27 mayis İhtİlalİ’nde kalkinma...
TRANSCRIPT
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME
BİLİM DALI
27 MAYIS İHTİLALİ’NDE KALKINMA
TARTIŞMALARI
Yüksek Lisans Tezi
Zafer ÜLGER
İSTANBUL, 2006
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME
BİLİM DALI
27 MAYIS İHTİLALİ’NDE KALKINMA
TARTIŞMALARI
Yüksek Lisans Tezi
Zafer ÜLGER
Danışman: PROF.DR. MEHMET TÜRKAY
İSTANBUL, 2006
i
İÇİNDEKİLER Sayfa No
İÇİNDEKİLER.................................................................................................... i
KISALTMALAR ................................................................................................ iii
1. GİRİŞ ................................................................................................................1
2. 27 MAYIS’TA DÜNYA ..............................................................................2
2.1 Savaş Sonrası Uzun Dalga ...........................................................................3 2.2 Uluslararası Hegemonya ve İşbölümündeki Değişim .................................5 2.3 Sanayi Birikiminin Yayılması ....................................................................10
3. 27 MAYIS ÖNCESİ TÜRKİYE’DE BİRİKİM REJİMİ ...............15
3.1 1946 Savaş Sonrası Yeni Düzen ..................................................................15 3.2 Büyüme Dönemi .........................................................................................19 3.3 Büyümenin Durması ve Bunalım .................................................................21
4. 27 MAYIS; OLAYLAR VE YÖNETİM ...............................................27
4.1 27 Mayıs Olayları ........................................................................................29 4.2 Genç Subaylar ve Orduda Reform İhtiyacı ...................................................35 4.3 Bölünmüş Bir İktidar ..................................................................................41
5. 27 MAYIS AKTÖRLERİNİN “KALKINMA” KONUSUNDA TUTUMLARI ....................................................................................................57
5.1 27 Mayısçı’ların Konumları ..........................................................................58
ii
Sayfa No 5.2 Birinci Planda “Kalkınma Programı” ..........................................................67
5.2.1 Kurucu Meclis Tartışmaları ...............................................................73 5.2.2 Reformlar ve Tepkiler .........................................................................79
6. TÜRKİYE’DE KALKINMA SÜRECİNDE DEVLETÇİLİK VE ÖZERKLİK ..................................................................................................86 6.1 Türkiye Tarihinde Devletçiliğe Bakış ...........................................................87 6.2 Özerklik ve Kapitalizm .................................................................................99
6.2.1. Doğu Bloğu Rejimleri ve Özerklik ....................................................101 6.3 27 Mayıs Döneminin Popüler Yayın Organlarında Devletçilik .............105
7. 27 MAYIS’IN GALİBİ: SANAYİCİLER ...........................................111
8. KALKINMANIN KURUMLARI ...........................................................124
8.1 Planlama Tartışmaları ...................................................................................126
8.1.1 Planın Uluslararası Kaynakları ...........................................................128 8.1.2 MBK’da Plan Tartışmaları ..................................................................130
8.2 Kalkınmanın Rejimi: 27 Mayıs Anayasası ..................................................137
8.2.1 Anayasa Mücadelesi ...........................................................................140 8.2.2 27 Mayıs Anayasası .............................................................................142
9. SONUÇ .............................................................................................. 147
KAYNAKÇA .......................................................................................................149
iii
KISALTMALAR
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
CKMP : Cumhuriyetçi Köylü ve Millet Partisi
DP : Demokrat Parti
DPT : Devlet Planlama Teşkilatı
MBK : Milli Birlik Komitesi
MGK : Milli Güvenlik Kurulu
OYAK : Ordu Yardımlaşma Kurumu
TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi
TOBB : Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
YPK : Yüksek Planlama Kurulu
GİRİŞ
Türkiye’de 1950’nin ortalarından, yaklaşık 1963 yılına kadar süren bir
resesyonun sonucunda, “tarımsal üretim” ve ona bağlı ihracat sermayesi ağırlıklı bir
ekonomiden, “sanayi sermayesi” ve sanayicilerin, üretimin merkezinde olduğu bir
ekonomiye geçmiştir. Bu geçiş dönemi için, “Ulusal koşullarda” yaşanan bunalım,
genel uluslararası bir bunalım ve yapılanma süreciyle iç içe geçmiş, iç ve dış etkiler
birlikte işlemiştir” diyebiliriz. Tezde “sanayi birikiminin” egemen olacağı böylesi bir
geçiş döneminin ekonomik ve siyasal dinamiklerine odaklanılıyor. “Sanayiye dayalı
“ulusal bir kalkınma” modeli” ve ona bağlı kurumların oluştuğu 27 Mayıs İhtilali’nin de
dahil olduğu bu dönemde, “ekonomik dönüşüm”’ün neden ve sonuçları anlaşılmaya
çalışılıyor. Amacımızın, üretim sürecindeki farklı aktörlerin siyasal müdahaleleriyle bu
dönemde oluşacak olan “sanayi merkezli bir birikim modelinin kurumları arasındaki
ilişkiyi analiz etmek olduğu söylenebilir. Bu amaçla, bu dönemin içindeki, farklı
ekonomik programların ve birikim süreci içinde farklı aktörlerin talepleri ve
mücadelelerine de yer veriliyor.
Bu dönemde, özellikle 27 Mayıs dönemi boyunca meydana gelen siyasi
olaylara da geniş ölçüde yer veriyoruz. Böylesi olağandışı bir geçiş döneminin
dinamiklerinin bilinmesi, bu dönemde oluşturulacak olan ithal-ikameci dönemin
kurumlarıyla, “siyasal müdahaleler” arasındaki ilişkilere de ışık tutacaktır.
Dönem içindeki gazeteleri, dönemin popüler dergilerini bu dönemin Kurucu
Meclis ve Milli Birlik Komite toplantı tutanakları tez için incelendi. Çalışmanın
malzemesi, daha çok kütüphane ve arşiv ağırlıklı oldu.
Ele alınan dönemde, geleceğe dönük bir projeksiyon yaparken bile daha çok
1980’lere kadar olan sürece dönük bir karşılaştırma yapıldı. Çünkü, 27 Mayıs Türkiye
için, ithal ikameci bir dönemin resmi başlangıcıydı, bitişi 1980’lerde olacaktı.
2
2. 27 MAYIS‘TA DÜNYA
27 Mayıs Türkiye’ye özgü bir hareket olmaktan çok dünya çapında gerçekleşen
bir değişim ve dönüşümün tekil olmayan bir halkasıdır. 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen
yarı askeri, yarı isyan niteliğini taşıyan bir müdahale ve bunun yarattığı sonuçları dünya
çapında bir toplumsal dönüşüme, bağlayan halkaları bulabilmek için, 1950’lerin
sonunda dünyada yaşanan ekonomik ve siyasal dönüşüm belirleyicidir.
27 Mayıs 1960’da, 1946’da Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten sonra,
Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi yaşanacaktı. Ve neredeyse, 3 yıl boyunca
Türkiye olağanüstü bir dönem ve yönetimden geçecekti. Bu dönemde, Milli Birlik
Komitesi adıyla ihtilalci subaylar askeri bir meclis oluşturmuşlar ve yürütmeyi de
sivillerden oluşan bir hükümete devretmiş ya da devretmek zorunda kalmıştır.
Toplumsal olarak da, aydınlar arasında da tabanı olan bu hareket, çok partili sistemde
yer alan, iki parti Cumhuriyet Halk Partisi ve iktidarda yer alan Demokrat Parti
arasındaki mücadelenin bir kitle çatışmasına dönmeye başladığı, ekonomik krizin
sertleştiği, o zamana kadar görülmemiş bir üniversite hareketinin, bir olağanüstü hal
uygulamalarının ürünüydü. 1950’lerin sonu, savaş sonrası uluslararası ekonomi ve
birikim açısından yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu dönem, “sanayi birikiminin”
dünya çapında yayılmasına sahne olacak bir toplumsal ve ekonomik bunalım dönemi
olarak adlandırılabilir.
27 Mayıs hareketi’ni “Küresel” ölçekte başlayan bir üçüncü dünya devrimler
zincirinin parçası olarak değerlendirmek, bazı olguları birleştirmemizi sağlayabilecektir.
Siyasal olayları, özgünlüğünden soyutlayıp, uluslararası bir siyasal hareketlenmenin
parçası olarak okumak mümkün olabilir mi? Elimizde, bunun için önemli bir kavram
var; “Dünya Ekonomisi” kavramı. Ülkeler çapında gerçekleşen siyasal gelişmelerde,
ekonomik etmenler önemli bir rol oynuyorsa bu olaylar da bir dünya ekonomisinde
meydana gelen benzer kırılmaların parçasıdır diyebiliriz. 27 Mayıs, Kore Konjonktürü
yükselişi denen bir sürecin dünya çapında bereketi tükenirken geldi. Bu süreç öyle
görünüyor ki ABD’nin yoğun askeri harcamalarıyla ve uluslararası imarın hızı altında
gidiyordu. Ve görünen odur ki bu sürecin bitişi, özellikle tarımla yaşayan çevre ya da o
dönemki adıyla Üçüncü Dünyanın üzerinde dramatik değişimlere yol açtı.
3
Nihayet olaylar bölümünde işleyeceğimiz gibi, 27 Mayıs üzerinde de özellikle,
1958 Irak ve 1960 Kore olaylarının yarattığı etkiyi, iktidarın korkularını arttırdığı,
muhalefetin de sertleşmesine yarayan keskin bir toplumsal siyasal bir bunalım
döneminin içinde güçlü harekete geçirici semboller olmuştu Irak ve Kore’de olanlar. Bu
motif olmanın dışında, Irak ve Kore’nin de, ABD bloğunun parçası olarak benzer
ekonomik ve toplumsal koşullar altında gözüküyorlar. Kore Savaşı’nın yarattığı satın
alma gücü, 1950’lerin ortasında tükenirken, bu toplumların hepsinin de bir bunalım
ortamına girdiklerine dair güçlü işaretler var. İşin açıklanması gereken tarafı, 1950’lerin
ortasının Doğu bloğu ülkeleri açısından benzer bir bağımsızlaşma dönemi olması. Güçlü
toplumsal hareketleri, toplumsal ekonomik değişimlerin önemli işaretleri olarak
nitelemek mümkün. 1950’lerin ortasından itibaren büyüyen dünya ekonomisi, önemli
bir etki alanı bırakarak ilk küçük düşüşünü yaşıyor ve bu düşüşün sonucu, 1970’lerin
ortasına kadar sürecek olana, “Sanayinin ve sanayi birikiminin” egemen olduğu bir
döneme girecekti “dünya”. Doğuda da Batı bloğunda da, 1970’lerin ortasına kadar her
iki blokta da dev gibi sanayiler yükseldi, tarlanın sarısı ve yeşili kalktı kasabaların ve
şehirlerin üstünden, sanayinin çelik kızıltısı ve kömürün karasının, yoksul kentlerin
üzerinde zafer anıtları olarak görüldüğü bir döneme girecekti “Dünya”.
2.1 Savaş Sonrası Uzun Dalga
İkinci Dünya savaşı sonrası, 20-25 yıl boyunca ekonomik gelişme canlı ve
sürekli olacak, bu canlılık yerini 1970’lerde yerini büyük bir durgunluğa ve krize
bırakacaktı. Magdoff’a göre “Kapitalizmin özünde durgunluk eğilimi vardır. Kuşkusuz
bu üretici güçler ve istihdamdaki uzun dönemdeki gidişin, güçlü büyüme yönünde
olduğunu yadsımak değildir.” Anlatılmak istenen bu yükselişin bir yandan bolluk ve
çöküntü dalgalarının, öte yandan birbirini izleyen daha da uzun süreli fiyat artışı ve
durgunluk dönemleri sonucu ortaya çıktığıdır. Bu evreler çapraşık biçimde birbirine
ilintilidir. Ekonomik çöküntüler, bolluk döneminde yaratılan çelişkilerle çarpıklıkların
sonucudur ve genellikle yeni bir yükselme için zemini hazırlarlar. Ne var ki, bu
yükselmenin gücü, içinde gerçekleştiği tarihsel aşamadan kaynaklanan özel uyarıların
bulunup bulunmadığına bağlıdır. Uyarılar güçlüyseler, ekonomiyi daha da yükseklere
4
sürükleyebilirler. Yok eğer cansızsalar, çöküntüden çıkış yavaş ve sarsak olacaktır. İşte
bu durumda durgunluk eğilimi ağır basar. (Magdoff, 1983, s.118-119)
Magdoff’a göre “Uzun süren büyüme dalgalarının özellikle hızlı ve sürekli
olanları, aşağıdaki etmenlerden biri ya da birkaçı ile başlatılır: “1) Büyük çapta kapital
yatırımını uyaracak çapta önemli yenilikler, yeni tür altyapı ve nüfusun yer değiştirmesi
vs. 2) Uç illerde kapitalist gelişmelerle yeni pazarların açılması ki ya sömürgeci
yayılmanın ya da nüfuz edinmenin sonucudur. 3) Savaşa hazırlık için askersel sanayinin
genişletilmesi 4) Savaş sonrasında sanayinin yeniden kuruluşu 2. Dünya Savaşı sonunda
bütün bu etmenler bir araya gelmişti. ABD Hegemonyası da böyle bir zeminin üstüne
yükseliyordu. Bütün bu olguların kısa zamanda bir araya gelmesi kapitalizmin
tarihindeki en uzun canlılık döneminin itici gücünü sağladı. (Magdoff, 1983, s.19)
Savaş; fabrikaları, çiftlikleri, demiryollarını, güç üretim merkezlerini ve
kentlerde geniş bölümleri yakıp yıkmıştı. Batı Avrupa’da ve Japonya’da savaş yıkığı
alanlarının yeniden yapımı, işgücü ve sermaye yatırımlarının yoğun biçimde işe
koyulmasını gerektiriyordu. ABD’de ise uyarı başka türdendi. Savaş sırasında savaşa
yatırım amacıyla otomobil yapımı ve konut yapımına izin vermemişti. Dayanıklı
tüketim mallarının yokluğu ve savaş sırasında ücret/fiyat denetimi uygulamasıyla
borçlar ödendi, işçiler para biriktirdi ve kapitalistler karlarını kolay paraya dönüşecek
biçimde bir köşeye yığdılar. Geri bıraktırılmış istemle bunu gerçekleştirecek hazır
paranın bir araya gelmesi, ABD’de yeni bir bolluk dalgasının itici gücünü oluşturdu.
Avrupa ve Japonya’da özel otomobil kullanımının yaygınlaşmasıyla yeni bir büyüme
kaynağı ortaya çıktı. Otomobillerin sayısındaki hızlı artış, yol yapımına giden
yatırımları ve kent dışına kaçan nüfusun gereksindiklerini sağlayacak konut ve işyeri
yapımı ile diğer hizmetlere olan istemi canlandırdı. (Itoh, 1983, s. 158)
ABD Hükümeti, savaş sonrası kapitalist dünyada, Avrupa ve Japonya’nın
kapitalist yeniden kuruluşlarına yardım programları, azgelişmiş ülkelere gelişme
yardımları, askeri müttefikleri ve üsleri korumak ve anti-sosyalist savaşları
sürdürebilmek için askeri harcamalar biçiminde muazzam fonlar dağıttı. Marshall
Planında Amerikan yardımının toplam tutarı 1946-52 arasında 35,9 milyar dolara erişti,
ABD Hükümeti’nin 1952-1960 arasındaki dış harcamaları, askeri yardımlar
5
çıkarıldığında bile, 41, 5 milyar dolardı. Dünya Savaşından sonra, Avrupa ülkeleri ve
Japonya’nın ekonomik yönden yeniden kuruluşu ve büyümesi, birbirini izleyen dolar
sağanağıyla iyice kolaylaştırıldı. ABD dışındaki ülkeler, Keynesçi enflasyonal
politikayı uygularken, doların temel uluslararası döviz olduğu İMF sisteminde döviz
kurlarını sabit tutarak döviz rezervlerini kolayca temin edebiliyorlardı. Dolar fonlarının
siyasi-askeri harcanışı aynı zamanda savaş sonrasında üretken kapasitesini son derece
arttırmış olan Amerikan Mali sermayesi için, sermaye fazlasını uluslar arası ilişkilerde
kullanabilmesini sağlaması açısından da elverişliydi. (Itoh, 1983, s. 158)
Bir diğer neden savaş sanayinin yarattığı sonuçlarla ilgiliydi. Savaş
gereklerinin yarattığı teknik yenilikler, yüksek hızlı jet uçakları, iletişim araçlarındaki
gelişmeler, bilgisayarlar, değişik türde elektronik araç ve aygıtlar gibi yeni ürünlerin
sanayinin temelini atmaya başladı. ABD Kore Savaşı ile başlayan dev bir savaş
makinesi kurup yaşatmak işine kendini adadı. Bunun sonucu ise askersel gerecin
yığınsal üretimini yapan ve geniş ölçüde sivil üretimle bütünleşmiş yeni bir askersel
sanayinin yaratılmasıdır. Üstelik ABD’nin Kore Savaşı sırasındaki askersel satın
almaları Batı Almanya ve Japon Ekonomilerinin hızla büyümesinin belirleyici itkesi
oldu. (Itoh, 1983, s. 158)
2.2 Uluslararası Hegemonya ve İşbölümündeki Değişim
Magdoff’a göre “Kapitalist dünya üzerinde hegemonyanın ABD’nce ele
geçirilmesi hem savaş yıkığı ileri sanayi ülkelerinde bir ölçüde oturmuşluk sağladı hem
ekonomik büyümeyi kalaylaştıran ve finanse eden uluslar arası kuruluşların
kurulmasına yol açtı. Marshall Planı ve onu izleyen ekonomik yardım akımı ABD’ne
bağlı ülkeler ve uydular yaratma işini destekledi ve ABD ve diğerlerinin çokuluslu
ortaklık ve bankalarına yeni iş olanakları açtı.” (Magdoff, 1983, s.119-120)
Bu uluslararası hegemonyanın diğer kutbunda ise Rus Bloğu vardır. (Itoh,
1983, s. 158) Ruslarda savaş sonrası Naziler’den ellerine kalan rejimlerde kendi
hegemonik bloğunun kurumlaşmalarını ve işbölümlerini gerçekleştirmektedir.
Toplumsal devrimden ya da uzun süreli kurtuluş savaşlarından çıkan azınlık büyük
ihtimalle Sovyet Modelini benimseyecekti. Bu nedenle, teoride dünya giderek partilerin
6
yarıştığı parlamenter cumhuriyet olarak gösterilen şeyle, artı, tek bir partinin rehberliği
altında yönetilen “bir demokratik halk cumhuriyetleri” azınlığı ile dolduruldu.
(Hobsbawm, 2003, s.422) Sovyet sistemini model alan siyasal sistemler, merkezi olarak
planlanan komuta ekonomisini işleterek, devlet iktidarını tekelleştiren güçlü biçimde
hiyerarşik ve otoriter bir tek partiyi temel aldılar. (Hobsbawm, 2003, s.454) Planlama
yada ağır sanayi sosyalizmin başlıca ölçütü haline geldi. (Hobsbawm, 2003, s.457)
Rusya’nın yayılmasının en önemli özelliği de ağır sanayinin ve onun ideolojisinin
yayılması şeklinde olacaktı. Batı Bloğunda nasıl Amerikan ağır sermayesi kendi etki
alanında, sonuç olarak “sanayi birikimini” dünya çapında yayılmasına yol açan temel
bir aktör olduysa, Rusya’da kendi bölgesinde sanayi birikiminin yayılmasının eşitsiz
ama bileşik bir ilişkide olsa da kendi etki alanı içinde ve “bağlantısızlarla” kurduğu
ilişkilerde sanayinin yayılmasına ön ayak oluyordu. Almanya’nın Rus İşgal Bölgesinde,
Rus Devleti tüm sanayinin üçte birini derhal mülkiyetine geçirdi. Bunların sahibi SAG
adıyla bilinen Sovyet Anonim Şirketleridir. Cliff’e göre “SAG’ların önemi çok
büyüktür.” Geniş ölçekli işletmelerin hemen tümü onların elindedir. 1950’de her SAG
ortalama 2400 işçi istihdam ediyordu, buna karşılık LEB’ler (Demokratik Alman
Cumhuriyetinin sahip olduğu işletmeler) 139-146 işçi ve özel işletmeler yaklaşık 10 işçi
çalıştırıyordu. Ağır sanayinin tümünü kontrol etmektedir SAG’lar. Romanya,
Macaristan ve Bulgaristan’da Rusya’nın %50’sine sahip olduğu tamamen kendilerinin
kontrolünde karma şirketler kurmuşlardı. Örneğin bu şirketlerden biri Romanya’nın
zengin petrol yataklarını kontrol eder; diğerleri, yani çelik, metal, kömür madenciliği,
traktör üretimi, taşımacılık, hava taşımacılığı, kereste, kimya, inşaat malzemesi ve doğal
gaz şirketleri, Romanya sanayinin, ulaştırmacılığın, bankacılık ve sigortacılığın
yarısından çok fazlasını oluştururlar. Ruslarla, Doğu Avrupa’nın bu mübadelesi adil bir
mübadele olmamıştı. Bütün işçiler yerli olmasına rağmen, karma şirketlerin karlarının
yarısını Ruslar alıyordu. Ağır sanayinin ise kurulduğu bölgede diğer kaynakları kendine
çeken bir merkezileşmesi olduğu düşünülürse, Doğu Avrupa ekonomileri Rus
bürokrasisinin etkisindeydi. (Cliff, 1990, s.203)
Halliday’a göre, 1946 yılı “Savaş sonrası yeni dengelerin oluşturulduğu bir
dönemin başlangıcı olarak önemli bir yıldır” Savaş sonrası devrimlerin ilk dalgası,
ikinci dünya savaşı ve onun bitişiyle iç içe geçer. Savaş sırsında varolan devletlerin
7
zayıflaması, Nazilere karşı verilen savaşta, komünist ve anti-emperyalist hareketlerin
güçlenmesi önemli etkendi. Sovyetlerin müdahalesiyle, yukarıdan aşağı değiştirilen
rejimler dışında, Doğu Avrupa’da Yugoslavya ve Arnavutluk’ta bu dönem emperyal
devletlerin denetiminden çıktı. Buna Uzak Doğu’da, Çin, Kore ve Hindi-Çin’den
yükselen devrimler dalgası eşlik etti. 1953 ve 1954’te sırasıyla Kore ve Vietnam
ateşkeslerine kadar üçüncü dünya devrimlerinin ilk dalgası kendini tüketir. Görünüşteki
bu durgunluk ortamında, bir yanda bir dizi devlet 1950’lerin ortalarından itibaren
bağımsızlıklarını kazanırken, metropolitan ülkelerde de-kolonizasyon işini üstlendiler.
(Halliday, 1985, s.113-114)
İkinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan düzinelerce sömürge sonrası devlet
eski emperyal ve endüstriyel dünyaya bağımlı olan bölgelerin büyük kısmıyla birlikte
üçüncü dünya olarak anıldı. Gelişmiş kapitalist ülkeler “birinci dünya”, Sovyet Bloğu
altında, kendisine komünist diyen ülkelerse ikinci dünya ismini alacaktı. (Hobsbawm,
2003, s.434)
“Sömürgesizleştirme ve devrim” yeryüzünün siyasal hayatını demokratik
biçimde dönüştürdü. Asya’da uluslararası alanda resmi olarak tanınan bağımsız
devletlerin sayısı 5 kat arttı. Afrika’da 1939’da 1 tane olan bağımsız devletlerin sayısı
neredeyse elliye çıkmıştı. Latin Amerika ülkelerinde de bir düzine ülke
sömürgesizleştirme sürecine eklendi. (Hobsbawm, 2003, s.419)
Savaşın hemen arkasından bu uluslararası isyan dalgasına karşı soğuk savaşın
şiddetlendiği görülüyor. İki kutup da, “kendi egemenlik alanlarının dışında bir üçüncü
dünya istememektedir.” Halliday’a göre; “ABD ve SSCB, gerek kendi toplumlarında,
gerekse kendi ittifak sistemlerinde muhalefeti daha sıkı biçimde denetlerken, bir yandan
da sertleşmeyi arttırma yollarını araştırdılar.” (Halliday, 1985, s.27) Nihayet, savaş
sonrası Stalin Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorlamıştır. 1945’te ödün almadan dostluk
anlaşmasını imzalamayı reddetmiş, Türk hükümeti, ABD ile daha yakın ilişkiler
aramaya başlamış ve Truman doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde askeri ve
ekonomik yardım almıştı. (Ahmad, 1996,s.389) Gevgilli, “soğuk savaş” için “uluslar
arası gerilim içinde, iki kutuplu dünyayı toparlayan bir süreç işlevini” görecektir derken,
8
iki kutup arasındaki bu kontrollü rekabetin, 3.dünya ve alternatif muhalefet hareketleri
açısından disipline edici yönüne işaret etmektedir. (Gevgilli, 1987, s.45)
Yeni ulus devletler ve 3.dünyacı ulusal bağımsızlıkçı özlemlere karşı ABD-
Sovyet Bloğu, savaşa dönüşmeyecek kontrollü bir rekabet içindedir. Türkay bu rekabeti
şöyle yorumluyordu;
“Soğuk Savaş, sistem içi çelişkileri tali kılan, her iki sistemin mümkün en geniş
denetlemeye dönül stratejileriyle karşı karşıya geldikleri bir süreç olmuştur. Söz konusu
karşı karşıya gelme ise büyük oranda yeni siyasal olarak bağımsızlığını kazanmış eski
sömürge/yeni ulus devletlerin üzerinden gerçekleşmekteydi. Soğuk Savaşın bu rekabeti
söz konusu ülkeleri konjonktürel olarak önemli kılmıştı.” (Türkay, 2002,s.78)
Savaş sonrası emperyal devletlerin denetiminden çıkma isteği, “Doğu
Bloğunda” da ortaya çıkmış görünüyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’ya karşı
milli mücadele, Doğu Avrupa’da yeni yaratılan Rus sömürgelerine kaydı. Cliff’e göre
“En önemli an, Yugoslavya’nın Kremlin’e karşı başarılı isyanıydı. Avrupa’da Titoculuk
ulusal kalkınmacı kurtuluş akımlarının 3.dünyada modeli olmuştu.” (Cliff, 1990, s.208)
Yugoslav günlük gazetesi Borba’nın 31 Mart 1949 tarihli yazısı çeliğin temel
bileşenlerinden biri olan ve üretimi Yugoslavya’ya 500 bin dinara gelen 1 ton
molibdenin Rus bloğuna yakınken, 45 bin dinara satıldığını belirtir. Rusya
Romanya’dan 0,5 dolara satın aldığı tütünü Batı Avrupa’ya 1,5-2 dolara satıyordu.
