı uzaydan kendi gözleriyle gördüler, ben onların fotoğraflarını gördüm. Sen nasıl görebildin?
J.E.L. Çok şanslıydım. O sıra Kaliforniya’da Jet Propulsion Laboratuarı’nda çalışıyordum. Bilimin çok özel gözleriyle -infrared teleskoplarla- Dünya, Mars ve Venüs’ü gözlemleyebiliyordum. Bu üç gezegenin atmosfer kompozisyonuna ilişkin veri topladım ve gezegenimiz, Venüs ve Mars arasındaki sıradışı farkları görebildim. Mars ve Venüs’ün atmosferleri karbon dioksit dolu, sadece birkaç başka gaz daha var ve kimyacıların denge hali dediklere şeye yakın bir dürümdalar. Buradan hareketle ben de o gezegenlerde yaşam olmadığını kestirebildim. Dünya’ysa, tam tersine, metan gibi yanıcı gazların oksi
202
Y A Ş A M , D Ü N Y A ' N I N E F E N D İ S İ
jenle karıştığı bir atmosfere sahip. Bizimki neredeyse tutuşabilecek kıvamda bir atmosfer. Birazcık farklı olsa patlardı. Bizimki ayrıca çok da kırılgan bir atmosfer. Yine de milyarlarca yıl direndi. Bu nasıl mümkün oluyor? Bu soru sürekli aklıma gelir. Dünya’da atmosferi düzenleyen ve gaz kompozisyonunu aşağı yukarı sabit tutan bir şey olması lazım.
E.P. Ne kadar çok şeyin şu ince atmosfer tabakasına bağlı olduğunu düşününce insan hayret ediyor; buraya özgü bir durum.
J .E .L . Aynısı bir insana baktığında da olur. Sana baktığımda sadece yüzünü görüyorum. Vücudunun tüm iç mekanizmaları görüşüme kapalı. Dünya’yla ilgili olarak da aynı durum söz konusu: atmosfer görünen şey.
E.P. Mars gerçekten farklıysa, otuz yıl önce su veya yaşam olup olmadığını öğrenmek için oraya robot göndermek gerekmez demeni anlıyorum. Atmosferini gözlemleyip denge halinde olduğunu görmen yeterliydi, ki Dünya atmosferinden çok farklıydı.
J .E .L . Haklısın. Ama insan hep zamanla öğreniyor. Şimdi olsa Dünya canlı bir gezegendir derdim, canlı, yani kendi kendini düzenleyen, senin gibi, benim gibi ya da bir hayvan gibi. Mars ölü bir gezegen, artık varolmayan birinin, ölen veya hiç canlı olmamış birinin bedeni gibi.
E.P. Yaşam kavramı hepimiz için çok önemli. Ama gezegenin canlı olduğunu söylemenden anlaşıldığı kadarıyla, senin için daha da önemli. Yaşamın ne olduğuna dair daha kati bir fikre sahipsin heralde!
J .E .L . Ben bir bilimciyim, ama biliyorsun biz de ayrı ayrı kabilelerin üyesiyiz: biyologlar, fizikçiler, kimyacılar vs. Sorduğunda her biri sana farklı yoldan, kendi yolundan cevap verir. Biyolog der ki, yaşam kendini çoğaltan bir şeydir ve kopyalamadaki hatalar doğal seçilimle düzeltilir; çoğu biyologun yaşam hakkında bilmek istediği tek şey bu gibi görünüyor. Kimyacının diyeceğiyse şöyledir: yaşam metabolize eden bir şeydir, çevreden kimyasal elementleri alıp onları işlemden geçirir ve belli bir biçimde, kimyasal olarak dönüşmüş halde onları geri verir. Fizikçi böyle bir şey söylemez. Yaşam bir buzdolabı gibi çalışan bir sistemdir: bedava enerjiyi alır ve kayıpçıl bir sistem28 olarak kendi kendini tesis eder.
E.P. Ama tüm bunlar nasıl başladı? İnorganik, elle tutulamayan bir şeyden mi geldi? Yoksa kendi kendilerini gözleyip kopyalamaya başlayan kristallerden mi? Daha önce dedin ki, ilk siyanobakteri bulunduğu çevrede sağkalımım mümkün kılan doğru talimatlara zaten sahipti. Bu doğru talimatları ona kim verdi?
J .E .L . Hiç bilmiyorum. Bilen biri olduğunu da sanmıyorum. Bu henüz cevabını
Dissipative Systems!structures: Enerjiyi geri döndürülemez şekilde harcayan sistemler.—çn
203
H A Y A T K İ T A B I
bilmediğimiz şu büyük sorulardan biri. Bilimsel, akademik çevredeki arkadaşlar, büyük patlamadan önce ne olduğu veya Dünya’da yaşamın ilk nasıl başladığı üzerine spekülasyon yapmayı sever. Ama henüz bilmiyoruz, tek bildiğimiz şu ve çok önemli: çok şanslıyız, çünkü kendi kendini organize eden bir evrenin parçasıyız. Bir yerde enerji akışı varsa —mesela bir yıldızdan gelen ışık gibi- orada bir süreliğine varolup sonra yokolan sistem ve yapılar meydana gelir. Yaşam bu sistemlerden biri, ama diğerlerinden farklı, çünkü adeta ölümsüz. Adeta ölümsüz olmasının nedeni de, sürekliliği için ne yapılması gerektiği bilgisini kuşaktan kuşağa aktarabilmesi.
E.P. Bir felaket olsa ve genetik bilgiyi başkalarına aktarma yeteneğini kaybetsek. herşey yeni baştan başlar mı sence?
J.E.L. Sanırım bu gezegen için çok geç.29 Gayâ üç veya dört milyar yıldır varlığını sürdürüyor, ama hesaplamalara göre Dünya’nın en fazla bir milyar yıllık bir ömrü kaldı.30 Dünya yaşlı bir hanımefendi, benim gibi. Nerdeyse seksen yaşındayım ben! Hâlâ baş belası gibi davranmayı sürdürebiliyoruz ve de artık kötülemeye başlıyoruz. Bu unutulmamalı.
E.P. Öyleyse gezegenin yaşlılığından söz edebiliriz. Gençlikle yaşlılık arasındaki çizgiyi geçtik mi? Artık geride mi kaldı? Gaya eşiği geçti mi?
J.E.L. Evet. Saygıdeğer yaşlı bir hanımefendiden söz ediyoruz.E.P. Hiç umursamadan Dünya’yı asit yağmuruna boğuyoruz. Sera etkisiyle geze
genin ısınmasına yol açıyoruz. Termal değişimler deniz seviyesinin yükseleceğini ve kıyı kasabalarının ortadan kalkacağını haber veriyor. Ozon tabakasındaki deliğin nasıl büyüdüğüne kafa yoruyoruz sürekli. Atmosferde karbon dioksit yoğunluğu artıyor. Artık Mars’ın neden öldüğünü veya hiç yaşamadığım bilmemek gibi bir özrümüz de yok. Değişmezsek feci şeyler olabileceği konusunda herkes mutabık. Bir anlığına yanıldığını ve çok geç olmadığını farzedelim. Bir şeyler yapmak mümkün mü?
J.E.L. Dünya’nın yaşayan, ikamete uygun bir gezegen olduğunu anlarsak bir şeyler yapabiliriz. İnsanları doyurmak için bütün toprağı ekmek mümkün değil. Dünya yüzeyinin büyük bir bölümü, doğanın korunması ve soluyabileceğimiz kıvamda bir havanın sağlanması için gerekli. Amazon yağmur ormanlarındaki tahribatın iklime ve tüm dünya sağlığına etkisi var. Sadece insanlığı düşünüyoruz. Dünya’nın yaşayan bir gezegen olduğunu kavramaya başlarsak, diğer memelileri görmezden gelemeyeceğimizi de anlarız! Dikkatlerin insan hakları üzerine yoğunlaştığı bir yüzyılda yaşıyoruz. En önemli şeylerin insanlığa sağladığı faydalar üzerine bağırıp çağırıyoruz. Ben hayır diyorum.
29 Bıı gezegendeki insanlar için çok geç olduğunu kastediyor muhtemelen.-LM
Bu kadar az değil muhtemelen. Beş milyar yıldan kısa bir sürede Güneş’in yarıçapı buraya, Dünya’nın yörün- gesine ulaşacak. Hayatın sürmesi pek mümkün görünmüyor. Kim bilir?-LM
2 0 4
Y A Ş A M , D Ü N Y A ' N I N E F E N D İ S İ
Bu yaklaşım yanlış. Önce Dünya için endişelenmeliyiz, çünkü biz onun bir parçasıyız, tamamen ona bağlıyız. Bunu yapmazsak acısını tüm insanlık çekecek.
E.P. Söyle lütfen. Dünya’nın sonunu getirmemek için tam olarak ne yapabiliriz? J.E.L. Doğrudan kimya veya biyokimya endüstrileri aracılığıyla çok daha fazla
gıda elde edebiliriz. Gıda üretmek için toprağa çok sınırlı bir düzeyde ihtiyacımız var. Böylelikle gezegenin büyük yağmur ormanları geri kazanılabilir ve onlar da havayı tazeleme işlerine devam edebilirler. Böylelikle gezegenin yeniden yaşam için uygun bir yer olmasını sağlayabiliriz. Çıkış yolları var. Ama teknolojiye dayalı, teknolojinin terkedilmesine değil. Bazı çevreciler, araba kullanmayı veya geni dönüşük gıda yemeyi bırakana kadar sorunların çözülmeyeceğini söylerken yanılıyorlar. Atlantik üzerinden uçan bir jumbo jetteki bir grup çevreciyi canlandır kafanda; aniden, atmosfere devasa miktarlarda karbon dioksit saldıklarının farkına varıyorlar. Yolcular pilota bir temsilciler heyeti göndermeye karar veriyor ve motoru kapatıp uçağı süzülmeye bırakmasını söylüyorlar. Bu tabii işe yaramayacaktır!
E.P.'nİn yorumu: James Lovelock -Edward O. Wilson’la birlikte- öncü bilimciler kuşağının en ileri gelen korumacısı ve çevrecisidir. İkisi de 1920 civarlarında doğdu ve seksenine girdi, ikisi de kuşaklarına hakim olan bilimsel anlayışa meydan okudu. İkisi de bir süre dışlandı, ama hafife alınmadılar. Sıradışı, şaşmaz bir nilimsel zihne sahipler. İkisinin de çok sayıda takipçisi var, ekseriya akademik camia dışından. Takipçilerin çoğu, geçmişte olduğu gibi bugün de, onların gayelerini anlayıp tavizsiz bağımsızlıklarını paylaşan genç insanlar. Geneli görüşlerinin Yöntem ve mantığına dair pek bir şey bilmez. “Bir jumbo jetteysek, düşmemek için vakit gereklidir....” Uçakların havadaki sürerliği veya yaşamın sürerliği kadar karmaşık bir olgu kolaycı veya hatta kolay çözümlemelerle açıklanamaz. Lovelock da. Wilson da toplumsal açıdan kabile davranışı ve örgütlenmelerinin egemen olduğuna inanıyor. İkisi de, bu nedenle, muhtemelen sürgün devler olmaya devam edecekler.
J.E.L. Somut olarak ele alırsak, sanırım en önemlisi, nükleer enerjiyle ilgili korkularımızı gidermemiz lazım [Lovelock, 2006]. Bir nükleer savaştan korkmak için haklı gerekçelerimiz var, bunu anlıyorum, ama böyle bir şey medeniyet için o kadar yıkıcı olmazdı. Ve nükleer eneji iyidir. Atmosfere zarar vermeyen tek enerji kaynağıdır. Tahribata yolaçmaz. Nükleer reaksiyonlar sadece insanlar, evcil hayvanlar ve besin kaynaklarına muhtaç diğer memeliler için tehdittir. Ama Dünya için değildir. İki yüz yıl geriye gitsek, ancak bir milyar kişi olduğumuz zamana, yenilenebilir enerjilerle kendimizi kurtarabi-
205
H A Y A T K İ T A B I
Figür 5 . İpliksi siyanobakteri, N ostoc.
lirdik belki: organik tarım, alternatif tıp ve tüm diğerleriyle. İstediğimizi yapabilirdik, ama şimdi altı milyarı aşmış olmanın bedelini ödemek zorundayız. Dünya’ya yüklediğimiz ağırlık o kadar fazla ki, karnımızı doyurup kendimize bakmak için teknoloji kullanmak zorunda kalıyoruz. Ne yapılabileceğine ve neyin yanlış yapıldığına dair bir örnek vereyim sana. Yirmi yedi yıl önce bu eve taşındığım zaman [Combe Mili -Cornwall, Devon sınırı, Saint Giles-on-the-Heath kasabasıyla küçük Launceston şehri yakınında], bu nehir som balığı ve alabalıkla öyle doluydu ki, hafta sonu gezginlerinin balık tutmasını engellemek için bekçi kiralardık. Ama çevreciler gelip çiftçilere şöyle dedi: “Bahçelerinize nitrat dökmeyin, nitrat insana zararlıdır.” Çiftçiler de nitratı gübreyle değiştirmeye yöneldi ve gübrelerle pürinler tarlaları kaplayınca da, yağmur bunları nehre çekti ve balıklar öldü. Bugün nehirde aşağı yukarı hiç balık ya da su yosunu yok. Yeşiller’in yaklaşımındaki sorun şu: iyi niyetliler ama duygusal önerilerinin ne sonuçlar yaratacağını, bunlan nasıl ele alacaklarını veya değerlendireceklerini bilmiyorlar.
E.P. Şimdi de demografik büyümeye karşı getirdiğin kimyasal üretim tezini tartışalım. Kirlilik ve atık sorunu muhtemelen insan mevcudiyetinin ayrılmaz bir unsuru. Ama gezegen için öyle değil. Dünya bunu halledebilir. Öyleyse yakın zamanda nükleer enerjiye sığınalım. Ya başka?
J.E.L. Kendimize yeni bir ruh aşılamamız gerekecek. Savaş zamanlarında kabileler birleşir ve büyük fedakarlıklar yaparlar. Canlarını bile verirler. İnsanlar Dünya’yı evleri olarak düşünse, ki öyledir, ve onun tehlikeli durumunu görse, belki aynı sağ duyuyla davranırlardı. İşler kötü bir hal almaya başlayabilir; Londra gibi bir şehrin sel altında kaldığını ve deniz seviyesinin yükselmesi sonucu yaşanmaz hale geldiğini bir düşün. Hemen şu an fosil yakıtları yak-
206
Y A Ş A M , D Ü N Y A ’ N I N E F E N D İ S İ
mayı bıraksaydık, deniz bir elli yıl daha yükselmeye devam ederdi. Ama bu gidişle yükseleceği kadar yükselmezdi. Belki o zaman kıyı bölgelerinden geri gitmeye yetecek vaktimizi olurdu. İnsanlar savaş zamanlarındaki gibi birara- ya gelirdi. Hepimiz topluluğumuz uğruna fedakarlıklar yapma gereğini kabullenirdik. Şimdi insanlara çevre için zararlı diye araba kullanmamayı öğütlemenin faydası yok; işlerinin daha önemli olduğuna inanıyorlar. Savaş zamanlarındaysa durumlar farklıdır.
207
- 2 4 -
Yaşam Bir Hatadır
Kenneth H. Nealson ile SöyleşiŞu kayayı al ve söyle şimdi: Eskiden Dünya’da yaşam var mıydı?
Kenneth H. Nealson
Nealson, NASA’nm Kaliforniya, Pasadena’daki Jet Propulsion Laboratuarı’nda öğretmenlik yaptığı sırada ilk Astrobiyoloji Grubu’nu kuran kişidir. Görevi, yaşamın varlığına ve hiç bilinmeyen (Dünya ve Dünya dışı) diğer yaşam formlarına ilişkin genel tespit yöntemleri geliştirmekti. Aslen mikrobiyolog olan Nealson disiplinler arası bir araştırma grubuna liderlik ediyor ve Los Angeles, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde eğitim veriyor.
Nealson’ın grubuna verilen iş, yani uzayda yaşam tespitine yönelik bir klavuz oluşturma uğraşı, yaşamın kimyasal izlerini araştırmaya yol açtı. Yaşam fizik ve
Kenneth Nealson, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde Çevre Araştırmaları Wrigley Kürsüsü Başkanı ve Yerbilimleri ve Biyolojik Bilimler Profesörü’dür.
208
Y A Ş A M B İ R H A T A D I R
kimya kurallarına anında itaati reddediyor, dolayısıyla da faaliyetlerini açığa vuran şey kaçınılmaz olarak ürettiği atıklar (çıkan gazlar, mineral tortuları, asit çıktıları yüzünden çevre sularının asitlenmesi vs.). Bu bir yukarıdan aşağıya (kuş bakışından mikroskopik olana) ya da aşağıdan yukarıya (topraktan uyduya) araştırma değil, “Olmaması gerektiği halde varolan şey”in kimyasal tespiti meselesi. Kesin olan tek şey, yaşamın enerji kullanımı ve madde katılımıyla sürdüğü. Devamlı bir güneş enerjisi veya kimyasal enerji akışı gerekli, çünkü böylelikle oluşan hücreler sayesinde muhafaza edilebilir ve etkileşime giren kimyasallardan kompleks karışımlar yapılabilir, ki bu da akış, gelişim demektir. Evrenin düzensizlik ve soğuma doğrultusundaki gidişatı canlı sistemlerde lokal olarak engelleniyor. Ne- alson’ın dediği gibi, “Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey olması tüm kimya kurallarına aykırı.” Yaşam olmaması gerektiği halde varsa, Nealson’ın da onu faaliyetleri sayesinde tespit etme azmi var ve hayvanlar, bitkiler veya hatta bakteriler gibi Dünya gezegeni üzerindeki bildik yaşam biçimlerine ilişkin önyargıların yıldırımadığı, engelleyemediği bir azim bu.
Kenneth Nealson: Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey olması tüm kimya kurallarına aykırı. Şu kayayı al ve söyle şimdi: Eskiden Dünya’da yaşam var mıydı?
Eduardo Punset: Heralde bu gezegene ait—K.N. Evet, bir Dünya kayası. Şimdi yapman gereken, sadece bu taşı inceleyerek,
bugün veya eskiden Dünya’da yaşam olup olmadığını bana söylemek. Ayrıntılı bir kimyasal incelemeye gerek yok. Kayada yaşamın kimyası önceden vardıysa bile, artık kaybolmuş durumda. DNA, RNA, proteinler veya canlı varlıklarda olan bir başka molekül artık mevcut değildir. Farklı bir yöntem izlemelisin. Ki ben buna yaşam tespitinde Dünya merkezci olmayan yöntem diyorum.
E.P. Peki o zaman yaşam tespiti için hangi ölçütü kullanacaksın -madem organik kimyayı kullanmıyorsun? Devinim? Hareket?
K.N. Hayır, bu kaya iki buçuk milyar yıl yaşında. Hareket eden hiçbir şey yok. Şu anda canlı hiçbir şey barındırmıyor.
E.P. Su olup olmadığına mı bakacaksın?K.N. Hayır. Hiç su yok ya da fazla yok. Kayada barınan su bir şey ifade etmez.
Ama yine de yaşamın tüm belirtileri var burada. Yaşamın böyle kayalardan çıkarsanabileceğini istatistikî olarak tanıtlamış durumdayız! Araştırmaları doğru aygıtlarla yürütmemiz lazım. Anafikir şu: yaşam enerji dönüşümüne izin veren bir yapıda olmalı. Enerjiyi dönüştürüyor, ama bunu bir çeşit pil, transistor veya başka bir enerji dönüştürücü olmadan yapamaz -iz bırakan bir tür enerji kaynağı.
209
H A Y A T K İ T A B I
E.P. Transistor? Pil?K.N. Bir enerji dönüştürücü demek istiyorum. Yaşam bir sistem. Önce bazı yapı
lanmalara bakıyoruz, ama yapılanmalar tek başına iz sayılmaz. Yapının kimyasal bir kompozisyonu olmalı. Varlığı sırf kimyayla açıklanamayan kimyasal bileşimler olmalı. Çünkü yaşam çoğu kimsenin negatif entropi diye tabir ettiği şeydir. Bu-
E.P. Pek sıradan bir hadise değil.K.N. Gezegenin içinde bulunduğu ortam göz önüne alınınca, bu yerde bu koşul
larda varolmaması gereken bir kimyasal hadise. Olmaması gereken kimyasallar var. Yaşam enerjiyi alıp kimyasal maddelerle bir yapı yaratma işidir daima ve bu onu kayadaki şeyden farklı kılıyor. Ve aslında, Dünya üzerindeki yaşama bakarsan, yaşam olan her yerde karbon, fosfor, sülfür, nitrojen ve birkaç diğer metalin de belli oranlarda bulunduğunu görürsün. Yaşam yoksa, bu elementler de yoktur. Kesinlikle söz konusu oranlarda değillerdir. Bu mükemmel bir teşhis yöntemi. Dolayısıyla sana gösterdiğim gibi bir kayayı analiz etmek için kimyasal maddeleri mikro ölçekte belirleyebilmemiz ve varolmaması gerektiği halde yaşamın moleküllerinden gelen bu temel element bileşimlerini her gördüğümüzde de bayrak kaldırmamız lazım. Kayalarda aradığımız şey bir yapılanma, ama yanlış bilenşenlerden oluşmuş bir yapılanma!
E.P. Yaşamın varolmaması gereken şeylerden yapıldığını mı söylüyorsun?K.N. Yaşam bir hata! Varolmaması gerekirdi. Standart kimyasal denklemlere gö
re asla varolmaması gerekirdi, çünkü çok karmaşık. Çok fazla enerji gerektiriyor -sürekli bir enerji girdisi, akışı. Yapılandırılmış enerji akışı, belli miktarda enerji akışı sağlayacak kaynaklar, yaşamın idamesi için mutlak bir gerekliliktir. Bir başka deyişle, yaşam gibi bir şeyi veya ondan arda kalan bu kayayı meydana getirmek için, burada düşük entropi enerjisi olmuş olmalı. Yaşamı hiçbir kimyasal işlemle rastgele oluşturanlayız. Şunu anlamamız lazım: termodinamik ve yapılanma arası bir şey arıyoruz [bölüm 21].
E.P. Dominik Cumhuriyeti’nde on milyon yıl öncesine ait bir kehribar parçası bulunmuş ve bu kehribat parçasına gömülü kalan böceğin içindeki bir bakten aktive olmuş, bu doğru mu? Bu bakteri kehribarda on milyon yıllık bir kış uykusuna yatmış olabilir mi?
K.N. Doğru. Sporlu basiller grubundan bir bakteri-E.P. Bacillus subtilis gibi—K.N. Evet, Bacillus subtilis'a çok benziyor; kehribar bakterileri aynı gruptandır.
Bacillus sporlarını bir böceğin midesinde bulabilirsin; çıkarıp lam üzerine koy. Göreceğin şey, on milyon yıllık o böceğin midesindeki bakterilerle aynıdır. Mide asidiyle parçalanmaya direnirler; susuzluğa da çok dirençlidirler.
210
T A Ş A M B İ R H A T A D I R
Bu tip bakteri sporları bir gezegenin yüzeyinde yüzbinlerce yıl sağ kalabilir.E.P. Bakterilerin uzayda seyahat edip sağ kalmış olabileceğine de kanıt sayılabilir
mi bu?K.N. Aslında böyle bir sağkalım pek çoğumuzun panspermia teorisine bakışını de
ğiştirdi, ki buna göre canlı varlıklardaki tohumlar her yere [tüm evrene] yayılmış haldedir, ama elverişli koşullar bulununcaya kadar gelişim göstermezler. Pek olacak bir şey değil diye, bu ihtimali peşinen reddederdik. Spor oluşturan organizmaların çok soğuk veya çok kuru ortamlarda, hatta burada yeryüzünde milyonlarca yıl gerçekten de sağ kaldığını görünce fikrimizi değiştirdik.
E.P. Ken, bilim kurgu diyeceksin ama, Dünya üzerindeki insanlar için tehdit oluşturabilecek bir yaşam formu getirme tehlikesi var mı? Veya diğer hayvanlar için böyle bir tehlike var mı? Bu ihtimali hiç düşündün mü?
K.N. Evet. Bunu hep akılda tutuyoruz. Sürekli bunun üzerine düşünüp konuşuyoruz. Bilim camiası uzaydan gelen hiçbir organizmanın Dünya’da tutunama- yacağına kani. Ama bunun imkansız olduğunu kanıtlayanlayız. Dolayısıyla insan virüsleri gibi çok tehlikeli parçacıkları araştırma laboratuarlarına nasıl paketleyip gönderdiklerini öğrenmek için, Hastalık Kontrol Merkezleri’yle çok yakın bir temas halinde çalışıyoruz. Uzaydan getirdiğimiz örneklerde de aynı yöntemleri kullanıyoruz; korktuğumuz için değil, hiçbir tehdit olmadığını kanıtlayamadığımız için.
E.P. Ya tersi? Evreni virüs, radyasyon ve Ay ve Mars’taki atıklarla kirletiyoruz.K.N. İşin aslı, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, evreni asla lekesiz bir hale getirenle
yiz. Ay’a veya Mars’a her uzay aracı gönderişimizde çok sıkı bir kontrol uyguluyoruz. Yüzeyleri temizleyip sterilize ediyoruz, ama riski asla tamamen yokedemeyeceğimiz tecrübeyle sabit, hastaneye gidip bulaşıcı hastalık kapmamızda olduğu gibi. Dolayısıyla, Mars yüzeyi Dünya’dan gelen bakterilerin yaşaması için hiç uygun değil diye umuyoruz. Giden olursa sağ kalabilir, ama gelişememesi lazım. Su yok, çok soğuk ve hiç gıda da yok. Sporların birkaç yıl sağ kalabileceğini düşünebiliriz, ama gelişemeyeceklerdir, derin dondurucumuzdaki pek çok spor gibi. Daha ılıman bir gezegene gitselerdi...
E.P. Hangisi mesela?K.N. Mesela Jüpiter’in ayları -Europa, Caîlisto ve Ganymede. Birbirlerinden çok
farklılar, ama hepsinde eriyik su var.E.P. Emin misin?K.N. Europa’daki buzun yirmi veya otuz kilometre altında bir okyanus olduğun
dan aşağı yukarı eminim. Böyle bir durumda bizim Dünya bakterilerinin bu okyanusa gidişini önleme meselesi ortaya çıkardı. Bir gezegende su varsa ciddi değişimler meydana gelir.
211
H A Y A T K İ T A B I
E.P.'nİn yorumu: Karşılaşmamızdan üç yıl sonra Mars robotlarla (Avrupa Uzay Ajansı’nın hiç indirilmeyen Beagle //’siyle ve NASA’nın Spirit ve Opportunity’siyle) tamamen fethedilirken, özellikle de yaşam bulma bağlamında Mars’tan fazla bir şey beklenemeyeceğini sürekli vurgulayan birkaç uzmandan biriydi Ken Neal- son. “Su yetmez” diye tekrarlıyordu. “Nitrojene rastlanmadı ve yaşamın izlerini bulmakla uğraşsam su yerine nitrojen arardım ben.” Nitrojen tüm yaşam formları için daima gereklidir, enerji dönüşümünde kimyasal bileşimlerin enerji gerektiren nakil ve devir işlerine bakar -eylemsiz gazdan (N2) proteinlerdeki kullanılabilir amino asitlere, amonyağa ve NH3 gibi diğer reaktif nitrojen formlarına geçişi sağlar. Pek çok büyük molekülün yapımı reaktif haldeki nitrojen sayesinde gerçekleşir. Yaşam için gerekli olan ve hep görülen bazı bileşenler var. Bu bileşenlerin form değişimini mümkün kılan yapılandırılmış bir tür enerji olması lazım. En önemlisi, bunlar karmaşık olmalı, çünkü ancak o zaman tüm parçalar ihtiva edilebilir ve enerji maddeyi dönüştürüp yeni ve karmaşık bir yapı olarak idame ettirebilir. Ama bu karmaşıklık bildiğimiz canlı varlıklara uymak zorunda değil. Uzaydaki yaşamın sadece karmaşık olması, bir yapıya sahip olması gerekiyor, ama büyük ihtimalle Dünya’dakinden farklı jeolojik, biyolojik, kimyasal ve fiziksel özellikler sergileyecektir. Bu yüzden protein, DNA veya halihazırda bilinen diğer bileşenlere takılmak yerine, karmaşıklık, yapı, çıktılar ve enerji akışı gibi kategorilerde arama yapıyoruz.
E.P. Grubunun uzayda “yaşam-izi” aradığını söylerken bunu mu kastediyorsun? K.N. Ölçülebilen, yaşamsal süreçleri belirlemede kullanılabilecek nitelikleri kaste
diyorum. Yaşamın ne olduğunu öğreneyim diye eline bir biyoloji kitabı alırsan, üç sayfalık bir tanımlama görürsün, ama ölçülebilen hiçbir şey bulamazsın. Yani nafile, çünkü zaten uzaya makineler göndermeyi planlıyoruz. Yaşamı ölçülebilir kavramlarla tanımlamak ve sonra da ölçümler yapabilen makineler geliştirmek istiyoruz. Varolmaması gereken şeylerin ölçümünden bahsediyoruz! Kalıba uymayan kimyasal bileşimlerin ölçümü. Kimyasal Bileşimler hakkında çok doğru bilgi verecek bir makine lazım; bu bilgiyi bilgisayara yükleyecek ve bilgisayar, varlığı sırf fizik ve kimya kurallarıyla açıklanamayan bir şeyi her tespit ettiğinde, “Daha yakından bakalım; aradığımız şey olabilir” diyecek.
E.P. Peki Mars’ta ya da Jüpiter’in aylarında “varolmaması gereken” hiçbir şey bulunmazsa?
K.N. Üzerinde hiç hayat yaşanmamış bir gezegen harika bir şey olmaz mıydı? Böylelikle yaşamdan bağımsız olarak güneş sisteminin tarihi ve ortaya çıkışı üzerine bilgi edinebilirdik. Bir tür hayalet organ olurdu, bizimkiyle kıyaslayıp farklılıklarını gözden geçirebileceğimiz, üzerinde hiç hayat yaşanmamış bir
212
Y A Ş A M B İ R H A T A D I R
gezegen. Bir canlı, bir cansız iki gezegenle, tarifi şimdikinden daha iyi yapılan “yaşam-izleri” arayacak durumda olurduk, özellikle de güneş sistemi ötesinde.
E.P.'nİn yorumu: Ken Nealson’la ikinci karşılaşmamda da yine o yaşam takıntısından yayılan aynı coşkuyu gördüm, ama bu kez yaklaşımında hafif bir farklılık vardı. Yaşam belirtisidir diye su veya kopyalamaya o kadar takılmıyor gibiydi, yaşamın kompleks bir fenomen olduğuna dair inancıysa pekişmişti. Ve yaşam eğer su ve kopyalamanın ötesinde bir şeyse —ki öncül molekülün selefi olan basit mini- malist molekülden kısmen bu ikisi sorumlu sayılıyor— o zaman, gezegenin ve evrenin kompleks bir olgu nedeniyle dönüşüm geçirdiğini anlamak kolaylaşır. James Lovelock ve bir ölçüde sosyo-biyolojiyi kuran Edward O. Wilson’m derin sezileri bu yöndeydi. (Ve 28. bölümde William Day’ın dile getirdiği eleştiriler de bu konuyla ilgilidir.)
Aklımızı bu Dünya gezegenini, Buckminster Fuller’ın tabiriyle, bu “Dünya uzaygemisi”ni nasıl idare edeceğimize takmış durumdayız ve belki de bunun tek nedeni bir yandan harıl harıl onu mahvetmeye koyulmuş olmamız. Belki de tek neden yaşam için ideal koşulların burada, Dünya üzerinde bulunması. Ya da gezegenimizin bizzat yaşam tarafından şekillendirilmiş olması.
213
G i n ei R I
Mükemmeliyete DoğruTarihin hiçbir anında bügünkü kadar canlı türü yaşamamış olabilir, ama Paleozoik çağın denizleri şüphesiz daha çeşitli anatomilerle doluydu, bugüne kalanlardan çok daha farklı hayvan vücudu tasarımlarıyla. Mükemmeliyet, necat gibi, dinî bir kavram; ateşli bir inanç gerektiriyor. Canlılar değişir, hiçbiri mükemmel değildir. “İşlerini görmek” için kesintisiz enerji kaynaklarına ve büyümek için karbonlu gıda kaynağına muhtaçtır hepsi. Öz ve biçimlerini koruyabilmek için vücutlarını autopoiesis yoluyla, yani kesintisiz metabolizma çalışması şeklinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlarla idame ettirirler.
Memeliler, böcek ya da bakterilerden daha mükemmel, daha evrilmiş, daha iyi ve “daha iyi uyum sağlamış” değiller. Altı binden az türüyle memeliler, otuz milyon civarında türü bulunan böceklerden çok daha düşük bir çeşitlilik gösterir. Metabolizma davranışları bizimkinden fevkalade farklı olan bakterilere nazaran da çok daha düşük bir çeşitlilik gösterirler. Omurgalılar içinde “en önemli” olanı veya en fazla çeşitlilik arzedeni de değildir memeliler. Bilinen kırk bin türü, sıra- dışı algılama sistemleri ve üreme davranışlarıyla balıklar bizden çok daha fazla çeşitlilik gösterir. Daha büyük, daha iyi, daha parlak, daha Tanrısal bir şey olma yolunda ilerliyor değiliz. Diğer yaşam formları gibi biz de değişiyoruz sadece.
Ölülerin kodu, genler dediğimiz DNA talimatları tüm yaşam formlarında var. Yeryüzünde bir yaşamın devamı için genlerin korunup aktarılması gerekiyor. Dawkins canlı varlıkların, kendi DNA’larım çekip çeviren “makineler” olduğunda ısrarcı; tasarlanmış gibi görünüyorlar, ama hayır, bir tasarımcı yok. Bir amaç yok. Bir tasarımcı ya da bir amaç hiç olmadı. Yaşayan gelmiş geçmiş tüm hayvanlar Darvvin’in doğal seçilimiyle, sürekliliği her gün gözlenen bir işlemle üretildiler.
Dorion Sağan, meslektaşı Eric D. Scheneider’la birlikte, bir canlı varlık için enerji ve madde akışının mutlak bir gereklilik olduğuna vurgu yapıyor. Ve atığın gaz olarak, sıvı olarak ve katı biçiminde boşaltılması, süpürülmesi, çekilmesi, dışlanması ya da sızıp gitmesi lazım. Enerji çevriminde verimlilik asla tam, yüzde
H A Y A T K İ T A B I
100, mükemmel değildir. Atıklar, bir canlının harcadığı gazlar, bir başka canlı türü için hâlâ enerji veya besin barındırır. Bir türün osuruk ve geğirtileri çok farklı bir başka yaşam formuna temiz hava sağlayabilir. Sağan termodinamik açıdan canlı varlıkların “açık sistemler” olduğuna dikkat çekiyor; enerji ve madde bunlardan akıp geçer. Enerji ve madde akışı şarttır. İnsan havsalasına çok uygun görünmeyen bu süreçler istikrar için gereklidir. Her sistemin enerji ve madde akışına ihtiyacı vardır. Ve her canlının varoluş sebebi de, Sagan’a ve Schneider’a göre, “gradyanları azaltmaktır”. Dünya gradyanlarla doludur, enerjideki, maddedeki, gaz yoğunlaşmasındaki, basınçtaki farklarla -b ir aralığa yayılan farklarla. Termodinamik ve kalıtsal bir sistem olan yaşamın amacıysa Güneş patlamalarıyla gerçekleşen devasa solar gradyanı azaltmaya devam etmektir, ki açığa çıkan ısı salınıp “soğuğa” geçmektedir, (bölüm 27)
- 2 5 -
Evrim ve Amaç
Stepken Jay Gould ile SöyleşiBakterilere ait, 3,500 milyon yıl öncesinden kalma fosiller var. Ve
onlar hâlâ Dünya üzerindeki baskın yaşam formu. Stepken Jay Gould
Üniversitede ders verdiğim son on yıl boyunca, derste bile, dünyanın dört bir yanına yayılmış yaklaşık üç yüz bilimcinin zihin, yaşam ve evrene dair açıkladığı veya açıklayacağı fikirler üzerine düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Tam anlamıyla bulutların üzerinde yaşadım; bu kitap yayınlanınca buharlaşır belki.
Bu on yıl boyunca söyleştiğim hiçbir bilimciyi unutmam heralde. Bu kitap
Stephen Jay Gould (1943-2002) Harvard Üniversitesi’nde paleontolojistti; muhtemelen en çok Niles Eldredge ile birlikte geliştirdiği kesintili denge teorisiyle31 tanınmaktadır.
31 Punctuated Equilibrium: Evrimi, tedrici değişimler yerine, uzun istikrar (denge) dönemlerini kesintiye uğratan ani değişimler şeklinde görür.-çn
217
H A Y A T K İ T A B I
için seçtiklerimi hep hatırlarım sanıyorum. Seçimlerim tamamıyla özneldi, bilimcinin itibarı, ödülleri ve düşünce derinliğine bakmaksızın, sırf okurun ilgisini çekme düşüncesiyle belirlenmişti.
Ama bir bilimciyi hiç unutmayacağım kesin, Stephen Jay Gould’u ve bunun tek nedeni de Harvard Üniversitesi’ndeki ilk ve epey olaylı buluşmamız değil. Bir ders günü akşam saat yedide, ofisinde, köhne bir koltuk, sandalyesiz bir masa ve kataloglanmayı bekleyen fosillerle dolu düzinelerce karton kutunun bulunduğu devasa, epey darmadağın bir odada buluşmak üzere anlaşmıştık. Kış ortasıydı ve Stephen Jay Gould akademik bir New York yolculuğundaydı. Buluşma anma yarım saat kala bir çalışma arkadaşı ofise gelip, dünyanın en ünlü paleontoloğunun fırtına nedeniyle New York’tan dönüş uçağını kaçırdığı yolundaki üzücü haberi verdi. Şahıs ley hinde çok şey anlatıyor bu; Gould jestleri ve müthiş sesiyle hiçbir mekana sığmazdı, çalışma arkadaşıysa son derece nazik ve anlayışlı davranıyordu. Bu hanım Barselona-Boston yolculuğumun boşa gitmemesini sağlamak arzusuyla görüşmeyi ertesi günün sabahına, iki ders arasına aldı, tabii bir New York havaalanında eğleşmekte olan, bedbin patronuna danışmadan.
Ertesi gün sabah onda ben koridondan odasına doğru ilerliyordum ve doktorlarla profesörlerse odadan gelen bağırtı çağırtının nedenini anlamak için dikkat kesilmişti. Değerli zamanının kendi onayına başvurulmadan düzenlenmesine öfkeliydi. Söyleşinin ilk beş dakikasında, kızgınlığını göstermek için, sorularımı sadece kısa evet hayırlarla cevapladı.
Söyleşiyi elden geçirip kısa cevaplı başlangıç sorularını çıkarınca iki şey far- kettim: birincisi, bu kitapta yazıya dökülen söyleşilerin en kısası olacaktı; ve İkincisi, bilimsel teorinin yaptığı katkıyı en iyi ortaya çıkaranıydı, zira paleontologla- rın modern düşünceye yaptığı büyük katkıyı vurgulama konusunda -uzun ya da kısa, kapsamlı ya da özlü- her yolu biliyordu Stephen Jay Gould. “Büyük kozmik okyanusun son dalgasındaki son damla” olduğumuzu farkettirmeye yönelik pek çok deyişi vardı. Gould’un karmaşıklık ve zaman başlıklı çizelgesine yerleştirdiği fosil insanımsıları keşfetmek için taş ocakları ve mağaralarda çalışanlarsa -Lea- key’ler, Charles Walcott, Donald Johanson veya Miguel Crusafont— bir başka büyük paleontologlar kategorisine yer alırlar.
Eduardo Punset: Çok defa, evrim tarihinde daha yüce bir şeylere doğru ilerlediğimizi işaret eden bir ibare görmediğini söyledin, evrimde yükselen bir grafiğe rastlamadın.
Stephen Jay Gould: Tabii. Olması mümkün müydü, bilmiyorum, çünkü yeryü- zündeki yaşama hep bakteriler hükmetti. Daha yüce ve daha iyi bir şeye doğru gitmiyoruz. Ve daha karmaşık yaratıklar olduğumuz için başarı şansımızın da daha yüksek olacağını düşünmek inandırıcı değil. Karmaşıklık uzun
218
E V R İ M V E A M A Ç
vadede başarımızı garand etmiyor. Bakterilere ait, 3.5 milyar yıl öncesinden kalma fosiller var ve onlar hâlâ Dünya üzerindeki baskın yaşam formu. Biz insanlar yaşam tarihini temsilen bazı sistemler geliştirdik ve bunlara göre evrimin yönelip doruğa ulaştığı nokta biziz, ama Dünya tarihini bir bütün halinde alırsak, tür sayısı pek fazla olmayan, beş binin altında kalan kompleks memeliler o kadar da önemli gibi görünmüyor. Fizik ve kimya gereği yaşam çok basit yapılarla başlamış olmalı. Karmaşık yaşam formlarına da yer var, ama canlıların büyük bir kısmı hep çok basit kaldı, bakteriler düzeyinde. Ve doğruyu söylemek gerekirse, gayet başarılılar.
E.P. Profesör Gould, ilk eklem bacaklıların ortaya çıkışı, sizce dört milyon yıl önce ilk insanımsıların ortaya çıkışı kadar önemli miydi?
S.J.G. Tabii, eklem bacaklılar daha önemli, çünkü açık farkla en yaygın hayvansal yaşam formudurlar. Bugün, çoğu balık olmak üzere, sayıları muhtemelen kırk bini geçmeyen omurgalı türü ve dört binin üzerinde bir memeli türü yaşıyor, diğer yandaysa milyonlarca böcek türü var. Pek çok hayvan türü henüz belirlenmemiş durumda. Hiç şüphesiz, sayısal anlamda bugün baskın hayvansal yaşam formu eklem bacaklılardır ve biz yitip gittikten sonra da onlar hâlâ burada olacaklar. Biz bir nükleer felaketle kendimizi yokedebili- riz, ama böcek çeşitliliği bundan ciddi biçimde etkilenmez. Literatürde tarif edilen, beş binin üzerinde değişik km kanatlı türü var mesela. Dolayısıyla, eklem bacaklıların çoğunlukta olduğunu ve pek çok eklem bacaklının da hatırı sayılır ölçüde evrildiğini hesaba katınca, gezegendeki baskın hayvan grubunun öncülleri sayılabilirler. Eklem bacaklılar çağındayız hâlâ.
E.P. Bakterilerin bizden önce burada olduğuna ve bizi gömeceklerine dikkat çekiyorsunuz. Biraz değişimler üzerinde duralım. Paris Universitesi’nden bir arkadaşım, genetik uzmanı Miroslav Radman on beş yıl bakterileri inceledi ve dediğine göre, insanalara kıyasla avantajları, belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kaldıklarında daha hızlı mutasyon geçirebilmeleriymiş. Bugün değişim taraftarı pek yok, belki sadece bazı akademik çevrelerde var.
S.J.G. Ama bizim değişimimiz kültürel değişimin bir sonucu, her tür biyolojik evrimden çok daha hızlı. Biyolojik evrim öyle yavaş ve öngörülemez ki bizi darmadağın ediyor, insanoğlunun teknolojik ilerlemesiyse çok etkileyici ve de katiyen öngörülemez bir şey. Son iki yüz yılda tüm gezegeni yoketmenin, anında iletişimin, gezegenden havalanmanın vs. yöntemlerini geliştirdik. Artık çok daha fazla şey yapabiliyoruz.
E.P. Ama karmaşıklık daha fazla belirsizlik demek. Çok fazla şık var ve sağ kalmak için en iyisi tümü üzerine, çeşitlilik üzerine oynamak, her halükarda sağkalımı garantilemek için.
S.J.G. Evet, bu çok zekice bir seçim, ama bu seçimi yapacak kadar zeki olup ol
219
H A Y A T K İ T A B I
madığımızdan emin değilim.E.P. Ve çeşidilik geçmişte olduğu gibi hâlâ yaygın, öyle değil mi? Yoksa geçmişte
çeşitlilik daha mı fazlaydı?S.J.G. Muhtemelen önceki zamanlara göre daha çok tür var, ama başka zaman
larda temel anatomileri farklı olan daha çok organizma vardı. Hemen tüm modern hayvan gruplarının oluşumunu haber veren hadise 541 milyon yıl önceki Kambriya patlaması denen şeydir. Burgess Shale taşocağı faunasının —sert kısımlara ilaveten— yumuşak iç kısımları da barındıran nadir fosillen bu dünyaya açılan penceremizdir. Uzak geçmişteki hayvan yaşamının gerçek doğasını ve çeşitliliğini gözlemlememizi sağlıyor. Ama çeşitlilik kolay elde edilen bir şey değildir ve kaybolunca geri gelmez. Temel organizma gruplarını yokedersek, aslında evrimsel kolları ve arkalarındaki birkaç milyar yıllık tarihi yoketmiş oluruz. Bir şeyi oluşturmak milyarlarca yıl sürüyor, ama ortadan kaldırmak için bu sürenin minik bir kırıntısı yeterli.
E.P. Biz insanların yaptığı yanlış değerlendirmelere veya varsayımlara sık sık atıfta bulundunuz. İnsanlar veya gezegenle ilgili en büyük yanlış anlama ne sizce?
S.J.G. Kabaca söylersek, sanırım iki büyük yanlış anlama var. En kötüsü —ki tarih boyunca bunu yaptık- aslında tüm insanların birbirine çok benzediğim görmemek. Modern insan sadece iki yüz bin yıl yaşında. Ve şimdi insanlar arasındaki genetik farklılıkları tahlil edebildiğimiz için bunu tanıtlayabiliyoruz; farklı ırklar arasında deri ve saç gibi dış karakteristikler bakımından farklılıklar bulunsa da, çok benzer olduğumuz aşikar. İnsan ırkları denen şeyler arasında küçük genetik farklılıklar var, ama önyargılarımızın esiri olma hatasına düşüp, bu farklılıklara dayanarak kendi grubumuzu ötekilerden üstün ilan etmemeliyiz. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının ve soykırımın hazin hikayesidir bu, ahlak ve biyolojinin çarpıtılması üzerinden yürür. Diğer büyük hatamız, kendimizi Dünya’nın efendisi sayıp geleceğine karar verme hakkına sahip olduğumuza inanmak. Ve bunu yapma gücümüz var diye de. diğer organizmalar, diğer türler veya çevre için yarattığımız sorunları umursamıyoruz. Çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek trajik bir hata bu. Daha alçak gönüllü olmamız lazım, tüm insanların tek bir tür olduğunu ve sandığımız kadar güçlü olmadığımızı anlamamız lazım; o zaman herşey mutlaka daha iyi olacatır.
