122€¦ · aksetti, mevlânâ’ya. bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. fakat ne var ki, Şems,...

89
Gitti Ömürden Bir Yaprak 32 16 Mevlânâ ve Mânâ Sultanları 122 Dergisi Hediyesi... ARALIK 2010 Fiyatı: 7 TL AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Upload: others

Post on 23-Oct-2019

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

AR

ALIK

2010

122

Gitti Ömürden Bir Yaprak3216 Mevlânâ ve Mânâ

Sultanları

122

Dergisi Hediyesi...

A R A L I K 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Page 2: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

Mevlânâ ve SevgİSevgisini ve coşkusunu eserlerinde dile getiren Hz. Mevlânâ, tüm insanlığı kapsayan, bunun yanında gerçek

tasavvufu dile getiren derûni heyecanı ile gönüllerde yer etmiş bir mutasavvıftır.

O büyük İslâm düşünürünün felsefesi, gittikçe bütün insanlığı sarmakta ve her geçen gün yeni boyutlar kazan-maktadır. Onun insan sevgisinde, Allah anlayışında yolunu yitirmişler tekrar kendini bulmaktadır.

Bazı ilimleri tahsil ettikten sonra, hâlâ ruhunun susuzluğunu gideremeyip, onu teskin edememenin acısını his-seden Hz. Mevlânâ bir arayış içerisindeydi. Tarih, 23 Ekim 1244... Vezir Nasru’d-Din hankâhında büyük bir me-rasim vardı. Bütün ulema ve meşayih orada hazır idiler. Her biri, muhtelif ilim konularında sözler söylüyor ve tat-lı sohbetlerde bulunuyorlardı. Bir köşede murakabeye dalmış olan biri, birden bire kalktı ve onlara : “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip öğünecek ve atsız eğere binip, erlerin meydanında koşacaksınız? Ne zamana kadar, başkalarının âsası ile ayakta yürüyeceksiniz?” dedi, sonra da “Hadisten, tefsirden, hikmetten vs. den nak-len söylediğiniz sözler, o zamanda yaşayan ve her biri kendi akranı arasında erlik makamında oturan erlerin söz-leridir. Onlar, kendilerine gelen haberlerden anlatırlardı. Mademki, bu asrın erleri sizsiniz; o halde sizin sırları-nız ve sözleriniz nerede?” dedi.

Konuşan, Şems-i Tebrizî hazretleriydi. Bu güzel sözler, orada bulunan Mevlânâ’nın gönlündeki aşk ateşini bir-den alevlendirmişti. O tarih, hayatının dönüm noktası olmuştu. Saray içinde, sultan odasına girme mutluluğuna ermişti. Bundan sonra, her şey değişmiş, her şey yeni anlamlara bürünmüştü. İçindeki ilâhi aşk, gözündeki per-deleri kaldırmış; ona gerçeği görme, gerçeği yaşama imkânını bahşetmişti.

Hazret-i Mevlânâ’nın feraset ve düşünce dünyası, Şems-i Tebrizî ile yepyeni bir görünüm almıştı. Bu dünya-nın güneşi Şems’di. Engin rahmetin, sonsuz sevginin şuaları, hep Şems’in billûrlaşan ruhundan, pak gönlünden aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden nihan olmuştu.

Bu durum karşısında Mevlânâ, derin bir hüzüne daldı. Bu ruh haleti içinde, Divan-ı Kebir’i kaleme aldı. Gönül âlemini ve bu ulvî âlemin sevgi sultanlarını şöyle tasvir ediyordu:

“Önü ve sonu olan bu âlem içinde, Allah’ın halifesi makamında olan insan, önce kendini tanımalıdır. Yaratılı-şının sırrına ermelidir. Nefsimizin, ruhumuza vurduğu ihtiras ve gaflet kilitlerini “zikir” ve “aşkullah” çekiçleriy-le kırmalıdır. Böylece ruhun, bedendeki hâkimiyetini sağlamalı; onu hürriyetine kavuşturmalıdır. Gönülleri inşa görevini, Peygamberimizin sünneti şeriflerine tam bağlı; nefsin her çeşit tuzağına “zikrullah” ile karşı koyan; ağ-layan, insanların Mutlak Hakikat’ı görmeleri ve ona ermeleri için inleyen; Allah Teâlâ’dan gayrisini bir gölge var-lık kabul ederek, ilâhî aşk’la yanan yüce er kişiler yapacaktır. Bunlar “insan-ı kâmil”lerdir; mutasavvıflardır.”

Hz. Mevlânâ, asırlarca tasavvuf kültürümüze hizmet vermiştir. Onun, dine, ilme, sosyolojiye, psikolojiye, tıb-ba ait söylediği güzel sözler birbirinden güzel ve tesirlidir.

Sevgi hürmet ve saygıyla anıyoruz…

Hadrat Mawlana, who utters his love and excitement in his works, is a Sufi who has stuck in people’s

hearts with his spiritual excitement which covers all human being and emphasizes the real Sufism.

Hadrat Mawlana’s insight and reasoning has completely changed with Shems Tebrizi. Shems was the

sun of this world. And the gleams of boundless compassion and eternal love reflected from Shems’ spi-

rit, which is bright and pure, to Mawlana. That’s why he burnt with love for him. However, Shems left

after giving his bestowing gleams. Therefore, Mawlana became extremely gloomy and under this spiri-

tual condition he wrote Divan-i Kebir.

Mawlana and Love

Page 3: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

YIL: 17 SAYI: 122 Aralık 2010 Basım Tarihi: 01 Aralık 2010

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Kapak Ahmet YAKUPOĞLU

Yapım ARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY

Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

Arşiv Muharrem AKIN

Abone Bekir CANPOLAT

Reklam Yusuf YILMAZ

Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20

Baskı & Üretim Kozan Ofset

Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03

Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.

HZ. LOKMAN’DAN BİR KİŞİLİK VAAZ

Ali AKPINAR

Dinimiz, ruh sağlığı kadar beden sağlığına, ruh temizliği kadar beden temizliğine, ruhun gıdalanması kadar bedenin beslemesine de büyük önem vermiştir. Moral tedâvî, psikolojik tedâvî, metânet gibi mânevî şeylerin herkesin malumudur.

06

TARİHTE MİLLETİMİZ

İsmail ÇOLAK

Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin kazanmasında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin aklına gelir.

40

RABB - Ramazan ALTINTAŞ (10)

HER NE Kİ VAR ÂLEMDE AŞKTIR- Abdülmecit İSLAMOĞLU (14)

‘PEYDA’ REDİFLİ GAZEL - Resul KESENCELİ (22)

KENDİSİNİ BAŞKASININ YERİNE KOYMAK EMPATİ - Mehmet Zeki AYDIN (26)

İBÂDET - Abdullah KAHRAMAN (36)

BİRLİK - Mustafa ÖZÇELİK (40)

KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE KÂFİR- Mustafa Doğan KARACOŞKUN (50)

RABBİN RIZÂSINI GÖZETMEK - Enbiya YILDIRIM (52)

OSMANLI VE ORTADOĞU İsmail ÇOLAK (56)

BİZİM TÜRKÜMÜZ - Yavuz Bülent BAKİLER (61)

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

Page 4: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

MEVLÂNÂ VE MÂNÂ SULTANLARI

GİTTİ ÖMÜRDEN BİR YAPRAK

Kadir ÖZKÖSE

Müritlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşitlerini örnek alması, mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi, mensup olduğu tarikatın edeplerindendir.

32

MİSAFİR MİYİZ?SÖZ DİNLEMEYENÇOCUKLAR

Cemil GÜLSEREN

Artık misafirlik, kültür tarihimizin kitaplarında kaldı. O da terim olarak. Ev, hane, aile hep yalnız kaldı. Yalan oldu hısım akraba.

M. Emin KARABACAK

Çocukların okulda ve ileriki yaşantılarında iletişim problemi yaşamayan başarılı kimseler olmaları için; anne babaların çocukların adına, onların işlerini yapmaktan, onların işlerini

54 72

KOMŞULUK - Mehmet DERE (68)

ÂMİR B. VÂSİLE - Bünyamin ERUL (72)

KIRK HADİS (73)

KİTAPLIK (77)

KAHRAMANMARAŞ VELİLERİ - Yusuf HALICI (78)

MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI - Nidayi SEVİM (81)

CEMİL MERİÇ - A. Ali YILMAZ (82)

ÇOCUK EĞİTİMİNDE MODEL - M. Emin KARABACAK (84)

İNCİR - Şifalı Bitkiler (86)

MUHALLEBİLİ LOKUM - Mesude SARI (87)

Enbiya YILDIRIM

İbret almaktan ne kadar uzağız değil mi?! Kısa bir süre önce beraber yiyip içtiğimiz, birden ölüm haberini duyduğumuzda irkiliyoruz...

16

Page 5: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 20104

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Kırküçüncü Mektup

Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî

Page 6: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

5

Ey her istediği çay içilen bir sohbet olan. Heyhât son sözü “Vay” –yazık- olan Aziz Karde-şim. Şerefler ihsan eden iki Allah dostunun dos-tu (Taceddin-i Veli ve Somuncu Baba Hazret-lerinden teberrük eden, onların yakını) Hulûsi, Darende’ ye hizmete gönül vermiş birinin izin-den gelen onun düşüncelerini paylaşan bir diğe-ri de Hamza Bey,

Arzun olan dost ile demlik demlendi. Mu-habbet başladı, sohbet koyulaştı. Eğer zerrece aklın var ise gönül arzularımıza, aşk ile olgun-laşan ortama katıl. Bir nefes alacak kadar dahi durma gel, bu manevi ortamdan kazançlı çık.

Çam kozalağı gibi kalbinin tam ortasında nokta kadar bir siyah leke (bile) bulunmayan muhabbette en son mertebeye ulaşan, muhabbe-tin en büyüğü olan ayrılığımızdan (dolayı) “ay-rılık yolunu” tutma.

(Kalb-i Sanevberi ki, hakiki bir nurla hayatı

canlandırır, ışıklandırır. İmanın nurunun sönme-

si ile mahiyeti bir heykelden ibaret kalır. Tıpkı ha-

reketsiz bir ölü misali.

Süveyda ki; kalbin tam ortasında bulunan bu

siyah nokta insan sağlığı için önemi büyük olan

dört sıvıdan biridir. Buna sevda denildiği de olur.

Kalbin tam ortasında gönül, gönlün içinde de sü-

veyda var imiş. Dolayısıyla süveyda en üstün anla-

yış noktası ve ilahi aşkın tecelli ettiği yerdir. )

Yani ki nokta kadar bir siyah leke gezmeyen

muhabbetle, sizi Hakk’a vasıl edecek sevgiyi ayrı-

lıktan dolayı bırakma. Bu her zaman geçerli olan

bir sözdür. Bir vasiyettir. Vefasızlık edip de o sö-

zümüzü unutma kardaşım.

3 Şubat 1945

İşte ey gözümün nuru:

Yemen’den kalkıp Hz. Raulullah (s.a.v.)’a ka-

vuşma niyet ve maksadıyla yola çıkan Veysel Kara-

ni Hazretleri gibi durduğun yerden bir vakit ayrılıp

yârin semtine doğru sıkıntılar ve imtihanlar çek-

mek üzere yönel. Bu bir imtihandır. (Sıkıntılı da

olsa, nefsine güç de gelse, kalk yola koyul.) Kendini

bu gönül yakan büyük imtihanlarla uğraşan, sıkın-

tıları nazik ve latif lütuflar olarak kabul eden kar-

deşinin halinden mahrum tutma ve bu âşık, dertle

kanlı gözyaşları döken kardaşını unutma.

Dertlilerin, tutkunların en önde gideni Hulûsî.

Page 7: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 20106

İlim ve Hayat

Ali AKPINAR*

HZ. lOKMAn’DAn BİR KİŞİlİK

VAAZ

Page 8: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

7

Hz. Lokman,

p e y g a m b e r

olup olmadı-

ğı ihtilaflı olan bir Kur’ân kah-

ramanıdır. Onun peygamber

olabileceği söylenirken, genel

olarak onun Hz. Davud Pey-

gamber döneminde yaşamış bir

hikmet adamı olduğu üzerinde

durulur.

Kültürümüzde Lokman He-

kim, daha çok tıp alanında ün

yapmış bir kahramanın adıdır.

Oysa Kur’ân’daki Lokman’a ait

hikmetlerde, mânevî hastalık-

ların şifasına yönelik hikmetler

anlatılır. Gerçi mânevî hasta-

lıklar ile maddî hastalıklar ara-

sında yakın ilişki vardır. Bunlar

birbirini tetikler. Bu yüzden di-

nimiz, ruh sağlığı kadar beden

sağlığına, ruh temizliği kadar

beden temizliğine, ruhun gı-

dalanması kadar bedenin bes-

lemesine de büyük önem ver-

miştir. Moral tedâvî, psikolojik

tedâvî, metanet gibi mânevî

şeylerin bedenî hastalıkların

tedâvîsinde önemli rol oynadı-

ğı herkesin malumudur.

Kur’ân, bir suresine isim

olan Hz. Lokman’ı bize şu ayet-

lerde anlatır:

“Andolsun biz Lokman’a:

Allah’a şükret, diyerek hikmet

verdik. Şükreden ancak kendi-

si için şükretmiş olur. Nankör-

lük eden de bilsin ki, Allah hiç-

bir şeye muhtaç değildir, her

türlü övgüye lâyıktır.”

“Hani Lokman, oğluna öğüt

vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a

ortak koşma! Doğrusu şirk,

büyük bir zulümdür’ demişti.”

“Biz insana, ana-babasına

iyi davranmasını tavsiye etmi-

şizdir. Çünkü anası onu nice sı-

kıntılara katlanarak taşımış-

tır. Sütten ayrılması da iki yıl

içinde olur. (İşte bunun için)

önce bana şükret, sonra da

ana-babana teşekkür et diye

tavsiyede bulunmuşuzdur. Dö-

nüş ancak banadır.”

“Eğer onlar seni, hakkında

bilgin olmayan bir şeyi (körü

körüne) bana ortak koşman

için zorlarlarsa, onlara itaat

etme. Onlarla dünyada iyi ge-

çin. Bana yönelenlerin yoluna

uy. Sonunda dönüşünüz ancak

banadır. O zaman size, yapmış

olduklarınızı haber veririm.”

“(Lokman, öğütlerine de-

vamla şöyle demişti:) ‘Yav-

rucuğum! Yaptığın iş (iyilik

veya kötülük), bir hardal ta-

nesi ağırlığında bile olsa ve bu,

bir kayanın içinde veya gökler-

de yahut yerin derinliklerinde

bulunsa, yine de Allah onu (se-

nin karşına) getirir. Doğrusu

Allah, en ince işleri görüp bil-

mektedir ve her şeyden haber-

dardır.”

“Yavrucuğum! Namazı kıl,

iyiliği emret, kötülükten vazge-

çirmeye çalış, başına gelenlere

sabret. Doğrusu bunlar, azme-

dilmeye değer işlerdir.”

“Küçümseyerek insanlardan

yüz çevirme ve yeryüzünde bö-

bürlenerek yürüme. Zira Allah,

kendini beğenmiş övünüp du-

ran kimseleri asla sevmez.”

“Dinimiz, ruh sağlığı kadar beden sağlığına, ruh temizliği

kadar beden temizliğine, ruhun gıdalanması kadar

bedenin beslemesine de büyük önem vermiştir. Moral

tedâvî, psikolojik tedâvî, metânet gibi mânevî şeylerin

bedenî hastalıkların tedâvîsinde önemli rol oynadığı

herkesin malumudur.”

Page 9: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 20108

“Yürüyüşünde tabiî ol, se-

sini alçalt. Unutma ki, seslerin

en çirkini merkeplerin sesidir.”

(31/Lokmân, 12, 13, 14, 15, 16,

17, 18, 19)

Bu anlatılanlardan dikkati-

mizi çeken hikmetleri şu şekil-

de sıralayabiliriz:

Hz. Lokman, oğlunu karşısı-

na almış ve ona va’z etmektedir.

Demek ki va’zda muhatapla-

rın sayıca çok olmasından ziya-

de, muhatabın insan olması ve

öğüdü dinler konumda olması

önemlidir. Bu yüzden bizler, hiç

bir muhatabımızı küçümseme-

den onlara hakikatleri ulaştır-

maya gayret etmeliyiz. Nitekim

Yüce Allah, hikmet deryası Hz.

Lokman’ın o bir kişilik muha-

taba yaptığı muhteşem va’zını,

Kur’ân vasıtasıyla asırlardır mil-

yonlara dinletmektedir.

‘Ey Oğulcuğum!’

Hz. Lokman, bu bir kişi-

ye yaptığı va’zına ‘Ey oğulcu-

ğum!’ diye başlıyor. Bu ifade Hz.

Lokman’ın va’zında üç kere tek-

rar ediliyor. Buna göre davet-

çi muhatabına baba şefkati ile

yaklaşmalı ve ona gönlünü cez-

beden ifadelerle hitap etmelidir.

Ayette Yüce Allah ‘Biz’ ifa-

desini kullanarak azametine ve

verilen hikmetin muhteşemliği-

ne vurgu yapmaktadır.

“Bilgelik, sahih inanç, isa-

betli hüküm, doğru konuşma,

salih amel, bilgiyi yerli yerince

kullanma, gereğini yapma” de-

mek olan hikmet, nimetlerin en

büyüğüdür ve bu büyük nime-

te şükür gerekir. Şükür şu şe-

kilde gerçekleşir: Nimetin far-

kında olmak, nimet sahibini

tanımak, nimeti emanet olarak

görmek, sahibinin ölçüleri doğ-

rultusunda kullanmak, dil ile

şükretmek.

Şükür imana, nankörlük

küfre götürür. Elbette insan,

her ikisinin de sonucuna katla-

nır.

Herhangi bir şeyi, makamı,

gücü Yüce Allah’a denk tutma,

O’nun yetkilerini başkalarına

verme demek olan şirk, dehşet-

li bir zulümdür. Tevhîd adalete,

şirk ise zulme götürür. Allah’ın

hakkını çiğneyen, başkasının

hakkını kolayca çiğner. Tevhîd

Allah’ın hakkıdır, onu başkası-

na vermek ise zulümdür.

Yüce Rabbimiz, Hz.

Lokman’ın tevhîde çağıran sö-

zünden sonra araya girerek biz-

zat kendisi ana baba hakkını

hatırlatıyor. Bu hem ana baba

hakkına verilen önemi gösteri-

yor, hem de mesajın etkinliğini

artırıyor. Hz. Lokman, Allah’ın

hakkını hatırlatıyor; Yüce Allah

da ana babanın hakkını hatırla-

tıyor.

Ayetlerde önce Allah’a şü-

kür, sonra ana babaya teşekkür

emrediliyor. Yoktan var edene

şükür ve varlığa sebep olana te-

şekkür isteniyor.

Müslüman her zaman ve

yerde Allah’ın huzuruna çıkıp

yaptıklarının hesabını vereceği-

ni hatırlamalı ve bu bilinci zin-

de tutmalıdır.

Kişinin İslâm olma ve İslâm’ı

yaşamasının önünde, ana baba

da dâhil hiçbir kimse ve güç du-

ramaz. Çünkü Allah’a isyan ko-

nusunda hiç kimseye itaat edil-

mez. İtaat ancak haktadır.

Allah hakkı kul hakkından

öncedir. Kul hakkına önem ver-

mek, Allah’ın haklarını ötele-

meyi gerektirmemelidir.

Müşrik anne babayla bile iyi

geçinmeli, bir evlat olarak onla-

ra karşı insanî görevler yerine

getirilmelidir.

Hayır olsun şer olsun, yapı-

lan hiçbir şey küçük görülme-

melidir. Çünkü Allah katında

hiçbir şey yok olmaz, boşa git-

mez. Zerre kadar hayır da şer

de. Habbe, tohum tane demek-

tir. Küçücük bir tohumdan nice

“Va’zda muhatapların sayıca çok olmasından ziyade,

muhatabın insan olması ve öğüdü dinler konumda

olması önemlidir. Bu yüzden bizler, hiç bir muhatabımızı

küçümsemeden onlara hakikatleri ulaştırmaya gayret

etmeliyiz.”

Page 10: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

9

büyük ağaçlar ve meyveler yeti-

şir, gözle görülemeyen küçücük

bir virüsten nice bedenler hasta

olur ve yıkılır. Sevap ve günah

tohumları da böyledir.

Her günahın insanda açtığı

bir yara, bıraktığı bir iz vardır.

Her hayrın da... İşlenen her gü-

nah insan aklından bir parçayı

alır götürür, bir daha da o par-

ça geri gelemez.

Bunun için günahın büyü-

ğüne küçüğüne bakılmamalı,

kime karşı işlendiğine bakılma-

lı. Sevabın da büyüğüne küçü-

ğüne bakılmamalı, kimin için

işlendiğine bakılmalıdır. Rah-

met ve gazab bardağını taşıran

şeyin son damla olduğu unutul-

mamalıdır.

Aktif İnsan

Kur’ân’ın isteği, pasif iyi de-

ğil, aktif iyi olmaktır. Bunun için

iyileri ve iyilikleri çoğaltmak ge-

rekir. Bu sebeple iyi-güzel dü-

şünmeli, iyi-güzel söylenmeli ve

iyi-güzel işler yapılmalıdır.

Namazı ikame, iyiliği emir ve

kötülükten alıkoyma yolu zorlu-

dur, sıkıntılara hazır, bu yolda

kararlı ve sabırlı olunmalıdır.

Sabır: İbadette daim olma-

ya, kabahatten uzak durmaya,

İslâm yolunda karşılaşılan sı-

kıntılara, sınav için başa gelen

belalara katlanmak, bunlarla

pişmek ve kararlılıkla istikamet

üzere ilerlemektir.

Tekbirle büyüklüğü Yüce

Allah’a tahsis eden Kur’ân ada-

mı, asla büyüklenmez; her ko-

nuda olduğu gibi yürüyüş ve

sesini kullanmada da ölçülü

olur. O, kibirli değil, onurludur.

Müslüman, hayat yürüyüşün-

de dengeli olan kimsedir. Kâmil

mü’min, dalları yere basan mey-

veli ağaç gibi iyilik ve güzellik-

leri arttıkça, tevazuu da artan

kimsedir.

Meskenet içerisinde olanla-

rı Hz. Ömer (r.a.), şöyle uyarır:

“Vakarlı yürü, İslâm’ı küçük

düşürme! Çünkü Müslüman

olarak sen İslâm’ı temsil edi-

yorsun!”

Sözün frekansını değil kali-

tesini yükseltmek gerekir. Bu-

nun için hikmetle konuşulmalı,

hikmetli konuşulmalı, Hz. Lok-

man örnek alınmalı, Hikmetli

Kur’ân’dan ilham alınmalı, hik-

met kaynağından beslenilmeli-

dir.

Hz. Lokman başta olmak

üzere tüm hikmet ehline selam

olsun! * Prof. Dr.

Page 11: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201010

Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s)

bu sayımızdaki gazeline, zaman za-

man kötü huylu insanlardan uzak

kalmanın gerekli olduğunu ifade ederek başla-

maktadır. Zaten tek başına bir kenara çekilip,

Rabbimize yönelmek gönül rahatlığı için de el-

zemdir.

İranlı meşhur şair Hâfız-ı Şîrâzî’nin, “Ve ger

hâhî selâmet der kenârest” (Eğer selâmet isti-

yorsan kenardadır.) sözü, bazı kötülüklerden

uzak kalmanın, bir kenara çekilip insanın ken-

disini dinlemesinin önemini anlatmak için söy-

lenmiş olmalıdır. Kalabalıkta yaşamak, insa-

nın kendisinin yaptıklarına dönüp bakmasına,

nefsini hesaba çekmesine mânîdir. Böyle or-

tamlarda çoğu kez akl-ı selîm ile hareket etmek

mümkün olmayabilir. Şerli insanlar; ahlâkı, ya-

şantısı kötü olanlar bir şekilde bizi de aynı se-

viyeye düşürüp, yanlış hareket etmemize sebep

olabilirler.

Hem topluluk içinde yaşamak, hem de

alelâde işlerden uzak durup, dürüst kalabil-

mek herkesin arzu ettiği davranışlardır. Böyle

ortamlarda hep güzeli, iyiyi, doğruyu görebil-

mek; güzel şeyleri örnek alıp, iyi ve doğrularla

dost kalabilmek kolay değildir. Bu âdetâ insa-

nın elindeki gülün rengi ve kokusunu bir tarafa

bırakıp dikenleriyle kavga etmek gibidir.

Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*

YAlnIZ DeĞİlİZTENHÂDA

Page 12: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

11

Böyle durumlarda ârif insanların, sâlih kul-

ların hayat bahş eden nasihatlerine kulak ver-

meliyiz. Çünkü onların güzel sözleri, nasihatle-

ri insanın gönlüne mânevî bir lezzet kattığı gibi,

birbirleriyle olan ilişkilerinde de rahat ve huzur

kaynağı olmaktadır.

Gecenin zifirî karanlığında kalkıp Cenab-ı

Hakk’a yönelen insana mânevî bir nûr doğacak-

tır. Bunun için sabahın olmasını, güneşin doğ-

masını beklemeye ne hâcet var. Geceleyin ay

nasıl ışığını güneşten alıyorsa, âdetâ manen yük-

selenin aldığı nûr da güneşten gelmiş gibi olur.

Gönülde tecellî eden sevgiler bazen insanı

öyle yakar ki, bu yakıcı ateş başka şeylerde bu-

lunmaz. Buna şairlerimiz dil yâresi, gönül yâresi

derler. Bu dayanılmaz, ama vazgeçilmez yaranın

sebebi ise dost katından, yâr cânibinden atılan

okun, aşığın kalbinde bıraktığı tesirdir. Buna biz

ilâhî aşk da diyebiliriz. Kalbi Allah aşkıyla yanan

bir kişi nice acılara tahammül edebilir, nice dert-

lere katlanabilir. Hatta bu durum bazen onun

için mânevî bir lezzet hâlini bile alabilir.

Hulûsî Efendi Hazretleri, son beytinde bu

gazelde sıkça bahsettiği dostun, yârin Allah ol-

duğunu îmâ ediyor. Tevâzu gösterip kendin-

den misal vererek insanın âciz bir kul olduğu-

nu, yaptığı günahlar yüzünden huzûra çıkmaya

bile yüzünün olmadığını ifade ediyor. Bundan

dolayı Yüce Rabbimizin affını ve ihsânını isti-

yor. Çünkü hatâ dâimâ bizlerden, günahlara

tevbe edip onlara bağışlanma taleb etmek yine

bizlerden.

Affetmek, bağışlamak, bunların yanında

ikrâmını ve nimetlerini de eksik etmemek O’nun

şânındandır.

Gazeli Metni

1. Karışmak ne lâzımdır ehl-i şerâra

O yâr ile ol sen çekil bir kenâra

2. Elinde verd-i maânî var iken

Bırakıp sataşma sakın başka hâra

3. Telezzüz olunmaz mı ârif sözünden

Hayât bahş olur sözlerinden gubâra

4. Şeb içre ziyâyı mihrden alırsın

Ne hâcet seninçün tulû-ı nehâra

5. Yakarsa firâkı o dostun özünü

Yanar mı âşık olan başka nâra

6. O yâr urdu bir bu sînemi tâ kim

Bu cân içre açdı nice nice yâre

7. Hulûsî diler şâhım afv u atânı

Perde-i isyân ile dolmuş hemân yüzü kara

Gazeli Açıklaması

1. Şerli insanların arasına karışmanın ne gere-

ği var. Sen kenara çekil de, tenhâ ve sâkin yerler-

de gerçek dost olan Allah’la berâber ol.

2. Senin elinde mânâ âleminin nice gülleri

varken onları bırakıp da, sakın (başka gül aramak

için) başka dikenlere sataşma. Kötülerin, şerlile-

rin peşine düşüp onların yolundan gitme.

3. İrfân ehlinin, âriflerin sözlerinden mânevî

lezzet alınmaz mı hiç? Onlardan aldığın lezzet

sana yeter. Çünkü onların sözleri toza bile hayat

verir; sana da hayat verecektir şüphesiz.

4. Senin sabah vaktini, gündüzün olmasını

beklemene ne gerek var. Sen istersen gecenin ka-

ranlığında bile ışığı güneşten alırsın.

5. Dosttan ayrı kalmış olmanın ateşi senin özü-

nü yaksa da bu hâl gerçek âşıklar için normaldir.

Çünkü âşığın gönlündeki sevgi ateşi başka ateşle-

re benzemez, o başka ateşlerle yanmaz.

6. O sevgili dost, benim göğsüme sevgi okuyla

öyle bir vurdu, gönlüme öyle bir tecellî etti ki, kal-

bimde birçok yaralar açtı.

7. Ey Şâhım! Nice isyân ve günahlarla yüzü

kararmış olan Hulûsî kulun, senin af ve ihsânını

dilemektedir. Onu affet, bağışla. * Prof. Dr.

Page 13: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201012

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

OlMUŞ OlAnI, OlMAKTA OlAnI ve geleCeKTe OlACAK OlAn ŞeYleRİ TÜM AYRInTISInA

vARInCAYA KADAR Bİlen:

El-ALÎM“Deprem, tsunami, sel baskınları vb. gibi tabiat olayları başta olmak üzere, insan

doğduğu yeri, anne-babasını, fizikî yapısını, cinsiyetini, akıl gücünü, dilini, derisinin

rengini ve ecelini vb. gibi hususları seçmemiştir, ilâhî kudret tarafından önceden

belirlenmiştir. İnsan bu konularda her şeyi bilen ve her şeye egemen olan Allah’ın

kaderine teslim olmalıdır.”

Page 14: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

13

El-Alîm, Yüce Allah’ın ilim sıfatını ifa-

de eden en güzel isimlerinden biri-

sidir. “Bilmek” anlamındaki ilim kö-

künden gelen el-Alîm; “hakkıyla bilen, çok bilen

ve her şeyi ilmi ihata etmiş” anlamına gelir. O,

yarattığı varlıkların bilmediği sırları ve gizlilik-

leri en ayrıntısına varıncaya kadar bilir. Allah’ın

bilmesi, zaman ve mekân kayıtlarının dışında-

dır. Çünkü zaman ve mekân mahlûktur; yara-

tan da O’dur. Bu sebeple O, olmuş olanı, olmak-

ta olanı, gelecekte olacak olanları bilir ve varlık

âleminde hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Ay-

rıca O’nun ilmi, her şeyin içini, dışını, inceliğini,

açıklığını, küçüğünü, büyüğünü, önünü, sonunu,

altını, üstünü, başlangıcını, bitimini kuşatmış-

tır.1 Çünkü ezelî ve ebedî olan sadece ve sadece

O’dur. Allah’ın bilmesi nihayetsizdir. İnsanların

bilmesi ise nisbî ve ârizîdir. Allah’ın ilmi kadîm/

ezelî, insanların ilmi ise hâdis/sonradan olmuş-

tur. İlim, Allah katındandır. O’nun katındaki bu

ilimden insanlar nasiplenirler.

İmâm Gazâlî’ye göre insanın ilmi, Allah’ın il-

minden üç bakımdan ayrılır: Birincisi, insanın

bilgisi sonradan olup sınırlıdır; Allah’ın ilmi ise,

sınırsızdır. O halde sınırlı olan bir ilim, sınırsız

olan bir ilme nasıl denk olabilir?. İkincisi, insa-

nın bilgisi açık olsa da bu açıklık yine de son sı-

nıra ulaşamaz; Allah’ın ilmi ise, son derece açık-

tır. Üçüncüsü ise, Allah’ın ilmi, varlıktan iktibas

değil, aksine varlık, Allah’ın ilminden alınmadır.

İnsanın varlığı bilmesi, varlıkla birlikte hâsıl ol-

muştur. İnsanın varlık hakkındaki her türlü bil-

gisi, varlığın yaratılmasından sonradır. Allah’ın

varlığı bilmesi ise, varlığın var olmasından önce-

dir.2 Dolayısıyla, insanın şerefi, Allah’ın bir sıfa-

tı olan ilme sahip olmasıyla ortaya çıkar. İnsan,

varlık üzerindeki nizamdan hareketle Allah’ın

bilgisini kavramaya güç yetirebilir.