(Cliff, 1990, s.202) Sovyet etki alanındaki bağımsızlık isteklerinin ekonomik bir temeli
vardı.
“Üçüncü dünyacı”, ulusal kalkınmacı hareketlerin ikinci tepe noktası ise
1958’li yıllarda yaşanacaktır. 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarında, Latin
Amerika, Ortadoğu ve Afrika’da ikinci bir isyan dalgası patlak verir. Bu dönemin en
dikkate değer iki zaferi 1959 Küba devrimi ile 1962’de Cezayir’in bağımsızlığı olmak
üzere bu dönem Üçüncü Dünyanın birçok yerinde önemli karışıklıkların yaşandığı bir
dönemdir. Ortadoğu’da 1962 Kuzey Yemen Devrimi, 3.dünyanın sembollerinden
Mısırlı Nasır gücünü arttırırken, 1958’de Irak Haşimi monarşisinin yıkılması,
Amerika’nın Ortadoğu’daki belkemiği Bağdat Paktı’nı yerinden oynatıyordu. Afrika’da
9
bu dalgadan bağımsız değildi, Belçika Kongo’sunda Zaire’nin milliyetçi liderleri
Lumumba’nın yönetiminde, Temmuz 1960’da bağımsızlığını kazanıyordu. (Halliday,
1985, 113-114)
Kapitalizmin tarihindeki uzun yükselme evresi yani 1970’lerin ortasına kadar
getirilen Hobsbawm’ın “Altın Yıllar” adını verdiği bu uzun büyüme tarihi kendi içinde,
kesintisiz bir büyümeye ve uyumlu bir siyasal barışa yol açmamış görünüyor. 1958’deki
üçüncü dünya isyan dalgasının yayılma tarihi nedensiz gözükmüyor. Yükselen uzun
dalganın içinde, Amerikan Sanayisi Sermayesinin aşırı birikiminden kaynaklanan bir
değerlenme olgusu var. Savaş sonrası ilk büyüme dalgasının ivmesi yavaşlıyor.
Yine de, siyasi-askeri harcamalarla yaratılan böyle büyük boyutlardaki efektif
talep bile, savaş sırasında ve sonrasında Amerikan Mali sermayesince oluşturulan sabit
sermaye fazlasının, sınai donanım alanında yeni yatırımlar üzerindeki kısıtlamalarını
ortadan kaldırmadı. Bu yüzden ABD donanım yatırımları, 1950’lerin sonlarından
itibaren duraklama eğilimine girdi. Böylece 1960’larda, ABD tarihinde, gerçek sınai
yatırımda böyle bir düşme eğilimini yansıtan büyük çapta bir birleşme hareketi yer aldı.
(Itoh, 1983, s. 158)
Kapasite kullanma ve işsizlik oranlarına baktığımızda Amerikan
Ekonomisinde, 1950 yılının kapasite kullanım oranı 100 kabul edildiğinde, 1953’te 98
olan oran, 1954’te önemli bir düşüşle 87 olmuş, 1958 yılında ise 76’ya düşmüştür.
İşsizlik ise, 1951’de %3 olan işsizlik oranı, 1958’de %6,8 düzeyine çıkıyordu. (Baran
ve Sweezy, 1970, s.299) Net ve doğrudan dışarıya akan yatırım sermayesine
bakıldığında ise, 1950’den 1955’e kadar 700 milyon dolarında seyreden dış yardımlar
1956’da 1.859 ve 1957 yıllarında ise 2.058 milyon dolara fırlar. (Baran ve Sweezy,
1970, s.130)
Eralp’e göre “Uluslararası sermayenin özellikle ABD kökenli “sermayenin
değersizleşme sorunu ile karşı karşıya geldiği süreçte az gelişmiş olarak nitelenen
ülkelerde ödemeler dengesi krizi ile açığa çıkan sanayi sermayesi biçimine
geçilmemişlik durumu” söz konusudur. (Eralp,1980, s.620) Değersizleşme sürecinin
tıkanması sonucunda ortaya çıkan ikinci bir sonuç, ulusal ekonomilerin büyük ödemeler
10
dengesi açıkları vermesidir. Savran’a göre; “Ödemeler açığı, temelde, ülke
sermayesinin dünya pazarında rekabet kapasitesinin sınırlılığından doğar. Bu durumda,
dünya piyasasına göre düşük üretkenlikte çalışan sermayelerin değersizleşmesi,
kapitalist birikimin temel bir eğilimidir. Ancak devlet müdahalesi bu değersizleşmeyi
bir süre için engelleyebilir. Ama bunun maliyeti, ulusal ekonominin dış dünyaya karşı
büyük açık vermesidir.” (Savran, 1988, s.59) Dünya ekonomisinin çevresindeki ülkeler
bu aşırı değerlenme sorununu, ödemeler dengesi sorunu olarak yaşamaktadır.
1954-58 arası Türkiye’nin uluslararası ekonomik ilişkilerde değişim, dönüşüm
ve ekonomik bunalım yıllarıdır. 1929 Krizi sonrası olduğu gibi uluslararası ticaretini
“ikili kliring” anlaşmalarıyla gerçekleştirecektir. “İkili Kliring Anlaşmaları” uluslararası
ekonomik bir bunalım ve eski kurumsal yapılardaki bunalımı gösterirken,
bağımsızlaşma isteğinin de zeminini göstermektedir. 1954’ten sonra yükselişe geçen
“Bağlantısızlar” ve “milliyetçi üçüncü dünya” için zemin hazırdır. 1954-1958 arası,
çevrenin Batı’yla olan ekonomik ilişkilerin zayıfladığı, alternatif yeni ülkelerin üçüncü
dünyanın dış ticaretine katıldığı bu süreç, böylesi bir bağımsızlaşma özleminin
doğmasına katkıda bulunmuştu. 1954-1958 döneminde, Türkiye’nin merkez Batı bloğu
ülkeleri dışında ikili ticaret anlaşmaları 1954-58 devresi, kendisinden önceki ve sonraki
devreden de fazla olacaktır. (TTOSOTBB Rapor, 1962, s.74) 1953-1958 arası
demirperde ülkelerine yapılan ithalat ve ihracat üç katına varmıştır. (TTOSOTBB
Rapor, 1962, s.81) Tarımsal ürünlerin ihracının düşüşü ve uluslar arası sermaye
birikiminin savaş sonrası ilk düşüşü olan bu durum dünyada yeni bir üçüncü dünyacı
dalganın sarmasına yol açmış gözüküyor.
Olguların gösterdiği, 1954’e kadar olan süreçte, uluslararası işbölümü,
merkezle-çevre arasında tam bir dönüşüme yol açmamıştı. Savaş öncesi merkezle çevre
arasında olan işbölümü hala geniş ölçüde geçerli görünüyor. Çevrenin tarım ürünleri
ihracına; dolayısıyla bir ticaret ve toprak sermayesine dayalı olduğu, merkez ülkelerin
de de çevreye sanayi mamulleri üretmeye başladığı uluslararası birikim ilişkileri
(Buharin, 1996, s.6) 1950’lerin ortasından itibaren dönüşüme uğramış görünüyor. Savaş
Sonrasından merkezdeki yeniden inşa ve askeri harcamaların yarattığı bir ortamda
yükselen bir tarımsal ürün talebi eski uluslararası işbölümü ve ona bağlı sınıfsal yapıları
11
çevre ülkelerin önemli kısmında ayakta tuttuğu anlaşılıyor. Kore Savaşı sonrası
merkezdeki sermayenin aşırı değerlenmesiyle açığa çıkan süreçte ise bu dönem,
Doğudan Batıya bir çok ülkeyi ekonomik ve toplumsal bir bunalıma sürüklemiş ve
çevrenin tarımsal ihraca dönük yapısını değişmeye zorladığını söyleyebiliriz. Çevrenin
yani üçüncü dünyanın isteği ve isyanı Merkezin sanayisi, refahı ve bağımsızlığıdır.
Onunla paralel olarak da Amerikan, Avrupa çokuluslu sanayi sermayesinin yayılma
isteğiyle çakışan, çevrede yer alan sanayi burjuvazisine dönüşmek isteyen birikimlerinin
oluşması ya da devlet bürokrasilerinin bir ulusal sanayi kurma isteğidir söz konusu olan.
1958 sonrası özellikle dünya işbölümünün savaştan kalan, merkez-çevre ilişkisini tarım,
hammadde ile sanayi mamulleri arasında mübadelede bulunan eski işbölümü dünya
çapında değişmiş görünüyor.
2.3 Sanayi Birikiminin Yayılması
ABD çokulusluları ülke dışındaki yan şirketlerini 1950’de 7.500’den, 1966’da
23 binin üzerine çıktı. Giderek başka ülkeler de benzer yolu izlediler. Örneğin Alman
Şirketi Hoechst, altısı dışında hepsi 1950’den sonra olmak üzere, 45 ülkede 117 fabrika
kurdu ya da kurulmuş olanlarla birleşti. (Hobsbawm, 2003, s.340)
Yeni bir işbölümü eskisinin altını oydu. Alman Firması Wolkswagen, Arjantin,
Brezilya, Kanada, Ekvator, Mısır, Yugoslavya, Güney Afrika’da genellikle 1960’ların
ortasından sonra araba fabrikaları kurdu. Yeni üçüncü dünya endüstrileri sadece
genişleyen yerel piyasalara değil, dünya piyasasına da açıldılar. Bunu hem bütünüyle
yerli sanayi tarafından üretilen ihraç kalemleriyle, hem de ulus ötesi bir imalat sürecinin
parçası haline gelerek yapabiliyorlardı. (Hobsbawm, 2003, s.342)
1958’de 27 Mayıs’ın da parçası olduğu, 3.dünyanın isyan dalgası, ulusal
bağımsızlık ve sanayi için yola çıkarken, hem Amerikan Sanayi birikimi, hem de
Sovyet sanayi birikimi bu eski işbölümüne; yani toprak sahipleri ve ihracatçı ticaret
burjuvazisi bloğuna karşı, etki alanında yeni müttefikler talep etmektedir. Gerek
Mısır’da Nasır’ın devrimi aktif bir kamulaştırmayla olsun, gerekse de 27 Mayıs ihtilali
ulusal bir kalkınma ve sanayileşme için toprak sahiplerinin güçlerini kırabilmiştir.
Trimberger’e göre “Nasır, toprak dağıtmamakla kalmamış, özel sermayenin
12
sanayileşme konusunda yeteneksizliğini fark ettiğinde geniş ölçüde devletleştirmelere
gitmiştir.” 1954 yılında iktidara gelen Nasır ve bürokratları, özel sermayeye aktarılan
maddi ve manevi teşviklerin sınai yatırımları atağa kaldıramadığı anlaşıldıktan sonradır
ki, 1962’de Nasır tüm bankaları, sigorta, şirketlerini ve ağır sanayiyi millileştirdi. 1963
itibarıyla tüm kamu sektörünün %82’si kamunundu. (Trimberger, 2003, s.199)
Merkezdeki sanayi, çevreye yayılmak isterken çevrede de kendisiyle ortaklık
yapabilecek düzeyde merkezileşmiş sermayeler talep etmektedir.
1914’te, Latin Amerika dışında askeri yönetim altında olan uluslar arası
egemen bir devlet yoktu. Yüzyılın ikinci yarısında silahlı adamlar siyasete daha çok
müdahale etmeye başladılar. Çünkü yerküre artık, çoğu yeni olan ve bu nedenle
geleneksel bir meşruluktan yoksun olan iki yüz kadar devletle doluydu ve bunların çoğu
etkin hükümetlerden çok siyasal karışıklık üretmesi muhtemelen siyasal sistemlerle
yüklüydü. (Hobsbawm, 2003, s.423-424) Hobsbawm’a göre, “Özetle askeri siyaset,
sıradan siyasetin yokluğu nedeniyle açılan boşluğu doldurma eğilimindeydi. Bu,
siyasetin özel bir alameti değil, kuşatıcı istikrarsızlık ve güvensizliğin bir işleyişiydi.”
Ne var ki, giderek bütün Ortadoğu’yu kapladı. Çünkü, yerkürenin bu eski kısmında,
yeni uluslararası işbölümünün gereklerini yerine getiren, istikrarlı, işlevsel ve etkin
devletleri gerektiren siyasetleri pek azı izleyebilmişti. Bu nedenle iddialı devletler, ister
merkezi olarak planlanmış Sovyet modeli ister ithal-ikamecilikle olsun sistemli
sanayileşmeyle tarımsal geriliğe son vermek istediler. Her ikisi de farklı biçimlerde
“devlet eylemine” ve “devlet denetimine” dayanıyordu. (Hobsbawm, 2003, s.425-426)
Üçüncü dünya hareketleri çoğunlukla sanayicilerin gücünü arttıracak biçimde
sonuç vermiştir. Halliday’a göre “Üçüncü dünya sanayicilerinin artan gücü en fazla
askeri değişimlerin temsil ettiği yaygın bir güç kaybının işaretleri sayılır.” (Halliday,
1985, s.112) Yeni uluslararası işbölümünü eski pre-kapitalist yapılarla karşılayan, çevre
uluslarda sanayi burjuvazisinin ekonomik ve siyasal olarak eski yapıyı kıramadıkları
rejimlerde, askeri rejimler üçüncü dünya sanayicilerine uygun bir zemin sağlamış
görünüyor.
1958 sonrası, her iki blokta da 1970’lerin ortasına kadar sürecek ağır sanayi
birikiminin yaygınlaşması ve ulusal ekonomilerin doğuda da, batıda da hızlı
13
büyümesine tanıklık edecektir. Sanayi üzerindeki bu devlet mülkiyeti ve karma
ekonomiler kural haline gelecekti. Hiç özel sektörün olmadığı ulusal ekonomiler vardı
ama devletin geniş bir müdahalesinin olmadığı bir ulusal ekonomi kalmayacaktı bu
dönemde.
Sanayileşmiş dünya, dünyanın her yanına yayılıyordu. Sovyet etki alanında,
Bulgaristan ve Romanya gibi tamamen tarımsal ülkeler muazzam sanayi sektörleri
geliştirdiler. Üçüncü dünya’da “yeni sanayileşen ülkelerin en büyük gelişimi Altın
çağdan sonra gerçekleşti. Ancak her yerde, çeşitli ülkelerden yaptıkları ithalatı finanse
etmek için öncelikle tarıma bağlı ülkelerin sayısı keskin bir düşüş gösterdi. 1980’lerin
sonunda sadece 15 devlet ithalatlarının yarısını ya da daha fazlasını tarım ürünleri
ihracatıyla ödüyordu. (Hobsbawm, 2003, s.319) Dünya Ekonomisi böylece patlamayı
andıran bir oranda büyüyordu. Dünya çapında mamul mal çıktısı erken 1950’ler ile
erken 1970’ler arasında dört kat ve daha önemlisi dünya çapında imal edilmiş ürün
ticareti 10 kat arttı. (Hobsbawm, 2003, s319) Ekonomik Büyüme, Batı ve Doğu
ekonomilerinde de artıyordu. 1950’lerde SSCB’nin büyüme oranı herhangi bir Batılı
ülkesinden daha hızlıydı ve Doğu Avrupa ekonomileri neredeyse aynı ölçüde hızlı
büyüyordu. .(Hobsbawm, 2003, s317) Dünya mamul ticareti 1953’ten sonraki 20 yıl
içinde 10 kat arttı. 19.yy’dan beri dünya ticaretinin yarıya yakınını oluşturan imalatçılar,
şimdi %60’ı geçecek şekilde boy attılar. (Hobsbawm, 2003, s.329)
Üretken sanayi birikiminin yayılması, bir yandan yeni sanayileşen ülkelerde
eski tarımsal yapıların kırılması ve işgücünün serbest hale gelmesi süreciyle kaçınılmaz
olarak birleşmiş, bu değişimi dramatik bir şekilde hızlandırmıştı. Kırların çözülüşü ve
emek gücünün metalaşmasının arttığı bir süreçte gelişen sanayi birikimi köyden, şehre,
3.dünyadan Batının zengin metropollerine bir göç dalgasıyla ilerleyecekti. Altın çağın
büyük ekonomik ısınması sadece önceki işsizlerin emeğiyle değil, iç göçün, kırdan
kente, çiftçilikten ve yoksul bölgelerden daha zengin bölgelere muazzam bir dalgayla
ateşlendi. İtalya’da yüz binlerce köylü, sanayi şehirlerine akın ettiler, Doğu Avrupa’nın
sanayileşmesi esas olarak bir kitlesel göç sürecine döndü. 1970’lerin başından beri 7,5
milyon kişi gelişmiş sanayi ülkelerine göç etmişti. (Hobsbawm, 2003, s.338)
14
Köylülerin oranı Suriye ve Kolombiya’da 1950-70 arası, Brezilya ve
Meksika’da 1960-80 arası yarı yarıya azaldı. İran’da 1955’te %55’ten, 1980’lerin
ortasında %29’a düştü. (Hobsbawm, 2003, s.355) Bir ya da iki istisna dışında, gelişmiş
sanayi ülkeleri de kendilerini dünya piyasası için başlıca tarımsal mal üreticilerine
dönüştürdü ve bunu çiftçilikle uğraşan nüfuslarını azaltarak, tarımcı başına sermaye
yoğunluğunu olağanüstü arttırarak yaptılar. (Hobsbawm, 2003, s.357)
Yine bu dönemde, orta ve yüksek öğretime olan talep olağanüstü arttı.
Sayılardaki patlama özellikle üniversite eğitiminde çok büyük oldu.1960 ile 1980
arasında, Avrupa’da gelişmiş öğretim kurumlarına bağlı öğrencilerin sayısı en tipik
ülkede üçe ya da dörde katlandı. Bu artış gelişmiş kapitalist ülkelerle sınırlı değildi.
1960’larda sayıları artan bağımsızlığına kavuşmuş eski sömürgeler için üniversite bir
bağımsızlık sembolü oldu. Plancılar ve hükümetler için modern ekonominin
geçmiştekinden daha fazla yönetici, teknik uzman ve öğretmen gerektirdiği açıktı.
Bunların giderek ve büyük tecrit edilmiş kampüslerde ya da üniversite kentlerinde
toplanmaları, hem kültür hem de siyaset alanında yeni bir faktördü. 1960’ların açığa
çıkardığı gibi bunlar siyasal ve toplumsal hoşnutsuzluğa ulusal hatta uluslar arası bir
ifade kazandırmakta etkili oldular. Dünyadaki büyük ekonomik ısınma, beyaz yakalılar,
orta sınıflar ve vasıflı işçilerin çocuklarına tam gün eğitim imkanı sağladı. (Hobsbawm,
2003, s.360-3)
Sanayi birikimi, dünya çapında yükselirken onun önündeki işgücü ve kaynak
ihtiyacı da tarımdaki eski yapıları kırmaya dönük reform programlarını popülerleştirir. .
Doğu Avrupa’daki Sovyet Bloğu ülkelerde, 1949’dan sonra Çin’de, Japonya’da,
Tayvan ve Kore’de toprak reformları gerçekleştirildi. 1952 Mısır İhtilali yolunu izleyen,
Irak, Suriye ve Cezayir’de Mısır’ı takip ederek, toprak reformunu gerçekleştirdi. Tarım
ülkelerinde bu genel siyaset sloganı, büyük tarım işletmelerinin bölünmesinden,
köylülere ve topraksız emekçilere toprak dağıtılmasından, feodal ayrıcalık ve köleliğin
kaldırılmasına; toprak kiralarının azaltılmasından, toprağın devrimci yöntemlerle
ulusallaştırılması ve kolektifleştirilmesine kadar akla gelebilecek her şeyi kapsıyordu.
Toprak reformu, uygulandığı her yerde olmasa dahi, Mısır, Japonya ve Tayvan’da
15
görüldüğü gibi o zamana kadar engellenen, üretken potansiyelin büyük kısmını açığa
çıkartmayı başarmıştı. (Hobsbawm, 2003, s.432)
1970’lerde gözlemciler, “yeni bir uluslararası işbölümü”ne dikkat çekmeye
başladılar. Dünya piyasası için üretim yapan endüstriler, bunları önceden tekelleştirmiş
olan ilk kuşak sanayi ekonomilerinden dünyanın öteki kesimlerine kitle halinde
aktarıyorlardı. Bu kısmen firmaların kendi üretim ya da donanımların bir kısmını ya da
tamamını eki endüstriyel dünyadan İkinci ve Üçüncü dünyalara bilinçli olarak transfer
etmelerinin ürünüdür. (Hobsbawm, 2003, s.440)
16
3. 27 MAYIS ÖNCESİ TÜRKİYE’DE BİRİKİM REJİMİ
Bu bölümde tarih olarak, 2. Dünya Savaşından sonrası alınıyor. Burada kısaca
yapmaya çalıştığımız şey birikim rejiminin motoru sayılabilecek kesimlerde yer alan ve
ekonomi yönetimini üstüne alan sınıfların ve Devletin, 27 Mayıs öncesi durumunu
inceleme çabasıdır. Bu, 1960 olaylarına yol açan sürecin ulusal ve uluslar arası
dinamiklerini, farklılaşma ve gelişme eğilimlerine dair ipuçları sunacaktır.
1958 sonrası ekonomik ve toplusal bunalıma dönüşen ekonomideki resesyon
hangi güçlerin ürünüydü ve birikim sürecinde nasıl bir değişimi zorluyordu bu süreç?
Bu bölümde bu süreci anlamak için 1946 savaş sonuyla başlayacağız. 1946’da gelişen
siyasal, uluslar arası olaylara kısaca değindikten sonra, çeşitli sınıfların özellikle de
hakim sınıfların, birikim süreci üzerindeki yerlerini çözümlemeye çalışacağız. 1946
sonrasındaki bölümü önce 1953’lerde nefesi tükenen ekonomik büyüme ve ondan
sonrası olarak iki ayrı bölümde inceliyoruz.
3.1 1946 Savaş Sonrası Yeni Düzen
Türkiye’de İkinci Dünya savaşından galip çıkan sınıflar ticaret ve toprak
sermayesiydi. 2. Dünya Savaşı sonrası hem ülke içindeki, hem de dünya pazarındaki
ekonomik koşullar, tarımsal üretime dayalı tüccar sermayesinin genişlemesine çok
elverişliydi. İç ticaret hadleri 1944’e kadar giderek tarım lehine döndü. 1939’da 75,3
olan endeks, 1943’te 136,7’ye çıkıyordu. (Yıldızoğlu ve Margulies, 1990, s.296) Gıda
maddelerine ve hammaddelere olan dış talebin artmasıyla Türkiye’nin ihraç ürünlerinin
fiyatı yükselince, bunların üreticileri ve ihracatçıları beklenmedik kazançlar sağladılar
1940’ta 111 milyon TL olan ihracat geliri, sonraki 3 yıl boyunca, sırasıyla 123,165 ve
257 milyon TL’ye çıktı. (Yerasimos, 1980, s.706) İçerideki darlıklar hükümetin
seferberlik harcamalarından kaynaklanan enflasyonla birleşince, karaborsa ve
spekülasyon yoğunlaştı. Böylece, hem kentteki, hem de köydeki tüccar sermayesi,
savaştan ekonomik olarak son derece güçlenmiş olarak çıktı. Hem büyük kentlerdeki dış
ticaret aracılarının, hem de temel yiyecek maddesi pazarlarında spekülasyon yapan
taşralıların hem de ticari tarımın yerel düzeydeki önde gelenlerinin ticaret karları önemli
biçimde artmıştı. Savaş sona erdiğinde, tüccar sermayesinin üreticiyle ilişkide olan
17
köy/taşra bileşeni de, özellikle dış ticaretle ilişkisi olan kent bileşeni de çok
genişlemişti. (Yıldızoğlu ve Marguilles, 1990, s.296)
Ticaret ve toprak sermayesinin bu büyüyüşü ve toplumun farklılaşmasının
yükünü büyük oranda alt sınıflar karşılamıştı.. Enflasyondan en çok zarar gören
guruplar, işçiler, sivil ve asker bürokratlar ve tarımdaki küçük üreticiler ve köylülerdi.