E.P. Zamana jeolojik bir perspektifle mi bakmalıyız?S.J.G. Mutlaka. Benim bilimimin insanlığa kattığı en önemli kavramdır. Dünya
en az dört milyar yıl yaşında, binlerce yıl yaşında falan değil. İki veya üç yüzyıl öncesine kadar, Batı’da, şuna inanılıyordu: Dünya en fazla dört veya beş bin yıl yaşındaydı ve ilk günler hariç, tüm Dünya tarihinin odak noktası in
2 2 0
E V R İ M V E A M A Ç
sandı. Bu fikirler bizi daha da kibirli yaptı, sanki Dünya sırf bizim için yapılmış ve tarih de insanlığın tarihiymiş gibi. Şimdi Dünya’nın binlerce değil, milyonlarca yıl yaşında olduğunu ve insanlık tarihinin de bu devasa kozmik zaman periyodu sonundaki bir saniyenin ancak son parçası olduğunu anlıyoruz. Dünya’nın bizim için yapılmadığını ve sadece şanslı bir kaza eseri burada bulunan misafirler olduğumuzu anlamamız lazım. Belki bu yaklaşım bizi daha saygılı ve daha fazla insan yapar.
E.P. Jeolojik zaman perspektefinden bakınca, yeni büyük yokoluşlara dair bir işaret görünüyor mu?
S.J.G. Dünya üzerindeki 550 milyon yıllık hayvan yaşamında beş büyük yokoluş gerçekleştiğini biliyoruz. Bir başka deyişle, yaklaşık her yüz milyon yılda bir yokoluş gerçekleşiyor -çok sık değil. Tabii Dünya üzerinde insanlar gibi, iyi ya da kötü, kendine özgü bir bilinç ve bunca güç sahibi olan bir başka tür hiç yaşamadı. Yaşam alanlarını değiştirdiğimiz için pek çok tür yokoldu ve öyle çok tür de yokolmakta ki, insanoğlu yüzünden büyük bir yokoluş gerçekleşiyor olabilir. Bunun gerçekleşmesini engellemek için daha zeki olmamız gerekiyor. Zamanın söyleyeceği bir şey, ama büyük bir yokoluş asla yaşamın tümden yokoluşu anlamına gelmemiştir. Hayat sürüyor ve biz buradayız. Dinozorlar altmış beş milyon yıl önce ölüp tükenmeseydi, şimdi biz burada olmazdık, çünkü bir başka önemli, haricî olgu ortaya çıkana kadar yüzbin- lerce yıl tüm küçük memelilere dinozorlar hükmedecekti. Gerçek şu ki, dinozorların yokoluşu küçük memelilerin evrilmesine imkan tanıdı. Ve biz bu yüzden buradayız.
2 2 1
- 2 6 -
Ölülerin Kodu
Richard Daıvkins ile SöyleşiBazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları denizde, bazıları da yeraltında yaşar, bazıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi
yapıyor: sağ kalmaya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Hayvanların varolmasını sağlayan talimatlar genler tarafından
kodlanıyor.Richard Daıvkıns
Richard Davvkins ve Stephen Jay Gould bilimi popüler hale getirmede yirminci yüzyılın ve hatta yirmi birincinin önde gelen isimleridir. Bilimsel ilerlemeye büyük katkı yaptıkları ve ayrıca bilimi halka yakınlaştırdıkları halde, Davvkins büyük ihtimal asla Nobel Ödülü almayacak. Nobel Ödülleri, karşı konulmaz bir entelektüel merakla esinlenmiş vizyon sahibi bilimcilerden ziyade, kendilerine
Richard Dawkins, Oxford Üniversitesi’nde, Charles Simonyi Halkın Bilimi Anlayışı Kürsüsü’nün ilk başkamdir.
2 2 2
Ö L Ü L E R İ N K O D U
“matkapçı” diyen bilimcilerin keşiflerine veriliyor sadece. Richard Davvkins de, Stephen Jay Gould da ilk kategoride yer alıyor.
Richard Dawkins’le ilk kez Munich’te, John Brockman’ın düzenlediği bir seminerde görüştük. Neredeyse iki bin genç odayı tıka basa doldurmuştu.
Biçim ve özümüz itibariyle, genlerin ebedi sağkalım yarışlarında onları taşıyan kısa erimli makineler veya taksiler olduğumuz görüşünü Davvkins’e borçluyuz; Kör Saatçi [The Blind Watchmaker] ve Bencil Gen [The Selfish Gene 1 gibi kitaplarda formüle edilmiştir bu. Ama onun evrim ve özellikle de kültür anlayışı çok daha ilerilere gidiyor. Dawkins’e göre, yirmi birinci yüzyıl dijital ve dijital devamsızlık modern elektronik teknolojisini uygulanabilir kıldı. Ve bu fizik ve biyolojiyle alakalı.
Davvkins, yani Darvvinci fikirlerin popülerleştiricisi şöyle diyor: “Yaşamak için ölülerin kodunu kullanıyoruz, yani atalarımızın genlerini”.
Richard Davvkins: Sinir lifleri sırf analog kodlarla çalışmıyor; bilakis teorik hesaplamalar dijital kodlar olmadan çalışmayacaklarını gösteriyor. Sinir sinyalleri bir makineli tüfekten gelen atışlar gibidir. Güçlü bir mesajla zayıf bir mesaj arasındaki fark sinyallerin yoğunluğuyla değil, frekansıyla ilgilidir. Sarı rengi görmek, denizin sesini duymak, terebentinin kokusunu almak -bu algılar arasındaki farklar, atışların veya sinyallerin sinir sistemimizde değerlendirilmesiyle belirleniyor. Beyinlerimizin içini dinleyebilsek, savaş meydanından yükselen sesler gibi bir şey duyardık.
Eduardo Punset: Nanoteknolojinin devreye girmesiyle ortaya çıkacak ekonomik, sosyal ve kişisel çalkantılar ne gibi sonuçlar doğuracak?
R.D. Nanoteknoloji minik, moleküler ölçekte makineler yaratma işidir ve epey gelecek vadediyor. Moleküler biyolojinin saf, doğal nanoteknoloji olması hasebiyle, neler yapılabileceğini de biliyoruz bir bakıma. Enzimler ve proteinler gibi moleküller belirli kimyasal reaksiyonları katalize ederek çalışır. Bu moleküller minik mekanik cihazlar gibidir, moleküler ölçekte aletlerdir ve bunlardan milyonlarcası var. Öyle görünüyor ki, prensipte, moleküler boyutlu makineler tasarlayabiliriz, ama ancak milyonlarca makine aynı anda kullanılırsa etkin olabilir bunlar. Dolayısıyla çoğaltılmaları gerekiyor, ki moleküler yapılarda bu mümkün. Bir tane tasarlayıp, imalat yoluyla onu çoğaltabiliriz. Sonra milyonlarca makineyi organizmanın içine salıveririz ve onlar da bozuklukları tamir eder, kanser gibi hastalıkları iyileştirir ve ameliyat bıçağının fazla haşin kaçtığı tedavilerde devreye girer.
E.P. Makine gibi çalışıyoruz.R.D. Tüm yaşam harika makinelerden oluşan bir silsiledir. Her canlı varlık kendi
DNA’sını işletebilen bir makinedir ve her hayvan bunu farklı şekilde yapar.
223
H A Y A T K İ T A B I
Bazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları denizde, bazıları da yeraltında yaşar, bazıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi yapıyor: sağ kalmaya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Hayvanların varolmasını sağlayan talimatlar genler tarafından kodlanıyor. Bu, evrensel tasavvurun harika bir unsuru; talimatların ayrıntıları her durumda farklı. Köstebek yeri kazıp solucanları yemeye hazırdır, kartalın genleriyse nasıl uçulacağı ve av yakalanacağı talimatını verir. Ama her durumda aslolan bizzat talimatların sağkalımıdır. Bu kavramın altını tekrar çiziyorum.
E.P. Evrimsel işleyişte genlerin insanlardan daha önemli olduğunu savunduğun için çok eleştirildin.
R.D. Bireyler çok önemlidir, çünkü yaşayan onlardır. Yürürler, gözlem yaparlar, avlanırlar, kaçarlar, gruplaşırlar. Ama bakışımız bireyin ötesine geçmeli ki içeride ne olup bittiğini anlayalım. Aslında, her iki düzey de önemli. Bireyi ihmal edemeyiz, ama onu adamakıllı anlamak istiyorsak, genlere bakmalıyız, DNA’nın temel talimatlarına, bireyin gelişim ve davranışını mümkün kılan şeylere.
E.P. Richard, sence genler yoruluyor ya da yaşlanıyor mu? Veya yok mu ediliyorlar? Yoksa hep zinde mi kalıyorlar?
R.D. Bu yaklaşımı gözönüne almamız lazım. Yaşamın evrimi milyarlarca yıllık bir süreçte gelişti ve aşağı yukarı yüz milyonlarca yıldır da aynı yaşam formları var, hayvanlar. Genler yoruluyormuş ve yüzbinlerce yıllık bir zaman diliminde bazı şeylerin değişmesi lazımmış gibi görünebilir, ama hayır, her zamanki kadar zindeler.
E.P. Peki genetik bilgi bu süreçte kaybolmuyor mu? Bazı kromozomların, bölünme süreçlerinde bilgi içeren bazı parçaları kaybettiği söyleniyor.
R.D. Evet, bu her zaman olur, ama genel mutasyon sürecinin bir parçasıdır: kromozomların bazı parçaları kaybolur ve diğer parçalar kademeli olarak çoğalır. Genom -nesiller gelip geçerken— sabit kalmaz. Sürekli de gelişmez. Daha ziyade bir bilgi akışıdır. Daima mutasyon geçirmektedir ve daima da geçirecek. Genel organizasyon üç yüz milyon yıldır aynı.
E.P. Yeryüzündeki güzelliklere -harika bir kuşa, eğer kaldıysa, billur gibi bir nehre— bakınca, “Biri tarafından mı tasarlandı, yoksa bir doğal seçilim sürecinin sonucu mu?” sorusu akla geliyor. Bir başka deyişle, dünya yaratıldı mı, yoksa doğal seçilimin sonucu mu?
R.D. Tasarım diye bir şey yok, ne Dünya’da ne de evrende. “Tasarım”a dair en iy: aday hep yaşam olmuştur. Yaşam hep sağ kaldı, ta ki, insanla birlikte, tasarlanabilecek en mükemmel olgu haline gelene kadar. Canlı varlıklar öylesine güzel, öylesine narin, öylesine karmaşık ki, canlı bir varlığın her parçası sanki tasarlanmış gibi görünüyor. Göz bir görüntüye odaklanıp onu incelemek
224
ö l ü l e r i n k o d u
için tasarlanmış gibi görünüyor, işitme işitmek için, eller nesneleri tutmak için, bacaklar da yürümek için tasarlanmış gibi görünüyor. Ama bu doğru değil. Hiçbir şey tasarlanmadı. Darwin herşeyin nasıl meydana geldiğine ilişkin yıkıcı, basit ve doğru açıklamasını 1859’da ortaya koydu. Tasarlanmış gibi görünen, inanılmaz derecede karmaşık makinelerin gelişimi, Darwin’in mekanizmalarıyla, karakteristiklerin sağkalımı ve doğal seçilimle varılan bir sonuçtur. Tasarım hissi mükemmele yakın, ama yine de yaşam formlarının tasarımında bazı kusurlar ortaya çıkıyor. Bazı hatalar dikkate değer, çünkü yaşam tasarlanmış olsa bunlar olmazdı. Tarihin ve doğal seçilimin etkisiyle meydana geldiler.
E.P. Genler hakkındaki bir iki ifadeni alıntılamak istiyorum. Yazdıklarına göre, genler “uzak bir geçmişin kodlu bir tasviri”, “bir sağkalım klavuzu” ve “ölülerin genetik kitabı” . Bence bu müthiş.
R.D. Bu Darwinci bir çıkarsama. Genler geçmiş bir zamanın sağkalım klavuzu gibidirler, çünkü bu genlerin doğal seçilimle başa çıkması geçmişte gerçekleşti. Bugün nasıl sağ kalınacağını biliyoruz ve genlerine kodlanan geçmiş bugünden çok farklı değilse her hayvan sağ kalabilir. Hayvanlar sağ kalmayı başarıyor, çünkü ataları sağ kaldı. Bugünle geçmiş arasında fazla bir sapma olursa, soylarından ayrılılar, çünkü geçmişe uyum sağlamış, geçmiş için “tasarlanmışlardır” ve sağ kalamazlar. Dolayısıyla bugünkü genler geçmişin bir tasviridir, atalarımızın sağ kalmayı başardığı bir dünyaya ilişkin bir tasvir. “Ölülerin genetik kitabı” sözüm buradan geliyor.
E.P. Ve bugünün aşırı derecede hızlı değişimleri, mesela teknoloji, geçmişin kla- vuzlarına yönelik genetik bir tehdit oluşturabilir mi?
R.D. Evet, çevredeki her radikal değişim bir tehdittir. Buzul çağları, kuraklıklar, büyük depremler dönemleri, uzaydan gelen gök taşları ve kuyruklu yıldızlar birer tehdittir. Mesela gök taşları dinozorları tüketti. İnsan teknolojisi ve uygarlığı da tehdittir, çünkü dünyayı radikal biçimde değiştirdi. İnsan yüzünden geçmişe göre köklü biçimde değişti dünya. Sivrisinek, sinek ve bakteriler gibi çok hızlı evrilebilenleri saymazsak, hemen tüm hayvanlar, insan öncesi bir dünyada yaşamaya uyarlılar. İnsan dünyası onlara düşman. Bazı türler, mesela sıçanlarla martılar, çok iyi uyum sağlıyor, yaşam biçimlerini değiştiriyorlar.
E.P. Yıkıcı değişimlere de uyum sağlıyorlar mı?R.D. Evet, insanların sebep olduğu değişimlerden faydalanıyorlar, ama diğer tür
ler uyum sağlayamıyor; bu yüzden pek çoğu tükeniyor. Ama bu, insanlar bilerek onların tükenmesine sebep oluyor demek değil.
E.P. Peki insanlara ne olacak? Sağ kalabilecek miyiz?R.D. İnsanlar açısından işler -genel olarak- şaşırtıcı biçimde iyi gidiyor. Bazı in
225
H A Y A T K İ T A B I
sanların kendilerini yabancı bir çevrede hissetmeleri yüzünden birçok zihinsel hastalık ve yabancılaşma yaşandığı doğru, ama türümüzün bu gayri-tabii çevredeki yaşamı genellikle tolere edebilmesi bir biyolog olarak bana etkileyici geliyor.
E.P. Genlere kodlanan bilginin yanısıra bugün bir de öğrenilip beyne depolanan ve teknolojik ilerlemeyi sağlayan bir bilgi olduğu söylenebilir. Ve tarihte ilk kez iki bilgi kanalı çarpışıyor, değil mi?
R.D. Evet, bu konu çok enteresan bence. “Ölülerin genetik kitabı” sözüm, şüphesiz, beyinsel bilgiden geliyor. Aynı benzetmeyi bu yana çevirmiş oluyoruz. Haklısın, geçmişten gelen iki ayrı bilgi hattımız var, her ikisi de nasıl sağ kalınacağıyla ilgili, yani yakın geçmişte türlerin nasıl sağ kaldığıyla ilgili. Ve bu hatlardan biri diğerine göre çok daha hızlı ilerliyor, çünkü kültürel değişimler genetik değişimlerden çok daha hızlı. Genetik değişimler durmadı, ama öyle yavaş ki—
E.P. Pek farketmiyoruz.R.D. Ya da hiç farketmiyoruz. İnsanın tarihini anlamak için tüm evrim teorisini
unutup sıfırdan başlamak gerekir. Taş Devri’nde Afrika’da yaşayan hayvan fazla değişmedi, ama kültürel bilginin etkisiye gelişiyor. Yani ölülerin en yeni kitabı -kültür kitabı— gelişiyor, ama genetik ve kültürel bilginin çatışmaya girip girmeyeceğini bilmiyorum. Belki de tek felaket, kültürel ilerlemenin felaketle başedememesi olur veya çok gelişmiş bir teknoloji üreterek tehlike saçması. Bugün, tıpkı altmış beş milyon yıl önceki göktaşının dinozorları ortadan kaldırması misali, dünyayı yokedebilecek silahlara sahibiz! Bu bombalarla yaşam geleceğimizin ayrılmaz bir parçası.
226
- 2 7 -
Evrimin Amacı
Dorion Sağan ile SöyleşiYaşamın amacının gradyanları kırmak olduğu yolundaki düşünce, Copernicus'un evrenin merkezinde olmadığımız yolundaki büyük
kavrayışına eş, çığır açıcı bir gelişmedir.Dorion Sağan
Isı soğuğa doğru yayılıyor. Asla odadan geriye doğru gidip kahve kupasını ısıtmıyor. Dorion’ın dediğine göre, bu bize yaşamın hareket tarzı ve de borsa hareketleri konusunda bir şeyler söylüyor. “Yaşam gradyanları kırıyor” derken Dori- on’ın kastettiği şey ne —gradyanlardan nefret edip onları kırmanın termodinamik yasalara uymak olduğu mu?
Eduardo Punset: Dorion, Eric D. Schneider’la birlikte yazdığın kitabında “yaşamın amacı”nın gradyanları kırmak olduğunu ileri sürüyorsun ve gradyan-
Dorion Sağan üretken bir bilim yazarıdır.
227
H A Y A T K İ T A B I
ları da “bir aralığa yayılan farklar” diye tanımlıyorsun.Dorion Sağan: Teşekkür ederim, Eduardo. Yaşamın amacının bir gradyanı kır
mak olduğu yolundaki düşünce, Copernic’in evrenin merkezinde olmadığımız yolundaki büyük kavrayışına eş, çığır açıcı bir gelişmedir bence. Grad- yan, evet, bir aralığa yayılan farklılaşmadır. İkinci termodinamik yasasının özü uzun zaman sadece “düzensizlikte artış” olarak düşünülse de, öyle değildir. Bunu kısmen, ikinci yasa tüm evrende geçerli olduğu için biliyoruz; yaşam gibi son derece örgütlü sistemlerle doludur evren. Enerjinin güçlü bir yayılma eğilimi gösterdiğini söylersek, ikinci yasayı daha doğru —ve basit— bir biçimde karakterize etmiş oluruz. Enerji delokalize olur; bir yerdeki yoğunlaşmadan dağılmaya doğru hareket eder. İkinci yasanın özü budür, basitçe düzensizlik diye yorumlanan entropinin artışı değil. Frank Lambert’in hemen tüm yeni kimya ders kitaplarına eklenen çalışması, ikinci yasanın düzensizlik artışı değil, aslında bir enerji yayılımı meselesi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yaşamın işlevinin, doğal yoldan meydana gelen diğer kompleks sistemlerdeki gibi, entropi veya atomik kaos üretmek olduğuna ilişkin yeni ve sağlam deliller var. Bu sistemler enerji yayarken tasarımsı şekillerini koruyor ve maddeyi devindiriyorlar. Doğal işlevleri veya amaçları bu.
E.P. Sanırım diyorsun ki, solar gradyan —güneş radyasyonu ve ısısı- senin tabirinle, “soğuğa doğru” hareket ediyor ve yaşam bu gradyanı kırıyor. Ama belki de jeotermal gradyanı kastediyorsun? Bazı yaşamların, mesela derin deniz bacalarındaki yaşamın ışıksız yaşandığını biliyoruz ve orada gradyan yüzeydeki soğuk okyanusa kıyasla Dünya’ın sıcak iç kısmına daha yakın olabilir.
D. S. Yaşam enerji akış alanlarında maddeyi devindiren bu sistemlerden biridir vegüneşi kullanır. Ama başka sistemler de enerji elde edilebilen başka gradyan- ları kullanıyor, kimya, basınç ve ısı değişimlerini. Başka sistemler arasında mesela şunlar sayılabilir: Bernard hücreleri, Taylor girdapları, Liesegang halkaları, Belousov-Zhabotinski reaksiyonları, okyanustaki tuz parmakları, atmosferdeki Hadley hücreleri ve hortum ve kasırga türü fırtına sistemleri. Bu sistemlerin hepsi ısı halinde entropi üretir. Örgütlüdürler ve doğal bir işlevleri vardır: gradyan azaltmak. Altıgen Benard hücreleri ve diğer konveksiyon hücreleri basit bir ısı gradyanını azaltırlar. Hortumlar yüksek ve alçak hava basınç kütleleri arasındaki farkı ortadan kaldırmak için meydana gelir. Hortum ortaya çıkar, oldukça nadir bir devinen atomlar konfigürasyonunda dönerek oluşur ve gradyanın enerji potansiyelini kullanarak doğal vazifesini tamamlayana kadar devam eder. Sonra kaybolur. Amacı, varoluş nedeni, ba- rometrik basınç gradyanını azaltmaktır.
E. P. Yaşama benzer bir yanı var.D.S. Evet, ama mistik bir yanı yok, tasarım yok —sistematik bir yapıyı, güçlü ve
228
E V R İ M İ N A M A C I
amaca yönelik bir hortumu kontrol etme anlamında, insan misali bir yaratıcı yok. Hortum form ve işlev bakımından bir bütün: enerjiyi yayıp gradyan- ları yoketmeye yönelik.
E.P. Ya yaşam?D. S. Yaşam da benzer bir gradyan-azaltan sistem, yalnız belirgin biçimde azalttı
ğı şey, atmosfer basıncı değil de, sıcak güneşle soğuk uzay arasındaki elektromanyetik radyasyon farkı. Dünya biyosferine ilişkin uydu ölçümleri şunu gösteriyor: ekvatorun zengin ekosistemleri yazın yüksek albedo32 yüzünden, tropiklerdeki yağmur ormanlarını kaplayan yansıtıcı bulutlar yüzünden, Sibirya’nın kışın kaybettiği kadar ısı kaybediyor. Atmosfer kimyacısı James Lovelock’un işaret ettiği üzere —ki kendisi NASA tarafından Mars’ta yaşam aramak için istihdam edilmişken gezegen atmosferimizin sürekli bir termodinamik anomali sergilediğini bulmuştu- yaşam serini seviyor. Çevre ısısı şeklinde entropi yaratan diğer kompleks termodinamik sistemler de öyle. Açık-devre termodinamik sistemler, mesela hortumlar ve ekosistemler, ikinci yasanın enerjiyi delokalize etme yolundaki ruhsuz amacını gayet güzel gerçekleştiriyorlar. Bu sistemler sayesinde daha fazla atomik kaos —entropi veya “düzensizlik”- üretiliyor. Bu sistemler enerji yayıyor, ama düzensiz değiller. Alakası yok. Oldukça örgütlüler, entropi üretimini desteklemek üzere etkin biçimde enerji çekiyorlar. Yaşam, ikinci yasayı ihlal etmek bir yana, onun daha etkin bir biçimde işlemesini sağlıyor -ya daha hızlı işlemesini ya da daha uzun süre işlemesini veya her ikisini birden sağlıyor.
E. P. Öyleyse, derin deniz canlıları solar gradyanı nasıl kırıyor peki? Jeotermalenerjiyi kullanmıyorlar mı?
D.S. Hayır. Okyanus dibinde, jeotermal enerji sızdıran “kara dumancılar” ve ısı menfezlerinin bulunduğu bölgelerde zengin bir yaşam var. Hatta sayıları giderek artan bazı bilimcilere göre, böyle koşullarda yaşam olmaksızın meydana gelen demir-sülfür kimyası, doğrudan yaşamın kökenini önceleyen kimyasal ata. Yani yaşamın gradyan azaltan sistemi, yaşam-dışının gradyan azaltan sisteminden gelmiş olabilir. Ama muhtemelen ilkel olan bu sualtı ekosistemlerinin temeli jeotermal eneji değil. Isı termodinamik bir nihai ürün, yaşamın enerji kaynağı değil. Menfez ekosistemleri, oksijen sülfidin doğal oksitlenmesiyle enerji sağlayan bakterilerce destekleniyor. Bu durumda enerji için kimyasal bir gradyana, redox33 gradyanı denen şeye başvuruluyor. Bu belki yaşamın orijinal gradyamydı ve ardından, fotosentez ortaya çıkınca, solar gradyana taşındı. Bugün, jeopolitik hadiselerin işaret ettiği üze
32 Yansıtma katsayısı.—çn
İndirgeme.ok si ileme, en
229
H A Y A T K İ T A B I
re, küresel teknoloji toplumu bir başka gradyana bağımlı —fosil yakıt grad- yamna. Sözünü ettiğin hayvanlar, James Cameron’m harika Imaxî4 filmi Sualtı Yaratıkları’nda [Aliens o fth e Deep] görebileceğin dev sakallı solucan tipi tüp solucanları sıcağı sevebilirler, ama jeotermal gradyana bağımlı yaşamıyorlar. Sülfit gradyanından enerji sağlayan iç bakterileri sayesinde besleniyorlar.
E.P. “Yaşamın amacı” derken neyi kastettiğini ve bunun termodinamikle alakasını açıkla lütfen. Termodinamiğin bir fizik bilimi olduğunu sanıyordum, ama sen biyolojiyle ilişkisini ima ediyorsun. Ne demek istediğini açıklar mısın lütfen?
D.S. Haklısın. Termodinamik bir fizik bilimidir. Ama artık yaşamın fiziksel bir hadise olduğunu görüyoruz, sırf genler ve proteinler şeklindeki kimyasal terkibi bakımından değil, enerji akışı bölgelerinde maddenin devinimi gibi ener- jitik işlemler bakımından da. “Yaşamın amacı” tabii hassas bir ifade. Bilimin teleolojiye, yani amaç araştırmasına tatbikinde büyük bir sorun var: amaç sorgulamaları çıkış noktaları itibariyle bilim dışıdır. Böyle olması da çok anlaşılır bir şey. Rönesans öncesi dünya görüşü tüm evreni insanların katıldığı, amaç menşeyli bir yer olarak görüyordu. Bilimsel devrimse amaçlı insanlarla cansız, mekanik olarak işleyen doğa arasında keskin bir ayrım yarattı. Bilim insan zihnindeki amaç eğilimini tanrılara, ruhlara veya öznel-bilinç dışı doğa güçlerine atfetme konusunda ihtiyatlı davranarak büyük kazanımlar sağladı. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, modern bilim özel olmadığımızı, bir kapris eseri değilsek de, şaşırtıcı güzellikte, kurallı bir maddi evrenin bir parçası olduğumuzu anlamak bakımından sayısız zaferlerle doludur. Co- pernicus bizi evrenin merkezinden attı, ama fikirleri önce bilim dışı bulunarak hakir görülmüştü. Bruno kazığa bağlanıp yakıldı ve Galileo da bizi yaradılışın coğrafi merkezinden dışlayan kibirsiz bir pozisyonu savunacak kadar kibirli olduğu için ev hapsine mahkum edildi. Peşinden kimyacılar yaşamsal özün özel bir şey olmadığını buldular. Organik bir kimyasal olan üre inorganik bileşenlerden sentezlenebiliyordu. Astrofizikçiler uzayın derinliklerinde karbon, oksijen, hidrojen, formik asit ve alkol buldular. Alabama sosyetesinden, bir senatör kızı ve hazırcevap bir parti müdavimi olan Tallulah Bankhe- ad’in nüktesiyle söylersek, “Çiğnenmiş balçık kadar safım”. Biz de saf ya da özel değiliz, içinde bulunduğumuz kozmik koşulların yaratılarıyız. Özel bir yerde yaşamadığımız ve sıradışı elementlerden yapılmadığımıza göre, içinde yer aldığımız işleyiş de müthiş derecede eşsiz değil demektir. Termodinamik bize şunu gösteriyor: enerjinin bulunduğu bölgelerde doğal olarak gelişen di-
^ Geniş ekran.—çn
230
E V R İ M İ N A M A C I
ğer madde devindirici sistemler gibi, biz de aynı entropi-üretim işlevine sahibiz. Yaşam, genetik mimarisiyle, yani kimyasal olarak kendini kopyalama kapasitesiyle eş tutuldu, buna indirgendi, ama bu yeteneği esasen enerjitik işlevi yanında ikincildir. Yaşamın işlevi, bir hortumun işlevi gibi, bir gradyanı azaltmaktır. Bu daha yüksek bir metafizik amacı geçersiz kılmıyor, ama şu çarpıcı gerçeği gözlerimizin önüne seriyor: yaşamın fizikî varlık sebebine dair tutarlı bir maddeci izah nihayet bulunmuş durumda.
E.P. Ya evrim? Onun bir amacı var mı?D.S. Devindiren, enerji kullanan yaşamın bir işlevi olduğu termodinamikle açığa
çıkttığına göre, artık evrimin bir istikameti olduğunu da görebiliriz. Evet, adaptasyon ve genetik determinizm konularında anlaşamayan Stephen Jay Gould [bölüm 25] ve Richard Dawkins [bölüm 26] gibi evrimciler, evrimin esasen rastgele olduğunda mutabıklar. Ama bu ortodoks duruşun yanlışlığını gösteren deliller var ve sayıları giderek artıyor. Yaşam zamanla okyanuslardan karaya ve havaya yayıldı ve artık giderek uzaya yayılıyor. Kimyasal elementlerin sayısı ve Dünya yüzeyindeki biyolojik deverana katkıları arttı. Bu şaşırtıcı değil, çünkü tüm termodinamik sistemler, bir enerji kaynağı olduğu sürece gelişebildikleri kadar gelişirler ve bunu yaparken maddeyi devindirirler. Başka evrimsel eğilimler var. Tür sayısı, beş temel kitlesel yoko- luşa rağmen, her seferinde sıçrama yapıp daha yüksek bir rakama ulaştı. Biyosferde depolanan ve yaşamın düzenli olarak kullandığı enerji birikimi arttı. Solunum verimliliği, oksijenden elde edilen enerji miktarı arttı. Jeolojik zaman süresince yaşamın zekası, algı kapasitesi ve duyarlığı da arttı, ki bunların hepsi yeni enerji kaynakları bulup devreye sokmak ve onlara ulaşımı sağlayan araçları korumak için kullanılabilir. Evvelden belki mistik bir ente- leçiyi35 ima ediyor diye yaşamın bu yönelimine ilişkin delilleri inkar etme eği- limindeydik, ama şimdi evrimin bu yönelimlerini doğal sayabiliyoruz. Cansız termodinamik sistemlerin faaliyetleriyle paralellik gösteriyorlar. Akşam yemeğimizi ararken, kendimizi gradyan azaltan sistemler şeklinde idame ettiriyoruz. Flört ve eş ararken, kendi türümüzden gradyan azaltan organizasyonların gelecek nesilde kalıcı olma şansını arttırıyoruz -bedenin nihai bozunum ve ölümüne rağmen, ki bu da bir entropik çözülme halidir. Artık yaşamın amacı üzerine konuşurken çekimserliğe gerek yok. Cansız sistemlerin bile bir işlevi var, bir amacı veya işlevi ve yaşamın amaçlılığı buradan geliyor. Yalnız, yaşamın amaçlılığı, bilim öncesi zamanların büyük insan merkezli evrenine karşılık gelmiyor. Bu doğal, Copernic’çi bir amaçlılık ve diğer, cansız sistemlerde de mevcut.
Potansiyelin gerçeklenmesi; bir organizmanın kendini gerçeklemesini sağlayan yaşamsal güç.
231
G İ R İ Ş
Ölü ya da DirifYaşam, her türlüsü, hücrelerden oluşur. Sulu bir hücreden, yani yüzlerce proteinin oluşturduğu ve maddeleri içeri alıp dışarı bırakan aktif bir zarın çevrelediği bir birimden daha az karmaşık bir canlı yok. Minimal bir canlı sistem olarak hücre, bakteriyal veya çekirdekli bir hücre (ki üçüncü bir şık yok), yaşamın tüm özelliklerini birarada sergiliyor aslında. Kullanılabilir enerji ve kimyasalların, her ikisinin de kesintisiz bir akışı gerekli yaşam için. Yaşam için gereken kimyasallar -karbon, nitrojen, hidrojen vs.— bizim gıda olarak bildiğimiz şeylerdir. Doğru ve kullanıma uygun bir formda bulunan enerji sistemi işler halde tutmaya yarar; tüm enerji kullanıldığında hücre ölür. Birkaç hücre (veya organizma) türü -sporlar, kistler, bazı tohumlar, aktif kuru maya ve diğer propagüller [tomurcuk, fidan, spor]- kuruyup kapanarak bekleyebilirler. Ayrıca, gıda olarak bilinen kimyasalların sürekli bulunması da lazım; bunlar hücreye katılırlar. Her hücre ya da hücrelerden oluşan her organizma bir sistem meydana getirir ve bu sistemler zamanla çözülme eğilimi gösterirler. Canlı sistemlerin hepsi pek çok parçadan oluşur. Sürekli bir enerji ve gıda maddesi akışıyla idame olurlar. Alice Harikalar Di- yarında’nın Beyaz Kraliçe’sinden mealen aktarırsak, yaşam “bulunduğun yerde kalmak için koşmak”tır. Yaşamın canlı hücrelerce birarada sergilenen özellikleri şunlar: en azından moleküler düzeyde hareket, çeşitli çevre faktörlerine (yani mekanik ve kimyasal uyanma) karşı duyarlılık ve büyüyüp çoğalma eğilimi. Mutlak 00K (-273°C) her tür hareketi durdurduğu için, yaşamsal özellikler bazan bu donma altı eşiğinde korunabiliyor. (Donmuş yaşam-formu —soğuğu tolere edebilen propagül— ısınınca yine tüm normal özelliklerini sergiler.) Bu durumlarda yaşamı muhafaza eden şey donma-erime işkencesinden geçen hücredir.
Tanıdığım ve “yaşamın kökeni” alanına katkı yapan tüm bilimciler kimyasal aktivite üzerine eğilmişlerdir. Stanley Miller ve Harold Urey’nin harika öncülüğünde (1953), basit gaz karışımlarından kompleks karbon-hidrojen (diğer adıyla “organik”) bileşenler yaratmaya ve oluşturmaya çalıştılar. Suda veya (formik asit, alkol, aseton, siyanid vb.) “organik çözücüler”de önemli genetik bileşenler
H A Y A T K İ T A B I
(DNA veya RNA’nın nükleotit veya nükleosis bileşenlerini) yapmak için her yolu denediler. Literatürde William Day ve benim “kek terkibi yaklaşımı” diye tabir ettiğimiz anlayış yaygın. Uygun katkı maddelerini, uygun oran ve şartlarda bira- raya getir, bunlara ultraviyole radyasyonu, kozmik ışınlar veya ısı gibi uygun bir enerji akışı uygula ve yaşam pırtlayıversin. “Yaşamın-kökeni bilimcileri” hemen hemen tümüyle kimyacılardan çıktı. Bili Day de tecrübeli bir kimyacı, ama “kek terkibi yaklaşımını” terketti. Yaşamın en az 3,500 milyon yıl önceki başlangıcından beri ve bugün halen bir “bir gelişim işlemi” olduğunu ileri sürüyor ve bence haklı.
Bili Day’in mesajı daha yaygın hale gelmeli diye düşünüyorum ve benim gözümde bir kahraman olan uzman biyolog-kimyacı Profesör H. J . Morovvitz de (George Mason Üniversitesi) aynı fikirde. Bu yüzden ortak-editörlük yetkimi kullanıp Day söyleşisini kitaba dahil ettim. Eduardo da onayladı. Bu bölümdeki diğer gerçek yaşam söyleşileriyse özgün Punset ürünleridir. Bunlardan biri, en yakın meslektaşım Profesör Guerrero ile yapılan söyleşi, sıradan insana biyosferdeki canlı temel parçacıkların neler olduğunu başarılı bir şekilde gösteriyor. Yaşam genel anlamda bakteri icadıdır ve en erken Arkeyan devirden bu yana Dünya’yı yöneten onlardır. “Mikrobiyoloji” alanında çalışmayanlar bakterilerin akıl almaz yeteneklerinden, daha doğrusu bilgeliklerinden bihaberdir. Akademik biyoloji müfredatlarında mikrobiyolojiyi “işlemek” gibi bir gelenek yok. Guerrero’nun konuşması bize engin bir dünyanın kapısını açıyor, bir kültür olarak ancak an- traks basili ve gıda zehirlenmesine yolaçan salmenolla gibi pek az sayıdaki garibeyi hayal meyal bilmidiğimiz devasa çeşitlilikte bir dünya bu.
Guerrero bize prokaryotları gösterirken (bölüm 29), saygın ve bilge bir biyolog olan J . T. Bonner da (bölüm 30) benim favori ökaryot gruplarımdan birini takdim ediyor: amip ve onun çok hücreli torunu olan, epey uzun bir zamandır incelediği balçık küfü. Fare karaciğeri-E. Coli eksenindeki zoologların sürüsüne bereket. Bitkilerle yatıp kalkan botanikçiler pek çok harika kitap yazdı. Bryce Ken- drick (2003) gibi mantar bilimciler tüm bir mantar alemini gözler önüne seriyor. Ve biz de okurlarımızın “gerçek yaşam”la buluşmasını prokaryotik bakteriler ve ökaryotik amipleri takdim ederek tamamlıyoruz, Dünya üzerinde hiçbir hayvan türemeden önce 3,000 milyon yıl yaşamış olan kendi mikropsu atalarımızı takdim ederek.
234
- 2 8 -
Gelişim Olarak Yaşam
Lynn Margulis’in William D ay ile Söyleşisi
Bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz. William D ay
Bili Day, yaşamın Stanley Miller-Harodl C. Urey-Leslie Orgel tarzı bir “kek terkibi” olmadığı yolundaki temel düşüncesini test etmek için, tek başına ve de Mis- sissippi Universitesi’nden birkaç öğrenici ve meslektaşıyla birlikte, belli bazı gazlar, mineral çözeltiler ve küçük organik bileşenler üzerine laboratuar deneyleri yaptı. Yaşam uzun tarihi boyunca asla böyle “bir şey” olmamıştı. Yaşam ona göre bir gelişim süreci. Yeryüzünde yaşamın kökeninde nasıl bir gelişim sistemi olduğuna dair ve bunun bir benzerini başlatabilecek enerji akışı ve kimyasal etkileşimleri nasıl üreteceğine dair fikirleri var. Laboratuar deneylerinde belli bir başarı sağlamıştı. Ama 2004’de çalışmasını anlatması için Ispanya’ya davet edildiğinde daveti geri çevirdi. Bilimsel bulgularını bilim dışındaki insanlara sunmak için
William Day yaşamın kökenleri ve yapısal organizasyonuyla ilgili bağımsız araştırmalar yürütüyor.
235
H A Y A T K İ T A B I
henüz hazır değildi. Bulgularından henüz yeteri kadar emin değil. Bu yüzden Edu- ardo Punset’le söyleşme fırsatını kaçırdı ve Madrid’de Conde Duque Media Lab’daki “kültür olarak bilim” programımıza da katılamadı. Media Lab yöneticisi Luis Rico benden (LM’den) Day’i, kendi Banquete (“Banket”) programı çerçevesindeki bilim-kültür faaliyetlerine katılıma davet etmemi istemişti. Rico’nun programı 250 katlanır sandalyeyle oluşturulmuş dev bir kitap şeklindeki devasa bir çadır içinde yapılıyordu. Daha başka ne vardı? Evet kitap da İspanyol dilinde Shakespeare’e karşılık gelen edebi figürün, Miguel de Cervantes’in Don Quixo- fe’sinin ikinci cildiydi, yani kitabın tam bir kopyası yapılmıştı. Don Quixote’nin yayınlanışınm dört yüzüncü yıldönümü kutlamalarına bilimin, özellikle de “yaşamın kökeni” biliminin dahil edilmesi gayet yerindeydi ki, yeri gelmişken belirteyim, hapishanede yazılmış bir kitaptır bu. Neyse, Bili Day Ispanya’ya gelip “süre- giden” bilimsel çalışmasını tartışmak bakımından bu kadar ketum olmasaydı ve Eduardo onunla söyleşi yapabilseydi, eminim benim buradaki söyleşim gibi olurdu. Day’in görüşlerini -yani geleneksel “yaşam öncesi kimyacılarınca çoğu kez henüz yayınlanmadan reddedilen “gelişim-kavramı”nı— tanıtma fırsatının mutluluğu içinde ve yazılı ifadelerinden hareketle, telefon ve e-posta söyleşileri yaptım. Buradaki söyleşiyi yazarken makalelerinden sadakatle yararlandım ve o da bölümü kitaba dahil etmemi şükranla onayladı. Umarım gelecek yıl Eduardo ile sanal değil, gerçek bir Redes söyleşisi yapmak, bu keyfi yaşamak için Barselona’ya veya Madrid’e gider.
Lynn Margulis: Sanırım “yaşam öncesi kimya” bakış açısını benimseyen birçok bilimciyle görüş ayrılığı içindesin, yani şu iddiada bulunanlarla: genleri (yani nükleik asitleri) üç veya dört milyar yıl önce yaygın olduğu düşünülen koşullara yakın koşullar altında yapabilirsek, üreyen bir yaşam sistemi elde ederiz ve “yaşamı laboratuarda” üretmenin yolunu açarız. Veya en azından yaşamın bunca zaman önce nasıl ortaya çıktığına ilişkin daha iyi bir fikir sahibi oluruz. Yaşamın kökeni meselesi bağlamında senin çalışmaların ne ifade ediyor?
VVİllİam Day: Birçok “yaşamın-kökeni deneyi”, Arkeyan devir atmosferinin muadili sayılan gaz karışımlarından oldukça kompleks organik bileşenler üretti. Asıl enteresanı, laboratuarda tutuşturulan metan, amonyak ve su buharından amino asitler elde edildi. 1953’ün ünlü Miller-Urey deneyleri ve ardılları formaldehit ve basit şeker, hidrojen siyanit ve polimerlerini üretti, hatta ade- nosin trifosfatı (ATP) bile. Orotik asit ve diğer primidin öncülleriyle lipidle- ri kolayca yaptılar. Ama elli yıl önceki bu başarılardan beri, doğrusu, bu tür “yaşam öncesi kimyası” deneylerinde çok az ilerleme gördük. Bu “yaşamın- kökenleri meselesi”nin çözümü başka herhangi bir temel bilimsel soruştur
236
G E L İ Ş İ M O L A R A K Y A Ş A M
madan daha zor olmamalı. Ama bence yaşamın ne olduğunu bilmiyoruz. Ne olduğunu bilmediğimiz için de, kökenini doğru düzgün araştırıp açıklayamı- yoruz! “Yaşamın-kökeni meselesi”ni laboratuarda veya sahada çözmenin ne demek olduğuna dair net bir fikrimiz yok. Yaşamı tanımlamaya yönelik bu bilimsel temel eksikliği literatürdeki birçok başarının ne anlama geldiğini açıklamak bakımından bir engel oluşturdu. Anlamlı yeni deneyleri tetikleye- medi.
Tüm canlılarla kimya arasında ne gibi farklar olduğu anlaşılmalı. Bilimsel araştırmacıların bugüne kadar egemen olan ön kabülüne göre, yaşamın özellikleri, bileşenlerinin hassas bir kompozisyonu ve organizasyonundan kaynaklanıyor. Onların çıkarsamasına göre, yaşam öncesi maddeler yeterli karmaşıklık düzeyinde yapılar oluşturacak şekilde biraraya geliverdi ve sonra da işlemeye başladı, yaşam böyle meydana geldi.
Bu varsayıma tümüyle karşıyım. Buna eski “kek terkibi” yaklaşımı diyorum. Yaşamın temel katkı maddelerini —amino asitleri, lipidleri, nükleotitle- ri vs — biraraya getirip, uygun enerji kaynağıyla karıştırıverirsen, buradan yaşam çıkacağını hiç sanmıyorum.
L.M. Bu neden işe yaramaz?W.D. Hiçbir hücre, hiçbir canlı beden hiçbir zaman durağan değildir; canlı varlık
lar yenilenerek dinamik biçimde kendilerini üretirler. Canlı sistemler, kendi kendileri, çözücü enzimler sayesinde bileşenlerini ayırır ve parçalarını yeniden sentezler, aynen Schoenheimer ve çalışma arkadaşlarının daha 1930’lar- da gösterdiği gibi.
L.M. Neyi gösterdiler?W.D. E, evrensel bilançonun asla kimyasal dengeyi işaret etmediğini. Tersine, hay
van bedeninin devamlı enerji harcayan bir metabolik reaksiyonlar sürekliliği olduğunu. Uygun enerji akışından yoksun kalan her hayvan, yani sürekli metabolik parçalama ve parçalarının yeniden sentezlemesinden alıkoyulan her hayvan ölür. Her yaşam formu böyle davranır aslında. Yapılanma ve parçalanmayı destekleyen enerji ve madde akışı bir nedenle kesintiye uğrayınca, sentez süreçleri durur. Gelişim durur. Sistem iflas eder. Dengesiz çözülme reaksiyonları, termodinamik anlamda istikrarsız yapılar oluşana kadar sürer. Yaşamın sistemi çöker. Yaşam telafisi olmaksızın yitirilir. Geri dönüş yoktur.
L.M. Peki, bu ne anlama geliyor? Yaşamın pek çok kimyasal süreci geri döndürü- lebilir sanırım.
W.D. Evet döndürülebilirler, ama sadece tekil süreçler olarak. Sistem simetrik değil. Yaşamı daima zamanla ilerleyen bir sistem olarak anlamalıyız. Hiçbir sistem, organizma geri dönmez. Harcanan enerjisi veya gıda bileşenleri tek
237
H A Y A T K İ T A B I
rar kullanılamaz. Yaşam bir aralıksız süreçler dizisidir; bunu bilmek kökenini deşifre etme yaklaşımlarına netlik sağlar. Yaşamın kimyasal süreçleri kendine özgüdür, sistemi herşeyi içinde barındırır. Doğası gereği, her yaşam formunun içiçe kenetlenmiş dinamik bir kimyası vardır. Yapısal işleyişini belirleyen madde ve enerji akışında, kompozisyon ve dinamikler katiyen ayrı düşünülemez! Yaşam, bileşenlerinden oluşturulup başlatılabilen veya “çalıştırı- labilen” bir saat veya bir kek değil de, şelale gibi, yol aldıkça oluşan, sürekli değişen, dinamik bir sistem gibidir. Sentez, otokataliz ve üreme aynı ve yegane biyolojik sürecin unsurlarıdır sadece. Demem o ki, bugüne değin bu alanda oluşan kapsamlı literatürün yazarları yaşamın kökenini inceledikleri inancındalar. Ama bu beyler, mesela Stanley Miller ve Gerald Joyce, Leslie O gel ve David Deamer “özne”yi incelemiyor. Yaşamın kökeni incelemesinden ziyade, “gıdanın kökeni” incelemesinde iyi ilerleme kaydettiler.
Araştırmacılar canlıları özelliklerine ayrıştırmaktan yanalar: kuşatıcı bir zar, sentetik genetik-protein bağlantılar, otokataliz ve metabolizma -sanki bunlar hücrelerin kökeniyle alakalı basamaklarmış gibi. Mekanistik yaklaşımları tamamen yanlış. Hücrenin (bizzat sistem tarafından sentezlenen) bileşenleri dönüşüm geçirerek, çözülerek veya bir başka şekilde sürekli bertaraf ediliyor olmalı. Yaşam minimal dinamik işleyişle başladı ve hücre evrildikçe hücrenin tüm özellikleri bir önceki özelliklere eklemlendi. Kimyasal tepkenleri başından beri yaşamın kontrolündeydi. Otokatalitik döngüler, zar, metabolik dizilimler ve genetik sistem ardışık ve hiyerarşik bir düzende gelişti. Bu dizilimi, bu hiyerarşik düzeni anlamamız lazım, yoksa bir elli yıl daha aynı yerde dönüp duracağız!
L.M. Yaşamın-kökeni meselesinde hiç ilerleme kaydetmediğimizi düşünüyorsun galiba?
W.D. Doğru. Altmışların sonlan veya yetmişlerin başlarından beri gerçek bir ilerleme yok.