Kur’an-ı Kerîm’de Allâhu Teâlâ’nın “el-Alîm”

vasfı, tek başına da gelmiştir.3 Bu âyetlerde Yüce

Allah’ın yeri göğü yarattığından, Allah yolunda

gizli ve açık harcamalardan ve haksızlıklar yap-

mamak gerektiğinden söz edilir. Neticede “Allah

her şeyi bilir.” denilmek suretiyle, sayısız uyarı-

lar yapılır. Amaç, insanın hakkıyla Allah’ı takdir

etmesi ve ahlâkî alanda bozulmaya karşı kendisi-

ni korumasıdır. Zaten Allah’ın en güzel isimlerini

bilmek, aynı zamanda ahlakî anlamda o isimlerin

gereğini yerine getirerek olgunluğa erişmeyi sağ-

lamak değil midir? Bir mü’minin inancına göre

Allah, küllîleri bildiği gibi cüz’îleri de bilir. O’nun

“el-Alîm” isminde bütün ilimlerin ilmi vardır.

O’nun ilmi olmasaydı, dinî ve kevnî ilimler nere-

den çıkardı? Bilim ve teknoloji alanındaki keşif-

ler nasıl yapılırdı? Nitekim şu âyet bu hususu çok

güzel tasvir eder: “Gaybın anahtarları yalnızca

O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada

ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez

ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir

tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apa-

çık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i

Mahfuz’da) olmasın.”4 Bu âyette, Allah’ın ilmi-

nin sınırsız olduğuna dikkatlerimiz çekilmiştir.

Allah’ın ilminden hisselenen bir ilim adamı, gu-

rur ve kibre kapılarak O’na karşı müstağnî bir ta-

vır içine girmemelidir. Zira kök itibariyle ilim ve

belirti anlamına gelen âlem aynı kaynaktan gelir.

Bütün ilmî keşifler ve buluşlar Allah’ın varlığının

Page 15: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201014

ve birliğinin bir belirtisi ve alâmetidir. Bu sebep-

le “her bilenin üzerinde bir Bilen’in var olduğu”5

asla akıldan çıkarılmamalıdır.

Yüce Allah Her Şeyi Bilmektedir

Yüce Allah (c.c) sadece, açığa vurduğumu-

zu değil, gönüllerimizde gizlediğimizi de bilir.6

Onun için bir Müslüman Rabbimizin bize öğret-

tiği gibi şu şekilde dua edilmelidir: “Rabbimiz!

Şüphesiz sen, gizlediğimizi de, açığa vur-

duğumuzu da bilirsin. Yerde ve

gökte hiçbir şey Allah’a giz-

li kalmaz.”7 Her şeyi ya-

ratan Allah olduğuna

göre bizi de O yarat-

mıştır. “Hiç yarat-

tığını bilmez olur

mu? O’dur giz-

lilikleri bilen

Lâtif, Habîr.”8

Her şeyin anah-

tarları kendi

nezdinde olan,

kendisine hiç-

bir şey gizli olma-

yan Yüce Allah’ın

engin ilmi karşısında

bize düşen sorumluluk,

O’nun hoşnut olmayacağı

söz ve davranışlardan şiddetle

kaçınmak, itikadî, fikrî ve amelî ha-

yatımızı O’nun ilâhî talimatlarına göre düzenle-

mektir.

Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Allah (c.c)’ın “el-

Alîm” ismi, 153 yerde kendisine nisbet edilmiş ve

el-Esmâü’l-Hüsnâ’dan birçok isimle birlikte kul-

lanılmıştır. Elbette bu isimlerden bir kısmı O’nun

Celal, bir kısmı da Cemal yönünü ifade eder. el-

Alîm ismiyle birlikte kullanılan her bir isim kendi

bağlamında büyük hakîkatleri ve anlamları çağ-

rıştırır. Bazı misaller şöyledir:

“Hakîm Alîm”: “Doğrusu rabbin Hakîm’dir,

Alîm’dir.”9 Hakîm ismi Allah hakkında kullanıl-

dığında, “hükmeden, varlıkları en mükemmel

bir şekilde bilen ve yaratan, birbiriyle en uyum-

lu bir şekilde düzene koyan” anlamlarını kap-

sar.10 Hakîm olanın eylemi, hikmettir. Hikmet-

se, varlıkların en yücesini ilimlerin en faziletlisi

ile bilmektir. Varlıkların en yücesi şanı yüce olan

Allah’tır. Gerçekten Hakîm ile birlikte Alîm vas-

fının kullanılmış olması ne kadar anlamlıdır.

“Semî’ Alîm”: “O, Semî’/işitir ve Alîm/bilir.”11

İşitilmek türünden olan her şeyi işitmek, Yüce

Allah’ın kemal sıfatlarındandır. Her şeyi

sınırsız bir şekilde işiten elbette o

varlığın her şeyini bilir. Zira

işitmek bilmenin öncülü-

dür. Bu sebeple bir Müs-

lüman, Allah’ın bir

emaneti olan kulağı-

nı bir vasıta olarak

Allah’ın razı ol-

madığı konularda

kullanmamalıdır.

“Alîm Habîr”:

“Allah şüphesiz

bilen/Alîm’dir, her

şeyden haberder/

Habîr’dir.”12 Alîm,

aynı zamanda herşeyin

içyüzünü ve gizliliklerini

bildiğine göre, yarın kıyamet

gününde tek tek yaptıklarımız-

dan haber verecektir.

“Azîz Alîm”: “Bu Azîz olanın ve Alîm olanın

nizamıdır.”13 Aziz, mülkünde güçlü ve egemen

olan ve hiçbir şeyin kendisine galebe çalamadı-

ğı yegâne varlık anlamına gelir. Emsali bulunma-

dığı halde kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan bir

varlık, aynı zamanda engin bir bilginin mümessi-

li ve sahibidir. Bundan nefsine uyup, müstağnî ve

kibirli olan kimseler ders çıkarmalıdırlar.

İnsan, Sorumlu Tutulan Alanda Özgürdür

“Alîm Kadîr”: “O, Alîm’dir, her şeye

Kadîr’dir.”14 Burada Allah’ın bilmesi, her şeyi

Page 16: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

ezeli ilmiyle belirlemesi anlamına gelir. Her şeye

gücü yeten İlâhî kudret, ezelî ilmiyle birlikte in-

san iradesinin dışında bulunan şeyleri belirle-

miştir. İnsan bu konularda ancak tedbir alabi-

lir. Deprem, tsunami, sel baskınları vb. gibi tabiat

olayları başta olmak üzere, insan doğduğu yeri,

anne-babasını, fiziki yapısını, cinsiyetini, akıl gü-

cünü, dilini, derisinin rengini ve ecelini vb. gibi

hususları seçmemiştir, ilâhî kudret tarafından

önceden belirlenmiştir. İnsan bu konularda her

şeyi bilen ve her şeye egemen olan Allah’ın kade-

rine teslim olmalıdır.

“Hallâk Alîm”: “O, Hallâk/Yaratan ve Alîm/

Bilendir.”15 Hallâk, yaratmada süreklilik bildiren

ve yarattıktan sonra tekrar tekrar yaratan anla-

mına gelir. Elbette bizi yaratan Yüce Allah, bizim

her şeyimizi bilir. Yüce Allah’ın bilmesi, aynı za-

manda yaratması anlamına gelir. Bütün zaman-

lar için bir şeyi yaratmak, önceden onun mü’min,

kâfir şeklinde inancını belirlemek anlamına gel-

mez. Bunun misali de, Allah’ın bizi sorumlu tut-

tuğu konularda irade hürriyetine sahip olma-

mızdır. İnanç seçimi, ibadetleri yerine getirip

getirmeme, ahlakî değerlere uygun yaşayıp ya-

şamama gibi konularda insan yayıp ettiklerinde

hür bırakılmıştır. Neticesine katlanacaktır. Yüce

Allah’ın “Hallâk-Alîm” isimlerini bu bağlamda

değerlendirebiliriz.

“Fettâh Alîm”: “Adaletle hükmeden/

Fettâh, Alîm O’dur.”16 el-Fettâh, kapalı olan

her şey inâyetiyle açılan, her müşkil/zor, sorun,

hidâyetiyle giderilen İlâhî Zât’ın vasfıdır. Her

müşkil olanı O çözdüğüne göre aynı zamanda o

iş ve varlık hakkında bilgisi de sonsuzdur. İnsan,

Allah’ın en güzel isimlerinden olan el-Fettâh’ın

varlık alanında nice fetihlere kapılar açmak su-

retiyle tecellî edeceğini bilmeli ve O’nun Alîm ol-

duğunu da idrak edip fethe mazhar olabilecek

mânevî donanımları öncelikle yerine getirmeli-

dir. Gerisi, Allah’ın takdirindedir.

“Alîm Halîm”: “Allah Bilen’dir, Halîm’dir:”

Halîm, bilenin vasfıdır. Allah’ın en güzel isim-

leri arasında yer alan el-Halîm, kendisine isyan

edenleri ve emirlerine muhâlefet edenleri gördü-

ğü halde öfkesine kapılıp da hemen cezalandır-

mayan Allah’ın bir ahlâkıdır. Her şeyi bilen Allah,

kullarına karşı suçlarından ve hatalarından dö-

nerler diye süre vermektedir.

“Şâkir Alîm”: “Doğrusu Allah, Şâkirdir/şük-

rün karşılığını verendir ve Alîmdir.”17 Allah, eş-

Şekûr’dur. Allah’ın kullarına şükrü, onları gü-

nahlarından dolayı bağışlaması, amellerinin

karşılığını verip onları övmesidir. Allah’ın kul-

larını övmesinin mânâsı, kendisine içten gelen

bir duygu ve kabulle itâate teşviktir. İnsanların

O’na olan itâati, ister az olsun, isterse çok olsun,

önemli olan sürdürülür bir itâat olmasıdır. Kal-

dı ki, itâatin en saygıya değeri, az da olsa devamlı

olanıdır. Bu sebeple Allah’ın eş-Şâkir ve eş-Şekûr

ismini ahlak edinen bir Müslüman her daim şük-

rünü ve takdirini Yüce Mevlâ’nın bildiğini, kesin-

likle mükâfatını vereceğini hatırından çıkarma-

malıdır.

“Vâsi’ Alîm”: “Allah her yeri kaplar/Vâsi’ ve

her şeyi bilir-Alîm.”18 Allah’ın en güzel isimle-

ri arasında yer alan el-Vâsi’, O’nun kudret, ilim,

rahmet ve ilâhî lütuflarının her şeyi kaplayacağı

anlamını ihtiva eder. O’nun rahmetnin enginliği

ilmiyle bütünleştiğine göre bir insana düşen aczi-

ni itiraf edip, boyun bükmektir.

O halde Yüce Allah, Alîm’dir. O’nun ilmi her

şeyi kuşatmıştır. İnsan, gayret ve çabasıyla O’nun

ilminden istifade edebilir. Allah’ın ilmi, yerine

göre insan ve bütün varlığın kaderini belirlemesi,

yerine göre insan ve bütün varlığı yaratması an-

lamına gelir. Bu bağlamda insanlar özgür irade-

leriyle yapıp ettiklerinden hesaba çekileceklerini

asla unutmamalı ve ona göre yaşamalıdırlar.

15

* Prof. Dr.

1 Gazali, el-Esnâ, 58.2 Gazalî, a.g.e., s. 51.3 Bkz. 2/Bakara, 29, 215, 273, 282;

4/Nisâ, 176; 5/Mâide, 97.4 6/En’âm, 59.5 12/Yûsuf, 76.6 Bkz. 5/Mâide, 7. 7 14/İbrâhîm, 38. 8 67/Mülk, 14.

9 6/En’âm, 83, 128; 2/Bakara, 32.10 İsfehânî, el-Müfredat, 127.11 6/En’âm, 115.12 31/Lokmân, 34.13 6/En’âm, 96.14 42/Şûrâ, 50.15 36/Yâsîn, 81. 16 34/Sebe’, 26.17 2/Bakara, 158.18 2/Bakara, 115; 3/Âl-i İmrân, 73.

Dipnot

Page 17: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201016

Mevlânâ’nIn DİlİnDen MADDE VE MÂNÂ

SUlTAnlARI“Müritlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşitlerini örnek alması,

mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi, mensup olduğu

tarikatın edeplerindendir.”

Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

Page 18: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

17

Hidâyet ve

dalâlet ehli-

ni aynı potada

değerlendiremeyeceğimizi ifa-

de eden Mevlânâ, suret olarak

aynı ortamlarda gözükseler de

mânâları bakımından hidâyet

ve dalâlet ehlinin birbirinden

ayrı dünyaları paylaştıklarını

dile getirir. Dinleyenlerine ve

muhataplarına tavsiyede bu-

lunarak, “Kâmil bir velînin bir

hikmet gereğince yaptığı şeyi,

taklit yoluyla müridin küstah-

ça yapması caiz değildir.” der.

“Kamil velîlerin yaptıklarını biz

de yapabiliriz.” diyen müridle-

rin taklit çabaları ona göre, bi-

rer küstahlıktır. Böyle bir şey

uygun değildir. O bu durumun

gereğini şu şekilde beyan eder:

Helva hekime zarar vermez.

Hekim helvanın ne zaman ye-

neceğini, ne kadar yerse zararlı

olmayacağını, ne gibi sonuçlar

ortaya çıkaracağını bilir. Ama

aynı helva hastaya zarar verir.

Kar ve kıştan, olgun üzüme za-

rar gelmez ama koru-

ğa gelir. Çünkü

o, daha

yeni yetişmektedir. “Tâ ki Allah

senin için günahından, geçmiş

ve sonraya kalmış olanı mağfi-

ret etsin…” 1 âyet-i kerîmesinin

yüce mânâsının sırrına vakıf

değildir. Mevlânâ’nın diliyle

söyleyecek olursak;

“Eğer bir velî zehir içse o

panzehir olur. Mürid içse ze-

hirlenip dehşete düşer.”2

Şu bir gerçek ki, müridlik

mertebesinde bulunan isimle-

rin mürşiderini örnek alması,

mürşidinin tutum ve tavırlarına

göre hareket etmesi, mensup

olduğu tarikatın âdâbındandır.

Fakat mürşid-i kâmillerin bazı

hallerini müridin taklide kalkış-

ması, küstahlık kabul edilmek-

tedir. Çünkü henüz şeyhinin

kapasitesine ulaşmış değildir.

Bu durum peygamberin özel

hallerine ümmetinin takat ge-

tiremeyişine benzemektedir.

Örneğin Peygamber Efendimiz

(s.a.v) bazen visal orucu tutar-

dı. Ashabından bazıları da iftar

etmeden üst üste oruç tutma-

ya kalkıştılar. Peygamber Efen-

dimiz (s.a.v) onları uyarıp bu

tür hareketten onları men etti.

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasu-

lullah (s.a.v.) Ramazan ayının

sonunda oruçları vasletti (yani

hiç bozmadan birkaç gün ardı

ardına devam ettirdi). Onunla

birlikte halk da vasletti. Durum

Rasulullah’a ulaşınca; “Eğer

Ramazan ayı bizim için uzatıl-

saydı biz onu öyle bir vasleder-

dik ki derine dalanlar (aşırı-

lar) bundan (aşırılıklarından)

vazgeçmek zorunda kalırlardı.

Ben sizin gibi değilim. Ben göl-

gelenirim. Rabbim bana hem

yedirir hem de içirir.”3

Bu minvalde Hak dostları

da tecellîlere mazhar oldukla-

rı zaman vahdet âleminde ya-

şamaya; içerisinde bulunduk-

ları âlemin gereğince vahdet-i

vücûda dair sözler söy-

lemeye baş-

larlar.

Page 19: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201018

Bahsedilen mânâ âlemlerinde

yolculuk yapmadan benzeri

sözleri söylemeye kalkışmak,

kişiyi ucube konumuna düşü-

rür.4 Günahların kaynağı ki-

şinin izâfî varlığına bende ol-

masıdır. “Senin bedenin diğer

günahlarla kıyas edilemeyecek

günahtır.” denilmiştir. Mürid-

ler izâfî varlıklarının hükmü al-

tında kaldıkları için mürşid-i

kâmillerin hakîkî varlıklarını

taklide kalkışmaları felakettir.

Mevlânâ bu beyitte Hak

dostlarını doktora, onların söz

ve hareketlerini helvaya ben-

zetmektedir. Midesi sağlam

bir doktor helvayı afiyetle yiyip

hazmedebilmektedir. Ancak

midesinden rahatsız olan has-

ta helvayı hazmedemeyecek-

tir. Beyitte bahsedilen zehirden

maksat, dünya lezzetleridir. İçi-

len zehir velîdeki ilâhî sevgi-

ye gölge düşürmez. Fakat aynı

dünya lezzetleri, henüz yolun

başında olan, seyr u sülûkunu

tamamlamamış kişilerde kötü

tesirler meydana getirir.

Devlet İdarecilerini Bekleyen Tehlikeler

Kendilerini mânâ âlemi sul-

tanları ile eşdeğerde görenlerin

perişan hâllerine dikkat çeken

Mevlânâ, mülk âleminde de

benzer durumun geçerli oldu-

ğuna işaret etmektedir. Muk-

tedir olamayanların eline terk

edilen saltanat ve iktidar bir fe-

laket doğurmaktadır. Bunların

feci hâllerine acıyan Süleyman

(a.s.) da Hak’tan kullarını koru-

ması için şu şekilde niyazda bu-

lunmuştur:

“Süleyman Peygamberin

dileği, ‘Ey Rabbim! Benden

başkasına bu saltanatı ver-

me’ demek oldu. ‘Başkasına bu

devleti ihsan etme’ dedi. Bunu

hasetten sanırsan yanılırsın.

‘Lâ yenbagî’nin mânâsını iyi-

ce düşün. ‘Benden sonra…’ de-

yişte cimrilik yoktur. Hatta o,

saltanatta yüzlerce tehlikenin

mevcut olduğunu gördü. Dün-

ya saltanatı tamamıyla baş

korkusu, can kaygısıdır. Onda

can, baş ve din korkusu vardır.

Ey iman edenler! Bu bir öğüt

ve imtihandır.”5

Âyet-i kerîmede Allah (c.c.)

şöyle buyurmaktadır: “Süley-

man: ‘Rabbim! Beni bağışla;

bana, benden sonra kimsenin

ulaşamayacağı bir hükümran-

lık ver. Şüphesiz sen, dâimâ

bağışta bulunansın’ dedi. Bu-

nun üzerine biz rüzgârı onun

emrine verdik. Onun emriyle

istediği yere yumuşacık akar-

dı. Dalgıç ve yapı ustası şey-

tanları da… Ve daha diğerle-

rini de zincirlerde bağlı olarak

(onun emrine verdik.) ‘İşte bu

bizim bağışımızdır. İster ver,

ister (elinde) tut; hesapsızdır’

dedik. Doğrusu onun, bizim

katımızda büyük bir değeri ve

güzel bir yeri vardır.”6

Abdullah b. Amr b. Âs’ın

rivâyetiyle Peygamber Efendi-

miz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Süleyman İbn Dâvûd (a.s.)

Cenâb-ı Hak’tan üç şey istedi:

1. Kendisinden sonra hiç kim-

seye nasip olmayacak bir mülk

ve saltanat; Cenâb-ı Hak bunu

verdi. 2. Allah’ın adaletine uy-

gun düşecek, âdil hükümde bu-

lunma gücü istedi; Cenâb-ı

Hak onu da verdi. 3. Yine ta-

lep etti ki, bu Beyt’e (Mescid-i

Aksa’ya) ihlâsla yani sadece

namaz kılmak için gelen mağ-

firete mazhar olunsun.”7

Ebu Hureyre (r.a)’nin ri-

vayet ettiği bir başka hadis-i

şeriflerinde ise Peygamber

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyur-

maktadır: “Cinlerden bir if-

rit, dün akşam, namazımı

bozdurmak için üzerime atıl-

dı. Allah ona galebe çalma-

ma imkân verdi. Ben de onu

boğazından yakaladım. Hat-

ta onu, mescidin direklerin-

den birine bağlamayı arzu et-

tim, tâ ki sabah olunca hepiniz

onu göresiniz. Ancak, karde-

şim Süleyman (a.s.)’ın şu sö-

zünü hatırladım: ‘…ve benden

sonra kimseye nasip olmaya-

cak bir mülkü bana ihsan et’.8

Allah da onu hor ve hakîr ola-

rak geri çevirdi.”9

Hadiste de belirtildiği üze-

re Süleyman (a.s.) kendisinden

“Müridler izâfî varlıklarının hükmü altında kaldıkları

için mürşid-i kâmillerin hakîkî varlıklarını taklide

kalkışmaları felakettir.”

Page 20: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

19

başka hiç kimseye lâyık olma-

yan bir mülk ve saltanat ver-

mesini, Rabbi’nden dilemişti.

Allah (c.c.), duasını kabul edip

onu da kendisine verdi. İnsan-

ları, cinleri, kuşları ve rüzgârı,

ona uysal kıldı. Meclisine git-

mek üzere evinden çıktığı za-

man kuşlar, onun başının üze-

rinden ayrılmazlar, meclisine

vardığı zaman da insanlar ve

cinler kendisine kıyam eder,

tahtına oturuncaya kadar ayak-

ta dururlardı. Rüzgâr, Allah’ın

emriyle Süleyman (a.s.)’ın is-

tediği yere gidiş ve gelişini sağ-

lamakla kalmaz, aynı zamanda

herkesin konuştukları şeyleri

de ona iletir, haber verirdi.10

Süleyman (a.s.)’ın kendi-

sinden sonra kimseye verilme-

yecek saltanat istemesi haset

gibi görülebilir. Ancak bir pey-

gamberin haset etmesi aslâ dü-

şünülemez. Takip eden beyit-

lerde de gerekçesi anlatılıyor

ve Süleyman (a.s.)’ın saltanat-

ta pek çok tehlikeye şahit oldu-

ğunu, kendisinin maruz kaldı-

ğı bu tehlikelere başkalarının

düşmemesini istediğini belirt-

mektedir.11 Süleyman (a.s.)’ın

bu duası, aslında nefislerine

kapılanlara yönelik şefkat ve

düşkünlüğüdür.

Devlet adamları için hem

din hem de can korkusu vardır.

Adaletsiz bir yönetim gerçek-

leştirecek olsa günaha girme

korkusu olur. Adaletin gereğini

yapacak olsa bazılarını huzur-

suz kılacak ve onların intika-

mına maruz kalacaktır. Sultan-

lık ve emirlik çok büyük mihnet

ve zorlu bir imtihandır.12 Dün-

ya mülküne sahip olanlar çev-

resindekilerin hasedine maruz

kalır, baş tehlikesiyle karşı kar-

şıya gelirler. Hint şairlerinden

Mîr-i İlahî bu gerçeği bir gaze-

linde şu şekilde tasvir etmekte-

dir:

“Güneşin çıplak başına bir

zevâli yoktur.

Tâcın nasıl baş yediğini

şem’den sor!” 13

Yani mumun başında alev

nasıl mumu başından eritmek-

te ise saltanat tâcı da mumun

alevi gibi sahibinin başını yer.

Diğer yandan dünya işlerine

dalmalarından dolayı mülkün

gerçek sahibi Allah’tan gâfil

olmaları, ibadetlerini terk et-

meleri, benlik davasına koyul-

maları gibi mânevî tehlikelere

maruz kalırlar.

Maddî tehlikeler olmasa bile

Page 21: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201020

hizmet edenlerin çokluğu, em-

rine âmâde olanların pervâne

kesilmeleri, nice saltanat erba-

bını kibir ve gurura sevk etmiş-

tir. Saltanatın yol açtığı kibir,

gurur ve gaflet büyük manevî

tehlikelerdir. Böylesi manevî

tehlikelerle baş edebilmek için

Süleyman (a.s.) gibi himmeti

yüksek şahıs olmak gerekmek-

tedir.14

Devrin Sultan Süleyman’ı Olmak

Dünyanın süsüne kanmak,

saltanatın gücüne güvenmek,

madde âleminin basit kazanç-

ları ile yetinmek sonsuzluğu öz-

leyen insan ruhunu kasvete bü-

rümekte, insanın susuzluğunu

daha da artırmaktadır. Böylesi

acı hâllere düşenlere Süleyman

(a.s.) acımakta ve şu şekilde

şefâat dileğinde bulunmakta-

dır:

“Süleyman himmetinde ve

hasletinde biri olmalı ki bu yüz

binlerce renge ve kokuya el

sunmasın. Onda o kadar kuv-

vet ve kudret varken yine de

dünya saltanatından usanmış

idi. Saltanatın gam ve keder

olduğunu görünce cihan padi-

şahlarına acıdı. Şefâatçi olup

‘Rabbim! Bana verdiğin bu

saltanatı başkasına lâyık gör-

me. Bu mülkü, her kime lütfe-

dersen Süleyman odur. O Sü-

leyman da benim. O benden

sonra değil belki benimle be-

raberdir. İddiâsız (benim) ay-

nımdır’ dedi. Bunu şerh etmek

farz idi ama ben yine karı koca

hikâyesini anlatacağım.”15

2603. beyitte tasavvufî ter-

biyesini tamamlayamamış, kal-

bini tasfiye ve nefsini tezkiye

edememiş ham kişilerin kâmil

şahsiyetleri pervasızca tak-

lit etmelerinin sakıncasından

bahsetmişti. Süleyman (a.s.)

örneğinde durum açıklığa ka-

vuşturulmaktadır. Dünya sal-

tanatları, maddî otoriteler,

makam ve mevkiler nâkıs şah-

siyetlerin gururlarını okşar,

benlik davasına koyulmalarına

yol açar. Nitekim tarih dünya

hükümdarlarının acı akıbetleri-

ne şahitlik etmiştir. Dolayısıy-

la nâkıs şahsiyetler için dünyevî

makamlar birer zehir ve fe-

lakettir. Maddî imkânların,

dünyevî makamların, saltanat

ve otoritelerin bozamayaca-

ğı isimler insân-ı kâmillerdir.

Çünkü onlar saltanatın zehir-

leyemediği isimlerdir. Saltana-

tın kirli havası onları etkilemez.

Zira onlarda nefsânî sıfatlardan

eser kalmamıştır.

2610. beyitte şu âyetlere işa-

ret vardır: “Akşama doğru ken-

disine, üç ayağının üzerine

durup bir ayağını tırnağının

üzerine diken çalımlı ve safkan

koşu atları sunulmuştu. Süley-

man: ‘Gerçekten ben mal sev-

gisini, Rabbimi anmak için is-

tedim’ dedi. Nihayet güneş

battı. (O zaman:) ‘Onları (at-

ları) tekrar bana getirin’ dedi.

Bacaklarını ve boyunlarını sı-

vazlamaya başladı.”16

Âyette belirtilen Süleyman

(a.s) mülkünün dalgası gü-

zel atlardı. Bu güzel atları sey-

rederken kendinden geçme-

si, onun nefesinin tutulmasına

yol açtı. Burada peygamberle-

rin temaşasını sıradan isimle-

rin temaşası gibi görmek yan-

lıştır. Süleyman (a.s)’ın atlara

seyre dalması, ilâhî mazharla-

ra dikkat kesilmesi anlamına-

dır. Şehâdet âlemindeki eşya

ilâhî isim ve sıfatların birer

tecellîleridir.17 Peygamberler

isim ve sıfat tecellîlerine değil

zât tecellîsine dikkat kesilirler.

Bir âyet-i kerîmede; “….dün-

yadan da nasibini unutma…”18

buyrulurken, diğer taraf-

tan başka bir âyet-i kerîmede

“…Unuttuğun zaman Allah’ı

an…”19 denilmektedir. Esma,

sıfat ve zât tecellîsini temâşâ

eden, gaflete fırsat bırakmadan

Allah’ı zikredenleri Allah (c.c.)

âyet-i kerîmede şu şekilde tav-

sif etmektedir: “Onlar, ne tica-

ret ne de alış-verişin kendile-

rini Allah’ı anmaktan, namaz

kılmaktan ve zekât vermek-

ten alıkoyamadığı insanlardır.

Onlar, kalplerin ve gözlerin al-

lak bullak olduğu bir günden

korkarlar.”20

Alış-verişler ve ticarî ilişki-

ler kesret âleminde meydana

gelmektedir. Kesret âleminin

tüm aktiviteleri de ilâhî isim ve

sıfatlar dünyası olduğuna göre,

Hak dostları bu tür faaliyetle-

ri ile Hakk’ı zikirden uzak kal-

mış sayılmazlar. Onların bu

meşguliyetleri dünyaya dalmak

anlamına gelmemektedir. An-

cak onların teveccühleri isim

ve sıfatlara değil, dâimâ zât-ı

mahzâdır. Onlar isim ve sıfat-

lar âlemini perde olarak görür-

ler. Bu nedenle âyet-i kerîmede

Allah (c.c.), “Hatırla ki İbra-

him şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu

Page 22: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

21

şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl,

beni ve oğullarımı putlara tap-

maktan uzak tut!’ 21 buyurmak-

tadır.

2611. beyitte de belirtildi-

ği üzere Süleyman (a.s.) isim

ve sıfatların Zât’a hicap oldu-

ğunu görünce, kalbi gam tozu-

na bezendi. Kendisinden son-

ra gelecek dünya sultanlarına

acıdı. Çünkü Süleyman (a.s.),

onlarda kendilerini sûretler

âleminin etkisinden kurtara-

cak kuvvet olmadığını bilmek-

teydi. İlâhî huzurda dünya sul-

tanları için şefâat edecek olan

Süleyman (a.s.), “Allah’ım! Bu

mülk ve saltanatı, devlet san-

cağını benden sonra gelecek

şahlara ihsan edeceğin zaman,

bana ihsan kıldığın kemâl ve

kuvvet ile lütfeyle. Çünkü onlar

zayıftır. Bu suretler âleminin

fitnelerine dalar, nefsânî sı-

fatlarına mağlup olur ve seni

unuturlar.”22 ” niyazında bu-

lunmuştur.

Allah’ın saltanat verdi-

ği isimler, saltanatın fitnesine

dalmazlarsa Süleyman tabiat-

lı hâle gelmişler demektir. Sü-

leyman (a.s.) diliyle bu tip şah-

siyetler “benim ‘ayn’ım”dırlar.

Allah’ın metânet verdiği, ilâhî

kudretle ihsanda bulunduğu,

Allah’tan gayrıya meyletmeme

gücü verdiği kimseler, Süley-

man (a.s.)’ın dili ile, “Benden

sonra” gelenler ifadesine dâhil

edilemezler. Zira o kimseler

“Benim ile beraber olurlar.”23

Saltanatın fitnelerine aldan-

mayanlar Süleyman (a.s)’dan

sonra gelenler değil, bizzat Sü-

leyman (a.s)’ın tabiatında olan

kişilerdir. Onlarla Süleyman

(a.s.) arasında ikilik bulunmaz.

Onlar Süleyman (a.s)’ın ta ken-

dileridirler.

Özetle diyebiliriz ki, ehil in-

sanların elinde olduğu zaman

saltanat, insanlara huzur, iyilik

ve emniyet kazandıracaktır.

* Prof. Dr.

1 48/Fetih, 22 Mesnevî, I/ 26033 Buhârî, Savm 48; Temenni 9; Müslim, Savm 57-

60; Tirmizî, Savm 62.4 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1239.5 Mesnevî, I/ 26036 38/Sâd, 35-407 İbrahim Canan, “Mukaddime”, Kütüb-i Sitte

Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, An-kara1988, c. I, s. 137.

8 38/Sâd, 359 Buhârî, Salât 75, Amel fi’s-Salât 10, Bed’ü’l-Halk

11, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39.10 M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Di-

yanet vakfı Yayınları, 8. Baskı, Ankara 2004, c.II, s. 213-215.

11 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1242.12 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 124313 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 198.14 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 124315 Mesnevî, I/2609-261516 38/Sâd, 31-3217 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 199.18 28/Kasas, 77.19 18/Kehf, 24.20 24/Nûr, 3721 14/İbrâhîm, 3522 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 200.23 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 200.

Dipnot

Page 23: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201022

ASR-I SAADeTTen

ÜÇ MENKIBE “Yüce dinimiz İslâm’a göre olgun insan, inancını ve davranışlarını Allah (c.c)

ve Rasulü (s.a.v)’nün emirlerine göre ayarlamasını bilendir.”