İmalat sanayinde ücretler %40’lara varan oranda düşmüştü. Kamuda çalışan memurların
vergilenmemiş gelirleri ise, 1935’te GSMH içindeki payları %5,5’tan, 1943-45’te
%2,6’ya düştü, üstelik aynı dönemde sayıları1,5 kattan fazla artmıştı bu memurların
sayısı. Emekli ve dul maaşlarındaki düşüş ise dehşet vericiydi. Emeklilere yapılan
ödeme 1938 fiyatlarıyla, 1420 TL’den 1945’te 274 TL’ye inmişti. (Tezel, 1982, s.234-
235)
1946’da dünya savaşının bitimi olan tarih, Türkiye açısından ekonomik ve
siyasi olarak oldukça önemli ve çalkantılı bir tarih olacaktır. Uluslararası olarak kurulan
yeni dengelere uyarlanma çabası ve tek partili bir sistemden, çok partililiğe geçiş bu
dönemde olacaktır. Bu dönemde etkili olan “dış dinamik” ise, savaşın bitişiyle kurulan
yeni düzendir. Savaşının bitiminin hemen ardından Amerika ve Rusya’da savaş sonrası
dağılan düzeni, iki bloğun etrafında bir araya gelmeye zorladıkları bir dönemdir. Bu
dönemde Amerika ve Rusya’nın karşısındaki zorluk, anti-faşist savaştan miras kalmış
anti-sömürgeci direniş yapılarından gelir. Gevgilli, “soğuk savaş” için “uluslar arası
gerilim içinde, iki kutuplu dünyayı toparlayan bir süreç işlevini” görecektir” der.
(Gevgilli, 1987, s.45) İnönü Hükümeti Soğuk Savaşın bu gerilimlerini de kendi içinde
sertçe yaşamış, çözümü Amerikan Bloğuna ve onun kurumlarına dahil olmakta
bulmuştur.
Bu yeni uyum çabası içte de uygulanacak ekonomi politikalar konusunda da
hükümetin önceliklerini yeniden belirlemek zorunda bırakmıştı. CHP bu dönemde
ekonomi ve politika uygulamalarında yalpalamaktadır. Önce Kadrocu bir Ekiple
1946’da sanayi ağırlıklı bir plan olan “Harp Sonrası Kalkınma Planını” hazırlar CHP
hükümeti. Türkiye’nin 1930’lardaki Sanayi planlarının uzantısı olarak hazırlanan plan,
sanayi ağırlıklı devlet sektörüne ve iç kaynaklara öncelik veriyordu. (Tekeli ve İlkin,
1981, s.24) hemen arkasından bu plan rafa kaldırılacaktır.1946 Planını uygulanamamış
18
bir plan olarak kalır. 1946 Planının uygulanamamasının en önemli nedeni ise, savaş
döneminde hazırlanan planın, İMF’ye girmeye hazırlanan Türkiye’nin yeni
önceliklerine uymamasıdır. 1947’de hazırlanan yeni plan, ihracatı teşvik eden, sanayi
yerine tarıma, kamu yerine özel sektöre, finansmanda ise iç kaynaklar yerine dış
kaynaklara ağırlık veren özelliktedir. (Gülalp, 1987, s.48) Vaner Planı olarak da anılan
1947 planı esas olarak, Marshall yardım programına dahil olmak için hazırlanmıştır.
(Tekeli ve İlkin, 1981, s.8-10)
Aynı şey, parti içinde de gözüküyor, parti içinde “devletçiliği” ve tek parti
iktidarını savunan Recep Peker’in başbakan olması CHP’lilerin devlet denetiminde
radikal bir reform politikasından yana olduğu izlenimini verirken, Peker Hükümeti’nin
ilk kararı ise İMF programını uygulayarak devalüasyon yapmak oldu. (Ahmad, 1996,
s.33-34) Ahmad bu dönemde parti içinde toplumsal ve ekonomik reformları yukarıdan
ve tek partiyle gerçekleştirilebileceğine inananların muhalefetinin çok partili hayata
geçilirken etkili olduğunu belirtir. (Ahmad, 1996, s.23)
Türkiye üzerindeki dış baskılar ise ABD’nin hemen savaş sonrası yıllarda
izlediği ve çevre ülkelerde açık liberal ekonomilere dayalı Amerikan yanlısı rejimler
kurulmasını amaçlayan dış politikadan kaynaklanıyordu. Amerikan görüşü, Türkiye’nin
önce savaş sonrası inşa döneminde Avrupa’yı besleyecek, daha genelde ise Batı’nın
mamül mal ihracatı için bir Pazar oluşturacak tarım ürünü, özellikle de tahıl satan bir
ülke konumuna gelmesini öngörüyordu. Ancak Amerikan görüşüne uygun politikaların
benimsenmesindeki isteklilik sadece dış baskıyla açıklanamaz. Amerikan yaklaşımının
içerideki sınıflar dengesi tarafından belirlenen ve dayatılan ekonomik bakış açısına denk
düşmesi aynı derecede önemlidir. Hem Amerikan yaklaşımı hem de içerideki
gelişmeler, tarımsal üretim ve ihracata dayanan liberal bir dış ticaret rejimine uygundu.
Somut politikalar açısından bu, tarıma dayalı bir kalkınma modeliydi ve temelde tarım
sektöründeki toplam üretimi arttırmayı amaçlayan bir dizi önlemin uygulanması
demekti. Bu amaca yönelik çeşitli devlet politikaları uygulamaya kondu ve bu
politikalar, tarımsal üretimin hızla ticarileşmesine yol açtı. Bütünsel etki açısından en
önemli politika, makineleşmenin devlet tarafından etkin biçimde teşvik edilmesiydi.
Tarım makinelerinin, özellikle de traktörün kullanılmaya başlanması, ekilen alan,
19
toplam üretim ve iç göçte büyük artışlara yol açtı. Devlet, fiyat politikası ve satış
kooperatifleri teşvikiyle, artan üretimin pazara sunulmasını teşvik etti. Devletin üretim
ve bölüşüm sürecine müdahalesi, tarımda sermaye birikimini teşvik eden kredi
politikalarıyla tamamlanıyordu. (Margulies ve Yıldızoğlu, 1990, s.295-7)
Bu dönemde, ekonomide liberal ve dışa dönük uygulamalar olarak görülen
ekonomi politikaların çoğunluğu CHP tarafından 1946 yılı içinde hayata geçirilecekti.
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, yine de siyasi ve ekonomik düzeyde bu değişim
ve açılmayla özleştirilecektir. 1950 seçimlerinde Demokratlar büyük şehirlerin oylarını
toplarken, CHP’nin güçlü olduğu yerler ise ağaların güçlü olduğu yerlerdi Demokrat
Parti 1950’de en fazla oyları gelişmiş kentlerde, en düşük oyları ise ağalığın geçerli
olduğu Doğu illerinden alacaktı. (Özbudun, 1975, s.40)
1946’da Demokrat Parti hareketi için Perinçek, “Liberal temalarla, tek parti
yönetimine ve özellikle devlet bürokrasisine karşı halkın giderek artan hoşnutsuzluğunu
arkasına almış, tüm sınıflara ekonomik gelişme vaat ederek büyük bir halk desteği
sağlamıştır” diyecekti. (Atay, 1998, s.76) 1946 yılı da iktidarla muhalefet arasındaki
rekabetin şiddetlendiği, toplumsal ve sosyal olarak yeni bir dönüşüm sürecini de
beraberinde başlatır. CHP, basını sansürcü uygulamalarla kısıtlamaya çalışırken,
Demokrat parti muhalefetin sözcülüğünü alıyor, bu dönem Türk basınının Hürriyet’ten,
Milliyet’e birçok gazetesinin doğumuna tanık oluyordu. (Gevgilli, 1987, s.47) CHP
savaş dönemi içinde uyguladığı politikalarla bütün sınıfları kendinden soğutmuştur.
“Ticaret sermayesinin” savaş boyunca birikiminin artmasına rağmen bu dönemde,
CHP’ye karşı “Demokrat Parti” hareketine desteğini verir. CHP’nin toplumsal olarak
yıpranmışlığı ve parti içindeki, “özerk devletçi” kanatlar, tüccar ve toprak sahiplerinin
Demokrat Parti hareketini desteklemesinde etkili olmuş görünüyor. 1946 Seçimleri,
“Demokratları” umut haline getirmiş, toplumsal hoşnutsuzluk kendine bulduğu
kanallardan çıkmaya başlamıştır.
Demokrat Parti dönemde belirgin değişikliklerden biri, meclisin bileşimi
olacaktı. Orta sınıflar ve serbest meslek sahiplerinin meclisteki oranı, “tüccar”larla
birlikte hızlı artacaktı. Serbest meslek sahiplerinin 1939-43 arasında meclisteki
oranı%27’den, 1950’de %45’e yükselecek, bu dönemde tüccarlar da temsil oranlarını,
20
%10’dan, %17’ye çıkaracaklardı. Aynı dönemde asker, memur ve öğretmenler
grubunun oranı da %47’den, %22’ye düşecektir. (Özbudun, 1975, s.42). Bu dönemde
toprak sahipleri, tüccarlar, serbest meslek sahipleri, avukatlar, yani önceki hükümetler
döneminde olmayan yeni bir bileşim oluşur. 1950 sonrası seçimlerde. Daha önceki
bürokrasi üzerinde, askeriye ve mülkiye oranı azalır.
3.2 Büyüme Dönemi
2.Dünya Savaşı’nı izleyen yılların liberal dış ticaret rejimi çerçevesinde “iç
kaynaklara dayanarak ve devlet eliyle genişleme siyaseti terkedilmiş, görevi AID; BİRD
gibi uluslar arası örgüt kredilerini Türkiye’de özel sanayiye dağıtmak olan TSKB
(Türkiye Sınai Kalkınma Bankası) kurulmuştur. Uluslararası sermaye, yine ticari
sermayenin yerli dayanaklarını temel alarak mallarını Türkiye’nin en uzak köşelerine
kadar dağıtmaya başlamıştır. “Acenteler” ya da “temsilcilikler” yoluyla işleyen bu
sistem sayesinde, örneğin uluslar arası petrol şirketleri, Anadolu kasabalarına kadar
uzanan benzin petrol istasyon ağları kurar. (Şeni, 1978, s.46)
Demokratlar 1950’de göreve geldiklerinde, önceki devirlerin birçok dış ticaret
kısıtlamalarını kaldırdılar, ancak devletin ekonomik faaliyetlerini önemli ölçüde
azaltmadılar. Demokratlar, önceliği demiryolları ve çelik fabrikaları yerine, tarımsal
ürünleri şehirlere ve dış pazarlara gönderecek bir karayolu şebekesi ile yeni toprakları
tarıma kazandıracak, Baraj ve sulama kanallarına verdiler. ABD dış yardımı da tarım
makineleri ithalatını sağlar. (Rusto,1989, s.71-72)
Tarım ve imalat sanayinden, büyüme hızı GSMH’nin büyümesinden yüksek
olan kesimi büyümenin motor gücü kabul edersek, 1947-53 yılları tarım sektörünün
büyümeye öncülük ettiği bir dönemdir. Tarım sektörünün ortalama yıllık büyüme hızı
1947-49 yıllarında %10’un üzerinde, 1950-53 yıllarında ise %12’nin üzerinde
gerçekleşmiş; böylece bu 7 yıllık sürede tarımsal üretim %100’ün üzerinde artış
göstermiştir. Olağanüstü iç ve dış koşulların ortadan kalktığı 1954 ve sonrasındaysa ise,
tarımsal üretimin ortalama yıllık büyüme hızı %2 dolaylarında kalmıştır. (Pamuk,
1987,s.52)
21
Göker’e göre; “Öne çıkan kapitalist fraksiyon tarımsal üreticilerdi”. Dönemin
en güçlü çiftçileri pamuk ve tütün üreticileriydi, yerel parti teşkilatları üzerinden
birçoğunun bürokrasi ile de doğrudan bağlantıları vardı. Başlıca iki düzenleme de
tarımsal üreticileri koopte ediyordu. Birincisi, çiftçiler girdilerini alırken, kur farkına ek
olarak girdi fiyatlarını sübvanse eden kamu kuruluşlarının araya girmesinden
faydalanıyorlardı. İkincisi ise, TMO çiftçilerden tarımsal ürünleri piyasa fiyatları
üzerinden satın alıyordu. Daha az kaynaklara sahip üreticiler, sübvansiyonlardan daha
az faydalanmaktaydılar. (Göker, 2006, s.120)
Bu yıllar aynı zamanda bir sanayi sermayesinin oluşması için gerekli bir ulusal
pazarın oluşmasını emek-gücü dahil olmak üzere “metalaşmanın” yaygınlaşmasını
sağlamıştır. Tarıma makine girmesiyle beraber atıl kalan bir işgücü köylerden kentlere
akmaya başlamıştır. 1950-53 arası ekonomi hızla büyümüştür. Bu yıllarda karayollarını
yaygınlaştırma politikası, tarımdaki makineleşmenin ve toprak kullanımının da
hızlanmasıyla beraber ortaya çıkan emek fazlası ile birleşince, yetersiz toprak sahibi ve
işsiz köylü kitlelerin gelir elde edebilmek için kente göçleri başlamıştır. Yolculuk
etmenin kolaylaşması, emek akışkanlığını arttırmış, büyük kentlerin emek piyasaları
birdenbire genişlemeye başlamıştır. Büyük kentlerin civarında kurulmaya başlayan
çeşitli ölçekteki sanayi tesislerine emek arz eden bu niteliksiz işçi kitlesi iktisadi
büyümeyi hızlandırmıştır. Alınan dış borcun da devreye girmesiyle ekonomik
büyümede büyük bir sıçrama ortaya çıkmıştır. Böylece DP’nin ilk iktidar yılları İkinci
Dünya Savaşıyla tam bir tezat oluşturmuştur. (Kalaycıoğlu, 1998, s.40)
Bu gelişmelerin, eski feodal üretim ilişkileriyle bir arada yürüdüğü bölgelerde
değişimin sonuçları şiddetlidir. 1950’ler boyunca tarihinde görülmedik hareketliliği ve
canlılığı yaşayan Doğu tarımında da toprakta toplulaşma ve topraksız köylü oranı arttı.
Bu süreç, kırdan kente göçü hızlandırdı ve ücretli emek kullanımını hareketlendirdi.
Gerek tarıma makinenin girişi, gerekse de toprakların ağalarca zaptı ya da miras yoluyla
küçülünce ağaya satılması gibi faktörlerin etkisiyle 1950’lerden, 1960’lara topraksız
aile oranı, 1950 başında %6 iken, 1960’larda %31’e çıktı. Diyarbakır ve Urfa gibi
yerlerde topraksızlar %50 gibi bir orandaydı. (Sönmez, 1995, s.144)
22
Emek-gücü “metalaşırken”, kırlar da çözülmekte, şehirler yeniden
biçimlenmeye başlar bu dönemde. 1950’li yıllarda artan kentleşme ile beraber gelişen
diğer bir olgu da gecekonduların hızla artmasıdır. 1950’li yıllardan sonra artan
gecekondu sayısı 1960-1970 yılları arasında yüksek hızda seyretmiştir. 1955’de 50.000
olan gecekondu sayısı 1960’da 240.000’e, 1965’de 430.000’e ve 1970’de 600.000’e
çıkmıştır. Aynı şekilde gecekondu nüfusu da aynı oranda artmıştır. Gecekondu
nüfusunun kentsel nüfus içindeki oranı da gittikçe yükselmiştir. Bu oran 1955’de %4,7
iken 1960’da %16,4; 1965’de %22.9 ve 1970’de %23,6 olarak oldukça hızlı bir yükseliş
yaşamıştır. (Tuna, 2004, s.51-52) 1950’lerde Türkiye tarımında yaşanan makineleşme
sonucu işsiz kalan ortakçı ve yarıcılardan bir bölümü kentlere kasabalara, kentlere aktı.
Örneğin, İstanbullu olmayan sakinlerin oranı 1950’de il nüfusunun %35’iyken, 1966’da
%45’e, 1975’de %75’e yükselecekti. 1950’de 1milyon 166 bin olan İstanbul nüfusu
1960’da 1 milyon 882 bin kişiye çıkacaktı. Artan nüfusu emebilecek bir sanayi
yapısının olamaması büyük bir yedek işgücü doğmasına yol açmış, bu da işgücü
piyasasında ucuz emek kullanan sermayedarlar lehine bir gelişmeye neden olmuştur.
Öte yandan 1963’e değin Türkiye genelinde olduğu gibi İstanbul’da grevli, toplu
sözleşmeli sendikal hakların olmaması, ekonomik ve sosyal hakların düşük düzeyde
kalmasına ve dolayısıyla sermaye lehine gelişmesine, birikimin hızlanmasına yol
açmıştır. (Sönmez, 1990, s.45) Bu dönemde işçilerin ilk büyük sendikası Türk-İş 31
Temmuz 1952 tarihinde kuruldu. Henüz grev hakkına sahip olamasa da 1960’a kadar
sendikalar büyümesini işçi sınıfının artışını yansıtacak biçimde 1 milyona yükseldi.
(Çeçen, 1973, s.38)
Kısa süren altın yıllarda, ticaret ve toprak sermayesine dayalı bu egemenlik,
herkes için yükselen gelirler getirirken, bu egemenlik toplumsal olarak
sorgulanmayacaktı. Bu aynı zamanda toprağın ulusal ekonomide oynadığı rolün parçası
olarak, toprağa dayalı bir sanayileşme isteğinin egemen olduğu bir dönemdir. Tarıma
dayalı bir büyüme ve kalkınma modeli 1940’lar ve 1950’lerin “popüler özlemidir”.
(Boran’dan aktaran Ercan ve Tuna, 2006, s.153) Köye giren Amerikan traktörleri ikili
bir duygu yaratmıştı. Hem toprağın bağrındaki güçleri güçlerin makineyle nasıl
arttırılacağını göstermiş, hem de o vakte kadar boşa gitmiş ve halen gitmekte olan
tarımdaki verimsiz emeği açığa çıkarmıştı.
23
3.3 Büyümenin Durması ve Bunalım
1954’e geldiğinde ise büyümenin ilk dalgası durur. Savaş sonrası ilk yapılanma
ve Kore Savaşının arttırdığı tarımsal ürün talebi, düşmeye fiyatları inmeye başladı.1954
yılında yapılan dış yardım 1950’dekinin 1/50’sine düşer. TMO’nun 1953 ile 1955
arasında tarıma verdiği kredilerde yarıdan fazla düşüş olur. 1953 yılında 1 milyar 109
milyon olan ihracat, 1955 yılında 877 milyon TL’ye düşüyordu. Hükümet dış açığı
kapatmak için tarımda makinelerin ve sanayi için gerekli olan maddelerin ithalatını
kısıtlamak zorunda kalmıştı. Kişi başı gelir, 1953’te 556 TL’den, 1954 yılında 490
TL’ye düşer. Kişi başı buğday tüketimi ise 1951 yılında 166kg iken, 1955 yılında
135kg’ya düşer. Enflasyon her türlü yoldan hızlanır. 1954’ten, 1958’e kadar para
oylumundaki artış %120’dir. Bu dönemde, bütçe açığı toplam gelirlerin 1/3’üne
ulaşmıştır. (Yerasimos, 1980, s.738) 1954-62 alt dönemi, tarıma ve dış ticarete ağırlık
veren modelin sürüklendiği bunalım koşullarında, KİT’leri kullanan ancak özel sektör
denetiminde ilerleyen ithal ikamesinin fiilen başladığı yıllardır. Tarımdaki durgunluğun
yanı sıra imalat sanayindeki büyüme, 1960’larla karşılaştırıldığında sınırlı kalmıştır.
GSMH’nin ortalama büyüme hızı %4’ün üzerine çıkmamıştır. 1954-62 yılları, 1978-
83’ün durgunluk yıllarından sonra İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyüme hızının en
düşük olduğu alt dönemi oluşturmaktadır. (Pamuk, 1987,s.52)
Toprak sermayesi özellikle büyük olanları ve ihracatçı tüccar, iki tür basınç
altındaydı. Savaş sonrası ilk yapılanma sürecinin yavaşlamasında da genişlemesinde
olduğu gibi Batı merkezli bir yavaşlama göze çarpıyordu. Ve 1946’dan, 1954’e kadar,
Türkiye’yi uluslar arası ekonomiye bağlayan Marshall Planı ve 1947 Vaner Planı, 1954
sonrası süreci taşıyamaz hale geldi. 1954’ten, 1958’e kadar Türkiye ikili kliring ticaret
anlaşmalarıyla iş yapacaktı. (TTOSOTTB, 1962, s.74) Bu durum savaşın arkasından
oluşturulan Batı bloğu ve “düzenleyici kurumların” krizine işaret ediyordu.
Bu dönemde, savaş öncesi yapılaşmayı sürdürmek, çevre ülkelerin ticaret ve
toprak sermayesi üzerinden dünya işbölümüne bağlanmanın sınırlarına gelmiş
görünüyor. ABD’de bu dönemdeki veriler bir kar oranı düşüş eğilimini veriyor. (Baran
ve Sweezy, 1970, s.130) Merkezdeki sanayi sermayesi değersizleşme sorunu
yaşamaktadır ve çözüm olarak kendi çeperine taşmak istemektedir. Bunu yaparken de
24
ulusal ekonomilerin içinde birikimin geldiği aşamaya özgü bir sınıfsal koalisyonu talep
etmektedir. Bu anlamıyla artık o dış değil, içeride ortaklıkları ve müttefik sınıfları olan,
genel siyaset üzerinde etkili lobiler kurabilen içyapının parçası olmuştur. 1954’ten
sonraki süreçte ise uluslararası değişen yeni koşullar karşısında, uluslararası sermaye
de sanayi sermayesi olarak, içeride yeni sınıfsal ittifaklar kurmaya çalışacaktır. 1954’ten
itibaren, hükümetin ödemeler sorunuyla beraber dış ticarette uygulamaya başladığı
korumacı politikalarla birleşen bir süreçte yabancı firmalar Türkiye’ye ihracat yapmak
yerine, Türkiye’de doğrudan yatırımlara yöneldiler. Bunu da Türk girişimlerle ortaklık
kurarak yapmayı tercih ettiler. Daha önce yabancı firmaların distribütörlüğünü üstlenen
bazı yerli tüccarlarda dış ticarette meydana gelen sıkıntılarla beraber sanayiye
yöneldiler. Böylece, ithal kısıtlamalarının olumsuz etkilerinden kaçınmak için, daha
önce ithal ettikleri ürünün, yerli üretimine geçen ticaret burjuvazisi sanayi burjuvazine
dönüşme yönünde adım attılar. Ancak yerli girişimciler “yönetim bilgisi becerisi” ve
“teknoloji bilgisi”nden yoksun olduğu için öncelikle distribütörlüğünü yaptıkları
yabancı firmalara ortaklık teklifi götürmeyi tercih ediyorlardı. Kurulan ortaklıklar
yoluyla teknolojili avantaja, yönetim becerisine sahip olan Türk girişimcileri diğer
rakiplerine göre daha avantajlı konuma geldiler. Bir diğer önemli nokta da bu dönemde,
bu dönemde, yabancı firmalarla ortaklık yoluyla sanayiye geçen bu kesimlerin, bu
yabancı firmaların ürettiği ürünlerin satıcılığını elde etmek için çaba göstermesidir. Bu
dönemde yabancı sermaye, “özel sermayenin” birikim sürecinde önemli katkılarda
bulunmuştur. (Dumludağ, 2003, s.257-258)
Meta şeklindeki sermayenin, uluslararası dağıtım alanını taban olarak alıp
birken iç ticari sermayenin üretime dönüşmesi 1960 yıllarında hızlandı, yaygınlaştı. Bu
dönüşüm, devletin teşvik kanunlarının himayesinde ve genellikle bir metanın üretim
sürecindeki son kısımların, son üretim faaliyetlerinin Türkiye’ye ithal edilmesiyle
gerçekleşti. (Şeni, 1978, s.50)
Liberal bir retoriğe rağmen Menderes Hükümeti sıklıkla yüksek değerli kur
oranları ve ithalat kısıtlamaları gibi içe dönük siyasa araçları kullanır. Türkiye’de 1954-
1958 arasında giren dış yardımların kullanımında iç Pazar için üreten tüketim malları
sanayi kayrılmış, 1950’lerin ortasından itibaren İthal İkameci Sanayileşme (İİS)
stratejileri, ithalat lisansları ve niceliksel kısıtlamalar gibi araçlarla artan dış açıkları
25
kapamada kullanılmıştı. Dışarıdan alınan ve yurtiçinde üretilen mallar arasında fiyat
uygunluğu sağlamak için 1956’da kurulan ithal malları Fiyat Tespit komitesi, 1957’de
ithalat vergilerine yapılan zamlar ve 1958’de ithalatçılardan istenen depozito tutarında
yapılan %20’lik artış gibi uygulamalar ile kontroller sıkılaştırılır. (Göker, 2006,s.118)
Yine de Menderes Hükümetinin sanayiye karşı teşviki, sistematik ve tutarlı bir
şekilde olmamıştır. 1958-60 döneminde, Menderes Hükümeti “ödemeler açıklarını”
kapamak için uyguladığı 1958 İMF programıyla da, “tarım ihracına” yani toprak
sahipleri ve tüccar koalisyonunu sürdürmeye çalışmış, bunun sınırlarıyla da kısa
zamanda karşılaşıldı denilebilir. Gerçekten de, bu dönemde 1954’ten, 1958’e kadar
düzenli olarak büyüyen sanayi gelirlerinin, 1958 İMF istikrar programından sonra
gerilediği, ticaret ve toprak gelirlerinin ise arttığı görülüyor. 1958 programının
uygulamaları, Demokrat Parti hükümetinin son döneminde, torak sahipleri lehine
uygulanmış gözüküyor rakamlardan; 1953’te %10,4 olan MG içindeki sanayi payı
1957’e kadar düzenli olarak yükselerek %11,7’e gelirken, 1958 ve 1959’da sırasıyla
%10,9 ve %10,8’e iner. Ziraatta ise 1953’den 1957’ye kadar, %50,6’dan %44,7’e kadar
düzenli azalma varken, 1958’de %46,9 ya yükselir. Aynı şey ticaret sektöründe de
gözleniyor. 1953’ten 1957’ye kadar, %10,4’ten, %9,7’ye inerken, 1958’de artış gösterir.