L.M. Durum umutsuz mu?W.D. Katiyen! Yaşamın bir işleyiş olarak başlangıçtan bugüne hiç kaybolmadığı
nı anladığımız an, her yaşam formunda bulunan bu temel işleyişin fevkalade önemli ve evrensel öğelerini de anlayacağız. Elimizde bazı ipuçları var: elektronları taşıyan demir-sülfür kümeleri; yüksek enerjili fosfat dönüşümlerini, organik maddeye karbon dioksit katılımıyla ilişkilendiren pirofosfat kinaz- ları; ortamdaki amonyağın hücrelerde glütamik asite çevrilmesinden kaynaklanan glütamat. Bunlar atadan kalma, sürekli enerji akışının temelleridir ve yaşamın başlangıcından beri varlar.
L.M. Perspektifimizi değiştirmemiz lazım, öyle mi?W.D. Evet, bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz!
238
- 2 9 -
Atalarımız, Bakteriler
Ricardo Guerrero ile SöyleşiBiz insanlar Dünya gezegenindeki kalıcı, çetin, güçlü, tek bir devasa
yaşam formunun evriminde bir kıvılcımız sadece.Ricardo Guerrero
Ricardo’yla Redes’de (TV programım, “Ağlar”da) yıllarca beraber çalıştık. Tüm bir mikrop dünyasına ilişkin herhangi bir konuda ne zaman otantik, güvenilir bilgiye ihtiyaç duysam, onu ararım. Kendi bilmiyorsa, bilen birini bulur. Bu “söyleşi”, çoğunu Barselona’da yaptığım bir düzine kadar söyleşiden derdest edildi.
Eduardo Punset: Neden bakterilerin bu kadar önemli olduğunu düşünüyorsun?
Ricardo Guerrero, Barselona Üniversitesi’nde Mikrobiyoloji Profesörü ve profesyonel bilim dergisi Uluslararası Mikrobiyoloji’nin baş editörüdür.
2 39
H A Y A T K İ T A B I
RİcardO Guerrero: Bütün mikroplar önemlidir, sırf benim için değil, hepimiz için. Özellikle de bakteriler. Sana onların gizli güçlerinden söz etmek istiyorum. Doğada kimyasal bir dönüşüm gerçekleştirerek ilk ekosistemleri oluşturanlar onlardır.
E.P. Dur bir dakika. “Bakteriler” ve “mikroplar” arasındaki fark ne? Mikroplar bakteri değil mi?
R.Gu. Değil. Bakteriler mikrop. Bunlar küçük organizmalar, çekirdeksiz hücrelerden oluşuyorlar -çok hücreli olsalar bile. “Mikroplar” birer organizmadan, yaşam formundan başka bir şey değil, mikroskopla rahatça görülebilirler. Yani -bakterilerin hepsi mikrop olsa da- başka tip mikroplar da var, mesela maya. Maya -tek hücreli mantarların hepsi- ökaryottur; hücreleri çekirdeklidir. Eski mantar atalarından farklı biçimde evrilen birçok farklı tür var. Mikropturlar, ama bakteri değiller. En ufak su yosunları da öyle (mesela di- yatomlar ve Chlamydomonas’lar). Amipler, terliksi hayvanlar ve çift kirpikli plankton mikropları da öyle. Ama maya, diyatomlar ve diğer mikroskopik su yosunları, amipler, terliksi hayvan (adi gölet-suyu siliatları) ve sıtmaya yol açan Plasmodium, hepsi mikroptur. Ama çekirdekli mikroptur: ökaryottur.
Yani iki büyük mikrop grubumuz var: çekirdeksiz bakteriler ve mikroskop altında gördüğümüz tüm diğerleri, çekirdekli veya “ökaryotik mikroplar”.
Bakteriyel gruba “prokaryot” denir. Ve tüm çekirdekliler de “ökar- yot”tur. Bunlar (su yosunları, siliatlar, tripanosomlar, barsak parazitleri, amipler vs.) çekirdeklidir. Her hücrede en az bir çekirdek bulunur. Çekirdekliler ya mayadır (veya diğer ufak mantarlar) ya da protist; bakteri ya da ar- keoz olanı yoktur. Bakteriler —prokaryotik mikroplar- 4.55 milyar yıllık Dünya’nın ilk sakinleridir. Gezegenimizde yaşamın başlangıcı 3.85 milyar yıl kadar önce veya hatta daha de erken bir dönemde gerçekleşmiş olabilir. Güneş sistemindeki iki komşumuz Venüs ve Mars’ın başlangıçtaki özellikleri yaşam için elverişli olmuş olabilir, ama büyük ihtimalle oralarda sürdürülemezdi yaşam. Yaşam bakteriyel olarak başladı. Ama Dünya’da yaşamı kalıcı kılan bir şey oldu: prokaryotlar arasında ekosistemler oluşması. Prokar- yotlar -bakteriler- ilktiler. Diğer tüm yaşam formları onlardan evrildi. Hemen tüm metabolik stratejiler bakteriyel evrimin ilk 2 milyar yılında oluştu. Prokaryotlar arası simbiyotik beraberlikler, bugün Dünya üzerinde büyük bir karmaşıklık ve çeşitlilik sergileyen tüm canlıların varoluş sebebidir. Ökaryotik hücrenin kökeni olmak gibi bir işlevleri de var, ökaryotik hücreli ilk organizmaları, protistleri meydana getirdiler. Gerçekten de tüm bu çekirdekli organizmalar —yani, protistler, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar- prokaryotik bir dünyanın içinden çıktılar. Ökaryotların prokaryotlarla olan ya
240
A T A L A R I M I Z , B A K T E R İ L E R
kın bağları ve onlara bağımlılıkları bugüne dek süregelmiştir. Mesela mito- kondriya —oksijen solumayı sağlayan kendi ökaryotik hücrelerimizin içindeki örgencikler- bir proteo-bakteriden gelmedir. Aynı şekilde kloroplastlar, bitkiler ve su yosunlarındaki fotosentezci bünyeler de, siyanobakteriler denen, aerobik fotosentezci bir bakteriler grubundan geliyor, önceleri “mavi- yeşil su yosunları” denen mavi-yeşil bakterilerden.
E.P. Senin inancına göre -en azından ben inandığını sanıyorum— ilk ekosistemler de bakteriyeldi, değil mi?
R.Gu. Evet. Gelişim için (tabii bizlerin, “makroorganizmalar”ın bakış açısıyla) “ideal” koşullar sunan yerlerden tut da, bizlere, hayvanlar ve bitkilere göre çok sıcak, çok tuzlu, çok yüksek basınçlı, çok asitli vs. olan en çetin ortamlara kadar, yaşamın bulunduğu her yere yayılır bakteriler.
Yaşam için elementleri devindiren, karbonu, nitrojeni, sülfürü, hidrojeni, fosfatı ve oksijeni devindiren şey mikroplar, özellikle de bakterilerdir. Mikroplar bu elementleri toprakta devindirmekle bitkilere besin sağlayıp toprak verimliliğini düzenleyerek, insan ve diğer hayvan yaşamını idame ettiren etkin bitki gelişimini mümkün kılarlar. Bakteriler atmosfer gazlarını idame ettirmek bakımından da temel bir rol oynar. Ve ayrıca geri dönüşüm konusunda uzmandırlar: biyolojik atıkları çürütebilirler ve diğer organizmaların kullanacağı bazı maddeleri açığa çıkarırlar. Daha yeni farkına vardık: biyosfer işleyişinin temelinde mikroplar var. Yani ilginç bir zamanda yaşıyoruz; teknolojik gelişme ve mevcut mikrop çeşitliliğine dair hızla artan bilgi arasındaki etkileşim sadece mikrobiyolojide değil, biyolojinin geri kalanıyla diğer bilimlerde de ciddi ilerlemelerin yolunu açıyor.
E.P. Yani senin iddiana göre —sanıyorum 3 milyar yılı aşkın bir süre önce Arke- yan devirde oluşan— ilk ekosistemler bakteriyel ekosistemlerdi. Lütfen açıkla —çoğumuz biyolog veya ekolojist değiliz— bir ekosistem tam olarak nedir? Önce bir bakteriyel ekosistem örneği ver, sonra da bakteriyel olmayana örnek göster.
R.Gu. Bir ekosistem, yeryüzünün herhangi bir bölgesindeki minimal bir yaşam hacmidir, yaşam için gerekli tüm kimyasal elementlerin tamamen ve sürekli geri dönüştürüldüğü bir hacim. Mesela mikrobiyal tabakalar genellikle fotosentezci siyanobakterilerin baskın olduğu bakteriyel ekosistemlerdir. Orman veya bir mercan kayalığı ya da bir otlaksa bakteriyel olmayan ekosistem örnekleridir. Bakteriler yine vardır, ama üretici olan ağaçlar, mercan hayvanlarıyla simbiyotik su yosunları veya “makroorganizma” ekosistemlerindeki otlak bitkileridir.
E.P. İlk mikrobiyal ekosistemler ne zaman ortaya çıktı?R.Gu. Dünya üzerinde yaşamın sürmesini sağlayan şey bu mikrobiyal ekosistem-
24i
H A Y A T K İ T A B I
lerin gelişimiydi. Gezegen yüzeyinde yaşam için gereken tüm elementlerin tüketilmesini onlar, ilk ekosistemler engelledi. Aksi halde yaşamın başlangıcından en çok 200 veya 300 milyon yıl sonra elementler bitip tükenmiş olurdu. İlk ekosistemler olmasa ilk yaşam yitip giderdi. Bazı mikrop metabolizmalarınca üretilen maddelerin başkalarını beslediği ekosistemler o zaman ortaya çıktı ve bu da gıda maddelerinin geri dönüşümüne imkan sağladı. Bu ekosis- temlerin faaliyetleri gezegenin ilerki evriminde belirleyici oldu. Aslında yaklaşık 1.8 milyar yıl öncesine kadar tüm gezegen bakterilerle doluydu, sadece prokaryotlar yaşıyordu. Bakteriler buranın tek sakinleriydi. Yaşam jeolojik bir kuvvettir; gezegen üzerindeki davranışı kendisi için gerekli olan çevresel koşulları sağlama yolundadır. Isıya, toprağın kimyasal bileşimine ve atmosferdeki gazların dağılımına adaptasyon yaşamın devamı için gerekliydi ve de gereklidir. Birleşik Devletler Georgia Üniversitesi’nin çevrebilimcisi Eugene Odum (1913-2002) “biyosfer canlı varlıklardan oluşan homeostatik bir sistemdir” görüşünü desteklemişti. Yaşam gezegen evriminin kaçınılmaz bir sonucu olabilir, evrenin fiziksel ve kimyasal gelişiminin doğal bir devamı. Yeryüzünde yaşam olduğunu -hatta bazıları akıllı olduğunu da söylüyor— ve Ay’da ise olmadığını biliyoruz. Yirmi birinci yüzyıl Mars veya Venüs’te eskiden veya bugün yaşam olup olmadığını söyleyecek -ya da güneş sistemimizin diğer bölgelerinde, mesela (Jüpiter’in ayı) Europa’da ya da (Satürn’ün ayı) Titan’da.
E.P. Biliyorum, sen ve meslektaşların her yerde yaşam, mikroskopik yaşam olduğunu düşünüyorsunuz. İnsanlar mikroplardan korkuyor. Onlar için mikroplar “sadece hastalık kaynağı”. “Görünmeyen”i sıradan insanlar için nasıl görünür kılabiliriz?
R.Gu. Her yerde mikrop var! Mikropların bu yaygınlıkları üç şeye dayanıyor: kolay dağılıma uygun küçük boyutları, metabolik, yani kimyasal değişkenlikleri, müthiş kapasiteleri ve genetik esneklikleri. Birbirlerine gen aktarıp, birbirlerinden gen alabiliyorlar. Böylece uygun olmayan veya değişen çevre koşullarını tolere edip, bu koşullara hızla uyum sağlayabiliyor bakteriler. Pek çok bakteriyel ekosistemin işlevsel anlamda aktif birimi, tek bir bakteri türü veya topluluğu değil, yakın bir simbiyotik işbirliği içinde yaşayan iki veya daha çok bakteriyel hücre tipinin ortaklığıdır; birlikte yaşarlar.
Her yerde mikrop olmasına rağmen, mikroplar insanlık tarihinde daha yeni keşfedildiler. Hollanda’nın Delft şehrinde orta sınıftan bir manifaturacı olan, hiçbir bilimsel eğitimi bulunmayan Antony van Leeuvvenhoek (1632- 1726) yaklaşık 1674’te suda ilk mikropları (protistleri) gözlemledi. Onlara eski Felemenkçede beesjes (hayvancıklar) veya kleijne Schepsels (minik yaratıklar) dedi. Londra’daki Kraliyet Topluluğu’na yazdığı mektupların çeviri
242
A T A L A R I M I Z , B A K T E R İ L E R
lerinde de Ladnce animalculi dediği görülüyor. Daha sonra, 1683’teyse kendi dişlerinde protist “hayvancıkları”ndan daha küçük olan bakterileri gözlemledi.
E.P. Leeuwenhoek’dan sonra “görünmez” nasıl “görünür” oldu?R.Gu. Bana göre mikropların keşfi en azından üç evrelik bir iş: mikroskopik evre,
patojenik evre ve ekolojik evre. Leeuvvenhoek’dan beri mikropların varlığı ve zama ve mekanda belli bir forma sahip oldukları biliniyor. Mikroplar önceleri insan zihninde “merak uyandıran şeyler” olarak görüldü sadece. Kimse bu ufacık yaratıkların bir işlevi olduğunu düşünmedi. Sonra “mikrobiyolojinin babaları” Louis Pasteur (1822-95) ve Robert Koch (1843-1910) sayesinde, mikropların bulaşıcı hastalıklara yolaçtığını ve yiyecek ve suyu kirlettiğini kesin olarak anladı insanlar. Ve şimdi üçüncü evrede, HollandalI Martinus Beijerinck (1851-1931) ve Rus Sergei Winogradsky’nin (1856-1952) öncü araştırmaları sayesinde mikrobiyal ekoloji ortaya çıktı. Artık anladık ki, tüm ekosistemlerde geri dönüşen maddelerin dönüşümünü tamamıyla mikropların faaliyetleri düzenliyor ve başından beri biyosferin evrimi de onların kontrolü altında.
E.P. Kafamı karıştırıyorsun. Önce mikropların çevresel koşulları belirlediğini söyledin, şimdiyse hastalıklara neden olduklarını, yiyecek ve suyu kirlettiklerini söylüyorsun. Aynı anda nasıl hem bu kadar iyi, bu kadar önemli, hem de bu kadar kötü olabiliyorlar?
R.Gu. Matematikte birinci olan, daima annesine yardım eden ve ödevini zamanında yapan harika bir öğrenci, nasıl Iraklı teyzelerin, annelerin ve bebeklerin katili olabiliyor? Bir tüfek ve kaçamayacağı bir görev verilip orduyla birlikte gönderilince “kötü olup” çıkmadı mı? İşte o zaman diğerleri gibi oldu, değil mi? Koşulları değişti. Kendi hayatı söz konusuydu. Mikroplarda da aynı. Biz insanların yaşamı, sayısız mikrobiyal yaşam formuyla dinamik bir birlikte varoluş halidir. Bazıları mütekabiliyet esasınca genellikle yararlı ve sağlığımızı koruyor, diğerleriyse farklı koşullarda zararlı olabiliyor. Biz insanlar hâlâ hayatta oluşumuzu, bize saldıran mikropların bundan çıkar sağlamasına borçluyuz. Ölümlerimiz munzam zarar. Bizi yoketmek hiçbir mikrobun çıkarına olmadığı için hayattayız. Aslında bizi öğüten mikropların amacı, evrimlerini, doğal seçilimlerini sürdürecek olan şey, bizi yiyip bitirerek yoketmek değil, bizi evcilleştirmek. İnsanlarla bulaşıcı mikroplarımız arasında -pek çok nesil boyunca ve her iki taraftan da pek çok topluluk içinde- süregelen ve uzun zamana yayılmış bu alışveriş, hem insanın hem de mikrobun sağkalımına imkan veren bir birlikte yaşama modeli yaratıyor. Kurbanı süratle öldüren bir hastalık bakterisi kendisi için bir kriz yaratır. Bir şekilde kendi neslini sürdürmeye yetecek süratte yeni kurbanlar bulmak zorundadır.
243
H A Y A T K İ T A B I
Bizi yiyecek bir mikrop adayına beslenme veya barınak imkanı hiç tanımayacak ölçüde bakteriyel enfeksiyona tamamen direnen bir insan bedeniyse, bakteri için bir başka yaşamsal kriz yaratır. En başarılı simbiyotik mikroplar, sağlıklı veya nispeten sağlıklı kurbanları bırakmayıp, onların davranışını şu iki temel hedef doğrultusunda yönlendiren ve manipüle edenlerdir: hem mikrop hem de kişi açısından, sağlıklı bir formun devamını temin etmek ve bir insandan diğerine etkin yayılıma önayak olmak.
E.P. Yani mikroplar hem çok çeşitli, hem de aynı mikrop farklı koşullar altında farklı davranıyor? Söylediğin bu mu?
R.Gu. Evet. Mikrop topluluğu değişiyor. Daima topluluklarla karşı karşıyayız, gelişen topluluklarla, bireysel bakterilerle değil.
E.P. Mikroplar, bakteriler, nasıl bir farklılık gösteriyorlar? Özellikle de insanlarla etkileşim halinde olanlar?
R.Gu. Mikroplar arasındaki büyük çeşitlilik —yapı ve üreme biçimi bakımından, biz ve diğer türlerle ekolojik ilişkileri bakımından çeşitlilik— ve evrimsel geçmiş, insanla etkileşimleri sorusunu epey zorlaştırıyor. Çoğu bulaşıcı hastalık farklı bakteri, mantar ve protist topluluklarından, gruplarından kaynaklanır. Bu mikroplar arasındaki inanılmaz çeşitlilik farklı biçimlerde karşımıza çıkmalarına yol açıyor. Deri enfeksiyonlarında ve diğer enfeksiyonlarda görülen Stapbylococcus aureus, vereme yol açan Mycobacterium tuberculosis ve Helicobacter pylori içimizde çok farklı ve aktif enfeksiyon stratejisi yürüten hastalık bakterilerine üç örnektir.
E.P. Hangi hastalık mesela?R.Gu. Süremiz ancak bir örneğe yeter, en son bulunanı ele alalım. 2005 Fizyoloji
veya Tıp Nobel Ödülü bakteriyoloji alanında Helicobacter pylori’nin, ülserlerdeki rolünün keşfine verildi. Aslında keşif 1982’de yapılmıştı; J . Robin Warren ve Barry J . Marshall Avustralya’da Helicobacter pylori’nin insan midesindeki varlığını ve yol açtığı gastrit ve peptik ülserlerle ilişkisini ilk kez o zaman tespit etmişti. Marshall geçenlerde tam da burada, Barselona’da. Nobel konuşmasını “Helicobacter: İyi, Kötü ve Çirkin” başlığıyla sundu, en meşhur Sergio Leone filmlerinden birine direkt bir göndermeyle.
Warren ve Marshall midedeki H. Pylori’nin daima mide mukozasındaki iltihaplanmayla ilişkili olduğunu gösterdiler. H. pylori’nin ülsere neden olduğu yolundaki tespitleri, doktorları bir paradigma değişimine zorladı. Artık ülserler için “psikosomatik” denemezdi; bir “enfeksiyon hastalığı” haline geldi ülserler. Hekimler daha 1906’da insan midesindeki bu spiral bakterilerin varlığına işaret etmişlerdi. Daha sonra da çok defa benzer gözlemler rapor edildi, ama dikkate alınmadılar, çünkü bakteriler mide dışında, laboratuarda geliştirilemiyordu. “Çok asidik” denerek normal insan midesinin ste-
H A Y A T K İ T A B I
ülkelerdekiler bakteriyeldir. Bir de insanlığın bir başka belasını, bir prodsr belasını ele alalım: sıtmayı. Bazı tarihçiler sıtmanın başlangıcının on bin yıl kadar gerilere, hatta daha da öncesine gittiğini söylüyor. Tarım ve çiftçiliğin yerleşmesi hastalığın yayılması için uygun koşullar yarattı. Göçebelikten sığırların bulunduğu tarıma dayalı yerleşik bir hayat tarzına geçiş sonrasında insan nüfus yoğunluğundaki artış anofel sivri sineklerine üreme alanları sağlamış olabilir. Doğu Akdeniz’deki arkeolojik kalıntılar sıtmanın en az altı bin yıl önce orada olduğunu gösteriyor. Tedavisinde kullanılan eski ürünler fevkalade etkiliydi. Bunlar hastalığın ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Çin’de en az iki bin yıldır qingha denen ve Artemis'ıa annua bitkisinden yapılan bir içecek kullanılıyor. Aktif kimyasal bileşeni, artemisin, daha geçenlerde tespit edildi.
Eski Çin, Kaide ve Hint yazılarında sıtmaya atıf vardır. İ.Ö. dördüncü yüzyıldan beri sıtma Akdeniz’de yöresel bir hastalıktır. Hem Yunanlılar hem de Romalılar, insanların bataklıklara ve durgun suya yakınlığından kaynaklanan yüksek ateşlere işaret etmişlerdir, periyodik yüksek ateş vakalarım kontrol altına almak için bataklıkları kurutmuşlardır. Eskiliğine ve ölüm oranına rağmen, hastalığın modern zamanlardaki kadar ciddi olup olmadığı belli değil. I. Dünya Savaşı sırasında Makedonya cephesindeki binlerce asker sıtma ataklarının kurbanı oldular. Ama enteresandır, Actium savaşında, İ.Ö. 31 yılının Eylül’ünde (sonradan İmparator Augustus olan Octavian’ın önderliğindeki) Romalılar, Mark Anthony ve Kleopatra önderliğindeki İskenderiye ordusuyla karşılaştığında aynı durum yaşanmadı. Savaşa dört yüz bin kadar asker katılmıştı, ama görünüşe göre kayıpların hiçbiri sıtma yüzünden değildi. Neden? Hastalık o zamanlar vardı. Sebep neydi? İ.S. beşinci yüzyılda sıtma sivri sineğinin, ılımlı bir türden bir başka, çok daha saldırgan bir patojene dönüşen protist Plasmodium ’u taşıdığı anlaşılıyor. Şunu söyleyebilir miyiz: sonraki, çok etkin sıtma protisti antik dönem Avrupa’sında yaşasaydı, dünya çapında modern uygarlığı etkileyen antik kültür hiç gelişemeyecek- ti? Bilmiyoruz.
E.P. Tamam Ricardo, beni mikropların önemi konusunda ikna ettin. Son bir soru daha: hepimizin bakterilerden evrildiğini söylüyorsun. Ama hangi anlamda atamız bu bakteriler? Atalarımız primat memeliler sanıyordum.
R.Gu. Haklısın Eduardo! Bakteriler en eski atalarımız, primat memelilerse, en yakın atalarımız olmak bir yana, biziz! Bonobolar ve sıradan şempanzelerle aramızdaki farklar teferruat. Ve pek çok atamız daha var: hücreleri DNA, RNA, proteinler ve zarlarla çevrili küçük moleküllerden oluşan en eski bakteriler. Yüzen, mayalanan, gayet iyi örgütlenmiş bakteriyel birlikler oluşturdular ve çekirdekli hücre atalarımıza evrildiler. Bunlar da yumuşak vücutlu
246
A T A L A R I M I Z , B A K T E R İ L E R
omurgasız hayvan atalarımız haline gelen çok hücreli birimleri oluşturdular; kimileri balığa evrildi ve daha sonra bazı sürüngenlere ve onlar da memelilere evrildi ve onlar da sonunda primatları da içeren memeli atalarımızın doğuşuna yol açtı. Pek çok parçaya ayrılan tek, devasa bir “yaşam-formu”nun evrimine ilişkin ana hatlar gayet nettir. Biz insanlar, Dünya gezegeni üzerindeki kalıcı, çetin, güçlü, tek bir devasa yaşam formunun bir göz kırpışıyız, onun gözündeki yeni bir parlamayız sadece. Ve benim mesajım şu: tüm yaşam nihayetinde bakteriyeldir, tümü bakterilerden evrilmiştir. Dahası, Dünya üzerindeki diğer tüm ökaryotik canlı varlıklar bugün hâlâ prokaryotik, bakteriyel yaşama bağımlıdırlar. Yaşamın varolabileceği her yerde prokar- yotlar vardır. “İdeal” (tabii bizim “makroorganizma” bakış açımıza göre ideal) gelişim koşullarından, (hayvanlar, bitkiler ve diğer yakın zaman formları için düşünülemeyecek) aşırı çevre koşullarına kadar, her tür çevrede barınmaktadırlar. Mikroplara ilişkin bilgiler olmasa, biyoloji çok daha sınırlı olurdu. Yaşamın aşırı ısı, tuz veya pH koşullarında serpildiğini bilemezdik. Fotosentez sadece havayla yaşayan, oksijen kullanan bitkilerle su yosunlarının bir metabolizması olacaktı. Ama hayır, hava ve oksijen kullanmayan bakteriler, prokaryotlar tarafından “icat” edildi!
E.P. Şimdi neden haklı olduğunu görüyorum: Dünya bakteriyel bir gezegen. Yaşam bakteriler biçiminde ortaya çıktı ve her yerde ve her türde bakteri toplulukları olarak gelişti. Gözle görülemeyen mikrobiyal dünyaya ilişkin negatif yaklaşımımı değiştirmem lazım. Dünya üzerindeki en yüksek yaşam gücü, atalarım, teknolojik müttefiklerim olduklarına ve hatta muhtemelen torunlarımın en kalabalık ve başarılı formu olacaklarına göre, mikrobiyal dünyanın çetin sakinlerine saygı duymayı, hatta onları sevmeyi öğrenmemin zamanıdır! Yaşam formlarını genişletme yolundaki yardımların için teşekkür ederim Ricardo, daha önce hiç duymadığım kadar büyük bir empati duyuyorum şimdi onlara karşı.
247
- 3 0 -
Amiplerden Farklı
John Bonner ile SöyleşiÖnemli olan iletişim yetenediğir, iletişimin nasıl yapıldığı değil. Bu
tüm organizmalar için geçerlidir.John Bonner
Hayatım boyunca önemli konularda ne kadar yanlış kararlar verdiğimi görünce kendim de şaşırıyorum, hiç tereddütsüz. Ellilerde sistemin nasıl işlediğini keşfedip Birleşik Devletler’den dönünce ve Ispanya’da onlarca yıldır yasak olan Komünist Manifesto’yu ilk kez yine orada okuduktan sonra, Komünist Parti’ye katılmaya karar verdim. Sovyetler’inki gibi birey haklarının bastırılmasına dayalı, bağnaz bir sistemin çökeceğini öngörmemek aptallıktı.
23 Şubat 1981 gecesi Yarbay Tejero ve birlikleri, Başkan Vekilleri Kongre-
John Bonner, Princeton Üniversitesi’nde George Moffett Onursal Biyoloji Profesörü’dür.
248
A M İ P L E R D E N F A R K L I
si’nin bir oturumunda askerî darbeyle hükümeti devirmeye çalıştıkları zaman, Ispanya’nın Avrupa Topluluklarıyla ilişkiler Bakam’ydım. Yirmi beş yıllık bir aradan sonra yurt dışından henüz dönmüştüm. Sivil Muhafızlar’m birkaç saat süren sessizlik dayatması sona erince bir meslektaşım, havaya ateş etmeye başlayıp “Herkes yere yatsın!” diye bağırmaya başladıklarında aklımdan ne geçtiğini sordu. “Ne diye böyle bir zamanda geri döndüm ki?” diye cevapladım. Bu —en azından benim durumumda— beynin bilgiyi kullanmadaki yetersizliğinin sadece bir örneği.
Eskiden, dünyanın ilk uydu fotoğrafları ülkeleri ayıran sınırların gerçek olmadığına herkesi ikna edecek sanırdım; bilimci John (Joan) Orö ile paylaştığım bir inançtı bu. Ulusal sınırlara ilişkin hiçbir iz bulunmadığı ve Dünya’nın bir bütün olduğu uzaydan açıkça görününce, artık keyfî yasal veya siyasi sınırların varlığını sorgulamamak gülünç hale gelecekti. Gerçek ulusal sınırlar, aslında, namevcut. Ama maalesef sınırların olmadığına ilişkin ezici delil ağırlığı insanları ikna etmiyor. Bugün —etnik, kültürel ve siyasi— milliyetçilik her zamankinden daha canlı.
Kendini aldatma kapasitemin, demin anlattıklarım kadar net olan, ama hayvan kültürü üzerine burada Bonner’la yaptığım söyleşiyi daha fazla ilgilendiren bir başka örneği de genom dizilimine ilişkin [bölüm 19)]. DNA’mızın, Rdosophi- la melanogaster sineğinden şempanzeye kadar, diğer hayvanlarınkiyle aynı olduğunu anlayınca, onları aşağılayıcı davranışımız yüzünden toplumun nedamet getireceğini söylerdim hep. Kimse akşamları kedileri öldürmeyecek, köpeklere taş atmayacak ya da keçileri kulelerden aşağı yuvarlamayacak, boğaları kanlar içinde öldürmeyecek ya da şempanze beyinleri üzerinde invazif laboratuvar deneyleri yapmayacaktı, kimse kendi yakın akrabalarına karşı böyle iğrenç suçlar işleyemezdi. İnsanlar dört ayaklılardandı, saçak yüzgeçli balık ve akciğerli balık atalarına akrabaydı, bunlar en yakın deniz akrabalarımızdı, ama yanılan yine bendim.
İdrak bilimcilerinin yeni bulgularına göre, öngörü yetersizliğim bana özgü, içkin bir durum değil pek, geleceği öngörmek söz konusu olunca aslında hepimiz sandığımızdan çok daha az bilgi sahibiyiz. Birçok araştırma geleceğimizi görme yolundaki modern insanımsı çabamızın zavallığım ortaya koyuyor.
İnsan genomunun deşifrelenmesi evet bir şey, ama insanlarda içkin olan “vicdan” veya “yüksek akıl” davranışı da, anlaşılan, tamamen ayrı bir mesele. Bu kitapta hayvan kültürünü inceleyen dört seçkin bilimci yer alıyor: Gombe’den Jane Goodall [bölüm 3], Barselona Hayvanat Bahçesi’nden Jordi Sabater Pi [bölüm 4], Cambridge Üniversitesi’nden Nicholas Mackintosh [bölüm 1] ve Princeton Üni- versitesi’nden John Bonner [bölüm 30]. Hepsi de insanlarla diğer hayvanlar arasında varolduğuna inanılan ve çoğunlukla zikredilmeyen devasa ayrılığa, devasa ve apaçık farklılıklara ilişkin varsayımları reddediyor. Hepsinin gördüğü şey şu: “yüksek aklın” karakteristikleri insanlarda da, diğer yaşam formlarında ve dola
249
H A Y A T K İ T A B I
yısıyla diğer hayvanlar da bulunuyor.Fransız paleontolog Yves Coppens, Paris Bilimler Akademisi’nin güzel duvar
ları arasında epeydir süren saçmalığın ardındaki sebepleri açıkladı. Paleontolog- lar iki gruba ayrılıyor ve bunlar birbirlerinden gayet belirgin biçimde ayrılıyorlar. İlkinde büyük akademisyenler var, temel olarak, fosillerden çok fikirler aracılığıyla halkın bilimi kavrayışı konusunda ustalaşmış kişiler. Fosil-bilir paleontolog- larsa insanlığın jeolojik zamanı kavramasını sağladılar. On beşinci yüzyıl ressamları nasıl perspektifin sırlarını keşfettilerse, onlar da modern çalışmalara yeni bir boyut getirdiler. Engin zamanın jeolojik manzarası sayesinde, evrendeki yerimize ilişkin anlayışımız dramatik biçimde değişti. Stephen Jay Gould gibi paleontolog- lar ve onun Burgess Shale taşocağında bozulmadan kalmış orta-Paleozoik çağ hayvan toplulukları üzerine çalışmaları, yaklaşık 500 milyon yıl önceki direkt atalarımızca atılan ilk adımları yeniden canlandırdı [bölüm 25].
Yves Coppens ise ikinci gruptan, fosil kazıları yapanlardan. Coppens gibi hayatlarının çoğu elleri toprakta geçen paleontologlar (Maurice Taieb ve Kuzey Amerikalı meslektaşı Donald Johanson ile birlikte) Lucy adı verilen eksiksiz ilk iskeletin keşfiyle anılıyorlar. Bu ilk insanımsı (Australopithecus afarensis) iki milyon yıl öncesinden kalma. Kafatası torunlarının ancak üçte biri hacminde olan kırılgan ve ufak Lucy tam anlamıyla bir bireydi.
“Şaşmaz biçimde”, diyor Coppens acelesiz üslubuyla, “aynı silsile tekrarlanıyor hep.” Kazılarda önce bilinmeyen mutasyonların yarattığı bir biyolojik değişim buluyoruz ve kısa bir süre sonra da bu biyolojik değişime yol açan teknik değişimi: ilerleme denebilecek bir şeyi, mesela aletlerin şeklindeki bir değişimi. Ama sonra, biyolojik değişimi getiren kültürel değişim gerçekten ortaya çıkana kadar yüzler veya binlerce yıl geçiyor. İlk kültürel değişimler aşağı yukarı genetik değişim kadar yavaş. Bu gecikmenin yarattığı hüsran insana şu soruyu sorduruyor: Kültürel değişim yeni genetik çeşitlenmenin sonucu mu, yoksa teknik ilerleme kaçınılmaz mı? Aslında olan şu: jeolojik zaman perspektifi kültürel değişimde içkin. Sosyal ve siyasi organizasyon kalıpları ya da yeni bir bilimsel bilgi paradigmasının yaratılışı, teknik veya kurumsal değişimden çok daha yavaş bir süreç izliyor. DNA molekülü yapısının keşfi, şimdilik ne zaman ve nasıl olacağnı bilmesek de, hayvanlar aleminin geri kalanıyla ilişkimizi değiştirecek sonunda.
Princeton Üniversitesi’nde evrim biyolojisi onursal profesörü olan John Bon- ner, insanlarla diğer hayvanlar ve hatta diğer daha yabancı yaşam formları arasındaki benzerlikler üzerine enğn bilgi sahibi. Çalışmaları (burada balçık küfü protoktistleri olarak geçen) sosyal amipler üzerine yoğunlaşıyor. Bunlar ilk çok hücreli çekirdekli organizma türlerinden biri ve kendilerinden öğreneceğimiz çok şey var.
250
A M İ P L E R D E N F A R K L I
Eduardo Funset: Son kırk yıldır bu odada dersler veriyorsun. Öğrencilerine hiç insanla sosyal-amip zekası arasındaki farkları açıkladın mı -bizimle bütün bu yıllar boyunca incelediğin minik, sosyal, küf benzeri yaratıklar arasındaki farkı?
John Bonner: Doğrusunu istersen, bu farkı sınıfta hiç açıklamadım. Ama şimdi öğrencilerimin burada olup beni dinlemelerini isterdim, ki aynı soruyu ben de kendi kendime hep sormuşumdur. Amiplerden insanlara kadar bütün hayvanların [balçık küfleri hayvan değil] zekasıyla ilgiliyim ve biyolojiye başladığımdan beri sosyal amiplerle çalışıyorum. İnsanlar sırf amip oldukları için onları aptal sanıyor. Aslında çok zeki olabiliyorlar. Birincisi, amipler bağımsız olmaktan ziyade gruplar halinde yaşar. Ön ve arka uçları olan amip torbaları oluştururlar. Bulundukları yerden birkaç santimetre öteye göç edebilirler. Müthiş bir şey. İnanılmaz bir katilikle ışık kaynağına yönelirler. Çok zayıf bir ışık kaynağına yönelebilirler. Minnacık bir ışık yoğunluğu onları çekmeye yeter. Yıllar önce, inanılmaz derecede küçük farklılıkları olan ısı gradyanları boyunca hareket ettiklerini keşfettik. Isıya fazlasıyla du- yarlılar. Dolayısıyla, bana göre, zekayla davranıyorlar, ama ancak bir grup olarak. Tek amip olarak böyle hareket edemiyorlar, ama yüz bin veya bir milyon amip biraraya gelip aşağı yukarı bir milimetrelik bir uzunluk oluşturduklarında, gerçekten de çok zekiler ve çevre uyarımlarına cevap veriyorlar.
E.P, Müthiş! Birlikte, bireyler halindekinden çok daha zekiler?J.B. Evet, gerçekten öyle. Bunu yapma yöntemleri çok ilginç. Mesela ışık hadise
sini düşünürsek: amipler saydamdır, dolayısıyla ışık aslında onlardan geçip yayılıyor, ama silindir yapıları sayesinde ışığın arka uçta yoğunlaşıp gradyan yarattığı bir lens oluşturuyorlar. Bu gradyanı gidermek için, ışığı alıp arkaya doğru aktaran ön uç daha hızlı hareket ediyor. Bir başka deyişle, ışığa doğru hareket ediyorlar, ama sırf bir torba oluşturduklarında ışık arkada yoğunlaştığı için. Işığı arama davranışının ortaya çıkması bu sosyal kapasiteyi kullanmalarından kaynaklanıyor. Tek başına hiçbir amip bunu yapamaz, ama bir grup olarak yapabiliyorlar.
E.P. Sence aynı kural insanlar için de geçerli mi? Kolektif halde, bireyler halindekinden daha zeki olduğumuzu düşünüyor musun?
J.B. Düşünüyorum, böyle basit iddialar öne sürmek çok bilimsel olmasa da. Meselenin özü şu ki, büyük beyinler küçüklerden daha iyi çalışıyor, yani bazı bakımlardan benzerlik var. Pek çok kişi, istediğim gibi manipüle edebildiğim için balçıkla çalıştığımı söylüyor ve bu onun hiç umurunda değil. Hatta balçık küfleri neredeyse bundan hoşnut gibi.
E.P. Sahiden?J.B. Bir amipler yumağının eğlenip eğlenmediğini gerçekten bilemeyiz, ama bana
251
H A Y A T K İ T A B I
öyle geliyor.E.P. Ölmüyorlar mı? Yani çoğalma kabiliyetleri olup olmadığım kastediyorum.J.B. Hiç şüphe yok. Daha önce sözünü ettiğim bu silindir amiplerden birini ikiye
ayırırsak (yaklaşık bir milimetre uzunluktadırlar), her bir yarı kendini toplayacak, hareket edecek ve çabucak normal balçığı üretecektir.
E.P. Bu anlamda sosyal amipler bizden daha zeki. Denir ki, diğer hayvanlara kıyasla insanların en büyük avantajlarından biri, evrimin belli bir anında, diğer kişinin ne düşündüğünü tahmin etme yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Yani başka birinin ne düşündüğünü tahmin etmek, onun reaksiyonunu kısmen öngörmek demektir ve böylece de kendini savunmaya hazırlanmak veya diğerine yardım etmek veya bir şekilde durumu manipüle etmek gündeme gelir. Bu doğru mu sence? Hayvanlarda da böyle mi?
J.B. Doğru bence ve diğer hayvanlarda da böyledir. Sanırım iki köpek -k i benim de köpeklerim olmuştu— birbirlerinin davranışından, diğerinin ne düşündüğünü gayet iyi anlıyor. Davranışı öngörebiliyorlar. Benim anlayışıma göre, hem insan hem de hayvan zekası daima bir sosyal çerçevede ele alınmalı. İnsan zekası yalıtılmış bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arası iletişim ve diyalogun ürünüdür ve bu durumun diğer hayvanlar için de tamamen aynı olduğuna inanıyorum.
E.P. Zeki davranışı nasıl tanımlıyorsun? Birini aldatabilmek veya onunla iletişim kurabilmek mi? Bir davranışın bir zeka ürünü olup olmadığını nasıl belirleyebiliriz?
J.B. Buna cevap vermeden önce birkaç şey söylemek istiyorum. Birincisi, tanımlamalara çok inanan biri değilim, çünkü katı sınırlar dayatır tanımlamalar. Herşeyi bir tanımın sınırları içine sıkıştıramazsın. Kanımca -k i bu ilk tespitimin bir devamı— tüm zeka bir devamlılık, bazı hayvanlar çok sınırlı bir zeka sergiliyor ve tedricen beyinler gitgide daha karmaşık hale geliyor, sonunda bizimkiler gibi karmaşık işleri düşünüp yerine getirebilenler ortaya çıkıyor. Devamlılık fikrini tercih edip, zekayı tanımlamanın zorluğunu teslim ediyorum.
E.P. Dolayısıyla, birçoklarının söylediği gibi bizim zeki olduğumuza, diğer hayvanlarınsa olmadığına değil, zekanın bir dereceler meselesi olduğuna inanıyorsun.
J.B. Aynen. Aynı savlamayı bilince de uyarlıyorum. Eski bir arkadaşım, biyolog Donald Griffin, “Hayvanlar eylemlerinin bilincinde değil mi; bunu nereden biliyoruz?” diye sorarak, bilincin sadece insanoğluna özgü olup olmadığı yolundaki büyük soruya yeni bir boyut getirdi. Verdiği birkaç örnek insana şu soruyu sorduruyordu: yoksa bizimkinden farklı da olsa, hayvanlarda sahiden bir çeşit kendini farketme melekesi var mı?
252
A M İ P L E R D E N F A R K L I
E.P. Bizim kendimizi farketme melekemizden ve başkalarının nasıl davranacağını düşünme yeteneğimizden farklıysa bile?
J.B. Diğer hayvanlar davranışlarına dair bir duyuma sahipler. Davranışları olduğunun farkındalar. Demin zeka konusunda yaptığın gibi şimdi de bilincin ne olduğunu sorma bana, çünkü bunu tanımlamak daha da zor, ama ben hayvanlar arasında bir bilinç devamlılığı olduğuna kaniyim.
E.P. O zaman, diğer hayvanlarla insanlar arasında kültür bakımından -daha da belirsiz bir kelime— ne fark olduğunu da soramayacağım demektir. Kültür de mi bir devamlılık?
J.B. Evet, kültürü bir devamlılık olarak tanımlıyorum, ama birçok antropologun yaptığı gibi, sırf insanları kapsayacak şekilde değil. Kültürü, davranış veya diyalog yoluyla bilginin bir bireyden diğerine aktarımı şeklinde tanımlıyorsak, ele aldığımız bu tanım öylesine basittir ki, insanoğlunu kapsadığı kadar daha aşağı hayvanları da mükemmelen kapsar. Ama bu tanım kültür antropologlarım öfkelendiriyor, çünkü kültür teriminin kendilerine ait olduğuna ve benim gibi biyologların bunu sorgulama hakkı olmadığına inanıyorlar. Kültürü, uygarlık ve sırf insanlara atıfta bulunan diğer kavramlar bağlamında tanımlıyorlar.
E.P. Doğadaki modellerden söz ediyorsun, belli bir öngörülebilirlikleri veya düzenleri olan formlardan; ve kuvvetle ilgili pek çok hayranlık verici kitap ve makale yazdın. Hayvan büyüklüğünün, kültürünün veya davranışının fiziksel kısıtlamalarca belirlediğini ileri sürüyor gibisin.
J.B. Tam doğru kelimeyi kullandın, kısıtlama. Büyüklük mesela çok önemli, çünkü yaşamda vücut yoğunluğu kabaca sudan oluşur —milimetre başına 1 gramdan birazcık fazladır. Dolayısıyla hayvanın ağırlığı kübüyle artar. Büyüklük ağırlıkla alakalıdır. Ama kuvvet ve yüzey (mesela deri) alan fonksiyonlarıdır, dolayısıyla karesiyle artar, kübüyle değil. Fil bacağını ceylan veya geyiğinkiyle kıyasla, çok daha kalındır, Galileo da böyle düşünmüştü. Fil gibi büyük bir hayvanın böyle kalın bacaklara ihtiyacı vardır, aksi halde vücudunu ayakta tutamazdı. Bunlar sınırlamalar dayatan kuvvetler değil. Embriyoloji ve gelişimi düşün: fil embriyosu yetişkinin ne büyüklükte olacağını öngörür ve kalın bacaklar geliştirmeye başlar. Model tarafından belirlenmiyor bu, tam tersi. Hayvan büyük olacak ve orantılı bir yapıyı garantileyen bir gelişim planına ihtiyaç duyuyor. Yine de başlangıçta söylediğin doğru; fil büyük boyutunun kısıtlamalarını reddemez, ama kısıtlamalar temel belirleyici faktörler değil.
E.P. Kafamı kurcalayan bir başka soruyu sormak istiyorum sana. Tüm hayvanların az çok aynı beyin potansiyeline sahip olduğunu ve tek farkın bu potansiyeli değişik şekillerde kullanmaları olduğunu söylemek doğru mu? Mesela
253
H A Y A T K İ T A B I
sudaki yunus diğer yunuslarla iletişim kurmak için ses dalgalarını kullanıyor, çünkü ses dalgaları suda kolayca seyahat edebiliyor. Bir kanguru, bir arslan veya bir insan ışık dalgalarındaki aynı potansiyeli kullanıyor, çünkü karada bunlar daha iyi işliyor. Uçan bir yarasa yankıyla belirleme yöntemini, sonarı kullanıyor. Biyologlar, mesela Jordi Sabater Pi, diğer hayvanların aslında insanlardan daha az zeki olmadıklarına, zekalarını bizim anlam veremediğimiz alanlara odaklarına inanıyor [bölüm 4].
J.B. Kesinlikle. Örneklerin iletişim araçlarıyla ilgili. Yunus bizim yaptığımız gibi sesler yayıyor, ama yunusun sesi özellikle suda yolalmak bakımından etkilidir. Fillerin insanlarca algılanamayacak kadar düşük frekanslı sesler yaydığını gösteren keşif beni hep büyülemiştir. Bunlar iletişim hadiseleri, aslında zekayı yansıtmıyorlar. İletişim ve ifade gücü olmadan, hiçbir hayvanın zeki olamayacağı doğru. Zeka iletişim yeteneğinde yatıyor, iletişimin nasıl gerçekleştirildiğinde pek değil.
E.P. Amiplerin sosyalleşme yeteneğine işaret ediyorsun, değil mi?J.B. Aynen. Yunusların çok karmaşık bir sosyal yapısı var-E.P. Ve zengin bir aile hayatı-J.B. Evet. Erkek yunuslar, takım çalışmasıyla bir dişiyi daha iyi dize getirmek için,
üçlü gruplar halinde yüzer. Sosyal hayatları hat safhada karmaşıktır.E.P. Seçkin bir biyolog olarak kariyerin boyunca desteklediğin bir fikre biraz da
ha derinlemesine dalabilir miyim? Bir organizma ne yetişkindir, ne de çocuk, daha çok tüm bir yaşam döngüsüdür ve dolayısıyla sabit bir fotoğraftan doğru olarak yansımaz. Kastettiğin şey tam olarak ne?
J.B. Bu fikre nasıl ulaştığımı açıklayayım. Üniversitede, sevmediğim halde, mantık dersi aldım. İlk derslerden birinde profesör, bir insanın ismini veya bir sözünü söylerken o insanı hayatındaki belli bir noktada hatırladığımızı, ama bunun tamamen kurmaca sayılacağını, çünkü embriyonun halihazırda o kişi olduğunu işaret etti. Dolayısıyla tek bir zaman dilimini tecrit etmek doğru değil, böyle yapmak pratik olsa da. Her hayvan bir yaşam tarihidir, filmlerde veya avcı siperlerinden ve gözlem kulelerinden izlediğimiz anlık “fotoğraflar” değil.