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Page 24: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

23

Yüce dinimiz İslâm’a göre olgun in-

san, inancını ve davranışlarını Allah

(c.c) ve Rasulü (s.a.v)’nün emirleri-

ne göre ayarlamasını bilendir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) “Benim katım-

da en sevimliniz, ahlâkça en güzel olan ve çev-

resindekilerle hoş geçinendir. Ki, onlar herke-

si sever, herkes de onları sever. Benim katımda

en sevimsizleriniz ise kovuculuk yapan, dostla-

rın arasını açan ve temiz kimselerde kusur ara-

yanlarınızdır.”1 buyurmuştur.

Bu buyruk üzerinde biraz düşünürsek; Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in inananlara mutlu ve huzur-

lu bir insan olabilmeleri yolunda ne kadar veciz

ve anlamlı reçete yazdığını kavramış oluruz. Zira

insan sevgisi, ona değer vermek, hoşgörü sahibi

olabilmek, yüce ahlâkın, üstün eğitimin, kısaca

kâmil insanın vasfıdır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), âlemlere rah-

met olarak gönderilmiştir. Onun şefkat ve mer-

hameti sayesindedir ki, insanlar onun etrafında

toplanmış, düşmanlıkları unutarak birbirleriy-

le kardeş olmuş ve kaynaşmışlardır. Kendi öz kız

çocuklarını kuma gömecek kadar katı yürekli

olan bu insanların, onun terbiyesinde yetiştikten

sonra, değil insanlara, bütün canlılara şefkat duy-

maya ve onlara acımaya başlamışlardır. Başkala-

rının haklarına saygılı olmayı, onların görüş ve

düşüncelerini hoşgörü ile karşılamayı ve her za-

man gerçekleri araştırmayı o öğütlemiştir. Kötü

huyları atıp iyi huylar edinmenin, olgun kişi ol-

maktaki etkinliğine o dikkati çekmiştir. Başka-

larını rahatsız etmekten, yalan ve hezeyandan o

sakındırmıştır. Bütün bunlarda bizzat kendisi ör-

nek olmuş, söylediklerini önce kendisi uygula-

mıştır. Hiç kimse onun sözleri ile işleri arasın-

da bir aykırılık bulamamıştır. Yapmadığı bir şeyi

başkalarına yapın dememiş, terketmediği şeyler-

den başkalarını sakındırmamıştır. Bunun içindir

ki, Kur’an-ı Kerim, onun en güzel örnek ve uyula-

cak rehber olduğunu bildirmiştir.

Kötülüğe Kötülükle Mukabele Yoktur

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri

“Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler” adlı

eserinin 5. Hutbesinde, hoşgörüyle ilgili Asr-ı Sa-

adet döneminde geçen üç menkıbeyi sadeleştire-

rek sizlerle paylaşalım.

Birinci menkıbe Peygamberimiz (s.a.v)’in hoş-

görüsüne dair olup şöyledir:

“Nefisle savaşta kendini isbat eden¸ bir güreş müsabakasında

başpehlivana¸ “Oğlum elimden tut da beni kaldır.” deyince

elinden tutup kaldıramayan pehlivana¸ “Biz de nefsimizin

pehlivanıyız.” diyen Hulûsi Efendi Hazretleri¸ Dîvân’ındaki ilk

gazelin matla beytinde şöyle buyurur:

Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ

Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ”

Page 25: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201024

“Peygamberimiz (s.a.v)’in hizmetiyle şeref-

lenen mümtâz ashâbından Enes bin Mâlik (r.a.)

anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.v)’in hu-

zuruna bir Bedevî geldi, âlemlere rahmet Efen-

dimiz (s.a.v) Hazretlerinin kalın ve sert yünden

örülmüş aba olarak giymiş oldukları mübarek el-

bisesinin yakasından tutup şiddetle çekti. Elbise-

nin şiddetle çekilmesinden dolayı mübarek bo-

yunlarında kırmızılık eseri oluştu. O Bedevî böyle

yapmakla birlikte, elinde bulunan iki deveye işa-

ret ederek, ‘Şu develeri senin tasarrufundaki

Allah’ın mallarıyla yükle. Çünkü senin vereceğin

yabanın malı değildir, mal Cenâb-ı Hakk’ın ma-

lıdır ve ben de O’nun kuluyum.’ dedi. Böyle sert

konuşmasına karşılık, şefkat peygamberi olan

Efendimiz (s.a.v), hiç hiddet ve şiddet gösterme-

yerek ‘Bu yaptığın hareketten dolayı size kısas

olunur.’ diye hitap buyurdu. Bedevî ‘Olunmaz.’

dedi. Peygamberimiz (s.a.v) ‘Niçin olunmaz’ diye

sebebini sorduğunda, şöyle cevap verdi: ‘Çünkü

siz kötü ve fena işler ve kusurlara kötülükle mu-

kabele buyurmazsınız.’ yolundaki cevabına Sev-

gili Peygamberimiz güldü ve memnun oldu da,

devenin birine arpa ve birine hurma yükletilme-

sini emir buyurdu. Ne büyük afv, ne büyük mer-

hamet!”2

Öfkesini Yenen Pehlivandır

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Kuvvetli yiğit

bir pehlivan, herkesi yenen kişi değil, öfke anın-

da kendine hâkim olandır.”3 buyurmuştur. Zira

öfke sinirleri bozar, biyolojik ve ruhsal dengesiz-

liklere sebep olur. Bu durumdaki insan genellik-

le saldırgandır, kalp kırıcıdır. Oysa yüce dinimiz

İslâm, insanoğlundan affedici, bağışlayıcı ve mü-

tevazı olmasını ister. Kur’an’ı Kerim’de Cenab-ı

Allah mealen: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötü-

lüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki,

seninle arasında düşmanlık bulunan kimse san-

ki sıcak bir dost oluvermiştir.”4 buyurmuştur.

Hutbeler adlı eserin 5. hutbesinde bize ahlakî

öğütler veren bir kıssa nakledilir ki şöyledir:

“Bir gün Hz. Ali (r.a) sahrada yalnız başına

Page 26: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

2525

iken bir kâfir pehlivanla karşılaşır. Onun ham-

lelerine karşılık vererek Allah’ın yardımıyla ga-

lip gelir. O pehlivanı yıkıp göğsünün üzerine

oturur. Başının kılıcıyla kesmek için kılcını çe-

ker. O Pehlivan. ‘Er olan bastığını boğazlamaz ya

Ali’ der. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) onu serbest

bırakır. Bu halden kurtulan kâfir pehlivan yeni-

den İmam Ali’ye ansızın saldırır. Hz. Ali (r.a) bu

defa da onu sırtının üstüne yıkar. O yine tazarru

edip, ‘Ya Ali, seni mürüvvet ma’deni, derler, bana

aman ver, beni serbest bırak.’ der. İkinci defa ser-

best bırakır. Kâfir pehlivan bir fırsat bulup İmam

Ali’ye yine hamle eyler. Üçüncü defa yıkıp, başını

kesmek üzere iken, kâfir pehlivan görür ki, daha

aman dileyemeyecek, bari bu halde bir ihanet et-

miş olayım diye, mübarek güzel yüzüne, hâşâ tü-

kürür. İmam bu hâlinde kâfiri koyuverip, ‘Yürü

âzâdsın, git.’ der. Hayretler çinide kalan pehli-

van sual eder: ‘Ya Ali ben üç defa sana hıyanet

ettim, sonunda bunun gibi bir ihanet daha ettim,

eğer senin yerinde ben olsam öfkemden seni par-

ça parça ederdim, sebep ne oldu ki sen beni ser-

best bıraktın.’ İmam Ali cevap verir: “Bizim ga-

zamız iki türlüdür, birisi senin gibi kâfire gaza

etmektir ki, Allah rızası için olur ve birisi de nef-

simizle gazadır ki, ona muhalefetle olur. Seninle

savaşmam Allah rızası içindi. Ne zamanki benim

şahsıma ihanet ettin, eğer o halde öldürsem seni

nefsim için öldürmüş olurdum ve nefsim buna

yol bulup galebe etmiş olurdu, onun için seni

âzâd ettim. Nefsimi bastım ve gazâ-yı ekber etmiş

oldum. Senin gibi kâfirlerin zararından, mü’mine

nefsinin zararı daha çoktur.’ O anda bu sözleri işi-

tip ve kalbinde hidayet güneşi doğup, ‘Ya Ali bana

İslâm’ı tebliğ et. Yakîn bildim ki dininiz hak din

imiş.” dedi ve Müslüman oldu.”5

Bir gün Yüce Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna

bir kişi gelerek kendisine öğüt verilmesini talep

eder. Peygamberimiz (s.a.v) o kişiye : “Öfkelen-

me” buyurur. Gelen adam tekrar öğüt ister. Fakat

her defasında Hz. Peygamber (s.a.v.): “Öfkelen-

me, öfkelenme” diye nasihatte bulundu. Çünkü

sıhhatli karar vermenin, dengeli olmanın şartla-

rından birisi de sinirlerin sıhhat içinde olması-

dır. Hâlbuki öfke sinirleri bozar. Bu durumda in-

san normal değil, hastadır. Sinirleri bozuk öfkeli

bir insana yerinde olmayan küçük bir müdahale,

bazen bir cinayet bile işletebileceği gibi yerinde,

zamanında ve yapıcı bir müdahalede çok iyi ne-

ticeler verebilir. Gayesi insanı dünya ve ahirette

mutlu etmek olan İslâm, daima huzur ve dayanış-

madan yana olmuştur.

Hz. Hüseyin (r.a)’in Hizmetçiyi Affetmesi

Peygamberimiz (s.a.v)’in etrafında yaşayan ve

yetişen sahabî efendelerimiz onun güzel ahlakıy-

la ahlaklanmış, her zaman topluma örnek olmuş-

lardır. Hutbeler adlı eserin 5. hutbesinde geçen

üçüncü menkıbe ise Hz. Hüseyin (r.a) Efendimi-

zin menakıbıdır. Yazımızı onunla bağlayalım:

“Peygamberimiz (s.a.v)’in torunu, Hz. Fatıma

(r.ah.)’nın ciğerparesi Hz. Hüseyn-i müctebâ, bir

gün ashâb-ı kirâma topluca ziyafet vermişti. Hiz-

met edenlerden birisi, sofraya hizmet esnasında,

her nasılsa eli titreyerek sıcak bir yemeği İmam

Hüseyin’in mübarek başlarına döktü. Hz. Hü-

seyin (r.a) biraz sert bir şekilde hizmetkâra ba-

kınca, hizmetkâr korkup lisanından Âl-i İmrân

suresinin, 134 ayetinin kelimeleri olan şu ifade-

ler döküldü: ‘Vel kazîmîne’l-ğayz.’ (Öfkelerini

yutarlar.) Hazret-i İmam tebessüm edip dedi:

‘Kazm-i gayz ettim/Öfkemi yuttum.’ Hizmetkâr

devam etti : ‘Ve’l âfîne ani’n-nâs.’ (İnsanları af-

vederler.) Hazret-i İmam bu defa da: ‘Afv kıl-

dım.’ buyurdu. Hizmetkâr devam etti: ‘Va’llâhu

yuhibbû’l-muhsinîn.’ (Allah iyilik edenleri se-

ver.)6 . Hazret-i İmam-ı Hüseyin (r.a) şöyle ce-

vap verdi: “Seni malımdan âzâd ettim/ kölelikten

serbest bıraktım ve mâişetini/ bütün geçim mas-

raflarını kendi zimmetime lâzım kıldım/ bundan

sonra ben karşılayacağım.”7

1 Seçme Hadisler, s. 10. H.No: 11.

2 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hut-

beler, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) s. 17, Na-

sihat Yay., İstanbul, 2006.

3 Sahih-i Müslim, H No: 2609

4 41/Fussilet, 34

5 Ateş, Hutbeler, s. 18.

6 3/Âl-i İmrân, 134

7 Ateş, Hutbeler, s. 19.

Dipnot

Page 27: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

AİleDe SevgİYe DAYAlI AİleDe SevgİYe DAYAlI

İleTİŞİMİleTİŞİMAralık 201026

EğitimMehmet Zeki AYDIN*

Page 28: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

27

“İlgi ve bağlılığın olmadığı yerde sevgiden bahsetmek

mümkün değildir. İlgi ve bağlılık fedakârlığı

göstermektedir bu nedenle, seven insan sevdiği

insan için fedakârlık eder, ilgili olur, bağlı olur. Sevgi

gönüllerdedir ama orada kalmaz davranışlarımızla

yaşanır. Gönlümüzdeki sevginin somut sonuçları

davranışlarımızda görünür, buna sevginin gösterilmesi

veya ifade edilmesi diyebiliriz.”

Son yıllarda top-

lumumuzda sev-

ginin azaldığı ve

şiddetin arttığı çokça dillendi-

rilmektedir. Gerçekten de med-

yada annesini öldüren çocuklar,

çocuğuna eziyet eden babalarla

ilgili birçok haber yer almak-

tadır. Buna karşı başta okul-

larımız olmak üzere şiddetle

mücadele programları yürütül-

mektedir. Yanlışı yani şiddeti

gündemde tutmak yerine sevgi

üzerinde durmak ve sevgiyi an-

latmak daha iyi olacaktır.

Sevgi, Allah’ın insanlara

verdiği en büyük nimetlerden

biridir. Her insan hayatı bo-

yunca çok sevdiği, güvendiği,

yakın hissettiği kişilerle birlik-

te olmak ister. Allah’ın verdiği

nimetlerin birçoğu, asıl değe-

rini, gerçek sevgilerin ve dost-

lukların yaşandığı ortamlarda

bulur. Dinimize göre, evrenin

yaratılışı bile sevgi üzerine ku-

rulmuştur. “Allah dilemeseydi

yaratmazdı, sevmeseydi de di-

lemezdi.”

İnsan, çevresindeki insan-

lar, hayvanlar, bitkiler ve cansız

varlıklarla bile bir tür iletişim

ve etkileşim içindedir. Tüm iliş-

kilerimiz sevgi ve saygı üzerine

kurulmalıdır. Zaten insan fıtra-

tı gereği, sadece insanları değil

çevresindeki her varlığı sevmek

ister. Belki bazı şartlar ve olay-

lar bizi rahatsız edebilir ama

kimse sertliği, zorluğu yani şid-

deti istemez. O hâlde insan ola-

rak tüm varlıklarla etkileşim ve

iletişimimizi sevgi ve saygı üze-

rine kurarsak hem rahat hem

mutlu oluruz. Çünkü Allah in-

san fıtratını, sevmekten ve se-

vilmekten zevk alacak, dostluk-

tan ve yakınlıktan hoşlanacak

şekilde yaratmıştır.

Sevgi ve saygının sosyal ha-

yatımızda önemli bir yeri inkâr

edilemez. Sevgiden saygı ortaya

çıkar yani saygı sevginin bir so-

nucudur. Peki, sevgi nedir? Sev-

gi nerede bulunur? Sevgi, Türk

Dil Kurumu sözlüğünde, insan-

ları bir şeye veya bir kimseye

karşı yakın ilgi ve bağlılık gös-

termeye yönelten duygu olarak

tanımlanmaktadır. Bence bu-

radaki insanları yerine canlıları

demek daha isabetlidir. Çünkü

sevgi sadece insanlarda değil

hayvanlarda da bulunmaktadır.

Sevgide bir hoşlanma söz

konusudur ancak, sevgiyi ba-

sit hoşlanma duygusundan ayır-

mak gerekir. Örneğin, güzel bir

çiçek görürüz hoşlanırız, bir el-

bise görürüz hoşumuza gider,

güzel bir söz, bir insan hoşu-

muza gider ama hoşumuza gi-

den her şeyi sevmemiş olabiliriz.

Sevginin özünü, ilgi ve bağlılık

oluşturur. İlgi ve bağlılığın ol-

madığı yerde sevgiden bahset-

mek mümkün değildir. İlgi ve

bağlılık fedakârlığı göstermekte-

dir bu nedenle, seven insan sev-

diği insan için fedakârlık eder,

ilgili olur, bağlı olur. Sevgi gö-

nüllerdedir ama orada kalmaz

davranışlarımızla yaşanır. Gön-

lümüzdeki sevginin somut so-

nuçları davranışlarımızda görü-

nür, buna sevginin gösterilmesi

veya ifade edilmesi diyebiliriz.

Page 29: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201028

Seven insan, sözleriyle ve

davranışlarıyla bunu gösterir

yani sevgisini yaşar. Sevgi dil-

leri de denilen sevginin ifade

yollarının başında, tatlı dil gü-

ler yüz gelir. Seven insan sevdi-

ğiyle birlikte olmak ister. Seven

insan paylaşarak mutlu olur.

Sevginin ifade yollarından biri

de hediyeleşmektir. Hediye-

de önemli olan maddi bir yarar

elde etmekten çok, karşımızda-

kinin bizle ilgilenmesi, değer

vermesi, hatırlaması önemli-

dir. Seven insan, karışındakini

anlamaya çalışır. Anlamaya ça-

lışınca onun sadece yanlışlarını

ve kötü yönlerini değil iyi yön-

lerini de görür. Seven insan ba-

ğışlar. Seven insan, sevdiğinin

yanlışını görünce üzülür ve onu

düzeltmek için gayret eder.

Sevgi paylaştıkça azalma-

yan, bitmez tükenmez bir ha-

zinedir. Ancak diğer yönden

sevgi bir çiçeğe benzer. Nasıl

çiçeğe ilgi ve bakım gerekliyse,

sevginin de bakıma ihtiyacı var-

dır. İlgilenilmeyen, suyu güb-

resi verilmeyen, güneş görme-

yen çiçeğin solduğu gibi, kendi

hâline terk edilen sevgi de so-

lar, zayıflar. Sevginin en önemli

ifade biçimi güzel söz söylemek

ve sevecen davranmaktır. Her

yerde gülünmez ama her yerde

gülümsenebilir. Geleneğimizde

gülümsemek sadaka kabul edil-

miştir.

Sevgi ve saygının ifade edi-

lişin bir diğer şekli de selam-

laşmaktır. Selamlaşmak, ka-

rışımızdakine, saygımızı ve

güvenimizi ifade etmektir. Bu

nedenle, karşılaştığımız herke-

se güler yüz göstermeli ve se-

lam vermeliyiz. Selamlaşma-

nın güzel olduğunu hepimiz

kabul ederiz ama bazen alışve-

riş yaptığımız bakkala, market-

teki görevliye, bindiğimiz toplu

taşım aracındaki sürücüye gü-

ler yüzle bir selam vermeyi ak-

letmeyiz. Efendimiz buyuruyor

ki: “Siz iman etmedikçe cenne-

te giremezsiniz, birbirinizi sev-

medikçe de iman edemezsiniz.

Size, birbirinizi sevdirecek bir

şey söyleyeyim mi? Aranızda

selamı yaygınlaştırınız.”

Sevgi insanın temel ihti-

yaçlarından biridir. İnsanın

yeme, içme, uyuma gibi temel

fizyolojik ihtiyaçlarından son-

Page 30: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

29

ra en önemli ihtiyacı güvenlik-

tir. Bunu, ait olma ve sevgi ihti-

yacı takip eder. Herkes sevmek

ve sevilmek ister. Patolojik de-

recede hasta olmayan her canlı

sevgiye karşılık verir. Hepimiz

sevilen bir kedinin ve köpeğin

nasıl hoşnut ve memnun oldu-

ğunu görmüşüzdür. Hatta bit-

kilerin bile sevgiden etkilendi-

ği söylenmektedir. Bu nedenle

insanın sevmek ve sevilmekten

hoşlanmaması, mutlu olmama-

sı düşünülemez. Kim sevmeyi

sevilmeyi istemez. Hepimiz is-

teriz ama sevgimizi yaşaması-

nı ve ifade etmeyi, göstermeyi

bilmeyiz. “Çiçek ve çocuk sev-

meyen kişide psikolojik bir has-

talık vardır.” sözünü hatırlıyo-

rum.

Her tür iletişim gibi aile içi

iletişim de sevgi ve saygı üze-

rine kurulmalıdır. İki insa-

nın birbirlerine karşı saygısız-

ca davranmaları çirkindir. Ama

birbirlerine eş olmuş iki insa-

nın birbirlerine saygısızlıkla-

rı hem çirkindir, hem de üzü-

cüdür. İyi bir çocuk yetiştirmek

isteyen eşler, öncelikle kendile-

ri için sonra çocukları için bir-

birlerine saygılı olmayı asla

terk etmemelidir. Çocuk, neza-

keti, sevgiyi, saygıyı önce anne

babasında görmelidir. Karşılık-

lı saygıya dikkat edilmediğinde

tartışma ve kavga potansiyeli

büyür. Saygısızlık, eşleri incite-

ceğinden küskünlük, içe kapan-

ma, iletişimden kaçınma gibi

sonuçlar doğurabilir. Saygısız-

lık, düştüğü yerde kalmayan,

kendini büyüten, her şeyi kap-

layan ve sevgiyi yok eden bir le-

kedir.

Her ilişkide olduğu gibi eği-

tim de sevgiye dayanan ilişkile-

rin önemi açıktır. Eğitimin te-

meli sevgidir denilmiştir. Sevgi

ilkesi insan eğitiminin temel il-

kelerinden biridir. Şefkat gö-

ren çocuk, sevgi ortamı içinde

yetişeceği için özgüven duygu-

su daha kolay gelişecek ve iyilik

kavramı onun zihin dünyasın-

da yeterince yerini bulacaktır.

Çünkü şefkat sahibi anne baba,

çocuk için sevgi objesi hâline

gelmekte ve çocuk onları mem-

nun etmek için kendi çevresine

de olumlu yaklaşmaktadır. Ay-

rıca ailesiyle özdeşleşme süresi

içinde anne babanın özellikle-

rini kendinde toplayarak, onlar

olmadığı zaman bile çevresine

saygı göstermektedir.

Kişinin, sevdiği kimsenin

veya kendisini seven kimsenin

sevgi ve güvenini kaybetmemek

için, onun hoşuna gidecek dav-

ranışlarda bulunduğunu hepi-

miz biliriz. Bunun devam et-

mesi hâlinde kişi, zamanla

kişiliğini, o kimsenin arzu et-

tiği bir yönde geliştirmektedir.

Kuşkusuz, bunun tersi durum-

larda da çocuk, istenmeyen ha-

reketleri yapmaya devam ettiği

gibi, bazen sevmediği kişilerin

isteklerinin tam tersini de ya-

pabilmektedir. Eğitim sırasın-

da çocuğun, sevgi ve güven ih-

tiyacına duygusal güven adı

verilmektedir. Buna göre ço-

cuk, doğru olmayan hareketle-

rinden dolayı azarlandığı veya

cezalandırıldığı zaman bile

bunu yapan kimsenin kendisi-

ne karşı olan sevgi ve şefkatini

kaybetmediğinden emin olmak

ister. Bunun için eğitici, çocu-

ğun bu duygusal güvenini ka-

zanmaya önem vermelidir.

Eğitim sırasında, çocuğa

gösterilecek sevgi ve güven,

hem eğiten kişiye hem de eğiti-

len kişiye bir rahatlık verecek-

tir. Bu rahatlık içinde çocuk,

verileni daha iyi alır. Çocuğa

yapılan baskı, dayak, korkut-

ma gibi cezalandırıcı önlem-

ler, sevgi ve güven ortamını za-

yıflatır veya yok edebilir. Böyle

davranışlar, geçici bir süre,

bazı yanlışlara engel olsa bile,

kalıcı davranış değişikliğine

sebep olamaz. Belki, eğitilen

kişinin, kendisini eğitmeye ça-

lışan anne, baba ve öğretme-

nine kin ve nefret duymasına

neden olabilir. Çocuk, kendi-

si hakkında iyi duygular bes-

lemediğini, kendisini sevme-

diğini düşündüğü bir kişinin

kendisini cezalandırmasını ko-

lay kolay kabul edemez. Çocuk,

niçin cezalandırıldığını bilmeli

ve bu cezayı hak ettiğini hisset-

melidir.

Sevginin sürekli olması ge-

rekir, sadece küçükken olma-

sı yeterli değildir. Nitekim ço-

cukken gösterilen sevgi, ilgi ve

yakınlığın, belli bir yaştan son-

ra istenilen düzeyde ve nitelik-

te olmaması gençlerin, uyuş-

turucu alışkanlığına, yıkıma,

kıyıma, hırsızlığa, saldırganlı-

ğa, insanları birer araç olarak

görmeye, bencilliğe, intihara

vb. iten önemli nedenlerden

biri sayılabilir. Diğer yandan,

aşırı ilgi, baskı ve denetim, ço-

cuğu pısırık, içe kapanık, kor-

kak, çekingen, kendine güve-

ni olmayan, hakkını aramayan,

Page 31: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201030

görüşünü savunamayan insan

hâline getirebilir.

Anne babanın çocuğa kar-

şı duyduğu sevgi doğuştandır.

Ancak, anne baba, çocukları-

na karşı doğuştan getirdikleri

sevgisini bilinçli olarak yansıt-

malıdır. Sevgiyi yansıtmanın

yollarından biri, dil ile kişiyi

sevdiğimizi söylememizdir. Bu-

nun yanında sevgiyi belli etme-

nin diğer bir etkili yolu da sev-

diğimiz kişiyle ilgilenmek ve bu

ilgiyi göstermektir. Anne baba,

çocuğuna sevdiğini, yakınlığı-

nı, önemli olduğunu hissettir-

melidir. Bu duygu, bağlılığın,

güvenin, girişkenliğin hareket

kaynağıdır. Ailesinin kendisi ile

ilgilenmesinden mutluluk duy-

duğunu hisseden çocuk, onlara

ulaşılabileceğini, konuşabile-

ceğini, paylaşabileceğini düşü-

nür.

Sevgiden sorumluluk ve say-

gı doğmalıdır. Sorumluluk ve

saygı, iyi bir iletişimi ve uyumu

beraberinde getirir. Zaten sağ-

lıklı bir iletişim olmadan göste-

rilen sevgi, her zaman iyi sonuç

vermeyebilir. Çocuğunu çok se-

ven anne baba onun iyiliği için

çok katı ve baskıcı davranabilir

ve çocuğuna hayatı zehir ede-

bilir. Bazen de aşırı sevgi, ço-

cuğu disiplinsiz, şımarık ve söz

dinlemez bir duruma getirebi-

lir. Bazı anne babalar, hoşgörü

ile boş vermeyi birbirine karış-

tırmışlardır. Aşırı sevgi şımar-

tır, bencil, söz dinlemez yapar.

Sevmede kararlı ve dengeli ol-

mak gerekir.

Sevginin bir sonucu da şef-

katle davranmaktır. Şefkat, acı-

yıp esirgeme, sakınma, esir-

geyerek sevme anlamlarına

gelir. Şefkat duygusunda, baş-

ka bir insanın hoş olmayan bir

durumla karşılaşmasında acı-

yı paylaşma ve onların acıları-

nı paylaşması söz konusudur.

Çocuğa şefkat, onun başına hoş

olmayan bir durumun meydana

gelmesini önlemeye çalışmak,

böyle durumla karşılaştığın-

da ondan kurtulmasına yar-

dım etmek demektir. Peygam-

ber (s.a.v) Efendimizden, şefkat

konusunda birçok hadis rivayet

edilmiştir. Biz biliyoruz ki: Hz.

Peygamber (s.a.v), ailesinde, eş

ve çocuklarına karşı insanların

en müşfiki idi.1

Çocuk eğitiminde sevginin

rolü üzerinde o kadar çok du-

rultur ki, bazen bu durum anne

babalarda kendi niteliklerini,

duygu ve davranış tarzlarını bir

kenara bırakmaya sebep olur.

Normal olmayan bu durum, gi-

derek hem anne babada hem de

çocukta bıkma ve usanma mey-

dana getirir.

Anne ve babanın sevgi ve il-

gisinden yoksun olarak büyü-

yen çocuklar, büyük bir sevgi

açlığı duymakta ve bu açlık ile

birtakım davranış bozuklukla-

rı göstermektedirler. Oturmak,

yürümek gibi becerilerde, ye-

mek yemek ve temizlik alış-

kanlıklarında olumsuzluklar,

konuşma bozuklukları, zihin

gelişiminde gecikme, dikkati-

ni toplamada güçlük, başkaları

ile başarılı ilişkiler kuramama,

içedönüklük, bencillik, saldır-

ganlık vb. sevgisizliğin sonuç-

larındandır.

Çocuğa sevgi ve şefkat gös-

termeyen anne baba, büyük

yanlışlık yapmaktadır. Çocuk,

genç, yetişkin herkes, sevme-

diği bir kişiden iyi de olsa bir

şeyler öğrenmek istemez. Zorla

davranış değişikliği oluşturula-

maz. İnsan, zorla belki iyi görü-

nen davranışlarda bulunabilir,

ancak buna iyi ve ahlâkî dav-

ranış diyemeyiz. Çünkü ahlâkî

iyiliğin en önemli özelliği, iste-

yerek irade ile yapılmış olması-

dır.

Aile, insanın doğup büyüdü-

ğü kutsal bir ortamdır. Bu kut-

sallığın temelinde sevgi, say-

gı, şefkat, merhamet ve acıma

duygusu vardır. Hepimizin kal-

dığı bir yer vardır, orası bizim

“Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi, saygılı olmayı, doğayı,

hayvanları, insanları sevmeyi ailemizden öğreniriz.

Küçüklerimizi sevmeyi, büyüklerimizi saymayı bize

ailemiz öğretir Toplum içinde nasıl davranmamız

gerektiğini, kötülüklerden nasıl korunacağımızı

ailemizden öğreniriz.”

Page 32: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

31

yuvamızdır. İnsanların kaldık-

ları yerlere ev deriz. Ancak aile

bireylerinin yaşadıkları yerlere

yuva denir. Aile yuvalarına, aile

ocağı da denilmektedir. Aile yu-

vası ve aile ocağı gibi deyimler,

insana rahatlık ve güven duy-

gusu veren, sıcaklığını hisset-

tiğimiz yerler anlamında kul-

lanılmaktadır. O hâlde, içinde

yaşadığımız binaların maddî

yapısına ev derken, içinde yaşa-

dığımız manevî ortama da aile

yuvası veya aile ocağı diyoruz.

Aile bireyleri olarak, ailemizde

sevinçlerimizi paylaşır, iyi gün-

lerimizde hep birlikte güler, eğ-

leniriz ve sıkıntılı günlerimizde

hep beraber üzülür, sorunları-

mıza hep beraber çözümler ara-

rız. Sevinçler paylaşılınca artar,

sevinçlerimizi ailece paylaşarak

daha çok seviniriz. Aynı şekil-

de üzüntülerimizi, paylaştıkça

daha kolay unuturuz. Örneğin,

gördüğü güzel bir manzaradan

zevk alan bir insan, duyduğu

heyecanı sevdiği biriyle paylaş-

mak ister. Aynı şekilde en muh-

teşem ziyafet sofrası ya da en

güzel, en şatafatlı ev bile, tek

başınayken bir insana çok faz-

la çekici gelmeyebilir.

Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi,

saygılı olmayı, doğayı, hayvan-

ları, insanları sevmeyi ailemiz-

den öğreniriz. Küçüklerimizi

sevmeyi, büyüklerimizi sayma-

yı bize ailemiz öğretir Toplum

içinde nasıl davranmamız ge-

rektiğini, kötülüklerden nasıl

korunacağımızı ailemizden öğ-

reniriz. En güzel örnek Efendi-

miz (s.a.v)’in ailesindeki dav-

ranışlarını anlatırken, İbrahim

Canan Hoca Sevgide Aleniyet

başlığında şöyle demektedir:

“Çocukları seven Hz. Peygam-

ber (s.a.v) sevgisini fiilleriyle

ortaya koyduğu gibi bizzat söz-

leriyle de açıkça ifade etmiş-

tir. Pek çok rivayet Hz. Hasan

(r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’i ku-

caklayıp öptükten sonra: “Ya

Rabbi ben bunu (veya bu iki-

sini) seviyorum, sen de sev.”

dediğini teyit etmektedir. Hz.

Enes (r.a)’den gelen şu riva-

yet diğer çocuklara da aynı şe-

kilde davrandığını ifade eder:

“Hz. Peygamber (s.a.v) düğün-

den dönen çocukları ve kadın-

ları görmüştü, onlara yönele-

rek: “Vallahi sizler bana halkın

en sevgili olanısınız, valla-

hi sizler bana halkın en sev-

gili olanısınız.” der. Kafilenin

içerisinde hizmetçilerin de bu-

lunduğunu anlatan Müsned’in

bir rivayetinde: “Allah’a an-

dolsun sizleri seviyorum.” der.