%9,9’a ve ertesi yıl, %10,4’e çıkacaktır. (TTOSOTTB, 1962, s.10) En kalabalık
ihracatçı tüccar grubunu barındıran İst. Ticaret Odasının istikrar paketini desteklemesi
de, 1958 programını eski hakim güçlerin kendileri lehine kullanmaya çalıştıklarını
gösteriyordu. (Göker, 2006, s.120) Reformun ekonomi üzerindeki etkileri güçlü oldu.
1959-61 arasındaki GSYH büyümesi, 1956-58 arasındaki %5,6’lık orana kıyasla %4
geriledi.1959’da ihracat önceki yıla kıyasla %43,1 arttı ama bundan sonra 1962’ye
kadar 354 milyon dolar seviyesini aşamadı. (Göker, 2006, s.121)
İktisadi faaliyetteki genel yavaşlama, 1957-58 bunalımı ve Ağustos 1958
istikrar tedbirleriyle birleştiğinde bu politika yeni gelişmekte olan sanayi sermayesine
büyük bir darbe vuracaktır. (Savran, 1987, s.137-138)
26
Savran’a göre;
“DP, izlediği kredi politikası, ithalatta genel olarak benimsediği liberasyon
ilkesi (bu ilke zaman zaman döviz kıtlığı nedeniyle çiğnenecektir), sanayiye (60’lı
yıllarda sistematik hale gelecek olan) özel teşvik önlemleri uygulamaktan kaçınışı,
ekonominin bütününün sanayi çıkarlarını temel alan bir planlama yoluyla
düzenlenmesine karşı direnişi vb. dolayısıyla, sanayi sermayesinin çıkarlarını, sınıfın
öteki dilimlerinin çıkarlarının önüne almaktan uzak durmuştur.” (Savran, 1987, s.137)
Gerçekten de, özellikle yabancı sermayelerle ortaklık yapabilecek büyüklükte
olan sanayiciler, maddi birikim ve servetleriyle orantılı olarak Odalar Yönetimi ve
meclisinde temsil edilmemekten, hegemonya kuramamaktan rahatsızlardı. Sanayici
Sabancı, otuz yıllık oda geçmişinde sadece bir kez meclise seçilmiştir. Koç, ancak 27
Mayıs’ın arkasından askerlerin atamasıyla Odalarda başkanlık yapmıştır. Bu dönemde
“Odaların” döviz tahsis yetkisini de elinde tuttuğunu düşünürsek, bu temsil sorununun,
kaynaklar için mücadele olduğunu düşünebiliriz. (Sönmez, 1987, s.168) Büyük Sanayi
burjuvazisinin “planlama örgütü” gibi merkezi bir yapıyı talep etmesinin altında da bu
temsil ve kaynak sorunu vardı.
27
4. 27 MAYIS; OLAYLAR VE YÖNETİM
Bu bölümde, 27 Mayıs sürecindeki olayları ve onun hemen arkasından gelen
yönetimin genel özellikleri saptanmaya çalışılacak. Böylece, “ithal ikameci” bir sürecin
kurumlarını DPT’yi Anayasaya yerleştirecek, bir banka-sanayi burjuvazisi ve birikim
yaratma konusunda bir dönüm noktası olacak bu sürecin bazı özellikleri çözümlenmeye
çalışılacak.
27 Mayıs 1960 müdahalesi, 1958’den beri toplumsal ve siyasal bir bunalıma
dönüşmüş, iç ve dış uluslararası bir bunalım ve yeniden yapılanmanın parçasıydı.
1958’den itibaren, üçüncü dünyada yükselen kitlesel bir hoşnutsuzluk dalgası
Türkiye’yi de içine almış gözüküyor. 1958’den itibaren, CHP ile DP arasındaki
mücadele sertleşmiş, kitlesel çatışmalara dönüşmeye başlamıştır. Bunun üzerine
eklenen bir aydın ve üniversite hareketi de, Demokrat Parti hükümetine karşı gelişmişti.
Dolayısıyla, askerlerin müdahalesi, böylesi bir hükümet karşıtı gösterilerin parçası
olmuştur. 1958’den sonra yükselen hoşnutsuzluk, 2. Dünya savaş sonrası yükseliş
koşullarının durmasına, artık toplumu ve üretimi kapsama yeteneğini yitirmiş hakim
toprak ve ticaret sermayesine karşı tepkinin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Merkez-
çevre arasında eski uluslararası işbölümü dağılırken ve sanayi birikimi dünya ölçeğinde
yayılma dürtüsündeyken, toprak sahipleri güçlerini yitirirken, bunun yarattığı bunalım
ve yeniden yapılanma da, aynı zamanda siyasal-toplumsal bunalıma neden olmuştur.
27 Mayıs sürecinde, bu ekonomik-siyasal bunalıma eşlik eden, ordunun bu
bunalım içinde önemli bir rol oynamasını sağlayan özel bir durumda söz konusudur.
Ordunun içinde, 1950’lerin ortasından beri gündemde olup, sürekli ertelenen reformlar
söz konusudur. Savaş sonrası Türkiye’nin katıldığı askeri bloktan aldıkları yardım ve
yeni ekipmanlar, “ordu”nun yapısı içinde bir farklılaşma ve değişimi zorunlu kılmıştı.
Savaşa girmeyen, Türkiye Ordusu’nun hantal yapısı, savaşı kazanan ABD askeri
programlarının etkisiyle değişmişti. Askeriye içinde yabancı ülkelerde uzmanlık ve
mühendislik dersleri alan yeni bir subaylar kuşağı, eski kıdeme dayanan hantal yapıya
karşı daha teknokrat, yeteneğe bağlı bir terfi sistemi istiyorlardı. Bu kuşak çok uzun
zamandır ordu içinde bir reform programının peşindedir. Bu reform, subayların
yükselmesini engelleyen, eski Prusya askerlik anlayışının temsilcisi olarak gördükleri
28
generalleri ve subayları eleyip, ordunun hantal yapısını değiştirmeliydi. 27 mayıs’ta
Demokrat Parti iktidarını devirip, iktidarı ele geçiren bir bütün olarak ordu değil, reform
peşinde bu genç orta düzey subaylardı. Aksine, ihtilal aynı zamanda ordu içinde
yapılmıştı. İhtilal yönetiminin ilk uygulamalarından biri de, 235 generalin ordudan
çıkarılması olacaktı. “Orduda Reform” bölümünde ordu yapısı içinde bu farklılaşmaya
değinilecektir.
27 Mayıs üzerinde yapılan yerli çalışmalarda, bu genç subaylara bir değinme
var. Ama bir bütün olarak “orduda reform” ihtiyacı ve bunun yarattığı sonuçlara ilişkin
bir değerlendirme yok. Ama 27 Mayıs’ın olgularını açıklama konusunda bu sorunun
önemli bir yer tuttuğu görülür. Bu durum, 27 Mayıs’ı kendisinden sonra gelecek 12
Mart ve 12 Eylül müdahalelerinden farklılaştıracaktı. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12
Eylül’den farklı olarak askeri hiyerarşinin içinde gerçekleşmedi. Nihayet, 27 Mayıs’tan
sonra kurulan ilk hükümet ve yönetim, ordu içinde generallerle, orta rütbeli subaylar
arasında “bölünmüşlükle” hareket edeceklerdi.
Bu bölünmeyi sağlayan koşulların basitçe şu ya da bu kişi değil de, ordudaki
değişim ihtiyacını zorlayan faktörler olduğunu düşünmek daha akla uygundur. Yani 27
Mayıs askeri müdahalesine özgünlüğünü veren subayların kendi generallerinden
bağımsız hareket etmesini sağlayacak koşullar da, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nı
kazanan hegemonik Amerika askeri-sınai örgütlenmesiyle karşı karşıya gelmesiyle
oluşmuştur. Savaş sonrası gelişen bir uluslararası sanayi sermayesi, nasıl ülkedeki
sınıflar dengesini, ülke içi “sanayi birikimi” doğurmak için zorluyorsa, Amerikan
askeri-sınai kompleksi de, orduların eski yapılarını modernleştirme yönünde bir basınç
yapıyordu denilebilir. Orduların donanım yapısı da ülke içindeki sanayinin durumu da,
bir düzeyiyle, “sanayi birikiminin” dünya çapında geldiği aşamayı yansıtmaktadır.
Bu son noktaya ilişkin bir gözlem belirtirsek, 27 Mayıs bu anlamıyla
kendinden sonra gelecek askeri müdahalelere değil, kendisinden önce gelen 1908
devrimine daha benzer. 1908’de de Osmanlı’yı saran ekonomik ve toplumsal bunalımda
,ordu içinden Jön Türk’ler çıkacaklardır. Bütün gelişimini bir tarafa bırakırsak, 1908’de,
1960 gibi, önemli gündemi ordu içinde reformlar olup, 1908’e de damgasını vuran,
paşalarla reform yanlısı subayların mücadelesi olacaktı. Ve ikisinin sonuçları da, eski
29
hakim sınıfların egemenliğini sarsar. 1908 Gayri-Müslimlerin egemenliğini, 27 Mayıs
ise, toprak sahiplerininkini. Burada hem gözlem, hem de bir soru olarak, şunu söylemek
istiyorum; ordudaki bu reform ihtiyacı Türkiye’de neyin ifadesidir ve bu benzerlik nasıl
mümkün olmaktadır? Bu dönemlerde, uluslararası ekonomik-siyasal kırılmalar ve
yeniden yapılanma süreçleri nasıl ülke içi sermaye bileşenlerinin üzerinde bir etki
yapıyorsa, benzer bir etkiyi de“savunma sanayi” ve askeri yapı içinde yaptığını
söylemek mümkün gözüküyor.
“Bölünmüş Yönetim” bölümünde de, bu bölünmenin, ülkenin yönetimi
konusundaki sonuçları üzerinde duracağız. Bu subayların hakim gruplardan özerk
müdahalesi ekonomi yönetiminde de baş gösterecekti. Subayların büyük sermaye karşıtı
reformcu uygulamaları, tepki uyandıracak, siyasal, askeri üst bürokrasi ve büyük
sermaye’nin işbirliğiyle, bu kesimler kontrollü bir şekilde tasfiye edileceklerdi. Bu
süreç kolay olmayacak, ordunun ve devlet aygıtlarının bölünmesi ve otorite boşluğu
1963’e kadar sürecekti.
4.1 27 Mayıs Olayları
1958 güzünden itibaren DP iktidarı yeni ve daha şiddetli bir baskı dönemi
başlattı. İktisadi bunalımın sonucu olarak istikrar önlemleri, ve ağır bir devalüasyon
fiyatları fırlatmış halkı perişan etmişti. Öte yandan 1957 seçimlerinde CHP yükselişe
geçmiş, çoğunluk dizgesine rağmen meclise kalabalık bir milletvekili grubu sokmayı
başarmıştı. İktisadi durumun kötülüğü hesaba katılırsa bundan sonraki seçimleri CHP
tarafından kazanılması muhtemeldi. (Akşin,s.218,2002)
Akşin’e göre; “1958’den sonra iktidardaki DP’yle muhalefetteki CHP
arasındaki siyasi kapışmanın arttığını ve hükümetin baskıcı önlemleri giderek
arttırdığını” görüyoruz. Baskının artışında dönüm noktalarından biri Irak’ta 14 Temmuz
1958’de gerçekleşen askeri ihtilalin olduğu, DP iktidarında bu durumun darbe ya da
devrim korkularını arttırdığı yaygın yorumlar arasındadır. (Akşin,s.219,2002)
Irak’ta askeri bir ihtilal olmuştu. Kral ve kadın kıyafetleri içinde kaçmağa
çalışan Nuri Said öldürülmüştü. 15 Temmuz’da Ankara’da Bağdat Paktının yapılacağı
toplantı için gelenler arasında ihtilal haberi endişeli tepkiler yarattı. Irak'taki ihtilal
30
ABD'de de şok etkisi yarattı. New York Times gazetesi bir hafta boyunca ilk 10
sayfasını sadece o olaya ayırdı. Başkan Dwight Eisenhower ihtilali, "Kore Savaşı'ndan
bu yana en ağır kriz" diye niteledi. Hemen ertesi gün 20 bin Amerikan deniz piyadesi
Lübnan'a inmeye başladı. Bir gün sonra da 6.600 İngiliz paraşütçüsü Ürdün'e ulaştı.
Ardından ihtilalin Ortadoğu'ya yayılmasını önlemek için ABD'nin doğrudan
müdahalesini, hatta savaş ilan etmesini öngören ‘Eisenhower doktrini’ açıklandı.
(Sabah, 23 Nisan 2005)
İhtilalin üstelik Bağdat Paktı toplantısının olduğu gün yapılması tesadüf gibi
gözükmüyor. Nuri Said, Menderes’le birlikte, Sovyetleri Ortadoğu’dan uzak tutmak için
kurulan Bağdat Paktının en önemli üyesiydi. 1955’in Ocak ayının başında, Adnan
Menderes’in Irak’ı ziyareti sırasında kuruluşu ilan edilmişti. Bağdat Paktı ise
1950’lerin sonunda Altın yıllarını yaşayan sömürge karşıtı Arap milliyetçiliğinin ve
Bağlantısızların Ortadoğu’daki kahramanı Nasırında öfkesinin hedefi durumundaydı.
Irak, resmen Bağdat Paktından ayrıldı ve Bağdat Radyosu, Irak’ın emperyalizmle olan
son bağının da koparılmış olduğunu söyledi. (Cumhuriyet’ten aktaran Ahmad, 1976,
s.193) Bu olayla birlikte Bağdat Paktı ve dolayısıyla Menderes’in Ortadoğu politikası
da iflas etmiş oluyordu. Menderes’in bu olaya tepkisi aşırıydı. Daha sonraları Yassıda
davaları sırasında açığa vurulan bilgilere göre, Menderes Irak’a askeri bir müdahalede
bulunmaya karar vermişti ve Amerika ile ısrarlı tartışmalardan sonra bundan
vazgeçmişti. (Toker’den aktaran Ahmad, 1976, s.181) Türk Hükümeti 20 temmuz
1958’de seferberlik için ihtiyati tedbirlerin alındığını ve 22-45 yaş arsındaki erkeklerin
askerliğe çağrıldığını bildiriyordu. Irak’a askeri müdahale kararı bir meydan okumadan
öteye geçmemişti ama bu tarihten, 27 Mayıs’a kadar, ihtilal tehdidi muhalefetle iktidar
arasında en ateşli ve popüler suçlamalarından biri olur.
Balıkesir’de yaptığı konuşmada Menderes muhalefeti, halkı Irak’tan örnek
almaya ve zor kullanıp komplo düzenleyerek hükümeti devirmeyi kışkırtmakla suçladı
ve darağaçlarını hatırlattı. (Aydemir’den aktaran Ahmad, 1976, s.377-8)
Yine Akhisar’da yaptığı başka bir konuşmada Menderes, “Memleketi
ihtilallere, kardeş kavgalarına sürüklememek için katı azim sahibiyiz. Böyle bir hareketi
31
katiyetle ve azami süratle kahretmeğe hazırız.” diyordu. (Basın’dan aktaran Ahmad,
1976, s.184)
1958’in sonu böyle bir havayla başlamıştı. Bu hava içeride, siyasi mücadelenin
keskinleşmesi ve tabana yayılması olarak kendini gösteriyordu. CHP ve İnönü’nün her
mitingi engellemeler, polis ya da DP’lilerin baskısıyla karşılaşmağa başlamıştı.
“Çankırı’da İnönü’yü karşılamağa gelen halk, kuvvet zoruyla dağıtılır.” (Basın’dan
aktaran Ahmad, 1976, s.186) “Uşak’ta halkı dağıtmak için polis gözyaşı bombası
kullanır.” “Uşak valisi İnönü’den kendi evinde kalmasını ister ama İnönü kabul etmez.”
“İnönü ve beraberindekiler, sayıları bine yaklaşan bir kalabalığın saldırısına uğrarlar.”
“Atılan bir taşla İnönü yaralanır.” Uşak olayları, CHP-DP ilişkilerinde Türkiye’nin iç
siyasasında önemli bir rol oynar. Cumhuriyet gazetesinin, 52 gezide ve 6120 kişi
arasında hazırladığı bir ankette, Uşak olayları, 1959’un en önemli iç olayı olarak
nitelendirilir. (Basından aktaran Ahmad, 1976, s.194) İnönü, İzmir’de Atatürk’ün
annesinin kabrini ziyaret etti. İzmir Valisi Kemal Hadımlı CHP kongresinin
toplanmasını ve her çeşit spor faaliyetlerini yasakladı. (Basın’dan aktaran Ahmad, 1976,
s.195)
Olanlar, DP’nin içinde de bir çatlak yaratır. Demokrat Parti Muhalifleri
olanlara karşı seslerini yükseltmeye başlar. DP Ankara il Kongresinde, hükümet hayli
eleştirilir, özellikle zamlar konusunun idaresizlikten meydana geldiği ileri sürüldü. Bazı
demokratlar Uşak olayını ele alarak hükümetin zor kullandığını söyledi. (Basından
aktaran Ahmad, 1976, s.196)
İnönü ise geri adım atmaz, iktidara karşı saldırısını yoğunlaştırır. “İhtilalle
iktidara gelmek ihtimalini bize isnat etmek Başbakan’ın ilk günden beri adedidir. Bu hal
baskı idaresi kurmak hevesinin mantıki neticesidir. Baskı idaresi kurmak isteyenler,
kendilerini doğal olarak daima ihtilal tehdidi altında görürler” diyordu. (Basından
aktaran Ahmad, 1976, s. 205)
Siyasi havanın gerginliği 1960 Nisanına geldiğinde ise olağanüstü artmıştı. 18
Nisan Sabahı Ankara’da, meclisin o gün öğleden sonraki oturumunun önemli bir
oturum olacağı haberi yayılmıştı. O günkü oturumun gündeminde, CHP ile basının bir
32
bölümünün faaliyetleri hakkında soruşturma açacak bir Tahkikat komisyonu kurulması
için iki DP’linin verdiği önerge yer alıyordu. Oturum İnönü’nün teklifin diktaya
götürücü ve Anayasaya aykırı olduğunu belirten sert bir konuşmasıyla açıldı. Ardından,
DP milletvekillerinde Samet Ağaoğlu, İnönü’nün Kurtuluş Savaşından bu yana işlediği
suçları sayan bir konuşma yaptı. Kürsüye gelen İnönü ise 27 Mayıs’ın en çok hatırlanan
konuşmalarından birini yaptı.”Eğer bu yolda devam ederseniz, sizi ben bile kurtaramam
“dedi. Ve o gün tahkikat komisyonu kuruldu. Komisyon kurulur kurulmaz memlekette
bütün siyasal faaliyeti ve soruşturmasıyla ilgili her türlü yayını yasaklayan bir karar aldı
Bununla birlikte, Tahkikat komisyonuna geniş yetkiler veren kanun 27 Nisan’da
çıkacaktı. Soruşturmaları aksatacak her türlü yayının yasaklanması; bu yasağa uymayan
gazetelerin süresiz olarak kapatılması, soruşturmalar için gereken her türlü dokümana el
konulması; komisyonun durdurulmasını gerekli gördüğü her türlü siyasal faaliyetin
yasaklanması; bu yasaklardan herhangi birine uymayan bir kişiye, seri muhakeme
usulüyle altı aydan 3 yıla kadar hapis cezası vermek; ve kazai, cezai ve adli kanunların
işleyişini durdurmak. (Weiker, 1967, s;24-25)
DP tarafından hazırlanan ve CHP hakkında meclis soruşturması açılması
istenen önergede özetle, CHP’nin hücre örgütü kurarak yıkıcı ve yasadışı faaliyetlerde
bulunduğu, ihtilal yöntemlerine başvurduğu, orduyu siyasete karıştırdığı, üyelerini
silahlandırdığı, halkı yasaları çiğnemeye ve hükümete karşı kışkırttığı ileri
sürülmekteydi. Cem Eroğul’a göre “yıldırma kurulu” diye adlandırılabilecek bu
komisyon un yetkilerini düzenleyen yasa “DP diktotaryasına hukuksal zemin sağlamak
için oluşturulmuştu.” Eroğul’a göre yapılmak istenen “CHP’nin kapatılması ve
seçimlere öyle gidilmesiydi.” Dolayısıyla böyle bir rejimin kurulması yalnız hukuksal
anlamda değil, işlevsel olarak da bir rejim darbesi özelliğini taşıyordu. (Atay, 1998,
s.85-86)
Tahkikat Komisyonunun kurulduğu günün ertesi günü, İnönü resmi bir
ziyafette bulundu ve ondan sonra da İnönü halk arasında bir daha görülmedi. 27
Mayıs’a kadar olan muhalefeti artık üniversite üzerine alıyordu. Sahne şimdi
üniversitenindi. Taylak Ankara’daki eylemleri şöyle anlatıyordu;
33
“19 Nisan 1960, Komisyonun kurulduğu ertesi gün, günlerce için için
kaynayan kazan, ilk lavlarını Ankara’nın Atatürk bulvarına, hem de Kızılay’ın göbeğine
boşaltıveriyordu. bir şeyler bekleniyordu. Açık olarak kimse neyi ve kimi ve neleri
beklediğini bilmeden sisli bir bekleyiş içindeydi. Gençlik bir alev gibi, Atatürk bulvarına
boşaltılırken, yalnız Ankaralıların değil, beklide bütün yurdun gözleri bu bulvara ve
orada cereyan edilen olaylara çevriliyordu. Çünkü bulvar bir arena gibi gövde
gösterilerinin yapıldığı yer olmuştu. ( Taylak, 1969, s.275)
Gösteriler genellikle akşam sat 17.00 ile 19.00 arasında başlıyordu. Her akşam
o saatlerde polisler ve askerler, trafiğin en sıkışık olduğu saatlerde herhangi bir
köşeden,”hürriyet, hürriyet, Menderes istifa! Diye hep bir ağızdan bağırarak çıkacak
olan nümayişçileri karşılamak için caddelerde kol geziyorlardı. Polisler ve askerler
caddeleri kordon altına alıyor, ara sıra göz yaşartıcı bomba kullanıyor, birkaç öğrenci
tutuklanıyor ve sokaklarda, evlerin balkonlarından, pencerelerden olayları seyreden
kalabalık akşam yemeğine gitmek üzere dağılıyorlardı. (Taylak, 1969, s.275)
Bu arada Kore’de 13 Nisan 1960’da başlayıp 27 Nisan’da Cumhurbaşkanının
istifasıyla sonuçlanan olaylar muhalefete yeni bir ilham kaynağı daha verecekti. Sansür
kısıtlamaları nedeniyle Türkiye’deki eylemleri veremeyen haber yapamayan gazeteciler,
Cumhurbaşkanı devrildikten sonra bile Kore’deki eylemlerin haberlerini vermeye
devam edecekti. (Zürcher, 1999, s;350)
İstanbul’da ise eylemlerin merkezi Beyazıt’tır. 28 Nisan 1960. I. sınıf
amfisinde kurulan Tahkikat Komisyonu'na gönderme yapıp, ''Hukukun bittiği yerde
hukuk okunmaz'' diyerek ateşli bir konuşma yapan hukuk öğrencisi rahmetli Nuri
Yazıcı kürsüden iniyor, binlerce öğrenci yürüyerek orta bahçeye çıkıyor. (Coşkun,
2004) 27-28 Mart günü kitlesel öğrenci eylemleri gerçekleşir. Tam bir arbede yaşanır.