E.P. Ya da hayal gücünün bir fantazisi değil.J.B. Bir köpeğin hayatı veya herhang bir başka tekil hayvanınki, yumurtada bu
lunduğu andan ölüm anma kadar uzanır.E.P. Pratik açıdan, hayatı zamanın belli bir anında anlık bir fotoğraf gibi görmek
le, eksiksiz bir yaşam döngüsü olarak hayal etmek arasında ne fark var?J.B. Sanırım büyük fark şu ki, bir insanı bir yaşam döngüsü olarak düşündüğü
müzde gelişimi göz önüne alıyoruz demektir -hücrelerin bölünüp omurgayla omuriliği oluşturduğu ilk hücresel evresinden, bebekliğe, yeniyetmeliğe ve
254
A M İ P L E R D E N F A R K L I
yetişkin bir şahıs olarak doruğa ulaşmasına kadarki tüm gelişimi. İnsanları bütünler olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum.
E.P. İnsanların fiziksel gelişimi yaşam döngülerinin belli bir anında duruyor, bu şaşırtıcı. Çünkü balıklar, tırtıllar ve pek çok başka hayvan türü ölene kadar büyümeye devam ediyor. Bu bir lanet mi, yoksa avantaj mı? Bu fark niye?
J.B. İyi mi, kötü mü olduğunu söyleyemem, ama kesinlikle memeliler büyük farklılıklar gösteriyor. Filler bile büyümeye devam ediyor. Memeliler demek yetmez; fark insanları da içeriyor. İşaret ettiğin fark gelişimin gerçekleşme şekliyle ilgili. Yirmilerimizde uzun kemiklerimiz mühürlenir; uzamamız durur, eğer hipofiz anormalliklerimiz yoksa. Bu Darvvin’in doğal seçilimiyle ilgili. İnsanlar ve ataları, birçok memeli gibi anladılar ki, büyümenin durması çı- karlarınaydı. Avcı hayvanlardan kaçmak veya avlanmak için hareket kabiliyetini geliştirmek üzere, ideal uzunluğu koruma yolunda bir deneme gerçekleşti bence. Bu büyüklüğün kısıtlamalarıyla ilgili. Ama neden filler büyümeye devam ediyor? Belki o kadar büyük ve ağırken, biraz daha büyük ya da küçük olmaları pek fark etmediği için.
E.P. Zeka ve diğer hayvanlarla insanlar arasındaki farklar konusuna dönelim, eğer böyle farklar varsa tabii. Hayvanlar sanat veya estetik düşünce üretmiyor, doğru mu? Sanatsal düşünce nereden geldi?
J.B. Bu beni hep büyülemiştir. Yirminci yüzyılda hayvan yaşamındaki güzellik duyusunu keşfettik, önceden sırf insana özgü gibiydi. Aslında on dokuzuncu yüzyılda, Victoria dönemi insanları bir hayvanın tüylerindeki, renklerindeki güzelliği övüyordu, hayvanın sanatsal duyusuna hayrandılar. Ama zamanla bu fikirler alay konusu oldu ve itibarını kaybetti. Yirminci yüzyılda, erkek cennet kuşlarının dişilere kur yapmaya yarayan son derece güzel ve incelikli tüyleri olduğu söylendi. Dikkat çeken ama çok da çekici olmayan bir başka kuş, çardak kuşu, çok incelikli bir yapı inşa ediyor, içinde çiftleşeceği bu yapıyı orman meyveleri ve renkli kabuklarla süslüyordu.
E.P. Zifaf odası gibi—J.B. Aynen. “Çardak” [“Boıver”], aslında Victoria döneminde zifaf odası anlamı
na kullanılan bir terimdir. Evrim sırasında iki tür ayrışınca bir grup kuşun parlak renklerini koruduğuna inanıyorlar ve bunun, çardak kuşu için değilse de, bazı dezavantajları var; parlak renkli erkek kuşlar daha kolay avdırlar, çardak kuşu içinse böyle bir risk yok. Renkli, şatafatlı bir şekilde süslü olan sadece zifaf odalarıdır, kuşun kendisi değil. Tartışmamıza dönersek, devamlılığa kuvvetle inanıyorum ve de kuşların sanatsal bir duyumu olduğuna. Belki bizim duyumumuzdan farklı, ama belki de insanlar kuş beyninin sanata duyarlı olan o bölümünü muhafaza etmişlerdir. Bir kağıt parçası ve kalem veya fırça verdiğinde gorillerle şempanzelerin çizim yapması beni büyülüyor.
255
H A Y A T K İ T A B I
Neyse, hayvanların sanatsal bir duyumu olup olmadığı sorusunu cevaplamadık. Yine de kuşlarla memelilerin, kendi tarzlarında, bizim sanat kavramımıza bir şekilde benzeyen şeyler yaptığını düşünüyorum ben.
E.P. Sanat insanlar için de böyle mi başladı? Kuşlarda seksüel seçilim sanatsal yeteneklerini kanalize etti....
J.B. Bu çok önemli bir soru. Birçok kabilede, bedenin süslenmesi, yani dövmeler, yaralar, ayak sıkma, seksüel seçilime bağlandı. Bu pratiklerin genetik olmadığı açıksa da, anlamlı bir amaçları var. Tam da Cro-Magnon döneminde, göründüğü kadarıyla seksüel seçilimle hiç ilgisi olmayan harika kaya ve mağara resimleri yapmaları çok şaşırtıcı. Kozmik dindarlığı ifade etmiş olmaları daha muhtemel. Dürüst olmak gerekirse, ilkel insanın büyük bir sanatsal kapasitesi vardı.
256
'■ s _ Ü M 4
GÖRÜNMEYENE DOĞRU
G İ R İ Ş
Enginden MinnacığaBilim görünen evreni, tümünü inceler ve çok defa görünmeyen, kara-madde evreninin muazzamlığınıysa çıkarsamak zorunda kalır. Bilimsel inceleme konulan bir kadının sınırlı derisi veya bir futbol güruhunun deliliğinden çok ötelere uzanır. Bilimciler maddenin en küçük parçacıklarını ve yaşamın kökenini ve de gelecekte nasıl bir hal alabileceğini anlamaya çalışır. Kayınbiraderim Sheldon Lee Glas- how'un (bölüm 33) keşfettiği gibi, biz, tüm insanlar orta-boyuz. Atomları onların düzeylerine inip kavrayabilmek için fazla büyüğüz ve görünen veya görünmeyen engin evrene dair bir perspektif sahibi olmak için de fazla küçük. Buradaki konuşmacılar bize uzayın çoğunlukla boş olduğunu söylüyorlar, yani direkt bir tecrübe veya duyum olmaksızın bir elektron bulutu üzerinde yürüyoruz biz. Eğer “bilinç” bir sözlük tanımındaki gibi “insanın etrafındaki çevreyi farkedişi” anlamına geliyorsa, o zaman atomlar da bilinçli olmalı.
Gitgide küçülen ve bizim yerimize işlerimizi yapacak olan makinelerin icadı bugün en fazla konuşulan şey. “Nanoteknoloji” ne anlama geliyor? Latincede nano (İtalyancada ennao) “minik” veya “çok küçük” demek. Biz bir merdiven üzerindeyiz. Kendimizi tek bir yere konuşlandırmaya alışkınız -ü ç boyutlu bir kürenin (ekvatora göre) kuzeyinde, (Greenwich Birleşik Krallık meridyenine göre) batısında ve yerden bir metre yukarısındaki bir noktaya. Ama Einstein bize, merdivendeki bu keyifli yerin, sadece statik Dünya yüzeyindeki sabit noktaları baz aldığını söyledi. Tam bir konuşlanma için bir başka boyuta ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Dördüncü boyutu eklememiz lazımdı: zamanı. Yani burada 400 kuzey, 650 batı, yerden bir metre yukarıdaki basamağımdayım ve tarih 1 Ocak 2007.
Dört boyutla -ailemiz x, y, z ve zamanla- tamamen mesuttum. Gerçekten de ayaklarım yere basmış ve yerim yönüm belirlenmişti, ta ki, Lisa Randall, tutkulu bir şekilde, Eduardo'ya sırf bildik dört boyuttan söz edip dikkatimizi onlara yönelttiğimizi, oysa son derece yüksek bir ihtimalle çok daha fazlasının varolabileceğim söyleyene kadar. Anlatımıza bu noktada katılan son konuşmacı Paul Da-
259
H A Y A T K İ T A B I
vies de sözünü sakınmaksızm hayal gücümüzün güdük olduğunu ileri sürüyor. Hem biz bilimciler, hem de siz okurlar ufkumuzu daraltıyoruz. Ama Davies bizi yeni zaman ve mekan koordinatlarına nasıl adapte edeceğini biliyor. Bilim dünyasına dair 1900'de bilip anladığımızı sandığımız şey, yani girift kıyılar ve yıldızlı göklere ilişkin tartışmalardan çıkan, ölçüye gelir “olgular” dünyası tümüyle yanlış. Bilim dünyası bugün 2007'de, hatta 1999'dan beri, yeni bir Hubble Uzay Teleskopu ve Mars Gezgini görüntüleriyle güncellenmeyi bekliyor. Norveç'ten başlayarak kırkı aşkın ülkenin açıklarında, derin deniz bacalarının organları bulunmayan ama küme küme bakteri topluluklarıyla kaplı olan kurtçukları ve pogono- foranları ve fotosentezden tümüyle yoksun şaşırtıcı sualtı mercan kayalıkları görüldü. Sadece bilimde kayda değer haber var, ama onun haberleri bile sürekli değişiyor. Okumaya devam edin. Öğrenmeye devam edin. Ezberci aklı sorgulamaya devam edin. Her araştırmacıdan, siyasi liderden ve TV kişiliğinden görüşünü delillerle kanıtlamasını isteyin. Canalıcı gözlemlerin peşine düşün. Dürüst soruşturmanın değişmez bazı özellikleri vardır. Otoriteden şüphelenme, içeriden eleştirinin vazgeçilmezliği, ayrıntılı gözlem ihtiyacı ve bilinebilir olana vurgu yapma -b ilimin bu unsurları değişmez. Sosyal, yardımlaşmacı ve çok uluslu bir etkinlik olan bilimin bu öğrenme tarzı hiç değişmez. Ama zihin, yaşam ve evren, yani bilimsel soruşturmayla gizemi çözülen anlatı şaşırtmaya devam edecektir. Bu bildirimler, sürekli sağlama gerektiren bu “olgular” ancak meşakketle elde edilebiliyor. Gerçekten de sadece bilimde kayda değer haber var.
260
- 3 1 -
Elektron Bulutu Üzerinde Yürüyüş
Eugene Chudnovsky ile SöyleşiYerdeki elektronlar ayakkabılarımızdaki elektronları itiyor ve böylece
biz bir elektronlar bulutu üzerinde yürüyoruz.Eugene Chudnovsky
Lamarckizm Stalinist rejime eldiven gibi uyar. Fransız biyolog Jean Baptiste de Lamarck’a göre, ömür boyunca edinilen bilgi ve karakter özellikleri veya yaşanan karakter dönüşümleri sonraki kuşaklara aktarılıyordu. Dolayısıyla dünyanın dönüşümü ve yeni Komünist insanın yaratılmasına karşı konulamazdı. Hasis ve gelişigüzel genetik mutasyonların boyunduruğundan kurtulmak mümkündü. Ya da şöyle diyebiliriz: genetik talimatlar Komünist rejimin tüm bir nesil için dayattığı kodlara duyarlıydı. Ki bu batı dünyasındaki ortak bilimsel görüşün tam ter-
Eugene M. Chudnovsky, New York, Bronx'ta Herbert H. Lehman Koleji’nde Fizik ve Astronomi Bölümü Seçkin Profesörü’dür.
261
H A Y A T K İ T A B I
siydi ve hâlâ da öyle.36Sovyeder Bidiği’nde resmî öğretinin bayraktarlığım yıllarca Trofim Deniso-
vich Lysenko yapmıştı, yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kudretli Bilimler Akademisi başkanı. Lysenko’nun nüfuzu, Eugene Chudnovsky’nin de katıldığı ünlü bir Akademi Kongresi’nde zayıdamaya başladı. Lysenko resmî tezleri savunmak adına dedi ki, “Doğduklarında buzağıların kulaklarını kesersek, nesiller sonra inekler kulaksız doğar.” Yüzü oda gerisinde bir yerlerde kaybolmuş genç bir bilimci “Profesör Lysenko,” diye sordu çekingenlikle, “Sistematik olarak kulaklarını kesmekle, ineklerin nesiller sonra, nihayet kulaksız doğacakları doğruysa, Sovyet Birliği’ndeki tüm genç kadınların sürekli bakire doğmalarını nasıl açıklıyorsunuz?” Odada hemen kopan kahkaha tufanını ve hem Lysenko’nun, hem de resmî dogmanın itibarındaki sonun başlangıcını hatırlamak Eugene Chudnovsky için bir neşe kaynağı. Eugene iyi bir bilimci olarak yerleşik düşünceyi sorguluyor ve ardından spekülasyon yapıyor; soruşturmadan hoşlanıyor. Bu yüzden ona şunu sordum: “Dünyaya ilişkin algımız doğru mu? Demek istediğim, dünyanın gerçekte nasıl bir şey olduğunu yansıtıyor mu?”
Eugene Chudnovsky: Sanırım, dünyayı olduğu gibi yansıtıyor ve üstelik de büyük bir hassasiyetle. Beynimiz, yani dünyayı tahlil eden şey, daha iyi uyum sağlayabilelim diye dünyayı yansıtmak ve bu dünyanın işleyişlerini modelle- mek için milyonlarca yıl süren biyolojik bir evrimle geliştirildi. Dış dünyayı doğru biçimde yansıtmasaydı, ne onu modelleyebilir, ne de doğru düzgün iş görebilirdik.
Eduardo Punset: Hatalar olurdu. Zihinsel dengesizlik yaşayan insanların başına da böyle bir şey gelmiş olmalı.
E.C. Doğru. Mesela hap bağımlıları; sonunda dünyayı farklı algılamaya başlar ve iş göremez hale gelirler.
E.P. Evreni aynen benim gördüğüm gibi mi görüyorsun? Ofisinin penceresindeki dik, yapraksız ağaç-
E.C. Öyle sanıyorum, yakın zeka düzeyinde insanlarsak. Aslında gördüğümüz şey, özünde, beynimizin belli bir miktar bilgiyi işleme yeteneğinden kaynaklanan bir imaj. Mesela benim kafamın içindeki işlemciyle bir şahininkini, gökte uçan bir kuşunkini kıyaslarsak, şahinin görme sistemi benimkinden çok daha mükemmel olabilir, ama beyninde imajı benim kadar ayrıntılı bir şekilde tutamaz.
36 Lysenko'nun Lamarckizm anlayışı çürükse de, tüm genetik yeniliğin gelişigüzel mutasyonlarla oluşturulduğu yolundaki fikir de çiirük, yanlış yorumlanmış, aşırı bir genellemedir; yüz yılı aşkın bir süre önce Rusların ortaya attığı “symbio-genesis” [ortak varoluş] kavramı kesinlikle evrimsel değişimin temel bir kaynağıdır. (Bölüm21 ve Margulis & Sağan, 2002.)-LM
2 6 2
E L E K T R O N B U L U T U Ü Z E R İ N D E Y Ü R Ü Y Ü Ş
E.P. O kadar uzun süre de tutamaz.E.C. Aynen, o kadar uzun süre de tutamaz. Dolayısıyla şahinin imajı muhtemelen
-gerçi henüz bunu nasıl göstereceğimi bilmiyorum am a- büyük gri bir ekran ortasında hareket eden bir fare şeklindedir.
E.p.'in yorumu: Eugene’in çizdiği imge hiç aklımdan çıkmadı, gri bir evren ve onu boydan boya geçen tek bir fare ve bunları gören şahin: Barselona’daki Plaza de Catalunya gibi bir tür büyük, solgun battaniyeyle onu boydan boya geçen büyük bir sıçan ve o da gri. Çok defa, bilimin bizi tüm diğer hayvanlardan ayırdığı düşünülen duvarı yıkmasıyla, dünyaya ilişkin algımızın farklılaşabileceğini düşünmüşümdür, ama bu da yine ben merkezci bir yaklaşım. Beynimizin sağkalıma yönelik ihtiyaçlarımız konusundaki belirlemeleri uyarınca, kendimiz için anlamlı olan bir evreni görüyoruz biz. Kitabın 15. bölümünde Richard Gregory’nin işaret ettiği sağduyu stratejisidir bu.
Herşeyi zihin yoluyla bildiğimizi varsaymak mantıklı görünüyor: ya gözlemlenen şeyler zihne giriyor, ya da zihin dünyaya ilişkin algımızı etkiliyor. İndirgemecilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmalara ilişkin -biyolog Harold J. Mo- rowitz’den duyduğum- en güzel çözümlerden biri, sağkalım için ne görmemiz gerekiyorsa onu gördüğümüz yolundaki fikirdir.
Döşeme, sandalyeler ve masaya ilişkin varsayımlarımızın çıkış noktası zihin; fikirlerden başlayarak kuruyoruz nesneleri. Ve bir sandalyenin gerçekte ne olduğunu açıklamak için atom ve molekül teorisini geliştirebiliriz; moleküllerin gerçekte ne olduğunu açıklamak için elektron ve proton teorisini geliştirebiliriz. Nihayet ta kuarklar ve sicim teorisine kadar gidebiliriz. Bu indirgemecilerin yolu. Ama tersini de yapabiliriz -yani parçacıklardan başlar ve kendi kendimize sorarız: atomlar canlı şeyleri nasıl yaratabiliyor? Ve canlı şeyler de daha karmaşık canlı organizmaları? Bu şekilde hayvanlara geldiğimizde, onların bir başka özellik geliştirdiklerini görürüz, biliş. Onunla, tamamen atomların rastgele eşleşmesi sonucu olmaktansa, bir amacı olan eylemler yerine getirebiliyorlar. Ve tüm bunlar bizi zihne geri getirir. Bir daire gibi. İndirgemeyle temel parçacıklara geliyoruz, asla gerçek temele inmesek de; ve diğer taraftan da evrimi ve yaşamın kökenini oluşturan şeylere dair kavrayışımızla zihne kadar gelip onu yeniden yaratıyoruz.
Morotvitz’in indirgemecilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmayı geçici olarak sonlandıracak, uzlaştırıcı, zarif bir yöntemi var. Aslında sırların sırrı, sadece genişleyen evrenin ne zaman başladığını bilmekle değil (ki biliyoruz), nasıl ve neden başladığını da kesin olarak bilmekle kati biçimde çözülebilir ancak.
E.P. Evrimsel genişlemede bizden sonra gelecek olanı biliyor veya dönüştürüyor gibi yapmayı sürdürebilir miyiz sence? Demek istediğim: bizden sonra ola
263
H A Y A T K İ T A B I
caklar üzerinde bir etkimiz var mı sence?E.C. Sanırım çok sınırlı bir etkimiz var. Biz insan olarak sadece teknolojik evrimin
geleceğine karar veririz; evrimin zararlı bir yöne gitmesini bile engelleyebiliriz, ama çabalasak da herşeyden —mesela terörist saldırılardan— kaçınanlayız. Bu arada, teknolojik evrim neticesinde yeni türlerin ortaya çıkmasını engelleyebileceğimizi sanmıyorum; bu türler evrimleşmiş biyolojik türler gibidir. Sözünü ettiğim yeni türler, yakın gelecekte, şüphesiz, bilgiyi bizden daha hızlı işleyecek ve yetenekler kazanacak olan bilgisayarlar.
E.P. Peki sayborglara inanıyor musun, şu yarı-makine, yarı-organizma melezlere?E.C. Sayborglara tabii inanıyorum.E.P. Ve çoğalabileceklerine?E.C. Evrimin geleceğini sayborglarla resmedebilir miyiz, bilmiyorum. Bunu ön
görmek imkansız. Ama bir şeyden eminim: yaşamın evriminde, uzay yolculuğu ve gezegen keşifleri gibi derki basamakları çıkmak açısından biz iyi yapılmış değiliz, yani fiziksel olarak. Sağ kalmak için muayyen bir ortama, ısıya, basınca ve kimyasal maddelere ihtiyacımız var. Cildimiz son derece narin. Ayrıca kirliliğe karşı da fazlasıyla korunmasızız, çünkü vücutlarımızın büyük bölümü elementler tablosunun ilk yarısındaki elementlerden yapılma. Ve üstelik teknolojiyle çevreyi kirletiyoruz, teknolojik mallar, en başta, elementler tablosunun daha ağır olan ikinci yarısındaki elementlerinden yapılıyor.
E.P. Isıdan bahsettin....E.C. Isı önemli, çünkü biz ancak çok dar bir ısı aralığında yaşabiliriz, geleceğin ro
botlarıysa, tersine, bu sınırlamalardan neredeyse tamamen azade olacaklar; koruyucu elbiseler olmadan uzaya gidebilecek, gezegenlerde veya uzay gemilerinde çoğalabilecek ve evreni fethedecekler.
E.P. Uzaydan söz edince, etrafımızdaki, hatta içimizdeki boşluğu düşünüyorum. Moleküllerimiz atomlardan yapılma ve bu atomların çekirdekleri etrafında dönen elektronlar boyutlarına kıyasla hatırı sayılır mesafeler alıyor. Havada asılılar. Bu nasıl bir iş? Demek istediğim, atomlar durağan mı, yoksa atomların etrafında dönen elektronlar mı durağan? Hep orada kalacakları ne malum?
E.C. Evet, elektronlar orada kalacaklar. Dünya çevresinde dönen uyduların aksine -uyduların fiziği klasik fiziktir: sürtünme yüzünden (hareket ettikleri yörüngede daima biraz hava kalır) zamanla nihayet düşerler. Ama elektronlar çekirdeklerine düşmezler, çünkü hareketleri farklıdır ve bu kuantum fiziğiyle açıklanır, ki anlaması hiç kolay değildir. Elektronlar, çekirdek ve atomların boşlukta durdukları doğru. Bir gazdan söz ettiğimizde -mesela bu odadaki havadan- moleküller arasındaki mesafe bir atomun büyüklüğünün yakla
264
E L E K T R O N B U L U T U Ü Z E R İ N D E Y Ü R Ü Y Ü Ş
şık on katıdır. Dolayısıyla bir gazda, bir sıvı veya katı maddede olduğundan çok daha fazla boşluk vardır.
Uzaya gidersen, elektronlar gibi parçacıklar arasındaki mesafe bir metre olabilir. Dolayısıyla uzayın çoğu boşluktur. Kara madde dediğimiz şeye hiç değinmiyorum, çünkü onun nerede olduğunu bilmiyoruz. Kara madde belki her yerde, tüm uzayı işgal ediyor. Belki parçacıklardan oluşmuyor. Bugün fizikçiler maddenin yalnızca parçacıklardan oluşmadığına inanıyor. Geçmişte, mesela yirmi yıl önce, herşeyin nokta parçacıklarından oluştuğu söylenirdi, bir tür çok küçük, dairesel diyebileceğimiz parçacıklardan. Ama şimdi atomdan yapılmamış nesneler bulunduğunu biliyoruz ve bunlar çok uzun nesneler olabilir, mesela sicimler....
E.P. Sicimler?E.C. Evet, “sicimler”. Bunlar -malum adıyla- “herşeyin teorisi”nden çıkan mate
matiksel denklemlere getirilmiş çözümlerdir. Bu sicimler, bir yıldız veya galaksinin büyüklüğüne eş değerde, çok büyük nesneler olabilir. Ama atomlardan yapılmış değiller.
E.P. Titreşim mi bunlar?E.C. E, titreşebilecekleri doğru, mesela gitar gibi bir müzik aletinin tellerini düşü
nebiliriz. Kapalı güçlerdir, kapalı bir halka gibi. Bu kapalı halkaların, sicimlerin -k i belki de çok ağırlar- uzayda bulunması mümkün. Henüz bulamadık, ama matematiksel denklemlere getirilen çözümlerdir bunlar ve orada olabilirler. Oradakiler, bir müzik aletindeki tellerin tersine, atomlardan yapılma değiller.
E.P. Bir şeyden yapılmış olmalılar.E.C. Parçacıklar arasında boşluğun bulunmadığı birer sicim, sürekli madde bun
lar. Tamamen sürekli madde.E.P. O zaman maddenin farklı halleri üzerine bildiklerimizi gözden geçirmekte
fayda var. Bir bakalım: Yunanlılar dünyanın hava, toprak, su ve ateşten yapıldığına inanıyorlardı, değil mi? Ve senin gibi fizikçiler şimdi diyor ki, gazlar, sıvılar, katilar ve plazma var. Plazmadan daha sonra söz edeceğiz. Mesela suya çok alışık olduğumuz için, ısıdaki bir düşüşün maddede sıvıdan katiya bir değişim yaratması bize normal görünüyordu. Ama Steven Strogatz [bölüm 14] veya Albert-Laszlo Barabasi gibi karmaşıklık ve kaos teorisi savunucuları, normal, çok basit görünen bir şeyin -yani sıvı su halinden katı buz haline değişimin- aslında kendini organize eden sistemlerdeki bir faz geçişi olduğunu keşfettiler ve o andan itibaren dünya daha karmaşık bir hale geldi. Ve su moleküllerini bir anda kendi hayatlarından vazgeçip buz gibi kompakt ve kımıltısız bir beraberlik oluşturmaya sevkeden mekanizmaları hâlâ doğru düzgün açıklayamıyoruz. Serbestçe hareket edip birbirine tosla
265
H A Y A T K İ T A B I
yan su buharı moleküllerini hayal edince insan büyüleniyor tabii; ve de aynı moleküllerin, sıvı haldeyken, sanki elele tutuşuyormuşcasına rastgele ve çapkınca biraraya geldiğini hayal edince. Dahası, aynı moleküller sadece elele tutuşmaya değil, birbirlerine kenetlenmeye de karar veriyorlar, ayrılmaz biçimde, kutsal, toplu bir ibadet ayini yapıyormuşcasına. Ve bu da yetmiyormuş gibi, şimdi sen bana evrenin yüzde 99’dan fazlasının “plazma” olduğunu söylüyorsun. Sokaktaki insan palazmayı pek bilmez. Gazların, sıvıların ve katiların ne olduğunu anlıyoruz, ama plazma... plazma ne?
E.C. Fizikte biz plazmanın ne olduğunu iyi biliriz: elektronlarla protonlar gibi parçacıkların atomlardaki gibi birbirlerine bağlı olmadığı, bireysel nesneler şeklinde varolduğu bir madde halidir. Plazma denen madde hali çok yüksek ısılarda varolur, binler veya belki milyonlarca derecede. Bu derecelerde atomlar parçalanır ve temel parçacıklar boşlukta serbest kalır. Plazma budur.
E.P. “Plazma” güneş içindeki maddenin hali mi?E.C. Doğru, güneş plazmadır.E.P. Biz neden yapılmayız?E.C. içimizde hiç plazma olmadığı aşağı yukarı kesin; vücut ısılarımız çok çok dü
şük. Ama maddenin diğer halleri var: sıvılar, mesela kan; katilar, mesela dişler; ve gazlar, mesela soluduğumuz hava.
E.P. Maddenin bilmediğimiz başka halleri var mı?E.C. Belki vardır. Mesela fizikçiler on yıldır hararetle astrofiziğin bir sırrı üzerine
çalışıyor, şu kara madde üzerine. Deneylerin gösterdiği çekim güçleri ve evrenin evrimini —iki farklı nesne arasındaki çekimi- açıklamanın tek yolu var: evrenin kütlesi gözlemlediğimizden on kat daha büyük olmalı. Dolayısıyla bu varsayıma göre, evrenin büyük bir bölümü göremediğimiz tözlerden oluşuyor, ünlü kara maddeden. Ve onun ne olduğunu bilmiyoruz, çünkü bildiğimiz diğer madde türleriyle etkileşimi çok zayıf.
E.P. Bir eletronlar bulutu üzerinde yürüdüğümüz doğru mu? Demek istediğim, iki katı birbiriyle temas haline geldiğinde -e l sıkıştığımızda mesela- senin elini benimkiyle sıkan şey ne, bir elektronlar bulutu mu? Senin atomlarınla benimkiler ayrı mı kalıyorlar?
E.C. Evet. Bir atomu hayal etmenin en basit yolu, bir çekirdek etrafında dönen elektronlar şeklindedir, Dünya etrafında dönen uydular gibi. Elektronlar negatif elektrik yüklüdür; yani diğer elektronları iterler. Dolayısıyla el sıkıştığımızda veya bir şeye dokunduğumuzda, elimizdeki elektronlar diğer vücudun elektronlarınca itilir. Bu sayede, diğer elektronlarca reddedildiği için, elim senin vücudunun içinden geçemez.
E.P. Böyle olmasa yeryüzü hepimizi yutardı.E.C. Tabii.
266
E L E K T R O N B U L U T U Ü Z E R İ N D E Y Ü R Ü Y Ü Ş
E.P. Elektronlar bulutu üzerinde yürüyor olmamız inanılmaz görünüyor. Yere yapışık değiliz, çünkü, dediğin gibi, onunla aramızda elektronlar var, olmasaydı onun içine geçerdik.
E.C. Tamamıyla doğru. Yerdeki elektronlar ayakkabılarımızdaki elektronları itiyor ve böylece biz, dediğin gibi, bir elektronlar bulutu üzerinde yürüyoruz.
E.P. Demin sicimlerden söz ettin, uzayın bir köşesindeki belki de çok ağır olan sicimlerden. Peki Dünya üzerindeki katilar alemiyle sicimlerinki arasında hiç benzerlik var mı?
E.C. İyi bir soru. Evrenin aşağı yukarı tüm fiziğini, sicimlerin ya da orada ne varsa onun fiziğini —mesela çok tuhaf nesneler olan monopollarınkini— tanımlayan matematiksel yasalar katılarınkiyle aynıdır. Mesela süper iletkenlerde girdaplar vardır ve bu girdaplar demin konuştuğumuz kozmik sicimleri andırır. Aynı matematiksel modelleri kullanıyoruz, dolayısıyla süper iletkenleri incelerken, teorik ve deneysel bakımdan kozmik sicimlerin fiziği hakkında da bir şeyler öğreniyoruz. Bu pek çok örnekten sadece biri. Katilarda gözlemlediğimiz olguların kozmolojik süreçlerdeki kimi olgulara son derece benzediği yüzlerce başka örnek var. Yani devasa parçacık hızlandırıcılar inşa etmek veya uzaya gemiler göndermekle kıyaslanınca, katılan incelemek evreni daha uzuca keşfetme imkanı sunuyor.
E.P. Katı derken aslında neyi kastediyoruz? Metaller, odunlar ya da yeni materyaller mi? Yeni materyaller yaratabilir miyiz?
E.C. Eler türden katiyı kastediyoruz. Ve farklı elementleri farklı dereceler ve basınçlarda bileştirerek sürekli yeni materyaller yaratıyoruz. Onları yaratmadan önce, elementlerin bileşimiyle ne elde edeceğimize dair bir fikir edinmek için simülasyonlar oluşturuyoruz. Fikirden yola çıkıyor ve deneyler sayesinde pek çok yeni materyal yaratıyoruz.
E.P. Böyle bir entelektüel kapasiteye, simülasyon kapasitesine sahip olduğumuz için ne kadar şanslıyız -b ir pilotun fırtınalı havada ne olacağına ilişkin simülasyon yapması gibi! Ama “Yeni materyaller yaratabiliyoruz” derken, neyi kastediyoruz? Önceden varolmayan moleküller yaratabilir miyiz? Yaşamı yaratabilir miyiz?
E.C. Çok iyi bir soru. Biyofizikçilerle biyokimyacıların yeni moleküller -çok karmaşık olanları dahi- yarattığına hiç şüphe yok, ama yeni bir yaşam yaratmak... bunu kimse yapamıyor. Dışımızda gördüğümüz şeyin gerçekten varolup olmadığı yolundaki ilk soruna dönelim. Evet, dışarıda ne olduğunu gerçekten görüyoruz, ama bu enteresan, çünkü mesela penceremin dışında gördüğümüz ağaçlar, o ağaçlar ölüyor ve yeniden çıkıyor. Bilimde en ilginç mesele, bence, tüm bunların neden olduğunu bilmek ve de fizik, biyoloji ve kimya larobatuarlannda yaşam sürecini neden yeniden yaratamadığımızı anla
267
H A Y A T K İ T A B I
mak. Atomlarla moleküllerin biraraya gelip belli bir büyüklükten sonra üremeye başladığı biyolojik evrim sürecini nasıl tekrarlayacağımızı bilmiyoruz. Fizikçi olarak bakınca, dışarıda gördüğümüz şey, yani penceremin dışında ölüp yeniden çıkan ağaçlar müthiş şaşırtıcılığını koruyor.
E.P. Stanley Miller’la birkaç yıl önceki bir sohbetimi hatırlatıyor bana bu. 1950’lerde en prestijli dergilerin kapaklarına çıkmıştı, çünkü laboratuarda sentetik amino asitleri elde etmişti, yaşamın yapı taşlarını. Ona sordum: “Neden devam edip proteinleri yaratmadın ve sonra da yaşamı?” “Bir haftada bunu yapabileceğimi düşünüyordum, ama kırk yıldır deniyorum ve hâlâ başaramadım” diye cevap verdi. Belki Stanley Miller tam da şimdi senin söylediğini, kendini organize eden bu işleyişte çok şaşırtıcı bir şey olduğunu düşünmüştür -sanki önceden belirlenmiş bir gaye varmış gibi. Neden şu ağaç büyüyor dururken, biz bunu laboratuarda tekrarlayamıyoruz. Tek yapabildiğimiz, onun tohumunda yazılı olan sırrı yeşertmek -onu ekmek.
E.C. Yeryüzünde son üç milyar yıldır evrimin tek bir yönde ilerlediğine dair deliller çıktı ortaya. Yaşam daha karmaşık hale geliyor. Yeryüzünde düzen artıyor. Ağaçlar, insanlar ve diğer hayvanlardaki, binalar, masalar ve kitaplardaki materyaller çok düzenli. Üç milyar yıl önceyse sadece gazlar ve katilar vardı; herşey düzensiz ve kaotikti. Ve bu süreç bir yönde hareket ediyor. Bunu ne izah edebiliyoruz, ne de laboratuarda canlandırabiliyoruz, ama göründüğü kadarıyla, bugüne doğru geldikçe karmaşıklık artıyor gibi.
E.P. Eugene, şimdilik dış dünyanın muhtemelen varolduğunu kabulleneceğiz. E.C. Bu iyi bir varsayım, özellikle de bir fizikçi olarak benim için, aksi halde işsiz
kalırdım.
E.p.'in yorumu: Chudnovsky’yle Bronx’ta, Lehman Koleji’ndeki ofisinde yaptığımız bu görüşmede, “dışarıda” ne olup bittiğini ortaya çıkarmayı, bilimin en büyük paradokslarından birini deşifre etmeyi deneyecek zamanımız yoktu. Okur, çevremizdeki düzen artışına ilişkin yadsınamaz inancın, yadsınamayan diğer bir delile ters düştüğünü farketmiştir, yani termodinamiğin ikinci yasası diye bilinen şu önermeye: izole bir sistemin kendiliğinden evrimi düzensizlik eğilimi gösterir ve daima entropisinde bir artışa karşılık gelir.
Büyük paleontolog Stephen Jay Gould —Harvard Üniversitesi’nde, köhne koltuğuyla yarı hurdalık, yarı laboratuar olan ofisinde— daha büyük ve daha mükemmel bir şeye doğru ilerlemediğimizi söylemişti.
Ve gezegendeki en bilge ve titiz astrobiyologlardan biri olan Ken Nealson “yaşam bir hatadır” derken [bölüm 24], sanırım her ikisi de demin işaret ettiğim paradoksun meşru etkisi altındalar. İzole bir sistemin kendiliğinden evrimi daima en- tropisindeki bir artışa karşılık gelir.
268
Entropi kelimesini 1850’de Clausius bir sistemin düzensizlik derecesini tarif etmek için kullanmıştı. Yani termodinamiğin ikinci yasası izole sistemlerin düzensizlik eğilimi gösterdiğini söylüyor.37
Canlı organizmalar ve dolayısıyla insanlar, evrendeki diğer herşey gibi, kararsız dinamik denge sistemleri olduklarından, yani entropileri arttığından, çözülme, bozulma, daha düzensiz hale gelme ve kaybolma eğilimi gösterirler.
Yaşam, yaşamın idamesi, sürekli bir enerji akışına dayanan homeostasis [iç- denge] olgusunda görüldüğü gibi, bir entropi azalmasına karşılık geliyor. Açık veya kesintisiz sistemlerden oluşan bir olgudur yaşam ve bu sistemler ya gıda maddelerini ve ham maddeleri ya da çevreden aldıkları serbest enerjiyi harcayıp bozunmuş biçimde iade ederek iç entropilerini azaltabilirler.
Termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemleri bozulmaya, çözülmeye, eskimeye ve ölüme mahkum ediyor. Kaldırımlar çatlar, evler eskir, çeviriden yapılan çeviriler orijinal anlamları farklılaştırır ve yıldızlar göz kırparak yitip gider.
Brian Svvimme ve Thomas Berry, evrenin evrimini daha gerçekçi bir şekilde görmemize imkan tanıyan bir kozmo-genetik ilke ortaya koydular, onu ikinci termodinamik yasasının bir tamamlayıcısı olarak nitelendiriyorlar. İlke düzenin oluşumuna, karmaşıklıkta ve dolayısıyla da bilgide artışa değiniyor. Buna göre, termodinamiğin ikinci yasası istatistikî bir olgu, dolayısıyla belli bazı koşullarda düzensizlikteki artış geri döndürülebilir.
İletişim veya enformasyon teorisinde entropi, bir mesajın belirsizliğini ölçen bir sayıdır. Mutlak kesinlik olduğunda entropi sıfırdır. Fiziksel bir nesneye enformasyon yüklediğimizde, yaptığımız şey, o nesnenin sistemini oluşturan elementleri özel bir şekilde düzenlemektir.
Biyolojik ve ekonomik sistemler izole sistemler değildir, her ikisi de güneş ısısını alır. Öyleyse, yaydıklarından daha çok enerji aldıkları sürece, ekonomik ve biyolojik sistemler entropilerini azaltabilirler. Sade dille söylersek, güneşten kullanılabilir ışık enerjisi alındığı sürece, biyokütle ve de dünyanın brüt milli hasılası artabilir.
Sağlıklı bir canlı varlık, bir şirket veya çufçuflayan bir lokomotifin düşük bir entropiye sahip oldukları söylenebilir; enformasyon barındırırlar. Bireyin, işin veya makinenin bileşenlerinde düzensizlik artarsa, bunların entropileri de artar. Belli bir eşik, belli bir entropi seviyesi var ve bunun ötesinde canlı varlık ölüyor, şirket iflas ediyor ve makinenin çalışması duruyor.
Canlı varlıklar, şirketler veya makineler izole sistemler değil. Düzensizliği gidermek, yani entropiyi azaltmak için diğer sistemlerce sağlanan enerjiyi kullanabilirler. Fakat böyle bir çabanın maliyeti öyle devasa ki, Ken Nealson gibi, “yaşam
37 Ama canlı sistemler ne izoledir, ne de kapalı. Maddeye açıktırlar ve enerjinin daima onlardan akıp geçmesi ge- rekir. Evrimin amacı için bak: bölüm 27 ve Schneider ve Sağan, 2004,—LM
E L E K T R O N B U L U T U Ü Z E R İ N D E Y Ü R Ü Y Ü Ş
269
H A Y A T K İ T A B I
bir hatadır” demek yanlış olmaz. Tecrübeyle biliyoruz ki, bu müdahale imkanının bir sınırı var. Henüz ilelebet yaşayan veya işleyen bir canlı varlık, şirket veya makine görmedik. Tüm bir sistem olarak başlangıcından bugüne kadar gelen yaşamın kendisi dışında.
- 3 2 -
Atomik Bilinç
Heinrich Rohrer ile SöyleşiBir molekül diğerini tanıyor veya farklı olan bir başkasını tanıyamıyor,
ama bu fantastik bir cihaz sayesinde gerçekleşmiyor.Heinrich Rohrer
Biz küçük şeyler dünyasına aitiz. Belki de bu yüzden önce mikroskobun icat edilmesi tesadüf değildi, sonra teleskop icat edildi ve Galileo da onu hemen kullanarak daha büyük gök cisimlerine bakabildi. Küçük şeylerin dünyasına nüfuz etme konusunda kaydedilen büyük aşamalar, bakterilerin keşfi de dahil, mikroskop sayesinde gerçekleşti. Gerçek anlamda tıbbi uzmanlık ve biyoloji bundan sonra yaratıldı. Peşinden elektron ve atom mikroskopları geldi. Evreni oluşturan temel parçacıkları görmenin önündeki son engel tarayıcı tünel mikroskobuyla (STM)
Heinrich Rohrer, atomaltı ölçekte detaylı görüntelemeye imkan tanıyan tarayıcı tünel mikroskobunun tasarımına katkısı nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı (1986).
271
H A Y A T K İ T A B I
aşıldı ve bu Zürih’te IBM laboratuarlarındaki çalışmasından dolayı 1986’da No- bel Fizik Ödülü alan Heinrich Rohrer’le yakından ilgili bir konudur. Tünel mikroskobu sadece moleküllerle atomların dünyasını gözlemlemeyi değil, bilgiyi o düzeyde işlemeyi de mümkün kılıyor.
Eduardo Punset: Modellerden sözedelim. Amerikalı fizikçi Richard Feynman “Atomlara ulaşmak ve onları görmek istiyorum” diyor. Bir atomun diğeriyle ilişkisini keşfedersek -k i biz atomlardan ve moleküllerden yapılmayız— doğanın nasıl bir şey olduğunu öğreniriz. Bu doğru mu, yoksa yine de öğrenemez miyiz?
Heinrich Rohrer: Çok karmaşık; doğa karmaşık. Atomların temel olduğunu düşünüyorum ama, atomları bilmek atomlardan oluşan kompleks sistemlerin işleyişlerini anlamamızı sağlamaz. Atomların belli koşullarda nasıl davrandığını anlamamız lazım. Nanoteknolojinin şimdi başarması gereken şey, çok spesifik amaçlar için kullanılabilecek atomlardan oluşan sistemler hakkında daha fazla şey öğrenmek. Ama atomlardan tüm doğaya geçiş çok büyük sıçrama.
E.P. Atomların bir şekilde kendi kendilerine biraraya toplanmasına ve organize olmasına ihtayacımız yok mu? Onları nasıl kendi kendilerine toplanır ve organize olur hale getiririz?
H.R. Bu biraz fazla iddialı bir ülkü. Kendi kendine biraraya gelen şeyleri analiz etmiyoruz, çünkü o zaman kendi kendilerine biraraya gelmeyi bırakırlar. Belli yapıları ve neden öyle davrandıklarını inceliyoruz. Bir sistem yaratmak istediğimizde doğayı taklit edemeyiz. Doğanın kendi kendine biraraya gelme üzerine düşünecek milyonlarca yılı oldu. Biz birşeyleri biraraya toplamak isteyince doğayı bekleyemeyiz. Toplanma konusunda işbirliği yapmalıyız. Şu anki büyük zorluklardan biri bu, çünkü kendi kendine biraraya gelme ve bunun mekanizmaları üzerine epey bilgimiz var, ama bir sistem oluşturmak istediğimizde kendi kendine toplanma işlemini üretebilmemiz gerekir. Ve bunu nasıl yapacağımızı hâlâ bilmiyoruz. Belki çok kaba koşullarda mümkün olabilir. Bazı uzmanlar, bir transistörle diğeri arasındaki temel bağlantı için bakır tel yerine karbon nanotüplerin kullanılabileceğini söylüyor. Bu bir noktaya kadar doğru olabilir, ama karbon tüpü yerinde yaratamazsak hiçbir şeyi çözmez —doğru yere milyonlarca karbon tüp koyamazsak. Büyüme veya toplanma işleyişini söz konusu spesifik yerde başlatmalıyız ki, bu süreç istediğimiz şekile gelişsin. Nanoteknoloji, materyal bilimi ve nano-materyal biliminin önündeki büyük zorluklardan biri bundan hâlâ çok uzak olmamız. Bilimin büyük zorluklara ihtiyaç vardır.
E.P. Bir bilimci için sinir bozucu olmalı: moleküllerin kompleks bir sistem oluştu
272
A T O M İ K B İ L İ N Ç
runcaya kadar birinden ötekine, ötekinden berikine birbirlerine bağlanıp toplandığını görmek ve artık atomlardan oluşan moleküllerin temel doğasını bildiğimiz ve STM mikroskobu ve diğerleri sayesinde görüntüler elde edebildiğimiz halde, kendi kendine biraraya gelen bu mekanizmaları hâlâ harekete geçirememek. İleride yapabiliriz, yapamaz mıyız?
H.R. Muhtemelen asla sırf kendi kendine toplanmayı temel almayacağız. Belki de minyatürleştirme yoluyla modeller yaratırız, ki şu an mikro-elektronikte böyle çalışıyoruz. Pek çok nanoelektronik işlem tasarımı geliştiriyoruz. Muhtemelen bazı hibrid işlemler kullanıp litografiyle minyatür bir çerçeve oluşturacağız. Bu modeller üzerinden, kendi kendine toplanma yoluyla, daha küçük detayları geliştirmeye başlarız.
E.P. Çünkü atomların kendi kendine biraraya gelmesi ve kendi kendine organize olması üzerine kafa yorarken, gayemiz bazı ürünler yaratmak, öyle mi? Yoksa gayemiz bilimsel araştırma yapmak mı? Ne tür ürünleri kastediyorsun?
H.R. Nanoelektronikte pek çok kişi eletronik devrelere yaklaşmış durumda, transistor ötesi yeni birimlere veya farklı tip transistörlere. Nanoteknoloji muhtemelen veri işlemenin sanal dünyasıyla gerçek eylem dünyası arasında bağlantıların kurulacağı bir alan olacak. Bazı müthiş sensörler yaratacak. Tüm işlemlemelerin girdiye ihtiyacı vardır ve haraketi yaratmak için bu girdiyle bir şeyler yapılması gerekiyor. Şu an epey işlemleme var, yani aynı şeyin iletimi. Gelecekte hem algı, hem de eylem bakımından gerçek dünyayla bir temas kurulacak. Teknoloji burada yer alacak. On ya da on beş yılda hâlâ şu an yaptıklarımızı yapabiliyor olacağız, ama daha küçük bir ölçekte. Şimdi küçük bir devreden bahsederken, hâlâ bilgisayarları düşünüyoruz. Nanotek- nolojinin uygulanması bu alanla sınırlı kalmak zorunda değil. İşlemcinin dünyası gerçek dünyaya bağlanmalı. Nanoteknolojinin en ilginç özelliklerinden biri moleküllerin büyüklüğüdür. Vücudumuzdaki moleküller öyle çalışıyor ki, biri ötekini tanıyabliyor. Bu müthiş bir cihaz sayesinde olmuyor: bir molekül diğerini tanımaya alışık. Ve nanoteknolojinin temel bir ilkesi küçük şeyleri küçük şeylerle tanımaktır. Tarayıcı tünel mikroskobuyla (STM), bir atom, yeteri kadar yakma gelirse iğnedeki diğer atomu tanıyor. STM ’nin ilkesi bu: bir atom diğerince tanınıyor. Bu birkaç şekilde gerçekleşiyor. Tünel mikroskobundaki gibi endüklenen akımla veya farklı türden molekülleri farklı şekillerde biraraya getirmekle. Bireysel bir moleküler duyarlık yaratıyoruz: nanoteknolojinin önemli bir gelişimi.