Yine bir rivayette Berâ (r.a) an-

latıyor: “Hz. Ebu Bekir (r.a) Hz.

Aişe (r.anh)’ya uğradı. Hz. Aişe

(r.anh) hummaya yakalanmış,

hasta idi. “Kızım, nasılsın?”

diye hatırını sordu ve yanağın-

dan öptü.”2

* Prof. Dr.

1 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay., 1988 Ankara, cilt:2 s.507.

2 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay., 1988 Ankara, cilt:2 s.511.

Dipnot

Page 33: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201032

gİTTİ ÖMÜRDen BİRgİTTİ ÖMÜRDen BİR

YAPRAKYAPRAK

KültürEnbiya YILDIRIM*

Page 34: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

33

Değerli okur!

Şu an kaç ya-

şında olursak

olalım, geçmiş günler bir ha-

yal gibidir. Bazen zihnimizden

geçip giden mazi için “Gerçek-

ten yaşadım mı acaba?” dedi-

ğimiz bile olur. Zira kala kala,

sadece hatıralar kalmıştır eli-

mizde. Doğrusu insan gençlik

yıllarında ömrünün nasıl geçip

gittiğini fazla fark edemez; an-

cak kırklı yıllara ulaşmasının

ardından geçmiş ve geleceğin

hesabını iyi yapmaya başlar.

Çünkü ona bunu düşündürte-

cek çok şeyle yüz yüzedir ar-

tık. Zamanın çok çabuk geçip

gittiğinin işaretleri etrafını ku-

şatmıştır. Gözlük kullanmaya

başlamıştır, belinden ve vücu-

dunun bazı bölgelerinden ağ-

rılar hissetmektedir, şakakları-

na aklar düşmüştür, başındaki

saçlar hızla dökülmeye başla-

mıştır. Bu nedenle akşamları,

“Bugün de ömürden bir yaprak

yırttık.” gibi şeyler söylemenin

zamanı çoktan gelmiştir. Ni-

tekim akşam olup karanlık çö-

künce, “Doğum tarihinden bir

gün daha uzaklaştım, ölüm ta-

rihine bir adım daha yaklaş-

tım.” deyip günün muhasebesi-

ni yaptığı olur.

Bu şekilde âhiret yevmiye-

mizi hesap ederken, gün bo-

yunca yaşadıklarımızı gözümü-

zün önünden geçiririz. Nasıl bir

kulluk yaşadığımızı anlamaya

çalışırız. İnsanlarla olan ilişki-

lerimizde ne kadar dürüstüz,

doğru sözlü müyüz, kimsenin

kalbini kırdık mı, hayata bir artı

değer katabildik mi ve her şey-

den önemlisi de yaradanımıza

olan kulluk görevlerimizi hak-

kıyla eda edebildik mi? Bunları

ifa ederken kendimizi ibadetle-

rimize verebildik mi yoksa üze-

rimizdeki bir borcu bir an önce

indirmek için usûlen bir şeyler

mi yaptık? Bir günümüzü ken-

dimizle baş başa kaldığımız bir

akşam karanlığında bu şekilde

tarttığımızda, defterini kapat-

tığımız o günün hâsılasının ne

olduğunu az buçuk anlarız. Ve

bu, geçmiş bütün bir hayatımızı

nasıl ve ne yönde harcadığımı-

zı anlamamıza yardımcı olacağı

gibi gelecek günleri daha iyi ge-

çirmemizi de sağlar.

Bu hesabı yaparken şunu an-

larız: Hayatımız geçip giderken

bize sormuyor, geçeyim mi du-

rayım mı diye. Öyle veya böyle

geçiyor. Ve bu dünya, bizim gibi

milyarlarca insanın hayatını tü-

kettiği gibi, bizlerin yaşamını

da bir gün tüketecek. Bunda hiç

kuşku yok. Ölümü kendimize

ne kadar uzak tutsak, bunu bir

türlü kendimize yakıştıramasak

da, olacak olan budur.

Elbette her insanın geriye

kendisini andıracak derin izler

bırakması mümkün değil. Zira

herkes bir Yunus Emre, bir Ab-

dulkadir Geylani, bir Mevlânâ

olamaz. Bu nedenle milyon-

lar içinde geriye isim bırakarak

bu dünyadan göç edip gidenle-

rin sayısı her zaman az olmuş-

tur. Bundan sonra olacak olan

da odur. Ama önemli olan amel

defterlerimizde güzel iz bıraka-

bilmektir. Bunu yapabildikten

sonra kulların bilmesi o kadar

önemli değildir. Yeter ki Rabbi-

“İbret almaktan ne kadar uzağız değil mi?! Kısa bir süre önce

beraber yiyip içtiğimiz, birden ölüm haberini duyduğumuzda

irkildiğimiz ve “Bir şeyciği yoktu, birkaç saat önce beraberdik.”

diyerek şok yaşadığımız ve bir acayip olduğumuz nice ölüm

haberleriyle sarsılan bizler, kısa sürede sanki bir şey olmamış gibi

hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz.”

Page 35: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201034

mizi razı eden bir hayat sürerek

nefesimizi sonlandıralım.

Geçmişten İbret Almak

Şayet Allah bizlere yaşlana-

cak kadar bir ömür verirse, ge-

çip giden günler gözlerimizin

önünden geçtiğinde, hayıflana-

cağımız çok şey olacaktır. “Bana

tekrar bir imkân verilecek ol-

saydı, şunları şunları yapmaz

ve hayatımı daha iyi değerlen-

dirirdim.” diyeceğimiz pişman-

lıklarımız olacaktır. Bunların

neler olacağını öğrenmek için

yapılacak şey çok basittir aslın-

da: Bir yaşlıyla oturmak. Koca-

mış bir insanla sohbete koyul-

duğunuzda, nelere pişmanlık

duyduğuna dair samimi duygu-

larını sorarsanız, sizlere saya-

cağı şeylerin başında yaşama-

yı ertelemiş olmasına duyduğu

pişmanlık gelecektir. Çocukla-

rının büyüdüğünü fark edeme-

diğini, onlara zaman ayırama-

dığını ve âhiretini ihmal ederek

sürekli dünyalık bir şeyler elde

etme peşinde koştuğunu an-

latacak ve dert yanacaktır. İn-

san yaşlıların bu sızlanmaları-

nı dinlediğinde, kendisinin de o

ana kadar yaşamayı ertelediği-

ni, ailesine hak ettikleri zamanı

vermediğini, zamanının önem-

li bir kısmını kasâvet içerisin-

de, âhiretine faydası olmayan

boş işlerle geçirdiğini; yaşlı ile

orta yaşlı arasında fark olma-

dığını anlar. Dizlerinde derman

kalmadığı bir döneme geldi-

ğinde de, ”Bu kadar çırpınma-

ya değmezmiş.” der. Bunu der

ancak demesi için oldukça geç

kalmıştır. Bu satırların yaza-

rı ve okurları da muhtemelen

yaşlandıklarında aynı şeyi söy-

leyeceklerdir ancak nefislerine

uymaktan kendilerini kurtara-

mayacaklardır. Zaten bunu bir

başarabilseler dünyalarından

da bir farklı lezzet almaya baş-

layacaklardır.

İbret almaktan ne kadar

uzağız değil mi?! Kısa bir süre

önce beraber yiyip içtiğimiz,

birden ölüm haberini duydu-

ğumuzda irkildiğimiz ve “Bir

şeyciği yoktu, birkaç saat önce

beraberdik.” diyerek şok yaşa-

dığımız ve bir acayip olduğu-

muz nice ölüm haberleriyle sar-

sılan bizler, kısa sürede sanki

bir şey olmamış gibi hayatımıza

kaldığımız yerden devam ede-

riz. Hiç kuşkunuz olmasın, biz

öldüğümüzde de dostlarımız

kısa süreli bir şok yaşayacaklar

ve kabristana doğru götürürler-

ken belki de, “Daha gencecikti,

nice planları vardı, geride ufa-

cık çocuklar bıraktı.” diyecekler

ve kısa bir süre sonra -tıpkı ar-

kadaşlarımıza yaptığımız gibi-

bizleri unutacaklar ve hayatla-

rına kaldıkları yerden devam

edecekler. Bir süre dillerde do-

laşacağız, sonra tatlı hatıralar

arasında yerimizi alacağız ve

sadece yeri geldiğinde anılaca-

ğız. Bunun dışında ise kimsenin

aklına gelmeyeceğiz. Bizi sü-

rekli hatırlayacak olanlar, eğer

kalplerinde gerçekten sevgi bı-

rakabildiysek, ailemiz olacak-

tır. Bana “Hayat nedir?” diye

sorulacak olsa, “Hayat işte bu-

dur.” derim. Kimse bizi bilmez-

ken bu dünyaya nasıl geldiysek,

yine kimsenin bizi bilmeyeceği

bir dünyayı ardımızda bıraka-

rak göçüp gideceğiz.

Page 36: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

35

Zamanı Değerlendirmek

Hiç kimse yaşadığı güne ha-

yıflanmasın, başkalarının elin-

dekilere bakarak! Allah herke-

se şükretmesi gereken nimetler

ihsan etmiştir. Bununla birlik-

te, zorluklar içinde boğuşanlar

varsa, onların sorumluluğu kar-

deşlerine gözlerini kapayan di-

ğer mü’minlerdir. Sahip oldu-

ğumuz nice nimetin sadece bir

kısmını hatırlamak için Allahu

Teâlâ’nın buyruğuna bakma-

mız yeterlidir: “Gökleri ve yeri

yaratan, yukarıdan indirdiği

su ile size rızık olarak ürünler

yetiştiren, emri gereğince de-

nizde yüzmek üzere gemileri,

nehirleri, belli yörüngelerinde

yürüyen ay ve güneşi, gecey-

le gündüzü sizin buyruğunu-

za veren Allah’tır. Kendisinden

isteyebileceğiniz her şeyi size

vermiştir. Eğer Allah’ın bun-

ca nimetini teker teker sayma-

ğa kalkarsanız bitiremezsiniz.

Gerçekten insan çok zalim ve

çok nankördür.”1

O halde bizlere gerekli olan,

günümüzü Allah’ın muradına

uygun olarak, dünyamızı da ih-

mal etmeden yaşamaktır. Alla-

hu Teâlâ’nın Kur’an’ın muhtelif

yerlerinde zamanın çeşitli di-

limlerine yemin etmesinin hik-

metlerinden birisi de budur:

“Kuşluk vaktine and olsun.

Sükûna erdiği zaman geceye

and olsun. (Ey Rasûlüm!) Rab-

bin seni terk etmedi, darılma-

dı da.”2

“İkindi vaktine and olsun ki,

insan hiç şüphesiz hüsran için-

dedir. Ancak inanıp salih amel

işleyenler, birbirlerine hakkı

tavsiye edenler ve birbirlerine

sabırlı olmayı tavsiye edenler

bunun dışındadır.”3

Tâbiînin zâhidlerinden Âmir

bin Abdikays’a bir adam ge-

lir. “Benimle konuşur musun?”

diye sorar. O da şöyle cevap ve-

rir: “Güneşi yerinde tut, senin-

le konuşayım.” Yani demek is-

tiyor ki, güneşi benim için biraz

yerinde durdur, dönmesini en-

gelle; ben de seninle konuşa-

yım. Çünkü zaman hızlı bir

şekilde geçip gidiyor, geçip git-

tikten sonra ise bir daha geri

dönmez. Gidişine çok pişman-

lık duyulsa bile yerine bir şey

koymak veya yeniden elde et-

mek mümkün değildir. Ayrıca

her vaktin kendisi içinde yapı-

labilecek bir amel vardır.

Büyük sahâbî Abdullah bin

Mes’ûd (r.a.) da şöyle demiştir:

“Üzerine güneşin battığı, ömrü-

mün eksildiği ancak amelimin

artmadığı bir güne duyduğum

pişmanlık kadar, başka bir şeye

pişmanlık duymadım.”

Sâlih bir zat olan Halife

Ömer bin Abdulazîz de şöyle

demiştir: “Gece ve gündüz, be-

denin üzerinde kendi fiillerini

icra ediyorlar (seni yaşlandırı-

yorlar). Sen de onlar üzerinde

üzerine düşen vazifeyi yap.”

Hasan-ı Basrî de şöyle de-

miştir: “Ey Ademoğlu! Sen gün-

lersin. Bir gün geçince bir par-

çan da gidiyor demektir.” Yine

şöyle demiştir: “Öyle insanlar

gördüm ki, sizlerin dirhemler

ve dinarlara karşı olan hırsınız-

dan daha ziyade yaşadıkları va-

kitlere karşı hırslı idiler.”

Sözü, ömrün her lahzası-

nı değerlendirmek gerektiği-

ne dair bir kıssa ile bitirelim:

Kâdî İbrahim b. Cerrâh anlatı-

yor: Ebû Yûsuf hastalandığın-

da ziyaretine gittim. Yanına gir-

diğimde baygın halde buldum.

Ayılıp kendisine gelince “Ey İb-

rahim! Şu mesele hakkında ne

dersin?” dedi. Ben ise, “Bu du-

rumda bunu mu müzakere ede-

ceğiz?” deyip hayretimi belir-

tince, şöyle dedi: “Bir beis yok.

Bu meseleyi tedkik edelim ki,

belki bilmeyen bir kimse öğ-

renip kurtulur.” Daha sonra

da şunu söyledi: “Ey İbrahim!

(Hac menâsikinde) hangi taş

atma daha faziletlidir? Yürü-

yerek mi yoksa binekli olarak

mı?” Ben “Binekli olanı.” de-

dim. “Hata ettin.” dedi. “Yü-

rüyerek.” dedim. Yine “Hata

ettin.” dedi. “Allah sizden razı

olsun, o halde siz söyleyin.” de-

dim. O da şöyle açıkladı: “Dua

için durulan cemrelerde efdal

olan yürüyerek taşları atmak-

tır. Dua için durulmayan cem-

relerde ise efdal olan binekli

olarak atmaktır.” Sonra yanın-

dan kalktım. Evinin kapısına

varmıştım ki ağlaşmaları duy-

dum. Anladım ki vefat etmiş-

ti. Allah’ın rahmeti üzerine ol-

sun.”

Prof. Dr.

1 14/İbrâhîm, 32-342 93/Duhâ 1-33 103/Asr. 1-3

Dipnot

Page 37: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201036

HABİS BİR İnSAn HASTAlIĞI:

Haset“Hased, kalpte bulunan ve insanı kötülüklere sürükleyen en önemli

ve gayr-i ahlâkî özelliklerden, hastalıklardan birisidir. Yol açacağı

büyük zararları sebebiyle Yüce Allah haset edenin şerrinden kendisine

sığınmamızı emretmiştir.”

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

Page 38: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

37

Hasedin Mahiyeti

Haset, çekememezlik ve kıs-

kançlık sebebiyle başka bir in-

sanın elindeki nimetin ve iyi

kazanımların yok olmasını iste-

mektir. Hasut insan başkasını

kıskanır, çekemez; başkasında

olan sağlık, zenginlik ve benze-

ri nimetlerden dolayı rahatsız

olur, o kişiden o nimetin gitme-

sini ister. Bu, insan bünyesine

zarar veren ve dinini ifsat eden

kötü bir huydur. Kalpte bulu-

nan ve insanı kötülüklere sü-

rükleyen en önemli ve gayr-i

ahlâkî özelliklerden, hastalık-

lardan birisidir. Yol açacağı bü-

yük zararları sebebiyle Yüce

Allah haset edenin şerrinden

kendisine sığınmamızı emret-

miştir1. Çünkü böyle habis duy-

gular taşıyan birinin şerrinden

insanları ancak onları yaratan

Rableri koruyabilir. Hasetçi-

nin zararını bertaraf edebilecek

güce de sadece O sahiptir.

Sebepleri

Haset, esasen bilgisizlik ve

tamahkârlığın birleşmesinden

doğar. İnsan psikolojisini tahlil

eden İslâm âlimlerinin ve hik-

met bilginlerinin tesbitine göre

hasedin başlıca üç sebebi var-

dır:

1. Haset edilene kar-şı duyulan kin. Ona duyulan

kinden dolayı hiçbir iyiliğe nail

olması istenmez ve onun elin-

deki nimetleri kaybetmesi is-

tenir ve beklenir. Çünkü onda-

ki her güzel kazanım hasetçiyi

mahveder ve âdetâ çılgına çe-

virir. En zararlı haset çeşidi bu

olmakla beraber çok yaygın de-

ğildir.

2. Haset edilene yetişe-memeden dolayı duyulan eziklik. Orta dereceli kabul

edilen bu haset çeşidinde haset

eden yetersiz olduğu için haset

edenin nail olduklarına erişe-

mez, bu da onda biraz kıskanç-

lık biraz da yarış duygusu mey-

dana getirir.

3. Haset edenin fazilet-lere ve nimetlere karşı çe-kemez bir duygu içinde ol-ması. Yani böyle bir kimse

kendinde olan iyilik ve nimetle-

ri başkasıyla paylaşma duygu-

suna sahip değildir. Her iyi şe-

yin kendisinde olmasını ister,

başkasında olmasını hazmede-

Page 39: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201038

mez ancak bunları da başkasıy-

la paylaşmaz. En yaygın ve kötü

haset çeşidi budur.

Müslüman Hasut Olur mu?

Günümüzde birçok Müs-

lümanın da haset hastalığının

pençesine düştüğünü üzülerek

görmekteyiz. Acaba Müslüman

oldukları ve dinin temel yü-

kümlülüklerinden olan namaz,

oruç gibi ibadetleri yerine ge-

tirdikleri halde hala neden bu

hastalıktan kurtulamıyorlar?

İnsanlar Müslüman olmak-

la insan doğuştan getirdiği bü-

tün kötü duygularından birden

arınamaz. Önce onların kötü

olduklarını öğrenir sonra da

tedavi etme sürecine girer. Ki-

misinin tedavi süreci kısa kimi-

sininki uzun sürer. Bazılarının-

ki de ömür boyu devam eder.

İslâm insanda var olan diğer

duygular gibi haset duygusunu

da inkâr etmemiştir. Önce onun

insanda var olan bir duygu ol-

duğu kabul edilmiştir. Şu âyet

bunu göstermektedir: “Eğer

bir kadın kocasının geçimsizli-

ğinden yahut kendisinden yüz

çevirmesinden endişe ederse,

aralarında bir sulh yapmala-

rında, onlara bir günah yok-

tur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten

nefisler kıskançlığa hazırdır.

Eğer iyi geçinir ve geçim-

sizlikten sakınırsanız,

şüphesiz Allah yap-

tıklarınızdan ha-

berdardır”2.

İnsanî bir

duygu olan

hasedin kötü

bir huy olduğu da Kur’ân’da an-

latılmıştır. Şu âyetler hasedin

kötülüğüne işaret etmektedir:

“Yoksa onlar, Allah’ın lüt-

fundan verdiği şeyler için in-

sanları kıskanıyorlar mı?”3

“Onlar ki hem kıskanır,

cimrilik ederler, hem de her-

kese cimrilik tavsiye ederler ve

Allah’ın kendilerine lütfundan

verdiği nimeti gizlerler. Biz

kâfirlere alçaltıcı bir azap ha-

zırladık.”4

“Ehl-i kitaptan birçoğu arzu

etmektedir ki, sizi imanınızdan

sonra çevirip kâfir etsinler:

Hak kendilerine iyice belirdik-

ten sonra bile sırf nefsaniyetle-

rinden ve kıskançlıktan dolayı

bunu yaparlar. Buna rağmen

siz şimdi af ile hoşgörüyle dav-

ranın tâ Allah emrini verince-

ye kadar. Şüphe yok ki Allah

her şeye kâdirdir.”5.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

konuyla ilgili bazı açıklama ve

ikazları da şöyledir:

“Hasedden kaçının. Çün-

kü o, ateşin odunu -veya kuru

otu- yiyip tükettiği gibi, bütün

hayırları yer tüketir”6.

“Size eski ümmetlerin has-

talığı sirayet etti: Bu, hased ve

buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bile-

siniz; kazıyıcı derken saçı ka-

zır demiyorum. O dini kazı-

yıcıdır. Nefsimi kudret elinde

tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin

ederim, sizler iman etmedikçe

cennete giremezsiniz. Birbiri-

nizi sevmedikçe de iman etmiş

olmazsınız. Birbirinizi sevme-

ye yardımcı olacak şeyi haber

vereyim mi: Aranızda selâmı

yaygınlaştırın.”7

Hasedin kötü ve zararlı insanî

bir duygu olduğunu bu şekilde ka-

bul edip tesbit eden ve zararlarını

ifade eden İslâm daha sonra haset

duygusunu faydalı olabilecek iyi

noktalara doğru yönlendirilmiştir.

Nitekim İbnu Mes’ûd (r.a.)’ın nak-

lettiği bir hadise göre Hz. Peygam-

ber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şu

iki kişi dışında hiç kimseye haset

(gıbta) etmek caiz değildir: Biri,

Allah in kendisine verdiği hikmet-

le hükmeden ve bunu başka-

sına da öğreten hikmet

sahibi kimse. Diğeri

de Allah’ın ken-

disine verdiği

malı hak yol-

da sarfeden

zengin kim-

se.”8 Bura-

Page 40: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

da haset kelimesi kullanılarak bu

duygunun imrenme gibi olumlu bir

duyguya çevrilmesi de istenmiştir.

“Mü’min gıpta, münafık ise haset

eder.” denilerek de iki durum ara-

sındaki ince farka işaret edilmiştir.

Hasedin Fıkhî Hükmü

İslâm hukukçuları, başkasının

elindeki nimetlerin ve iyi kaza-

nımların yok olmasını isteme şek-

lindeki hasedin haram olduğuna

hükmetmişlerdir. Bu konuda bü-

tün âlimler görüş birliği içindedir.

Çünkü haset eden âdetâ Allah’ın

bir kuluna verdiği nimetlere itiraz

etmekte ve büyük bir günah işle-

mektedir. Ancak haram ve meşru

olmayan yollarla mal ve makam

elde edenlerin, kazandığı malı,

makamı ve nimeti masiyet uğrun-

da harcayanların ellerindeki nime-

tin gitmesini istemek günah de-

ğildir. Aynı şekilde aynı nimetten

veya herhangi iyi bir şeyden ken-

disinin de olmasını istemek yani

başkasının elindeki nimete gıpta

etmek de haram olan haset kapsa-

mında sayılmaz.

Çareleri

Hasetten kurtulmak Müslü-

manın hedefi olmalıdır. Tamamen

kurtulamayanlar asgariye indir-

mek, hiç olmazsa başkalarına za-

rar vermekten kaçınacak duruma

getirmek mecburiyetindedirler.

Çünkü insanın bu duyguyu tama-

men söküp atması mümkün değil-

dir. Bu duygudan kurtulma çarele-

ri olarak İslâm âlimleri birçok yol

önermişlerdir. Bunlardan bazıları

şöyledir:

1. Hased yapan bunun din ve

dünyasına zarar verdiğini, bu duy-

gusu sebebiyle Allah’ın gadabını

hak ettiğini bilmeli ve düşünmeli-

dir. Çünkü kulları arasında nime-

ti taksim eden Yüce Allah’tır. Din-

darlıkla haset aynı yerde ilelebet

yaşayamaz.9

2. Hased eden bu davranışıy-

la haset ettiği insana zarar vereme-

yeceğini, aksine onun elindeki ni-

metin artmasına sebep olduğunu

bilmelidir. Bu sebeple de kendini

yiyip bitirmemelidir.

3. Duygularının önüne aklını

geçirerek yaptığı işin yanlış ve çir-

kin olduğunu, bundan dolayı he-

saba çekileceğini bilmelidir. Aynı

zamanda insanların nail oldukları

nimetlerde şahsi ve meşru gayret-

lerini, Allah’ın da takdirini hesaba

katmalıdır.

4. Haset ettiği kimseye zarar

vermemek için onun başarısını ve

elde ettiği nimetleri gördüğü za-

man “Mâşâallâh, lâ havle velâ kuv-

vete illâ billah” demelidir. Bu Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in tavsiyesi-

dir. Bu konuda büyük İslâm âlimi

İmam Gazâlî’nin İhyâu ulûmiddîn

adlı eserinin ilgili kısmı mutlaka

okunmalıdır.

Hasetçinin Şerrinden Nasıl Korunulur?

Zenginiğinden veya elindeki

nimetlerin bolluğundan dolayı bi-

rine haset eden, aslında haset ettiği

kimsenin elindeki nimetin artma-

sına sebep olsa da, bazı insanla-

rın nazarları başkasına zarar vere-

bilmektedir. Hasedin en çirkin ve

sahibini Allah katında sorumlu kı-

lan yönü de budur. Be sebeple bazı

fıkıh âlimleri nazar değdirenin se-

bep olduğu zararı tazmin etmesi

gerektiğine fetva vermişlerdir. Bu

gibi insanların şerrinden korun-

mak için sürekli Allah’a sığınmak,

muâvezeteyn (kul eûzü) ve Fâtiha

surelerini ile Âyetü’l-Kürsî’yi

okumak tavsiye edilmiştir.

39

Prof. Dr.

1 113/Felak, 5.2 4/Nisâ, 128.3 4/Nisâ, 54.4 4/Nisâ, 37.5 2/Bakara, 109.6 Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44; İbni Mâce, “Zühd”, 22.7 Tirmizî, “Kıyâme”, 56.8 Buharî, “Tevhîd”, 45.9 Nesâî, “Cihâd”, 8.

Dipnot

Page 41: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201040

TARİHTe

MİlleTİMİZ“Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin

kazanmasında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin aklına gelir. Günümüzün süper

devleti olduğunu iddia eden Amerika’nın, dün Osmanlı’nın yardım ve minnetine

muhtaç olduğu, bugün belki hayal bile edilemez.”

Tarihİsmail ÇOLAK

Page 42: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

41

İslâm Şairi Mehmet Akif’in şu bedaat yük-

lü satırları, dünkü azamet ve şevket devrelerin-

den, bugün hâlâ dünya muvazenesinde hak ettiği

yeri alma, içtimaî barış ve istikrarı sağlama uğraşı

veren milletimizin içinde bulunduğu duruma işa-

ret etmesi bakımından çok manidar:

“Bir zamanlar biz de millet hem de nasıl milletmişiz

Gelmişiz dünyaya; milliyet nedir öğretmişiz

Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin

Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin

Görmemiş benzer, o müthiş seyre, hem görmez beşer

Bir taraftan dinimiz, ahlâkımız, irfanımız, ihsanımız.”

Burada, ihtişam devrelerinden vereceğimiz

çarpıcı misallerle kendinizi derin bir murakabe

ve muhasebe içinde bulacak, hâlihazırdaki vazi-

yetimizi daha iyi kavrayacaksınız. Bunları, geçmi-

şe özlem duyma ve onu geri getirme adına değil,

bizi içine çeken siyasî-içtimaî anafordan kurtul-

maya medar olacak dersler çıkarma, bizi biz ya-

pıp aziz ve güçlü kılan haysiyet, itibar ve değerle-

rimizi yeniden kuşanma adına zikredeceğiz.

Fransa’yı, Osmanlı Ayakta Tuttu

1525’teki Pavya Savaşı’nda Almanya’ya yeni-

len Fransa, esir Kral I. Fransuva’nın rica ve min-

netiyle, Kanuni’nin yardım etmesi neticesinde yı-

kılmaktan kıl payı kurtulmuştu. Fransuva’dan

sonra tahta geçen II. Henri de, Alman tehdidine

karşı devletinin varlık ve bekasını muhafaza et-

menin yolunun, Osmanlı himayesinden geçtiği-

nin farkına varmış ve buna nail olmak amacıyla

padişaha yazdığı şu mektupla adeta yalvarmıştı:

“Şimdiki durumda, Fransa’nın hiçbir şeyi

kalmamıştır. Padişah Hazretlerinden başka hiç-

bir yerden de ümidi yoktur. Ancak, bundan önce

de birçok defa Padişah Hazretlerinin yardımla-

rı görülmüştür. Eğer biraz para ve mal yardımı

yapılırsa, Fransa bundan ebediyen minnettar

kalacak ve Türk cömertliği bir defa daha dün-

yaya nam salacaktır. Bu yardım, cihan padişahı

için hiç mesabesindedir.”

II. Henri’nin yardım talebine Osmanlı, her za-

man ve herkese yaptığı gibi müspet mukabelede

bulunmuş, imzalanan anlaşmaya göre Fransa’ya

verilen borcun ödeneceği ana kadar donanması-

nın rehin kalmasını esasa bağlamıştı.1

Yapılan yardımların yanı sıra yine Kanuni

döneminde (1535) ilk kez Fransa’ya verilen ve

1740’da sürekli hâle getirilen kapitülasyonlarla

bahşedilen, iktisadî ve ticarî imtiyaz ve lütuflar

ise, bunların cabası olmuştu. Zirve devrini idrak

eden Osmanlı için, güç ve kudretinin sarsılmasın-

da hiçbir yan etkisi olmayan bu kapitülasyonlar,

o zaman küçük bir bahşiş ve atiye kıymetindeydi.

Zira yalnızca, gümrük vergisini asgariye indirme-

yi ve Osmanlı ülkesinde serbestçe ticaret yapabil-

Page 43: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201042

meyi içeriyordu. Dahası, Almanya’nın başı çekti-

ği Avrupa-Haçlı Birliği’ni parçalamada Fransa’yı

kullanmak ve ticarî-iktisadî ilişkileri geliştirmek

noktasında kapitülasyonlar son derece önemli

faydalar sağlamıştı.

Osmanlı’nın Fransa’ya yaptığı yardımların en

muhteşemlerinden biride, Kral I. François’in da-

veti üzerine Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin

Paşa komutasında 1543’te gerçekleşmişti. Bu se-

ferki yardımın amacı Alman İmparatoru Şarlken

tarafından işgal edilen Nice şehrini kurtarmaktı.

Barbaros, 150 parçalık dev Osmanlı filosu ve 30

bin kişilik mürettebatıyla Marsilya’ya ulaşmış ve

şehri top atışlarıyla selamlamıştı. Yardımlarına

gelen Osmanlı gemilerini gören Fransızlar, gör-

kemli bir karşılama merasimi düzenlemişler ve

efsane denizci Barbaros onuruna görülmemiş bir

ziyafet vererek onu başköşeye kurdukları muhte-

şem bir tahta, azametle oturtmuşlar ve hayranlık

dolu bakışlarla onu izlemeye koyulmuşlardı.

Ancak yaklaşan kış yüzünden harekâtı ertesi

bahara ertelemek icap etmişti. Tekrar İstanbul’a

gidip dönmek çok masraflı ve zahmetli olacağın-

dan, kışı Fransa’da Toulon limanında geçirmek

uygun görülmüştü. Toulon şehrinde evler boşaltı-

lacak ve giden ahalinin evlerine Osmanlı askerle-

ri misafir edilecekti. Şehir kısa sürede adeta Müs-

lüman bir şehre dönüşmüştü. O günleri yaşayan

Toulonlular yıllar yılı birbirlerine, Türklerin ge-

lişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin,

birdenbire sükûnete büründüğünü ve “ikinci bir

İstanbul” haline geldiğinden bahsedeceklerdi.

Fransız Büyükelçisi Jean de Montluc, Osman-

lı denizcilerinin bu adil, yardımsever ve insan-

cıl tutumlarının, Fransızların hafızasında nasıl

silinmez bir iz bıraktığından şöyle söz etmiştir:

“Bu büyük ve güçlü ordu, efendim Fransa kralı-

na yardım için gönderilmiştir. Türklerin herhan-

gi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamış-

tır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları

her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır.”

Nihayet Osmanlı donanması bu seferden de, en

azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı

başararak dönmesini bilmişti.2

Amerika’ya Osmanlı Yardımı

Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını

elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin kazanma-

sında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin ak-

lına gelir. Günümüzün süper devleti olduğunu

iddia eden Amerika’nın, dün Osmanlı’nın yar-

dım ve minnetine muhtaç olduğu, bugün bel-

Page 44: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

ki hayal bile edilemez. Bundan bir-iki asır önce-

sine kadar devletlerin kurulması ve yıkılmasını,

dünyanın en kudretli ve süper devleti olarak Os-

manlı tayin ediyordu. Osmanlı arşiv kayıtların-

da “Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti”

olarak geçen Amerika’nın kurulması ve bağım-

sızlığını ilan etmesinde, kaynakların belirttiği-

ne göre Osmanlı’nın hatırı sayılır bir payı ol-

muştu. İngiltere’ye karşı özgürlük mücadelesine

girişen Amerika’ya 1770’li yıllarda Osmanlı, ge-

milerle yardım göndermişti. O zamanlar Ameri-

ka, Devlet-i Âli’ye bakarak küçücük bir devletti

ve İstanbul’da ancak maslahatgüzar seviyesinde

temsil edilebiliyordu.