Polis öğrencilerin üzerine ateş açar, bir öğrenci ölür, yaralananlar olur. Hukuk fakültesi
ve profesörler, daha sonra 27 Mayıs ihtilalinden sonra oldukları gibi eylemlerin popüler
figürleridir. Rektör Sıdık Sami Onar, polis tarafından tartaklanmış görüntüsüyle
hafızalara düşer. Anayasanın tahkikat komisyonuyla ihlal edildiği ve hükümetin
meşruluğunu yitirdiği, ortak duygudur. “Hürriyet, hürriyet” sloganları, öğrencilerin en
çok tekrarladıkları sloganlardır. (Taylak, 1969, s.277)
34
Basına konulan sansürde kulaktan kulağa ölü ve yaralı sayısını arttırmaktan ve
isyanın boyutunu arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Ertesi gün Ankara Üniversitesine
sıçrar olaylar. Ankara Sıkıyönetim Komutanı General Namık Argüç, daha sonra MBK
üyesi olan Vehbi Ersü’ye ateş açma emrini uygulamadığı için tutuklatır. Hükümet
olayları bitirebilmek için üniversiteleri bir ay süreyle kapatır. (Weiker, Türk Devrimi,
s.27) İstanbul'daki bütün öğrenciler, gemilere ve trenlere bindirilerek ailelerinin yanına
gönderilir. Ama gösteriler İstanbul ve Ankara'da 26 Mayıs'a kadar kesilmeden sürer.
Ama bu da olayları bitirmez. Hükümet, muhalefet karşısında geri adım atmaz.
Daha ağır sıkıyönetim yasaları yürürlüğe konur. Ankara Örfi İdare Kumandanlığı 25
nolu bir bildiri yayınlar. Şehir içinde ve bilumum ana caddeler ve meydanlar üzerinde
beş kişiden fazla guruplaşmalar ve dolaşmalar yasaklanır. Otobüs ve sinema önlerinde
dizilişler bir kişiden fazla olamayacaktır hükmü getirilir. Her türlü lokanta ve kafede
saat beşten sonra halka içki servisi yasaklanır. Saat 20.00 ile 05.00 arası sokağa çıkma
yasağı konur. Kanunsuz gösterilerde silah kullanma serbestisi gelir. (Cumhuriyet, 23
Mayıs 1960, s.5)
Menderes Mayıs ortasında memleketi ve seçim bölgesi olan Ege’de gezintiye
çıktı. İzmir’de büyük bir kalabalığa hitaben konuşan Başbakan, ‘seçimlerin çok yakın
olduğunu’ söyledi, Daha sonra İstanbul’da aynı şeyleri tekrarladı. Weiker’e göre
“Ülkedeki elektrikli hava, seçimlerin dürüst olsa bile düzen içinde geçeceği ümidini
vermekten uzaktı; ayrıca 1957 tecrübesine dayanarak seçimlerin dürüst olacağını
düşünenler birkaç kişiden ibaretti, bu birkaç kişide gergin havayı yumuşatmıyordu.”
(Weiker, 1967, s. 31)
İstanbul ve Ankara’daki eylemlerin nefesleri tükenirken, 21 Mayıs’ta bu sefer
Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşü gelir. Bu gerçekten de 27 Mayıs’a geçiş sahnesinin
son karesidir. Öyle bir kare ki, o günden sonra bir daha görülemeyecek olan bir
durumdur; komutanlarını yanında sürükleyen genç Harp Okulu öğrencileri. Komutanları
Sıtkı Ulay, Güven Park’ı geçip, Yeni Meclise yaklaştıklarında şöyle der; “Çocuklar ben
zamanı gelince sizin elinize silah verip, başınıza geçeceğim dememiş miydim? Şimdi
beni niye müşkül durumda bıraktınız? Sizden komutanınız ve büyüğünüz olarak
dağılmanızı istiyorum.” (Taylak, 1969, s;308)
35
27 Mayıs günü askeri ihtilal 4 saat içinde tamamlanır. Stratejik noktalar ele
geçirilir, Cumhurbaşkanı, Başbakan, kabine üyeleri “muhafaza” altına alındılar,
vilayetler orda bulunan garnizon kumandanlarının emrine verildi. Akşam saat 16.00’da
Ankara’da sıkıyönetim kaldırıldı ve şehir şenliklerle kutladı ihtilali. Aynı şekilde
İstanbul’da da kutlamalar yaşandı. Ülkenin geri kalan yerlerinde heyecan fazla olmadı.
(Weiker, 1967, s.32) Küçük şehirler ve kır kayıtsız gözüküyordu.
4.2 Genç Subaylar ve Orduda Reform İhtiyacı
Peki, kimdi bu ihtilali gerçekleştiren subaylar? İhtilal subaylarından Binbaşı
Orhan Erkanlı “ Bu isimler memlekette ilk anlarda hayret ve şaşkınlık yarattı, herkes bir
sürü general, yüksek rütbeli subay beklerken, karşılarına yüzbaşılar, binbaşılar, yarbay
ve albaylar çıktı.” (Erkanlı, 1973, s.22) diyecektir.
Daha sonra Milli Birlik Komitesi oluşturacak olan 38 kişilik askeri komitenin
içinde sadece beş kişi tuğgeneral ve daha yüksek rütbedendi. Geri kalan 33 üye ise
yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albaylardan oluşuyordu. (Hale, s.112,1996)
Gerçekten de ihtilalin çekirdek kadrosu özellikle bu genç ve orta düzeyde
subaylar kadrosundan oluşuyordu. Kamuoyunda görünürdeki lider Orgeneral Cemal
Gürsel’di. Komitede yer almayan ama 1955’ten beri ihtilalin hazırlık kadrosunda olan
Dündar Seyhan ihtilalcilerin Gürsel’le ilişkisini şöyle tarif eder;
“Gürsel, Silahlı kuvvetlerin çok sevdiği ve saydığı ve erkekçe tavırları
yüzünden kendisine “aga” takma ismini verdiği bir generaldi. İhtilal evvelsinde, ihtilal
hazırlığından haberdar edilmişti ama kimlerin ne şekilde çalışmakta olduğunu ve ihtilal
teşkilatının nerelere kadar uzanıp, neyi kontrol etmekte bulunduğunu pek bilmezdi.
Ayrıca ihtilale takaddüm eden günlerde kendisiyle temasta bulunan ihtilalcilerin karşı
koymalarına aldırmayarak, izin almakta direnmiş, iş başında kalarak teşkilata sahip
olacağı yerde selameti İzmir’e gitmekte aramıştı. Ayrılmasıyla ihtilal bir süre
gecikmişti. Hatta ihtilalciler bu yüzden Madanoğlu’nu arayıp bulmak gibi bir
talihsizliğe sürüklenmişti. Bunlara rağmen 27 Mayıs sabahı, kendisi büyük kumandan
olarak aranmış getirilerek ihtilal hareketinin lideri ilan edilmişti. Silahlı kuvvetler
36
Başkumandanı, Milli Birlik Komitesi Başkanı, Başbakan ve Devlet Başkanı idi.”
(Seyhan, 1966, s.87)
Seyhan’a göre “Generaller, darbenin hazırlıklarına en son katılmış ve darbenin
fiili hazırlığı içinde yer almamışlardı”. (Seyhan, 1966, s.87) Hale’a göre, “Göreli olarak
alt rütbeli subaylar hareketi başlatmıştı. Ordunun geri kalan kısmını kendileriyle birlikte
sürüklemek için birkaç üst rütbeli komutanı da saflarına katmak zorunda kalmışlardı.
Ne var ki generaller ordunun hiyerarşik komuta yapısına ciddi zararlar verebilecek
herhangi bir iktidar dağılımından kaçınmaya istekliydiler.” (Hale,s.107,1994) Göreli
olarak alt rütbeli subayların iktidarı generallerle paylaşmasına izin vermenin, ordunun
profesyonel askeri işlevlerini yerine getirmesi isteniyorsa her ordunun gereksinim
duyduğu otorite piramidini bozacağından endişe ediyorlardı. İzmir’den Ankara’ya
dönüşünden hemen sonra Gürsel, görünüşe göre yeni bir anayasa oluşturacak, seçimleri
yapıp iktidarı kazanan partiye devredecek geçici bir askeri rejimden fazlasını
tasarlamıyordu. Madanoğlu’nun da bu görüşte olduğu anlaşılıyor. Sonraki haftalarda iki
general, işlerinin umduklarından çok daha fazla uzayacağını fark edeceklerdi.
(Hale,s.107,1994)
Emir-komuta zincirindeki bu bölünme ve genç subayların generallerinden
bağımsız örgütlenmeleri, 27 Mayıs’la başlamış bir olgu olarak gözükmüyor. Bu
gurupların oluşumu konusunda ayrıntılı bir bilgiye burada giremeyeceğiz. Bunun sebebi
hem bu örgütlenmelerin tarihlerinin anlatımındaki detaylara boğulmamak hem de bizi
bu bölümde ilgilendiren şeyin bu bölünmenin başlangıcı değil sonuçları olmasıdır. Ama
görünen o ki bu örgütlenmelerin 1955’ten itibaren mantar gibi artması ve birbirinden
farklı çeşitli grupların ihtilal planları yaptığı kaynayan bir kazana dönüşmüş gözüküyor
ordu. Ve bütün bu grupların üzerlerinde anlaştığı nokta ordu içindeki reformların
aciliyetiydi. Bunun için kritik noktalara inandıkları kimselerin geçmelerini
sağlayacaklar, sonra politik olayları yakından takip edip, gerektiğinde müdahalede
bulunmak üzere hazırlıklı olacaklardı. (İpekçi, 1965, s.34) İhtilal başarıyla
gerçekleşirse, ordu reformundan hariç, uygulanacak ekonomi politikalar konusunda ise
herhangi bir anlaşma yoktu. (İpekçi, 1965, s.124) “Reformların gerekliliği”, Türkiye’de
37
Ordu yapısının, İkinci Dünya Savaşı ve sonraki dönemde yaşadığı farklılaşma süreci
içinde şekillenmektedir.
1940’ların sonlarında Türk Ordusu, Birinci Dünya savaşından önce kalma
Prusya doktrinlerine göre yönetilen ve örgütlenen, büyük çapta insan gücüne dayanan
bir orduydu. (700 bin kişi) Acemi erler, astsubaylar ve subaylar arasında derin
uçurumlar mevcuttu. (Hale, 1994, s.91) 1948’in Türk ordusu, donanım ve
örgütlenmeleriyle, 1920’lerdekinden çok az farklıydı. 2.dünya savaşı sırasındaki kimi
rasgele yeni donanımlara karşın, taşıma işlerinin çoğunluğu hala atlarla yapılıyordu.
Çok az tank vardı ve silahların büyük çoğunluğu 1.Dünya savaşından kalmaydı. Eğitim
çağdışıydı; hem acemi askerlerin hem de astsubayların yaşam koşulları berbattı. Hale’a
göre “Fevzi Çakmak’ın uzun süren “Genelkurmay Başbakanlığı” yenilenmeyi ve
girişkenliği engellemişti. Nerdeyse her zaman terfiler yetenekten çok kıdeme göre
yapıldı ve bunun sonucunda da ordunun üst kademeleri aşırı şişti ve modern savaş
sanatında fiilen hiçbir eğitimi olmayan insanlarla doldu. Ordudaki bu yavanlık, devletin
sivil kollarında hızlı bir değişimle çakıştı.” (Hale, 1994, s.91); Lerner ve Robinson’a
göre “askeri hiyerarşi dondu; sivil hiyerarşi açılıp yenilenmeye yol verdi.” (aktaran
Hale, 1994, s.91)
“Gelişmenin donması” savaşın hemen sonrasında değişecek, Amerikan askeri
yardımları ve ekipmanı, ordu kadrolarını ve yapısını da baştanbaşa değiştirecekti. Hem
önemli bir değişim gözleniyordu, hem de bu değişimi karşılama yeteneği kalmamış eski
yapının zayıflıklarını da ortaya koyuyordu bu süreç. 1940’larda, Ordunun teknik donatım
düzeyi çok düşük olduğu için özel vasıflara sahip çok sayıda kişiye gerek yoktu.
1950’lerde her şey değişime uğradı. İki milyar doların üstünde askeri yardım parası, Türk
ordusunun modernleştirilmesine, savaş ve taşıma gereçleriyle donatılmasına harcandı ve
Amerikan ekipleri personelin eğitiminde yardımcı oldu. 1952 başlarında, Amerika’nın
sağladığı askeri araçların yüzde 40-50’sinin bakım yetersizliği nedeniyle hizmet dışı
kaldığı belirtiliyordu. Daha iyi bir eğitim ve bu donanımı kullananların daha hızlı terfisi
olmadan yeni donanım faydasızdı. ABD’li askeri yetkililer, askeri eğitim sisteminde
köklü bir reformu öne çıkardılar. (Hale, 1996, s.91-2)
38
Amerikan askeri yardım ve değişim programları, aynı zamanda savaş dönemi
içinde gerçekleşen askeri-sınai yapının gelişkinlik ve ihtiyaçlarını taşıyordu. Birinci
Dünya Savaşından beri, bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirme(AR_GE) büyük iş
dünyasının bütünsel bir parçası haline gelmiş, hayli yoğunlaşmış niteliğinden ötürü,
kolaylıkla askeri amaçlar için devlet fonlarından yararlanmaktadır. Mandel’e göre
“Belli bir ulus-devletin sınai ve askeri ihtiyaçlarının bütünlemesi de kendi payına sınai
gelişmeye hız vermektedir.” (Mandel, 1995, s.75)
Yine savaş dönemi içinde, ordu ve savaş sanayinin düzeyini yansıtan yeni sınıf
ve tabakaların doğduğu ve önem kazandığı bir dönem olacaktır bu dönem. Çağdaş
orduların doğaları, çapları ve karmaşıklıkları göz önüne alınırsa, bilimsel-teknolojik
yeniliklerin savaştaki fiili kullanımı, kendi başına bilimsel buluşun etkililiği kadar
önemli, hatta belki de daha çok planlama ve üretime dayanıyordu. Bu nedenle Mandel’e
göre “İkinci Dünya Savaşı bir sihirbazlar savaşından çok, bir idareciler ve planlamacılar
savaşıydı. Keitel, Eisenhower, hatta Stalin bir stratejistten daha çok idarecilerdi.”
(Mandel, 1995, s.108) Dünya çapındaki bu değişimlerin sonucu Türkiye’deki ordu
yapısını da etkileyecek, orduların içinde yeni bir mühendis, idareci, planlamacı kuşak -
27 Mayıs’ta planlamacıları koordine eden Şinasi Orel’de askerdi- eski komutanlarından
farklılaşarak yeni bir yapılanma istemeye başlayacaklardı.
Diğer birçok teknik konuların dışında, kara kuvvetlerinde uçaksavarlar,
sinyaller, tıp, askeri yönetim, taşıma ve mühendislik konularında, deniz kuvvetlerinde
deniz üstü ve denizaltı savaşları konusunda ve hava kuvvetlerinde, radyo havacılığı ve
meteoroloji konusunda özel eğitim veren yeni kurumlar açıldı. Ordunun toplam
büyüklüğü 700 binden 400 bine indirildi; subaylar ve astsubaylar eğitim için yurtdışına
gönderildiler. Terfileri salt kıdemden çok eğitim ve yeteneğin kanıtlanmasına bağlı hale
getirmek amacıyla Genelkurmayda yeni bir personel bölümü kuruldu Silahlı kuvvetlerin
zirvesindeki komuta yapısı, bugüne kadar korunan bir modele uygun olarak değiştirildi.
Genelkurmay başkanlığının hemen altında dört kuvvet komutanlığı oluşturuldu: Kara,
deniz, hava ve jandarma komutanlıkları. Orduda eski müfettişlikler kaldırıldı; yerlerine
coğrafi olarak konuşlandırılmış dört ordu kuruldu-İstanbul’da üstlenen birinci ordu,
39
Konya’da üstlenmiş (şimdi Malatya’da) ikinci ordu, Erzurum’da (şimdi Erzincan’da)
üslenen üçüncü ordu, Dördüncü ya da Ege ordusu. (Hale, 1996, s.92)
Orduda reform ihtiyacı 1950’lerin başından beri gündemde olan bir konudur.
Görünen bu gündem siyasal iktidarlar için, “ateşten gömlek” olmuş ve sonuçlarına
varmamıştır. Gerçekten, reformun öncelikli amacı olan, hantal yapıyı kırmak,
hiyerarşinin üstünde bir generaller kuşağını görevden almayı gerektiriyordu. Böyle bir
reformun, siyasal sonuçları kestirilemeyebilirdi. Kasım 1952’de Milli Savunma
Bakanlığı’na atandıktan sonra Seyfi Kurtbek, güçlü bir reform taraftarı olarak ortaya
çıktı. Ertesi baharda, üst düzey subay tayfasının tamamen temizlenmesini ve daha esnek
bir terfi politikasını öngören kapsamlı bir reform programı hazırladı. Başlangıçta hem
Bayar hem Menderes bu önerileri memnuniyetle karşıladılar. Ne var ki çok geçmeden
Kurtbek hakkında, Enver Paşa’nın 1914’te yaptığı gibi, orduyu temizleyip, Savunma
Bakanlığını atlama tahtası olarak kullanacağı söylentileri yayılmaya başladı. Hale’a
göre, “Menderes’in işleri tehlikeye düşüren generallerin olası tepkisini tahmin edip
onların hışmını üzerine çekmemeye kara vermiş olması da olasıdır.” Kurtbek Temmuz
1953’te görevinden istifaya zorlanarak reform programı rafa kaldırıldı. (Hale, 1996
s.92-93)
İhtilalci subaylardan Erkanlı ise bu reform ihtiyacı için şöyle diyecektir;
“Rütbe enflasyonu almış yürümüştü. Her kademede lüzumundan fazla general
ve üst subay vardı. Bu şişkinlik hem gençlerin önünü tıkıyor, genç kabiliyetler işbaşına
gelemiyordu; hem de verimlilik düşüyordu. İstiklal Harbinden bu yana harp görmeyen
Türk ordusunu, eski ekolün mensubu kumanda heyetiyle çağdaş ve modern bir ordu
haline getirmek imkansızdı”. (Erkanlı, 1973,s.23)
Türkiye’nin modern tarihinde önemli bir dönüm noktası olan 1908 devriminin
aktörlerinden İttihatçı subayların da öncelikli talebi “ordunun yapısında değişim
isteğiydi. Ve iktidarda en önce orduda eski paşaları atarak ve ordunun yapısında önemli
değişiklikler gerçekleştirdi. 1908’de de ordu içindeki emir-komuta sistemi alt üst olup
bu durum 1908 olaylarına damgasını vuran bir süreç olacaktı. (Hale, 1996, s.58)
1908’in de, 1960’ında sonuçları yalnız askeri alanda değil, toplumsal ve ekonomik
40
alanlarda da önemli sonuçları olacaktı. Hale’da 1960 ihtilalcilerini, 1908 reformcu
askerlerine bağlayan şeyin, ordunun yapısındaki değişim ihtiyacının ve buna bağlı
olarak gelişen bir otorite bunalımı ve radikalleşmeden bahseder. Orduda değişim
ihtiyacı çoğalıp, yeni subay kuşakları farklılaştıkça, eski kuşak komutanlarla ve
örgütlenmelerle çatışmaları da artıyor, isyancılaşıyorlardı;
“Reformların gerçekleşmemesi, alt rütbeli subayların faaliyetlerini
yoğunlaştırdı ve sonunda hükümetin devrilmesine yol açtı. Otoriter ve muhafazakar
komutanlarının hakimiyetinden rahatsızlık duyan öfkeli ve sabırsız bir kuşaktılar.
19.yüzyıldaki öncelleri gibi o günün genç subayları da askeri eğitim sistemindeki
reformlarla farklılaşıp radikalleştiler. 1. Dünya Savaşından bu yana ilk kez Batı
ordularındaki meslektaşlarıyla düzenli ilişki içindeydiler. Yabancı komutanların orta
düzey subaylara, Prusya tarzı hiyerarşik otorite geleneğinin devam ettiği Türkiye’de
izin verilenden daha fazla bireysel alan tanıdıklarını ve diğer Nato ordularındaki ücret
ve yaşam koşullarının kendilerinden çok daha iyi olduğunu görmeleri kaçınılmazdı.
Mesleklerinin ilk günlerinde ülkenin en uzak ve yoksul kesimlerinde çalışmışlardı.
Köylülüğün ilkel yaşam tarzı kendilerini sarsmış ve siyasi liberalizmin ülkedeki
sorunları halledemeyeceğine inandırmıştı. Bu subaylar bazen, daha radikal ve otoriter
seçeneğe-sağ mı sol mu olduğu çoğunlukla açık değildi- gerek olduğuna inanır oldular”
(Hale,s.93, 1996)
Yerasimos da 1960 ihtilalcilerinin toplumsal ruh hallerini tarif ederken, 1908
subaylarıyla karşılaştıracaktır;
“1960 Hükümet Darbesini gerçekleştiren subaylar, toplumsal sınıflarla ve
ülkenin ekonomik gerçekleriyle olan ilişkileri konusunda, 1919 ulusçularından çok,
1908’in Jön Türklerine yaklaşırlar. Sömürülen sınıflar arasında kendilerine bir destek
aramamak ve halk için yalnızca soyut bazı, insancıl ve koruyucu niyetler beslemekle
kendilerinden öncekilerin yanlışlarını yinelerken, egemen sınıflar ve hatta küçük
burjuvazi karşısındaki tutumlarını da açıklığa kavuşturmayı beceremezle. Sorunların
çözümünde, “hakem durumundaki ordu” hayaline saplanıp kalarak kendilerinin her
türlü kavganın dışında ve üstünde olduğuna inanmayı sürdürürler. Aynı biçimde
müdahale etmeyi gerekli gördükleri durum da onların gözünde hukukiliğini ve yasallık
41
niteliğini yitirmiş bozuk bir düzendir. İktidardaki eski kadro, demokratik kurumları
yolundan saptırmış ve kendi özel çıkarları uğruna anayasayı ihlal etmiştir. Dolayısıyla
iki önlem gerekli duruma gelmektedir: ilki suçluların tutuklanması ve cezalandırılması.
Bu iş hukuki kuralara uygun bir dava çerçevesi içinde yapılacaktır. İkinci önlem ise
kötüye kullanılan kurumlara eski işlerlikleri kazandırılacaktı. Bu da yapısıyla,
boşluklarının “ihlale” bir daha olanak vermeyecek biçimde doldurulacağı ileri sürülen
bir anayasanın kabul edilmesi yoluyla olacaktır.” (Yerasimos, 1980, s.758)
4.3 Bölünmüş Bir İktidar
Askeri bürokrasideki bu değişim ihtiyacı da, genç subayların ihtilal içindeki
öncü rolleriyle birlikte, komuta sistemindeki bu bölünmeyi arttırmış gözüküyor.
Nihayet ihtilalin izleyeceği rota genç subaylarla generaller arasındaki bu rütbe
farklılaşmasının etkili olduğu bir bölünme yaratacaktı.
Bu bölünmeyi tarif etmek için en çok kullanılan kavramlar radikallerle,
ılımlılar olacaktı. En özet anlatımıyla “Ilımlılar” denilen kanat başında generallerin
bulunduğu ve iktidarı hızla siyasi partilere bırakmak isteyen grubu, “Radikaller” ise
iktidarı bazı “reformları” gerçekleştirmeden bırakmak istemeyen grubu ifade etmek için
kullanılacaktı. (Ahmad, s.167,1996)
Tabi bu ihtilali gerçekleştiren bütün orta düzeyde subayların “radikaller”
grubunda yer aldığını söylemiyoruz. Onların arasında da ılımlılar vardı. Ama
generallerin hepsi ılımlılar grubunda olacaktı. İhtilalin yönetiminde bu birliktelik 14
Kasım’da “radikallerin” önemlice bir kısmının ihtilal yönetiminden tasfiyesine kadar
sürecekti.
Gürsel’in Ankara’ya gelmesiyle ilk bölünme su yüzüne çıkar. Gürsel, sivil bir
hükümet atayarak subayları kışlalarına göndermeye çalışır. Subayların ise yıllardır
örgütlediği ve hazırlanmasında başrolü oynadıkları ihtilali bu kadar kolay bırakmaya
niyetleri yoktur. Milli Birlik Komitesi adını verdikleri bir örgütlenmeyle bu hükümetin
yanı başında kalmaya ısrarlıdırlar. Seyhan’a göre, “Gürsel çaresiz uzlaşmak zorunda
kalır.” (Seyhan, 1966, s.81)
42
Yeni rejimin halletmesi gereken önemli sorunlar vardır. Her şeyden önce onun
yasal ve hukuksal konumu ne olacaktır? İhtilalin 27 Mayıs günü yayınlanan ilk bildirisi
kendisini reformlar gerçekleştirecek ihtilalci bir hükümetten çok, partilerin yarattığı
çatışmayı çözecek tarafsız bir hakem, bir seçim hükümeti olarak tarif eder;
“Muhterem vatandaşlar…Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son
müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk
Silahlı Kuvvetleri Memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekete silahlı kuvvetlerimiz,
partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir
idarenin hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi
seçimi kazanana devir ve teslim etmek üzere kurulmuştur.” (Aktaran Ahmad,
1996,s.163)
Bu bildiriyle beraber yeni bir anayasa hazırlanması için İstanbul
Üniversitesinden 27 Mayıs’ın kahramanlarından Sıdık Sami Onar’ın başında olduğu bir
komisyon görevlendirilir. Radikallerin önemli sözcülerinden Erkanlı bu süreci şöyle
anlatır.