E.P. Bu ne getirir; biyo-tıpta uygulanabilir mi?H.R. Her alana uygulanabilir. Yakınımdaki birinin gribini hemen algılayan çok
küçük bir sensör taşıdığımı hayal edebiliyorum. Grip sonunda sorun olmaktan çıkardı. Sanırım bu tip teşhisler yapabileceğiz, ama bunun sonuçlarını da
273
H A Y A T K İ T A B I
düşünmeliyiz. Şahsi bilgileri toplayabilmek söz konusu. Artık özel hayat yok; insanlar hakkmdaki her şeyi biliyoruz. Bilgisayarlarla gündeme gelen bir olasılık. Karşılaşır karşılaşmaz bir kişinin sağlık durumunu hemen bildiğimizi düşün. Karar vermemiz gerekecek: Bir kişide AIDS olduğunu anlarsam nasıl davranmalıyım? Onu tecrit edecek zaman var mı? Bu mesela veri gizliliğinden çok daha önemli, daha zor bir sorun.
E.P. Nanoteknolojinin hem büyük beklentiler, hem de büyük korkular yarattığını yazıyorsun.
H.R. Korkulara rağmen, bu konuyu gerçekten düşünmeliyiz, çünkü sonuçları adamakıllı ele almamız gerekiyor. Bilim ve teknolojinin son iki yüz yıldaki gelişimine bakınca, dünyanın henüz yokedilmediğini görüyoruz. Dünyanın yo- kedildiğini ilan eden, insanlık için sonun geldiğinden korkan insanlar abartıyor. Şu bakımdan müsterih olmamız lazım ki, insanların sadece zekaları değil, sağduyuları da gelişiyor. Yine de bazan şüphe içimizi kemiriyor.
E.P. Çalışmalarının ilginç bir yönü de çok-disiplinli yaklaşıma bağlılığın. Mesele artık mikroelektronik veya nanoelektronik meselesi değil, daha ziyade genel moleküler işlemleme. Mekanikte veya kuantum fiziğinde veya elektronikte ya da biyolojide olsun, hayvan zekasını inceleyince çağrışıma dayalı bir zeka görüyoruz. Az evvel bilgiye dayalı çağrışım yeteneğine gönderme yaptın -bir şeyi diğeriyle aynı anda ilişkilendirme yeteneğine. Nicolâs Garda gibi meslektaşlar zekanın devasa bir bilgi hacminden doğacağını söylüyorlar. Katılıyor musun?
H.R. Evet. Zeka için çok bilgiye ihtiyacımız var. Küçük bir çocuğun zekası henüz yoktur, ama bilgi toplayıp depolar. Belli bir yönde gelişir, teknoloji de öyle. Nasıl ilerleyebileceğimiz konusunu halletmemiz gerekiyor. Makinelerin yaratıcı çalışma yapıp yapamayacağını bilmiyorum, ama şu ankinden daha aktif makineler yapacağız.
E.P. O ölçek, o sınır içine indiğinde, kuantum dünyasına girdiğinde, made çok farklı davranıyor. Aynı parçacık iki farklı kutba doğru gidiyor! Bu ciddi bir sorun oluşturuyor mu?
H.R. Muhtemelen nanoteknolojinin önündeki büyük zorluklardan biri, kuantum mekaniği davranışını mikro veya makro ölçekte daha iyi manipüle edebilmek. Halihazırda kuantum mekaniğini, makro ölçeğe kıyasla daha belirgin bir şekilde manipüle ediyoruz. Her atom kuantum davranışı sergiler, yani kuantum mekaniği maddede içkindir. Ama bir maddeyi oluşturan elemanların kuantum davranışı belirgin değil. Büyük bir taş atılıyor ve onun seyahatini normal Newton mekaniğiyle hesaplıyoruz; kuantum mekaniğine ihtiyacımız yok. Ama çok küçük ölçekteyse kuantum mekaniği fevkalade önemli bir rol oynar. Mesela çok ince bir telimiz ve bir baskı noktamız varsa -k i
274
A T O M İ K B İ L İ N Ç
Nicolâs Garcia’nın araştırdığı şey budur— taşınım kuantum prensibiyle gerçekleşir.
E.P. Atomların ardı ardına eklenmesiyle yoğunlaşmış maddenin -canlı ve cansız maddenin- kontrolü, pek çok yeni olasılığı gündeme getirmiyor mu? Canlı hücrelerde RNA talimatlarına göre proteinleri yapan ribozomları düşünürsek: ardı ardına atomları kontrol etmeyi becerdiğimiz zaman, RNA talimatlarının atomlarını inceleyip değiştireceğimizi söyleyebilir miyiz? Yoksa saçmalıyor muyum? Sadece doğayı değil, doğanın organizmalar yapmak için kullandığı talimatları da değiştirebilir miyiz?
H.R. Meslektaşım bizzat fizik kurallarının bir ruh veya zeka işareti olabileceğine kani. Herşey atomlardan oluşuyor, ama insanın düşünmesi sadece beyindeki kimyasal bir işlemden mi ibaret? Daha fazla bir şey mi? Eğer sadece kimyaysa, o zaman işlemin zeki olduğunu teslim etmeliyiz. Şu an zekayı, canlı maddeyi ve hareketsiz veya cansız maddeyi birbirlerinden ayrı tanımlıyoruz. Bu ayrım muhtemelen çok mantıklı değil. Nanoteknoloji biyolojiyi, fiziği ve mühendisliği biraraya getiriyor. Belki bir gün bu üç kategoriye -zeka, canlı madde ve cansız maddeye- ilişkin perspektifimiz değişecek. Eğer gelecekte herşey daha flu bir hal alırsa, birinden ötekine daha makul bir geçiş sağlayabiliriz. Kim bilir?
275
- 3 3 -
Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Çok Minik
Sbeldon Lee Glasboıv ile SöyleşiŞunu gözünde canlandır: Miami'de sürekli dolunay var. Ve aniden
yakınlaşıyor, patlayıp milyonlarca yanan parçaya ayrılıyor! Bunu öngörmek zor değil. Geçmiş bana daha az ilginç geliyor,
çünkü zaten oldu.Sbeldon Lee Glasboıv
Biz tabiyatiyle ortadayız.Nobel Fizik Ödülü sahibi Sheldon Lee Glashotv'un Barselona'yı ziyareti sıra
sında söylediği gibi, evrenin varlığını sorgulamamız saçma değil.Minik şeyleri görmek için fazla büyüğüz ve galaksileri görmek için de fazla
küçük. Ortada olmayı hep sevmişizdir. Eski zamanlarda Dünya evrenin merkeziydi ve Kudüs de Dünya’nm merkezi. Boyutlar dünyasında ortada olduğumuzu
Sheldon Lee Glashow, Nobel Fizik Ödülü sahibidir (1979) ve Boston Üniversitesi’nde Metcalf Matematik ve Fizik Profesörü’dür.
276
A T O M İ Ç İ N Ç O K B Ü Y Ü K , Y I L D I Z İ Ç İ N Ç O K M İ N İ K
düşünmekten de hoşlanıyoruz. Ve ortadayız. Bizden milyonlarca kez küçük olan şeyler var: ölçeğin aşağılarındaki atomlar, çekirdekler, kuarklar, süpersicimler. Daha büyük şeylere göre de aynı durum sözkonusu: Dünya, güneş sistemi, Samanyolu ve tabii bin milyonlarca galaksi ve bir bütün olarak evren. Ortadayız. Büyüğü inceleyen kozmolojiyle, dünyadaki en küçük şeyleri inceleyen parçacık fiziği arasında duruyoruz. Ve bu iki ucun arasında tanıdık bilimlerimiz var: kimya, biyoloji, jeoloji.
Eugene Chudnovsky evreni incelemek için uzay gemilerine ihtiyaç duymadığı, tek yapması gerekenin katı-hal fiziğine daha derinlemesine bakmak olduğu yolunda böbürlenmişti ve Sheldon Lee Glashovv da onun kaldığı yerden devam ediyor.
Sheldon Lee Glashovv: İki uçtan birarada söz ediyoruz: bir yanda evren ve diğerinde en küçük parçacıklar. Ama parçacıkların incelenmesi, gördük ki, bir bütün olarak alındığında evrenle çok alakalı. Pratikte, büyükle küçük aynı kurallar dizisini izliyor. Temel fizik her yerde geçerlidir, büyüklükten bağımsızdır.
Eduardo Punset: O zaman sen iki ayrı fizik olduğunu düşünmüyorsun —büyük uçta kozmoloji ve küçüğünde parçacık fiziği olduğunu.
S.L.G. Hayır, iki isim var: tüm evreni inceleyen kozmoloji ve çok küçüğü incele-
Tablo 2. Uzunluk ve mesafe birimleri
BÎRİM METRE ÖRNEKıo18 Elektron/kurak çapı
Femptometre 10 ls 1 fm, protonun yarıçapıPikometre 1012 50-600 pm, atomik çaplarNanometre ıo9 0.1 nm, atomik hidrojen çaplarıMikrometre 10‘6 1 pm, bakteriyel bir hücrenin çapıMilimetre ıo3 9 mm, 5 haftalık embriyoMetre 1.0 1.7 m, ortalama insan boyuKilometre ıo3 8,846 km, Everest Dağı'nın yüksekliğibin km ıo6 6,371 km, Dünya'nın yarıçapımilyon km ıo9 0.7x106 Güneş’in yarıçapıIşık-saniye (1-s) 300.000.000 499 ışık-saniye, Dünya’nın yörüngesiIşık-saat (1-h) 108xl012 10 ışık-saat, güneş sisteminin yarıçapıIşık-yıh (1-y) 946xl015 4.3 ışık-yılı, en yakın yıldıza uzaklık
105 ışık-yılı, Samanyolu'nun çapıParsek (pc) 3085xl016 görünen evrenin yarıçapı
Çevremizdekilerle ilişkimizi görmemize yarayan ölçüler.
2 77
H A Y A T K İ T A B I
yen parçacık fiziği. Ama birbirleriyle alakalılar, hep alakalı olmuşlardır. Epey uzak bir geçmişi, Galileo’nun (1564-1642) zamanını düşün. Çok zeki bir adamdı, ama her zaman haklı değildi. Sarnıçta çok az su kalınca, pompa kullansa bile suyu dokuz metreden yukarı çıkaramadığım keşfetti. Galileo meseleyi anlamadı. Dokuz metre yükseklikte bir su kolonunun -kendi ağırlığını taşıyamayacak kadar uzun bir zincir gibi— kırılacağı şeklinde yorumladı bu gizemi. Asla anlamadı. Suyu pompanın yükseltmediğini öğrencisi veya meslektaşı olan Torricelli anladı ve gizemi çözdü. Suyu yükselten aslında atmosfer basıncıydı. Bir haznedeki sıvının azami yüksekliğini, vakum pompasının gücünden bağımsız olarak, onu çevreleyen havanın ağırlığı belirler. Torricelli, “Bir hava okyanusunun dibinde yaşıyoruz” diye yazmıştı. Bu kozmolojik tespit on yedinci yüzyıldan geliyor; hava burada aşağıda, yukarıda değil. Yukarı çıktıkça yoğunluk azalır ve sonunda kaybolur. Dünya bir vakumla çevrilidir. Havayla çevrilidir, atmosfer dediğimiz hafif havayla. Bu kozmolojik keşif küçük şeyleri açıklamamızı sağlıyor: nasıl soluduğumuzu, bir bebeğin nasıl süt emdiğini. Basıncın doğası gibi olgular, büyük şeylerle alakalı kozmolojik keşiflerdir. Ve sonra Sir Isaac Nevvton (1643-1727) geldi. Nevvton’ı herkes duymuştur. Kafasına bir elma düştü ve böylece mekanik yasalarını keşfetti, hem dünyada, hem de gökte geçerli olan yasaları. Ama elma Ay’ın nasıl hareket ettiğini açıkladı mı veya Ay hareketinin gözlemlenmesi elmanın nasıl düştüğünü açıkladı mı? Görüyor musun? Elma gibi küçük şeylerin dünyası ve Ay gibi büyüklerin dünyası aynı kurallara uyuyor.
E.P. Mikroskopla bakterilere bakan biyologları düşündüğümüzde, kendilerinden emin gibi görünüyorlar, ne de olsa kimya bilgisine dayanıyorlar. Ve kimyacılar da molekül dünyasındaki çalışmalarının geçerliğine güveniyor, çünkü fiziğe dayanıyorlar: protonların, elektronların ve kuarkların fiziğine. Peki fizikçi neye dayanıyor? Kuarklar nereden geliyor?
S.L.G. Evet. Biyologlar gördükleri şeyle çalışırlar. Bunlar bazan filler gibi büyük şeyler, bazan da DNA molekülleri gibi küçük şeylerdir; ya da bu molekülleri oluşturan atomlardır. Ama büyüklük atomlarla sınırlıdır: çok küçüğe yaklaştıkça kimyacılar artık bize tatminkar açıklamalar sunamaz. Kimyacılar atomları farklı gerçeklikler yaratan yapılar olarak inceler, fizikçilerse yapıların içindekini ve nasıl çalıştıklarını tahlil eder. Fizikte birkaç düzey vardır. Mesela atom fiziği. Atom fizikçileri ne yapar? Atomun bileşimini, çekirdeğini ve etrafında dönen devasa sayıdaki elektronu incelerler. Aradıkları şey ne? Yıldızların neden parladığını mı bilmek istiyorlar? Radyoaktivite nedir? Cevapları nükleer fizik diye bilinen bir başka düzeydeki fizik verir. Bazı fizikçiler rakyoaktif maddelerin nasıl tıbbi amaçlar için yapıldığına veya insan vücudunun içini görüntüleyip nasıl çalıştığını anlamamızı sağlayan nükleer ta
278
A T O M İ Ç İ N Ç O K B Ü Y Ü K , Y I L D I Z İ Ç İ N Ç O K M İ N İ K
rayıcılara açıklık getirir. Bunlar hastalığın nasıl bir şey olduğunu çıplak gözün göremeyeceği biçimde ortaya çıkarırlar. Fakat bu nükleer fizikçiler kendilerine “Proton ya da atom nedir?” diye sormaz. Bunu sorgulamazlar; kimyacılar ve biyologlar gibi atomların varlığını kabullenmekle yetinirler. İşte burada parçacık fizikçileri devreye girer. Atomun içinde ne olduğunu, onun protonu ve nötronunu bilmek isterler. Otuz yıl önce protonlarla nötronların iki tip kuarktan oluştuğunu keşfettiler, ama başka tuhaf parçacıklar da var.
E.P. Farklı mı davranıyorlar?S.L.G. Tuhaflar!E.P. Bu parçacıklardan bazıları aynı anda farklı yerlerde olabildiği için mi?S.L.G. Tüm parçacıklar aynı anda farklı yerlerde olabilirler. Parçacıklarda tuhaf
olan şey bu değil. Aslında çok tuhaf değiller. Üçüncü bir tür kuarktan oluşuyorlar. Tuhaf kuark neden var? Bunu henüz bilmiyoruz, ama artık sadece üç tane olmadıklarını biliyoruz. Dördüncü bir tür kuark 1974’te, bir beşincisi 1976’da, altıncı bir kuark türü de 1994’te keşfedildi. Bunlar temel parçacıkların farklı türleri. Gizemli olan durum parçacıklar arasında farklılıklar bulunması. Soruna “tuhaf” diye karşılık verdiğimde, herhalde kuantum fiziğini düşündün. Evet, kuantum mekaniği çok tuhaf bir disiplin, ama tuhaflığı ku- arklarınkinden farklıdır.
E.P. Biyoloji kimyayla ve kimya da fizikle destekleniyorsa, fizik neyle destekleniyor?
S.L.G. Biyoloji gibi yaygın bilimler çok ihtisaslaşmış durumda. Biyoloji neyi inceler? Yakın tarihli araştırmalara göre, canlı varlıklar sadece Dünya üzerinde mevcut görünüyor. Ama gezegenimiz evreni dolduran bin milyonlarca gezegenden sadece biri. Bu yüzden biyolojinin ihtisaslaşmış bir disiplin olduğunu düşünüyorum. İhtisaslaşma derecesi psikolojide daha da büyük, çünkü insan zihnini inceliyor. Veya senin çalışma alanın, iktisat, daha da ihtisaslaşmış bir disiplin, konusu para! Fizikse herşeyi kapsar —evet, parayı değil belki, ama kesinlikle diğer her materyali! Fizik kimyayı, biyolojiyi, astronomiyi, kozmolojiyi kapsar. Flerşey fiziğe dayalıdır. Tüm bilimler nihayetinde fiziktir.
E.P. ikimizi de çok yakından ilgilendiren bir şeye değinelim. Herşeye hükmeden dört ilahi yaratığı kastediyorum, malum dört gücü: çekim gücü, elektromanyetik güç ve iki tür atomik nükleer etkileşim, kuvvetli ve zayıf. Belli ki, evren on iki milyar yıl önce başladığında dört güç biraradaydı.
S.L.G. B elki...E.P. Belki, ama şimdi birbirlerinden ayrı oldukları kesin. Biri fotonlarla taşınıyor,
diğeri protonlarla. Bu güçlerin ayrılması ne zamana rastlıyor?S.L.G. Cevabın ancak bir kısmını biliyoruz. Bu tartışmaya geri geleceğim. Dört
güçten sözedince veya sen “dört güç var” deyince, aklıma yedi kıta bulundu
279
H A Y A T K İ T A B I
ğunu söyleyen beşinci sınıf öğretmenim geldi.E.P. Haklı değil miydi?S.L.G. Ben Avustralya’yı biç duymamıştım. Öğretmenim bize yedi kıta olduğunu
söylediğinde, Avusturya ile Avustralya arasındaki farktan kesinlikle hiç haberim yoktu. Bu yanlış bir yöntem. Sanırım kıtalar hakkında herşeyi öğrenmekle başlamız gerekirdi. Muhtemelen öğretmenin en iyi yolu, bize Avustralya’da yaşayan hayvanların fotoğraflarını, Avustralya yerlilerinin geleneklerini göstermekti. “Dört güç” derken fizikçilerin neyi kastettiğini anlayamazsın, insanlar da genelde anlamıyor. İnsanlar sadece ikisini bilir; biyologlar, kimyacılar veya banka çalışanları sadece iki kuvveti bilirler: bir nesneyi bırakırsan yere düşer, çünkü “çekim kuvveti” vardır. Ve bir de “elektrik” var.
E.P. Doğru.S.L.G. Herkesin en iyi bildiği şey çekim kuvvetidir. Ve okula gidince maddeyi,
yaprakları, masaları yapan şeyin elektromanyetizm olduğu öğrenilir. Gördüğümüz, duyduğumuz veya dokunduğumuz şey elektromanyetizmdir. Şu an aydınlık veren bu ışık hüzmesi de elektromanyetiktir. Başka bir şey yok. Benimle hem konuşuyor hem de vücudumun yüzeyinden yayılan elektromanyetik radyasyonu inceliyorsun. Dolayısıyla bilimin çoğu ve genelde insan hayatının da çoğu, atomların ve diğer şeylerin çalışmasını sağlayan çekim ve elektromanyetizmle alakalıdır. Ama diğer iki etkileşim ne -atıfta bulunduğun diğer iki kuvvet? Sadece çekirdek içindedirler. Normalde görülemezler. Çekirdeğin protonlarla nötronlardan oluştuğunu söylemiştim ve bunlar güçlü nükleer etkileşimin bir bölümünü yaratan veya şekillendiren bir tür tutkalla birarada tutulurlar. Bu nükleer güç aslında kuarkları birarada tutarak protonları yaratır. Birarada oluşları sadece atom çekirdeğiyle alakalı, dolayısıyla pek bir önemi yok.
E.P. Gündelik hayat için?S.L.G. Gündelik hayat için, hiçbir şey için! Nükleer bombaların enerjisi, nükleer
tıp, Güneş’in işleyişi veya yıldızların aktivitesi dışında; bunlar atom çekirdekleriyle alakalı.
E.P. Doğru anlıyorsam, zayıf nükleer kuvvet Güneş’in termal yanmasındaki sürekliliğe katkı yapıyor.
S.L.G. Evet.E.P. Ve zayıf olduğundan, güneşin binlerce yıl idame etmesini sağlıyor. Aksi tak
dirde Güneş patlardı.S.L.G. Bu bana ilginç geliyor. Güneşin sadece bir değil, dört gücün hepsini kullan
ması hayret verici. Çekim onu birarada tutuyor. Güneş içindeki basınç ve dolayısıyla da ısı çok yüksek. Elektromanyetik kuvvet gerekli. Güneş onsuz
280
A T O M İ Ç İ N Ç O K B Ü Y Ü K , Y I L D I Z İ Ç İ N Ç O K M İ N İ K
patlayan bir bomba gibi olurdu. Güçlü bir etkileşim de gerekli, aksi halde protonlar biraraya gelmez ve daha karmaşık bir çekirdek oluşturmazdı. Güçlü etkileşim olmasaydı nükleer enerji kaynağı da hiç olmazdı. Dediğin gibi: protonları nötronlara dönüştürebilecek zayıf etkileşime ihtiyacımız var. Bu güç varolmasaydı, büyük ihtimal güneş de olmazdı.
E.P. Protonları birarada tutan güçlü etkileşim olmasaydı, hiç enerji olmazdı, dolayısıyla da yaşam, değil mi? Bütün bunların bir gün bozulma tehlikesi var mı?
S.L.G. “Herşey bir arada kalmaya devam edecek mi?” diye mi soruyorsun? Gerçi henüz bilmiyoruz, ama evet, öyle olacağından neredeyse eminiz. Yapılan deneyler protonların sandığımızdan daha uzun yaşadığını gösteriyor. Japonya ve Birleşik Devletler’deki deneyler endişelenmemiz gerekmediğine işaret ediyor, çünkü protonlarla nötronlar en az 1030 yıl daha kalıcı olacak (bu evren en fazla 10’4 yıl yaşında). Bu uzun bir zaman, çok, çok uzun bir zaman.
E.P. Yani herşeyin aniden parçalanma riski yok, değil mi?S.L.G. Hayır. Ama, müthiş olan şu ki —ve bu modern fiziğin mucizelerinden biri-
parçacıkların aynı anda hem ortaya çıkışını, hem de yokoluşunu izleyebiliyoruz. Dikkat edilmesi gereken iki unsur; bizi düşünmeye sevkeden sorulara iki cevap. Dünyadaki atomlar neden uzaydakilerle aynı? Denizden elde edilen tuz madenlerden elde edilen tuzla aynı. Diyeceksin ki, her ikisi de sodyum ve klorinden oluşan sodyum klorid. Ama sodyum atomları neden kaynağı ne olursa olsun aynı? Diyeceksin ki, sodyum aynı sayıda proton, nötron ve elektrondan oluşuyor, dolayısıyla farklı sodyum atomları aslında birbirinin aynıdır. Ama neden bütün protonlar, bütün elektronlar birbirinin aynı?
E.P. Belki herşey aynı anda başladığından, başlangıçlarındaki aynı...S.L.G. E, pek öyle sayılmaz. Parçacık dediğimiz şeyler mevcut değil. Bir parçacık
bir alanın dışavurumudur ve tüm elektronları tanımlayan bir tek alan var. Ama yine de bir nesne işte, parçacıkları yaratıp yokeden matematiksel bir nesne! Tabiat güçleri bosonların, güç parçacıkları diye bilinen şeylerin değiş tokuşundan kaynaklanıyor. Kuvvetli olan güç, yani en yoğun olanı kısa erimi yüzünden makroskopik dünyayı etkilemiyor. Çekimse, en az yoğunluklu güç olduğu halde, en iyi bilineni. Bu güç ayağımızı yerde tutuyor ve gezegenleri güneş etrafında döndürüyor. Çok daha kuvvetli olan elektromanyetik güç atomların içindeki elektronlarla çekirdekleri birbirine bağlıyor, ama ayrıca atomları da birbirine bağlayarak katiların ya da sıvıların moleküllerini oluşturuyor. Zayıf güç nötronlarla diğer parçacıkların dağılmasından sorumlu, ama ayrıca yıldızların merkezlerindeki bazı etkileşimlerden de. Kuvvetli güç kuarkları protonlarla nötronlara hapsediyor ve onları iten elektriksel güce karşı davranıyor. Dolayısıyla kuvvetli güç protonları çekirdekte bi-
281
H A Y A T K İ T A B I
rarada tutuyor.E.P. Neden parçacıkların hepsi aynı? Seni hayrete düşüren ikinci mesele de yarat
ma ve yoketme.S.L.G. Democritus’un görüşünün sonu bu; bildiğin gibi, evrenin ebedi atomlardan
oluştuğunu ilk kez ileri süren kişiydi. Artık atomların ebedi olmadığını biliyoruz. Enerji veya işlemlemeyle yaratılabilir, yapılabilir ve yokedilebilirler. Einstein’m izafiyet teorileriyle Heisenberg ve Schroedinger’in kuantum mekaniği fikirleri biraraya getirilince, temel parçacıkları yaratma ve yoketme imkanı doğdu. Ve bu yapılıyor!
E.P. Atomlara ilişkin bilgimizdeki bu devrim dört güce ilişkin bilgimizi de etkiliyor mu? Nasıl ve neden ayrıştıklarını biliyor muyuz?
S.L.G. Şunu biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz: etkileşimler bir zamanlar bira- radaydı. Elektromanyetik güç ile zayıf nükleer etkileşim kesinlikle biraraday- dı. Peki onları hangi mekanizma ayırdı? Onları farklılaştıran şey ne? Yirmi birinci yüzyılın başında bunu cevaplamamız gerekecek -Cenevre’de Avrupa parçacık fiziği laboratuarında yürütülen deneyler sayesinde. Yeni parçacık hızlandırıcı özellikle de “beşinci etkileşim” dediğimiz şeyi bulmak için tasarlandı, elektrik ve manyetizmi ayıran ve kütle üreten şeyin ne olduğunu öğrenmek için. Başta kafa yorduğumuz meseleye dönelim: parçacıkların neden kütlesi var? Başlangıçta belli ki hiçbirşeyin kütlesi yoktu, herşey fotonlar gibiydi, kütlesiz parçacıklar. Sonradan kütle edindiler. Protonlarla elektronların, evrenin başlangıcında edindikleri kütleleri var. Bilmek istiyoruz: bu elementler neden, nasıl ve nerede kütle edindiler? Bilmiyorum.
E.P. Belki geleceğe göz atmak daha kolaydır.S.L.G. Evet, geçmişe göre daha kolay cevaplayacağımız bir soru. Bazı hadiselerin
gerçekleşeceğini biliyoruz artık. Artık biliyoruz ki, Dünya üzerinde birkaç bin milyon yıl daha huzur içinde yaşayabilsek bile, Güneş patlayınca veya Ay Dünya’yla çarpışınca felaketler olacak. Ay Güneş’ten uzaklaşıyor, ama Ay bir gün gelecek Miami üzerinde gökte hareketsiz kalacak. Şunu gözünde canlandır: Miami’de sürekli dolunay var. Ve aniden yakınlaşıyor, patlayıp milyonlarca yanan parçaya ayrılıyor!
E.P. Müthiş ...S.L.G. Evet, müthiş, ama bizim için iyi haber değil. Gerçi o zaman kendimizi em
niyette hissettiğimiz bir başka yıldızın etrafında dönüyor olabiliriz. Belki o günün gelmesi bin milyonlarca yıl sürecek, ama bunu öngörmek zor değil. Geçmiş benim için daha az ilginç, çünkü zaten oldu. Nasıl olduğunu bilmek tarihi ilgilendiren bir mesele. Biyolojide yaşamın ve hayvanların kökenini öğreniyoruz. Yaşamın gezegen tarihinde çok uzak bir geçmişte başladığını biliyoruz.
282
A T O M İ Ç İ N Ç O K B Ü Y Ü K , Y I L D I Z İ Ç İ N Ç O K M İ N İ K
E.P. Madde ortaya çıktığında.S.L.G. Doğru. Birkaç milyar yıl sürdü, ama sonra hızla serpildi. Dünya oluştuğun
da evren halihazırda yaklaşık on milyar yaşındaydı, çok yaşlıydı. Evrenin ilk evreleri hakkında bir şeyler biliyoruz. Atomların ne zaman oluştuğunu biliyoruz. Atomların ilk oluşumunu tarif etmek için linguistik açıdan berbat bir terim kullanıyoruz, tekrar-birleşim [recombination]. Tekrar-bileşim? Hayır, ilk kez birleşiyorlardı.
E.P. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar mı?S.L.G. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar. Bu bir atomdur. Evren henüz üç yüz bin
yaşındayken birleştiler.E.P. Ve ışık ilk kez o zaman belirdi?S.L.G. Evet. O kati andan önce evren karanlık bir yerdi. Aniden bu harika evren
ortaya çıktı!E.P. O anı görmeyi isterdim....S.L.G. İsteyeceğini sanmam. Sıcaklık muhtemelen güneş yüzeyindekiyle aynıydı.
Orada olunacak en iyi zaman değildi. O an aslında bir “yer” yoktu. Olunacak bir yapı veya yer yoktu. Hiç gezegen yoktu, ne bir yıldız, ne bir yapı; sadece ışık. Baştan başa tüm evren aynıydı. Yakın tarihli deneyler, evrenin nasıl yanan, tektip, homojen bir yerden Dünya gezegeni gibi ilginç şeylerle dolu yapılandırılmış, çok soğuk bir hacme dönüştüğünü açıklıyor. Olan bu!
E.p.'in yorumu: Her yaratıcı projenin bir duyguyla başladığı doğruysa -k i bu sıradan fikri kabullenmek bilim camiasının yıllarını aldı- fizikçilerde ağır basan duygu da başdönmesine yakın bir şeydir: maddenin ilk evrelerinin keşfi noktasında alesta bekliyorlar. Başdönmeleri herkesi etkiliyor. Kışın buz ve sulu kar içinde, Cenevre’deki CERN kampüsü civarında yürürken bu duyguyu genç bir İspanyol bilimcide gördüm.
Valencia Parçacık Fiziği Enstitüsü’nde araştırmacı olan Miguel Angel Sanches, yakın tarihli teorik fiziğin büyük hipotezlerinden birine değindi -ekstra boyutların varlığına.
Biz insanlar dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üç mekan boyutu ve Einste- in’ın izafiyet teorisiyle eklediği zaman boyutu. Normal dünyamız dört boyuttaki hareketler şeklinde tanımlanabilir. Ama evrene hükmeden dört gücü açıklamaya çalıştığımızda, dört normal boyutun —x, y, z mekan ve zaman boyutlarının- yeterli olmadığı görülüyor.
Miguel Angel, başka birçok fizikçi gibi, ekstra boyutların varlığını kabul ediyor, göremediğimiz ama matematiksel anlamda gerekli olan boyutları. Bunlar prensipte doğa güçlerinin birliğini teyit ediyorlar. İlave boyutlar dört gücü, tek bir gücün farklı ölçeklerdeki tezahürleri şeklinde anlamamızı sağlıyor.
283
H A Y A T K İ T A B I
Çekim, yani en zayıf ama paradoksal biçimde en önce belirlenen etkileşim, ekstra boyutlar arayışında kritik öneme sahip. Bu güç -çekim— diğer boyutlara yayılmış olabilir, ki bu da neden o kadar zayıf olduğunu açıklar. Çekim görmediğimiz çekim boyutlarına dağılmış durumda; diğer üç güç gibi bizim üç boyutlu dünyamıza hapsolmuş değil.
Çekimi kuantum dilinde formüle edersek, çekim gücünü taşıyan parçacık “gra- viton”dur, aynen ışık fotonunun -kütlesiz— elektromanyetik gücü taşıması gibi. “Graviton” gözlenmiş bir şey değil, diye devam ediyor Miguel Angel, belki de ekstra boyutlara yayıldığı için. Devasa Hadron çarpıştırıcıyla, 2007’de CERN’de başlaması planlanan deneylerle, çok yüksek enerjilerde protonlar arası çarpışmanın gerçekleşmesini bekliyorlar. Bu çarpışmalarda bir graviton üretilirse, bu dolaylı yoldan tespit edilecek. Ekstra boyutlara kaybolacağı varsayılıyor! Herhangi bir çekimin dedektörde bırakacağı iz (momentum ve enerji dengesinden yoksun bir parçacıklar serpintisi şeklinde görünerek) ölçülebilecek!
Böyle bir bulgunun, önceki keşiflerden farklı olarak, “mevcut standart model” parçacık fiziğiyle çatışmayan “yeni fizik”e yol açacağı düşünülüyor. “Graviton” keşfinin, standart modeli, basit bir şekilde de olsa, temel prensiplere genişleteceği öngörülüyor. Mevcut standart modelin, çoğu işleyişi tanımlama ve yenilerini öngörme kabiliyetine rağmen, birçok soruyu cevapsız bıraktığı açık. Yeni boyutların keşfi ve çekim gücünün sayıya dökülmesi, tüm güçleri biraraya getirme yolunda ilk adım olurdu. Böyle başarılı öngörüler, tüm fizikçilerin birliğe yönelik ideallerinden birini karşılardı ve on dördüncü yüzyılda Ockham’lı William’ın felsefi tanımlamalarıyla da bağlantılıdır. Bu İskoçyalı filozof şöyle yazmıştı: “Şeyler gereğinden fazla çoğaltılmamak, daima en basit hipotezler tercih edilmeli.” Katılıyoruz.
Sadece fizikçiler değil, biyologlar, sinir bilimciler, robot uzmanlan ve yapay zeka üzerine çalışanlar da bir gün -veya gece, rahat ve bilinç dışı, eğitici bir rüyada- bilimin ansızın herşeyi açıklayan bir cevap sunacağı hissiyatında. Bu hissiyat uluslararası bilim camiasında solunan havada bile farkedilebilen bir şey. Yakında mesela maddenin kökeni ve dolayısıyla kendi kökenimize dair uzun süredir peşinde olduğumuz sır çözülecek, o zaman bariz bir şeyi görmezden geldiğimizi anlayacağız. Neden bunu çok daha önce farketmediğimizi soracağız. Belki de yeni bir De- mocritus, Galileo, Darvvin veya Einstein’a ihtiyaç var.
Yeni keşif, sanıyorum, evreni hareket ettiren dört güçteki gibi bir gün disiplinleri birleştirecek olan, prangalardan kurtulmuş bilgiyle gerçekleşecek. Daha önce nasıl her biri kendi yoluna gittiyse, şimdi de geri dönecekler, evrenin başlangıcında hepsi biraradaydı. Bu tekrar birleşme, tekrar bağlanma gezegenin en iyi araştırma merkezlerinde gerçekleşmeye başladı bile.
Maddeye ilişkin anlayışımızda sıçrama yapabilmek için ayrıca, bilimde içkin
284
A T O M İ Ç İ N Ç O K B Ü Y Ü K , Y I L D I Z İ Ç İ N Ç O K M İ N İ K
olan tevazu erdeminin güçlenip yaygınlaşması da gerekiyor. Bilim -dogma veya “vahyi bilgi”den farklı olarak- doğrulamaya, deneye, teste ve acımasız, aleni eleştiriye tabidir. Bilimsel yöntemlerin, gözlemlerin, ölçümlerin, delil tutarlılığının vb. üstünlüğü —otoritelerce vahyolunan bilgi gibi, çoğu temelsiz peri masalı gibi- “bilimsel köktencilik” hatasına düşmemesidir. Böyle bir dogmatik duruş, tahripkar etkileri bakımından, köktendinciliğe denktir. Cari Sagan’ın bazı yazıları geliyor insanın aklına (Sağan, 1996). Özellikle de bir Nobel ödülü sahibinin -Alfred No- bel 1895’de vasiyetiyle yaratalı beri bu ödülü en layığıyla almış kişilerden birinin- homeopati karşısındaki katı tutumunu hatırlıyorum. Bilimsel dogmatizmin pek çok örneği -astrolojiye, kıta hareketliliğine, gastrik ülserlerin sebeplerine [bölüm 29] yaklaşımda— hâlâ sergileniyor.
Hekim ve araştırmacı Jacques Benveniste ile Paris’ten elli kilometre kadar uzakta, eski laboratuarına yakın bir yerde karşılaşmamı hiç unutmuyorum. M odern laboratuarı, Tabipler Birliği’ni karşısına alıp her tür zorluğu göğüsleyerek suyun hatırlayabildiğini, hafızası olduğunu savununcaya kadar yönettikten sonra, iki üç sadık asistanıyla birlikte laboratuarın yakınında asbest çatılı bir barakaya yeni sığınmıştı. Homeopati uzmanlarına göre ilaçlar, temel aktif molekülün yiti- rildiği noktaya kadar çözeltilseler bile etkilerini koruyor. Hafıza özellikleri suya atfediliyor!
Mevcut bilgilere dayanarak homeopatik tedavilere başvuran milyonlarca hastanın iyileştiğini ileri sürmek hâlâ riskli. İyileşiyorlarsa, bunun “plasebo” etkisi dışındaki etkenlerden kaynaklandığı kesin mi? Deneyler, homeopatik iyileşmelerin sahte olduğunu, plasebo etkisi dışındaki etkenlerin sonunda belki tespit edilebileceğini, zihnin metabolizmaya etkisi dışında bir fizyolojik açıklama olduğunu telkin ediyor. İletişim kanallarını açık tutuyor bilim.
Fransa’da, Eski Rejim döneminde fahişeler omuzlarındaki bir zambakla işaretlenirlerdi. Jacques Benveniste açısından, indirgemeci bilimcilerin aynı şekilde ho- meopatiyi damgalaması utanç verici bir şey. Şunu kabullenmeye yanaşmıyorlar: “Suda çözülen bir madde öylesine çözülmüştür ki, artık kaybolmuştur aslında, geriye bir şey kalmamıştır.... Ama, aslında, homeopatinin neden etkili olduğunu açıklayacak bir şey, bir tür iz, bir hatıra vardır.” Enformasyon dünyası her ne kadar sanal olsa da, sağaltım işlemi için moleküllerin gerektiğini savunuyorlar. Benveniste şu cevabı veriyor: “Bir şarkıcının veya orkestranın CD’sini çaldığında, kulak kaynağı ayırdetmez. CD’de Luciano Pavarotti’nin müziğini çalıyorsan, kaydı mı, yoksa Pavarotti’nin kendisini mi duyduğunu bilmez kulak. Beni eleştiren Nobel Ödülü sahipleri sağaltım işlemi için moleküllerin olması gerektiğine inanıyor. Bunun iman etmekten farkı yok.”
Bulaşıcı hastalıklar tarihinde, yerleşik resmî sistemin homeopatiyi kabullenmeye yanaşmayışından çok daha trajik öncüller var! 1840’larda hekim Philip Ignaz
285
H A Y A T K İ T A B I
Semmehveis (1818-65) birçok kadının doğum sırasında ölümüne yolaçan loğusalık hummasının aslen yetersiz hijyen ve enfeksiyondan kaynaklandığını yazdı. O zamana kadar loğusalık humması, doğuma içkin ve hiçbir müdahale yapılamayan bir hastalık olarak görülüyordu. Ama Semmehveis’ın araştırmaları gösterdi ki, ebelerin katıldığı doğum odalarında anne ölümleri yüzde l ’den fazla değildi. Otopsi odalarından gelen öğrencilerin katıldığı doğumlardaysa, ölümler yüzde 30’un üzerindeydi. Semmehveis otopsilerdeki çürüyen maddenin loğusa hummasına neden olduğu sonucuna vardı ve doğum odasına giren herkesin ellerini klo- rinli suyla yıkamasını şart koştu.
Bu önlemler loğusa hummasını önlediği halde, doktorların çoğu Semmelvve- is’in tezini reddettiler. Binlerce kadın onlarca yıl boşu boşuna dayanılmaz acılar çekerek doğumlarda ölmeye devam etti. Semmelvveis hastanelerden kovuldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun düşmanı olmakla suçlandı. Son günlerini, belki de son otopsilerinden birinde parmağım kesmesiyle başlayan mikrobik bir kanama nedeniyle, ateşli bir hezeyan içinde, bir tımarhanede tamamladı.
Ve Louis Pasteur’ün dokuz yaşında bir çocuğa patojenik ajanlar enjekte etmesiyle infiale kapılıp laboratuarı terkeden araştırmacıları nasıl öfkelenmeden hatırlayabiliriz -söz konusu olan aslında kuduza karşı ilk insan aşılamasıyken?
286
- 3 4 -
Ekstra Boyutlar
Lisa Randall ile SöyleşiEkstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, o zaman bu durumun gelecek açısından deneysel yansımaları olacak demektir.
Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri görmemizin yolunu açacak.
Lisa Randall
Eduardo Punset: Profesör Randall, biyografini okurken ünlü bir profesyonel tromboncuyu hatırladım, Münih Filarmoni Orkestrası'na iş için başvuran Abby Conan adında bir hanımefendiyi -muhtemelen ilk profesyonel kadın tromboncu. O zamanlar dünyanın hiçbir orkestrasında kadın tromboncu yoktu. Adaylardan biri tesadüfen deneme komitesindeki birinin akrabası
Lisa Randall, Harvard Üniversitesinde Fizik Profesörüdür.
287
H A Y A T K İ T A B I
çıktığı için, denemede araya çalgıcının görünmesini engelleyen bir perde koymuşlar. Abby Conan perde arkasında çalmaya başlayınca, orkestra şefi —dünya çapında ünlü biri- hemen bağırmış: “İstediğim müzisyen bu! Denemeyi bitirelim artık!” Sonradan kadın olduğunu gördüklerinde epey gürültü koptu, kimileri işi almasını engellemeye çalıştı. İlk yıllar büyük zorluklarla geçti, ama sonradan hepsi sonsuza dek mutlu yaşadılar. Harvard Üniversitesi gibi bir yerde daimi bir fakülte üyesi olarak istihdam edilen büyük kadın fizikçilerin ilklerindensin, değil mi?
Lİsa Randall: Hayır, birkaç kadın var. İlk olduğumu söylemek istemem. Ama şunu söyliyeyim: Harvard başkanı Larry Summers'ın geçen yılki beyanları üzerine, kadın fakülte üyeleri ve kız öğrenci almak konularında çok laf edilirken, seninkine benzer anekdotlar dillendi sahiden de. Senin örneğin çok hoş, çünkü çok net! Tarafgirlik kanıtlanmış, inkar etmenin yolu yokmuş, benim alınma işlemimeyse daha hafifletici unsurlar katılmıştı. Küçükken bir orkestrada flüt çaldığımı hatırlıyorum, bir kadın arkadaşım da tronbon çalıyordu. Kulağımın dibinde bangır bangır çalmak ona çok komik geliyordu! Kusura bakma, trombon çalan kadınlarla ilgili hatırladığım tek şey bu.
E.P. Bugün alt katta beklerken karlar içinde kitabın Warped Passages'ı [“Eğik Pasajlar”] okudum ve çok zevk aldım; kar şimdikinden çok daha şiddetli yağıyordu. Eski bir Harvard profesörü geldi, kitabı gördü ve “Çok iyidir” dedi. Dilerim TV izleyicilerimiz de kitabından benim kadar zevk alır.
L.R. Teşekkür ederim.E.P. Ve izninle, onlara önce yeni boyutlar işini açıklamaya çalışacağım.L.R. Tabii.E.P. Bu söyleşide yeni boyutlar ve yeni boyutlarla ilgili bu fikirlerin nasıl başladı
ğı üzerine konuşacağız. Kavramın tümüyle çocuk kafesinde başladığını söyleyen —senin deyiminle— “yanlış bilgi” konusunda herkese bir hatırlatma yapayım önce. Küçükken ileri geri hareket edebiliriz, sağa sola gidebiliriz ve biraz büyüyünce aşağı yukarı da hareket etmeye başlarız, hoplayıp zıplarız. Üç boyutu hesaplamaya epey alışkın olmalıyız, ama anlaşılan sadece onlara öyle alışkınız ki, daha fazla boyut hayal etmemiz pek kolay değil, yanlış mı? Bu nasıl oluyor?
L.R. Muhtemelen alışık olduğumuzdan fazlası var. Fizyolojik olarak gerçekten de yalnızca üç boyutu resmedecek veya tecrübe edecek şekilde tasarlanmışız.Ama daha fazlası olabileceğine yönelik fiziksel açıklamayı anlıyoruz__Fiziktarihini düşünürsen, özellikle son yüzyılı, çok küçük veya çok büyük ölçekte incelememize bağlı olarak ilk algılamamızdan çok farklı manzaralar ortaya çıktığını görüyoruz! Dünyanın kuantum mekaniğiyle işlediğine kim inanırdı? Normal görüşümüz atomik ölçekte değil ki. Boyutlar şöyle bir şey: üç boyu
E K S T R A B O Y U T L A R
tu insanın tecrübe edebileceği ölçeklerde görüyoruz. Belki de sadece üç boyutu bilen ışıktır mesela bizi kısıtlayan.
E.P. Şu örnek bana çok aydınlatıcı geliyor: arkadan aydınlatmalı bir kamera önüne bir oyuncak konduğunda oyuncak tabii üç boyutludur, ama ekrandaki yansıması düzdür....
L.R. Evet, aynen, enformasyonun tamamına sahip olmayan tek bir projeksiyonumuz var. Oyuncağının birçok farklı şekli olabilir, ama yine de iki boyutlu projeksiyonunda, bir gölge gibi, hep aynı görünebilir. Ama her açıdan tüm projeksiyonlarını kaydedersen, o zaman başlangıçtakini yeniden yaratabilirsin, alt-boyut enformasyonuyla sınırlı olsan bile. Fizikte yapmaya çalıştığımız da bu: sadece üç boyutlu dünya gördüğümüz halde daha fazla boyutlu bir dünyayı yeniden yaratmak.
E.P. Bu çok mu şaşırtıcı? Günlük yaşantımızda, görüntülerden, yani düz iki boyuttan gerçek üç boyutlu dünyayı yeniden kurmaya çalışıyoruz.
L.R. Evet, komik. Daha dün biriyle bundan bahsettik. Yüzyıllardır fizikte sürekli müthiş keşifler yapıyor olsak da, itiraf etmek lazım ki, çok farklı enerjilerde, çok farklı uzunluk ölçeklerine baktığımızda, işler günlük hayatta gördüğümüzden tamamen farklı görünüyor. Ama yine de bu ne zaman olsa insanı hayrete düşürüyor! [Tablo 2, bölüm 33.]
E.P. Hayret ediyoruz. Ekstra boyutlar keşfedersek yine öyle olacak, üstelik bu bir şekilde doğal bir şeyken. Zaten neden sırf biz öyle görüyoruz diye, sadece üç boyut olsun ki? Sadece üç boyutu şart koşan bir fizik kuralı yok. Einstein'ın denklemi, çekimi tanımlayan genel izafiyet, her sayıda boyut için geçerli. Öyleyse neden daha fazlası olmasın?
Harika kitabında diyorsun ki, fizik maddenin farklı ölçeklerini veya evrendeki farklı veya daha büyük uzunlukları araştırır. Fizikte daha ileri araştırmalar yapılsa yeni boyutlar keşfedebileceğimizi söylüyorsun. Sana bunu söyleten ne?