18. yüzyılda Müslüman korsanların “semiz ör-

dek” diye dalga geçtikleri ABD’nin, gemilerinin

Akdeniz’de rahat seyahat etmesini sağlamak için

Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olan Cezayir’e 117

yıl boyunca haraç ödediği de tarihî bir gerçektir.

1795’te Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile ABD’nin

Cezayir Konsolosu Joel Barlow tarafından Türk-

çe olarak kaleme alınan anlaşma ile ABD gemi-

leri, Osmanlı himayesinde Akdeniz ve Avrupa’da

ticaret yapma imkânına kavuşmuştu. ABD,

Cezayir’in himayesi ve esirlerinin serbest bıra-

kılması için (çünkü 1787’de 100 kadar Amerikalı,

1794’te de 119 kişilik mürettebatıyla 11 Amerikan

gemisi korsanların eline düşmüştü) 2 milyon 274

bin Meksika Doları (ki bu, 10 milyon doları bu-

lan yıllık gelirinin beşte birine dek bir rakamdı)

ödemeyi ve anlaşmanın devam etmesi için her yıl

12 bin Cezayir altını (21.600 Dolar) veya bunun

değerinde mühimmat ve malzeme vermeyi ve ay-

rıca, yolcular için kişi başına 4.000 dolar, kabin

görevlileri için de 1.400 dolar ödemeyi de kabul

etmişti. Böylelikle, Amerikan Kongresi tarihinin

en ağır haraçlarından birini onaylamak zorunda

kalmıştı.3

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ta-

rih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali İhsan Gencer,

14. Türk Tarih Kongresine sunduğu tebliğin-

de, ABD’nin Osmanlı ile ticaret antlaşması im-

zalayabilmek için 45 yıl uğraştığını belirtmiştir.

Sultan II. Mahmud, Amerika’nın dünyada rüş-

tünü ispatlamış harp gemilerinin teknolojisinin

Osmanlı’ya aktarılması “gizli şartı” ile 1830’da bu

devletle bir dostluk ve ticaret antlaşması yapma-

ya razı olmuştu. Ancak Amerikan senatosunun

söz konusu gizli maddeyi anlaşmadan çıkarması

üzerine II. Mahmud, ABD elçisini huzurdan kov-

maktan çekinmeyecekti. Olaydan kısa süre sonra

Sarayburnu’na gelen bir ABD savaş gemisi “için-

deki gemi yapım malzemeleri ile satışa çıkarıldı-

ğının” duyurulmasını müteakiben Osmanlı, bu

4343

Page 45: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201044

gemiyi hibe sayılabilecek bir bedelle satın almış

ve böylelikle anlaşmadaki gizli madde ABD tara-

fından gayrı resmi anlamda yerine getirilmişti.4

Dönemin ABD Başkanı Andrew Jackson’ın,

Sultan II. Mahmud’a gönderdiği mektuplar,

Amerika gibi himmete muhtaç ufak bir devletin,

Osmanlı gibi bir cihan devletine duyduğu hayran-

lık ve minneti ifade etmesi bakımından son dere-

ce ilginç ve çarpıcıdır. Sultan Abdülmecid devri-

ne denk gelen 1860’daki Amerikan iç savaşında

da Osmanlı, yaptığı katkıyla aktif bir rol oynamış-

tı. Savaşın en kritik bir hengâmesinde Kuzey Hü-

kümeti, Osmanlı’dan askerî yardım talebinde bu-

lunmuş ve Padişah Abdülmecid, bu talebe, 1860

yılında 120 deve yükü askerî malzeme ile 100 has

asker göndererek yerine getirmişti. Hatta, Os-

manlı askerleri, sahip oldukları bilgi, beceri ve

tecrübeyle, Kuzeylilerin savaşı kazanmalarında

ciddi bir misyon üstlenmişlerdi.

Bunları arşivlerden tespit edenler bizati-

hi Amerikalı tarih araştırmacılarıdır. Türk-

Amerikan Dernekleri Federasyonu Başkanı Dr.

Şevket Karaduman, bu askerlerin daha son-

ra Amerika’ya yerleştiğini ve birçok bölgede to-

runlarının hâlâ yaşadığını belirtmektedir. Mese-

la, bunlardan kafilede deve bakıcısı olan üç Türk,

Amerika’da kalmışlar ve ticarî hayattaki girişim-

leriyle büyük başarılara imza atmışlardır. Birisi,

Amerika’da deve ile ilk posta teşkilatını kurmuş,

diğeri Camel ‘Deve’ marka sigaranın temelleri-

ni atmış; paketlerin üzerine ‘Turkish’ ibaresi-

ni dâhi koymuştur. Üçüncü deve bakıcısı olan,

Amerika’dan Meksika’ya geçerek siyasî arenada

büyük bir aktivite göstermiştir. O kadar ki, toru-

nunun Meksika Cumhurbaşkanı olduğu söylen-

mektedir.5

Bu bilgilerden; 19. yüzyılın sonu 20. yüzyı-

lın başlarında, Osmanlı topraklarından Ameri-

ka Kıtasının kuzeyine (ABD ve Kanada) ve gü-

neyine (Brezilya ve Arjantin) göçler yaşandığı

tarih ışığında anlaşılmaktadır. Göçlerin büyük

çoğunluğunu azınlıklar oluşturmuş, ancak içle-

rinde azımsanmayacak ölçüde Osmanlı Türk’ü

(Müslüman’ı) de yer almıştır. Amerikan istatis-

tiklerine göre, 1820 ile 1920 yılları arasında, ya-

rım milyona yakın kişi Osmanlı topraklarından

ABD’ye yerleşmek üzere göç etmiştir. Tarih pro-

fesörü Kemal Karpat’a göre de, bunların en az

%15’i Müslüman’dı ve tahminen 50 bini de Türk-

lerden oluşmaktaydı.6

Az evvel zikrettiğimiz Amerikan iç savaşını Ku-

zeylilerin kazanmasında olağanüstü rol oynayan-

lardan biri de; çoğunluğunu Amerika’ya göç etmiş

Osmanlı’nın eski tebaası Müslüman milletlerin

oluşturduğu “Zouave Alayları” idi. Albay Elmer

Ellsworth komutasındaki Zouave Alaylarının en

belirdin özelliği “Osmanlılar gibi giyinmeleriydi”.

Beyaz sarık, kırmızı kuşak ve lacivert ceket kulla-

nan birliklerin, Güneylileri savaş meydanlarından

“hallaç pamuğu gibi savurduğu” ve disiplinleri, ce-

saretleri ve güzel ahlâkları ile diğer askerlere “em-

sal teşkil ettiği” kaynaklarda zikredilmektedir.7

1 Nakleden İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, C.2, İstanbul 1999, s.151-152.2 Halil İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi”, Yay. Haz: H. İnalcık, Günsel

Renda, Osmanlı Uygarlığı, C.2, Ankara 2003, s.1063; Clarence Dana Rouillard, The Turk in French History, Thought and Literature (1520-1660), Paris, 1938, s.120; Dorathy M. Vaughan, Europe and the Turk: A Pattem of Alliances 1350-1700, Liverpool at the University Press, 1954, s.127; nakleden Mustafa Arma-ğan, “Barbaros Fransa’da Namaz Kılarken”, Yeni Dünya Dergisi, Mart 2007, s.33-34.

3 Emre Yusufçuk, Metin Davutoğlu, “Bir Zamanlar ABD, Osmanlı’ya Vergi Ödü-yordu”, Zaman Gazetesi, 23 Eylül 1993, s.16.

4 İhsan Ilgar, “İlk Türk-Amerikan Ticaret Antlaşması”, Hayat Tarih Mecmuası, Ekim 1969, Sayı: 57, s.4-7; Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002.

5 Akit Gazetesi, 19 Ağustos 1994. Amerika’daki Türkler hakkında ayrıntı için bkz. Birol Akgün, “Osmanlı Türklerinin Amerika’ya Göçü”, Türkler Ansiklopedisi, C.20, Ankara 2002, Yeni Türkiye Yay., s.890-896; Sevgi Ertan, “Amerika’daki Türklerin Tarihi”, Türkler Ansiklopedisi, C.20, s.881-883 vd.

6 Kemal Karpat, “Turks in America”, Less Annales de I’Autre Islam, No: 3, 1995, s.231-252; nakleden Akgün, agm.

7 Hakan Yılmaz, “Amerikan İç Savaşındaki Sarıklılar: Zouave Alayları”, Zaman Gazetesi Turkuaz Eki, 30 Mayıs 2004, s.1, 11.

Dipnot

Page 46: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

45

AŞK MESNEVÎSİ

Âşık olunurken ihtiyâr olmazÂşık olan insan ihtiyâr olmaz

Aşk gelince ihtiyâr elden giderSevgi olmayınca yâr elden gider

Ben, sen oluncaya kadar değişmekSen, ben olana dek durmadan pişmek

Hakikî âşığa vuslat gerekmezSevdâ süvârisine at gerekmez

Ey şair, aşk dağına sür atınıSür gerçek şiirin saltanatını…

Bekir OĞUZBAŞARAN

AŞK MESNEVÎSİ

Âşık olunurken ihtiyâr olmazÂşık olan insan ihtiyâr olmaz

Aşk gelince ihtiyâr elden giderSevgi olmayınca yâr elden gider

Ben, sen oluncaya kadar değişmekSen, ben olana dek durmadan pişmek

Hakikî âşığa vuslat gerekmezSevdâ süvârisine at gerekmez

Ey şair, aşk dağına sür atınıSür gerçek şiirin saltanatını…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Page 47: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201046

Mevlânâ’YI

ANLAMAK

EdebiyatMustafa ÖZÇELİK

Page 48: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

47

Din, felsefe, tarih, edebiyat, si-

yaset… hangi sahayı ele alır-

sak alalım bu sahalarda “bü-

yük” kabul edilen kişiler, Köprülü’nün de dediği

gibi yaşadıkları sosyal muhitin mahsulsüdürler.

Bu yüzden, onları “büyük” ve “önemli” yapan se-

bepleri anlamak için öncelikle yaşadıkları çağın

şartlarına bakmak lazımdır. Fakat bu meselenin

sadece bir yönüdür. Diğer yandan, bu kişilerin

hangi inanç ve düşünce zemininde hareket ettik-

leri, söylemlerinin nasıl olduğu da onları anlama-

da bizim için birer imkân oluşturur.

Mevlânâ Celaleddin Rumi, Tanpınar’ın ifade-

siyle tarihimizin “büyük adamlar galerisi”ndeki

en önemli isimlerinden biridir. Onu, yaşadığı as-

rın şartları içinde tanımak, bugün de ondan na-

sıl istifade edebileceğimiz konusunda önem arz

etmektedir. Mevlânâ’ya bu açıdan baktığımız-

da şunları söyleyebiliriz. Mevlânâ, 13. asırda ya-

şadı. Bilindiği gibi bu asır, Selçuklu Devleti’nin

“can çekiştiği” bir bunalım devridir. Böylesi ka-

ranlık bir çağda Anadolu insanı, kendisi için bi-

rer “manevî sığınak” bulmak ihtiyacı içindeydi..

Bu, öyle bir sığınak olmalıydı ki, insanlar, kay-

bettikleri istikametlerini yeniden bulabilsinler,

yeniden ayağa kalkıp bir inanç ve kültürün, bir

hayat ve medeniyetin inşası mümkün olabilsin.

Mevlânâ, böylesi bir karanlık çağda bir “ku-

tup yıldızı” gibi yol ve yönlerini kaybeden-

lere “emin bir rehber” oldu. Çok geçmeden

Konya’da başlayan bu aydınlanma hareke-

ti önce Anadolu’da sonra bütün dünyada tesi-

rini gösterdi. Selçuklu sonrası kurulan Osman-

lı Devleti’nin en önemli manevî dinamiği haline

geldi. Mevlânâ ve Mevlevîlik düşüncesiyle İslâm

medeniyeti yeniden neşvünema buldu. Anadolu

insanının mayasını Mesnevî, Divan-ı Kebir kar-

dı. Mevlevîhaneler, birer tasavvuf ocağı olarak

sanatın, ilmin merkezleri haline geldiler. Bura-

lardan yansıyan ışık hayatı da şekillendirdi ve

ortaya sonraki çağlara da ışık tutacak çok önem-

li bir tecrübe çıktı.

Osmanlı’nın duraklama ve çözülme devirle-

rinden sonra yeni bir bozgun çağına girdik. Bi-

zim dışımızdaki dünya da maddî manada çok

ileri noktalara ulaşmasına rağmen maneviyat

noktasında bir “cahiliye çağı”nı yaşadı. Böyle-

ce, ilim ve teknikteki ilerleme ne olursa olsun,

manevî ve insanî noktada çok gerilere gidildi.

İşte tam da böyle bir noktada meşhur kelamda

belirtildiği gibi “tarih, tekerrür etti.”. Yeni bir

Selçuklu inkıraz çağına girdik ve Mevlânâ da

yeniden gözümüzü çevirmek durumunda kal-

dığımız bir ışık oldu. İşte bu noktada çağımız-

da Mevlânâ’ya nasıl bakmamız gerektiği önü-

müzde ciddi bir konu olarak durmaktadır. Zira

Mevlânâ gibi insanlar, derde deva ilaçlar gibi-

dir. Bir ilaçtan nasıl ne şekilde yararlanacağı-

mız nasıl bir bilgi ve bilinç meselesi ise aynı

şekilde büyük adamların her biri deva hük-

mündeki görüşlerinden yararlanmamız da aynı

şekildedir.

Mevlânâ’ya yaklaşımı bir “mesele” olarak gör-

memizin bir sebebi de karşılaşılan kimi yanlış-

lardır. Zira gerek bilgisizliğin gerekse bir kastın

neticesi olarak karşımızda birden çok Mevlânâ

fotoğrafları durmaktadır. Sufi Mevlânâ, filozof

Mevlânâ, hümanist Mevlânâ.. Bunlardan hangisi

gerçek, hangisi değildir? Bunu iyi anlamak gere-

kir. Bu noktada bizim şahsi bir yorum yapmamız

“Mesnevî, vahdet dükkânıdır. Orada

Bir’den başka ne görürsen puttur.”

Mevlânâ

Page 49: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201048

aslında gerekmiyor. Mevlânâ, eşsiz ferasetiyle bu

tür yaklaşım yanlışlıklarını önlemek için kendi

tavrını yine kendi sözleriyle çok net biçimde orta-

ya koymuştur. Böyle bir durumda onun sözlerine

bakmak meselenin doğru anlaşılması için yeterli-

dir. Bu konuda aklımızda hep tutmamız gereken

sözü şu olmalıdır:

“ Bu canım var oldukça ben Kur’an’a tutsağım

Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım

Benden başka bir sözü nakledenler olursa

Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım”

Bu ifade, Mevlânâ fotoğrafının sahih bir gö-

rüntüsünü sunmaktadır bize. Buna göre Mevlânâ,

Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeğine sami-

miyetle bağlı bir yol göstericidir. Zaten, bu anla-

yış ortak bir benimsemeye konu olduğu için onun

şaheseri Mesnevî, asırlar boyunca bir tür “Kur’an

tefsiri” olarak görülmüş ve bu bağlamda okun-

muştur.

Tabi ki, tasavvufun kendine mahsus bir yorum

dili vardır. Bu dil, dikkate alınarak Mesnevî oku-

duğumuzda onda gerçekten de “Kur’an ve Hz. Pey-

gamber” gerçeğinden başka bir şey göremeyiz. Fa-

kat Mevlânâ, bu yorumu tasavvufun diliyle yaptığı

için kimi anlama zorlukları ortaya çıkmış, bu zor-

luklar, beraberinde “yanlış anlamaları” da getir-

miştir. Bunların en vahimi ise, Mevlânâ’yı Kur’an

ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeğinden soyutlayarak

bir “filozof“ yahut “hümanist” gözüyle görmektir.

Oysa ortada böyle bir durum yoktur. Mevlânâ, bil-

hassa o asırda pek çok kültürde görülen Bâtınî yo-

rumların tasavvufun bünyesi içine sızmaya çalış-

tığını da görerek tasavvufu doğuş kaynağına göre

ve evrensel bir duyuş ve dille anlatarak söz yerin-

deyse insanları “suyun asıl kaynağı”na çağırmıştır.

Nitekim doğabilecek yanlış anlamalara karşı da

bizzat kendisi tavrını şu şekilde açıklama ihtiyacı

hissetmiştir: “Pergel gibiyim. Bir ayağımla şeri-

at üstünde sağlamca durduğum halde, öbür aya-

ğımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.”

Mevlânâ’nın mealen aktardığımız bu sözü de

onu anlamak noktasında önemli bire imkândır.

Buna göre onun durduğu asıl zemin şeriat(din) ze-

minidir. Bu noktada sabitkadem olduktan sonra,

diğer kültürlere, coğrafyalara, anlayışlara açılma-

nın hiçbir mahzuru yok-

tur. Hatta bu, bir gerek-

liliktir. Çünkü insan, her

yerde insandır. Bir muta-

savvıf için insana ve ona

ait olan şeylere ilgisizlik

düşünülemez. Öte yandan

esmanın tecellisi her var-

lıkta ve her yerde olduğu

için var olan her şey bire

ayet hükmündedir. Dün-

yaya, insana böyle bir ev-

rensel gözle bakan bir

mutasavvıf elbette diğer âlemleri de seyredecek,

yetmiş iki millete ulaşmanın onlarla ortak bir dil

oluşturmanın yollarında yürüyecektir. Ama asıl-

dan uzaklaşmamak şartıyla… Zira su kaynaktaki,

kadar hiçbir yerde temiz olamaz.

Bütün bunlardan sonra şunları söyleyebiliriz.

Mevlânâ’ya da ait olduğu inanış ve düşünce zemi-

ni içinde bakmalıyız. Böylesi bir imkândan ancak

bu şekilde faydalanabiliriz. Ona ait kimi kavram-

ları mesela aşk ve hoşgörüyü öne çıkarıp bu duy-

guların kaynağı olan membaı görmezden gelmek

samimi bir tutum değildir. Eğer, bu bütüncül ol-

mayan anlayış böyle giderse Mevlânâ’ya evet ama

İslam’a hayır diyebilme çelişkisini ortaya koyacak

demektir. Bir kez daha belirtelim ki, Mevlânâ, bir

İslâm bilginidir ve sufisidir. Ondan bugün için de

faydalanabilmek önce bu gerçeği kabul etmekle

mümkün olabilir.

“Anadolu insanının mayasını Mesnevî, Divan-ı Kebir kardı.

Mevlevîhaneler, birer tasavvuf ocağı olarak sanatın, ilmin

merkezleri haline geldiler. Buralardan yansıyan ışık hayatı

da şekillendirdi ve ortaya sonraki çağlara da ışık tutacak

çok önemli bir tecrübe çıktı.”

Page 50: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

4949

Diğer bir konu da şudur: Mevlânâ hakkında

bir biyografik bilgi dahi edinmeden onun eserle-

rini okumak, doğrusu anlaşılır bir durum değil-

dir. Sufilerin dili mecazlıdır. Malumat kabilinde

dahi olsa tasavvufun temel kavramlarına aşina

olmadan Mesnevî’nin veya diğer eserlerinin bize

söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Şüphesiz, biz bir

metinden bir şeyler anlayabiliriz ama bu anladı-

ğımız şeyin anlatılan gerçeğine ne kadar tekabül

edeceği şüphelidir. O yüzden, insanları Mevlânâ

okumaya çağırırken bir ön bilgilenme ihtiyaç-

ları olduğunu onlara anlatmak gerekir. Peki, bu

tür bir donanımla anlama faaliyetimiz amacı-

na ulaşır mı? Bu soruya da tümüyle evet deme-

miz mümkün değildir. Çünkü Mevlânâ’nın da an-

lattığı gerçek bir bilgi ve malumat toplamından

ibaret değildir. Yaşanan bir hale tekabül eder. Mesnevî’de geçen şu anekdotu hatırlayalım öy-

leyse… “Biri ‘Âşıklık nedir?” diye sordu. “Benim

gibi olursan anlarsın” dedim. Kalem ki, çarçabuk

yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince, ta-

hammül edemeyerek yarıldı. Akıl, aşkın şerhinde

çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.”

İşte metafizik bilgi ile metafizik olanın far-

kı burada… Birinde bir cd’ye yükler gibi bütün

bilgileri beyninize yüklersiniz; ama bunlar si-

zin insanî gerçeğiniz üzerinde sizi inşa edici

bir etki yapmaz. Diğerinde ise, bilgi hal için-

de anlam kazanır ve sizi değiştirir. Bu yüzden

Mevlânâ’yı anlatmak iddiasındaki aşk temalı

kitaplar yerine bizzat suyun kaynağından içe-

lim. Mesnevî okuyalım. Ama bilgilenmemiz sa-

dece kaal (söz) düzeyinde kalmasın hal olarak

yaşanırlık kazansın. Bu yüzden kendisin de de-

diği gibi “taş içinde gizli olan firuze”yi görebil-

mek gerek. Sıradan bir bakış, bir balığı yer ama

ondaki denizi, bir meyveyi yer ama ondaki ağa-

cı görmez. Hâlbuki deniz olmadan balık, ağaç

olmadan meyve olmaz. Öyleyse Mevlânâ’yı

Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeği dışın-

da düşünmek ne boş bir çabadır. Ondan fayda-

lanacaksak, onun anlayışını, bunalan insanlığa

bir derman olarak sunacaksak ilk adımı doğru

atmak durumundayız. Unutulmamalıdır ki ilk

adım yanlış atılmışsa sonrakilerin doğru olma-

sı mümkün değildir.

Muh

amm

ed G

ÜLS

EREN

Page 51: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201050

I. DÜnYA SAvAŞI’nDA MeDİne’Den geTİRİlen

EMÂNETLER

KültürResul KESENCELİ

Page 52: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

“Padişah dairenin sırma işlemeli perdeleri bir ziyaret

sırasında Kisve-i Saadeti eskimiş halde görüp üzülmüş ve

‘Daireyi ziyaretim sırasında hem müteessif hem de mahcup

oldum. Benim üstümdeki elbiseler parıl parıl parlasın da,

perdeler kapkara olsun... Ben, Peygamber Efendimiz (s.a.v)

Hazretlerinin kölesiyim. Köle öyle olur da Efendisi böyle mi

olur?’ demiş ve yenilemiştir.”

51

B.irinci Dünya Sa-

vaşı sırasında

Medine’nin boşal-

tılmasına karar verilince, asır-

lardır Sürre Alaylarıyla Mek-

ke ve Medine’ye gönderilip

biriken hediyelerin, bir kısım

emanetlerle birlikte Topkapı

Sarayı’na gönderilmesi uygun

görüldü. Zira zayi olma tehlike-

si mevcuttu. Hicaz Kuvve-i Se-

feriye Kumanda-

nı Fahreddin Paşa,

Şeyhü’l-Harem Zi-

ver Bey ile görüşerek

nakillerinde dinî açıdan

bir sakınca olmadığını öğ-

renince emanetleri emni-

yetli bir şekilde İstanbul’a

göndererek Topkapı

Sarayı’nda muhafaza edil-

mesini sağlamıştır. Bü-

yük elmas parçaları, süs-

lü şamdanlar, avizeler,

kandiller, askılar, yelpaze-

ler, tespihler, nadir yaz-

ma eserler ve Kur’ân-ı

Kerimler gibi maddî

ve manevî bakım-

dan paha biçil-

mesi mümkün

olmayan bu eserlerin çoğu gü-

nümüzde Topkapı Sarayı Mü-

zesi Hazine Bölümü’nde mu-

hafaza edilmektedir. Her biri

birer hazine kıymetindeki bu

eserlerden yuvarlak bir altın

levha üzerinde bulunan biri 52,

diğeri 48 kırat büyüklüğünde-

ki Sultan I. Ahmed tarafından

vakfedilen elmaslara Kevkeb-i

Dürri denilmekte ve Hazret-i

Peygamber (s.a.v)’in

Muvacehe-i Saadet

denilen mübarek çeh-

releri karşısında kabri-

nin örtüsüne asılmakta

idi. Sultan Ahmed, baba-

sının yüzük olarak par-

mağında taşıdığı bu el-

ması, kendisine intikal

edince levha üzerine yer-

leştirip Medine’ye gön-

dermiştir.

Binlerce pırlanta ile

süslü 48 kilo som al-

tından iki büyük altın

şamdan, Sultan Ab-

dülmecid tarafın-

dan hediye edil-

mişti ve her gece

Hücre-i Saadette Cenab-ı Pey-

gamber (s.a.v)’in baş ve ayaku-

cunda yanardı. Bu şamdanlar

“Mum Alayı” denilen bir mera-

sime de konu olmuşlardı. Ra-

mazan geceleri iki büyük şam-

dana ilâveten sekiz şamdanda

daha balmumları yakılır ve te-

ravihten sonra alayla “Mum

Hazinesi” denilen yere götürü-

lürlerdi. Bu iş için Medine’nin

ayan ve eşrafına Ramazan

ayından birkaç gün önce tez-

kereler yazılırdı. Teravih kılın-

Page 53: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201052

dıktan sonra Şeyhü’l-Harem

ve Naibü’l Harem bol yenli fe-

raceler üzerine bellerine birer

şal bağlayıp Hücre-i Saadet ka-

pısında beklerler, içerideki nö-

betçi ağalar kapıyı açtıktan son-

ra Hücre’ye dâhil olup iki büyük

şamdanı tazimle alırlardı. Di-

ğer şamdanları ise birer ağa

alıp kapıda salât-ü selâm oku-

yarak beklemekte olan ve daha

önce tezkere ile davet edilen-

lere teslim ederlerdi. Harem-i

Şerif’te yanan diğer mumla-

rı da ferraşın alıp alaya dizilir-

di. Önde Hücre-i Saadetin, ar-

kada Harem-i Şerif’in mumları,

iki yanlarında otuz kırk ağa, en

önde üstlerinde ferace, ellerin-

de asalar ile dört çorbacı ağır

ağır giderken müezzinlerden

biri Hücre-i Şerif’e karşı yük-

sekçe bir yerde durup Hazret-i

Peygamber (s.a.v)’i vasfa baş-

lardı, salât-ü selâmdan sonra

Ashab-ı Güzini yâd eder, İslâm

Devletinin padişahına, hacıla-

ra, din ve devlet büyüklerine,

bütün Müslümanlara dua eder-

di. Müezzin ‘el-Fâtihâ’ diyene

kadar hurma bahçesine ulaşan

mumları Medine’nin ço-

cukları alır, koşarak Mum

Hazinesi’ne götürürlerdi.

Bu alay seyrine doyum ol-

mayan bir manzara teşkil

ederdi.

I. Dünya Savaşı yıl-

larında emanetler ile il-

gili önemli bir olay da

Anadolu’ya nakille-

ri meselesidir. Sava-

şın en hararetli gün-

lerinde İstanbul’un

düşman eline geç-

mesi tehlikesi beli-

rince Topkapı Sa-

rayı’ndaki Hazine

eşyası Konya’ya

gönderilmiş, en

son Hırka-i Sa-

adet ve ema-

netler ile be-

raber Sultan

Reşad’ın da git-

mesi kararlaştı-

rılmıştı. Hatıra-

larda anlatıldığına

göre Sultan Reşad, haberi alın-

ca son derece şaşırmış. Hırka-i

Saadet memurlarından ve pa-

dişahın berberbaşısı olan Şük-

rü Bey tıraş için gittiğinde, şaş-

kınlıktan sandalyeye oturamaz

haldeymiş. Şükrü Bey, hüküm-

dara “Padişahım, görüyorum ki

çok üzgünsünüz. Müsaade bu-

yurursanız bu Emânât-ı Mu-

kaddese İstanbul’da durdukça

düşman ayak basamaz. Bu na-

kil işini tasvip buyurmayınız

ve Konya’ya gitmeniz de doğ-

ru olmaz.” demiş. Sultan Reşad

bu sözleri işitince “Evet doğru-

dur.” deyip boynundan havluyu

çıkartmış ve Mukaddes Emâ-

netlerin yüzyıllardır muhafaza

edildiği mekândan çıkarılma-

sı teşebbüsü gerçekleşeme-

miş. Bu vesile ile Hırka-i Sa-

adet Dairesi de esaslı bir

tamir görmüş. Dairenin sır-

ma işlemeli perdeleri de bir

ziyaret sırasında Kisve-i

Saadeti eskimiş halde gö-

rüp üzülen ve “Daireyi zi-

yaretim sırasında hem

müteessif hem de mah-

cup oldum. Benim üs-

tümdeki elbiseler parıl

parıl parlasın da, per-

deler kapkara olsun...

Ben, Peygamber Efen-

dimiz (s.a.v) Hazretle-

rinin kölesiyim. Köle

öyle olur da Efendi-

si böyle mi olur?”

diyen aynı padi-

şah tarafından ye-

nilenmiştir. (Bkz:

Hilmi AYDIN¸

Hırka-i Saadet

Dairesi ve Mukad-

des Emanetler¸ İs-

tanbul¸ 2004.)

Page 54: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

53

HÜSEYNÎ HÜZÜNLER-Kerbela’nın Yiğitlerine Rahmetle-

Güneşin gözyaşıyla sular kana boyandıHüseynî hüzünlerle yürek dâra dayandı

Dağıttı fırtınalar, soldu bahçemde güllerKesildi ses tellerim; sustu, lâl oldu diller

Ruh ayrıldı bedenden göklere kanatlandıKöz düştü can evine, yandı yürekler yandı

Bebeler Kerbela’da hem aç kaldı, hem susuzBir avuç kahramanla direndiler uykusuz

Civanların al kanı dökülünce toprağaKanla destan yazıldı asık suratlı çağa

Temiz bedenlerinde onca mızrak yarasıKuru çölü inletti mazlumların nârâsı

Yiğitlerin ardından bulut ağlar, gök ağlarKerbela’da acılar yüreğimizi dağlar

Kılıç şakırtısıyla kesilince soluklarRuhlar kuş olup uçtu aydınlandı doruklar

Asrın mücahitleri kan yaş döktü çöllereÖlüm sessizliğinde hüzün çöktü çöllere

Mübarek tenlerine değdi saba yelleriKomşu oldu Resul’e ehl-i beytin gülleri

Kerbela denilince kanlı yaşlar dökerizNurdan abidelerin hasretini çekeriz

Hoyrat eller kopardı bedenden canımızıDüşümüze mihman ol gider hicranımızı

Kerbela çöllerinde dünden kalan hüzün varEy Resul’ün göz nuru aydan arı yüzün var!...

Seni candan anmayan yürekler viranedirSevdana meftun kalbim, şu gönlüm divanedir

Yâdıma düşse gölgen yüreğim giryan olurDurmaz gözümün yaşı, akar akar kan olur

M. Nihat MALKOÇ

Page 55: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201054

MİSAFİR MİYİZ?“Artık misafirlik, kültür tarihimizin kitaplarında kaldı. O da terim olarak.

Ev, hane, aile hep yalnız kaldı. Yalan oldu hısım akraba. Donanımlı, son

derece lüks evler dışa kapalı, aileler içe…”

DenemeCemil GÜLSEREN*

Page 56: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

55

Ço c u k l u ğ u m u z d a

-yıllar önce- du-

yardık ve bilirdik.

Neyi? Misafirliği, misafiri. Ku-

lağımıza çok hoş çağrışımlarla

gelirdi. Haberi de kendisi de…

Misafir kapıya gelmeden evi, ev

halkını bir tatlı heyecan sarardı.

Hane şenlenirdi birden. Şimdi

ise o günleri kıyaslamayacağı-

ma söz veremiyorum. Ne desek

boş. Deme en iyisi. Çok üzülü-

yorum çok. Bu yetmez mi?