“Bir süredir müşavirimiz olan profesörler, bir kanun çıkararak komiteye
hukuki ve resmi bir statü vermeye, devletin yeni düzenini kanunla sınırlamaya, bizi ikna
etmeye çalışıyorlardı. Komite ismen belli olduktan sonra böyle bir kanunun çıkarılması
imkan dahiline girmişti. 14 Haziran tarihinde bir sayılı kanunu yayınladık ve bu kanunu
imza eden kişiler olarak 38 subayın ismi de açıklandı.” (Erkanlı, s.22,1973)
14 Haziran tarihinde bir sayılı kanun yayınlanır;
“Birinci Bölüm: Genel Hükümler.
İktidar partisi idarecileri tarafından, Anayasanın çiğnenmesi, Türk Milleti’nin
bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve masuniyetlerinin ortadan kaldırılması,
muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek parti diktatoryası kurulmak suretiyle
Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilen bir parti grubuna düşürülmüş ve meşruluğunu
kaybetmişti. Ordu dahili hizmet Kanunu’nun 34.maddesiyle Türk Yurdunu ve Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak vazifesi
43
kendisine verilmiş olan Türk Ordusu vatandaşı birbirine düşürmek suretiyle Türk
vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni
vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden kurmak için, Türk Milleti adına
harekete geçerek, milleti temsil vasfını kaybetmiş olan meclisi dağıtıp, iktidarı geçici
olarak Milli Birlik Komitesi’ne emanet etmiştir.” (Cumhuriyet, 14 Haziran 1960, s.5)
Birinci bölümün içeriği 27 Mayıs’ın ilk bildirisinden bambaşka bir tondadır.
İlk bildiri kendisine hakemlik rolü değişmiş, ihtilal kendisinin DP’nin tek parti
diktatörlüğüne karşı tarif eder ve ihtilale hukuk devletini yeniden kurma rolü verir.
Birinci madde ise MBK ve hükümetin yasal konumlarıyla ilgilidir;
“Madde 1- Milli Birlik Komitesi, yeni anayasa ve seçim kanunu demokratik
usullere uygun olarak kabul edilip, buna göre en kısa zamanda yapılacak genel
seçimlerle yeniden kurulacak olan TBMM’ne iktidarı devredeceği tarihe kadar Türk
Milleti adına hakimiyet hakkını kullanır. TBMM’nin Teşkilat-ı Esasiye kanununa göre
sahip olduğu bütün hak ve yetkiler bu süre içinde MBK’ya aittir.” (Cumhuriyet, 14
Haziran 1960, s.5) 3 ve 4.madde ise MBK ve Hükümet arasındaki ilişkiyi açıklar;
“3. madde-MBK yasama yetkisini doğrudan doğruya kendisi ve yürütme
yetkisini Devlet Başkanınca tayin ve komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu eliyle
onaylar. 4.madde-MBK Bakanları her vakit denetleyebilir ve görevden çıkarabilir.”
(Cumhuriyet, 14 Haziran 1960, s.5)
Erkanlı bu geçici Anayasa hakkında şöyle diyecektir;
“Bu kanunu çıkarmakla yetkilerimizi sınırlamış, kendimizi kendi elimizle
Meclis yapmış ve askeri bir cunta yerine acayip bir parlamenter bir yönetim kurmuştuk,
hata ettiğimizi sonradan idrak ettik. Fakat artık iş işten geçmişti. Bu kanun müşavir
profesörlerimizin bize ilk hediyeleri oldu.” (Erkanlı,1973, s.23)
Erkanlı bu konuda profesörleri suçlasa da, radikallerin bile bu önerileri
reddedememesi 27 Mayıs hareketini yaratan koşullardan kaynaklanmış görünüyor. 27
Mayıs hareketine yol açan gösterilerin temel sloganlarından biri tahkikat komisyonunun
uygulamalarına karşı “hürriyet” olmuştu. Dolayısıyla siyasal özgürlükler için yapılan
44
bir mücadelenin sonucunda gelmişlerdi ama son planda bu hareket askeri bir darbe
görünümünü almıştı. Dolayısıyla hem “bu sürecin” hem de “ihtilalin meşruluğu” gibi
bir sorun vardı. Anayasa profesörleri de bu sürecin en önemli figürleriydi. MBK’nin bir
cunta değil de bir meclis işlevi yüklenmesi de her şeyden önce askerler arasındaki
bölünmeye ve anlaşmazlığa da uygun düşmüş gözüküyor.
Bütün bu anlaşmazlık içinde, MBK’nın orduda reformdan, ekonomiye kadar
bir dizi konu hakkında karar vermesi gerekiyordu. Ekonomide ağır bir resesyon vardı ve
askeri ve devlet bürokrasisi içinde çözümlenmesi gereken sorunlar birikmişti.
MBK’nın ekonomi ile ilgili ilk kararı, yeniden tanzim edilene kadar 7 sayılı
tebliğle bütün banka işlemlerinin durdurulmasıydı. Bankalar ordunun nezaretine
bırakıldı ve kimsenin girmesine izin verilmedi. Yeni hükümetin ilk kararı Türkiye’deki
bütün banka faaliyetlerini felce uğratıyordu. Bu karar, mevduatların çekilmesini, yurt içi
ya da yurt dışına mevduat transferini ve kredi işlemlerini yasaklıyordu. (Rozaliyev,
1979, s.3)
Göker’e göre, “DP’nin yöneticilerine karşı yapılan operasyon onlarla sınırlı
kalmamış, onların ilişkide olduğu kapitalistlere karşı da bir soruşturmaya dönüşmüştü.”
MBK yolsuzluğa karşı kararlı bir tutuma sahip olduğunu, kanunsuz işlere bulaşmış
işadamlarının da peşlerini bırakmayacağını ilan ediyordu. (Göker, 2006, s.123)
MBK’nın önemli bir devlet kısıtlaması da, gerek devlet sektörü, gerekse de özel
sektörde endüstri tesislerinin yapımını durdurmak şeklinde oldu. Devlet sektöründe
kuruluş halinde1153 endüstri yapımından yalnızca 665 tanesinin yapımına devam
edilmesine ve 1960 yılında bu iş için önceki, 3,2 milyar liradan 2,5 defa daha az olan
1,4 milyar liranın harcanmasına karar verildi. Bu karar bütün faaliyeti, devlet
teşekkülleriyle 2,5 defa daha az olan 1,4 milyar liranın harcanmasına karar verildi. Bu
karar, bütün faaliyeti devlet teşekkülleriyle iç içe geçmiş olan büyük özel sermayeyi de
etkiledi. Bazı kararlar, tamamen Türkiye’de belli tekelleri hedef almıştı. (Rozaliyev,
1979, s.5)
45
MBK, 22 Temmuz’da aldığı bir karara göre;
“Geçici Anayasanın 6.maddesinde sayılan şahıslar dışında kalan ve düşük
iktidar zamanında nüfuz suiistimali suretiyle ve sair gayrimeşru yollarla servet
edindiklerine dair haklarında ihbar ve şikayet vaki olanlarla durumları şüpheli
görülenler Geçici Anayasanın 23. maddesinin son fıkrası gereğince mal beyanına
“davet” edileceklerdir. Gene aynı karara göre, bu daveti yapmaya ve gerekli işlemi
ilgili merciler marifetiyle yürütmeye MBK Sekreterliği görevlendirilmiştir.” (Forum, 1
Ağustos 1960, s.1)
Kuşkusuz, bu önlemlerin bir kısmı, uygulanan ekonomik yavaşlama
politikasının parçasıydı. Her durumda, özel sermayenin en büyükleri dışında, yani
dayanma gücü olanlar dışında tepki uyandıracak önlemlerdi. Ama yapılanlar bunu
aşıyordu.”Anti-kapitalist”, büyük işadamları karşıtı bir söylem bütün bu uygulamalara
eşlik ediyordu. Ekonomik önlemlerle, askeri önlemler iç içe geçmişti.
Bu uygulamalar, büyük ticaret, tarım ve sanayi sermayesinde ciddi bir panik ve
endişe yaratır. Piyasa bu önlemlere yönetimin tahmin ettiğinin çok ötesinde bir
resesyonla karşılık verir. TOBB Raporunda “İstikrar programının tatbikatının 1960 yılı
Mayısından sonraki ikinci devresinde cereyan eden siyasi hadiseler memleket
ekonomisinde, bilhassa özel sektörde mevcut duraklamayı ve zorlukları
şiddetlendirmiştir. 1960 yılı Haziranından itibaren likiditeye karşı temayül artmış,
bankalarda tevdiat azalmıştır” diyecektir. (TTOSOTBB, 1962, s.42) 1961 senesinde,
özel yatırımlar 1960’a göre %31,8 oranında azalır. (TTOSOTBB, 1962,s.12)
MBK Komitesi Genel Sekreteri Orhan Erkanlı, “Birtakım kapitalistlerin
istikrar programını istismar etmek için uğraştıklarını” söyler. (Akis, 26 Eylül, 1960). 30
Haziran 1960’da İstanbul Sanayici temsilcileri, vali ile yaptıkları bir toplantıda, “eğer
normal düzen geri gelmezse, işletmelerini kapatma niyetinde olduklarını” açıkça
söylüyorlardı. (Rozaliyev, 1979, s.28)
Bu dönem; büyük sanayicilerinde, özel sermayenin doğrudan taleplerini
hükümete iletme konusunda, aktifleştiğine tanık olunuyordu. Sanayi sermayesinin
büyüklerinden Vehbi Koç, o dönemde ilk hükümetin bakanlarından Maliye Bakanı
46
Ekrem Alican, Ticaret Bakanı Cihat İren’le, Dışişleri Bakanı Selim Sarper’le görüşür.
“Yapılan inkılâptan kimsenin memnun olmadığını, herkesin kazancı konusunda kaygı
duyduğunu söyleyen Koç, banka kredilerinin kesilmesinin, işleri durduracağını,
fabrikaların kapanmasına yol açacağını” belirtir. “Merkez Bankasının tedavüle para
çıkarması gerektiğini” söyler. İş Bankası Müdürü Ahmet Dallı’nın DP’ye yardım ettiği
için gözaltına alınmasına da değinen Koç, “piyasaya %60 oranında kredi veren bir
kurumun başına bunun gelmesinin, herkesi endişeye sevk ettiğini” söyler. Dönemin
basını da Koç için, “işadamları karşıtı haberleri”yle şikayet konusudur. (Dündar, 2006,
s.252-253)
Koç aynı günlerde İsmet İnönü’yle görüşmesini de nakleder. İnönü’ye,
“subayların acemi olduklarını, bu işlerde yanlışlık yaptıklarını devlet idaresini
bilmediklerini” söyleyen Koç, “seçimlerin tarihini” de sorar. İnönü, “subaylarla
temaslarının olmadığını” söyler, “seçim tarihi konusunda” da habersizdir. İnönü,
“DP’ye çok şey söylediğini ama dinlettiremediğini” anlatır. İnönü ayrıca, “yapılan
bütün askeri ihtilalleri incelediğini, bu devreden sonra normal idareye intikalin çok güç
olacağını” söyler. (Dündar, 2006, s.252-253)
CHP’nin 27 Mayıs olaylarına karşı tutumunun ikircikli olduğu görülüyor.27
Mayıs’a karşı muhalefetteki CHP’nin tutumunu ise ihtilalci subaylardan Yüzbaşı
Numan Esin şöyle açıklıyor;
“İsmet Paşa CHP’yi ihtilale angaje etmek istemiyordu. Tabi tecrübeli bir lider,
meşruiyetçi bir çizgisi var. O meşruiyetçi çizginin dışına çıkmak istemiyor. Onun için
ihtilalin içindeyiz demiyor, ama dışındayız da diyemiyor. O da tarihi gerçeklere bir
anlamda aykırı bir söz olurdu. Çünkü Türkiye’yi 27 Mayıs olaylarına getiren İktidar-
Muhalefet arasındaki çelişki ve bunun halk kütleleri üstünde yarattığı derin
ayrışmalardır. Burada CHP önderinin kendisini ihtilalin dışında da sayması mümkün
değil. Çünkü meclis’te yaptığı konuşmada da adeta onun işaretini vermişti. G.Kore’den
örnek göstererek sizi ben bile kurtaramam diyen ciddi bir mesajdı bu.” (Aktaran Kili,
1998, s.118)
47
CHP, 27 Mayıs’a giden olaylar için bir “ateşleyici” görevi görmüşse de 27
Mayıs olaylarının ardında direkt olarak CHP’yi görmek mümkün gözükmüyor. Aksine
İnönü, bu dönemde iktidarı uzatmak isteyen radikal eğilimlere karşı, ciddi bir
mücadelenin öncülüğünü yapıyordu. Daha 6 Temmuz 1960’da, “Süratle umumi
seçimlerin yapılmasında sayısız faydalar vardır. Yapılması gerekli olan işlerin
sonbahara kadar bitirilmiş olmasını yürekten temenni ederim” diyerek, Milli Birlik
Yönetimine karşı tutumunu gösterecekti. (Cumhuriyet, 6 Temmuz 1960 Sayfa 1)İnönü,
29 Mayıs’ta Gürsel’le yaptığı ziyarette Gürsel’e kendi reçetesini sunuyordu; Ordu’ya
kesinlikle egemen olunmalıydı; ordu ve yönetim kendi arasında bölünmemeliydi;
Seçimlere en kısa süre gidilmeliydi; dış politika ve uluslar arası ilişkiler konusunda çok
duyarlı davranılmalıydı. (Gevgilli, 1987, s.164)
Bütün bu uygulamaların özellikle büyük sermayeye karşı tutuklamalara kadar
giden uygulamaların sorumlusunun MBK olduğu görülüyor.. Bu dönemde Gürsel’in
oluşturduğu hükümetin bakanları arasında özel sermayenin güçlü temsilcilerine
rastlıyoruz. Ticaret Bakanı Cihat İren, Odalar Birliği Başkanlığından gelmişti. Onun
için Henkel Şirketinin Türkiye kurucusu Alber Bilen, “Onun zamanında Odalar Birliği,
devlete ışık tutan ve söz sahibi olan bir teşkilattı” diyecekti. (Bilen, 1988, s.175) Maliye
Bakanı Ekrem Alican, 27 Mayıs’tan sonraki ikinci koalisyon hükümetinde YTP’nin
başında hükümette görev alacak, büyük sermayenin özellikle rahatsız olduğu artan
oranlı vergi yasası ve servet beyanı gibi uygulamaların çıkmaması için mücadele
edecekti. (Yön, 29 Ağustos 1962,s.6) Devlet Bakanı Şefik İnan ve Sanayi Bakanı Şahap
Kocatoçu, Ziya Müezzinoğlu, Çalışma Bakanı Cahit Zamangil, Dahiliye Bakanı
Muharrem İhsan Kızıloğlu, ihtilalden sonra kurulacak olan kurucu mecliste, özel
sermayenin taleplerinin güçlü bir şekilde savunacaklardır. (Yön, 27 Aralık 1961, s.11).
Radikallerle, ılımlılar arasındaki bölünme bir taraftan, hükümetle-MBK
arasında, bir yandan da MBK’nın kendi içinde hüküm sürüyordu. Kamuoyunda, bu iki
anlayış arasındaki çekişme, basın yoluyla sürüyordu. Komitenin verdiği izlenim tam bir
belirsizlikti. Komite üyeleri, ayrı ayrı yaptıkları özel konuşmalarda birbirlerinin tümüyle
karşıtı görüşler savunuyorlardı. Üstelik bu yalpalamalar, yalnızca konuşmalarda
kalmıyor, alınan kararlarda da görülüyordu. (Eroğul, 1990, s.135)
48
Bu ilk hükümetle, MBK’nın süreç içinde yıldızları barışmamıştır. MBK
üyelerinde Numan Esin bu bakanlar için, “ilk kabinenin bakanları hiçbir zaman bizim
bakanlarımız olmadı. Herkes nasıl olsa geçici bir iktidar devresinden gelecek hakiki
sahiplerin kimler olduğunu bilmiyor ve davranışını ona göre ayarlıyordu” diyecekti.
(Yön, 23 Mayıs 1962, s.7) Nihayet ilk hükümetin programı 21 Haziran tarihli basında
yayınlanır. Yeni bir planlama dairesi haberini veren, yeni vergilerin getirilmeyeceğini,
bankaların üzerine konan mevduat yasaklarının hafifletildiğini ilan eden programın
liberal bir içeriği vardı. (Cumhuriyet,21 Haziran 1960, s.5) Bu programa karşı MBK
uzun bir zaman sessizliğini korur, programa onay vermez. (Killi, 1998, s.158) 27
Mayıs’ın en ciddi tartışma yaratacak iki maddesi; artan oranlı vergi yasası ve toprak
reformu programda yoktur.
DP iktidarını son döneminde, neredeyse bütün büyük işadamlarını, DP’ye
kaydetmesi ve İstanbul Odalar Birliği’nin 1960’da CHP’li ziyaretçileri dahi kabul
etmemesi, DP’yi büyük işadamlarıyla özdeşleştirmişti. (Buğra, 1997, s.188-90) Bener’e
göre, “27 Mayıs devrimini bir nedeni, DP’nin demokratik yöntemlerden
uzaklaşmasıysa, belki ondan da önemli olan, ülkedeki ekonomik sıkıntı ve mal
yokluğuydu. Menderes’in her mahallede bir milyoner yaratma politikasının sonucu,
aşırı kazanç sağlayanların çılgınca yaşayışları; sınıfsal çekişmenin kendiliğinden
doğmasına yol açıyordu.” Aşırı kazanç sağlayanların bir kısmı, devlet büyükleriyle
işbirliği halinde rüşvetle, yabancı güçlerle birleşerek gerçekleştirdiği söylentileri
yaygınlaşmıştı.DP bütün bu yolsuzluklarla özdeşleştirilmişti. (Bener, 1982, s.157)
Subayların öfkesinin merkezinde, DP döneminde devlet eliyle zenginleştiğini
düşündükleri bu büyük sermaye temsilcilerine karşı olduğu görülüyor.
İş dünyasını sakinleştirecek isimlerden kurulu olan ilk hükümet, bu görevi çok
başarıyla yürütebilmiş gözükmüyor. Hale’a göre, “MBK yasama organı olmanın
yanında perde arkasındaki kabine gibi hareket ediyordu.” Hükümetin programı 11
Temmuzda sunulmuştu, fakat hala MBK onaylamamıştı programı. Barikatı kırma
çabasıyla kabine 25 Ağustos’ta MBK, hükümetin programını onaylamama durumunda
topluca istifa etmeyi kararlaştırdı. Komite o gün toplandığında, uzun süreli askeri
rejimden yana olan subaylar, bütün kabinenin görevden alınmasını ve bakanlıklarının
49
kendilerinin devralmasını önerdiler. Radikallerin seçilmiş bir hükümete giden yolu
kapatmak isteyen Gürsel buna karşı çıktı. Oylama sırasında, ancak bir oyla amacına
ulaşabildi. Uzlaşma için bakanlıklardan onunun görevden alınması ve diğerlerinin de
yerlerinin değişmesi için anlaşıldı. Bundan sonra kabine güçsüz ve belirsiz kaldı. En iyi
durumda komite ile sivil bürokrasi arasında bir tampon işlevi görür. (Hale, 1996, s.114)
MBK’nın bir ekonomi programı hazırlaması ise bundan sonra olur. Eski
hükümetle düşülen anlaşmazlığa düşmemek için MBK’nın Hükümete Direktifi” diye bir
belge hazırlanır Sonraki bölümlerde değineceğimiz vergi reformu, toprak reformu ve
devlet işletmelerine yapılan vurguyla beraber “karma ekonomi” politikaları hakimdir bu
belgede. (Torun’dan Aktaran Kili, 1998, s.158)
Devrimin içindeki emir komutanın dağılmasından kaynaklanan huzursuzluk ve
bölünme, iş dünyasından gelen hoşnutsuzluk dalgasıyla bu bölünmeyi aktifleştirmiştir
diyebiliriz. Generaller MBK içinde, özel büyük işadamlarının sıkıntılarını temsil etmeye
başlar. 7 Ekim 1960 günü Gürsel, Tüccar ve Sanayicilere;
“Sizin hukukunuz bizim hukukumuzdur ve korunacaktır. Sizi temin ederim…
Sizleri memleketin kuvvet ve kudreti olarak tanıyorum. İnkılâp elbette başlangıçta biraz
aşırı biraz muvazenesiz hallere düşebilir. Ama bunu tabii görmelisiniz. Şimdiye kadar
olmuş hadiseler tamamıyla olmuş ve bitmiştir… Bundan sonra sizin hukukunuzun
korunması bizim haklarımızın korunması kadar mukaddestir.” (Cumhuriyet, 7 Ekim
1960, s.1, s.5)
Yunanistan ve Portekiz askeri müdahalelerini yorumlayan Poulantzas askeri
yönetim dönemindeki güç ilişkilerini şöyle yorumlayacaktır;
“Silahlı kuvvetlerin üst kademeleri tarafından burjuvazinin siyasi partisinin
rolünün oynanması olgusu, güç bloğunun çelişkilerini devletin içinde özellikle sivriltir.
Esas itibarıyla burjuva devletin parlamenter-demokratik tarzında çoğulcu bir siyasi
partiler sisteminin işlemesi genellikle bu çelişkilerin yatıştırılmasını ve pazarlıkla
halledilmesine olanak sağlar. Halbuki diktatörlüklerin durumunda, silahlı kuvvetler üst
kademelerinin bir anlamda bütün burjuvazinin tek partisi haline gelme eğilimi ve
böylece iç çelişkilerin daha başlangıçtan kesinleşmesiyle de iş bitmez, bu durumun
50
askeriyeye özgü hiyerarşik merkezci ve birlikçi zincir bağlamında meydana geldiği de
hesaba katılmalıdır. Öyle ki, bütün bu çelişkiler giderek sayısız grup ve hizip halinde
billurlaşır ve donarlar ve silahlı kuvvetlerin bölünmezliğini korumak maskesi altında bu
kalanlar karşılıklı birbirlerini saf dışı etmek azmindedirler. Dahası disiplinli, hiyerarşik
ve merkeziyetçi yapıyla bunun gerektirdiği tekil ideolojik dolaşım icabı öyle bir an gelir
ki silahlı kuvvetlerin değişik kısımları bütünüyle tepeden tırnağa, alt kademeler de
dahil, güç bloğunun çelişkilerini yansıtan başlıca grupları izlemeye başlar. Böylece bu
çelişkiler askeri gerecin dikey kesitleri arasında karşıtlıklar biçiminde dışa vurulmuş
olur.” (Poulantzas, 1981, s.84)
MBK içindeki tartışmada “Radikaller”, Komiteyi “Anayasa”yı referanduma
sunarken, kendi iktidarlarını da dört yıllığına referanduma sokacak bir duruma ikna
etmiş gözüküyorlardı. 14’lerin “aşırı merkeziyetçi” Türkeş’i bile böyle bir öneride
uzlaşmış, ılımlılardan da destek görmeye başladığı bir anda, MBK’nın 14 üyesi tasfiye
edilir. (Killi, 1998, s.119) İktidarı sürdürmek isteyen radikallerin temel fikirlerini subay
Dündar Seyhan şöyle özetliyordu;
“Temel fikirleri; Komitenin iktidarından faydalanarak devlet mekanizmasını
revize etmek ve bu işler düzen içerisinde ekonomik, sosyal ve kültürel reformlara
girişerek memleketi gerilik çukurundan çekip, çıkarmaktı. Benim de, dahil bulunduğum
grubun düşüncelerine göre; demokratik nizam ancak bu reformları tahakkuk ettirmiş ve
demokratik müesseselerini kurmuş bir sosyal ortamda gerçekleşebilirdi.” (Seyhan,
1966, s.113)
Bir yoruma göre temizlik, rütbeler arası çekişmeden kaynaklandı ve
generallerin albaylar karşısında zaferini temsil ediyordu. MBK içindeki durumun
generallerin hoşnutsuz olduğu açıktı. MBK içindeki bir toplantıda, alt rütbeli bir
subayın General Cemal Madanoğlu’nu kastederek” bu topluluk bir “ihtilal meclisi”dir.
Burası kışla değil, burada herkesin rütbesi ve sıfatı eşittir. Siz de burada general
değilsiniz” diyecek kadar, MBK’nde ast-üst ilişkileri dağılmıştı. (Erkanlı’dan aktaran
Hale, 1996, s.119) Askeri yapı içindeki bu bölünmenin sonuçlarının 27 Mayıs’ın
olguları üzerinde açıklayıcı bir yeteneğe sahip olduğu görülüyor. Bizce, buna eklenmesi
gereken, rütbe hiyerarşisindeki bu bölünmeyi aktifleştiren ve şiddetlendiren şeyin,
51
MBK’nin içindeki “büyük özel sermaye” karşıtı uygulamalar olduğunu söyleyebiliriz.