L.R. Sorun güzel. Sanırım gerçekten daha fazla boyut olabilir ve onları bulabiliriz. Ekstra boyutlar olabilir de, olmayabilir de ve daima görünmez kalabilirler. Dünyamızda bazı olgular, gizemli şeyler var, gördüğümüz ve etkileşimlerini anladığımız parçacık kütleleri arasındaki ilişkiler. Parçacık fizikçileri olarak sadece üç uzamsal boyut bağlamında pek anlayamadığımız şeyler. Uzama ekstra boyutları eklersek bazı matematiksel tanımlamalar gerçekten gayet güzel yerine oturuyor. Çalışma arkadaşım ve ben, eğik [ıvarped] geometriyi bulduk, yani farklı yerlerdeki farklı çekim kuvvetlerini, çok farklı yerlerdeki çok farklı ölçekleri. Eğik uzay-zaman ile gerçekten de kimi ölçülebilir olguları açıklamaya yardım edebileceğimizi gördük. Ekstra boyutlar gördüğümüz olguları açıklıyorsa, o zaman mesela önümüzdeki birkaç yıl içinde bun-
289
H A Y A T K İ T A B I
lan CERN’ün büyük Hadron çarpıştırıcısıyla (LHC) keşfetme umudumuz var demektir.
E.P. İsviçre'de?L.R. İsviçre'de, evet. Orada yapılacak şey şu: Protonları aşırı derecede yüksek
enerjilere hızlandıracaklar ve bu kadar yüksek enerjilerde çarpışma öyle çok enerji yaratacak ki, ağır parçacıklar, yani büyük kütleli parçacıklar (E= mc2), bize ekstra boyutların izlerini verebilecek hale getirilecekler. Bunlar ekstra boyutlarda gezinen parçacıklar olabilir ve fazladan enerjileri bulunabilir, ki bu da bize ekstra boyutlar nedeniyle fazladan kütle şeklinde görünür. Fikir şu: eğer ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, onları keşfetme şansımız var demektir.
E.P. Diyorsun ki, İsviçre'de büyük Hadron çarpıştırıcıyla (LHC) standart dört boyut dışından gelme parçacıklara ilişkin deliller bulabiliriz.
L.R. Müthiş bir şey! Doğru. Ekstra boyutlarda gezinen bütün parçacıkları bulacak değiliz, ama gerçek olgularla bağlantılıysalar, bazı kütlelerin tespitinden hareketle, çekim gücünü ölçtüğümüzü çıkarsarız! Eğer tespit ettiğimiz şey çekimin zayıflığıyla bağlantılıysa, o zaman diğer boyutları doğrudan teşhis edebilmemiz gerekir. Çok heyecan verici! Ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, o zaman bu durumun gelecek açısından deneysel yansımaları olacak demektir. Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri görmemizin yolunu açacak!
E.P. Örneklerinden biri çok enteresan: yeni boyutlara ilişkin fikirlerin, başka yerlerde, gizemli şeyleri anlamamıza zaten yardımcı olduğunu söylüyorsun. Mesela diyorsun, bir dünya haritasına bakınca, kıtaları tektonik plakaların zirveleri olarak görüyoruz ve de şimdiki halleriyle, ama tabii bunlar yer değiştirdiler. Bunu anlamamızın tek nedeni, diyorsun, bir boyut daha, yani zamanın eklenmesi. Geçen milyonlarca yılı düşününce anlamaya başlıyoruz dünyanın nasıl işlediğini. Çekimle ilgili olarak da aynı yaklaşımı öneriyorsun. Yeni boyutlar bu tuhaf, gizemli, zayıf, her yerde bulunan çekim gücünü anlamamıza yardımcı olabilir. Çekim güçleri beklentilerin aksine....
L.R. Evet. Şu kupayı kaldırırken aslında tüm Dünya'ya direniyorsun.E.P. Müthiş bir şey! Aslında Cenevre'deki genç bir fizikçi, birkaç yıl önce Redes
için çalıştığım zaman çekim zayıflığının gizeminden söz etmişti. Her gün aklımıza gelen sıradan bir şey değil. Bir mıknatıs her an mevcut olan çekim gücüne karşı büyük ağırlıkları kaldırabiliyor. Ve bu genç fizikçi şöyle demişti: “Bak, burada, kuvvetin kullanıldığı bizim üç boyutumuzda çekim çok zayıf olsa da, çekimi çok güçlü olan başka boyutlar bulunabilir.” Söylediklerim bir şey ifade ediyor mu?
L.R. Çeşitli ihtimaller var. Bizim yaklaşımımıza göre, aslında bir ekstra boyut yol
290
E K S T R A B O Y U T L A R
culuğuna çıkarsan çekim çok çok güçlüden çok zayıfa geçebilir. Doğrusu, çekimin katlanarak, süratle değiştiğinden kuşkulanıyoruz. Demek istediğim, ekstra boyutlara gittiğinde, çekim değişiyor, ivmeli olrak zayıflıyor. Çok süratli düşüyor. Dolayısıyla çekimin yoğunlaştığı yerden belli bir uzaklıktaysan, dediğimiz gibi, son derece zayıf olduğunu görürsün. Başka bir boyut bize çekimin neden zayıf olduğuna dair çok doğal bir açıklama getiriyor. Kurguladığımız eğik ekstra boyut çerçevesinde oluyor aslında bu.
E.P. Çekim meselesiyle ilgili bir başka soru: diğer çoklu —evrenlere ulaşım imkanı tanımayan bir aleme “kısılmış” olabileceğimizi söylüyorsun....
L.R. Fikir temelde şu: biz Düzistan'dayız; tek fark, düzistanımızın iki değil de üç boyutlu oluşu. Yani biz daha çok boyutlu bir alemin üç boyutlu bir kesitinde yaşıyoruz. Fizikçiler teknik bir isim buldular: “bran”. İngilizcedeki mem- bran kelimesinden geliyor. Anlatılmak istenen şey bu üç boyutlu düzistanda bulunduğumuz. Karışımımızdaki şeyler, atomlarla moleküller vs. galaksilerimiz, dünyamız, hepsi aslında üç boyutlu bir evrene, bu üç boyutlu brana sıkışmış durumda, ama ekstra boyutlar var. Bu, dış dünyayla iletişim kurmadığımız anlamına gelmiyor, kuruyoruz, çünkü nihayetinde çekim her yerde hissediliyor.
E.P. Her yerde.L.R. Çekim tüm bir uzay-zaman geometrisiyle bağlantı halinde. Uç boyutlu bir
aleme sıkışmış olmak ne anlama geliyor? E, mesela şu anlama: elektroman- yetizm ancak bu üç boyutlu branda yaşıyorsan hissedilebilir. Dolayısıyla mesela elektromanyetizmi ileten fotonlar, bunlar belki sadece branda varlar! Elektromanyetizm sayesinde yüklenen elektronlar, bunlar belki sırf branda varlar. Dolayısıyla bildiğimiz parçacıklardaki tüm güçler de, çekim hariç, bizim branımıza sıkışmış olabilir. Parçacıkların başka yerlerde, diğer branlar- da bulunan başka kuvvetleri de olabilir. Belki çoklu bir evren var; farketme- diğimiz başka evrenler olabilir. Ama dış dünyaya sadece çekimle bağlı olduğumuzu biliyoruz. Bizi başka güçler birarada tutuyor olabilir mi? Bu yüzden mi sadece üç boyutu farkediyoruz? Nihayet fotonlar sadece branda ilerliyorlar. Biz sadece üç boyutu görebiliyoruz. Ekstra boyutlara gitmiyorlar. Belki sadece çekim bizi ekstra boyutlara bağlıyor.
E.P. Bran yaklaşımını biraz aç lütfen.L.R. Tabii. Malum, iki boyutlu yüzeyler üzerine çiziktiriyoruz. Öyleyse branların
da sadece iki boyutu olduğunu farzedelim.E.P. Tamam.L.R. Tabii üç boyutlu branlarda düşünüyor, daha doğrusu yaşıyoruz, ama diye
lim ki iki boyut var. O zaman burada bir bran olduğunu düşünebilirsin, üzerinde yaşadığımız bran. Elektronlarla kuarklar, hayal ettiğimiz atomlarımız
291
H A Y A T K İ T A B I
ve galaksilerimiz hepsi bu bir brana sıkışmış durumda. Bu resimde iki boyutlu görünüyor, ama aslında üç boyutlu vs. Uç boyutlu bir sonsuzluk. Şimdi bir ekstra boyut düşünelim. Bu üçüncü değil, bu aslında dördüncü bir uzay boyutu; beşinci bir uzay-zaman boyutu. Dolayısıyla başka yerlerde, parçacıkların başka güçler taşıdığı başka branlar hayal edebilirsin. Muhtemelen tamamıyla farklı bir kimyaları olacaktır.
E.P. Bu durumda çekim branlar arası bağlantıyı sağlayan tek güç olurdu.L.R. Başka güçler olabilir, bunu henüz bilmiyoruz, ama çekimle bağlantı kurulu
yor olabileceğini biliyoruz. Peki ne oluyor? Tahmin edebileceğin şey —önce bu branlardan birini açalım. Bu branda bir diğeriyle çarpışan bir protonum var diye düşünüyorsun. İki proton çarpışıyor. Ve iki proton çarpıştığında, çe- kimsel parçacıklara dönüşüyorlar, fotonların muadiline. Yeni parçacıklar çekimi iletiyorlar. Bunlara “graviton” diyoruz. Hayır, onları görmedik; haklısın. Onları henüz görmedik. Aslında, eğer eğik teorimiz doğruysa, bu deneysel sonuçları bakımından ilginç olur. O zaman ekstra boyutlara ilişkin deliller görürüz. Graviton aslında ekstra boyutlarda gezen bir graviton olabilir, ki bu da daha ağır parçacıklar göreceğimiz anlamına gelir.
E.P. Matematik ve fizikten hareketle diyorsun ki, daha zengin, daha çeşitli, çok boyutlu, farklı bir alem olabilir, görmeye alışık olduğumuzun dışında bir evren....
L.R. Bu fikirlerin bazıları gerçekten ufuk açıcı; sanki nerdeyse bize bu fikirleri fizik vermiş gibi. Bunları düşünebilecek kadar hayal gücümüz yoktu aslında. Görmediğimiz sonsuz sayıda ekstra boyut olabileceğini hiç düşünmedik. Bu çıkarsama matematikten geldi. Einstein'ın çekim denkleminin bir sonucuydu. Analizlerden birine dikkatle baktık ve ne anlama geldiğini farkettik. Bunlar müthiş fikirler. Ayrıca gördüğümüz kadarıyla, “ekstra boyutların gider deliği” dediğimiz bir şey içinde bulunuyor olabiliriz. Başka yerde üç değil birçok boyut varken, biz üç boyut gördüğümüz bir bölgede bulunuyor olabiliriz. Dünya daha fazla boyutlu. İhtimal muhtelif ve hangisinin doğru olduğunu bilmiyoruz. Bu fizikle uğraşmayanlar için sinir bozucu olabilir, ama fizikçiler için de sinir bozucu. Birbirinden farklı bir sürü ihtimal.
292
- 3 5 -
Bücürlerin Manipülasyonu
Nicolâs Garda ile Söyleşiİnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama
nanobafıza bin kat daha büyük olsaydı... Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin teknolojik gelişimi çok
sınırlı bir düzeyde.Nicolâs Garda
İspanyol Bilimsel Araştırma Konseyi’nde nanoteknoloji bölümünün yöneticisi olan Nicolâs Garda uzun süre Rohrer [bölüm 32] ile birlikte çalıştı. Bana ilk kez tünel mikroskobuyla atomu gösteren kişi Nicolâs’tır. Epostalarla sürdürülen ve gerçek dünyadaki daha uzun, daha derin dostluklar kadar değerli olan dostluğumuzu o atoma borçluyum. Garcıa’ya göre, şüphesiz, dünya baştan aşağı yapılandırılmıştı ve ayrıca bilgi dağarcıkları eşitlendiğinde makineler insanımsıların bey-
Fizikçi Nicolâs Garcıa Madrid'de Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nde çalışıyor.
293
H A Y A T K İ T A B I
ninden üstün olacaktı. Bu tip bilim kurgu fantazileri artık bilimin bir parçası.Mucitlerinin hayatı sona ermeden gerçekleşebiliyorlar. Araştırmalarına nanotek-nolojinin en ön sıralarında başlayanlar gibi tutkusunu yitirmeden devam edenpek az bilimci vardır, sayıları bir elin parmaklarını geçmez.
Eduardo Punset: Nicolâs, eğer Dünya dışında yaşam bulursak, uzayda robotlarla da karşılaşacak mıyız?
NİCOİâs Garda: Aramamıza gerek yok, eğer varlarsa, onlar bizi ziyaret eder. Evrende başka bir yerde yaşam varsa, bu bizimki gibi olmak zorunda değil. Yaşam yumuşak materyaller kullanıyor. Bizimkinden daha kompleks ve zeki yaşam formları belki daha büyük mesafeleri çok daha az zamanda katedebi- liyordur. Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin tekonolo- jik gelişimi çok sınırlı bir düzeyde.
E.P. Elimizdekilerden memnun görünmüyorsun. Vücutlarımız daha iyi olabilirdi, öyle mi?
N.G. Vücutlarımız böyle işte, ama daha büyük, çok daha mükemmel varlıklar olabilirdi, çok daha iyi bir gelecek görüsü olan, doğayı daha iyi anlayanlar varlıklar. Dışarıda bir yerlerde yaşam olabilir mi? Tabii. Dünya dışı varlıklar arayışı karmaşık bir iştir. Eğer varlarsa onları bulmak uzun zaman alacak. Çok daha zekiyseler, onların bize gelmesi gerekir. Galaksiler öyle büyük ki, teknolojimiz şu an onları baştan başa geçecek yeterlikte değil. Çok daha ileri bir teknolojiyle çok daha hızlı hareket eden bir yaşam varsa, o bize gelecektir.
E.P. Yine de mucizeler yaratıyoruz. Seni gördüğümde veya mesela bir kadına baktığımda ne oluyor? Eğer çekiciyse ...
N.G. Seni bilmem ama ben bir kadını gördüğümde, artık anlaşıldığı üzere, bir saniyede o kadının milyonlarca fotoğrafını çekiyorum ve tabiyatıyla cinsellik devreye giriyor. O kadının en baştan çıkarıcı bölgelerinin zihinsel fotoğraflarını çekiyorum.
E.P. Milyonlarca fotoğraf-N.G. Gözün çekiyor, onları analiz ediyor, total bir bilgi oluşturuyor, ama sen tüm
bu bilgiden habersizsin. Onun sadece bazı bölümlerini “fotoğraflıyorsun”, ama bilincinde o kadının total görüntüsüne sahipsin. Görme sistemi bir kameradan ibaret değildir; milyonlarca bit veriyi atıp gerekli olanları saklayan bir bilgisayardır. İki farklı insanın aynı nesneye ilişkin görüleri farklıdır. Neyi nasıl gördüğümüzü eğitimimiz belirler.
E.P. Veri ve hafıza konusundaki mesele ne? Futbol maçında hakem yerine, neden bir makine “avut” diye bağıramasın? Neler olup bittiğini bilecek yeterlikte sensörlerimiz var. Bunun bir sensörler meselesi olduğunu söyledin.
294
B Ü C Ü R L E R İ N M A N İ P Ü L A S Y O N U
N.G. Görüntüleri kaydedecek bir hafızanın icadı gerekli. Daha fazla hafızam olsaydı, onun bir kısmını görüntülerin interaktif analizi için kullanır ve çıkarsamalar yapardım. Minik alanlara çok fazla bilgi depolamamız lazım. Benzer sorunlarla uzay yolculuğunda karşılaştık. Eski lambalar ve on dokuzuncu yüzyıl teknolojisiyle aya gidebilir miydik? Enformasyon cihazlarının min- yatürleştirilmesi gerekliydi. Transistor icat edildi; bu büyük bir devrimdi. Teknolojilerin entegrasyonu gerekli.
E.P. Bir sonraki adım nanoteknoloji?N.G. Tabii. Bu yolda ilerliyoruz. Silikon teknolojisi bir mikronun çeyreği düzeyin
de (0.00000025 m), ama atomik boyuta indirilebilirdi. Bir atomu bir hafıza biti yapabilseydik, devasa hafızalarımız olabilirdi -b ir santimetre karede on ila on beş kuvvetinde, birin peşine on beş sıfır.
E.P. Bu hafızayı, diyorsun, gözlem ve depolama için kullanırım ve bir bölümünü de insan bedenimin şu an verdiğinden daha iyi kararlar vermek için seferber ederim.
N.G. İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama nano- hafıza bin kat daha büyük olsaydı-
E.P. İnsan daha iyi kararlar verebilirdi-N.G. Bu ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor, ama veri mevcut. İnsan bedeni, veriyi
kaydedip analiz eden bir sensör gibi davranıyor. Benim görüşüm bu.E.P. Mesela beş yüz yılda hangi noktaya ulaşırız?N.G. Beş yüz yıllık bir süreçte cihazlarımız belki şu an bizim olduğumuzdan daha
yetkin bir karar mercii haline gelecek. Otonom olacaklar. Bu kesinlikle muhtemel; klonlamayla fevkalade mükemmel bir varlık oluşturabiliriz ve onlar bizim yerimize geçerler. Pek kaçışı yok. Bunu büyük bir sorun olarak görüyorum, ama insanoğlunun yaratma merakım hiçbir şey engelleyemez. Biri daha üstün bir şey yaratacaksa, bu yapılır. Düşün: her insanın kendine eklenmiş bir robot-bilgisayarı var, diğerleriyle gerçek zamanda iletişim kurabiliyor ve tüm enformasyon irtibatlandırılıyor! Ayrıca kararlar alabiliyorlar. Böylesi kaotik bir etkileşimin sonuçları kesinlikle öngörülemez, ama böyle- dir diye, anlamsız da değil. Robotlar zeki, başarılı kararlar alabilirler; kodlarına, ne öğrendiklerine bağlı. Aynen şimdi insanlarda olduğu gibi.
E.P. Sürekli tekrarlanan, bıkkınlık getiren bir iddiaya bakılırsa, nihayetinde robotu mutlaka bir insan zihni programlamalı.
N.G. Bazı uygarlıklarda kelle kesmek ve insan kurban etmek geçerli şeylerdi. O zamandan bu yana kodlarımız evrildi. Programları ve davranışı değiştirdik. Daha insani olduk, çünkü birarada yaşayabilmenin en iyi yolu bu diye düşünüyoruz. Ama biz de programlıyız, hareket kabiliyeti olan her nesne gibi!
E.P. Nanorobotlar belli bir süre işleyip birbirleriyle iletişim kurarlarsa, bizim bil
295
H A Y A T K İ T A B I
mediğimiz şeyler yapacaklar. Biz, bize öğretilmeyen davranışlar sergiliyoruz, ama bunları çevreyle kurduğumuz direkt iletişim yoluyla keşfediyoruz. Yeni fikirler ortaya çıkıyor ve karşılıklı etkileşim sayesinde evriliyoruz. Nanotek- nolojik sistemler de yeterli zeka ve iletişim yeteneğine ulaşınca insanlar gibi evrilecekler.
N.G. Az çok öyle. İnsanların, kodlarla işleyen bir şey olmadıklarını söylemesi bana komik geliyor. Tabii ki kodlarla işleyen şeyleriz ve bunlar doğal bir seyir içinde değişiyor, bizim karşılıklı ilişkimiz sayesinde: esnek kodlu robot-bilgi- sayar programlarının kesintisiz iletişime dayalı etkileşimi milyonlarca ektile- şimin evrimine yol açacaktır. Neden olmasın? Bu çok açık.
E.P. Böyle bir şeyi hiçbir devlet durduramaz.N.G. Ne bir devlet, ne de herhangi bir ahlaki mülahaza. Kökeninde merak var! İn
sanlar hep meraklı olmuşlardır. Columbus’u, “Amerika’yı arama” diye ikna edebilen oldu mu? O devrin bilimcileri bunun aptallık olduğunu söylüyorlardı. Ay’a giden innsanları kimse durdurabildi mi? Hiç kimse. Böyle araştırmalar kısıtlanamaz. Tereddüt eden kaybeder. Ve merak bilimde evrensel bir hakikattir.
E.P. Uç yüz yıl sonra zeki bir makine tarafından kovalanacağını, yakalanacağını düşünüyor musun?
N.G. İnsan mükemmel bir hayvandır, bu doğru, ama maymun ya da başka bir memeliden daha mükemmel değil -kararlar veren bir hayvan olsa da (Margulis ve Asikainen, 2008). Belki de bir adam veya kadının en muhteşem yanı güzel bir roman yazabilmesidir. Robotlar Don Quixote, Madam Bovary veya Suç ve Ceza gibi romanlar yazabilir mi bilmiyorum. Ama büyük bir başarıyla başka şeyler yapacaklar sanırım. Neden olmasın?
E.P. Yaptığın iş sanal bir iş değil. Yaşam ve maddenin özüyle uğraşıyorsun. Atomları inceliyorsun. Nobel Fizik Ödülü sahibi Richard Feynman slaytlar veya mikro-diyapozitifler istemediğini söylemişti. Yazmak ve atomlarla bir şeyler yapmak istiyordu, ama onları görmesi lazımdı. Ve yakın zamana kadar da bu zordu.
N.G. Benim köyümde derler ki: “Dokunabildiğin şey görebildiğin şeyden daha yakındır.” Atomlar bir süre önce görselleştirildi. Yeni teknolojilerin gelişimiyle de, yani tünel-etkili veya atom-güçlü mikroskoplar gibi yakın alan mikroskoplarıyla, atomlara dokunabilir olduk. Kör alfabesi kullanan biri gibi dokunarak belirliyoruz onları.
E.P. Bu nasıl oluyor?N.G. Tünel-etkili mikroskopta noktasal bir uç, örnek yüzeye paralel hareket edip
akım oluşturarak atomlara temas eder ve onları belirler. Uç bir nanometre- den (0.000000001 metreden) kısa mesafelerle hareket eder, ki bu müthiş bir
296
B Ü C Ü R L E R İ N M A N I P Ü L A S Y O N U
şeydir! Mikroskobun istikrarlı ve yüksek çözünürlüklü ölçüm yapabilmesi için titreşim olmaması gerekir. Bunlar sağlanırsa atomları görürsün. Doğada hiçbir sistem baştan sona mükemmel bir düzen içinde değildir. Kimilerinin bazı bölümleri düzenlidir. Tamamıyla düzenli olsa sistem donuk olurdu.
E.P. Yaşam için kusur lazım. Atomlar hangi hızda hareket ediyor?N.G. Atmosferde atomlar saniyede 1,500 metre hızla hareket eder. Ama burada
konuştuğumuz bağlamda, her nanosaniyede (0.000000000001 saniye) bir sıçrama yaparlar. Atomların bir yüzey üzerindeki hareket hızı saniyenin milyarlarca birine karşılık gelir.
E.P. Bu gerçekten yaşamın özü mü?N.G. Yaşamın özü, bazı yerlerin, kusurların bulunarak atomlar tarafından yeni
yapılar meydana getirilebilmesi olabilir. Biz bu yapıların zeki olmalarını, na- norobotlar olmalarını istiyoruz. Ve Bili Joy ’a göre gelecekte bizim yerimizi onlar alacaklar.
297
- 3 6 -
Uzay Paramparça, Zaman Hükümsüz
Paul Davies ile SöyleşiYüz yıl içinde geleceğe yolculuk edip edemeyeceğimizi sorarsan, sana
bunun gayet mümkün olduğunu söylerim.Paul Davies
Yüz yıl önce uzaya yolculuk edebileceğimize kimse inanmıyordu; şimdiyse fiziğin gelecekte zaman yolculuğu yapabileceğimiz düşüncesine bir itirazı yok.Artık insanlar zamanı bir yanılsama olarak niteleyen Einstein’ın ne demek istediğini anlamaya çalışıyor ve fiziksel zamanla psikolojik zamanı birbirinden ayır- mayi öğreniyor; restorana gidişin eve geri dönüşten daha uzun sürdüğü şeklindeki hissi herkes yaşamıştır veya rüyada zaman ve mekan bariyerlerini aşmayı tatmıştır.
Einstein’ın özel izafiyet teorisini formüle etmesinden yıllar önce, insanoğlu
Paul Davies, Macquarie Üniversitesi, Avsutralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğa Felsefesi Profe- sörü’dür.
298
kendi tecrübesine dayanarak zaman diliminin gerçek işleyişini saatlerle takvimlerin yansıtmadığını hissetmişti. Dil kapasitesine sahip memelilerce evrim sürecinde en sık tekrarlanan nidalardan biri “Hayat çok kısaP’dır, ama bu mantıken veya şizofreni nedeniyle onu çok uzun ve hadiseli bulanları hiç hesaba katmadan yapılır. Gerçek şu ki, zamanda yolculuğa zihnen uzayda yolculuktan daha hazırız. Ve uluslararası düzeyde bir fizikçi olan AvustralyalI Paul Davies de hayatının çoğunu zaman makinesi tasarlamaya adamış biridir.
Paul Davies: Zamanda yolculuğu, bir dereceye kadar, gerçekleştiriz, ama yalnızca geleceğe gideriz, geçmişe asla gidemeyiz. Geçmişe yolculuktaki zorluk hâlâ çok ileri bir teknoloji gerektirmesi. Yüz yıl içinde geleceğe ve uzak mesafelere yolculuk edip edemeyeceğimizi sorarsan, sana bunun gayet mümkün olduğunu söylerim, ama geçmişe nasıl yolculuk edileceğini bulmak sanırım çok daha uzun zaman alacaktır.
Eduardo Punset: Geleceğe yolculuktan söz edelim. Demek istediğim, şu atom saatleriyle ortaya konduğu üzere, zaman Nevvton’ın düşündüğü gibi evrensel, mutlak bir değer değil. Dediğin gibi, “benim zamanım senin zamanın değil” ve belki de en iyi başlangıç noktası ikizlerin hikayesi ya da paradoksu.
P.D. Buna ikiz etkisi diyorum ben; 1905’de Einstein’ın özel izafiyet teorisini formüle ettiği ünlü makalesiyle gündeme gelmişti. Zamanı evrensel ve mutlak, her yerde herkes için aynı gören Nevvton’cu yaklaşımda kati bir değişim anlamına geliyordu. Einstein farklı yönde hareket ediyorsak ötekinin zamanıyla benimkinin farklı olabileceğini söyledi. Bunu ikizlerin hikayesiyle gösterdi. İkiz olduğumuzu düşün ve ben kendi bir yılım boyunca bir roket içinde ışık hızına yakın bir hızda yolculuk ediyorum. Döndüğümde Dünya üzerinde on yıl geçmiş olacak. Ben bir yıl geçtiğini düşüneceğim, sense on yıl geçtiğini. Her ikimiz de haklı olacağız ve aslında ben senin geleceğine dokuz yıl yaklaşmış olacağım, çünkü senin için on yıl geçmiş olacak, benim içinse sadece bir yıl. Dolayısıyla eğer bunu Ocak 2005’de yapsaydık, benim 2015 Dünya yılına ulaşmam sadece bir yılımı alırdı. Bu bir bakıma geleceğe yolculuktur, gerçek bir durumdur. Geleceğe dönük olarak konuşuyorum, henüz yapılabilecek bir şey değil, çünkü ışık hızına yakın bir hızda yolculuk edemiyoruz. En fazla ışık hızının yüzde 0.1’i hızında yolculuk edebiliyoruz. Ve böyle hızlarda etki çok küçüktür, ama gerkçektir ve bunu atom saatleri kullanarak ölçmek mümkündür. Dolayısıyla teorik bir öngörü değil, gerçek bir etkidir. Zaman yolculuğu mümkün tabii ve ne kadar hızlı yolculuk edersen zamanda o kadar ileri gidersin.
E.P. Paul, hatalıysam düzelt, ışığınkine yakın bir hızda yolculuk edebilseydik, yüz ışık yılı uzaklıktaki bir yıldıza on yılda gidebilirdik; bu oldukça insani bir za
U Z A Y P A R A M P A R Ç A , Z A M A N H Ü K Ü M S Ü Z
299
H A Y A T K İ T A B I
man dilimi, doğru mu?P.D. Doğru. Şu zaman eğme [warp] veya zaman genişlemesi [dilation] yoluyla çok
uzun mesafeleri nispeten kısa zamanda katedebilirsin. En yüksek hızda seyreden nesneleri gözlemlemek yeter, mesela aşağı yukarı ışık hızındaki kozmik ışınları. Yüksek enerjili kozmik ışınlar galaksinin tamamını dakikalar içinde katedebilir —kendi referans sistemleriyle ölçüldüğünde— ama bu Dün- ya’dan gözlemleyen bizlere yüz bin yıl sürüyor gibi görünür. Böylelikle, yüksek hızda zaman eğme etkisiyle, yüz bin yıllık bir yolculuk gerçekte sadece birkaç dakika sürer. Zaman eğmenin müthiş etkisine ilişkin sadece bir örnek bu. Bilim kurgu yazarları bile ışığınkine yakın hızlarda yolculuk eden uzay gemilerimiz olabileceğini hayal etmemiştir heralde. Ama bir uzay gemisini ışık hızının yüzde 90’ına fırlatabilen yeni bir fırlatım sistemi üzerine kafa yormak saçma değil. Ve böyle bir durumda bu zaman eğme etkileri çok önemli hale gelir.
E.p.'in yorumu: Paul konuşurken, iki büklüm bir uzay-zaman ve içerisinde çekimle hareket eden bir gök cismi imgesini daha iyi anladığımı düşündüm. Hızdan sözediyordu, izafi zaman kavramını devreye sokan özel izafiyet etkilerini düşünüyordu. Nevvton’ın bir mutlak büyüklük olarak nitelediği zaman aslında harekete bağlı, dolayısıyla daha hızlı yolculuk eden gözlemci için daha yavaş geçiyor zaman. Çekim belli ki zamanın büzülmesine ve genişlemesine de sebep oluyor. Genel izafiyetin en devrimci önermesine göre, içinde yaşadığımız mekan eğiktir ve çekim bu eğimin dışavurumudur. Dolayısıyla yıldızların hareketleri —yıldız veya kara delik gibi daha büyük kütleli nesneler etrafındaki mekanın deformasyonu nedeniyle- daha hafif cisimlerin daha ağırlarına düşmesi şeklinde anlaşılabilir.
E.P. Müthiş bir şey. Eski zaman ölçüm yöntemimizi göz önüne alınca çok kafa karıştırıcı, değil mi? Zaman sanki düzgünce akıyormuş gibi, bugünü, geçmişi ve geleceği ayrıştırıyoruz, ama senin demene göre zaman geçmişten bugüne ve geleceğe akmıyor olabilir. Bu düşünceyi terketmemiz mi lazım? Demek istediğim, bilimciler zamanın akışına ve belki ölüm veya doğum endişesine son mu verecek?
P.D. Einstein bir arkadaşına yazdığı mektupta, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrımın yalnızca bir yanılsama olduğunu, ama çok kalıcı bir yanılsama olduğunu söylemişti. Biz fizikçilerin geçmiş, bugün ve geleceği, gerçekte varolmayan, insan zihninin kurguları olarak gördüğünü belirtiyordu. Ve bugün ile gelecek, zaman eğme etkilerinin bir sonucu olarak sorgulanabilirdi. Einstein’ın izafiyet teorisi şu önemli mesajı verir: bir uzay gemisinde yolculuk edebiliyor, Dünya’ya dönüyor ve ikizlerin artık ikiz olmadıklarını görü
300
U Z A Y P A R A M P A R Ç A , Z A M A N H Ü K Ü M S Ü Z
yorsam, bu durumda “İkizim şimdi ne yapıyor?” türünden sorular anlamsız hale gelir. Bir rokette çok hızlı yolculuk ediyorsam, benim zamanımla senin zamanın artık senkronize değildir ve ortak bir “şimdi” veya şu an yoktur. Ve bu sav aynı zamanda olma kavramı için de geçerlidir. Einstein bunu 1905’te- ki makalesinde formüle etti ve fizikçiler de o günden beri zaman kavramını, bugün, geçmiş ve geleceğe bölünmüşlük yerine, bir bütünlük içinde alırlar. Epey yaygın olan timescape veya landscape3S terimlerini kullanmayı seviyorum. Fizikçiler tüm zamanı -bugün, geçmiş veya gelecek olmaksızın- insandan önce kurulmuş gibi düşünürler. Yalnız bunun insan hayatı bakımından bir anlamı yok, çünkü burada veya şimdi diyebilmek gerekiyor. Ama şu an Mars’ta ne olup bittiğine ilişkin bir soru muğlak kalır, çünkü Mars’taki o olay gözlemcinin referans sistemine bağlıdır. Daha büyük mesafelere gidersek, çok uzak bir galakside şu an ne olduğunu sorarsak, böyle bir durumda “şu an”ın tanımı, oturuyor veya yürüyor oluşumuza bağlı olarak, zaman eğme etkisi yüzünden binlerce yıllık bir değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla, gözlemcinin zamandaki hareketinden kaynaklanan etkileri hesaba katarsak, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bu belirgin bölünme kaybolur.
E.P. Mars örneğinde fark yirmi dakika, değil mi? Enformasyonun varış zamanı bu, dolayısıyla “şu an” çok muğlak bir ifade - “şu an” Mars’a atfen kullanılıyorsa.
P.D. Zamanın, sohbetimizle eş zamanlı denebilecek anları ve esnaları var.E.P. En karmaşık mesele geleceğe değil de, geçmişe yolculukla ilgili. Kitaplarında
diyorsun ki, bazı paradoksların çözülmemesi saçma bir durum yaratabilir. Geçmişe yolculuğun mutlak imkansızlığını gösteren bir paradoks var. Bir kişi geçmişe yolculuk eder, büyük annesiyle karşılaşır ve onu öldürürse, ortaya bir paradoks çıkıyor, çünkü böyle bir durumda katil doğamaz. Bu paradoks nasıl çözülebilir?
P.D. Öncelikle zamanda geriye doğru, yani geçmişe yolculuğun geleceğe yolculuktan çok daha problematik olduğunu söylemek lazım. Şurası kesin ki, sırf ışık hızına yakın bir hızda yolalarak geçmişe yolculuk edemeyiz, çünkü bu şekilde zaman sadece ileriye doğru hareket eder, geriye değil. Zamanda geriye gitmek için, çok daha kompleks bir yöntem gerekli. Benim seçtiğim yöntem uzaydaki kara delik. Geçmişe yolculuk edip edemeyeceğimiz ve bizi neyin engellediği yolundaki soruna şöyle bir cevap verebilirim: geçmişi değiştirirsek geçmişle gelecek arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkabilir. En ünlü paradoksa değindin; zaman yolculuğu hikayeleriyle büyülenen bilim kurgu severler çok iyi bilir bunu. Mesela kendi büyük annemizi öldürerek geçmişi değişti- 38
38 Landscape peyzaj; timescape ise aynı kalıpta “kır” yerine “zaman”ı işaret ediyor.-çn
301
H A Y A T K İ T A B I
rirsek, torunun nasıl doğabileceği sorusu gündeme gelir. Ve eğer doğmadıy- sa, nasıl zamanda yolculuk edebilir ve suçu işler? Bilim gerçekliğin tutarlı bir tarifini yapar. Ortada gerçek bir paradoks varsa, durum bilimsel olmaktan çıkar. Ama bu, geçmişin bir parçası olamayacağımız veya nedenlerin zamanda geriye gidemeyeceği anlamına gelmiyor. Sana çok basit bir örnek vereyim: kişinin zamanda yolculuk edip büyük annesini öldürmek yerine, geriye gidip bir nehirde boğulmakta olan genç bir kızı kurtardığını hayal et; o kız meğer kendi büyük annesiymiş. Bu durumda tarih tutarlı. Yani nedensel ve zaman- sal ilişkiler tutarlıysa, geçmişe yolculuk etme veya geçmişe sinyaller gönderme önünde temel bir engel yok. Ama nedensel ilişkiler tutarlı olmalı; tutarsız paradokslarla olmaz. Yine de bu, geçmişe yolculuğun imkansız olduğunu söyleyemeyeceğimiz anlamına da gelmiyor.
E.P. Peki, mümkün olsa, bu yolculuğu nasıl yapabileceğimizi inceleyelim. Ama önce, geçmişe yolculuğun imkansızlığına örnek olarak sıkça öne sürülen bir başka paradoksu çözmeye çalışalım. Zaman turistleri yok, yani 3000 yılından çarmıha, sıfır veya 33 yılına yolculuk eden insanlar. Ama zaman yolculuğu olsaydı, birçok insan gelecekten geçmişe yolculuk ederdi. Bu paradoks hakkında ne düşünüyorsun?
P.D. Haklısın, zaman yolculuğu mümkün olsaydı, gelecekteki bir yolcu bu çalışmaya gelir ve geçmişe yolculuğun mümkün olduğunu bize gösterirdi. Demek ki, gelecekten gelen bir turist yok. Şu anki fizik anlayaşımız uyarınca, şimdiye kadar gündeme gelen hiçbir zaman makinesi, makinenin yapılışından önceki bir tarihe geri gitmek için kullanılamaz. Yani yüz yıl içinde geçmişe yolculuk eden bir zaman makinesi keşfetmeyi başarırsak, onu bu ana dönmek için kullanamayacağız, çünkü yüz yıllık bir zamansal ilişkiyi yaratmak yüz yıldan uzun sürer. Yani mesela yüz yıl geriye gidebilen bir makineyi yaratmak yüz on yıl sürebilir, ama bu makine iki yüz yıl geriye gitmek için kullanılamaz. Torunlarımızın bizi ziyaret edebilecekleri bir zaman makinesi yapmaları imkansız. Gelecekten gelen turistlerle karşılaşma imkanı var, ama ancak uzaylı bir uygarlık çok önceden bir zaman makinesi yapıp torunlarımıza verdiyse. Böyle bir durumda bizim bugünümüze yolculuk edebilirlerdi. Yani zaman turistlerinin görünmemesi sadece şu anlama gelir: ya zaman makinesi yapılamadı ya da torunlarımıza zaman makinesi veren uzaylılar yok.
E.P. Öyleyse en iyisi acele edip zaman makinesini yapmak, çünkü geleceğin insanları sadece makinenin yapıldığı tarihe geri gidebilecekler. Harika kitabın Hoıv to Build a Time Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”] zaman makinesi yapmak için kesinlikle elzem olan üç şeyi sıralıyor: çarpıştırıcı, patlatıcı ve ayrıştırıcı. Biraz açıklayabilir misin lütfen?
P.D. Sözünü ettiğim zaman makinesinin temel unsuru uzaydaki solucan delikleri.
302
Açıklamaya çalışacağım, çünkü pek çok insan kara delik kavramına aşina değil. Bir kara deliğe girebilirsin, ama çıkamazsın; hiçliğe doğru tek yönlü bir yolculuk gibi. Solucan deliğinin kara delik gibi olması lazım, ama girişle birlikte bir çıkışı da bulunacaktır: bir ucundan bakıp diğer ucunu görebilirsin. Sydney’de çalışma odamda bir solucan deliği olsaydı ve ben içine atlasaydım, şehrin bir başka bölümünden değil de, galaksinin diğer tarafından çıkardım. Bilim kurguda solucan deliğine yıldız geçidi de deniyor bazan. Cari Sağan solucan deliğini Temas (Contact) adlı romanıyla meşhur etmişti; girişi Japonya’da, çıkışı Vega yıldızı yakınında olan bir solucan deliği vardı romanda. Romandan uyarlanan filmi gördüysen, Jodie Foster’ın dairesel bir nesne içinde bu solucan deliğine fırlatıldığını hatırlarsın. Ağız kısmında, devasa bir sı- vılaştırıcıyı andırıyordu. Bilim kurgu uzaydaki iki uzak noktayı kestirmeden birbirine bağlayan bir yıldız geçidi veya solucan deliği fikrini sıkça kullanmıştır; bunların içine atlayıp büyük mesafeleri katedebilirsin. Caltech’ten, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden bir grup bilimci bilim kurguyla doğan bu fikri araştırdı ve şunu ortaya koydu: uzayda solucan deliği varsa, zaman makinesi de yapılabilir. Deliğe atlayarak sadece uzayın başka bir yerinden çıkmaz, dahası, nasıl atladığına bağlı olarak geçmiş veya gelecekte, başka bir zamana da gidersin.
Dolayısıyla zaman makinesi yapma önerimdeki ilk adım bir solucan deliği bulmak. Ama bu kolay değil. Ya uzayda solucan deliği diye bir şey yok ya da biz henüz onları bulamadık. Dahası, eğer varlarsa da çok küçük olacaklar, bir atom çekirdeğinin on üzeri eksi yirmisi (fO20) civarında. Bir solucan deliği bir atomun yanında minnacık kalacaktır; kesinlikle bir insan için yeterli büyüklükte olmayacaktır! Solucan deliklerinin fiziği hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için, çok zor bir işle karşı karşıyayız. Küçük yarıklara ulaşmanın bir yolunu bulmamız ve bir solucan deliğinin kontrolünü ele geçirip onu genişletmemiz lazım.
İlk adım parçacık çarpıştırıcı kullanmak —atomik alt-parçacıkları ışığın- kine yakın bir hızda döndürüp çarpıştıran devasa hızlandırıcılar. Epeyce bir enerjiyle bunu yapabilsek, küçük solucan delikleri yaratabilirdik. İsviçre’de büyük bir çarpıştırıcı inşa ediliyor, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi diye bilinen Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuarı’nda. Büyük Hadron çarpıştırıcı (LHC) diye biliniyor ve beş veya altı yılda hazır olacak. Çekime ilişkin bazı egzotik teoriler doğruysa, bu makine içinde mikroskobik solucan delikleri yaratılabilir. Atomdan daha küçük olacakları için onları zaman makinesi amacıyla kullanamayız, ama böylece solucan deliklerinin varlığı kesinleşmiş hale gelecek. Zamanda yolculuk etmek için bir solucan deliğini insan boyutuna genişletmemiz gerekir. Solucan deliklerinin çöküp kara deliklere dönüş-
U Z A Y P A R A M P A R Ç A , Z A M A N H Ü K Ü M S Ü Z
303
H A Y A T K İ T A B I
meşini engellemek için onlara negatif enerji verilmesi gerektiğini biliyoruz; epey spekülasyona yol açmış bir fikir bu. Bilim kurgu gibi görünse de, negatif enerji gerçekten varolabilir ve laboratuarda belli bir lazer konfigürasyo- nuyla yaratılabilir. Küçük negatif enerji paketleri oluşur. Solucan deliğini genişletmek için devasa miktarlarda negatif enerji gerekecek. Bunu nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Kitabımda bu zorluk üzerine spekülasyon yapıyorum. Yani bu iki teknolojiyi bıraraya getirirsek -küçük solucan delikleri yaratmak üzere atom altı parçacıkları çarpıştırır ve sonra onları negatif enerjiyle büyütürsek- zaman makinesi yapma yolundaki ilk iki adımı atmış oluruz.
E.P. Paul, doğa kendiliğinden bir solucan deliği yaratabilir mi? Gelecekte bir solucan deliği ortaya çıkabilir mi?
P.D. Mümkün. Dediğim gibi, kara deliğin içinde negatif enerji var. Solucan deliğini insan boyutuna büyütmek için yeterli negatif enerjinin nasıl sağlanacağını kestirmek zor. Ama solucan deliğinin kendi çekim alanları, maddenin atom altı doğasına ilişkin egzotik kuantum etkileri yaratabilir. Solucan deliği kendi enerjisini de yaratabilir. Kendi kendine de genişleyebilir. Ve o zaman bir başka mesele ortaya çıkar: solucan deliğinin fazla büyümesini engellemek. Bu egzotik işlem doğada zaten gerçekleşmiş olabilir, mesela büyük patlamadan hemen sonra, evren yaratıldığında. Egzotik kuantum etkileri uzayda solucan delikleri yaratmış olabilir, ama biz bulamadık. Astronomlar solucan deliklerinin izlerini arıyor, ama neye benzeyeceklerini hayal etmek zor. Bazı astronomik çalışmalarla, kara deliklerin varlığını tespit ettiğimiz gibi solucan deliklerini de bulabiliriz belki. Solucan delikleri olsaydı, onları bir atom çekirdeği içindeki kuantum uzay-zamanından elde etmek için tarif ettiğim kompleks operasyonları yürütmek zorunda kalmazdık.
E.P. Önceki söyleşilerden biri donuk maddenin nasıl ve ne zaman hayat kazandığı sırrını inceliyordu [bölüm 28]. Siz astronomlar izleri arıyorsunuz, Mars’ta yaşam gibi kompleks süreçlerin “biyo-izleri”ni [bölüm 24]. Sen yaşamın Dünya’da değil, Mars’ta başladığı ihtimalini öne sürüyorsun. Senin yaklaşımına göre, bir meteorun Mars’tan kopardığı bir kaya içindeki canlı bir organizma Dünya’ya indi. Ama neden bakterilerin Mars’tan kopan bir kayayla Dünya’ya geldiğini düşünüyorsun da, tersini düşünmüyorsun?
P.D. Yaşamı ortaya çıkaran kimyasal işlemleri bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz: yaşam önce M ars’ta ortaya çıktı ve sonra Dünya’ya geldi.39 Neden? Çünkü Mars Dünya’dan çok önce yaşama hazırdı, yaklaşık 4.5 milyar yıl önce. Daha küçük bir gezegen olan Mars daha hızlı soğudu. Bu sırada Dünya hâlâ çok sıcaktı ve gezegenler devasa gök taşları ve kuyruklu yıldızların bombardıma-
39 Bu kendinden emin ifadeye rağmen, yaşamın ne Mars’ta başladığı, ne de meteorlarla Dünya’ya taşındığı yo- lunda direkt bir kanıt yok.-LM
304
U Z A Y P A R A M P A R Ç A , Z A M A N H Ü K Ü M S Ü Z
m altındaydı. Yüzeyleri tehlikeli yerlerdi. Yüzey -yaklaşık 3.8 milyar yıl öncesine kadar- hâlâ çok sıcakken, yaşamın yüzey altında başladığını düşünüyorum, yerin iki veya üç kilometre altında. Dolayısıyla yaşam Mars’ta ortaya çıktı, çünkü Mars daha hızlı soğudu. Muhakkak tarih boyunca Dün- ya’dan Mars’a epey kaya gitmiş ve yaşamı oraya taşımıştır. Ama yaşamın Mars’ta başladığını ve çarpan kuyruklu yıldız ve gök taşlarıyla kızıl gezegenden koparılan o kayalar içinde Dünya’ya geldiğini düşünüyorum ben.
E.P. Daha küçük bir gezegen olduğu için Mars’ın çekim kuvveti daha düşüktü ve meteorların çarpmasıyla kayaların uzaya fırlaması da daha kolaydı, doğru mu?
P.D. Doğru. Mars’tan Dünya’ya doğru materyal trafiği ters yöndekine kıyasla daha fazladır, çünkü Dünya’nın kütlesi daha büyük. Yani kayaların Mars’tan Dünya’ya gitmesi daha kolaydı.
E.P. Son bir soru, sohbetimiz boyunca hep gündeme geldi: yaşamla kuantum bilgi işlem arasındaki ilişki? Kuanta ve zaman yolculuğu? Zaman yolculuğu, kuantum bilgi işlem ve yaşam arasındaki ilişkileri anlayacağımız şekilde açıklayabilir misin?