Hep derim. Mahalle öldü,

sokak bitti. Yerine “siteler” kon-

duruldu. Soğuk, donuk, yük-

sek, mağrur, estetikten yoksun,

zevksiz beton bloklar. İçinde-

kilere de yansıyor bu vasıfları.

Tabanda çimler, süs bitkileri,

süs havuzları. Ölçülü endüstri-

yel taşlar, mermer yollar, gra-

nit malzeme aynen sakinleri-

ni de öyle yapmış. Tebessüm

özürlü, selam vermez, buzdan

heykeller gibi site sakinleri ara-

sında her köşede özel güvenlik

sanırsın ortaçağın kale kentin-

desiniz. Zengin, seçkin ve aris-

tokrat sınıf. Orta sınıfın da var

siteleri. Bakımsız bahçe, viran

olmuş, boyası dökülmüş sıva-

lar, kapıcı ile bahçıvan karışı-

mı görevliler yolunuzu her an

kesip aidat ve yakıt parası is-

temlerini olur olmaz her yerde

dillendirirler. Bahçelerde bir-

kaç oturak, bir sürü kırık bo-

zuk kaydırak ve otomobillerin

rahatı için tanzim edilmiş oto-

park. İnsanlar rahat… Elit si-

telere yanlışlıkla misafir falan

olayım demeyin sakın. Bir sav-

cılık kâğıdı istemedikleri kalı-

yor. Elinizde özel kartınız yok,

içerideki de sizi telefonda lüt-

fen kabul edecek ya da etme-

yecek. Boş ver. Onlar güvenlik

içindir doğru. Ortam bozuk. O

da doğru. Hoca Nasreddin mi-

sali herkes haklı. Canım ben de

haklıyım. Bu devirde misafir

de neyin nesi? Herkes otursun

evinde. Aman sen de…

Artık misafirlik, kültür ta-

rihimizin kitaplarında kaldı. O

da terim olarak. Ev, hane, aile

hep yalnız kaldı. Yalan oldu hı-

sım akraba. Donanımlı, son de-

rece lüks evler dışa kapalı, aile-

ler içe…

“Ne… Yine mi misafir?” Bu

cümle bıkkınlığın değil, misa-

firliği bilmemenin, misafiri ta-

nımamanın hiç ama hiç anla-

mamanın ifadesidir. Bu cümle,

içe dönüklüğün, dünyadan ko-

pukluğun ta kendisidir. Bu ai-

lenin fertleri misafirlikten çok

psikolojik terapilere giderler.

Derdini onlara açarlar, bu aile

bunaldığında cüzdanını açar.

Keşke hanesini açsa, keşke sof-

rasını açsa, gönlünü bir gönül-

den dostuna açsa… Böyle mi-

safir istemez, konuk sevmezlik

öyle de bulaşıcı ki aldı başını

gidiyor. Dışarıda ye, “cafe”de

iç, şurada burada otur. Aman

eve girmeyin. Misafir giren eve

doktor girmez. Yok ya böyle söz

var mıydı? Vardı. Güneş giren

eve doktor girmezdi.

Dedem Korkut Dilince Diledim

Yuvanızı güneş gibi ısı-

tan, evinize bereket getiren

misafiriniz eksilmesin kapı-

nızdan. Gelişiyle ruhunuz ge-

nişlesin, nefsiniz daralmasın

hanım hey. Korkut Atam sağ

olsa şöyle devam ederdi kana-

atimce; Misafiri sevmeyen, ça-

dırına, obasına misafir ayağı

değmeyeni kara çadıra otur-

tup bir başına koyalar. O has-

tadır insan sevmez, bizden

ırak olsa daha yeğdir. Kim ki

yedirmez, içirmez o dahi kara

donlu, kara dinlidir, kalbi kara-

dır. Onun dahi oğlu kızı olaca-

ğına olmasa daha iyidir. Kimse

ile dirlük bilmez ve dahi ekmek

nimet paylaşabilmez, kimsenin

hatırın dahi sorabilmez, yada

yabana gitmez; vah ona, yazık

ona. Tanrı Teâlâ yardım ede

ana. Neyleyim ki oğul babadan

görmeyicek sofra açmaz, kız da

anadan bilmeyince neylesin.

Arkasın döner Tanrı misafirine

ne gelirse arkama gelsin deyü

yanını dönüp, yüzünü asıptu-

rur. Yüce Rabbim seni böylesi

hatun kimesnelerden muhafa-

za buyura. Âmin.

Şimdi misafiri ağırlama-

nın değil, savuşturmanın vak-

tidir. “Baştan savma” buraya

uygun düşer. Oldu ya haydi gel-

Page 57: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201056

di misafir. Kimi eder bir surat,

kimi der: “Ne murat?, Hayro-

la, hangi rüzgâr, ne hizmet?…”

derken garibim misafirim de;

“Geçiyordum, uğradım.” diye-

mez elbette. Şöyle devam eder:

“Baktım siz hiç arayıp sormu-

yorsunuz, gidip gelmiyorsunuz.

Gidip bir bakayım, göreyim is-

tedim.. Özledik valla. Aşk olsun

insan bir arayıp sormaz mı?...”

Ev sahibi alır sözü: Valla hak-

lısın. Dünya telaşı. İş güç, ço-

cukların okulları, kurslar bir

fırsatımız olmuyor. İnanın hiç-

bir yere gidemiyoruz. Kimse-

yi de çağıramıyoruz.. Yoğun-

luk işte. Olmuyor işte. O esnada

evin gençleri hâlâ odalarında-

dırlar. Bilgisayar ve internette

kim bilir hangi sanal dostluk-

ların peşindeler. Kapıya, salona

kadar gelmişle ne işi olacak on-

ların? Belki akşam yemeğinde

bir araya gelir sanırsınız aile-

yi. Öyle sanın. Hoş geldin deme

özürlü gençler çığ gibi büyüyor.

Çok çiğler. Hal hatır mı? Bü-

yükler sormuyor ki. Sıradanlaş-

mış ilişkiler. Kalkarken içinden

“Bir daha gelirsem …”diyorsun

ve merdivenlerden hızlı hız-

lı iniyorsun. Arkanda bir yığın

hayal kırıklığı bırakarak…

Tanrı Misafiri

Hangi kavramın başına geti-

rilir “Tanrı” kelimesi. Böyle kaç

kelime ve deyim var ki? İşte anlı

şanlı o güzel yakıştırma; Tan-

rı Misafiri. Bir kapıya yanaştın

ve kapıyı çaldın da açana Tan-

rı Misafiri dedikten sonra geri-

sini sen tahmin etme. Yedi ya-

bancı dahi olsan kimliğin izzet

ve ikram için yeter ve artar bile.

Yedirirsin, içirirsin, ağırlarsın,

azizlersin. Niye, kim için, kimin

adına? Sana her şeyi bahşede-

nin adına. Yaratanın adını anan

misafirin kim adına ağırlandı-

ğını biliriz bilmesine de niye

bu şimdiki aymazlığımız peki?

Bencilliğimiz, gururumuz, bü-

yüklenmemiz ve de varlığımız

bize yeter engel için. Yaratanın

sevgisi, rızası gözetilmezse; ya-

ratılana hizmet de azalır, rağbet

de. Vaziyet aynen böyle. Benci-

liz, cimriyiz, zenginiz, yalnızız.

Biz buyuz.

Sen kapa kapını. Rıza kapı-

sını kim aça? Hal böyle olunca

hasbelkader bir eve yolun düş-

tükte;

Ev sahibi der: “Aman siz

kusura bakmayın. Siz misa-

fir sayılmazsınız. Siz de ev sa-

hibisiniz. Bulunanı yiyelim.

(İkramdan kaçmanın kibar ifa-

desi. Güya gönül alıyor. Utan-

masa çarşıdan sen getir biz de

yiyelim diyecek de…) Eridi git-

ti. Bitti bir güzel hasletimiz,

misafirperverliğimiz. Kalansa

misafirlikle ilgili sözlerimiz, la-

tifelerimiz, tekerlemelerimiz.

Gün gelecek onlar da unutulup

gidecek. Kendisi gittikten son-

ra sözü mü kalır? Şimdilerde en

sık kullanılanı -hâlen yürürlük-

te olanı- : Misafir misafiri iste-

mez / Ev sahibi hiçbirini… Has-

ta ziyareti için geçerli olanı biz

her yerde geçiririz: Ziyaretin kı-

sası makbuldür. (Ev sahibinin

de işine gelir doğrusu.) Misa-

firlik üç gündür. (O eskidendi.

Şimdi ise üç saate razı taraf-

lar.) Diğer taraftan bu âlemin

de yüzsüzleri yüzsüzmüş yani.

(Sıkıysa şimdi de yapsınlar.

Ne mümkün?) Gelirmiş gün-

lerce gitmez türünden. Yerle-

şirlermiş. Böylesi yüzsüz misa-

fire de şöylesi ev sahibi lâzım:

(Kaynak Darendeli Merhum

Mehmet Delibaş’tan naklen)

diyerek karşılıklı şakalaşma-

larını sürdürürler. “Misafir ev

sahibinin danası olur, misa-

fir umduğunu değil bulduğunu

yer.” derken gerçekten işi abar-

tan, ziyareti uzatan misafirin

önce döşeği incelir sonra min-

deri altından çekilir, sırtından

yastık eksilir ve nihayet yemek-

te kalite düşer, çeşit azalır. Ey

konuk kardeş, hatırın varken,

gönülden çıkmak istemiyorsan

şu söze sakın alınma:

“Ayda gelene gül döşerler,

Günde gelene kül döşerler.”

Ey ârif misafir, sen sen ol de-

ğerini yitirmeden, hatırın yerle-

re serilmeden, sevildiğini bile-

rek azında, kararında bırakarak

misafirliğini tamamla. Herkes

için geçerli olan senin için de

geçerli; Soğanın sıkından sey-

reği iyidir. Seyrek git ki-anan

evi de olsa-itibarın azalmasın.

“Bir güne bir gündür

İki güne mümkündür

Sen geleli bugün üç gündür

Bu utanmazlık neyedir?”

Alır sözü yüzsüz misafir:

“Bak şu dağın kışına,

Akıl ermez Hak Teâlâ’nın işine

Bu ay olmaz da belki

Gelecek ayın başına.”

Page 58: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

57

Öyle veya böyle öncelikle misafir-

lik bitmesin.

Aslında hepimiz zaten misafir

değil miyiz? Dünyaya sefere çık-

mış bir can iken, bir nefeslik bir

molada, bir konakta konuk iken,

yolda yolakta yolcu iken bunca

söze ne gerek değil mi? Hoş gel-

dinle, güle güle arasında yedik iç-

tik gözden düştük. Hepsi bu değil

mi?

Hepimiz misafir değil miyiz?

Hepimiz yoldayız, hepimiz se-

ferde. Ev sahibi kim? Birbirimizi

ağırlıyoruz ya işte.

Edebi de Var Âdabı da

Görgü esastır. Görgüsüzlük ise

kapıya konasıdır.

Misafirlik adabından belki de

bence en iyisi çağrılmadığın yere

“çalkapı” yapıp da taş olmayacak-

sın. Davet varsa ihmal edilmez. İki

davet varsa yakına gidilir.

Bir kere haber verilir uygunsa

gidilir.

Eziyet etmeden vaktinde gidin,

vaktinde dönün. Ayakkabınıza tuz

ektirmeyin.

Gittikte zahmete yer verilmez.

Vardığınız evin ötesini berisini

deşelemeyin, kurcalamayın. Onu

bunu karıştırmayın. Her hoşuna

gideni istemeye kalkmayın. Bu da

hane sahibinin hoşuna gitmeye-

cektir.

Yediğinden içtiğinden alınmaz.

Laf getirip, laf götürmeyin.

Boş da gitmeyin. Az da olsa he-

diyeleşin. Rıza taşıyın, laf taşı-

mayın. Gittiğiniz evin halkına ne

hava atın, ne de kendinizi acındı-

rın. Kendiniz olarak gidip, kendi-

niz gibi -adam gibi- dönün. Şeref,

namus, iffet, edeb, hayâ öncelikle-

riniz olmalı.

Ev sahibi de özenmeli hizmet-

te. Hassas olmalı. Önce güler yüz,

tatlı dil. İzzet ikramda eksik bı-

rakılmaya. Misafir yanında pija-

ma giymek kabalıktır. Üst baş ba-

kımlı olunmalı. Misafir yanında ev

temizlenmez, süpürge tutulmaz.

Hele hele hayat pahalılığından

bahsedilmez. Asla çocuk dövül-

mez, çocuk terbiye etmeye, azar-

lamaya kalkışılmaz. (Çok duyarız

da: Misafir gitsin, Bak görürsün

ben sana ne yapacağım. Bu yanına

kalmayacak vb…) Onları övmeyin

de, dövmeyin de. Sövmek yerine

sevmeyi deneseniz daha zarif olur.

İki Kap mı, İki Kapı mı?

Ev sahibi misafire sorar; Pilav

yapacağım da, bulgur mu istersin,

pirinç mi?

Misafir der; Kabın varsa iki-

sinden de pişir. Ben de misafi-

rin böylesi açık sözlüsünü seve-

rim. Her şeyi de açık sözlülükle

yazdım. Gizli kapaklı misafir-

lik olur mu hiç? Olmaz. Gözü ka-

palı, gönül gözü açık Âşık Veysel

bile ne demiş: “Uzun ince bir yol-

dayım, gidiyorum gündüz gece.

İki kapılı bir handa gidiyorum

gündüz gece …”

Misafir geldiğiniz dünyada size

önce bir ad verirler sonra da sorar-

lar: “Çocuğun adını ne koydunuz?”

Misafirliğiniz bittikte ise yine so-

rarlar. Misafiri nasıl bilirdiniz?

Soru böyle değil miydi yoksa?...

* Yrd. Doç. Dr.

Page 59: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

HİCâZ nOTlARI - I

Medİne

Aralık 201058

GeziFatih ERKOÇOĞLU*

Page 60: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

59

“Geçtiğiniz yollara bizden selam götürün

Hak dost diyen dillere bizden selam götürün.

Mekke ile Medine iki eşsiz hazine

Çeheryâr-i güzîne bizden selam götürün”

Amerika’dayken hep, “Fatih, burası gittiğin do-

kuzuncu ülke ama halen Hz. Peygamber (s.a.v)’in

yurdunu ziyaret etmedin. Yarın, Hz. Peygamber

(s.a.v) “Neden beni ziyarete gelmedin diye sorsa, ne

cevap verirsin?” diye kendi kendime sorardım.

Rabbime hamdolsun ki Amerika dönüşü ilk

yurt dışı yolculuğum kutsal beldelere oldu. İslâm

Tarihçileri Derneği’nin tertip etmiş olduğu Hicaz

Araştırma ve İnceleme Gezisi’ne annem ve ablam-

la birlikte katıldım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın

3-18 Temmuz 2010 tarihleri arasındaki progra-

mı kapsamında 24 İslâm Tarihi hocası, aileleriy-

le birlikte 54 kişilik bir kafile olarak 3 Temmuz

akşamüstü Atatürk Havalimanı’ndan bir uçak-

la Medine-i Münevvere’ye doğru yola koyulduk.

Takriben iki buçuk saatlik bir yolculuk sonrasın-

da saat 3: 30 sularında Medine’ye indik. Havali-

manı çıkışı gece olmasına rağmen dışarısı oldukça

sıcaktı. Sıcaklık bir tarafa neredeyse sıcak bir esin-

ti vardı. Havalimanından otobüsle Peygamberi-

miz (s.a.v)’in Mescidi’nin güneyinde, oldukça ya-

kın mesafede olan otelimiz Diyâru’l-Ma’mûra’ya

intikal ettik. Otelimize yerleştikten sonra hiç va-

kit kaybetmeden abdestlerimizi alıp hemen sa-

bah namazlarımızı eda için Peygamberimizin

Mescidi’nin yolunu tuttuk.

1997 yılında İslâm Tarihi ve Sanatları Bi-

lim Dalında yüksek lisansa başlamıştım. Halen

Kazakistan’da görevli olan çok kıymetli hocam Prof.

Dr. Sabri Hizmetli’nin danışmanlığında 1999 yılın-

da “Başlangıçtan Emevîlerin Sonuna Kadar İmar

Faaliyetleri” isimli tezimle mezun olmuştum. Bu

çalışmada Hz. Peygamber (s.a.v)’den başlayarak

Emevîlerin sonuna kadar İslâm coğrafyasında inşa

edilmiş şehirler, camiler, dâru’l-imâreler, saraylar,

hamamlar, kaleler, çarşı ve pazarlar, has-

taneler, hapishaneler, mezarlıklar, köprü-

ler, kanallar, setler, tersaneler ve menzil,

funduk gibi muhtelif konular üzerinde

durmuştum. Tezimi yazdığımda henüz

daha yurt dışına çıkmamıştım ve bu

konuları kitaplardan okuyarak ele al-

mıştım. Yıllar sonra tezimde incele-

miş olduğum bu eserlerin birçoğunu

Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, İsra-

il, Filistin ve Tunus’a yapmış oldu-

ğum inceleme ve araştırma gezi-

lerinde, yerinde inceleme imkânı

bulmuş kare kare fotoğrafları-

nı çekmiştim. Şimdi ise sevgili

Peygamberimiz (s.a.v)’in yur-

dundaydım…

Bir haftalık Medine prog-

ramımızda Diyanet İşle-

Page 61: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201060

ri Başkanlığı’nın bize tahsis ettiği araçlarla, kitap-

lardan okuduğumuz, sohbetlerde duyduğumuz

mekânları gezme fırsatını elde ettik.

Mescid-i Nebevî ve çarşısı, Hz. Ebû Bekir (r.a)’in

halife seçildiği Benî Sa’ide Gölgeliği, Bakî’ Mezarlı-

ğı, Hendek Savaşı’nın cereyan ettiği mekânlar, Yedi

Mescitler, Uhut Dağı, savaş sonrası Müslümanların

sığındığı mağara, Ayneyn (Okçular) Tepesi, Uhut

Şehitliği, el-Ğâbe denilen Medine’nin ormanlığı,

özellikle Emevîler döneminde bir tenezzüh mekânı

olarak kullanılan Akîk Vadisi, Siyer ve Meğâzî da-

lında ilk eser verenler arasında zikredilen Urve b.

Zübeyr’in (öl. 94/713) Köşkü, Benî Nadîr Yurdu,

Hz. Peygamber (s.a.v)’i hicveden ve müteakiben de

onun emriyle öldürülen Ka’b b. Eşref’in köşkü, Kıb-

leteyn Mescidi, Kuba Mescidi, Kuba’daki Osmanlı

kalesi, Amberiye Mescidi, Osmanlı Tren İstasyonu,

Hz. Osman (r.a)’ın Hz. Peygamber (s.a.v)’in yüzüğü-

nü düşürdüğü Eris Kuyusu, Hz. Osman (r.a)’ın bir

Yahudi ile ortak olduğu meşhur Rume kuyusunun

olduğu mekân ve daha neler neler…

Tabî olarak bu mekânların büyük bir kısmı bu-

gün yenilenmiş bir şekilde karşımıza çıkıyordu.

Özellikle cami ve mescitler çoktan yenilenmişler-

di. Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi esnasında

pek çok yer tahrip olmuştu. Sadece Medine dışında

kalabilen yerler, etrafları tel örgüyle çevrili olduk-

ları halde, kaderlerine terk edilmiş olarak duruyor-

lardı. Ayrıca buraları gezerken de Suudîlerin hoşgö-

rüsüzlüğü ile karşılaşılıyordu. Mescid-i Nebevî’nin

içerisinde fotoğraf çekilmesi yasaktı. Görevli beni

belimdeki fotoğraf makinesiyle görünce mesci-

de sokmamıştı. Bir gece heyetimiz ve mihmandar-

larımızla toplu halde Mescid-i Nebevî’nde dolaşır-

ken ben kameramla konuşmaları kaydediyordum

ki Suudlu bir görevli geldi ve ileri geri konuşma-

ya başladı, mihmandarlarımızın araya girmeleriyle

işi tatlıya bağladık ama kamerayı kapatmak zorun-

da kalmıştım. Gerçi mihmandarlarımızın bizlerin

Türkiye’nin muhtelif üniversitelerinden burayı ziya-

rete gelen İslâm tarihi hocaları olduğumuzu söyle-

mesini müteakib, Suudlu görevli mihmandarlarımı-

zın yerini alıp bize Mescid-i Nebevî hakkında geniş

malumatlar vermişti.

“Hâdimu’l-Haremeyn-i Şerîfeyn” atalarımı-

Page 62: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

zın Medine’de yapmış oldukları eserlerin birçoğu

Mescid-i Nebevî’nin genişletme çalışmalarında ta-

mamen tahrip edilmişti. Gerçi bir noktada bu du-

rum tabii karşılanabilirdi. Zira daha başından beri

devrin idarecileri tarafından artan hacı ve umre-

ci ihtiyacının karşılanabilmesi için bu genişletme-

ler zaruri olmuştu. Hz. Ebû Bekir (r.a)’in halife-

lik yıllarında Hz. Peygamber (s.a.v)’in mescidinde

ciddi bir genişletme çalışmaları olmasa da özellik-

le Hz. Ömer (r.a)’in halifeliğinde 17/638 yılında ilk

ilaveler yapılmıştır. Hz. Osman (r.a) 23/644’te mü-

teakiben de 88/707 yılında Emevî Halifesi Velid b.

Abdülmelik’in Medine valisi Ömer b. Abdülaziz ta-

rafından genişletmede bulunulmuştur.1 Müteakiben

de kutsal beldelere hâkim olan ve hizmet eden bü-

tün devletlerin mescidin genişletilmesine yönelik

faaliyetlerinin olduğu bilinmektedir. Suud ailesi de

özellikle son yıllarda büyük çaplı ilavelerde bulun-

muştur.

Artan ihtiyaçlar karşısında mutlaka bir takım

genişletmelerin olması kaçınılmazdır, fakat yeni ila-

veler yapılırken en azından eskilerin katkılarının

tahrip edilmesinden ziyade korunarak geleceğe ak-

tarılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Geç-

mişi bir tarafa bırakacak olursak eğer, bu tarz ge-

nişletme faaliyetlerinin artık sadece bir devletin

planlamaları doğrultusunda yapılmasından ziyade

Müslümanların ortak aklı ile yapılması lüzumuna

inanıyorum.

Medine programı çerçevesinde yukarıda zikret-

tiğimiz bu mekânların hemen hepsi ve burada yer

veremediğimiz birçok mekân daha Diyanet İşle-

ri Başkanlığı’nın Medine sorumluları Hasan Başiş

ve İbrahim Öcüt Beylerin mihmandarlığında gezil-

di. Medine’de kaldığımız süre boyunca bizlerden ilgi

ve alakalarını esirgemeyen bu hocalarıma teşekkü-

rü bir borç bilirim. Ayrıca İslâm tarihinin bu önem-

li mekânlarını, bu iki kıymetli mihmandarın dışın-

da hepsi sahalarında uzman hocalarımızın eşliğinde

gezmek gerçekten benim için büyük bir ayrıcalık ve

keyif olduğunu ifade etmeden geçemeyeceğimi be-

lirtmek isterim.

61

* Dr.

1 Fatih Erkoçoğlu, “İmar Faaliyetleri”, Emevîler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı, Ankara 2003, s. 162.

Dipnot

Page 63: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201062

MÜMİnİn YİTİĞİDİRHİKMeT

“İnsanın ikinci bir yönü daha vardır ki, o da mânevî yönüdür. Bu yön de ancak

bilgi ile hikmetle tatmin edilip doyurulabilir. Bu yönden tatmin edilmeyen ve

doyurulmayan insanda bir takım stres ve sıkıntılar meydana gelir. İnsan bilgi/hikmet

sayesinde ulvî gayesine ulaşabilir. İnsanı insan kılan ve melekleri Hz. Âdem’e secde

ettiren sır da bilgi ve hikmettir.”

İlim ve Hayat

Mehmet SOYSALDI*

Muh

amm

ed G

ÜLS

EREN

Page 64: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

63

Eşref-i mahlûkât

olan insanı, Yüce

Allah (c.c) iki yönlü

yaratmıştır; birinci yönü maddî

yönüdür ki, onun bu yönü, ye-

mek, içmek ve istirahat etmek

suretiyle tatmin edilir, doyu-

rulur. Şayet bu yönü tam doyu-

rulmaz da aç bırakılırsa insanın

sağlığı bozulur, güçsüz kalır. O

zaman gerek Allah’a karşı va-

zifelerini, gerekse diğer varlık-

larla ilişkisini düzgün olarak

yürütemez. O bakımdan insan

meşru ve helal yollardan be-

deninin bu ihtiyacını haketti-

ği şekilde gidermelidir. İnsanın

ikinci bir yönü daha vardır ki, o

da mânevî yönüdür. Bu yön de

ancak bilgi ile hikmetle tatmin

edilip doyurulabilir. Bu yön-

den tatmin edilmeyen ve do-

yurulmayan insanda bir takım

stres ve sıkıntılar meydana ge-

lir. İnsan bilgi/hikmet sayesin-

de ulvî gayesine ulaşabilir. İn-

sanı insan kılan ve melekleri

Âdem’e secde ettiren sır da bil-

gi ve hikmettir. Nitekim Yüce

Allah (c.c), “Allah, hikmeti di-

lediğine verir. Kime hikmet ve-

rilirse, ona pek çok hayır ve-

rilmiş demektir. Ancak akıl

sahipleri düşünüp ibret alır-

lar.”1 buyurmak suretiyle hik-

metin önemine vurgu yapmak-

tadır. Peygamber Efendimiz

ise, “Hikmet mü’minin yitiği-

dir, onu bulduğu yerde alır.”2

buyurarak hikmetin değerini

ifade etmektedir. Acaba insan

için bu kadar önemli olan hik-

met nedir?

Hikmet Faydalı İlimdir

Hikmet, İslâm literatürün-

de çok kullanılan kapsamlı ve

önemli bir kavramdır. Arap-

ça “h-k-m” kökünden türe-yen hikmet kavramı, sözlükte; “hükmetmek, hâkim olmak,

hikmetli olmak; yönetmek; düzeltmek amacıyla men et-mek; dönmek ve sağlam yap-mak” gibi anlamlara gelmek-tedir.

Hikmet kavramı, terim ola-rak İslâm âlimleri tarafından farklı şekillerde tarif edilmiş-

tir. Fakat çoğunluğun üzerinde

ittifak ettiği tarif şudur: “Hik-

met; faydalı ilim ve salih amel-

dir.”3

İbn Manzur, hikmetin

Allah’a nisbet edildiğinde, “en

değerli varlıkları en üstün bil-

giyle bilmek” anlamına geldi-

Page 65: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201064

ğini, insana nisbet edildiğinde

ise, “aşırılıktan uzak olma, den-

geli ve orta yol üzere bir tutum

izleme, adalet niteliği taşıma”

anlamlarına geldiğini ifade et-

mektedir.4

Hikmet kavramı, Kur’an-ı

Kerim’de on yerde “kitap” ke-

limesiyle birlikte olmak üzere

yirmi defa geçmektedir. Ayrı-

ca üç defa “mülk”, birer defa da

“mev’ıze, hayır, âyet” kelimele-

riyle birlikte kullanılmıştır.

Kur’an terminolojisi üzeri-

ne günümüze ulaşmış en eski

metinlerden biri olan Mukâtil

b. Süleyman’ın “el-Vücûh ve’n-

nazâir” adlı eserinde hikmetin

beş vechi olduğu belirtilmiştir:5

1. Kur’an’da emir ve nehiy

kabilinden geçen öğütler: “...

Allah’ın sizin üzerinizdeki ni-

metleri ve sizi irşat etmek ga-

yesiyle size indirmiş olduğu Ki-

tap ve hikmeti hatırlayın, dile

getirin...”6 âyeti buna örnektir.

2. Anlayış ve ilim anlamında

hüküm: Kur’an’da Hz. Yahya

için söylenen “Yahya! Kitaba

var kuvvetinle sarıl” dedik ve

henüz çocuk iken ona hüküm

verdik.”7 Buradaki hüküm, hik-

met terimiyle aynı anlamda kul-

lanılmıştır. Lokman’a verilen

hikmet8 de anlayış ve ilim anla-

mındadır. Taberî, Hz. Yahya’ya

çocukken verilen hükmün, kita-

bı anlama gücü olduğunu nak-

leder.9 Lokman’a verilen hik-

met ise, nübüvvetin dışındaki

anlayış, akıl, sözde isabet, doğ-

ru ve gerçek bilgidir.10 Kurtubî,

Lokman’a verilen hikmetin din-

de ince anlayış ve akıl olduğu-

nu belirtir.11 Alûsî ise hihmeti;

insan nefsinin kemâle ermesiy-

le ortaya çıkan ve elde edilen

ilim ile gücü nisbetince fazilet-

li amellere tam bir meleke ka-

zanarak tamamlanan olgunluk

olarak tefsir etmektedir.12

3. Nübüvvet: Hz. İbrahim

soyuna verilen kitap ve hik-

metten13 kasıt nübüvvettir; Hz.

Dâvûd’a verilen hikmet14 de nü-

büvvet anlamındadır. Taberî,

bu âyetleri yorumlarken Hz.

Dâvûd’a verilen mülkün siyasî

otorite, hikmetin ise nübüvvet

olduğunu belirtmekte, böylece

onun şahsında siyasî ve mânevî

otoritenin birleştiğini vurgu-

lamaktadır.15 Kurtubî ve İbn

Kesir de buradaki hikmetten

maksadın nübüvvet olduğunu

söylemektedirler.16

4. Kur’an’ın tefsiri ve

murâd-ı ilâhînin ne olduğunun

isabetli bir şekilde anlaşılabil-

mesi yeteneği: “O hikmeti dile-

diğine verir. Kime hikmet na-

sip edilmişse doğrusu, büyük

bir hayra mazhar olmuştur.”17

âyetinde, Kur’an’ın tefsiri kas-

tedilmektedir. Taberî, bu âyette

geçen hikmeti, “söz ve fiilde isa-

bet” şeklinde yorumlamıştır.18

Kurtubî, “Kendisine hikmet ve

Page 66: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

65

Kur’an verilen kimse geçmiş

kitapların bütün faziletli ilim-

lerini almış demektir.”19 Şek-

linde açıklamıştır. Ebu’s-Suûd

ise, “amelin ilme uygunluğu”20

olarak tefsir eder. Şevkânî de

âyette geçen hikmetin akıl ve

anlayış olduğunu söyler.21

5. Kur’an, “gelmiş geçmiş

bütün vahiyler” ve kesin delil:

“Allah’ın yoluna hikmet ve gü-

zel öğütle davet et.”22 âyetindeki

“hikmet”le Kur’an kastedilmek-

tedir. Taberî, burada zikredilen

hikmeti vahiy ve kitap olarak

yorumlar.23 Hikmet kelime-

si, fesattan, çirkinlik ve kötü-

lükten alıkoymak anlamaları-

nı taşıdığından “gelmiş geçmiş

bütün vahiyler” hikmet olarak

değerlendirilmiştir.24 Âyette ge-

çen hikmet kelimesi başlıca şu

mânâlara gelmektedir:

a) Doyurucu ikna edici, aynı

zamanda-karşısındaki insan-

ların kültür seviyesine göre bi-

limsel ölçüde delillerle davet et-

mek.

b) Gerçeği yansıtır mahiyet-

teki belgelerle davet etmek.

c) İnsanlara yarar sağlaya-

cak, akıllara ışık tutacak vic-

danlarını harekete geçirecek

misallerle davet etmek.