Politikalarda ve uygulamalarda gözüken şey, CHP’nin ve askeri bürokrasinin üst
kesimlerinin ve büyük sermayenin bu dönemde otonom bir hareket yeteneği kazanmış
olan, “genç subaylara” karşı ortak bir tutum aldıklarıdır. Nihayet Gürsel, 14’lerin
atılmasının hemen ardından yaptığı ilk konuşmayı büyük sermayeye yapacaktır;
“Birbirini tutmayan beyanlar, aşırı fikirler ifade eden konuşmalar herkesi” ne
oluyoruz, nereye gidiyoruz gibi bir endişeye sevk etti. Bomba patlatmak tedbirleri
bilhassa iktisadi hayatı felce uğratacak tesirler yapmaya başladı. Komite müzakereleri
bir meseleyi halletmekten ziyade bir meydan muharebesi halini aldı… Umumi efkar,
sükunetli bir mekanizmanın kurulduğunu görünce, iktisadi hayat da emniyete
kavuşacaktır. Para gayet hassastır. Tehlikeden kaçar. Tehlike bertaraf edilince bu da
istikrar bulacaktır. Ben Türkiye’deki büyük zenginlerin para sahiplerinin de maddi
imkanlarını memleket hayrına sarf etmekte tereddüt göstermeyeceklerine inanıyorum.”
(Cumhuriyet, 14 Kasım 1960, s.1 ve s.5)
Ondört’lerin atılması, MBK içindeki reformlar peşindeki subayların gücünü
azaltsa da tümüyle eritememiş gözüküyor. Büyük sermayeye dönük artan oranlı vergi
kanunları 14’lerin atılmasıyla yürürlüğe girecektir. 192 sayıl Kurumlar vergisi ve 195
sayılı gelir vergisi Kanunları kabul edildi. Yıllık geliri 2500 TL’den az olanların vergisi
%15’ten % 10’a inerken, 2500-2750 TL arasında vergi oranı aynı kaldı (%20), 7500-
15.000 arası gelirlerde %25’ten, %30’a çıktı. 30.000’dn 500.000 liraya kadar olan yıllık
gelirlerde ise ciddi bir artış oldu. 30 bin-70 bin arası %40, 70 bin-157 bin arası % 50,
157 bin-217.500 arası %60, 217.500-500 bin arası ise %70’e çıktı. 500 bin liradan fazla
gelirlerde ise %60. Yeni kanun aynı zamanda, Türkiye’de ilk kez tarımdan elde edilen
gelire de vergi koyuyordu. Bu kanun 1 Ocak 1962’de yürürlüğe girecekti. (aktaran
Rozaliyev, 1979, s.29)
31 Ocak 1961’de İstanbul’da Tüccar ve Sanayicilerle toplantı yapan, Ticaret
Bakanı Mehmet Baydur ile Sanayi Bakanı Şahap Kocatopçu vergi yasaları konusunda
ağır eleştirilere maruz kalırlar. Servet vergisinin bir yıl sonraya alınmasını isteyen
sanayiciler, kurumlar vergisinde de değişiklik istediler. Üyelerden biri, kendi içlerinden
çıkan Bakanlara yanaşamadığını söylerken, bir diğer üye de, bu meseleler konuşulurken
52
bir Sanayi Bakanının nasıl olup da hükümetin karşısına geçemediğine şaşırdığını ifade
ederken, bakanların askerlere söz geçiremediğini ima eder. (Cumhuriyet, 31 Ocak
1961, s.5)
Onların tasfiyesinin ertesi gün Kurucu Meclis çalışmasına geçilir. İhtilalin
aşırın kanadı temizlenmiştir. Kurucu Meclis uygulaması, sivil hükümete geçişi
sağlayacak daha pürüzsüz bir yol olarak düşünülür. Forum dergisi bunu vurgular;
“Özel teşebbüsün iş hacmini kısması, yeni yatırımlara gitmemesi iktisadi
durgunluğun başka bir yönü, ya da sebebidir. Buna da başlıca iki şey sebep olmuş
olabilir. Birincisi talep azlığı, ikincisi geleceğin belirsizliği. 27 Mayıs’ta başlayan
ihtilalin ertesi günü sona erdiği düşünülemez. İhtilal devresi devam ediyor. İçinde
bulunduğumuz şartlar bir ihtilalde bulunması gerekli olanlara ne kadar benzemezse,
benzemesin yaşadığımız devrenin adı ihtilal devresidir… Bu durum, normal olarak en
erken seçimlerde sona erebilir. Kurucu Meclisin çalışmaya başlaması havayı değiştirme
yönünde çok önemli bir adım sayılmalıdır.” (Forum,1 Şubat 1961, s.43)
13 Aralık 1960’ta kabul edilen ve 12 Haziran geçici Anayasasını değiştiren bir
yasa ile “Kurucu Meclis” kurulması kararlaştırmıştır. Yasaya göre Kurucu Meclis, iki
daldan oluşacaktı: biri MBK, diğeri ise sivil nitelikte bir Temsilciler Meclisi. Bu meclisi
oluşturmak için çok dereceli bir seçim yöntemi benimsemişti. Buna göre kapatılmış
olan DP dışındaki siyasal partilerin yani CHP ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin,
illerin, baroların, basının eski Muharipler Derneği’nin, esnaf kuruluşlarının, gençlik
kesimlerinin, işçi sendikalarının, sanayi ve ticaret odalarının, öğretmen derneklerinin,
tarım kuruluşlarının, üniversitelerin ve yargı organlarının belli sayıda temsilciyi kendi
aralarından seçmesi kararlaştırılmıştı. Böylece, DP dışında kalan sivil kamuoyunu geniş
ölçüde temsil eden korporatif nitelikte bir meclis yaratılmıştır. Yeni Anayasa’yı ve yeni
seçim yasasını hazırlama görevi bu meclise verilmiştir. Öngörülen usule göre,
Temsilciler Meclisinin kabul ettiği metinler, MBK’ya sunulacaktı. Kurucu Meclisin iki
dalı arasında anlaşmazlık çıktığı takdirde, iki meclisten eşit sayıda üyenin hazırlayacağı
bir karma komisyonu oluşturulacaktı. Karma Komisyonunun hazırlayacağı uzlaşma
metini, Kurucu Meclisin birleşik toplantısında üçte iki çoğunluk oyuyla
kararlaştırılacaktı. (Eroğul, 1990, s.137)
53
“Ordu”nun durulması için ise Ondörtlerin tasfiyesi yetmemiş, bölünme Silahlı
Kuvvetlerin bütününe yayılmıştı. Ahmad 14’lerin atılmasına karşı olan durumu şöyle
özetliyor;
“14’lerin uzaklaştırılmasını, bunların kolektivist radikalizminden ürken Türk
Burjuvazisi rahat bir nefes alarak selamladı. Fakat silahlı kuvvetlerdeki tepki, özellikle
alt rütbeli subaylar arasında bir kızgınlık ve hüsran tepkisi oldu. 14’ler politikacıların
ve yerleşik kurumların ülkenin sorunlarını çözme yeteneklerine güvensizliğin yarattığı
bir radikalizmi temsil etmişlerdi ve ordunun tamamında bu radikalizm bulunuyordu.”
(Ahmad, 1996, s.170)
Devrimin kazanımlarının ellerinden gittiğini düşünen subaylar harekete geçer.
Daha sonraki süreçte iki kez, askeri müdahalenin başında bulunacak olan Talat
Aydemir’e göre “13 Kasım, devrimcilerin kendi çocuklarını yediği sessiz bir devrimdi.
(Aktaran Hale, 1996, s.123) Bu dönem, ordu içindeki bölünmenin 14’lerin atılmasıyla
bitmediği görülüyor. Sonradan ortaya çıkan belgelere göre, yasalarda görünmeyen
Silahlı Kuvvetler Birliği diye bir oluşum ortaya çıkar. Bu birlik, MBK üyelerinden,
Genelkurmay başkanı Cevdet Sunay ve ordu içinde çeşitli dönemlerde ortaya çıkan gizli
komitelerin bir araya getirilmesinden doğan bir kuruluştu. Silahlı Kuvvetler Birliği bu
dönemde kendi içinde bir meclis gibi davranacaktı. (Gevgilli, 1987, s.224) Ahmad’a
göre, üst düzey komutanların hiyerarşi dışı böyle bir örgütlenmeye, Silahlı Kuvvetler
Birliği’ne katılmasının sebebi, üst rütbeli subayların, alt rütbeli subayların yönetime
müdahalesini engellemek ve bu kesimleri kontrol etmek amacını taşıyordu. (Ahmad,
1996, s.170-171) Bu birliğe katılmakla komutanlar, ordu içindeki komplocu gurupların
yüksek komutayı devirdikleri 27 Mayıs’ta yaşanan öykünün tekrarlanmasından
sakınabilir, orta kademe subayların desteğini alıp, hiyerarşiyi koruyabilirlerdi. (Hale,
1994, s.127) MBK yönetiminin son aylarına doğru, ordu içindeki esas güç bu komiteye
geçmişti. Eroğul’a göre “Türkiye’de çok partili düzene geçilirken meydana gelen birçok
gelişme bu gizli iktidar çekişmesi ile açıklanmaktadır.” (Eroğul, 1990 s.138)
27 Mayısçı Subaylar, bir yandan Ordunun gençleştirme hareketi sonucu 2
Ağustos’ta 235’i general, 5000 subayı emekli ediyorlar, (Eroğul, 1990,s.135) genç bir
subaylar kuşağını yönetimin üst kademelerine getirerek 27 Mayıs ihtilalinin ordu
54
içindeki tabanını yaratıyorlardı. (Seyhan, 1966, s.111) Aynı zamanda bu generaller
orduya geri dönmek için Emekli İnkılâp Subayları (EMİNSU) adında bir teşkilat
kuruyorlar. (Zürcher, s.354, 1999) ve DP’nin mirasını savunan Adalet Partisi(AP) ve
diğer muhalefet partileriyle işbirliği yapıyorlardı. AP’nin başına da ordudan zorunlu
emekli edilmiş bir General Ragıp Gümüşpala getirilecekti. (Eroğul, 1990, s.138) DP,
düşürüldüğünde ülkede hala en çok oyu alan parti konumundaydı. Eroğul’a göre,
“Yönetimin kısa zamanda sivillere devri, eski DP’lilerin ordudan öç almalarına olanak
sağlayabilirdi.” (Eroğul, 1990, s.135) Tasfiye edilen subay ve generallerin, yargılanan
Demokrat Parti üyelerinin kısaca eski güçlerin, seçimlerle yeniden dönmeleri ve ihtilalci
subaylardan intikam alacağı düşüncesi, bu 27 Mayısçı subayları seçimlerden sonra dahi
parlamentoya müdahalesinde önemli motivasyonlar olacaklardı. Seçimlerden önce dahi
Silahlı Kuvvetler Birliği’nin, MBK’dan ya da ”Kurucu Meclis”e nazaran, iktidar
üzerinde oldukça etkili olduğu gözüküyor;
“Ordunun içinde, Yassıada mahkemelerinin uzaması, tedirginliğe sebep
oluyordu. İdam cezaları, orduyu bir kez daha karıştırdı. İdam cezalarının, komitede
onaylanmayacağı haberleri etrafa yayılıyordu. İhtilalde sorumluluk taşımayıp da,
sonradan katılanlar daha hızlı idiler. Böylece, idam taraftarlarının arzuları, gün
geçtikçe ağırlık kazanıyordu. Bu ağırlık, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin yayılmasını
kolaylaştırdı. Bu grup, Milli Birlik Komitesi (MBK) üzerindeki; önceleri, arzu şeklinde
yaptıkları baskıyı, tehditkâr tavırlara dönüştürmeye başlamıştı. Aslında... İsmet Paşa
ise, idamların aleyhindeki tavrını açıkça ortaya koydu. MBK'ya, bu hususta resmi
mektup bile gönderdi. İdamların onay günü, Meclis'in, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin
yeminli ve inanmış pek çok üyesi tarafından, ellerinde makineli tabancalarla,
çevrildiğini İstanbul'da duyduk. Komite üyeleri toplantıya girecekti. Sağ olarak, dışarı
çıkabilecekleri belli değildi. O vakitten sonra, bizlerin de, Ankara'ya ulaşması zordu.
Geç kalınmıştı. Artık, Ankara’dakiler inisiyatifi ele geçirmişlerdi. Heyecanla sonucu
bekledik. Zira, Haliç Taşkızak Tersanesi'nde, çok adette sehpa hazırlanmıştı.” (Subaşı,
8 Şubat 2001, Zaman)
15 Ekim 1961 günü yapılan genel seçimlerde, DP’nin mirasçısı olduğunu ilan
eden iki parti, AP (Adalet Partisi) ile YTP (Yeni Türkiye Partisi) sırasıyla, oyların
55
%34,8 ve %13,7’sini aldılar. CHP %36,3, CKMP ise %14 oy aldı. 27 Mayıs 1960 günü
düşürülen, örgütü kapatılan, yöneticileri cezalandırılan DP, yeni adlar altında da olsa
toplam %48,5 oy alarak Türkiye’nin en büyük partisi olarak ortaya çıktı. Seçimler nispi
temsil usulüne göre yapıldığından, yeni Millet Meclisi’ndeki sandalye dağılımı, bu
oranları abartmadan yansıttı. CHP 173, AP 156, YTP 154 oy aldı, CKMP ise 54
milletvekilliği kazandı. (Eroğul, 1990, s.139)
Seçim sonuçlarının belli olması üzerine 21 Ekim 1961 günü, Silahlı Kuvvetler
Birliği bir protokol imzalayarak, yönetime müdahale etmeye karar verirler. Sivil
yönetimi koruyabilmek için, İnönü ortaya çıkmış, Genelkurmay Başkanı Cevdet
Sunay’ı da yanına alarak, siyasal parti yöneticileriyle bir protokol imzalanır. Buna göre
partiler, Gürsel’i Cumhurbaşkanlığına seçmeyi, 2 Ağustos 1960’da büyük tasfiye ile
ordudan uzaklaştırılan subayları görevlerine iade etmemeyi, eski DP’liler için hemen bir
af çıkarmamayı, ayrıca İsmet İnönü’nün ilk başbakan olmasını da kabul etmişlerdir.
Bunun sayesinde, darbe tehlikesi atlatılabilmiş, sivil yönetim kurulmaya
başlanabilmiştir. Kasım 1961’de ilk hükümet CHP ile Adalet Partisi koalisyonu olarak
kurulur. Yine de bu durum, genç subayların hoşnutsuzluğunu dindirmemiş görünüyor.
21-22 Şubat 1962 günü, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir önderliğinde bir grup
subay hükümete isyan eder. İnönü yine birtakım pazarlıklarla durumu kurtarmayı
başarır. Haklarında af çıkarmak ve yalnızca emekliye sevk edilmek suretiyle isyancılar
eylemlerinden vazgeçtiler. (Eroğul, 1990, s.140) O dönemde subay olan Tevfik Subaşı
ortamı şöyle anlatacaktır.
“Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri, askerî güçleri, Komite ve CHP aleyhine
kışkırtmaya başlamıştı. AP'nin kurulmasına izin verdikleri için, MBK üyelerini
suçluyorlardı. Demokrasinin, bu şartlar altında yaşamasının mümkün olmadığını, her
yerde ve alenen söyleyerek kişileri ikna etmeye çalışıyorlardı. ''Bu çocuk sakat doğdu.''
deyimi, kışlalarda, sakız gibi çiğnenerek örgütlenmenin hızla gelişmesi sağlanıyordu.
Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı ve İsmet İnönü'nün başbakan olması çok güçlükle
temin edilmişti. 22 Şubat olayı Askerî idareye son verilmesini hazmedemeyenler, bu
konudaki tasarrufu için komiteyi kınamaktan bıkmıyorlardı. Bu sloganlar ve eylemler,
yeniden, bir ihtilal havasını ciddi manada estirmeye başlamıştı. Nüve şeklindeki Silahlı
56
Kuvvetler Birliği öylesine etkili hale gelmişti ki, bunu gören ve sinme zorunda kalan pek
çok komutan anlaşmaları tereddütsüz imza ediyordu. Öte yandan sivil kesimde de, yeni
örgütle bütünleşmeye çabalayanlar ve girişimlerinin sonuçlarını ciddi manada alanlar
vardı. Profesör, gazeteci ve hatta CHP'den bazı siyasiler, kendilerine açıkça cuntacı
denilmesine rağmen, örgütlenen askerle birlikte olmaktan sakınmıyorlardı.
Radyoevinde de bize karşı güçler tarafından bir tebliğ okutulmaması için önlemler kesin
olarak alınmıştı. 22 Şubatçıların' (Talat Aydemir ve arkadaşlarının 22 Şubat 1962 günü
yaptığı başarısız askerî müdahale girişimi) karşısında, hiç de önemli bir güç değildik,
aklımızla onları yenmesini bildik. Ancak, 22 Şubat potansiyeli patlama ile
boşalamadığından gizliden gizliye etkinliğini sürdürdü durdu.” (Subaşı, 8 Şubat 2001,
Zaman)
Hale’a göre, isyancı askerlerin bastırılması ve yatıştırılması sürecinde,
“generallerin de siyasal sistem üzerindeki ağırlıkları artacaktır.” 1961 Anayasası’nın
111. maddesine göre kurulmuş olan Milli Güvenlik Konseyinin yetkileri bu olağanüstü
dönemde arttırılmıştır. (Hale, 1996, s.144)
İkinci askeri isyan denemesi ise, CHP-YTP-CKMP koalisyonu sırasında
gerçekleşir. Kurulan bu koalisyonda da 27 Mayıs’ın topraklarından sürdüğü 455 ağanın
geri dönüşü ve 27 Mayıs’ın sembollerinden biri haline gelen ilk plancıların bu hükümet
döneminde istifaları, eski DP’lilere yapılan kısmi aflar, 27 Mayıs’ı destekleyenler ve
askerler arasında hoşnutsuzluğu arttırır. 22 Şubat 1962’de emekliye sevk edilmiş
bulunan Talat Aydemir kendisine bağlı subaylarla, 21 Mayıs 1963’te yeniden isyan
eder. Bu sefer isyan pazarlık ve uzlaşmayla çözülmez. İnönü, hükümete sadık ordu
güçlerinin başına geçerek operasyonu fiilen yönetirler. Aydemir ve arkadaşları
yakalanıp mahkeme karşısına çıkarılırlarken, Eylül 1963’te Talat Aydemir’le arkadaşı
Fethi Gürcan idam edilirler. (Eroğul, 1990, s.140) Bu tarih, ordu ve devlet bürokrasisi
içindeki bütünlüğün sağlandığı, ilk ihtilalci kuşağın tasfiye edildiği, isyan ve ihtilalin bir
döneminin kapandığını gösteren bir tarih olacaktı.
57
5. 27 MAYIS AKTÖRLERİNİN “KALKINMA”
KONUSUNDA TUTUMLARI
27 Mayıs sonuçları açısından ithal ikameci bir sanayileşme stratejisinin
başlangıcı ve üretken sanayi burjuvazisinin geri kalan ticaret ve toprak sermayesi
karşısında hem siyasal hem de ekonomik birikimin önderliğine geçişinin doğum tarihi
olacaktır. Üretken sanayi sermayesinin uzun zamandır talep ettiği bir planlama
teşkilatının kuruluşu ve tarımsal üreticilerin güçlerinin kırılmasında 27 Mayıs dönüm
noktasıdır. Fakat 27 Mayıs’ın olguları, yarattığı sonuçlara rağmen bu “siyasi ihtilalin”
arkasında “sanayiciler” olduğunu göstermiyor. Olgular, “Sanayi burjuvazisinin
egemenliğine” yol açan bu süreçte, neden-sonuç bağlantısının bu kadar basit olarak
gerçekleşmediğini bunun daha dolaylı ve çatışmalı bir süreçten geçerek bu sonuca
ulaştığını göstermekte. 27 Mayıs üzerinde açıklayıcı bir “tahlil”, aynı zamanda bu
dolayım ve çatışmayı da anlamlandırma gibi bir görevle karşı karşıyadır. Yoksa
indirgemecilik tehlikesine düşer ve bu çatışmanın sunduğu tarihsel malzemeyi kaçırır.
27 Mayısın sonu darağaçlarıyla biten bu siyasal düzeydeki hesaplaşmaların iktisadi
düzeyde karşılığını açıklayacak bir çerçeve nedir? Bu soruya anlamlı bir yanıt vermek
için, yine sürecin içinde kendini ifade eden farklı ekonomik programların ve bunlar
etrafında verilen ideolojik ve siyasal mücadelelere bakmamız gerekir.
Özellikle büyük ticaret, sanayi ve toprak sahipleri grubunun, siyaset ve devlet
üst bürokrasisi ile planlamanın reformist devletçi bürokratlarına ve 27 Mayıs’ın “radikal
kanatlarına” karşı ortak tutum ve politika geliştirmiş görünüyorlar. Birinci plan, artan
oranlı vergi yasalarıyla, toprak reformu ve KİT’leri bağımsızlaştırma isteğiyle, bu
kesimlerin hepsini karşısına almıştı. Plancıların asıl kopuşunun tarım vergisi konusunda
olması, sanayicilerin Plancıları desteklemesi anlamına gelmedi. Sanayiciler, tarımın
vergilendirilmesi ve toprak reformu konusunda, Plancılardan ve 27 Mayıs’ın reformist
kesimlerinden destek isteyebilirdi. Bunu yapmadıkları gözüküyor. Aksine bu dönemde,
sanayiciler sermayenin bütün tabakalarının, ortak taleplerini hükümete ileten kesimler
olarak ortadaydılar. Onlar, 27 Mayıs’la dağılan toprak ve ticaret burjuvazisinin düştüğü
şaşkınlıktan çabuk kurtulmuş ve “büyük sermayenin temsili”ni bu dönem üzerlerine
almış ve dağılan bloğu kendi liderliğinde tekrar birleştirmiş görünüyorlar.
58
Bu bloğun içinde, bu dönemde Amerika Merkezli uluslararası kurumların da,
“devletçilik” konusunda bu kontrolden çıkabilme eğilimi taşıyan bu yönelime karşı,
içeride bu büyük özel sermayeye destek verdiğini görüyoruz. Bu bloğun içindeki bütün
unsurlar, Amerikan Sermayesi ve uluslararası birikimin kontrolü ile ilgilenen yapılar
açısından kuşkusuz eş değildi. Sanayiciler bu koalisyonda ayrıcalık kazanmış
gözüküyorlar. Yine de bu ekonomi üzerinde “reformcu bürokratik egemenliğe” karşı
özel ulusal ve uluslararası sermayenin birlikte hareketi, “reformları durdurdu”
diyebiliriz. Bu yüzden 27 Mayıs’ta, tarımın vergilendirilmesi de toprak reformu da,
sanayi burjuvazisinin bu birleştiricilik ve öncülük karşılığında bu kesimlere verdiği
ödünler oldu. Sanayiciler açısından da bu dönemde 27 Mayıs’ın radikal kanadını,
kendisi için güvenilir bir müttefik olarak görmedikleri anlaşılıyor.
5.1 27 Mayısçı’ların Konumları
27 Mayıs’a sivil toplum-devlet ayrışması ikiliğiyle değil de sınıfsal bir
perspektifle değerlendiren Savran onun özellikle sanayi sermayesine yarayan
sonuçlarına bakarak, 27 Mayıs’ın siyasi aktörü olarak da sanayi burjuvazini görmekte
(Savran, 1987,s.147) Yerasimos 27 Mayıs’ın “tabanı”yla ilgili şöyle der;
“Ne var ki, büyük kent burjuvazisinin veya emperyalist güçlerin 27 Mayıs 1960
hareketinde yer aldığını veya bu hareketi körüklediğini söylememize olanak verecek
hiçbir olgu yoktur. Tam tersine olgunlaşması, uygulanması, bütün iç etkinliği ve uzun
süreli bazı sonuçlarıyla bu hareket, küçük burjuvaziden, ordunun genç subaylarından
ve aydın çevrelerinden gelen geleneksel eylem gruplarının eseri olarak belirmektedir.”