P.D. Tüm bu soruları birbirine bağlayan şey “bilgi”dir. Sanırım yaşam, doğru kimyasal maddelerin doğru bir karışımıyla ortaya çıkmıyor. Canlı bir hücre sihirli bir formülden ibaret değil, bir bilgi işleme ve cevaplama sistemidir. Bence yaşamın sırrı bilgiyi anlamakta gizli. Kuantum işlemleme sayesinde bilginin doğasına ilişkin kavrayışımız son on yılda bir dönüşüm geçirdi. Bilimciler, konuştuğumuz gibi, kuantum fiziğinin garip yasalarını kullanarak kuantum düzeyindeki bilgiyi depolamaya ve işlemeye çalışıyorlar. Kuantum fiziğinin kuantum solucan deliği üretimi için de geçerli olan aynı garip yasaları ve zaman yolculuğu düşüncesi o fikirlerin pek çoğunu kullanıyor. Zaman yolculuğunda ortaya çıkan paradokslar da bilgiyle ilişkilidir. Mesele şu ki, geçmişe bilgi göndermeye sıra gelince ortaya çıkıyor bu paradokslar.
Madde yerine bilgiyi baş role koyan bir başka bilimsel anlayış belirmeye başlıyor. Fizikçiler yüzyıllardır maddeyi fiziksel teorilerin temeli olarak düşündüler. Şimdiyse ivme kazanmış bir başka hareket var ve bu bilgiyi asal, maddeyi de onun doğru kavranışıyla ortaya çıkan bir şey olarak görüyor. Bu kestirim şimdi biraz abartılı gelebilir, ama böyle düşünen başkaları da var. Kara delik ve solucan deliği terimlerini ortaya atan fizikçi John Archibald Wheeler da herşeyin temelinin bilgi olduğuna inanıyor. Wheeler bunu harika, gayet şiirsel bir biçimde ifade etmişti, “bitten cisme” demişti. 1,000 bitin 1 bayta karşılık geldiği, bilgi bitlerini kastediyor. Fiziksel nesnelerin bilgi bit- 40
40 28. bölümde açıkladığı üzere, William Day de aynı görüşte.-LM
305
H A Y A T K İ T A B İ
lerinden geldiği kuşkusunu taşıyor. Bilgiyle madde arasındaki bu bağlantı işlemi üzerine kuşkular var, ama şimdilik sadece spekülasyon yapabiliyoruz, çünkü henüz tam olarak anlamış değiliz.
306
B İ L İ M C İ L E R
I. İNSAN PRİMATLAR
İnsan Öncesi Kültür
1. Nicholas MackintoshMackintosh, 1981’den 2002’deki emekliliğine kadar yıllarca İngiltere, Cambridge Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Profesörü olarak çalıştı. Mezuniyet ve doktora derecelerini Oxford Üniversitesi’nden, yani Britanya Adaları’nın en eski ve pek çok kişiye göre en seçkin üniversitesinden aldı, belki de dünyanın en seçkin üniversitesinden. Uzun ve etkileyici akademik kariyerinde pek çok görev üstlendi: Kanada, Nova Scotia, Halifax’ta Dalhousie Üniversitesi; İngiltere’nin güneyinde Sussex Üniversitesi; Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi; Havvaii Üniversitesi; Connecticut, New Haven’da Yale Üniversitesi; Avustralya, New South Wales Üniversitesi; Fransa, Paris-Sud Üniversitesi; ve Pennsylvania, Bryn Mawr Koleji.
2. Robert SapolskyŞu an Kaliforniya, Stanford Üniversitesi’nde ders veren Robert Sapolsky bir süper yıldızdır. John D. ve Catherine T. MacArthur vakfının “deha ödülü”ne ve Stanford’un Bing Üstün Eğitim Ödülü’ne layık görüldü. Tam ünvanı şöyledir: Stanford Tıp Fakültesi’nde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü ve John A. ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü.
Cambridge Massachusetts, Harvard Üniversitesi’nde antropolojiden iftiharla mezun oldu. New York, Rockefeller Üniversitesi’ndeki lisans üstü çalışmasından sonra doktorasına yöneldi ve endokrinoloji alanında orijinal araştırmalar yaptı. Sürekli sosyal ilişkilerin tetiklediği stresle ilgilendi, ama 1994 tarihli ünlü kitabında da —Why Zebras Don t Get Ulcers [“Neden Zebralar Ülser Olmaz?”]— açıkça görüleceği üzere, sadece insanlarla sınırlı kalmadı. Çalışmalarının çoğu Kenya’da vahşi doğadaki babunlar (büyük maymunlar) ve şempanzeler üzerinedir. Birçok başka davranış ve fizyolojinin yanısıra endojen steroidleri inceler. Mesela beynin kortizol endokrin seviyeleri ve bunun hayvan aristokratlardaki, yani “alfa” erkekleri ve dişilerindeki sosyal hiyerarşiyle korelasyonu üzerine çalışmıştır.
3. Jane GoodallJane Goodall’ın yeryüzündeki en ünlü kadın bilimci olduğu söylenebilir, ama Goodall hayata münzevi bir bilimci olarak başlamadı. Vahşi doğada, doğu Afri
3°7
H A Y A T K İ T A B I
ka'da Tanzanya’nın Gömbe Çayı Milli Parkı’ndaki kırk beş yıllık şempanze araştırmalarının başlarında bu harika primatlarla kurduğu kişisel ilişkiler hayranlık vericidir ve onları kendi taktığı isimlerle anar. Şempanzelerin karınca-çubuklan üretip kullandıklarını ve böylece bu leziz, besleyici, sosyal böcekleri yuvalarından çıkardıklarını keşfetmiştir. Ayrıca primat saldırganlığını da gözler önüne sermiştir, mesela şempanze birliklerinin eşgüdümlü bir şekilde kırmızı kolobus maymunlarını nasıl avladığını.
Goodall’ın nişan ve ödülleri de başarıları kadar sıradışıdır. 1980’de World Wildlife for Conservation (Dünya Vahşi Yaşamı Koruma derneği) yandaşlarınca Golden Ark (Altın Sandık) ödülüne layık görülmüş ve peşinden düzenli olarak başka ödül ve nişanlar almıştır. 2004’de Kraliçe II. Elizabeth tarafından Bucking- ham Sarayı’nda gerçekleştirilen bir merasimle Britanya İmparatorluğu’nun Şövalye Kumandanı ilan edilmiştir. İki yıl önce de Genel Sekreter Kofi Annan tarafından “Birleşmiş Milletler Barış Elçisi” ilan edildi. Kalabalık primat akrabalarımızın doğal çevrelerini koruma yolundaki çalışmaları engel tanımaz. Ve iki şempanze türünü (Pan troglydites ve Fan bon obo’yu) goriller ve bizimle birlikte insanımsılar ailesine katması kesinlikle bu kitabın mesajıyla örtüşmektedir.
4. Jordi Sabater PiŞu an Barselona Üniversitesi’nde psiko-biyoloji ve etoloji onursal profesörü olan Jordi Sabater Pi batı Afrika’daki saha araştırmalarına öncülük etti. Ekvatoryal Gine’nin doğal alanlarında şempanzeler, goriller, hatta amfibiyanlar (calut kurbağası), kuşlar (bal kuşu) ve insanlarla (Fang insanlarıyla) otuz yıldan fazla zaman geçirdi. 1940 ile 1969 arasında doğayı inceledi ve araştırmalarını bilimsel makalelerle, sulu boya ve çizimlerle belgeledi; bunlar şimdi Barselona’da sergilenmektedir. Tropikal Afrika’daki yağmur ormanlarının mahvedilmesini esefle karşılıyor ve iyi bildiği bölgelerde orman yüzeyinin yüzde 80’inin ekonomik istismara feda edildiğine dikkat çekiyor.
5. Edward O. WilsonMassachusetts, Cambridge’de Harvard Üniversitesi’nden emekli olan Wilson, doktorasını Harvard’dan aldı. Alabama, Birmingham’da doğdu ve biyoloji mezuniyet ve mastır dereceleriniyse Alabama Üniversitesi’nden aldı. Termitlere, özellikle de karıncalara tutkun, vicdan sahibi bir beyefendidir ve engin yaşam —sever- liği [biophilia\ diğer canlılara şefkat göstermek bakımından pek çoğumuza ilhan kaynağı olmuştur. Çoğu böcek ve diğer topluluklara değinen kavrayışlı, zihin açıcı yazıları, sosyobiyoloji ve biyoçeşitlilik gibi, yepyeni bilimsel araştırma alanlarının oluşumuna yol açmıştır.
Bilgisi derin, ifade gücü yüksek ve tutkulu, ama doğa ve güzellikleri karşısında
308
B İ L İ M C İ L E R
mütevazı olan 'Wil son sıradışı bir saha doğabilimcisi, laboratuar bilimcisi ve çevre koruyucusudur. Ayrıca üretken bir yazardır ve şu iki kitap dolayısıyla Pulitzer Ödülü kazanmıştır: On Human Nature [“İnsan Doğası Üzerine”] ve Almanya, Wurtzberg’den eski öğrencisi ve meslektaşı olan Bert Hölldobler’le birlikte yazdığı T he Ants [“Karıncalar”]. Ekoloji dalındaki en yüksek ödül olan Crafoord Ödülü’nün de sahibidir ve 1967’den beri her yıl çok önemli kitap ve makaleler yayınlamıştır. Harvard, Organizmik ve Evrimsel Biyoloji Bölümü, Pellegrino Entomoloji Araştırma Profesörü şeklindeki resmî ünvanı, kendisini minnetle anan pek çok lisansaltı öğrencisine verdiği onlarca yıllık müthiş evrim ve ekoloji eğitimi açısından oldukça kifayetsiz bir göstergedir.
Çekicilik
6. Victor JohnstonVictor Johnston şu an Las Cruces, New Mexico Devlet Üniversitesi, Psikoloji Bü- lümü’nde Onursal Profesördür. Uzmanlık alanı ve orijinal çalışmaları yeni bilim dalları yaratmıştır: “bilişsel mühendislik” ve “biyo-psikoloji”. İnsan duyguları, insanın güzellik algısı ve beden ve yüz çekiciliğinin genetik temellerine yönelik araştırmaları başlatmış, ama bilimsel araştırma sınırları içerisinde kalmıştır. Why W e Feel: The Science o f Human Emotions [“Neden Hissediyoruz: İnsan Duygularının Bilimi”] başlıklı kitabın yazarıdır. Halen bu kitaba vesile olan araştırmalarını sürdürüyor. Rahimdeki hormon dozuyla yetişkinlerin eş tercihleri arasında yirmi yıl sonra kendini gösteren ilişki ona büyüleyici geliyor. Güçlü bir bağıntı olduğundan emin.
7. Daniel GilbertDaniel Gilbert, Harvard Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü ve Sosyal İdrak ve Duygu Lab. yöneticisidir. Gilbert etkin öngörü çalışmaları üzerinde yoğunlaştı —insanların gelecek hadiseler karşısındaki duygusal tepkilerini doğru öngörebilme kabiliyeti veya kabiliyetsizliği üzerine. Nasıl ve nerede mutlu olacağımızı nadiren kestirebildiğimiz anlaşılıyor. Gilbert’in çalışmaları ciddi bilim anlayışını yansıtır, dolayısıyla insan bilişinde içkin olan önyargılılığı inceleyip delil ararken kural dışına çıkmaz, ama bunlar düşüncelerini eğlendirerek iletmesine de engel değildir. Mesela toplumumuzun iklim değişikliğini ciddiye almadaki başarısızlığı üzerine yazdığı deneme şu başlığı taşıyor: “Küresel Isınmaya Keşke Gey Seksi Yolaçmış Olsaydı”.
8. Robert HareBritanya Kolombiyası Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesörü olan Robert
309
H A Y A T K İ T A B I
Hare otuz beş yıl kadar eğitim verip araştırmalar yürüttü. Bir adli araştırma ve danışma firması olan Darkstone Araştırma Grubu Ltd.’in başkamdir. Akademik kariyerinin çoğunu psikopattık ve psikopatlığın doğasım araştırmaya adamıştır. Psikopatik davranışa zihin sağlığı ve ceza hukuku açısından yaklaşımı çoğumuz için oldukça şaşırtıcıdır. Hare şu kitapların yazarıdır: Without Conscience: The Disturbing World o fth e Psychopatbs Among Us [“Vicdansızlar: Aramızdaki Psikopatların Endişe Verici Dünyası”] ve Snakes in Suits: Wben Psychopatbs Go to Work [“Takım Elbiseli Yılanlar: Psikopatlar İşe Gittiğinde”]. Psikopatlık üzerine yüzden fazla bilimsel makalesi var.
Kaygı
9. Daniel DennettFelsefe Profesörü Daniel Dennett, Massachusetts, Medford, Tufts Üniversite- si’nde İdrak Çalışmaları Merkezi’ni yönetiyor. Zamanımızın belli başlı filozoflarından biri olan ve yapay zeka (Al) araştırmaları ve uygulamalarıyla ilgilenen Dennett’a göre, bilincin en önemli unsurları hesaplanabilir. Dennett doğuştan öğretmen ve sıcak, tutkulu bir entelektüel önderdir. Pek çok ödül kazanmıştır ve evrim, bilinç ve dinin toplumsal işlevleri üzerine yapılan tartışmalarda öne çıkmıştır, mesela din konusunda en yakın tarihli şu kitabıyla: Breaking the Spell: Religi- on as a Natural Phenomenon [“Büyüyü Bozmak: Bir Doğa Olgusu Olarak Din”].
10. Oliver SacksOliver Sacks zarif ve kolay anlaşılır yazıları sayesinde ün kazandı. The Man Who M istook His Wife for a Hat [“Karısını Şapka Sanan Adam”] ve Uyanışlar [Awa- kenings] adlı kitaplarında hastalarının ve başka insanların psikolojik tecrübelerini anlattı. Bu çok-satanlar filmlere ve en az bir operaya ilham kaynağı oldu. Al- bert Einstein Tıp Koleji’nde Nöroloji klinik Profesörü, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Nöroloji Yardımcı Profesörü ve Little Sisters o f the Poor’un [Katolik rahibelerce işletilen bir düşkünler evinin] Danışman Nörologu olan Sacks tanınmış bir pratisyen psikolog ve öğretmendir. Derin kimya bilgisi pek gündeme gelmez, ama Uncle Tungsten [“Tungsten Amca”] adlı kitabında açıkça görülebilir. Sacks’ın New York’ta özel muayenehanesi var. Yazılarında klinik detaydan ziyade, birlikte çalıştığı insanların algı ve tecrübelerine vurgu yapar. Büyük ünü harika bir duygudaşlık özelliğine ve ifade yeteneğine dayanmaktadır.
11. Rodolfo LlinâsColombia, Bogota’da doğan Rodolfo Llinâs şu an New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji ve Sinirbilim Bölümü şefi ve Thomas ve Suzanne Murphy Si-
310
B İ L İ M C İ L E R
nirbilim Profesörü’dür. Bilinç ve “ben” duygusunun gri maddeden nasıl çıktığını anlamaya yönelik araştırmaları nöronlardaki moleküler düzeyden biliş düzeyine kadar uzanır. Kitabı I o fth e Vortex [“Girdabın Ben’i”] kendi zihin teorisini açıklamak bakımından epey övgü almıştır. Aktif, meraklı bir entelektüel olan Llinâs yaz “tatillerinde” çoğu zaman Massachusetts, Woods Hole’daki Deniz Biyolojisi Laboratuarı’nda nörobiyolojik araştırmalara dalmış bir halde bulunabilir.
12. Joseph LedouxJoseph Ledoux da New York Üniversitesi’nde görevlidir; Henry ve Lucy Moses Bilim Profesörü ve Sinirbilim ve Psikoloji Profesörü’dür. Ledoux üniversiteler arası bir araştırma merkezini yönetiyor: Korku ve Endişe Sinirbilimi Merkezi. Yani Ledoux öncelikle zihnin/beynin tehlike olarak algılanan enformasyona nasıl tepki verdiğini anlamaya çalışıyor. Hatıralarla duygular arasındaki bağlantıya ilişkin bulgularını Duygusal Beyin [The Emotional Brain] adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatır. Synaptic S elf deyse [“Sinaptik Ben”] bakış açısını genişletip benliğin doğuşuna yönelir ve onu sinir bağlantılarının işleyişinde görür.
13. Kenneth KendlerKenneth Kendler psikiyatrik bozukluklar ve madde bağımlılığı genetiğini inceliyor. Virginia Commonvvealth Üniversitesi’nde Virginia Psikiyatrik ve Davranışsal Genbilim Enstitüsü yöneticisi ve İnsan Genetiği Profesörü’dür. Rachel Brown Banks Seçkin Psikiyatri Profesörü de olan Kendler, çalışmaları dolayısıyla pek çok ödül ve nişan almıştır. Ve gayet iyi banjo çalar.
H. HAYVAN BEDEN-ZİHİN
Döngüsellik ve Sosyallik
14. Steven StrogatzAltı Adımda Kevin Bacon oyununu hiç oynadınız mı? Bir aktörün adı verilir ve onu, aynı filmde oynayan altı veya daha az sayıda başka aktör ve film üzerinden Kevin Bacon’a bağlamanız istenir. Bu pop kültür tarzı “küçük dünya ağları”, Cornell Universitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü olan matematikçi Steven Strogatz’ın araştırmalarında incelediği temalardan biridir. Entelektüel fırsatlara ve yeni meraklara daima açık olan Strogatz birbiriyle tamamen alakasız görülen alanlara katkı yapıyor: fizik, mühendislik, biyoloji, süper iletken Josephson kavşakları, DNA sarmalı ve cır cır böceği cıvıltılarının eşzamanlılığı. Strogatz orijinal bir kişilik olarak edindiği ünü hakediyor.
3n
H A Y A T K İ T A B I
15. Richard GregoryAlgılarımız ne kadar güvenilir? Pek değil. Dr. Gregory algı çalışmalarında en önde gelen isimlerden biridir. Çevremizdeki dünyayı nasıl algıladığımızı ve çoğunlukla da yanlış algıladığımızı anlamak için sık sık optik yanılsamalara başvurur. Algı konusu zihnin genel çalışmasına ilişkin daha büyük ilgi alanının bir parçasıdır. Bu bilimsel tutkuları onu (orijinal ismi Makine Zekası ve Algısı Bölümü olan) Yapay Zeka Bölümü’nün kurucularından biri yaptı. Uzun süre İskoçya’da Edin- burgh Üniversitesi’nde çalıştı. Şu an Bristol Üniversitesi’nde Nöropsikoloji Onursal Profesörü’dür.
16. Nicholas HumphreyNicholas Humphrey pek girilmeyen bir yolda ilerliyor. Diane Fossey ve Richard Leakey yanındaki ilk çalışmalarını, bilincin evrimini araştıran bir kariyer takip etti. Ve bu konuda kimi popüler kitaplar yazdı: Consciousness Regained [“Geri Kazanılan Bilinç”], A History o f the Mind [“Zihnin Tarihi”], The Mind Made Flesh [“Ete Kemiğe Bürünen Zihin”] ve en yakın tarihli olan Seeing Red [“Kırmızı Görmek”]. Bu sonuncusu, mesela algıyla duyunun beynimizde gerçekleşen tamamen ayrı hadiseler ve süreçler olduğunu savlayarak, Humphrey’nin meslektaşlarına son derece orijinal bir yaklaşımla meydan okuma iradesinin güzel bir örneğini ortaya koyar. Humphrey uzun zamandır aktif biçimde nükleer karşıtı hareketin de içindedir ve 1984’de Martin Luther King’i Anma Ödülü almasını sağlayan İn A Dark Time [“Karanlık Bir Çağda”] adlı kitabın editörlerinden biridir. Şu an Londra iktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi’nde Fakülte Profesörü’dür.
17. Diana DeutschSan Diego, Kaliforniya Universitesi’nde Psikoloji Profesörü olan Diana Deutsch araştırmalarını zihnin işitsel bilgiyi, özellikle müziği nasıl işlediği üzerine yoğunlaştırmış durumda. Daha çok müzikal ve işitsel yanılsamalara ilişkin harika keşifleriyle tanınır. Yakın tarihli çalışması müzikal gramerler kavramının derinliklerine dalıyor, mesela müzikal perdeye ilişkin hatıralar oluşturma yeteneğine. Bu araştırmanın sonuçlarına göre, mükemmel bir perde kapasitesi yaygın bir özellik, ama bu becerinin kalıcılığı dil yeteneklerinin erken dönemde, bebeklik ve çocukluktaki gelişimine bağlı.
Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin Ölümsüzlüğü
18. Sydney BrennerSydney Brenner, mesajcı RNA ve genetik mutasyon sürecini anlama çabalarıyla
312
B İ L İ M C İ L E R
moleküler biyolojinin tesisine çığır açıcı katkılar yapmış bir biyologdur. İplik kurdu C. Elegans’ın sinir sistemi işleyişine ilişkin araştırması ona 2002’de Fizyoloji veya Tıp Nobel Ödülü kazandırdı. Brenner Güney Afrika’da doğdu ve daha sonra doktora için Oxford Üniversitesine gitti. Orada Francis Crick’le arkadaş oldu, ki sonradan onunla Cambridge’de yıllarca aynı ofisi paylaşacaktı. 1990’lar- da Birleşik Devletler, Kaliforniya, La Jolla’da Scripps Araştırma Enstitüsü’nde yarım gün çalışmaya başladı. Daha sonra Moleküler Bilimler Enstitüsü’nü kurdu ve emekliliği ardından Seçkin Profesör olarak Saik Enstitüsü’ne katılıp, bir kez daha eski arkadaşı Francis Crick’le biraraya geldi.
19. William HaseltineWilliam Haseltine, Haseltine Ortakları Ltd. Başkanı ve William A. Haseltine Tıp Bilimleri ve Sanatlar Vakfı Başkam’dır. Ayrıca Scripps Araştırma Enstitüsü’nde profesördür ve Tek Dünya Sağlığı Enstitüsü’nün heyet üyesidir. 1992’de İnsan Genomu Bilimlerini kurup, Ekim 2004’e kadar yöneticilik ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. 1976’dan 1993’e kadar Harvard Üniversitesi’nde fakülte üyesi olan Haseltine Harvard Üniversitesi’nden biyofizik doktorası almıştır.
20. Phillip Tobias ve Ralph HollowayPhillip Tobias, Louis Leakey’le birlikte insan öncesi insanımsıların Homo babilis türünü keşfetmiş bir paleantropologdur. Yüzlerce bilimsel makale ve çok sayıda kitap yazmış, pek çok yüksek nişan almıştır ve Witwatersrand ile Cornell üniversitelerinde profesördür. Bilimsel çalışmalarının yamsıra, vatanı Güney Afrika’daki ırk ayrımı sisteminin de yılmaz bir muhalifidir.
Ralph Holloway, Kolombiya Üniversitesi’nde Antropoloji Profesörü’dür. İnsanımsı beyinlerini temsilen çıkardığı kalıplar, fosilleşmeyen dokular sayesinde, insan beyninin nasıl evrildiğini anlamamıza yardımcı oluyor ve erken dönem maymun beyninin evrimine ilişkin direkt deliller ortaya koyuyor.
21. Douglas WallaceIrvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Moleküler ve Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisi ve Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü olan Douglas Wallace, mitokondriyal insan DNA’sı ve dejeneratif hastalıklara yol açan mitokondriyal mutasyonların belirlenmesi üzerine çalışıyor. Mitokondriyal genler hemen hiç değişmeden anneden kıza geçiyor (ve de oğula; babadan aktarım yok), dolayısıyla kadim insan göçünün güzergahlarını ortaya çıkarabilir.
22. Tom KirkwoodTom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi’nde Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü Yöne
3X3
H A Y A T K İ T A B I
tici’lerinden biridir, Tıp Profesörü’dür ve Entegre Sistemler Yaşlılık ve Beslenme Biyolojisi Merkezi Yöneticisidir. Eğitimini Cambridge ve Oxford’dan alan Kirk- wood yaşlanma bilimi alanında araştırmalar yapıyor ve hem genlerin, hem de beslenme gibi genetik dışı etkenlerin uzun ömür ve sağlıklı yaşlanma açısından nasıl rol oynadığını anlamaya çalışıyor.
m . CANLI BİR GEZEGENDE YAŞAM
Geçmiş Biyosferler
23. James E. LovelockJames Lovelock, NASA’nın M ars’ı inceleyen Viking programında çalışırken yer- yüzündeki yaşamın önemli bir özelliğini farketti: canlı organizmalar atmosfer kimyasını değiştirmişti ve biyolojik etkinlikleriyle bu durumu idame ettiriyorlardı, yaşam olmasa atmosfer de çok farklı olacaktı. Böylece yakın-yüzey jeolojisinden atmosfere kadar tüm gezegen biyosferini canlı cansız unsurların bileşik bir sistemi olarak, tek bir bütün olarak gören bir yaklaşım geliştirdi. Ve yeni bir araştırma alanı olarak tomurcuklanıp başlangıçta geleneksel bilimcilerce dışlanan “Gaya Teorisi” ortaya çıktı; şimdilerde -belki de kerhen- meşru bir araştırma konusu olarak bir nebze saygı görüyor. Teori akademi dışında çok daha güçlü bir destek buldu, çünkü çevresel felaket tehditlerine refakat edemeyecek dünya görüşleriyle başı dertte olan pek çok insana daha makul görünüyor ve genellikle insanların hem manevi inançlarını, hem de dünyanın nasıl işlediğine ilişkin mantıki yargılarını etkiliyor. Lovelock, Cornvvall’da ambardan bozma bir yerde araştırmalarını yerleşik kurumlardan bağımsız olarak yürütüyor. Gaya Teorisi ve açılımları üzerine popüler kitaplar da yazmıştır, mesela: Gaia: A New L ook at Life on Eartb [“Gaya: Dünya Yaşamına Yeni Bir Bakış”] ve en yakın tarihlisi, The Re- venge o f Gaia: Earth’s Climate Crisis and the Eate o f Humanity [“Gaya’nın İntikamı: Dünyanın İklim Krizi ve İnsanlığın Kaderi”].
24. Kenneth H. NealsonGüney Kaliforniya Üniversitesi’nde Yer Bilimleri ve Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Çevre Araştırmaları Wrigley Kürsüsü Başkanı olan Kenneth Nealson, yaşam süreçleri ve kimyasının gezegendeki mineral ve metal kimyasıyla buluştuğu noktayı araştıran yeni bir bilim dalma, modern jeo-biyoloji alanına öncülük etti. Deniz mikrobiyologu olarak ilk dönem çalışmalarında yetersayı algısını42, yani mik- robiyal toplulukların ışık üretirken kullandığı sistemi keşfetti. Daha büyük ölçek
42 Quorum sensing: Dağınık grupların, toplantı yerer sayısıyla karar alma misali, birlikte hareket etmesini sağla- yan bir olgu.-çn
3 H
B İ L İ M C İ L E R
te de, demir ve manganez gibi minerallerin döngüsünü inceledi ve bu biyo-jeo- kimyasal işlemlerde mikroorganizmaların oynadığı canalıcı rolü ortaya çıkardı. Daha yakın tarihli çalışmalarıysa yaşamın aşırı ortamlarda nasıl varolabileceği üzerine yoğunlaştı ve şu an NASA, Jet Propulsion Laboratuarının güneş sisteminde yaşam ve kadim yaşam arama çalışmalarını yönetiyor.
Mükemmeliyete Doğru
25. Stephen Jay Gould2002’de ölen Stephen Jay Gould bilimsel çevreler dışında en iyi tanınan bilimcilerden biridir ve bunun nedeni büyük oranda, evrim teorisinden beyzbola kadar uzanan çok çeşitli konulardaki harika popüler yazılarıdır. 1996’nın Richard Herrnstein ve Charles Murray imzalı çok-satan kitabı The Bell Curve’dekı [“Çan Eğrisi”] tarafgir ırkçı iddiaları çürütmek üzere güncellediği The Mismeasure o f Man [“İnsanın Yanlış Ölçümü”] gibi pek çok kitabın da yazarıdır Gould. Bu kitap Gould’un bilimsel araştırma etiği ve entelektüel dürüstlüğüyle yanyana yürüyen kuşatıcı, insancıl etiğinin sadece bir örneğiydi.
Muhtemelen en çok Niles Eldredge’la birlikte geliştirdiği kesintili denge teorisiyle tanmmır ki bu, yeryüzü yaşamının evrimsel gelişimi, nispeten ufak değişimlerin olduğu uzun dönemleri kesen ani patlamalar şeklinde tanımlar. Bu teori rastgele mutasyon ve Darvvin’ci seçilimin daha basit, geleneksel yaklaşımını yadsıyor, ama fosil kayıtları açık bir şekilde yeni yaklaşımı destekliyor.
Gould, Richard Lewontin’le birlikte yazdığı bir makalesi dolayısıyla da biyoloji alanında sıkça kaynak gösterilir ve buna göre, bir organizmadaki her özelliği dogmatik biçimde evrimsel adaptasyon teorisiyle açıklamaya kalkışan pek çok kişi sebeplerle sonuçları birbirine karıştırmaktadır. Oysa birçok özellik mimarideki kemer dolguları gibidir -organizmadaki diğer gelişimlerin yan ürünleridirler. Bunlar meydana gelince, işe yarayacak şekilde adaptasyon geçirirler, ama bu, onları yaratan diğer gelişimlerin izin verdiği ölçüde gerçekleşir. “Erkek tiranosor- lar minik ön ayaklarını dişileri tahrik etmek için kullanmış olabilirler, ama bu ön ayakların neden o kadar küçüldüğünü açıklamaz.” Bilimciler, bütün bir yaratıktan değil de, tiranosorun ön ayaklarının küçüklüğünden hareketle varsayım üretmeye başlayınca, küçük ayakları kaçınılmaz bir sonuç haline getiren bir düşünce silsilesi riski ortaya çıkıyor ve bu aslında hiçbir şeyi açıklamaz.
26. Richard DawkinsMuhtemelen pek çok okur farkında olmadan Richard Dawkins’in görüşleriyle karşılaşmıştır. 1976 tarihli kitabı Bencil Gen [The Selfish Gene], “bencil gen” ifadesini halk diline kazandırdı ve evrim teorisinin indirgemeci bir yaklaşımı vurgu
3i5
H A Y A T K İ T A B I
layan kanadı için klasik bir metin haline geldi. Biyolojik bir toplulukta bir genin yayılması gibi, kültür aracılığıyla aktarılan düşüncelere atfen mem terimini kullandı. Başkaları da bu yaklaşım ve terimden hareketle, memetik denen yeni bir çalışma sahası geliştirdiler.
Dawkins Oxford Üniversitesi profesörüdür ve Charles Simonyi Halkın Bilimi Anlayışı Kürsüsü’nün ilk başkamdir. Evrim teorisiyle ilgili çalışmalarına ilaveten, son kitabı Tanrı Yanılsaması’nda da [The God Delusion] görüldüğü üzere, ateşli bir ateizm taraftarı ve yaradılışçılık eleştiricisidir.
27. Dorion SağanLynn Margulis ve Cari Sagan’ın oğlu olan Dorion Sağan üniversitede tarih okudu, ama Margulis’in de sıkça yeraldığı verimli yazı kariyeri bilimsel konulara yöneliktir: Acquiring Genomes: A Theory o ftb e Origin ofSpecies [“Genom Sahibi Olmak: Türlerin Kökeni Üzerine Bir Teori”]; Microcosmos: Four Billion Years o f Microbial Evolution [“Mikrokosmos: Dört Milyar Yıllık Mikrobiyal Evrim”]; Origins o fS ex [“Seksin Kökenleri”]; W hat is L ife? [“Hayat Nedir?”]; (John Skay- les’le birlikte) Up From Dragons: The Evolution o f Human Intelligence [“Ejderlerden Bugüne: İnsan Zekasının Evrimi”]; (Eric D. Schneider’la birlikte) Into the Cool: Energy Floıv, Thermodynamics, and Life [“Soğuğa Geçiş: Enerji Akışı, Termodinamik ve Yaşam”]; Biospheres: Metamorphosis o f Planet Earth [“Biyosferler: Dünya Gezegeninin Dönüşümü”]; Dazzle Gradually: Reflections on the Nature ofN ature [“Tedrici Kamaşma: Doğanın Doğası Üzerine Düşünceler”]; ve Notes From the Holocene: A Brief History o f the Future [“Holosenden Notlar: Geleceğin Kısa Bir Tarihi”]. Sağan aynı zamanda usta, eli çabuk bir sihirbazdır.
Ölü ya da Diri?
28. William DayIndiana’lı William Day, Indiana Üniversitesi’ni bitirdi ve Montreal’daki McGill Üniversitesi’nden kimya doktorası aldı. Araştırmaları ve yazıları temel olarak yapısal düzen ve kökenlerle ilgilidir -özellikle de “yaşamın kökeni” meselesine meraklıdır. Yaşamın nasıl yeni ve daha çok yaşam ürettiğini epeyce anlamış durumdayız, ama cansız kimyadan ilk canlı kimya kırıntısının nasıl çıktığı hâlâ meçhul. Day’in iddiasına göre, yaşam yağlı bir torbadaki bir kimyasallar karışımı değil, başından beri hep kaçınılmaz, muazzam ve sürekli bir aşırı-büyüme yönelimi olmuştur.
29. Ricardo GuerreroRicardo Guerrero, Barselona Üniversitesi’nde Mikrobiyoloji Profesörü’dür ve
316
B İ L İ M C İ L E R
Amherst, Massachusetts Üniversitesi Mikrobiyoloji Bölümü’nde yardımcı profesördür. Uzmanlığı yeryüzündeki ilk ekosistemlerin kökeni ve evrimi üzerinedir.
30. John BonnerGeorge Moffett Biyoloji Onursal Profesörü olan John Bonner Princeton fakültesine 1947’de katıldı ve 1990’da emekliliğinden önce Princeton’ın Biyoloji Bölümü başkanlığını üstlendi. Amerikan Felsefe Toplulu, B. D. Ulusal Bilimler Akademisi, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi ve Amerikan Bilimi Geliştirme Toplulu- ğu’nun üyesidir. Gelişim ve evrimi daha iyi anlamak adına, araştırmalarım balçık küfleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Balçık küfleri müthiş organizmalardır, yaşam sürelerinin çoğunu ayrı tek hücreli amipler olarak geçirirler, ama kimi koşullarda sporlar aracılığıyla üremek üzere biraraya gelip meyve veren çok hücreli bir bünye oluştururlar.
IV. GÖRÜNMEYENE DOĞRU
Enginden Miniciğe
31. Eugene ChudnovskyNew York, Bronx’ta, Herbert H. Lehman Koleji, Fizik ve Astronomi Bölümü’nde Seçkin Profesör olan Eugene Chudnovsky süper iletkenlerdeki kuantum etkilerini ve “tünel etkisi”ni araştırıyor. Sayıları 150’yi bulan araştırma makaleleri asıl olarak manyetizm ve süper iletkenlik üzerinedir. Chudnovsky uzun süredir uluslararası bilimcilerin hakları ve özgürlükleriyle de ilgilenmektedir.
32. Heinrich RohrerİTeinrich Rohrer, atom altı ölçek detayını görüntüleme imkanı yaratan tarayıcı tünel mikroskopunun tasarımına katkısı dolayısıyla Nobel Fizik Ödülü kazanmıştır (1986). Ve vatanı İsviçre’de IBM Zürich Araştırma Laboratuarı’nda çalışmaktadır.
33. Sheldon Lee GlashovvSheldon Lee Glashovv, New York’ta Bronx Bilim Orta Okulu’nun yetiştirdiği pek çok ünlü düşünürden biridir -zinde kamu eğitim kuramlarının nelere kadir olduğuna iyi bir örnek. Glashovv fizik alanındaki iki önemli buluşa katkısıyla herkesin saygısını kazanmıştır. İlki, Steven Weinberg ve Abdus Salam’la birlikte zayıf-elek- trik etkileşimleri teorisini geliştirip, daha önce birbirinden ayrı olarak düşünülen elektromanyetik güçle zayıf (nükleer) gücü bileştirmesiydi. Bu Glashovv’a (ve de Bronx Bilim’de ve Cornell Üniversitesi lisans altı çalışmalarında sınıf arkadaşı
3r i
H A Y A T K İ T A B I
olan Weinberg’e ve Salam’a) 1979 Nobel Fizik Ödülü kazandıran çalışmaydı. İkincisiyse, bu defa John Iliopoulos ve Luciano Maiani’yle birlikte tılsım kuarka ilişkin öngörüsüydü, ki bu, grup halinde, maddenin iki temel yapı taşından birini oluşturan kuark türüdür. Glashovv şu an Boston Üniversitesinde profesör olarak görev yapıyor.
34. Lisa RandallLisa Randall, akademinin sırça duvarlarını yarıp geçmek konusundaki önderliği yanında, zamanımızın ileri gelen teorik fizikçilerinden de biridir. Temel parçacıkları ve evrenin temel güçlerini araştırırken kimi teorik modeller kullandı ve bunlardan bazıları uzayda ekstra boyutların varlığım gerekli kılıyordu. Bulgularıyla -diğer alanların yanısıra— sicim teorisi, kozmolojik genişleme ve genel izafiyete katkılar yaptı. Bu aşamalardan geçerken önce Princeton Üniversitesi, sonra Mas- sachusetts Teknoloji Enstitüsü ve nihayet Harvard Üniversitesi bordrosunda teorik fizik profesörlüğü elde eden ilk kadın oldu. 200S’de ilk kitabını yayınladı, Warped Vassages: Unravelitıg the Mysteries o fth e Universe’s Hidden Dimensions [“Eğik Pasajlar: Evrenin Gizli Boyutlarına İlişkin Sırlar Aralanıyor”].
35. Nicolâs GarcıaFizikçi Nicolas Garcıa, Madrid, CSIS’de (Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde) metal nanoyapılarm balistik aktarım uzmanı olarak çalışıyor.
36. Paul DaviesTeorik fizikçi, kozmolog ve astrobiyolog olan Paul Davies şu an Macquarie Üniversitesi, Avustralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğal Felsefe Profesörü olarak görev yapmaktadır. 1995’te bilim ve din üzerine çalışmaları dolayısıyla Temple- ton Ödülü’ne layık görüldü. Kitaplarından bazıları: The Mind o fG o d [“Tanrının Zihni”], The Accidental Universe [“Kaza Eseri Evren”] ve How to Buıld a Time Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”].
3i 8
E D İ T Ö R L E R
Eduardo Punset
Eduardo Punset 1954’te Los Angeles’ta Kuzey Hollywood Orta Okulu’nu bitirip, 1958’de Madrid Üniversitesi’nden (La Complutense) hukuk lisansı aldı. Ve bunu 1965’te Londra İktisat Fakültesi’nden aldığı iktisat yüksek lisansı izledi.
On yıl boyunca önce televizyonda BBC için ve sonra da Londra’da Economist için çalıştı. 1969’dan 1974’e kadar Washington’da Uluslararası Para Fonu’nda (IMF) çalıştı ve Karaip temsilciliğine atandı. General Franco rejiminin sona ermesiyle birlikte İspanya’nın demokrasiye geçiş çalışmalarına katıldı ve Avrupa Birli- ği’ne giriş görüşmelerinde de Avrupa İlişkileri Bakanı olarak yer aldı. Doğu Avrupa’nın demokrasiye geçiş sürecinde sekiz yıl Avrupa Parlamentosu üyesiydi ve Avrupa Parlamentosu Polonya Komitesi başkanıydı. 1983’ten 1990’a kadar çok uluslu bir Fransız kuruluşu olan Bull Teknoloji Enstitüsü’nün başkanlığını yaptı. Bu öncü kuruluş yeni teknolojilerin ekonomik yönetim üzerindeki etkisini ele alıyordu. Teknoloji ve yeniliklerin profesörü olarak atanan Punset Avrupa’da çeşitli meslek okullarında eğitim verdi, mesela: İspanya, El Escorial’da -yani Madrid dışındaki eski kraliyet (Charles V, Philip II) sarayı olan- Uluslararası Yaz Okulu ve Madrid’deki meslek enstitüsü (Instituto de Empresa). Barselona’da bilim, teknoloji ve toplum üzerine pek çok programa katıldı. Eduardo Punset en çok Redes’in (“Ağlar” m) yönetmeni ve yapımcısı olarak tanınır. 1996’dan beri dünya çapında İspanyolca konuşan izleyecilere bilimi ileten bu popüler haftalık televizyon programını sunmaktadır. Ayrıca Barselona’daki Ramon Llull Universitesi’nin Kimya Enstitüsü’nde bilim, teknoloji ve toplum profesörü olarak eğitim veriyor. Bilimsel konular üzerine çalışan Smart Planet (Akıllı Gezegen) adlı multimedya yapım şirketine başkanlık ediyor. Barselona’da yerel hükümetin burs ajansı olan Katalan Araştırma Vakfı’mn bilimsel iletişim yönetim başkanlığına atandı. Ajansın amacı, bilimsel araştırma yapanları, üniversite profesörlerini ve medya uzmanlarım bira- raya getirerek her türden ve her seviyede bilimsel iletişimi özendirip desteklemek.
Dünya çapındaki seyahatleri ve birinci sınıf bilimcilerle görüşmelerine dayanan ve bu kitabın da temeli olan 2004 tarihli kitabı Cara a Cara con la vida, la mente y el Universo [“Yaşam, Zihin ve Evrenle Yüzyüze”] İspanyol dilinde en çok satan bilim kitaplarından biridir. Punset’in El viaje a la felicidad (Barselona: Ediciones Destino) [“Mutluluğa Yolculuk”] adlı kitabı The Happiness Trip [“Mutluluk Yolculuğu”] (Chelsea Green Publishing) adıyla çevrilmiş ve 450,000 adetten fazla satmıştır. Punset 1936’da İspanya, Barselona’da doğdu. Uç kızı var; İspanyolcaya olduğu kadar İngilizceye de fevkalade hakim olan Elsa on yıl babasıyla birlikte çalıştı. Punset beş torun sahibidir.
3i9
H A Y A T K İ T A B İ
Lynn Margulis
Massachusetts-Amherst Üniversitesi, Yerbilimleri Bölümü’nde seçkin üniversite profesörü olan Lynn Margulis Başkan Bili Clinton’dan 1999 Ulusal Bilim Madalyası aldı. 1983’ten beri B.D. Ulusal Bilim Akademisi’nin ve 1997’den beri de Rus Doğal Bilimler Akademisi’nin üyesidir. Kırktan fazla kitapta yazar, editör veya yardımcı bölüm yazarı olan Margulis pek çok dergi ve kitapta yayınlanmış veya zikredilmiştir, mesela: Natural History, Science, Nature, Netv England Waters- hed, Scientific American, Proceedings o f tke National Academy o f Sciences, Science Firsts ve The Scientific 100. Margulis temel mikrobiyal evrim ve hücre biyolojisi literatürüne çok sayıda katkı yapmıştır.
Dorion Sagan’la ortak kitabı (2002) Acquiring Genomes’da [“Genom Sahibi Olmak”] yeralan ve türlerin symbiogenesis43 yoluyla evrildiğine işaret eden teorisi, türleşmenin sırf rastgele mutasyonla değil, simbiyotik yumuşamayla oluştuğunu anlatır. Davranışsal, kimyasal vs. etkileşimler çoğunlukla organizmaların, farklı taksonomik grup üyelerinin entegrasyonuna yol açıyor. Kaydedilen vakalarda bazı birleşmelerin yeni türler yarattığı görülüyor. Yakınlık —yabancılarla fiziksel temas- yaşamın evrim makinesinin bir parçası haline geliyor, değişim işlemini hızlandırıyor. Margulis başka birçok bilimci ve öğrenciyle birlikte laboratuarda ve sahada, milyonlarca yıllık bazı kadim ortaklıkların nasıl mevcut türlerdeki hücreleri oluşturduğunu göstermeye çalışıyor. Fosil kayıtları, aslında, Dar- win’in öngördüğü yakın akraba türler arası tedrici değişimlere değil, Eldredge ve Gould’un tarif ettiği “kesintili denge”ye işaret ediyor: bir türden diğerine sıçramaya.
Margulis lisansüstü eğitime başladığından beri “evrimde devrim” üzerine çalıştı. Ve son on beş yıl boyunca Dorion Sagan’la birlikte pek çok kitap yazdı: What is Sex? (1997) [“Seks Nedir?”], What is Life? (1995) [“Hayat Nedir?”], Mystery Dance: On the Evolution o f Human Sexuality (1991) [“Gizemli Dans: İnsan Cinselliğinin Evrimi Üzerine”], Microcosmos: Four Billion Years o f Evolution from Our Microbial Ancestors (1986) [“Mikrokozmos: Mikrobiyal Atalarımızdan Bu Yana Dört Milyar Yıllık Evrim”] ve Origins ofS ex : Tbree Billion Years ofG enetic Recombination (1986) [“Seksin Kökenleri: Üç Milyar Yıllık Genetik Yeniden Yapılanma”].
43 İki ayrı organizmanın birleşerek yeni bir organizma yaratması.-çn
320
E D İ T Ö R L E R
K. V. Schvvartz ve diğerleriyle çalışmaları, Dünya üzerindeki tüm yaşamın tutarlı, doğru düzgün bir sınıflandırmasını ortaya koydu ve Five Kingdoms: An ll- lustrated Guide to the Phyla o f Life on Earth [“Beş Krallık: Dünya Üzerindeki Yaşam Gruplarına Dair Resimli Klavuz”] adlı kitabın dördüncü baskısına yol açtı. Sınıflandırma sistemleri sayısız meslektaşın bilimsel bulgularına dayanarak oluşturulmuş ve mantık-soyağaç temeli tek yazarlı kitabında özetlenmiştir: Symbiosis in Celi Evolution: Microbial Communities in the Archean and Protero- zoic E ons [“Hücre Evriminde Simbiyoz: Arkeyan ve Proterozoik Devirlerde Mik- robiyal Topluluklar”] (2. baskı, 1993). Hem kloroplastlann ve hem de mitokon- driyanın bakteriyel kökenden geldiğine dair sağlam veriler var artık. Margulis şimdi meslektaşlar ve öğrencilerle siliatların muhtemel helezoni bakteri kökenini araştırıyor.
1970’lerin ortalarından itibaren, Gaya teorisine ilişkin kayıtlarında James E. Lovelock’a, FRS, yardımcı oldu, ki buna göre, Dünya yüzeyinin canlı varlıklar, kayalar, toprak, hava ve su arasındaki etkileşimi engin, kendi kendini düzenleyen bir sistem yaratmıştı. Uzaydan bakıldığında dünya hayret verici bir süper-orga- nizma gibi görünür; biyokimyanın bakış açısına göre de birçok bakımdan tek bir dev ekosistem gibi davranır.
321
H A Y A T K İ T A B I
Dorion Sağan
Sciencevvriters yayınlarının ortağı olan Dorion Sağan çok sayıda makale ve on bir dile çevrilen on altı kitabın yazarıdır, mesela: (Eric D. Sehneider’la birlikte, 2005) Into the Cool: Energy Flow, Thermodynamics, and Life [“Soğuğa Geçiş: Enerji Akışı, Termodinamik ve Yaşam”] ve (John Skayles’le birlikte, 2002) Up From Dragons: The Evolution o f Human Intelligence [“Ejderlerden Bugüne: İnsan Zekasının Evrimi”]. Lynn Margulis’le ortak kitabı W hat is Life? [“Hayat Nedir?”], Utne Reader dergisinin (Billie Holiday, Shakespeare vb. birlikte) beş “zi- hin-değiştiren şaheser” seçkisi içinde yeraldı. Sagan’m denemeleri editörlüğünü Richard Dawkins ve E. O. Wilson’ın yaptığı derlemelere girmiştir. Massachu- setts-Amherst Üniversitesi tarih bölümünden mezun olan Sağan felsefe ve edebiyata meraklıdır.