Hikmet, Kalbe İlham Olunur

Müfessirler genelde hikmeti

akıl, anlayış, doğru görüş, bilgi

ve bildiğiyle amel etmek25, in-

sanın gücü ölçüsünde, varlıkla-

rın bütün hâllerini olduğu gibi

bilmek26, yapılan işin, bilgi ge-

reğine uyması27 şeklinde ta-

nımlamışlardır. Kişi bildiğiy-

le amel etmedikçe ona hakîm

denmez. Hikmet, Allah’ın kal-

be ilham ettiği doğru bilgi şek-

linde tarif edilir. İnsanın teo-

rik bilgileri elde ettikten sonra

gücü oranında üstün işler yap-

ma yeteneğini kazanması hik-

mettir. Yani hikmet, illet ve se-

bepleri bilerek, gayeye isabet

edecek şekilde ameli ilme, ilmi

amele uydurmaktır. Bunun için

kendine hikmet verilene birçok

hayır verilmiş olduğu bildiril-

miştir.28

Hikmet terimi, Kur’an’da

geçtiği gibi hadislerde de geç-

mektedir. Hikmet’in hadisler-

de kullanılış şekliyle Kur’an’da

kullanılış şekli arasında pek

fark yoktur. Efendimiz (s.a.v)’e

nisbet edilen bazı hadislerde o,

hikmeti överek, onun mü’min

için bir yitik olduğunu, nerede

bulursa onu talep edip alması

ve öğrenmesi gerektiğini bildir-

miştir. Bazı hadislerde de hik-

metin Allah’ın bir lütfu olduğu-

nu, peygamberler gibi sevdiği

kullarına hikmeti ihsan ettiği-

ni belirtmektedir. Nitekim Pey-

gamber Efendimiz, “Allah’ım

ona hikmeti ve te’vili öğret”29

diyerek İbn Abbas’a dua etmiş;

yine Hz. Ali’yi övücü mahiyet-

te; “Ben hikmet eviyim, Ali ise

kapısıdır.”30 demiştir. Efendi-

miz (s.a.v), “Hikmetin konuşu-

lup yayıldığı meclis ne güzel

meclistir.”31 buyurmak suretiy-

le hikmetin konuşulduğu ve öğ-

retildiği yeri de övmüştür.

Netice olarak diyebiliriz ki,

hikmet gerek Kur’an’da gerekse

hadislerde övülen ve teşvik edi-

len bir husustur. Hikmet, ha-

yatın ve varlığın künhüne vakıf

olmak için elde edilmesi gere-

ken özgün bilgidir. Bu bilgi ile

insanoğlu kendisine, çevresine

ve yaratıcısına karşı sorumlu-

luğunun bilincine kavuşur. Bu

bilgi sayesinde insan nezaket-

le iyiliğe davet edip kötülükten

alıkoyma, gönülleri feth etme

imkânına sahip olur.

Prof. Dr.

1 2/Bakara, 2692 İbn Mâce, Zühd, 15; Tirmizî, İlim, 193 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak dini Kur’ân Dili,

İstanbul, trs., I, 915.4 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, Beyrut trs., XII, 140-

145.5 el-Belhî, Mukatil b. Süleyman, el-Eşbâh ve’n-Nezâi-

ru Fi’l-Kur’âni’l-Kerim, Kâhire 1975, s.28-29.6 2/Bakara, 231; 3/Âl-i İmrân, 48; 4/Nisâ, 1137 19/Meryem, 128 31/Lokman, 129 Taberî, Câmiu’l-Beyân, Mısır 1954, XVI, 55.10 Taberî, age., XXI, 67; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-

Azîm, Beyrut 1984, III, 445.11 Kurtubî, el-Cami Li Ahkami’l-Kur’ân, Kahire 1959,

XIV, 59.12 Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbuddin Seyyid Muhammed,

Rûhu’l-Me’ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni Ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut trs., XXI, 83.

13 4/Nisâ, 5414 2/Bakara, 251; 38/Sad, 20.15 Taberî, age., XXIII, 136.16 Kurtubî, age., III, 258; İbn Kesîr, age., I, 413.17 2/Bakara, 26918 Taberî, Tefsîr, III, 89.19 Kurtubî, age., III, 330.20 Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, İst., 1890, I, 262.21 Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed,

Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut trs., I, 289.22 16/Nahl, 12523 Taberî, age., XIV, 194.24 Kurtubî, age., III, 330.25 Mücahid b. Câbiri’l-Mahzûmi’t-Tâbiî Ebu’l-Hac-

câc, Tefsîru Mücâhid, Menşûrâtü’l-İlmiyye, Beyrut trs., II, 503; Abdurrezzak b. Hemmam San’ân’î, Tefsîru’l-Kur’ân, Mektebetür-Rüşd, Riyâd 1989, III, 105.

26 Şevkanî, age., I, 288.27 Râzî, Fahruddîn Ebû Abdillâh Muhammed b.

Ömer, Mefâtihu’l-Gayb, (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1997, IX, 118.

28 Yazır, age., VI, 271; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul trs., VII, 63.

29 Tirmizî, Menâkıb, 382430 Tirmizî, Menâkıb, 3031 Dârimî, Mukaddime, 28

Dipnot

Page 67: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201066

CİHAn OKUYUCU’nUn KAleMİnDen

Mevlânâ

KitapVedat Ali TOK

Page 68: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

67

Prof. Dr. Cihan

Okuyucu… Üslup

sahibi bir yazar…

İlmî yazılarında disiplinli, sanat

yazılarında hür… Her iki hâli de

takdire değer.

Cihan Okuyucu birkaç yıl-

dan beri Mevlânâ ve hususen de

Mesnevî üzerine yoğunlaştırdı-

ğı çalışmalarının semeresini kon-

feranslar vererek kitaplar yaza-

rak dinleyicisiyle/okuyucusuyla

paylaşıyor. Onun Mevlânâ üzeri-

ne yazdığı ilk kitabı “İçimizdeki

Mevlânâ”… Bu eserinde Okuyucu,

Mevlânâ ve eserlerini, görüşleri-

ni bir hatıra, bir roman havasın-

da anlatıyordu. (1. Baskı İstanbul

2002) “Mevlânâ Konuşuyor” ya-

zarın Mesnevî yorumlarını ihtiva

eden 359 sayfalık ikinci kitabı. (İs-

tanbul 2006) Cihan Okuyucu’nun

Mevlânâ ekseninde kaleme al-

dığı son eseri ise Sütun Yayınla-

rı arasında (Haziran, 2007) çıkan

Mevlânâ isimli kitabıdır.

Mevlânâ, yazarın diğer eserle-

ri gibi akıcı ve âhenkli Türkçe ile

kaleme alınmış bir inceleme ki-

tabıdır. Kitap, akademik muhite

hitap ettiği kadar ortalama sevi-

yedeki bir okuyucunun da rahat-

lıkla anlayabileceği, dikkatini çe-

kebileceği tarzda kaleme alınmış.

Bu kitabın daha önsözden baş-

layan çarpıcı anlatımları sizi he-

men Mevlânâ atmosferine alıve-

riyor: “Mevlânâ, tam 800 sene

önce doğmuş ve 734 sene önce

aramızdan ayrılmış. Ama ölüm-

süz bir doğumun sırrına ermiş-

tir.” (s. 7) diyor yazar. Ve yine ön-

sözde Mevlânâ hakkında çok şey

söylemenin mümkün olduğunu

ancak söylenen hiçbir sözün onu

tam olarak anlatmaya yetmeyece-

ğini ifade ediyor.

Kitap 4 bölüm halinde tertip

edilmiş, bu bölümler de alt baş-

lıklarla zenginleştirilmiş, açılmış.

Biz de kitabı tanıtırken yazarın

tuttuğu yolu izlemeyi uygun bul-

duk.

Mevlânâ’nın hayatıyla ilgi-

li olarak kendi eserlerinde he-

men hiçbir malumata rastlan-

mamaktadır. Bu sebeple yazar,

Mevlânâ’yı anlatan kaynakların

listesini vermeyi uygun bulmuş.

Bu kaynakları biz de merak eden

okuyucularımıza aktaralım. Sul-

tan Veled (Veledname/İptida-

name), Feridun bin Ahmed (Si-

pehsalar: Risale-i Sipehsalar),

Eflâkî (Menakıbu’l-Arifin). Ya-

zar, bu kaynaklardan hareketle

Mevlânâ’nın doğduğu ve birçok

ilim adamı yetiştirmek suretiy-

le “Kubbetü’l-İslâm” ismini hak

edecek bir şehir durumunday-

ken Moğol istilasından sonra

kendini bir türlü toparlayama-

yacak olan Belh şehrini dünü ve

bugünüyle kısaca tasvir ediyor.

Kaynaklar arasındaki bilgi fark-

lılıklarına da dikkat çeken Cihan

Okuyucu, Mevlânâ’nın ailesi, sü-

lalesi hakkında da mukayese-

li bilgileri okuyucusuyla paylaşı-

yor. Yazara, burada Mevlânâ’nın

“Her ne kadar Farsça söylüyor-

sam da aslım Türk’tür” mealin-

deki beytine yer veriyor. Bu beyit

üzerindeki tartışmaları da akta-

ran Cihan Okuyucu Mevlânâ’nın

şiirlerinde geçen çok sayıdaki

Türkçe kelimelere bakarak onun

ana dilinin Türkçe olması gerek-

tiği ihtimalinin güçlü olduğunu

söylüyor.

Eserin I. Bölümü-

nü oluşturan konulardan biri

Mevlânâ’nın babası ve aile ef-

radıyla birlikte Belh’ten çıkıp

Konya’ya kadar olan göç macera-

sıdır. Cihan Okuyucu, diğer eser-

lerinde olduğu gibi, Mevlânâ’da

da tartışmalı olan konuları kay-

nakları ile belirtiyor ve sonra da

kendi kanaatini söylüyor. Nitekim

Mevlânâ ve ailesinin Belh’ten göç

etmeleri de kaynaklarda farklı se-

beplere bağlanmakta ve yazar bu

sebepleri ayrı ayrı derç etmekten

imtina etmemektedir.

Cihan Okuyucu

Mevlânâ’nın hayatını “Şems’ten

önce ve Şems’ten sonra” ol-

mak üzere iki döneme ayırıyor.

Mevlânâ, babasının müritlerin-

den olan ve Belh’ten beraber gel-

dikleri Seyyid Burhaneddin’den

aldığı derslerle bir ilim adamı hü-

viyetine bürünmüşken, Şems’i ta-

nıdıktan sonra bir aşk eri olmuş-

tur. Seyyid Burhaneddin, onu her

biri 40 gün süren 3 halvete sok-

tuktan sonra “Mevlânâ arınmış,

ilahi sırlara açılmış bir gönülle

dışarıya ayak bastı. Hocası ese-

rinden memnundu: ‘Haydi’ dedi,

yürü de insanların ruhuna taze bir

hayat ver, görülmemiş bir rahme-

te boğ onları ve aşkınla gönülle-

ri dirilt.” (s. 30) İşte bundan son-

ra Mevlânâ Şems ile tanışacaktır.

Şems hem rind bir derviş, hem

şer’î akidelere bağlı büyük bir

âlimdir. Mevlânâ-Şems dostluğu-

nun Mevlânâ cephesinden tasvi-

rini şöyle yapıyor yazar: “Şems’in

dostluğu pahalıydı ve yüksek bir

bedel istiyordu. Bu dünyayı boş-

lamış adama ulaşmak ve onun

kanat çırptığı göklere süzülmek

için insanın “benim” dediği her

Page 69: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201068

şeyi geride bırakması gerekiyor-

du. (…) Mevlânâ ilmini, irfanını,

mesleğini, şöhretini hâsılı elin-

de olan her şeyi Şems’in ayakları-

na serdi ve onu satın aldı. (s. 34)

Mevlânâ, Şems’i tanıdıktan sonra

yeni bir mektebe başlamıştır. “Bu

yeni mektebin adı aşk mektebiydi,

dersin adı aşk dersiydi. Ve bu der-

sin çılgın hocası aşkın ete kemi-

ğe bürünmüş şekli olan Şems’ten

başkası değildi.” (s. 34)

Cihan Okuyucu, Mevlânâ’nın

Şems ile olan dostluluğunu, mu-

habbetini, Şems’i tanıdıktan son-

ra eski hâlinden eser kalmayı-

şını, farklı bir âlemde yaptığı

yolculuğu; Mevlânâ müritlerinin

Şems’i kıskanmalarını akıcı ve

çarpıcı bir dille anlatıyor. Şems,

Mevlânâ’dan iki kez ayrılmıştır.

Birinci ayrılış 15 ay kadar sürmüş-

tür. Şems’in 15 ay sonra tekrar

Konya’ya gelişi Mevlânâ’yı yeni-

den diriltmiştir. “Mevlânâ ayrılık-

ta geçen günleri kaza eder gibiydi.

Şems’le kapandığı medrese hüc-

resinde altı ay süren bir can soh-

betine dalmıştı.” (s. 39)

Mevlânâ ile Şems arasındaki

kuvvetli dostluk Mevlânâ’nın mü-

ritlerini, dostlarını kıskandırır ve

Şems’in ondan uzak durması iste-

nir. Sonunda Şems ikinci defa, fa-

kat bu kez ebediyen Mevlânâ’dan

ayrılır. Şems’in bu ayrılışı tama-

men bir sırdır. Bugün bile bu sır

perdesi aralanmamıştır. Bir riva-

yete göre Şems öldürülmüştür.

Şems’ten sonra başlığında

Mevlânâ’nın o anki durumuyla

alakalı olarak Cihan Okuyucu şu

yorumları yapıyor: “Denilebilir ki

Şems’in ayrılığı da Mevlânâ’nın

kemal yolunda aşması gereken

basamaklardan biriydi. Çünkü

aslolan Şems değildi, onda tecel-

li eden ilahi nurdu. O nur önce

Şems’in çehresinde parlayarak

âşığın bakışlarını avlamıştı. Ama

şimdi o çehre kaybolmalıydı ki

nurun o çehreye ait olmadığı an-

laşılsın ve bakışlar nurun kayna-

ğına yönelsin.” (s. 45)

Bilindiği gibi Mevlânâ de-

nince onun akla ilk gelen ese-

ri Mesnevî’dir. Mesnevî

Mevlânâ’nın Şems’ten sonraki

iki hâldeşinden biri olan Hüsa-

meddin Çelebi’nin arzusu ve teş-

viki ile yazılmıştır. “Mevlânâ bu

isteğe sarığının arasından çıkar-

dığı Mesnevî’nin ilk 18 beyti ile

mukabele etti. (…) İlk 18 beyit

yazı tarihinde benzeri görülme-

miş bir söyleme ve yazma süreci-

nin de başlangıcı oldu. Mevlânâ

sütteki bereketin memede de-

ğil, onu sağan elde olduğunu söy-

ler. Hüsameddin’in istek eli de

Mevlânâ’daki ardı arkası gelme-

yen ilham denizlerini coşturuyor,

ondan sadır olan sözleri kâğıtla

kalemle buluşturuyordu.” (s. 50)

Kitabın Rıhlet başlığında

Mevlânâ’nın vefatı anlatılıyor.

Şüphesiz ki Mevlânâ büyük bir in-

sandı. Ya Konya? Cihan Okuyucu

Konya’ya da hakkını veriyor ese-

rinde ve A. Nihad Asya’nın “Kon-

ya Mevlânâ demek” nakarat-

lı şiiriyle beraber “Mevlânâ’nın

üzerinde Konya’nın payını da

unutmayalım. O, Belh’te Cela-

leddin olarak doğmuştu ama

Konya’da Mevlânâ olarak ölmüş-

tü.” diyor. (s. 55)

Mevlânâ’nın I. Bölümün-

de dikkat çeken konulardan biri

de Mevlânâ zamanında yaşamış

Muhyiddin İbn-i Arabi, Sadrettin

Konevi, Şirazlı Kutbettin Mah-

mut, Fahrettin Iraki, Necmed-

din Razi, Tuslu Bahaddin-i Ka-

nii, Urmiyeli Siraceddin, Hintli

Safiyyüddin, Şeyh Sadi, gibi meş-

hurlardan bahsedilmiş olması-

dır. Kitapta bu âlimlerin eserleri

ve Mevlânâ ile olan ilgi ve ilişkile-

ri üzerinde durulmaktadır.

Kitabın sonraki sayfaların-

da Mevlânâ’nın kendi eserlerin-

den ve Mevlânâ ile ilgili kaynak-

lardan takip edilebildiği kadar

fizikî görünümü ile iç âlemi ve

ahlâkı tasvir ediliyor. Buna göre

“Mevlânâ, ince ve uzunca boylu,

sarı çehreli, kırçıl sakallı, siyah

kaşlı ve ela gözlü idi.” (s. 65) Ki-

tapta ahlâkı üzerinde durulur-

ken de kendi beytinde ifade et-

tiği gibi, Mevlânâ’nın Kur’an’ın

kölesi ve Hazret-i Muhammed

(s.a.v)’in yolunun toprağı ol-

duğu ifade ediliyor. O, İslâm’ın

şiddetle men’ ettiği tefrika bela-

sına vahdet ilâcıyla çözüm bul-

muş; daima birleştirici olmuş,

ayrılığa, gayrılığa karşı çıkmış-

tır.

Mevlânâ’da yer alan konu-

lardan biri de Mevlânâ’dan son-

ra Mevlevîlik’tir. Bu bölümde

Mevlevîlik hakkında kısa bir ma-

lumat verildikten sonra Mevlevî

tekkelerinin Mevlânâ’nın oğlu

Sultan Veled sayesinde çoğaldı-

ğına işaret ediliyor. Mevlevîliğin

vazgeçilmez sembolü olan

sema’nın anlamıyla ilgili bazı

meşhur şahısların görüşle-

ri naklediliyor ve Mevlânâ’nın

sema ile ilgili sözleri Türkçe an-

Page 70: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

69

lamıyla veriliyor. Sema ile ilgili bu hik-

metli sözlerden birkaçı: “Belî (evet) sesini

işitmek, kendini unutup Allah’a kavuş-

maktır… Dostun hâlini görüp bilmek ve

lâhut perdelerinden Allah’ın sırlarını işit-

mektir… Yakup Peygamberin ilâcını ve

Yusuf’a kavuşma kokusunu gömleğinden

hissedip koklamaktır…” (s. 76)

Mevlânâ’nın II. Bölümünde onun eser-

leri ve eserlerinin muhtevaları, tercümele-

ri, nüshaları, neşirleri ve yazılış hikâyeleri

anlatılıyor. Mevlânâ ve eserleri üzerinde

çalışma yapanlar da bu bölümün malu-

matları arasında.

III. bölüm “Mevlânâ’nın fikir dünya-

sında kısa bir gezinti” başlığı ile sunu-

luyor. Bu bölümde yazar, Mevlânâ’nın

eserlerinden seçtiği çeşitli anekdotlar-

la okuyucuya Mevlânâ’nın ışık saçan

zekâsından, hayal dünyasından, ufuklar

açan nüktelerini, hâsılı insanı ve insanın

düşünce dünyasını Mevlânâ’nın görüşü

ve gönlüyle ve kendi yorumuyla aktarı-

yor. Bu bölüm de son derece ilgi çekicidir.

Buradan hiçbir alıntı yapmadan, bu akıcı,

ders verici, zevkli bölümü kitabı okumayı

arzulayanların gönüllerinde hazırladıkları

Mevlânâ misafirhanelerine havale edelim.

Eserin son bölümü Mevlânâ hakkın-

da yapılan yorumlara ayrılmış. İlk söz

Mevlânâ’ya ait: “Bizim Mesnevîmiz bir-

lik dükkânıdır, orada Bir’den başka her

ne görürsen bil ki o puttur.” (s. 183) İk-

bal, Abdullah Dehlevî, Halife Abdülha-

kim, A. Schimmel, Hammer… gibi şahıs-

ların Mevlânâ hakkındaki sözleri ile kitap

sona eriyor.

190 sayfalık kitabı biz bir iki günde

okuyup bitirdikten sonra aklımıza meşhur

ressamın hikâyesi geliyor: 20 yıl + 5 daki-

ka… Sevgili Hocam Cihan Okuyucu da yıl-

lar süren Mevlânâ ve Mesnevî tetkiklerini

özetlediği 190 sayfalık bu eseriyle okuyu-

cunun dünyasını zenginleştiriyor.

Kitaplık

Mevlânâ İle Bir Ömür

Şefik CAN

Sufi Kitap

Tel: 0212 511 24 24

İnanç ve Aksiyon

Cemil TOKPINAR

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Ali Nihad Tarlan’dan Divan Şiiri

Dersleri

Güler GÜVEN

Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları

Tel: 0212 526 16 15

Târih ve Tasavvuf Sohbetleri

Nihad Sâmi BANARLI

Kubbealtı Yayınları

Tel: 0212 516 23 56

Denemeler – Yorumlar

İsmail ÖZMEL

Salkımsöğüt Yayınları

Tel: 0442 235 65 70

Page 71: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201070

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Abdullah. Adını ve Ebû Bekr künyesini Hz. Peygamber (s.a.v) koymuştur. Künyesi : Ebû Bekr, Ebû Hubeyb Doğum yılı : H. 2. yılıDoğum yeri : MedineBaba adı : ez-Zübeyr b. el-AvvâmAnne adı : Hz. Ebubekir’in kızı EsmâEş(ler)i : Hanteme,Akrabaları : Hz. Ebubekir, dedesi, Aişe, teyzesi-dir. Urve b. ez-Zübeyr, kardeşidir. Babası, Peygamberimi-zin halasının oğludur. Teyzesinin evine sık gider gelirdi. Oğulları : Abbâd, Âmir, Sabit, Musa,Kızları : Tespit edilemedi.Kabilesi : Kureyşİslâm’a girişi : Çocukluğundan itibarenSohbet süresi : 8 yılRivayeti : 33Yaşadığı yer : Medine, MekkeMesleği : Askerlik ve yöneticilikHicreti : Mekke’ye göç etmiştir.Savaşları : Suriye ve Mısır’ın fethi, Yermük sa-vaşı, İfrikkıyye, Taberistan, Horasan ve Cürcan seferle-rine katıldı. Muhasara edildiğinde Hz. Osman’ın; Ce-mel Savaşı’nda da Hz. Aişe’nin yanında yer aldı.Görevleri : Hz. Osman’ın Kur’an’ı Mushaf ha-line getirmek üzere oluşturduğu 4 kişilik heyette yer aldı. Muhalifi olduğu Halife Yezid’in ölmesi üzerine, H. 64’te Mekke’de kendi hilafetini ilan etti. 9 yıl süren Hi-caz Bölgesi halifeliği, Haccac’ın aylarca süren Mekke kuşatmasıyla sona erdi. Fiziki yapı : Yüzünde sakal çok azdı, sakalı sa-rıydı ve çenesindeydi. Mizacı : İbadete, namaza çok düşkün idi. Geceler boyunca namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Kendisine “mescid güvercini” denirdi. Çok cesur bir as-ker, iyi bir komutan, ihtiraslı bir siyaset adamı idi. İlim

ve hitabette de çok güçlüydü. Ayrıcalığı : Muhacirlerin Medine’de doğan ilk çocuğudur. Hz. Peygamber (s.a.v) kulağına ezan oku-muş, bir hurmayı çiğneyerek ağzına vermiş ve ona dua etmiştir. 7-8 yaşındayken Hz. Peygamber’e bey’at etmiştir. Sahabe içinde ilimleriyle meşhur olan 4 Abdullah’tan birisidir.Ömrü : 72 Ölüm yılı : H. 73Ölüm yeri : MekkeÖlüm sebebi : Haccac ordusu tarafından Kabe’de muhasara altına alınarak öldürüldü. Başı kesilerek Şam’a gönderilirken, gövdesi günlerce darağacında bekletildi.Hakkında : İbn Abbas onu şöyle anlatır: “Allah’ın Kitabını (çok iyi) okuyan, İslâm’da iffetli bi-riydi. Babası Zübeyr, annesi Esma, dedesi Ebubekir, halası Hatice, teyzesi Aişe, ninesi Safiyye’dir. Vallahi ben Ebubekir ve Ömer’e bakarak değil, ona bakarak kendi nefsimin muhasebesini yapıyorum.” Hadisleri : “Aşure günü oruç tutunuz. Zira Al-lah Rasulü o gün oruç tutulmasını emretti.” “Nikâhı ilan ediniz!” “Dünyada ipek giyen (erkek), ahirette gi-yemez.”Sözleri : Öldürülmesinden kısa bir süre önce annesine şöyle dedi: “Bugüne kadar Allah uğrun-da çalıştım. Dünyaya meyletmediğim gibi, orada ya-şamayı da istemedim. Beni isyana sevk eden şey, Al-lah için gazaptan ve haramların helal kılınmasından başka bir şey değildir. Bak anacığım! Oğlun hiçbir kö-tüye yardım etmedi ve kötülük istemedi. Allah’ın hük-münde haksızlık etmedi. Emniyet altındaki kimseye ihanet etmedi. Bir Müslümana zulmedilmesine göz yummadı. Amirlerinin zulümlerine rıza göstermedi. Hiçbir şeyi Allah’ın rızasından daha üstün tutmadı.” *. Prof. Dr.

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR B. EL-AVVÂM

Page 72: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

71

Kırk HadisOtuzbeşinci

Hadis

Yorum

“(Cenab-ı Hak): ‘Ben, kalpleri kırılmışların ve kabirleri

belirsiz olanların yanındayım.’ (buyurmuşlardır.)”(Sehâvî, Mekâsid, s. 96; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/203)

Türkçe Açıklaması

Tezhib: Şehnaz Özcan

(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)

“Dünyada kalbin kırık olması ahirette sarılması, hayat ve ölüme yönelik vurdumduymazlık izlerinin yok olması ise kulun Allah haricindeki bağlardan kurtuluşu ve Ehadiyet tecellisiyle Yüce

Yaratıcı tarafından tercih edilmesi demektir.”

Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)

Page 73: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201072

SÖZ DİnleMeYen

ÇOCUKlAR

Yu m u r t a d a n

başka hiçbir

şey yemeyen

bir çocuğu, anne babası zama-

nın âlimine götürürler. Hoca-

ya; çocuklarının bütün uyarı ve

nasihatlerine rağmen yumurta-

dan başka bir şey yemediğini,

bu gidişle de gıdasız kalmasın-

dan korktuklarını söylerler.

Durumu dinleyen hoca efen-

di, şimdi gitmelerini ve kırk gün

sonra gelmelerini söyler. Kırk

gün sonra anne babasıyla gelen

çocuğu kucağına oturtup saçla-

rını okşayan hoca efendi çocuğa:

“Yavrum bundan sonra çok

fazla yumurta yeme, diğer yi-

yeceklerden de ye” diye nasihat

eder.

Aradan bir iki gün geçtikten

sonra gerçekten çocuklarının

yumurtayı fazla yemediğini gö-

ren aile, soluğu doğruca hoca-

nın yanında alırlar. Hoca efen-

diye; “Hocam madem bir çift

sözle çocuğa bu davranışı bı-

raktıracaktınız da neden bizi

kırk gün beklettiniz” diye so-

rarlar.

Hoca efendi de: “Siz bana

çocukla geldiğiniz zaman ben-

de yumurtayı çok sever ve

çok yerdim. Çocuğa yumurta-

yı az yemesini söyleyebilmem

için kırk gün kendi nefsimde

bunu denedim ki çocuğa söy-

lediklerim etkili olabilsin. Yok-

sa yumurtayı fazla yememesi-

ni şimdiye kadar onlarca kişi

söylemiştir; fakat çocuk kimse-

yi dinlemedi. Yani anlayacağı-

nız kalpten çıkan söz kalbe te-

sir ederken ağızdan çıkan söz

ise bir kulaktan girip öbür ku-

laktan çıkar” demiştir.

Çocuklarla konuşurken ağ-

zımızdan hiç düşürmediğiz:

“Ben senin yaşındayken, be-

nim zamanımda, ben senin ye-

rinde olsaydım…” gibi cüm-

leler çocuğumuzla iletişimi

koparmamıza ve bizi dinleme-

mesine neden olmaktadır.

Çocuklar anne babalarının

sözlerini dinlememesinin bir

sebebi de çocukların daha kü-

çük yaştan itibaren zihinsel ge-

lişimlerini engellemekten kay-

naklanmaktadır.

Anne babalar çocuklarının

kendi işlerini kendisi yapan,

söz dinleyen, ders çalış deme-

den ders çalışan ve okulun göz-

de öğrencilerinden olmalarını

isterler.

Çocukların söz dinlememe-

lerini Prof. Dr. Üstün DÖK-

MEN şöyle açıklamaktadır:

“Anne babanın elinde upu-

zun bir “ellenmemesi gerekli

şeyler” listesi vardır. Çocukla-

rın her şeyi el uzatmaları yara-

mazlık değil zihinsel gelişim-

lerinin özelliğidir. Aman bunu

elleme, buna dokunma....” (İle-

tişim Çatışmaları ve Empati.

Sistem yayıncılık)

AileM. Emin KARABACAK

Page 74: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Üstün Dökmen hocamı-

zın da söylediği gibi çocukla-

rın yeni yürümeye başladıkla-

rı zaman zihinsel gelişimlerinin

bir özelliği olarak her şeyle oy-

namak isteyişi anne-baba tara-

fından ona dokunma, bunu el-

leme, oraya gitme, yapma ve

etme gibi emirler çocukların

hem zihinsel gelişmelerini en-

gellenmekte hem de anne ba-

basıyla iletişim engellerini öğ-

renmektedirler.

Bu çocuklar ileri yaşlar-

da iletişim problemi yaşayan,

kendi başına buyruk, ders ça-

lışmayan, araştırma yapmayan

çevreyi incelemeyen, kitapları

karıştırmayan, büyüdükleri za-

man sadece etrafı gözlemleyen;

fakat araştırma şevki kırılmış,

ne yapacağını bilmeyen, iş be-

ğenmeyen ve söz dinleme-

yen insanlar olacak-

lardır.

Anne baba-

lar olarak ço-

cukları; “Ço-

c u k l a r ı n ı z ı

y a ş a d ı ğ ı n ı z

çağa göre değil,

onların yaşa-

yacakları çağa

göre yetiştir-

mek” (Hz. Ali

(r.a)) gereki-

yor.

Çocukla ile-

tişim kurarken

çocuğu suçla-

mak yerine; “şu

şekilde davran-

man hoşuma

gidiyor, ödev-

lerini zama-

nında yapmadı-

ğın için üzülüyorum,

böyle söylemen beni

üzüyor…” ile başlayan ben

dili cümlelerle duygu ve

hissettiklerimizi ifade et-

memiz iletişimin deva-

mını sağlayacaktır.

“Eve geç gelmen-

den ve böyle davran-

mandan hoşlanmı-

yorum” demeniz

çocukta hoşla-

nılmayan ken-

disinin değil,

davranışlarının

olduğunun far-

kına varmasını

sağlayacaktır.

73

Page 75: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201074

Bunun yanında çocuklara hayır

deneceği zaman; “seni seviyo-

rum; ama isteğine hayır” deme-

niz, çocuğunuz için daha olum-

lu olacaktır.

Çocuklar sıkıntılı ve üzgün

oldukları zaman konuşmak is-

temezler. Bu durumda çocuğu

konuşması için çocuğun üstüne

gitmek yerine; “canın herhalde

konuşmak istemiyor, ama ko-

nuşmak istersen ben seni

her zaman dinlemeye ha-

zırım...” mesajı, çocuğun

sıkıntılarını sizinle paylaş-

masına olanak sağlayacak-

tır.

Çocukların Söz Dinlemeleri için Neler Yapmalı?

Çocukların okulda ve

ileriki yaşantılarında ileti-

şim problemi yaşamayan

başarılı kimseler olmala-

rı için; anne babaların ço-

cukların adına, onların iş-

lerini yapmaktan, onların

işlerini düşünmekten vaz-

geçmelidir.

Çocuklarla iletişim

problemi yaşamamak için:

‘Ben senin yerinde olsay-

dım, benin zamanında’ diye

başlayan cümlelerden kaçınıl-

malı.

Çocukları başkaları ile kı-

yaslamamalı.

Çocukların olumsuz dav-

ranışları yerine olumlu davra-

nışları görülerek benlik saygısı

yükseltilmeli.

Çocukların kurallara uyma-

ları ve söz dinlemeleri için ku-

ralların nedenlerini ve amaçla-

rını açıkça anlatmalı.

Çocuklarla iletişim kurarken

onları yargılamamalı.

Çocukları eleştirmeden ve

suçlamadan konuşmalı.

Çocukları etkin bir şekilde

dinlemeli.

Çocuklara uzun uzun nasi-

hat ve nutuk çekmekten kaçın-

malı.

Çocuklarla konuşurken sen

dili yerine ben dili kullanarak

konuşmalı.

Çocukla konuşurken emir

vermekten, tehdit etmekten,

ahlak dersi vermekten, yargıla-

maktan kaçınmalı.

Çocuklarla iletişimin de-

vamı için ondan beklentileri

onunla birlikte bir kâğıda yazıp

imzalayarak evin uygun bir ye-

rine asmalı.

Çocuklarla, iletişim kurar-

ken anne baba olarak ka-

rarlı ve tutarlı davranma-

lı. Kuralları uygulamada

kararlı ve tutarlı olmalı.

Anne babanın ço-

cuk gözünde saygınlığı-

nın azalmaması ve ço-

cukla iletişim problemi

yaşamaması için kuralla-

ra herkes uymalı.

Annenin koyduğu ku-

ralı baba, babanın koydu-

ğu kuralı anne kaldırma-

malı.

Çocukların yaşlarına

uygun görev ve sorumlu-

luklar verilerek cesaretlen-

dirmeli.

Çocuğun çabası ve yap-

tıkları takdir edilerek ba-

zen ödüllendirmeli.

Sonuç olarak; çocuklarını-

zı gerçekten dinlediğinizde, ona

zaman ayırdığınızda, konuşur-

ken onu yüreklendirdiğinizde,

onunla ilgilendiğinizde, ona fır-

sat verdiğinizde ve en önemlisi

onu koşulsuz kabul edip takdir

ediğinizde çocuklarınızla ileti-

şim problemi yaşamayacaksınız.

Page 76: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

75

DERUNÎ DİL İLE... Yâ İlâhî senden bir muradım varMalûmdur ki, halisâne niyetimKıyamete kadar olsun pâyidarVatanım, Bayrağım ve hürriyetim

ACI SON

Gül gibi solmakta hayatın rengi, Düşüyor ömürden her gün bir yaprak. Ölümle bitiyor yaşama cengi, Bir mıknatıs gibi çekiyor toprak...

BİRLİK YOLUNDA

Sarp yokuşlarda değil, düzde birlik olalımSenet kabul ederek, sözde birlik olalımKabukla oyalanmak, en büyük yanılgıdırGeliniz hep beraber “öz”de birlik olalım

DENGE TEMENNİSİ

Ah! hiç kimse kimsenin ateşine yanmasaKeşke kimse kimseyi kötülükle anmasa Ne huzur bozulurdu ne de bâkî dostluklar; İnsanî ilişkiler çıkara dayanmasa

HER ŞEY ASLI GİBİDİR

Mümkün değil su yokuşa akacak sanmayın Gün gelir balık kavağa çıkacak sanmayın Dağlar yerinden oynar deseler bir ihtimal Fakat huylu huyunu bırakacak sanmayın

Ahmet Süreyya DURNA

İmam

H. B

ARTI

K

Page 77: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201076

Efeler diyarı Aydın, tarihî süreç içeri-

sinde çeşitli uygarlıklara beşiklik et-

miş, bugün de hala o uygarlıkların

derin izlerini taşıyan güzel yurt köşelerimizden

biridir. İlkçağlar dan beri bir kültür ve bilim mer-

kezi olan bu ilimiz tarihin çeşitli evrelerindeki de-

ğişik kültür birikimlerinin açık bir müzesidir.

İlin dört bir yanı geçmiş uygarlıkların kalın-

tılarıyla dolu dur. Burada eskiçağ kent kalıntıla-

rıyla birlikte Bizanslılar, Anadolu Selçukluları,

Aydınoğulları ve Osmanlılar

dönemine ait ya pıtlar bir arada

görülebilir.

Türklerin Anadolu’ya yer-

leşmeye başlamasıyla Anado-

lu, çeşitli tarikatlar, tasavvufî

düşünce ve ekollerin inki-

şaf edip yayıldığı ve hatta ye-

nilerinin ortaya çıktığı önem-

li bir saha haline gelmiştir. Kısa süre içerisinde

Anadolu’nun birçok bölgesinde ve özellikle eski-

den beri ilim ve kültür merkezi olan yerler gibi

Aydın’da da ilim adamları, müderrisler ve muta-

savvıflar kendini göstermeye başlamıştır.

Muhammed Zühdi Efendi

Uşşâkî yolu büyüklerinden olan Muhammed

Zühdi Efendi Selahaddin-i Uşşakî Hazretleri-

nin halifesidir. Hocası tarafından İstanbul’dan

Nazilli’ye, insanları irşat amacı gönderildi. 1806

yılında Nazilli’de vefat etti.

Muhammed Zühdî Efendi bir gün sohbetinde;

- Bu dünyada, dünya için yapılan işlerin hepsi

‘dünya işi’dir. O işlerin faydası,

yalnız dünyada görülür, ahiret-

te ele bir şey geçmez, buyurdu.

- İbadetler de böyle midir

efendim? diye sordular.

- Evet, namaz da olsa, aynı-

dır.

- Peki, hangi işler ‘ahiret işi’dir efendim?

- Ahiret için yapılan, yani ahirette bize fayda-

sı olacak işler, ‘ahiret işi’dir. Her işi yaparken;

“Ben bu işi niçin yapıyorum?” diye sorun kendi-

Örnek Hayat Yusuf HALICI

velİleRİAYDIN

Page 78: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

77

nize. Eğer ‘Allah

için’se, yapın. Ahi-

rette karşınıza çıkacak-

tır. Allah için değilse, böyle

işlerin dünyada faydasını gö-

rürsünüz. Ama ahirette elinize bir

şey geçmez.

Muhammed Zühdî Efendi bir gün sevdiği

bir gence; “Evladım müslümanlardan hiç kimse-

yi tevbe ettiği bir kusurundan dolayı ayıplama!”

buyurur. Delikanlı; “Ama öyle şeylere şahit olu-

yoruz ki ayıplamamak elde değil hocam.” deyince

Muhammed Zühdî Efendi; “Olsun evladım yine

de hiç kimseyi ayıplama.” der. Gencin “Hikmeti

ne efendim?” diye sorması üzerine Muhammed

Zühdî Efendi şöyle cevap verir; “Çünkü bir kimse

bir müslümanı tevbe ettiği bir kusurundan dola-

yı ayıplarsa o kimse bu kusuru işlemeden ölmez.

Ayıplayacaksan kendini ayıpla. Kendi kusurunu

gör. Kendini kötüle. Aynaya bak kendinden utan.

Başkasıyla değil bilakis kendinle uğraş. Çünkü

senin en büyük düşmanın kendi nefs-i emma-

rendir oğlum. Ve o nefis seni Cehenneme sokmak

için uğraşıyor.”

Ali Galip Vasfi Efendi

Ali Galip Vasfi Efendi on sekizinci yüzyıl Ana-

dolu evliyalarındandır. İsmi, Ali Galip olup, Vas-

fi mahlasıdır. 1733 senesinde Nazilli’de doğdu.

1801 senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri Nazil-

li’dedir.

Babası Uşşakiy-

ye halifelerinden Şeyh

Muhammed Zühdi Efen-

didir.

Hem zahiri hem de bâtıni

ilimlerle mücehhez bir aile orta-

mında yetişen Ali Galip Vasfi Efendi,

zamanının usulüne göre birçok hocalar-

dan zahiri ilim tahsil ederek yüksek derece-

ye ulaştı. Ayrıca, babasından da tasavvuf ders-

leri alıp yetişti. Tahsil hayatından sonra Ali Galip

Vasfi Efendi, kendi memleketinde uzun yıllar in-

sanları irşat ederek onlara İslâm dininin emir ve

yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette

saadete kavuşmaları için gayret etti.

Kırk dört sene bulunduğu müftülük görevi sı-

rasında insanlara İslâmiyet’in hükümlerini en

doğru biçimde ulaştırmak için çalıştı.

Vereceği fetvaları, önce Rasulullah (s.a.v)

Efendimize maneviyat âleminde arzeder, Efen-

dimiz (s.a.v)’den aldıkları müsaade ve emirden

sonra verirlerdi.

Bir gün oğluna, Hicaz’a gitmek üzere eşyala-

rın hazırlanmasını istedi. O günün geleneklerine

göre bu durum halka ilan edildi ve şehrin dışın-

da bir yerde halka ziyafet verildi. Ziyafet sonrası

herkesle vedalaşıldı. Tam yola çıkmak üzereyken

oğluna, Hicaz’a gitmeyeceğini, tekrar kasabaya

döneceğini söyledi ve geri döndü. Oğlunun, bü-

tün ısrarlarına ve kasaba halkına karşı bu şekilde

yapmasının uygun olmayacağını, halkın dediko-

du yapacağını söylemesine rağmen; “Oğlum, hal-

kın edeceği dedikoduya bakma, Zira Rasulullah

(s.a.v)’ın emirleri bu yöndedir.” buyurdu. Hep

birlikte kasabaya geri döndüler.

İlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zat olan

Ali Galip Vasfi Efendinin çok kısa bir süre sonra

da vefat etmesinden yolculuğunu neden gerçek-

leştirmediği anlaşılmıştı.

Page 79: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201078

Ali Galip Vasfi

Efendinin Arapça,

Farsça ve Türkçe şiirle-

ri ve bir de külliyatı vardır.

Süleyman Rüşdi Efendi

Aydın ilimizin yetiştirdiği büyük veliler-

den Süleyman Rüşdi Efendinin hayatı hakkında

kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Doğum tarihi bel-

li olmamakla birlikte Nazilli’nin Karamullu Kö-

yünde doğduğu bilinmektedir. 1834 senesinde

Nazilli’de vefat etti.

Süleyman Rüşdi Efendinin hayatı bir Meh-

med Zühdî Efendi’yi tanımadan önceki bir de

Mehmed Zühdî Efendi’yi görüp ona bir bende ol-

duktan sonraki hayatı olmak üzere iki bölümdür.

Önceki hayatında, karşımızda halkın kendi-

sinden çok korktuğu Karamullu Köyünün bir

efesi varken, daha sonraki hayatında mürşidine

bende olup sonrasında insanların Hak yola ulaş-

ması için canla başla çalışan bir büyük zat vardır.

Mehmed Zühdî Efendi’yi görüp, kendisine

bağlı efelerle beraber ona talebe olan Süleyman

Rüşdi Efendi onun yanında kemale ererek çok

yüksek mertebelere kavuştu.

Sultan İkinci Mahmut Han’a, kendisi hakkın-

da yapılan bazı iftira-

lar sebebiyle padişah

tarafından İstanbul’a da-

vet edilen Süleyman Rüşdî

Efendi Rami kışlası civarın-

da Sultan İkinci Mahmut Han ile

görüşerek neticesinde Sultan İkin-

ci Mahmut Hanın takdir ve hürmeti-

ni kazandı.

Daha sonra Nazilli’ye dönerek vefatına ka-

dar insanlara Allahu Teâlâ’nın emir ve yasakları-

nı anlatmaya devam etti.

Süleyman Rüşdî Efendinin, Siyer-i sülûk ve

Silsile-i Uşşâkiyye’ye dair iki eseri vardır.

Aydın’da bulunan diğer türbe ve ziyaret yer-

lerinden bazıları da şunlardır:

Alihan Baba

Alihan Baba, Anadolu’nun fethinde büyük

emeği olan gazi dervişlerdendir. Türbesi Aydın’ın

Veys Paşa mahallesindedir.

Yâren Dede

Horasan’dan Anadolu’ya İslâmiyet’i yaymak

için gelen gazi dervişlerden olan Yâren Dede’nin

kabri, Aydın’ın Sultanhisar ilçesinin Kabaca Kö-

yündedir.

Ahî Bayram

Menteşe Beyliği devrinde yaşamış olan

Ahî Bayram Anadolu’da İslâmiyet’in yerleşip

Avrupa’ya sıçramasını temin eden ahilerdendir.

Türbesi Aydın’ın Eski Çine köyünde, Ahmed Gazi

Camii avlusundadır.

Karacaahmed Sultan

Karacaahmed Sultan’ın kabri, Zafer mahalle-

sinde Eski Nazilli Caddesi üzerindedir.

Page 80: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

79

TOPRAK“Senin hayatında mevsimler dönümBahar canlanıştır sonbahar ölümBazen saksındaki kırmızı gülünBazen de bir karaçalısın toprak”...

Sende kokuların en güzeli; gülBaharda bir yeşil halısın toprakÖrter üzerini rengârenk bir tülO zaman dünyanın şalısın toprak

Demir dövülmezse gelir mi tava?Seninle paklanır pis su pis havaKadrini anlamak en mühim dava Dünyanın en halis malısın toprak

Sende bitmez hasret, bozulmaz ahenkMutluluk kucakla aşk hevenk hevenkSenden doğmadı mı dünyada her renkBazen bir karanfil alısın toprak.

Bir mevsimlik hayat var kelebeğe Ömür bir demirse zaman bir eğe,Yalnız sen vakıfsın şaşmaz gerçeğeSanma ki bir yıldız falısın toprak.

Kula sevdalısın yoktur ikilik,Sensin damarda kan, kemikte ilik,Seninle mümkündür fani dirilik,Hayatın yeşeren dalısın toprak.

Gideriz, istersen “Gitmem” de, dayat,Gün gelir de olur her taze bayat,İnsan sana döner bitince hayat.Sır vermez âlemin lalısın toprak.

Görmezsin yoksulu, düşkünü hakir,Ancak sende eşit zenginle fakir,Bazen som altınsın bazen de bakır,Bazen de bir kır at nalısın toprak.

Her yerde sen varsın veya senden iz,Senden kaçsak bile hep seninleyiz,Anladım, anladım hayat birdeniz,Sen onu süsleyen yalısın toprak.

Üstümde giyecek, tasımda aşsın,Hayata hem bir son hem de bir baş-sın,Saatler durunca son arkadaşsın,İnsanın tabutu, salısın toprak.

Bir dostum var diye ararsın bir gün,Şefkatli kolunla sararsın bir gün,Aslına kavuşan olur mu üzgün?Binlerce çiçeğin balısın toprak.

Ahmet Mahir PEKŞEN

Page 81: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201080

DenİZYIlDIZlARInI

KURTARMAK

HikâyeRaziye SAĞLAM

Page 82: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

81

Onur mağaradan

fırladığı gibi aşa-

ğı doğru koşmaya

başladı. Şu anda istediği tek şey

vardı, bir an önce geridekile-

re izini kaybettirmek. “Ya nasıl

bir iş bu anlamadım. Koskoca

İstanbul’da beni nasıl kaçırıp ta

buralara getirdiler. Off! Ne ka-

dar uyuşturucu verdilerse hala

başım ağrıyor. Neymiş halkı-

mın haklarını savunacakmışım.

Ne halkı, ne hakkı? Dağda yaşa-

yıp, öldürmekle… Tövbe yarab-

bim!” Bu şekilde söylenerek bir

taraftan da karanlıkta koşmaya

devam ediyordu. Kan ter için-

de kalmıştı. Dinlenmek için bi-

raz durdu. Yüzünü silmek için

elini boynuna götürdü ve yü-

zünü silmek yerine boynundaki

örgüt renklerindeki poşuyu hız-

la çıkarıp yere attı. Örgütte ge-

çen karanlık günler geldi gözle-

rinin önüne. Kaçamasaydı yine

de onlara katılmayacaktı. Ölü-

mü bile göze almıştı. Olduğu

yeri eşeleyerek bir çukur kazdı.

Allah’tan akşamüstü yağan yağ-

murdan toprak hala ıslaktı. İçi-

ne belindeki kuşağı, sırtındaki

yeşil parkayı ve yere attığı po-

şuyu koydu ve avuç avuç top-

rak atmaya başladı. Her toprak

atışında sanki biraz daha fe-

rahlıyor, gözünün önüne İstan-

bul’daki okulu, hep gülen yü-

züyle annesi geliyordu. Gömme

işi bitince tekrar koşmaya baş-

ladı. Aşağıdaki köye yaklaşınca

biraz durakladı. Ne yapacağını

düşündü bir an. Köye girse he-

men fark edilirdi. İlçeye gidip,

oradan İstanbul’a gitmenin bir

yolunu bulmalıydı. Mağarada

ilçenin yürüyerek üç saat mesa-

fede olduğunu duymuştu.

………

Şu gelen sizin köyün hocası

değil mi kurban?

He ya Kemal Hoca. Hem ne

hoca biliyon mu? Geleli iki ay

oldu ama…

Ne yaptı ki bu hoca bu ka-

dar? Kimse dilinden düşürmü-

yo.

Ne yapmadı ki? Dağ bayır

demez ot toplar, köylüye ilaç

yapar. Köyümüzde doktor hem-

şire yok ama şükür hiç gerek te

olmuyo artık. Sonra Efendime

söyliim gençler dağa çıkmasın

diye okumaları için elini üzerle-

rinden hiç çekmiyo. Belki inan-

mıcan ama onlardan bir takım

bile kurdu. Boş kaldıkça futbol

oynuyorlar.

Benim emmioğlunun karı-

sı o köyden ya, o dediydi köy-

lülere de okuma yazma öğreti-

yormuş.

Hem Kur’an öğretiyo hem

de Türkçe okuma.

İki köylü aralarında böyle

konuşurken diğerleri dikkatle

dinliyordu. Millet dikkatle din-

ledikçe onlar daha bir iştahla

konuşuyorlardı. Gün henüz ışı-

maya başlıyordu. İlçe ile vilayet

arasında ilk seferini yapacak

olan minibüs henüz dolmamış-

tı. İki kişilik yer vardı. Kemal

Hoca yaklaşırken onlar konuş-

malarına devam ettiler .

- Pek te genç. İnsan buna

bakınca, üstelikte İstan-

bul gibi bir yerden gel-

miş, doğrusu inanamıyor.

- Daha bıldır okulunu biti-

rip hoca olmuş. Bu sene de ta-

yini yapılmış. Şansımız var-

mış ki bizim köye geldi.

- Doğru diyon ama acaba o da

şanslı olduğunu düşünüyo mu?

- Valla o kadar istekli hare-

ket ediyo ki haline bakan bu-

rada doğmuş büyümüş sanır.

Dediğine göre vatanını çok se-

viyomuş ve hizmet için ora bura

diye ayırt edilmezmiş.

Kemal Hoca da gelmişti.

“Selamün Aleyküm!” diyerek

binerken herkes ayağa kalktı.

O gülümseyerek “Estağfurul-

lah! Ben şuraya otururum.” di-

yerek şoförün arkasındaki boş

olan yere oturdu. O gelince şo-

för de bindi ve kalan bir kişiyi

de yoldan alırım.” diyerek kon-

tağı çevirdi. O sırada Kemal

Hoca hareketlendi. Yavaşça şo-

förün omzuna vurarak “Gardaş

iki dakka bekle. Bizim arkadaşı

gördüm.” diyerek indi ve ileri-

deki çalılığa doğru koştu. Onur

oraya sinmiş, arada bir eğilip

etrafa bakıyordu. Kemal Hoca

herkesin duyacağı bir sesle”

Hay Allah burada mıydın? Ben

de seni karşılamaya geliyordum

vilayete. Demek buraya ka-

dar geldin. Neyse hazır dolmu-

şa kadar gelmişken vilayetten

alacağım bir iki şey var. Gel gi-

dip alalım da sonra birlikte dö-

neriz.” diyerek Onur’un bir şey

Page 83: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201082

demesine fırsat vermeden ko-

lundan arabaya doğru sürükle-

meye başladı. Dolmuşa gelince

de “Benim arkadaş, yine yolda

bir gariban görmüş üstündeki-

leri onunkiyle değişmiş.” diye-

rek Onur’u itercesine dolmu-

şa soktu ve ardından da kendi

bindi. Kemal Hoca aynı neşe-

li konuşmasını sürdürerek “Ya

var ya bu hep böyledir. Üzerin-

dekiler yepyeni de olsa hiç gö-

zünde olmaz. Bir gariban gördü

mü hemen onunkilerle değişi-

verir.”

Biraz önce konuşan köylü-

lerden biri; “Hocam arkadaşın

da sen gibiymiş.” diye güldü.

Kemal Hocanın hareketleri

öyle doğaldı ki kimse aksi bir

şey düşünmüyordu.

Onur üzerinden büyük bir

yük kalkmış gibi hafiflemişti.

Gözlerinin içi gülüyordu. Kaç

gündür azar azar verdikleri

uyuşturucuyla feri kaçan göz-

lerinin. Dönüp Kemal Hoca-

nın elini kuvvetle sıktı. Kemal

Hoca da yavaşça “Kurtuldun

artık üzülme.” dedi yavaşça.

Bir kez dağ başında şifalı ot

toplarken bunları mağaraya

giderken görmüştü. Bir kenara

gizlenip izledi. Onların içinde

Onur hemen fark ediliyordu.

Henüz üstünde şehirli kıyafe-

ti vardı ve sallanarak zorlukla

yürüyordu. Buraya ait olmadı-

ğı her halinden belliydi. Kemal

Hocanın bütün gençlere özel-

likle de Onur’a içi acımıştı.

O günden sonra birkaç kez

daha mağaranın yakınlarına

gelmiş fakat Onur’u göreme-

mişti. Çok üzülüyordu. Onu

buradan kurtarmak için, özel-

likle de bir eyleme katılma-

dan kurtarmak için bir çare

düşünüyor fakat bulamıyor-

du. O gün vilayete de vali

ile konuşmaya gidi-

yordu.

Vilayete var-

dıklarında Kemal Hoca

önce Onur’a giyecek doğru

düzgün bir şeyler ve ayakkabı

aldı. Sonra bir kahvaltı ısmar-

ladı. Onur teşekkür etmek isti-

yor fakat ağzını her açtığında,

sevinçten boğazı tıkanarak bir

şey diyemiyordu. Sürekli göz-

lerinde biriken yaşları siliyor-

du.

Vilayette vali, Kemal

Hoca’ya “Hocam çok teşekkür-

ler. Biz verdiğiniz bilgileri ih-

bar olarak değerlendirip ma-

ğaraya baskın yapacağız. Hiç

kaygınız olmasın, Onur’u da

kendi elimizle ailesine teslim

edeceğiz. Ben İstanbul emni-

yetiyle de konuşurum bir süre

gizli koruma verirler.” Onur

teşekkür etti.

Ayrılırken Onur öyle sev-

gi ve saygıyla sarıldı ki hocaya,

izleyenlerin de gözleri doldu.

Kemal Hoca dönüş yoluna geç-

tiğinde üzerinden büyük bir

yük kalkmış gibi kendini hafif

hissediyordu. “Ama” dedi ken-

di kendine “Daha kurtaracak

bunca genç varken, birini kur-

tarmak yeter mi?” Sonra aklı-

na denizyıldızı hikayesi geldi.

Şair Lauren Isele, bir gün

sahilde yürüyüş yapıyordu.

Uzakta dans eder gibi hare-

ketler yapan bir genç dikkati-

ni çekti. Yaklaşınca bir gencin

yerden bir şey alıp denize attı-

ğını, sonra birkaç adım koşup

aynı hareketi sürekli tekrarla-

dığını gördü. Biraz daha yak-

laşıp genci selamladı ve :

- Ne yapıyorsun böyle?

- Okyanusa denizyıldızı atıyo-

rum.

- Denizyıldızı mı?

- Evet... Güneş yükseldi ve su-

lar çekiliyor. Eğer onları he-

men suya atmazsam az sonra

ölecekler.

- Ama görmüyor musun ki, ki-

lometrelerce sahil var ve baş-

tan aşağıya denizyıldızı ile

dolu, ne farkedecek?

Genç adam eğilerek yerden bir

denizyıldızı daha aldı, denize

fırlatırken:

- Bakın. Onun için fark etti!

“Evet.”diyerek gülümsedi

kendi kendine. “Onur için de

fark etti.”

Page 84: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

83

Hacer ol da çölde bul zemzemini Aşk varsa bir topuk deler zemini. İnşa et gönlüne beyt-ül emini Gıptayla seyretsin yer ağlamayı.

Nihayet yokluktur evrenin sonu Son sınav içindir işlenen konu. Mahşeri Kübra’da seyret sen onu Bir bayram kabul et her ağlamayı.

Akıl ermez böyle sırra doğrusu Yusuflar doğurur, Kenan kuyusu. Madem ki hayattır bir damlacık su Göz verdin Allah’ım ver ağlamayı. Ekrem YALBUZ

AĞLA GÖZLERiM

Yiğidi yârinden alırsa kader Ezelden ebede kur ağlamayı. O ki, sıla derdi olur mukadder Gurbette geceden sor ağlamayı.

Bir öksüz incinse siner kenara Kaynar gözyaşları döner pınara Garip kuş bir dalda çıkar bahara Yorgan et yetime sar ağlamayı.

Günahkâr ağlarsa yakar günahı Bir mazlum ağlarsa indirir şah’ı. Gam ehli nice göz bekler sabahı Katlan da hasrete gör ağlamayı.

Page 85: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201084

KULAK

ÇINLAMASI

SağlıkAkın DİNDAR

Page 86: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

85

Kafa gürültüsü

veya kulak-

lardaki çınla-

ma (tinitus) yaygın görülür. Ti-

nitus hastalık değildir. Bir dizi

sağlık sorununun neden olabil-

diği bir semptomdur. Tinitus,

yaşla bağlantılı işitme kaybı

veya kulak yaralanmasının so-

nucu olabilir ya da dolaşım sis-

teminizdeki bir hastalığın gös-

tergesi de olabilir. Tinitusun

yarattığı ses rahatsız edici ola-

bilse de, hastalığın, ciddi bir so-

runun uyarısı olmasına ender

rastlanır.

Bulgu ve Belirtiler: Kulağı-

nızda, çınlama, vızıltı, ıslık veya

tıslama sesi, gürültü, ton açı-

sından, alçak sesle kükreme-

den, yüksek sesle çığlık atmaya

kadar farklılık gösterebilir. Bazı

durumlarda, ses o kadar yük-

sek olabilir ki, düzgün biçim-

de konsantre olma veya duy-

ma yetinizi etkileyebilir. Kulak

kirinin birikmesi, tinitusu kö-

tüleştirebilir. Kulak kanalınız-

da fazla pislik olması, dış sesle-

ri duyma ve iç sesleri büyütme

yetinizi azaltabilir.

Sebepleri: İç kulağınızın içe-

risinde, binlerce işitme hücresi

bir elektrik yükü taşır. Mikros-

kobik kıllar, her duyu hücresi-

nin yüzeyinde bir kenar oluş-

turur. Bu kıllar sağlıklı olduğu

zaman, ses dalgalarının basın-

cına uygun olarak hareket eder.

Hareket, bu hücreleri tetikleye-

rek, işitme hücresi aracılığıy-

la elektrik boşaltmalarını sağ-

lar. Beyniniz bu sinyalleri, ses

olarak yorumlar. Eğer iç kula-

ğınızın içindeki ince kıllar bü-

külür veya koparsa, sürekli bir

hareketlilik halinde rastge-

le hareket eder. Yüklerini elde

tutamayan işitme hücreleri

beyninize rastgele elektrik it-

kilerini gürültü olarak sızdırır.

Bazı ilaçların uzun vadeli ola-

rak kullanılması. Yüksek doz-

larda kullanılan aspirin ve be-

lirli antibiyotik türleri iç kulak

hücrelerini etkileyebilir. Çoğu

zaman, bu ilaçları almayı bı-

raktığınızda istenmeyen gürül-

tü kaybolur.

Yaşla ilgili duyma yitimi

(presbikuz). Bu süreç genellik-

le 60 yaş civarında başlar. Ku-

lak kemiklerinde değişiklikler.

Orta kulağınızdaki kemikle-

rin sertleşmesi (otoskleroz),

işitme yetinizi etkileyebilir.

Başınızda veya boynunuzda

meydana gelen travma iç kula-

ğınızda hasara neden olabilir

Yaşın ilerlemesi ve koleste-

rolün, diğer yağ birikintileri-

nin artması ile birlikte, orta ve

iç kulağınıza yakın olan büyük

kan damarları, her kalp atışında

hafifçe bükülme veya genişleme

yetisi anlamına gelen elastiki-

yetlerinin bir kısmını kaybeder.

Hipertansiyon ve stres, alkol ve

kafein gibi tansiyonu yükselten

faktörler sesi daha da fark edi-

lebilir hale getirebilir.

Şah damarında veya bo-

yun atardamarında daralma ya

da bükülme olması, kan akışı-

nın çalkantılı olmasına ve ka-

fada gürültüye neden olabilir.

Baş ve boyun tümörleri. Tinitus

başta veya boyundaki bir tümö-

rün semptomu olabilir.

Öneriler: Çoğu tinitus va-

kası zararlı değildir. Eğer ti-

nitus devamlı hale gelir ya da

daha da kötüleşirse veya işit-

me kaybı ya da baş dönmesi

yaşarsanız, doktorunuza gö-

rünün. Doktorunuz, gürültüyü

azaltabilecek tedaviler ve gü-

rültü ile daha iyi başa çıkma-

nıza yardımcı olacak teknik-

ler önerebilir. Bunu yanında;

yüksek ses, nikotin, kafein, ki-

nin içeren maden suyu, alkol

ve aşırı dozda aspirin gibi tah-

rik edicilerden kaçının. Gürül-

tüyü perdeleyin. Sakin bir or-

tamda, bir vantilatör, hafif

bir müzik ve kısık seste dinle-

nen radyo, tinitustan kaynak-

lanan sesin örtülmesine yar-

dımcı olabilir. İşitme yardımcı

cihazı takın. Stresi kontrol al-

tına alın. Stres, tinitusu daha

kötü kılabilir. İster rahatlama

terapisi, ister biyo-geribildi-

rim, isterse egzersiz aracılığı

ile olsun, stres yönetimi biraz

rahatlama sağlayabilir.

Page 87: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201086

NarNar; içinde küçük çekirdekler ve meyve gövde-

sini oluşturan yüzlerce tanecikten oluşmuş, hafif

ekşi bazen tadı tatlı olan, ılıman iklimlerde yeti-

şen bir meyve türüdür. Anayurdu Doğu Akdeniz

olarak bilinmektedir. Ülkemizde çoğunlukla Ak-

deniz ve Ege Bölgesinde yetiştirilmektedir. Nar

bitkisi gövde ve kabuğu tanen, nişasta ve alkalo-

itlerden pelletierin meyvesi de B ve C vitamini ve

potasyum içerir.

Kullanıldığı Yerler

Diş kökü ve diş eti iltihabına, yüksek tansiyo-

na, böbrek iltihaplanmalarına karşı kullanılır.

Kalp çarpıntısına karşı kullanılır, kalp krizi

tehlikesini azaltır. Bağırsak seritlerini (tenya) dü-

şürmekte kullanılır. Zayıflamaya yardımcı özellik-

le karın bölgesindeki yağlanmayı yok etmek için

kullanılır.

Meyvesinin kabuğu ishale karşı kullanılır.

Güçlü bir antioksidandır.

Mideyi güçlendirir.

İdrar söktürücü, sindirimi kolaylaştırıcı ve

kuvvetlendirici özelliği vardır.

Son yapılan araştırmalara göre meme kanseri

ve prostat kanserine karşı kullanılması da araştı-

rılmaktadır.

Şifalı Bitkiler

Page 88: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Havuçlu, Peynirli Rulo BörekMalzemeler (5 kişilik)3 adet yufka1 su bardağı sütYarım su bardağı sıvıyağ1 yumurtaİç Harç İçin 200 gram peynir2 adet orta boy havuçBir çay bardağı kıyılmış maydanoz Yarım çay bardağı çörekotuPul biberÜzeri İçin 1 yumurta sarısı Çörekotu

Hazırlanışı:Öncelikle iç harç için beyaz peynir, rendelenmiş ha-vuç, maydanoz, çörekotu ve pul biberi karıştırıp bir kenara alın. Diğer tarafta derin bir kabın içinde süt, sı-vıyağ ve yumurtayı çırpın. Birinci yufkayı düz bir zemi-ne serip üzerine yumurtalı karışımdan sürün. Üzerine ikinci yufkayı serip tekrar karışımdan sürün. Üçüncü yufkayı da aynı şekilde serin ve kalan karışımdan sü-rün. Hazırladığınız iç harcı yufkaların üzerine boşaltıp yayın. İki ucundan kıvırarak yufkaları rulo şeklinde sa-rın. Üzerine yumurta sarısı sürüp çörekotu serpin. 1 parmak kalınlığında dilimler kesin. Yağlı kâğıt serilmiş fırın tepsisinin içine dilimleri yerleştirin. Önceden ısı-tılmış 180 derece fırında 20-25 dakika pişirin. Sıcak olarak servis yapın. Afiyet olsun.

Bekir SARI

Page 89: 122€¦ · aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden

Aralık 201088

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Gerçek Kalp

Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin

Tasavvufî Görüşleri

116

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 0

Fiyatı: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli

70 TL

2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.