Sagan’m Microcosmos adlı kitabını New York Times Book Revieıv’da değerlendiren Melvin Konner şöyle diyor: “Cari Sağan, Lewis Thomas ve Stephen Jay Gould hayranı olan bu okuyucu bu tür bir çalışmada böylesine berrak bir üsluba pek, ya da belki hiç rastlamış değil.” Sağan pek çok yayın için yazmıştır: Nete York Times, New York Times Book Revieıv, Wired, Skeptical Inquirer, Pabular, Smithsonian, The Ecologist, Omni, Natural History.
322
O K U M A L İ S T E S İ
Konuşmacılardan söyleştikleri konular üzerine ek kaynak önermelerini istedik. Kimin neyi önerdiği, önerenin baş harfleri ve söyleşi numaralarıyla parantez içinde belirtilmiştir. Parantezlerin bulunmadığı kaynaklarsa metnin başka kısımlarından alınmadır (Eduardo Punset'in yorumlarından veya bölümlerin başındaki giriş yazılarından).
Adams, Ansel, James Alinder, and John Szakovvski. 1987. Ansel A dam s: Classic Im ages by
Ansel Adam s. New York: Little Brown.
Asimov, Isaac. 1991. A tom : Journ ey Across the Subatom ic C osm os. New York: Truman Tal-
ley Books. (NG, 35)
Babiak, Paul, and Robert D. Hare. 2006. Snakes in Suits: W hen Psychopatbs G o to W ork.
New York: HarperCollins. (RHa, 8)
Birleşik Devletler Enerji Bakanlığı Bilim Dairesi Genom Programları. 2003 “The Human Ge-
nome and Beyond” http://web.ornl.gov/sci/techresources/Human_Genome/publicat/pri-
mer2pager.pdf. Bu iki sayfalık broşür İnsan Genom Projesi hakkında genel bilgi veriyor ve
daha fazla bilgi için karmaşıklık ve zorluk derecelerine göre diğer kaynakları sıralıyor.
(WH, 19)
Bonner, John Tyler. 1983. Evolution o f Culture in Animals. Princeton, N J: Princeton Univer-
sity Press. (JB, 30)
Brand, Stewart, and Peter Warshall. 1968-1998. T he O riginal W hole Earth C atalogue, Special
30th Anniversary Faperback. Sausalito, CA: Point Foundation.
Brenner, Sydney. M y L ife in Science. 2001. London: BioMed Central.
Clars, R.W . 1981 T he Survival o f Charles Darwin: A B iography o f a M an and an İdea. New
York: Random House. (SJG, 25) (RHa, 8) (NM, 1) (RL, 11)
Chudnovsky, Eugene, and Javier Tejada. 2006. Lectures on M agnetism . Paramus, N J: Rinton
Press. (EC, 31)
Cole, K.C. 1999. T he Uniuerse and the T eacup: T he M athem atics o fT ru th and Beauty. Fort
Washington, PA: Harvest Books. (EC, 31)
Davies, Paul. 1995. A bout Tim e. London:Viking. (PD, 36)
Davies, Paul. 2001. H oıv to Build a T im e M achine. London: Ailen Lane. (PD, 36)
Darwin, Charles. 1859. On the Origin o f Species by M eans o fN a tu ra l Selection. London: J .
Murray.
Dawkins, Richard. 2004. T he Ancestor's Tale. Boston: Houghton Mifflin. (RD, 26)
Dawkins, Richard. 1999. T he Extended Phenotype: T h e Long K each o f the Gene. New York:
Oxford University Press. (RD, 26)
32 3
H A Y A T K İ T A B I
Day, Williams. 2002. H ow L ife Began. Cambridge, MA: Foundation For New Directions.
(WD, 28)
Day, William. “Life as Growth by Energy Flow.” Lynn Margulis, Celeste Asikainen vs. editör
lüğünde henüz yayınlanmış olan Chim eras and Consciousness: Evolution o f the Sensory
S elf adlı kitap içinde. White River Junction, V T : Chelsea Green Publishing. (WD, 28)
de la M acorra, Ximena, and Antonio Vizciano, ed. 2006. W ater. Mexico City: American Natu-
ral.
Dennett, Daniel. 1996. Kinds o fM in d s. New York: Basic Books. (DaD, 9)
Dennett, Daniel. 2005. Sweet D ream s: Philosphical O bstacles to a Science o f Consciousness.
Cambridge, MA: M IT Press. (DaD, 9)
Deutsch, Diana. M usical lllusions and Paradoxes. Lajolla, CA: Philomel Records, 1995. (DiD,
17)
Deutsch, Diana. P bantom W ords and O ther Curiosities. La Joll, CA: Philomel Records, 2003.
(DiD, 17)
Deutsch, Diana. (Ed.) 1999. T he Psychology o f M usic. San Diego, CA: Academic Press. (DiD,
17)
Doyle, Gerald A., Jacopo Moggi-Cacchi, Michael A. Raath, and Philip V. Tobias, eds. 1999.
H um anity From N aissance to Corning M illenia. Johannesburg: Witswatersrand University
Press. (PT, 20)
Fleck, Ludvvik. 1979. Genesis and D evelopm ent o f a Scientific Fact. Chicago: University of Chi
cago Press. (JB, 30)
Gest, Howard. 2003. M icrobes: An Inuesible Vniverse. Washington, DC: ASM Press. (RGu,
29)
Gilbert, Daniel. 2006. Stumbling on H appiness. New York: Knopf. (DG, 7)
Glashovv, Sheldon Lee. 1991. T he Charm o fP bysics. Melville, NY: AIP Press. (SLG, 33)
Glashovv, Sheldon Lee. 1994. From A lchem y to Q uarks. Belmont, CA: Brooks/Cole Publishing
Company. (SLG, 33)
Goleman, Daniel. 1997. Em otional Intelligence: W hy it Can M atter M ore Than IQ. New
York: Bantam. (RL, 11)
Goodall, Jane. 1988. İn the Shadoıv o f M an. New York: Houghton Mifflin. (JG, 3)
Gould, Stephen Jay. 1989. T he Panda's T hum b: M ore R eflections in N atural H istory. New
York: W. W. Norton 8c Company. (SJG, 25)
Gould, Stephen Jay. 1980. W onderful Life: T he Burgess Shale and the N ature o f History. New
York: W. W. Norton & Company. (SJG, 25)
Gregory, Richard L. 1997. Eye and Brain: T he Psychology o f Seeing. Oxford: Oxford Univer
sity Press (RGr, 15)
Haravvay, Donna. 1989. Primate Visions: Gender, R ace, and N ature in the W orld o f M odern
Science. New York: Routledge. (JG, 3)
Harding, Stephan. 2006. Anim ate E,arth: Science, lntiution, and Gaia. White River Junction,
324
O K U M A L İ S T E S İ
V T: Chelsea Green Publishing.
Hare, Robert D. 1998. W ithout Conscience: T he Disturbing W orld o f t h e Psychopaths A m ong
Us. New York: Guilford. (RHa, 8)
Holloway, Ralph L. Jr . 1992. “Culture: A Hunıan Domain.” Current A nthropology, Vol. 33,
No. 1, pp. 47-64 (Supplem ent: lnquiry and D ebate in the H um an Sciences: Contributions
from Current A nthropology, 1960-1990). (RHo, 20)
Hollovvay, R .L., Yuan, M .S., and Broadfield, D .C. Brain Endocasts: Paleaneurological Eviden-
ce. Jeff Schvvatz ve lan Tattersall'in H um an Fossil R ecord serisindeki bir kitap. New York:
John Wiley & Sons (RHo, 20)
H um an G enom e. 2001. Science dergisinin, insan genom haritasının tamamlanmasına ayırdığı
özel sayısı. Cilt 291, Sayı 5507 (16 Şubat 2001). www.sciencemag.org/content/vol291/issu-
e5507/ (WH, 19)
Humphrey, Nicholas. 2002. “A Book at Bedtime.” Nicholas Humphrey'nin T he Inner Eye adlı
kitabı içinde. Oxford: Oxford University Press. (NH, 16)
Johnston, Victor S. 2006. “Mate choice decisions: the role of facial beauty.” Trends in Cogniti-
ve Science. Vol. 10, No. 1, pp. 9-13. (VJ, 6)
Johnston, Victor S. 1999. W by W e Feel: T h e Science o f H um an Em otions New York: Perseus
Press. (VJ, 6)
Kendler, Kenneth S. 2006. Genes, Enviromnent, and P sycbopathology: Understanding the Cau-
ses o fP sycb iatric and Substance Use D isorders. New York: Guilford Press. (KK, 13)
Kendrick, Bryce. 2001. T he Fifth K ingdom . Newburyport, MA: Focus Publishing/R. Pullins
Company. (KK, 13)
Kirkwood, Tom. 2003. Tim e o fO u r Lines: T he Science o f H um an Aging. New York: Oxford
University Press. (TK, 22)
Kirkwood, Tom. 2005. “Time of our lives: What Controls the length of life?” EM BO Reports.
Vol. 6, Special Issue: Science & Society, pp. S4-S8. www.nature.com/embor/jour-
nal/v6/nls/full/74Q0419.html (TK, 22)
Konner, Melvin. 2003. T he T angled W ing: B iological Constraints on the H um an Spirit. New
York: Owl Books. (RS, 2)
Kuhn, Thomas. 1985. T h e Structure o f Scientific Revolutions. Chicago: University of Chicago
Press. (JB, 30)
Lapo, Andre V. 1987. Traces o fB y g on e Biospheres. Moscow:Mir.
LeDoux, Joseph. 1996. T h e Emot'ıonal Brain. New York: Simon and Schuster. (JL, 12)
LeDoux, Joseph. 2002. Synaptic Self: H ow Ou Brains B ecom e W bo W e Are. New York: Vi-
king. (JL, 2)
Llinâs, Rodolfo. 2002. I o f the Vortex: From N eurons to Self. Cambridge, MA: M IT Press.
(RL, 11)
Llinâs, Rodolfo. 1999. T he Squid Giant Synapse: A M odel fo r C hem ical Transm ission. New
York: Oxford University Press. (RL, 11)
325
H A Y A T K İ T A B I
Llinâs, Rodolfo, and Mircea Steriade. 2006. “Bursting of Thalamic Neurons and States of Vigi-
lance.” Journ al o f N europbysiology. Vol. 95, No. 6, pp. 3297-3308. http://jn.physio-
logy.org/cgi/content/abstract/95/6/3297 (RL, 11)
Lovelock, James. 1995. T he Ages o f G aia: A B iograpby o f Our Living Earth. New York: W.
W. Norton & Company. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2001. H om age to Gaia. New York: Oxford University Press. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2007. T he Revenge o f G aia: Eartb's C lim ate Crisis and the Fate o f Humanity.
New York: Basic Books. (JEL, 23)
Mackintosh, Nicholas. 1996. “Intelligence in Evolution.” Jean Khalfa (ed.), W bat Is Intelligen-
ce? içinde. Cambridge University Press. (NM, 1)
Mackintosh, Nicholas. 1998. IQ and H um an Intelligence. New York: Oxford University Press.
(NM, 1)
Margulis, Lynn. 1993. Sym biosis in Celi Evolution, 2nd ed. New York: W.H. Freeman &
Company. (DW, 21)
Margulis, Lynn. 2000. Sym biotic Planet. New York: Basic Books.
Margulis, Lynn, and Celeste Asikainen, eds. “Bacteria and Protists Also Make Decisions.” He
nüz yayınlanmayan Chim eras and Consciousness: Evolution o f the Sensory S e lf içinde.
White River Junction, VT: Chelsea Green Publishing. (NG, 35)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2002. Acquiring G enom es: A T heory o f the Origins o fS p e-
cies. New York: Basic Books. (EC, 31)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2007. D azzle Gradually: R eflections on the N ature o fN a -
ture. White River Junction, VT: Chelsea Green Publishing. (SLG, 33)
Margulis, Lynn, and James E. Lovelock. 1975. “The atmosphere as circulatory system of the
biosphere: the Gaia hypothesis.” C oEvolution Quarterly, Summer 1975, pp. 30-40. Lynn
Margulis ve Dorion Sagan'ın D azzle Gradually: R eflections on the N ature o f N ature adlı
kitabında tekrar basıldı.
Margulis, Lynn, and M .J. Chapman. K ingdom s and D om ains: An Illustrated G uide to the
Phyla o f L ife on Earth, 4. Baskı San Diego: Academic Press-Elsevier.
Miller, Jonathan. 1986. T he Body in Q uestion. New York: Horizon Book Promotions (RL, 11)
Nealson, Kenneth H. 2001. “Searching fo life in the universe: Lessons from the Earth.” Cosnıic
Questions: Annals o f the N ew Y ork A cadem y o f Sciences. Vol. 950, pp. 241-258. www.an-
nalsnyas.org/cgi/content/abstract/950/1/241 (KN, 24)
Nealson, Kenneth H., and Pamela G. Conrad. 1999. “Life: past, present and future.” Pilosophi-
cal Transactions o f the R oyal Society B: B iological Sciences. Vol. 354, No. 1392 pp. 1923-
1939. www.journalsroyalsoc.ac.uk/link.asp?id=7rl0hqn3rplglvag (KN, 24)
Punset, Eduardo. 2005. El viaje a la felicidad. Barcelona: Ediciones Destino. İngilizce çevirisi
(2007) The Happiness Trip. White River Junction, VT: Chelsea Green Publishing. (RS, 2)
Randall, Lisa. 2005. W arped Passages: Unraveling the M ysteries o f the Universe's H idden Di-
m ension. New York: Ecco (LR, 34)
326
O K U M A L İ S T E S İ
Sabater Pi, Jordi. 1992. El ckim pance y los origenes d e la cultura. Barcelona: Anthropos. (JSP, 4)
Sabater Pi, Jordi. 1993. G orilas y chim pances del A frica O ccidental. Mexico City: Fondo de
cultura economica. (JSP, 4)
Sack, Oliver. 2002. O axaca Journal. New York: National Geographic Directions (OS, 10)
Sack, Oliver. 2001. Uncle Tungsten. New York: Knopf. (OS, 10)
Sağan, Cari. 1996. T he D em on-H aunted W orld: Science as a C andle in the D ark. New York:
Random House. (SLG, 33)
Sağan, Dorion, and Lynn Margulis. 2006. “Water and Life.” Ximena de la Macorra ve Antonio
Vizcaino (ed.) W ater içinde. Mexico City: American Natural.
Sağan, Dorion, and Jessica HopeWhiteside. 2005. “Gradient reduction theory: Thermodyna-
mics and the purpose of life.” Stephen H. Schneider, James R. Miller, Eileen Crist, and Pe-
nelope J . Boston (eds.), Scientists D ebate Gaia: T h e N ext Century. Cambridge MA: M IT
Press. (DS, 27) (SB, 18)
Sapolsky, Robert. 2004. W by Z ebras Don't Get Ulcers: T he A cclaim ed Guide to Stress, Stress
R elated D iseases, and Coping. New York: Owl Books (RS, 2)
Schaechter, Moselio, John L. Ingraham, and Frederick Ca. Neidhardt. 2006. M icrobe. Was-
hington, DC: ASM Press (RGu, 29)
Schneider, Eric D., and Dorion Sağan. 2005. Into the C ool: Energy F low , T herm odynam ics,
and Life. Chicago: University of Chicago Press. (DS, 27) (SB, 18) (EC, 31)
Scientific Am erican editörleri. 2002. Understanding N anotecbnology. New York: Warner Bo
oks. (HR, 32)
Sober, Elliot, and David Sloan Wilson. 2007. Unto others: T he Evolution an d Psychology o f
Unselfish Behavior. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Stewart, Melissa. 1999. L ife w ithout Light: A Journey to E arth’s D ark Ecosystem s. London:
Franklin Watts. (EOW, 5)
Strogatz, Steven. 2003. SYNC: T he Emerging Science o f Spontaneous Order. New York:
Hyperion. (SS, 14)
Thorne, Kip. 1995. B lack H lose and T im e W arps: Einstein's O utrageous Legacy. New York:
W. W. Norton 8c Company. (LR, 34)
Vernadsky, Vladımir '. 1998. T he Biosphere. (Rusçadan çeviri; orijinal baskı, 1926) New York:
Simon 8c Schuster.
von Baeyer, Hans Christian. 2000. Tam ing the A tom : T he Em ergence o f the Visible M icro-
world. Mineola, NY: Dover. (HR, 32)
Wallace, Douglas. 1997. “Mitochondrial DNA in Aging and Disease.” Scientific American.
Vol. 227, No. 2, pp. 40-47 (DW, 21)
Westbroek, Peter. 1992. Life as a G eolog ical Lorce: Dynamics o f the Earth. New York: W. W.
Norton 8c Company.
Wilson, Edward 0 . 1998. Consilience: T he Unity o f K noudedge. New York: Knopf. (EOW, 5)
Wilson, Edward O. 2000. Sociob io logy : T he N ew Synthesis: Tıventy-fifth Anniversary Edition.
3 2 7
H A Y A T K İ T A B I
Cambridge, MA: Belknap/Harvard University Press (EOW, 5)
Wood, William B. 1988. T he N em atode C aenorhabditis elegans. Woodbury, NY-. Cold Spring
Harbor Laboratory Press. (SB, 18)
328
D İ Z İ N
A crom yrm ex octospinosus karıncaları, 57
Actium, 246adaptasyon (uyum), 98, 102,
129, 142, 183, 225, 231, 242, 315
adet eşzamanlılığı, 128 ahtapotlar, 164 aile istikrarı ve psikopatlar,
82akustik yanılsamalar, 153-
155alanlar, 281 albedo, 229A Leg to Stand On (Sacks),
102, 103 alet teorisi, 177 algı, 139-141, 262-263 alkolizm vakaları, 121 Ailen, Woody, 166 allostasis, 26 Altmann, Richard, 182 Alzheimer, 29, 185 Amazon yağmur ormanları,
204amigdala, 112-115,119,120 amipler
giriş, 234sosyal davranışları, 251, 252zeki davranışları, 251
anerobik mikroplar, 201 An Experim ent ıvith T ime
(Dunne), 144 animalculi, 243 annelik davranışı, 42 Anthony, M ark, 246 apoptosis, 185 Artem isia annua, 246 Ash, Lavvrence, 69 ateşböcekleri, Tayland'da,
128Attenborough, David, 94 A ustralopithecus afarensis,
250Ay, 242aynalar, 45, 138, 142
babunlar, 30 Bach, Johann, 157, 178 bağımlılık, 34 bağışıklık sistemleri, 73 bakteriler
avantajları, 219-220 avlanması, 79 etkinlikleri, 234 önemi, 240 rolü, 241
balık, 27, 215 Bankhead, Tallulah, 230 Barabasi, Albert-Laszlo, 265 Bartok, Bela, 153 beesjes (hayvancıklar), 242 Beethoven, Ludvvig, 153, 178 Beijerinck, Martinus, 243 beklenti, 32-33 belirsizlik, 33Belousov-Zhabotinski reak
siyonları, 228 Benard hücreleri, 228 Bencil Gen (Davvkins), 223,
315Benveniste, Jacques, 285 Berlin, Isaiah, 163 Berry, Thomas, 269 beşinci etkileşim, 282 beyin
adaptasyonu, 98 ,142 duygu kontrolü, 112 gelecekteki evrimi, 114- 115limbik bölgeleri, 83 nörolojik hastalık, 97
beyin hücreleri, 94, 191 beyin korteksi ve amigdala,
114-115 beyinler
büyüklüğü ve konuşma becerisi, 174-175 gelişimi, 106-107 işlevi ve psikopatlar, 83
beyin potansiyeli, hayvanlarda, 253-254
beynin limbik bölgeleri, 83 bilgi artışı, 186-187
bilinçbeynin sorumlu bölgesi, 110çalışmaları, 94 hayvanlarda, 252-253 tanımı, 91 ve duygular, 112
bilinçdışı, 111 biliş, 263 biliş süreçleri, 19 B iosphere, T he (Vernadsky),
125bireysellik, 48, 55-57, biriciklik yanılsaması, 75-76,
180biseksüeller, 66 biyofili, 51-53 biyo-iz, 304 biyokimya, 162 biyokimyasal döngüler, 129 biyoloji, 162 biyolojik değişim, 250 boğulma, 175-176 Bohr, Neils, 162 Bonner, John, 248-256, 317 bonobolar, toplumsal düzen,
56bosonlar, 281 boy uzunluğu, 66 boyutlar, 259-260 bölge korumacılığı, şempan
zeler arasında, 40 b ran ,291Brenner, Sydney, 36, 160-
169, 312Brockman, John, 223 Brunelleschi, Filippo, 138 Bulbena, Antoni, 121 Burgess Shale taşocağı, 220,
250buz, 265büyü ve bilim, 142-143 büyük yokoluşlar, 221
C aenorhabditus elegans (iplik kurdu), 164,165
can, 90
329
H A Y A T K İ T A B I
canlı sistemler, 269 cennet kuşlan, 255 Cervantes, Miguel de, 236 Chomsky, Noam, 179 Chopra, Deepak, 90 Chudnovsky, Eugene, 135,
261-270, 277, 317 cilt tonu, 67cinsel seçilim, 63, 254-255 C iona intestinalis, 108 Clausius, Rudolf, 269 Cole, Jonathon, 102 Conan, Abby, 287-288 Copernicus, Nicholaus, 227 Coppens, Yves, 250 Crick, Francis, 89, 164 Cro-Magnon
konuşma becerisi, 174 sanat ve resim, 255-256
Cytowic, Richard, 139
çardak kuşları, 255 çekicilik, 59çekim, 279-281, 284, 289, 290 çeşitlilik, 49, 167, 219-220 çete şiddeti, 41-42 çevreci müdahaleler, 205-206 çocuklar
aynalar ve kendini tanıma, 138-139rüyaları, 146-147
Damasio, Antonio, 97 darboğaz teorisi, 50-51, 57 Darvvin, Charles, 23n, 79n,
180,202,225David Greybread (şempan
ze), 39, 40Davies, Paul, 144, 260 298-
306,318davranış ve genler, 167 Davvkins, Richard, 89, 91,
215, 222-226, 231, 315, 323 Day, William, 213, 234, 235-
238, 305n ,316 Deamer, David, 238 Delbruck, M ax, 162 Democritus, 282 deniz şakayığı, 188 Dennett, Daniel, 89-95, 310 depresyon
artışı, 121
biyolojik ve genetik sebepleri, 118 doğası, 118
determinizm, 90 Deutsch, Diana, 152-157,
326D eviant Cbildren G row n Up
(Robins), 85 dil
bilgisayarlarda, 39 ve hayal gücü, 178 insanlarda, 38-39 işaret dili, 39
dil teorisi, 176-177 dilin kaynağı ve ses algısı,
155-156dilin kökenleri ve tımar, 38 dindarlık, 178dinozorlar, 55, 221, 225, 226 DNA
benzerlikleri, 47 canlı bir fosil olarak, 171 kodlaması, 161 kontrolü, 215 onarım sistemi, 190
doğal seçilim ve ya- radılışçılık, 225
doğurganlık göstergeleri, 62 dokunma, 97,138-139 D on Q uixote (Cervantes),
236dopamin ve haz, 33 döngüsellik ve sosyallik, 125 dört güç, 279 Du Chaillu, Paul, 45 Dunne, William, 144 duru rüya, 145, 150 duygular, 31-32, 42 dugular, bilinçdışı davranış,
112Duygusal Beyin, 105, 311 duygusal tepkiler, aşamaları,
113duygusal zeka, 106 duyu adaları, 139 duyu dışı algı, 93 Dünya
atmosferi, 202-203bakteriyel gezegen olarak,246-247eski tarihi, 197uzaydan fotoğrafları, 198-
199, 249üzerindeki yaşamın elementleri, 210 yaşı, 204
Dünya dışı yaşam, 294, 304- 305
ebelerin rüyaları, 146 Ediacara b iota, 99 eğik geometri, 289 Einstein, Albert, 6 1 ,9 3 ,1 7 8 ,
259, 282, 289, 292, 298-301 eklem bacaklılar, 219 eklem gevşekliği ve endişe,
121ekosistemler
gelişimi, 241-242 tanımı, 241
ekstra boyutlar, 287 El Dorado, 180 Eldredge, Niles, 217 elektrik, 281-282 elektromanyetizm, 280, 291 elektronlar, 264-267, 281,
283elektroşok, 116 elementler tablosu, 100 empati, 80-81, 84-85 enerji akışı, 269 enerji dönüşümü, 209-210 enerji yayılımı, 228 endişe
biyolojik ve genetik kökenleri, 117 genler ve çevrenin rolü, 118-119 ilaçlar, 115 kemirgenlerde, 119 primatlarda, 119 vakaları, 121 ve eklem gevşekliği, 121
enfeksiyon, 133, 171 enfeksiyon stratejileri, 244-
245entropi, 268-269 erkek parmak orantısı, 64-65 ESA (Enerji/İstikrar/Alan)
modeli, 49 esneme, 38 Estivill, Xavier, 121 eşcinseller, 66 evlilik kararı, 74-75
330
D İ Z İ N
evrimgidişatı ve amacı, 231 ya da ilerleme, 24 modelleri, 36 ve sayborglar, 264
evrimsel ilerleme, 218 evrimsel sistemler, 200
fakirler, 41faz geçişleri, 127-128, 265 feromonlar, 55 feromonlar ya da parfümler,
68Feynman, Richard, 139, 142,
272, 296fırtına sistemleri, 228-229 Fibonacci dizisi, 153 Fifi (şempanze), 37 Fisb: Our Ancestors (televiz
yon programı), 165 fobiler, 119Form ation o f Vegetable M o-
uld T hrough t b e Action o f W orm s ıvith O bservations on T beir H abits (Darwin), 202
fosil yakıt gradyam, 230 fosiller, 250 Fossy, Diane, 145 fotosentez, 183,200, 241,
247, 260Freud, Sigmund, 101, 145,
148fııgıı balığı, 165 Fuller, Buckminster, 213
Galileo, 230, 253, 271, 278, 284
Garcıa, Nicolâs, 274, 275, 293-297, 318
gastrit, 244-245 Gaya hipotezi, 197 gece görüşü, 46 gelecek öngörüsü, 20-21 gelecek kavramı, 179-181 genetik değişim, 226 genetik determinizm, 231 genetik ve öğrenme, 20 genler
işlevi, 224makine kodlaması olarak, 215
stratejileri, 189 genler ve davranış, 167 genler ve çevre
konuşma becerisi, 177-178 şiddet, 167
genom gelişimi, 166-167 geometrinin etkisi, 21-22 gerçekliğin sorgulanması,
136-137germ , 16germ line genetiği, 166 gezegensel beyin, 145, 186 gıdanın kökeni, 238 gırtlağın pozisyonu, 175
çizimi, 175Gilbert, Daniel, 69-78, 309 Glashovv, Sheldon Lee, 259,
276-286, 318-318 Goodall, Jane, 35-43, 249,
307-308 goriller
iletişimi, 45 sosyal düzen, 56
Gould, Stephen Jay, 23-24, 217-221, 222, 223, 231,250, 268, 315, 321, 323
görsel hafıza kaybı, 97 gradyanlar, 227-231, 251 gravitonlar, 284, 292 Greenfield, Susan, 118 Gregory, Richard, 135-143,
263,312Griffin, Donald, 252 Guerrero, Ricardo, 234, 239-
247,316Gunn, Thonı, 103, 104 güç parçacıkları, 281 güçlü kuvvet, 279 gündevirsel ritm, 131 güvercinler, 20, 22, 23, 24 güzellik
avantajları, 63-64 göstergeleri, 62
Hadley hücreleri, 228 Hadron çarpıştırıcı, büyük
(LHC), 284, 290, 303 Haeckel, Ernest, 166 hafıza, 100-101 Ftare, Robert, 79-86, 309-310 hareket ve sinir sistemi, 107-
108
Hasekine, William, 170-172, 313
hastalık, 171 Hayflick, Leonard, 191 Hayflick olgusu, 191 hayvanlar
beyin potansiyeli, 253-254 doğası, 37 iletişim, 254 kötü muamele, 47, 249 öğrenme süreçleri, 20
Helen (maymun), 149 H elicobacter pylorı, 244-245 heterosist (N ostoc ) çizimi,
206hipokampüs, 29,113-114,
120hipokampüs minör, 180 Hollovvay, Ralph, 173-181,
313homeopatik tedavi, 285 homeostasis, 269 hormon göstergeleri, 62-63 Flow to Build a T im e M ac-
hine (Dvies), 302 Humphrey, Nicholas, 144-
151,312Huxley, Aldous, 143 Huxley, Thomas H., 180 hücre kutuplaşması, 163-164 hücreler, ihtiyaçları, 233
IQ testleri/ölçümü, 21 ırk farkları, 21, 220-221 ışık, 283
iç savaşlar, 41 içgüdüler ve refleksler, 20 ikiz etkisi, 299 ilaçlar, 115 iletişim
hayvanlarda, 254 insanlarda, 39-40 insanlarla şempanzeler arasında, 45
ilk tepkiler, 113 imkansız nesneler, 140
çizim, 140 im pact bias, 70 indirgemeci bilimciler, 90,
263,285İnsan Genom Projesi, 164, 170
331
H A Y A T K İ T A B I
insanımsı, 250insanın kabile davranışı, 199-
200, 205 insanlar
bakteriyel ataları, 246-247beyin, 180bireysellik, 55can, 90dil, 39fiziksel gelişim, 254-255 geleceği, 181 iletişim, 39-40 majör depresyon, 27 memeli topluluğu olarak, 54nüfus artışı, 50-51 öğrenme süreçleri, 20 psikiyatrik bozukluklar,27ruh, 89-91 sınıflandırma, 15 ve süper organizmalar, 48, 54yanlış değerlendirmeler, 220
insanlarla şempanzelerin iletişimi, 45
iskonto genomu, 165 İspanyol darbesi, 249 izafiyet teorisi, 282-283, 289,
298-300
James, William, 32 Japon balon balığı, 165 jeolojik zaman (tablo 1), 17 jeotermal enerji, 229 jet yorgunluğu, 131 Johanson, Donald, 218, 250 Johnston, Victor, 60-68, 309 Joseph, Ledoux, 97, 105,
111-112,311 Joy, Bili, 297 Joyce, Gerald, 238 Jung, Cari, 145, 148 Jüpiter, 211, 212,242
kabile sistemleri, 199-200 kadınlarda parmak orantısı,
65kafa gelişimi, 108kalp atışları, 28kalp, sinoatrial düğüm, 131
332
Kambriya patlaması, 220 kanser, 28kanser hücreleri, 128, 135,
191kara delik, 301-305 kara madde, 265-266 karıncalar
davranış, 55 koloni büyüklüğü, 56 yön bulma becerisi, 23
karmaşıklık, 24, 218-219 karmaşık yaşam formları,
219katı hal, 265kehribar bakterisi, 212-213 kek terkibi yaklaşımı, 234,
235, 237kendi kendine toplanma, 272 kendini bilme, 45 kendini farketme 252-253 kendini organize etme, 133,
134, 265, 268 kendini-silme, 71 kendini tanıma, 138 Kendler, Kenneth, 80, 116-
121,311Kendrick, Bryce, 234 kertenkelelerin stres tepkisi,
27kesintili denge, 217n, 315 keşifler, 260 kısıtlama, 253 kimya, 161-162 Kirkvvood, Tom, 186-193,
313kirlilik, 206“Kirpi ile Tilki” (Berlin), 163 kleijne Schepsels (minik ya
ratıklar), 242 Kleopatra, 246 klonlama, 295 kloroplastlar, 241 Koch, Robert, 243 kolektif bilinçdışı, 145 Komünist dogma, 261 K om ünist M anifesto, 248 komünizm, 248-249 konuşma kapasitesi
ve beyin büyüklüğü, 175- 176Cro-Magnon'da, 174 Neandertallerde, 173-174,
175kopyalama, 160-161 korku tepkisi, 26, 114-115 kortizol, 130 kozmoloji, 277-278 kök hücreler, 188 köpekler, 32, 146 kör görü, 145 K ör Saatçi (Dawkins), 223 kromozom bölünmesi, 224 kronik stres, 29 kuanta ve zaman yolculuğu,
305kuantum mekaniği, 143, 274,
279, 282, 288kuarklar, 263, 277-278,280-
281, 283, 291 kuduz virüsü, 31 kumar, 34 kuşlar
stres tepkisi, 27 zeki davranış, 23
kültür, devamlılık olarak, 252
kültürel aktarım, 91-92 kültürel değişim, 199-200,
219-220, 226, 250
Lamarck, Jean Baptiste de, 261
Lamarckizm, 261, 262n Lambert, Frank, 228 landscape , 301 Laplace, Pierre-Simon, 90 Lapo, Andre, 125n Leakey, Louis, 37, 39, 42,
312Ledoux, Joseph, 97, 111-115,
311Liesegang halkaları, 228 limbik sistem, 31-32,105,
139Llinâs, Rodolfo, 105-110,
137,178, 310 Lovelock, James E., 7n,
125n, 197, 198-207, 213, 229, 314, 322
Lucy, A ustralopithecus afa- rensis, 250
Lysenko, Trofim Deniso- vich, 262
D İ Z İ N
Mackintosh, Nicholas, 19- 24, 45, 249, 307
maddeve enformasyon, 305-306 halleri, 265
majör depresyon, 27 makroorganizma ekosistem-
leri, 247Makyavelyan zeka, 147 M alignant Sadness (Wol-
pert), 117Margulis, Linn, 321-322 Mars
atmosferi, 202-203 üzerinde yaşam, 211-212, 229, 240, 242, 304-305
Marshall, Barry J . , 245 maymunlar, 145, 149-150 memeliler, 215 memler, 91Messiaen, Olivier, 139 metan atmosferi, 202-203 mikrobiyal tabaka, 241-242 mikrobiyoloji, 234 mikroplar
rolü, 241 tanımı, 240 yaygınlığı, 242
mikrosefali, 176 mikroskop, 271 Milankovitch döngüleri, 61 Miller, Jonathan, 106 Miller, Stanley, 233, 235,
238, 268Miller-Urey deneyleri, 236 milliyetçilik, 249 minyatürleştirme, 273 mitokondriya, 109, 159,182-
185, 192 çizimi, 184
moleküler biyoloji, 162,163, 164, 168
Morovvitz, H. J . , 234, 263 Moses, Grandma, 103 Mussorgsky, Modest, 157 mutasyonlar, 161, 191-192 mutluluk
öngörüsü, 70-71, 75 ve para, 76-77
mutluluk araştırmaları, 69- 70
müzik
beyindeki bölgeleri, 97-98 dil olarak, 152-153 kökenleri, 152
müzikal algı, 156-157 müzikalite, 178 M ycobacterium tuberculosis,
244M y Life in Science (Brenner),
161
Nabokov, Vladimir, 139 nanorobotlar, 295 nanoteknoloji, 223, 259, 272-
275, 293, 295Nealson, Kenneth, H., 197,
208-213, 268, 269, 314 Neandertaller, 173-175 Necker kübü, 141, 153 negatif enerji, 304 neksus, 132neokorteks, 30, 105, 110,112 Newton, Isaac, 92, 137, 278 Nikisch, Arthur, 155 Nobel, Alfred, 285 Nobel Ödülü sahipleri, 36,
178, 222, 244, 285, 313 N ostoc çizimi, 206 nükleer enerji, 205
O axaca Journ al (Sacks), 103 Ockham'h William, 284 Octavian, 246 Odum, Eugene, 242 oksijen, 183, 190-192 oksijenli atmosferi, 200-202 organizmaların
sınıflandırması, 15-16 orkestra yerleşimi, 154 Orö, John, 199, 249 ortalama yaşam, 188-190 otonom sinir sistemi, 31-32 Owen, Richard, 180 ozon tabakası, 201
öğrenme ve genetik, 20-21 öğrenme süreçleri
hayvanlarda, 20 insanlarda, 20 yaparak, 168
ökaryotik mikroplar, 245 ökaryotlar, 15, 234, 240, 245 ölçüler, 277
ön korterks, 29-30 öngörü rüyaları, 148
panik, 110 pansperm ia, 211 parazit davranışı, 30-31 parazitler, 69-70 parçacık çarpıştırıcı, 303 parçacık fiziği, 277 parçacıklar, 281 parçacıklar ve sicimler, 263,
265, 267 parkinson, 98 parmak indeksi görüntüsü,
65parmak orantısı
ve sperm sayısı, 66 kadınların eş seçimi ve, 64-65
Pasteur, Louis, 243, 286 PCLR (“Psychopathy Check-
List Revised” -“Güncellenmiş Psikopatlık Kontrol Listesi”), 83
peptik ülserler, 244-245 Pi, Jordi Sabater, 19, 44-47,
249, 254, 276, 308 Picasso, Pablo, 93, 102,103 Pinker, Steven, 98 Pitagoras, 152-153 Plasm odium , 240, 246 plazma, 265-266 pozitron emisyon tomografi
si (PET) teknikleri, 61 Private L ife o fP lan ts, T he
(Attenborough), 94 programlı ölüm, 185-187 prokaryotlar, 240, 242, 247 prosopagn osia (yüz körlü
ğü), 35protistler, 49, 240, 242, 245 psikiyatrik bozukluklar, 120-
121, 311psikiyatrik tedavi, 119 psikolojik bağışıklık sistemi,
71-75psikopatlar, 79-86 psiko-farmakoloji, 120 Punset, Eduardo, 319
Radman, Miroslav, 219 Randall, Lisa, 259, 287-292,
333
H A Y A T K İ T A B I
318recom bination (tekrar-birle-
şim), 283redox gradyam, 229 REM (hızlı göz hareketi)
147, 150 renkler
algısı, 137 ve maymunlar, 149
Rico, Lııis, 236 Robins, Lee, 85 robotlar, 94, 294-296 Rohrer, Heinrich, 271-275,
293,317 ruh, 89-91 rüyalar
faydaları, 150-151 işlevi, 146 köpeklerde, 146 evreleri, 150uykunun bir bölümü olarak, 29yorumlanması, 148 ve zaman algısı, 144-154
Sacks, Oliver, 96-104, 310 Sağan, Cari, 285, 316 Sağan, Dorion, 215-216, 227-
231.316sağaklık, 154,177 sahte-türleşme, 41 Sanches, Miguel Angel, 283 Sapolsky, Robert, 25-34, 40,
41 ,307savaş ya da kaç duygusu, 72 saldırganlık, faydaları, 52 sanat, 255-256 sayborglar ve evrim, 264 Schneider, Eric D., 216, 227,
269.316Schoenheimer, Rudolph, 237 Schubert, Franz, 157 Segovia, Andres, 157 seksüel üreme, 59 sembolik kapasite, 177 Semmelvveis, Philip Ignaz,
286Sense o f M ovem ent, T he
(Gunn), 104 sera etkisi, 204 serbest oksijen radikalleri,
184-185,192
servetin laneti, 77 sezgi, 93, 134 sıcak noktalar, 54 sınıflandırmalar
insanlar, 15 organizmalar, 15, 16 yaşam formları, 15
sıtma, 246 sicimler, 265, 267 sicimler ve parçacıklar, 263,
265, 267simbiyotik ilişkiler, 183, 240,
242, 245simbiyotik mikroplar, 244 simbiyoz, 50, 80 simetri ve güzellik, 68 sinestezi, 139-140 sinestezikler, 140 sinir sinyalleri, 223 sinir sistemi ve hareket, 107-
108sinoatrial düğüm, 131 siyanobakteriler, 126, 200-
203, 241Skinner, B. F., 20 Smith, Adam, 133 solaklık, 154-155 solucan deliği, 302-305 solucanlar, 202 soma hücreleri, 188 somatik hücreler, 189, 191 sosyal bağdaşım, 177-178 sosyal primatlar, 28, 56, 68,
136sözleşme ve anlaşma, 56 sözsüz iletişim, 38 sperm sayısı ve parmak
orantısı, 66Stapbylococcus aureus, 244 Stenonis, Nicolai (Nicolaus
Steno), 61 stres, 26, 87-88 stres azaltma faaliyetleri, 28 stres tepkisi, 26-27 Strogatz, teven, 127-134, 265,
311 suç, 56Summers, Larry, 288 suprakiazmatik çekirdek,
129sülfit gradyam, 230 süper iletkenler, 267, 317
süper organizmalar, 48, 54- 55
süper organizmalar ve insanlar, 48, 54-55
sürüngen beyni, 111, 174 Swimme, Brian, 269 symbiogenesis, 262 Sync: T he Emerging Science
o f Spontaneous O rder (Strogatz), 128
şeker, 28, 192 şempanzeler
alet kullanımı, 39, 46 analık davranışı, 42 aynalar ve kendini tanıma, 138bölge korumacılığı, 40 gözlemlenmesi, 37-38 hepoburluk, 40 ilkel insanın davranış modeli, 37kelime kullanımı, 45 kuyu açma, 46 sosyal düzen, 56 şiddet, 40-41 ve hayalgücü, 179
şiddetfiziksel ve zihinsel, 41 genler ve çevre, 167 şempanzeler arasında, 40- 41
şizofreni, 83, 118, 141,178, 299
Taieb, Maurıce, 250 taklit ve simülasyon, 165 tarayıcı tünel mikroskobu
(STM ), 271, 273 tasarım ve doğal seçilim,
224-225 taş aletler, 177 tatlı su polipi, 188 Taylor girdapları, 228 Tchaikovsky, Peter Ilyich,
155tecrübe engeli, 168 Tejero (Yarbay), 248 teknolojik evrim, 264 T em as, (Sağan, C.), 303 terebentin, 116, 223 termodinamik yasaları, 162,
3 34
D İ Z İ N
216, 228-231, 237 tımar ve dilin kökenleri, 38 Tiemblo, Alfredo, 136 tilkiler, 36-37 tim escape, 301 Tobias, Philip, 173-181, 313 toksoplazma, 31 toplum ve bilim, 61 Torricelli, Evangelista, 278 travma hafızası, 113-114, 119 travma sonrası stres bozuk
luğu, 26tungsten, 99-100 tuz parmakları, 228 tüketim, 51tünel-etkili mikroskop, 296 Türlerin K öken i (Darvvin),
180türlerin sayısı, 49
ultravıyole radyasyonu, 201, 234
Uncle Tungsten (Sacks), 99- 100, 310
Urey, Harold, 233, 235, 236 Uyanışlar, 98 ,102 ,103 uyku, 131, 145, 150-151 uyum, 109uzamsal görüntüleme beceri
si, 21uzunluk ve mesafeler, 277 uzun ömür, 188
üç-ton paradoksu, 155-156
Venüs, 197, 200, 202, 240, 242
Vernadsky, Vladimir I., 125 vicdan, 56, 81-82, 84-85, 92 van Leeuvvenhoek, Antony,
242-243von Neumann, John, 161 von Neumann modeli, 161,
164von Richtlovv (profesör), 177 vücut dili, 38
Wallace, Douglas, 182-183, 313
W arped Passages (Randall),288,318
Warren, Robin J . , 244
Watson, John, 20 Weissmann, August, 188 Why Z ebras Don't Get Ul-
cers (Sapolsky), 26 Wilson, Edvvard O ., 48-58,
89 ,199, 205, 213, 308-309 Winogradsky, Sergei, 243 Wolpert, Levvis, 117 Wöhler, Friedrich, 161
yanılsamalar, 143,153 yaratılış
hayat, 267-268 yeni moleküller, 267
yaratılış ve doğal seçilim, 224-225
yaşambir hata olarak, 268, 269- 270Mars'ta, 304-305 remel işleyiş, 238 yaratmak, 267-268 ve zaman yolculuğu, 305
yaşam formları sınıflandırması, 15
yaşam öncesi kimya deneyleri, 236-237
yaşamın başlangıcı, 305 yaşamın-kökeni bilimi, 234 yaşamın-kökeni deneyleri,
236-237yaşlanma, 171,186,188 yaşlılık, 187-188 yazının kökenleri, 176 yıldız geçitleri, 303 yokoluşlar
ardından toparlanma, 50 düzenliliği, 50 engellenmesi, 54
yüksek tansiyon, 28,121 yüksek zeka, 19 yüz seçimi, hormonlarla, 62 yüz kılları, 68
zaman eğme, 300, 301 zaman genişlemesi, 300 zaman makinesi, 302-304 zamanın akışı, 300-301 zayıf kuvvet, 279 zeka
bilginin yeri, 274 sosyal işlevi, 147
zeka genetiği, 21 zeka araştırmaları, 21 zeki davranış
amiplerde, 251 kuşlarda, 23 maymunlarda, 23 bir süreklilik olarak, 252- 253
zeki tasarım, 224-225 zihin-beyın birliği, 57 zihin beyin ilişkisi, 120 zihin okuma, 147-148 zihinsel bozukluklar, 117 zombi kuşakları, 130-131
335
HAYAT KİTABI• E v r e n g e r ç e k t e n v a r m ı ?
• K i ş i s e l b i l i n ç e v r i m t a r i h i n d e n e r e d e v e n e z a m a n o r t a y a ç ı k t ı ?
• A t o m l a r d a n o l u ş a n b u e v r e n k ö k e n i ü z e r i n e d ü ş ü n m e k , a m a c ı n ı i r d e l e m e k y a d as ı r f s a ç m a l ı ğ ı n a i ş a r e t e t m e k i ç i n b e y n e n e d e n i h t i y a ç d u y d u ?
• R e n k l e r g e r ç e k t e n v a r m ı , y o k s a s a d e c e b e y i n d e y a r a t ı l a n ş e y l e r m i ?
• K a r a r v e r i r k e n k a l p v e m i d e n e d e n b e y i n d e n d a h a i y i d i r ?
• Y a ş a m b a z ı k i m y a s a l m a d d e l e r i n k a r ı ş ı m ı y l a y a r a t ı l a b i l i r m i ?
• E k s t r a b o y u t l a r v a r m ı ? C E R N ’ d e k i ç a l ı ş m a l a r b u s o r u y u c e v a p l a y a b i l i r m i ?
• F i z i k ç i l e r n i ç i n t ü m z a m a n ı - b u g ü n , g e ç m i ş v e y a g e l e c e k o l m a k s ı z ı n - i n s a n d a nö n c e k u r u l m u ş g i b i d ü ş ü n ü r l e r ?
• Z a m a n y o l c u l u ğ u m ü m k ü n m ü ?
• i n s a n o ğ l u n u n s e ç i l i m n e d e n i b i r t ü r ş i z o f r e n i g e n i o l a b i l i r m i ?
• K ü l t ü r e l e v r i m b i y o l o j i k e v r i m i t a h t ı n d a n i n d i r d i m i ?
• N e t i p i n s a n l a r , n e z a m a n , n e t i p i n s a n l a r ı d a h a ç e k i c i b u l u y o r ? P a r m a k l a r b u k o n u d a n e s ö y l ü y o r ?
• Ö l m e y e p r o g r a m l ı m ı y ı z ?
• M e r k e z î y ö n e t i m m i , y o k s a k e n d i k e n d i n i o r g a n i z e e d e n s i s t e m l e r m id a h a iy i ç a l ı ş ı y o r ?