(Yerasimos, 1980, s.754)
Peki, bu ihtilali gerçekleştiren bu katmanların, ayrı bir başlık altında
incelememiz gereken, üretken sanayi burjuvazisinden bağımsız kendine özgü bir
kalkınma programı ve talepleri var mıydı ve 27 Mayıs kendi aktif desteğini hangi
sınıflardan ve katmanlardan alıyordu? Şunu anılardan ve derlemelerden biliyoruz ki, 27
Mayıs’ı gerçekleştiren genç subayların ihtilal başarılı olursa hangi ekonomik programı
uygulayacaklarına dair bir anlaşmışlık yoktu. (İpekçi, 1965, s.124) İhtilalin asıl aktörleri
genç subayların fikirlerine bakacak olursak, Yaşar Kemal’le, Cevat Fehmi Başkurt’un
59
Cumhuriyette yapılan röportajlarda MBK Subaylarına sizce memleketin en önemli
meselesi nedir sorusuna şu yanıtları bulacağız; “Sosyal davalardır. Bunun içinde en
önemlisi kültürel faaliyettir, halk eğitimidir.” (Ersü, 25 Temmuz 1960, s.5) “Eğitim
davasından sonra en önemli dava toprak davasıdır.” (Özgüneş, 2 Ağustos 1960, s.5),
“Eğitim davasını başa alıyorum… Türk köylüsü ihtiyacına kafi gelmeyen bir toprağa
sahiptir. Kendisine yetecek kadar toprağa ihtiyacı vardır.” (Özkaya, 28 Temmuz 1960,
s.5) “Milletin hayat standardını yükseltmek. Bunun için toprak reformu. İş sahalarının
çoğaltılması… Büyük bir endüstri. 20 yy medeniyeti, endüstriyle başlar.” (Karaman, 10
Ağustos 1960, s.5) “Orman davası, vergi adaleti” (Yıldız, 9 Ağustos 1960, s.5) “Bence
memleketin bir tek önemli meselesi var; sosyal adalet ve ahlakın kurulması. Öteki
meseleler buna göre ikincil kalırlar. Yapılacak meseleler; toprak reformu, vergi adaleti,
eğitim meselesi. Her şeyden evvel fakir memleketimizi, din istismarcılarının,
mütegalibenin, çiftlik ve köy ağasının elinden kurtarmak lazımdır” (Karan, Cumhuriyet,
6 Ağustos 1960, s.5) “Meselelerin ağırlığı köy üstünedir. Gördüğüm yerlerdeki
köylülerin çoğunun toprağı yoktu. Bir toprak reformuna kati zaruret var… İkinci mesele
eğitim davamız.” (Esin, 26 Temmuz 1960, s.5)
Subayların öncelikli öfkesi, DP döneminin hakim sınıfı olan büyük toprak
sahiplerini hedef alıyordu. Ama onunla da sınırlı kalmıyor genel bir sosyal adalet talep
ederken, büyük sermaye sahiplerinin neredeyse tamamını hedef alıyorlardı. MBK üyesi
Erkanlı şöyle diyecekti; “Sosyal adalet fiilen tesis edilmelidir. Her mahallede 15
milyoner, her köyde 1500 aç teranesinden nefret ediyoruz. Milli serveti mütevasıl
kaplardaki suya benzetiyorum. Sermaye ve emek arasındaki katı muvazene tesis
edilmelidir. Hiç kimse ötekini istismar etmemelidir.” (Erkanlı, Cumhuriyet, 20 Temmuz
1960)
Dolayısıyla genç subayların ilk “icraatları” varolan hakim sınıfların iradesini
yansıtmıyordu. Aksine DP iktidarına karşı yapılan müdahale ona yakın iş adamlarının
sorgulanmasıyla, büyük işadamları karşıtı bir içeriğe büründü. Olaylar bölümünde
değindiğimiz gibi İş Bankası Müdürü’nün alınması, Koç’un İsmet İnönü’ye
şikayetlerinden biriydi. Bunu yaparken de, “büyük sermaye”yi, sanayici yada toprak
60
sahibi olarak başlangıçta pek ayırmadığı görülüyor. Sanayicilerinde DP’ye yakın
kanadını sorgulamaktan çekinmedi
Büyük sermayeye karşı, radikal idari önlemler alan MBK subaylarının
ekonomiyle ilgili fikirlerinin ve reflekslerinin kaynağı 1954-60 dönemi içinde
aranmalıdır. Subaylara “gazozcu” deniyordu dönemin medyasında. İyi bir lokanta ya da
gazinoda yemek yiyecek durumları olmadığını, yalnızca gazoz içebileceklerini ima
ediyordu bu isim. (Subaşı, Zaman gazetesi)
Bu dönemde askerlerin mesleklerine özgü kurumsal ayrıcalıklara sahip
olmadığı ve alt-orta sınıflarla etkileşiminin güçlü olduğu görülmektedir. Bu onları
hakim gruplar karşısında özerk kılan şeylerden biri haline getirebildi ve emir kumandayı
çatlatacak bir hareket yeteneği kazanmalarında bu durumun önemli bir yeri vardı.
Mısır, Türkiye ve Japonya’daki askeri müdahaleleri yorumlayan Trimberger şu sonuca
varır;
“Bürokratik devlet aygıtının, ya da onun bir parçasının nispeten özerk olduğu;
üst düzey sivil ve askeri görevlere sahip olanlar şu iki şartı sağladığında söylenebilir:1)
Bunlar hakim durumda olan topraklı, ticari ve sınai sınıflardan gelmemişlerdir;2)
yüksek makamlara ulaştıktan sonra bu sınıflarla yakın şahsi ve iktisadi bağlar
kurmamışlardır. Görece özerk bürokratlar, üretim araçlarını kontrol eden sınıflardan
bağımsız olanlardır.” (Trimberger, 2003, s.23.)
Görece özerklik tartışmasına girmeden, yazarın bahsettiği koşulların 27 Mayıs
subayları için geçerli olduğunu kabul etmeliyiz. 27 Mayıs’ın genç subayları, bağımsız
hareket yeteneğine sahip olabilecek kadar özerkliğe sahip olabilir. Ama bu özerkliğin
düzeyini bizce çok vurgulamak, başka bir yakınlaşmayı gözümüzden kaçırmamıza
neden olacaktır. Subayların ruh hali de toplumun geri kalan, birikim sürecinin yarattığı
farklılıkların artmasına tepki duyan, özellikle kentli orta sınıfların maddi konumları ve
toplumsal reflekslerinden özerk değildi. Nadir Nadi, son 10 yıllık DP döneminde servet
sahiplerine duyulan düşmanlığın özellikle orta sınıflar arasında arttığını ifade eder;
“Görülmemiş kalkınma altında yürütülen enflasyon politikası toplumun
yapısını derinden yaralamış, sosyal dengeyi altüst edercesine bozmuştur. Bu yüzden en
61
çok zarara uğrayanlar, içinde aydınların çoğunluk teşkil ettiği orta sınıf mensupları
olmuştur. Her mahallede 5 milyoner edebiyatı en çok bunlara zarar vermiştir. Her türlü
vergi kayıtları dışında har vurup, harman savuran hacıağalar en ziyade bunların
gözüne batmıştır.” (Cumhuriyet, 27 Ocak 1961, s.1)
Gerek 27 Mayıs’ın olguları gerekse de, 27 Mayıs’ın en aktif destekçisi Yön
bildirisinin imzacılarına baktığımızda, hareketin önündeki kesim olarak bu “orta
sınıflar” göze çarpıyordu. (Özdemir, 1986, s.54) Nihayet, böyle bir sınıfsal çözümleme,
27 Mayıs yönetimi içindeki, “ikili iktidar” görüntüsü, özellikle Kasım’da radikallerin
tasfiye edildiği zamana kadar yoğun olan, hükümet ile MBK arasındaki çelişik politik
uygulamaları da anlamamıza hizmet edeceği düşüncesindeyim.
Wright, sermayenin üretim araçlarına fiilen sahip olması olgusunu
incelediğimizde, “bazı konumların sınıf ilişkileri içerisinde nesnel olarak çelişkili bir
yer tuttuklarını” görmemiz gerektiğini savunur. Bu konumlarda bulunanlar farklı
sınıfların özelliklerini taşırlar ve bu yüzden farklı yönlere çekilirler. Wright, emek-
sermaye ilişkisini oluşturan üç temel süreç saptar; “Üretimin fiziksel araçlarının
denetimi, emek gücünün denetimi, yatırımın ve kaynak dağılımının denetimi.” Wright’a
göre, bu üç süreç birbiriyle her zaman tam tamına çakışmazlar. Sınıf ilişkileri içindeki
çelişkili ilişkileri belirleyen, sınıf ilişkilerinin boyutlarındaki bu çakışmazlıktır” der.
Wright’ın tanımladığı en önemli iki “çelişkili sınıf konumu” şunlardır; 1) Menajerler ile
müfettişler 2) doğrudan emek süreçleri üzerinde görece yüksek derecede denetim
sağlayabilen yarı-özek çalışan kategorileri. (Wright’dan aktaran Callinicos, 1994, s.37)
Callinicos’un “yeni orta sınıf” olarak adlandırdığı menajerler ile müfettişler, işletme
denetimine “sermaye sahibi” gibi katılıyor, stratejik denetimi uygulayanların
öngördükleri çerçeve içinde kararlar alabilmektedir. (Callinicos, 1994, s.40) Öte
yandan, yarı-özerk çalışanların gerek yatırımlar ve kaynak dağılımı, gerekse fiziksel
üretim araçları üzerinde ya çok az denetimleri vardır ya da hiç yoktur. Buna karşın
Wright’a göre kendi emekleri üzerinde bir denetime sahiptirler;
“Doğrudan çalışma ortamlarında bağımsız zanaatkârlara özgü bir çalışma
sürecini muhafaza ederlerken, sermaye tarafından ücretli işçiler olarak
kullanılmaktadırlar. Nasıl çalıştıkları hakkında söz sahibidirler ve en azından ne
62
ürettikleri konusunda belirli bir denetime sahiptirler. Bunun iyi bir örneği, bir
laboratuardaki araştırmacı ya da seçkin bir üniversitedeki profesördür.” (aktaran
Callinicos, 1994, s.37)
27 Mayıs’a aktif destek veren kesimlerin, Wright’ın “çelişkili sınıf konumları”
ya da, Callinicos’un “yeni orta sınıf” diye kavramsallaştırdığı ikinci dünya savaşı
sonrası genişleyen bu “ara sınıflarla”, “geleneksel orta sınıflardan” geldiğini düşünmek
olguları açıklayıcı olabilir.
Her şeyden önce, 27 Mayısta da askerlerin, ortak politik ve tepkilerinden
bahsetmek zor gözüküyor. Generaller, Siyasi bürokrasinin üst kesimleriyle ve özel
sermayenin güçlü temsilcileriyle beraber genç subayların uzaklaştırılmasında birlikte
davranmışlardı. Ve ihtilalin başından itibaren, ihtilalin büyük sermaye karşıtı
uygulamalarına karşı, iş dünyasını sakinleştirmeye çalışacaktı. (Cumhuriyet, 7 Ekim
1960, s.5) Generaller, büyük özel sermayenin kaygılarını ve taleplerini temsil etmişti
genç subayların büyük sermaye karşıtı eğilimlerine karşı. 27 Mayıs’ın olgularını, askeri
hiyerarşi içindeki bu bölünmeyi ve mücadeleyi, sınıfsal bir eksene yerleştirmek
mümkün mü? Yerasimos, bu hareketin asıl gerekçelerini subayların, küçük burjuvazinin
bir kanadı olarak takındığı tutumda aramamız gerektiğini düşünür. Yerasimos’a göre,
“Ordunun ya da ordunun genç subaylarının DP rejimine karşı cephe almasıyla, küçük
burjuvazi sıralarında egemen olan hoşnutsuzluğu dile getirecek siyasal güç bulunmuş
olur.” (Yerasimos,1980, s.756)
Kuşkusuz bürokrasi özellikle askeri bürokrasi içinde böyle bir çözümleme
yapmak, bir fabrika içindeki ilişkiler gibi billurluk içinde gözüken bir ilişki değildir.
Poulantzas, Portekiz ve Yunanistan deneylerini yorumlarken şöyle der;
“Küçük burjuvazi ve burjuvazi arasındaki çelişkiler silahlı kuvvetlerde
burjuvazinin işçi sınıfı ile olan çelişkilerinden çok daha dolaysız yollarla kesişir. Silahlı
kuvvetler üst kademelerinin kapatılan ya da kaldırılan siyasi partilerin yerini çok
karmaşık bir tarzda alması ve burjuvazinin doğrudan siyasi temsilciliğini yapması da
bu çelişkileri de yoğunlaştıran bir olgudur. Üst kademelerin sınıfsal olarak yeniden
63
belirlenmelerini (burjuvalaşmalarını) de buna eklersek, alt düzeylerle aralarındaki
bölünmenin daha da büyüyeceği şüphesizdir. (Poulantzas, 1981, s.85)
Poulantzas’ın vurgusunda da, küçük burjuvaziyle burjuvazi arasındaki
çelişkinin emek sermaye arasındaki çelişkiden güçlü hissedilmesi vurgusunda da
toplumsal orta sınıflarla, askeri bürokratik hiyerarşinin orta kademelerini birleştiren bir
kavrayış mevcuttur. Poulantzas’ın üzerinde çözümleme yaptığı, askeri hareketlerde, asıl
olarak, orta düzey subayların etkin olduğu hareketler olduğu düşünülürse, 27 Mayıs
süreci içinde böyle bir analoji kurulabilir. Doktor Hikmet Kıvılcımlıda Orduda böyle bir
sınıf analizi için, subayların rütbe hiyerarşisinin önemli olduğunu düşünür. Ve en
tepedeki generallerin de, üretim sürecinde hakim olan grupların eğilimlerini yansıttığını
düşünür. Orta düzeydeki subayların ise bürokrasi içindeki konumlarının onları “orta
sınıflara” yaklaştırdığını düşünür. (Kıvılcımlı, 1970, s.294)
27 Mayıs süreci boyunca, 1963’e kadar, yani askeri bürokrasi içindeki
bölünmenin sona erdiği, 1963’e kadar olan sürecin, böylesi bir sınıfsal eksen içinde
anlaşılması mümkündür. Sanayi sermayesinin ortaya çıkmaya başladığı bir toplumsal
farklılaşma düzeyine karşı, asıl olarak “orta sınıfların” merkezinde olduğu bir koalisyon
denemesi olarak görülebilir. 1954 sonrası, eski yönetici sınıflar dağılıp, toplumsal ve
ekonomik bunalım derinleşirken, bu ara sınıflar üzerinde hegemonik sınıfların etki
alanlarının zayıflaması, bu kesimlere bağımsız bir rol oynama fırsatı vermiş gözüküyor.
Bu orta sınıf ve katmanların, aynı zamanda gerek sosyal adalet söylemiyle, gerekse de,
27 Mayıs dönemi içinde çeşitli uygulamalarıyla, işçi sınıfını ve köylülüğü kendi etki
alanına almaya çalıştığı görülüyor. Avcıoğlu bu durumu şöyle anlatıyor;
“MBK yönetiminin çıkarttığı kanunlarda, bu sosyal adalet tepkisi açıkça
bellidir. Hemen uygulanmamakla birlikte, Gelir Vergisi kanunu ile düşük gelirliler için
genişçe bir asgari geçim indirimi sağlanmış ve büyük toprak sahiplerinin
vergilendirilmesi yoluna gidilmiştir. Arsa ve bina vergileri arttırılmıştı. İş çevrelerini
telaşlandıran ‘Servet Beyannamesi’ sistemiyle, yaygın vergi kaçakçılığı önlenmek
istemiştir. Grev hakkı benimsenmiştir. Sosyalizasyon kanunu ilen uzak köylere sağlık
hizmetlerinin götürülmesi arzulanmıştır. Eğitim seferberliği ve yedek subay öğretmenler
yoluyla, köylünün uyandırılması amaç edinilmiştir. Kurucu Meclis barajlarını
64
aşamayan Toprak Kanunu tasarısı ile köylünün topraklandırılmasına yönelinmiştir.”
(Avcıoğlu, 1969, s.353)
27 Mayıs hükümeti, 7 yıldan beri memurların emekliye sevki ve muhtar
Üniversite öğretim üyelerinin haklarının kuşa çevrilmesini sağlamasına rağmen
yürürlüğe koymadığı, “Devlet Personel Kanun Tasarısı” bütün bu acayipliklerden
temizlenmiş halde çıkartacaktı. Devlet Personel Dairesi kurulacak, memur ve
hizmetlilerin standart bir şekilde işe alınması, terfii, tayin işlerine bakacak, eşit iş için
eşit ve adil ücret prensibi gözetilecekti. Subaylar, Astsubaylar ve Hakimler ayrı
hükümlere tabi olmakta ve daha yüksek maaş ve tazminat almaları imkan dahiline
sokulmuştu. Tasarıya göre memur maaşları %75 ile % 100 arasında arttırılmış olacak,
enflasyon karşısında otomatik güvenceye kavuşacaktı. (Akis, 3 Ağustos 1961, s.20)
Yine 27 Mayıs hükümeti, KİT yönetimlerine, KİT’lerde çalışan işçilerin
katılmasını sağlayan düzenlemelere gittiği görülüyor. KİT yönetimlerinin 1938 tarihli
ve 3460 sayılı yasa ile belirlenen yönetim yapısını askerler değiştiriyor. Bu zamana
kadar gelen yasada anonim ortaklıkların genel kuruluna benzer bir yapı var. Bu genel
kurulda, ilgili bakanlar, TBMM’nin ilgili komisyonun üyeleri, Sayıştay ve Yüksek
Denetleme Kurulu başkanları ile sermayesi bir milyondan fazla Milli Bankaların
yönetim kurulu başkanları ve müdürlerinden oluşuyor. 20 Temmuz 1960’da çıkarılan 23
sayılı yasa ile genel kurullar kaldırılıyor onun yerini müdürler kurulu alıyor. (Kepenek,
1993, s.130)
Müdürler Kurulunun başkanı aynı zamanda müessesenin Genel Müdürü
olacaktı. Kurulun diğer üyeleri Genel Müdürün emrindeki daire veya şube müdürleri ile
o müessesede çalışan işçi ve memurların seçecekleri temsilciler olacaktı. Ama bu
temsilciler çoğunlukta olmayacaktı. Özel sermayeyle ortaklığı bulunan kamu
işletmelerinde ise, özel teşebbüsün temsilcileri üye sıfatıyla Müdürler Kuruluna
katılacaktı. Akis, şöyle uyarıyordu askerleri; “Genel Müdürün kendi emrindeki daire
müdürleri tarafından denetlenemeyeceği açık olduğuna göre, bu yeni kurulan sistemde
kurum idaresini denetleyebilecek tek bağımsız unsur işçiler ve memurlar olacaktı. Fakat
bu işçi ve memur temsilcilerinin idareden bağımsız olabilmesi, böyle bir denetlemeyi
yapabilmesi için, güçlü işçi sendikaları gerekirdi. Bu da kısa zamanda mümkün
65
görünmediği için, uygulamada Genel Müdür denetimsiz kalacaktı.” (Akis, Temmuz
1960, s.26-27) 1964 yılında Müdürler Kurulu kaldırılacak, eski yapıya benzeyen bir
yönetim Kurulu en üst yönetim organı olacaktı. (Kepenek, 1993, s.131) Sonuç olarak,
bunların ne kadarı bilinçli, ne kadarı bilinçdışı bir tepkinin ürünü olduğu tartışılabilir
ama 27 Mayıs’ı gerçekleştiren katmanların, işçileri, köylülük ve orta sınıfları kendi
çekim merkezlerine alma isteğinden bahsedilebilir.
İhtilali yaparken uygulayacakları ekonomik program henüz bilinçli bir şekilde
ifade edilmemiştir. Bu yüzden ilk Hükümet, Gürsel’le beraber, ihtilalin kapısından
“zahmetsizce” girerek kendi programını ilan ettiğinde MBK uzun bir zaman ses
çıkarmaz. Ama programı onaylamaz da. (Hale, 1996, s.114) Cemal Gürsel’in ilk atadığı
hükümetin programı sanayinin korumasından da bahsetmekle beraber asıl vurguyu,
gümrük duvarlarının indirilmesine ve Ortak Pazara yapan bir vurgusu vardı;
“İthalatımızda hedef liberasyon nispetini mümkün olduğu kadar yükseltmektir.
Bugünkü tatbikatımız Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı OECE’nin liberasyon koduna
intibak ettirilecektir. Hükümetimizin yeni iktisadi, ticari ve mali politikası iktisadi
bünyemizde yapılmakta olan şümullü reformlar, Müşterek Pazara iltihakımızı
kolaylaştıracak unsurlardır. Süratle kalkınmayı temin edecek yeni kurulmakta olan
sanayimizin himayesini mümkün kılacak, fakat aynı zamanda Müşterek Pazar
anlaşmasının mükellefiyetlerine de tedricen intikal etmemizi sağlayacak esasların
müşterek Pazar devletleri ile birlikte tespitine çalışılacaktır.” (Cumhuriyet, 12 Temmuz
1960, s.5)
Yeni vergilerin de alınmayacağını ilan eden ilk Hükümet kararları,
(Cumhuriyet, 21 Haziran 1960, s.5) bu anlamıyla tarımsal üretime yönelik toprak
sahiplerinin taleplerinin, sanayicilere dönük olan vurguyla en azından eş olduğu
söylenebilir. Görünüşe göre, 27 Mayıs’ta Ortak Pazar tartışması, asıl olarak toprak ve
ona bağlı olarak “ihracatçı ticaret sermayesi”nin talebidir. Bu dönemde serbest bir
gümrük politikasını asıl olarak savunan ihracata dönük tarım sermayesidir. Akis
dergisi, “bu talebin asıl olarak, ortak pazara gümrüksüz mal satmak isteyen, tarım
kesiminden geldiğini belirterek” bu politikayı eleştirir. “Plan uygulanacaksa eğer, dış
ticaretimizde, yasak, lisans kontenjan gibi usullere başvurmak zorunda kalacağını, genç
66
bir sanayiyi korumak için tek yolun bu olduğu” yorumunu yapan dergi, “müşterek
pazara girişin ancak 50 yıllık bir dilimde düşünülebileceğini” ekler. (Akis, 19 Eylül,
1960, s.28)
Burada da daha önce 27 Mayıs öncesi bahsettiğimiz güç dengesinin, toprak
sahipleri ile sanayi burjuvazisi arasındaki çatışmanın ılımlı bir şekilde dengelenme
çabası göze çarpıyor. 27 Mayıs yönetimi bölümünde değindiğimiz gibi, General
Gürsel’in ilk hükümet için seçtiği bakanların iş dünyasına yakın olan farklı grupların
güvenini kazanabilecek bir kadroya sahipti. Burada orta düzeyli subayların ise beslenme
kanalları generallerden farklı kanallarda olacaktı. Özellikle “ihtisas komisyonları”
aracılığıyla, bürokrasinin içinde idealist, hızlı kalkınma konusunda fikirlere sahip bir
memurlar kadrosuyla çalışma imkanları, onlara bilinçdışı tepkilerini ifade edebilecek
politik-ekonomik bir program imkanı sağlamıştı. (Tunçkanat’tan aktaran Kili, 1998,
s.140) Nihayet, bu yakınlığı çeşitli düzeylerde 27 Mayıs’ın gelişimi üzerinde oldukça
etkili olan, MBK Direktifi ve Memleket Meseleleri Hakkında Temel Görüşleri, ilk
plancıların etkili oldukları Birinci Kalkınma Planı gibi belgeleri inceleyen birinin
gözüne rahatlıkla çarpar. MBK’nın yayınlanan bu ilk direktifi de, daha sonra Birinci
Kalkınma Planın doğrultusu da, özel sanayi birikiminden ziyade, “devlet
işletmeleri”nin merkezinde olduğu ulusal bir sanayi sermaye birikimini hedef alıyordu.
Dolayısıyla bu subayların birikim tarzına ilişkin, programlarını yorumlarken “devlet
bürokrasisi” içinde etkili olan bu inançların etkisini sorgulanmalıdır.
Hükümetin istifası ardından Milli Birlik Komitesi ilk olarak 16 Eylül 1960’da
Milli Birlik Komitesi Direktifini ve MBK’nın Memleket Meseleleri Hakkında Temel
Görüşleri olarak geçen programı yayınlar. 27 Mayısçıların ekonomi-politikalarını
yansıtan bu metinlerdeki temel görüşler Birinci Kalkınma Planının içeriğinde de yer
alacak, temel çatışma gündemleri ilk olarak bu metinde derli toplu olarak gündeme
gelir; Vergi Reformu, KİT reformu, Toprak reformu.
Toprak ve zirai reformların tatbikine başlanması istenen programda, zirai
gelirler vergisi, gelir vergisi oranları, bina ve arazi vergilerinde yeniden düzenleme
isteyen MBK, mevcut iktisadi Devlet Teşekküllerinin yeniden teşkilatlanmasını da
67
gündeme getirecektir. (Kili, 1998, s.276-8) Bu direktifteki, temel fikirler ise, Birinci
Kalkınma Planda ayrıntılı bir şekil alacaktır.
5.2 Birinci Planda “Kalkınma Programı”
Birinci Kalkınma Planı, bütün dikkatleri biriktirim hacmini arttıracak tedbirler
üzerinde toplamıştır. Planın üç amacı olduğu söylenebilir. 1)Ulusal gelirin arttırılması
2) Artan nüfusa produktif alanlarda çalışma sahası yaratmak 3) Dışa bağımlılığın
azaltılması (Küçük, 1984 ,s.275-276)
“Plan strateji kararlarına uygun olarak, Devlet ve özel teşebbüslerinin yan
yana bulunduğu karma bir ekonominin bütünü için hazırlanmıştır. Devlet ve özel
teşebbüs kesimleri birbirinden ayrı ve menfaatleri birbiriyle çelişen iki parça olarak
değil, bir bütünün birbirini tamamlayan iki unsuru olarak ele alınmıştır.” (DPT, 1963,
s.591) Kalkınma Planı, kamu iktisadi kesimlerinin iktisadi faaliyetlerinin hedeflerini
tespitinde, özel kesimin gelişme imkanlarının da göz önünde tutulacağını
vurgulayacaktır. (DPT, 1963, s.59)
Odalar Birliği, Planın sanayiciler lehine korumacı önlemlerinin yanındadır;
“Yeni doğan sanayilerin selektif bir gümrük himayesine mahzar olacağı ve
dinamik bir karakter taşıyan bu himayenin tedricen kaldırılacağı kaydedilmektedir. Bu
himaye politikası ile mutabakat halindeyiz.” (TTOSOTTBB, 1962,s.18)
Yine de Kalkınma Planı, ekonomik program tartışmasında; büyük sanayi,
toprak ve ticaret sermayelerinin 27 Mayıs’a karşı ortak tutum aldığı gözüken kalkınma
gündemlerine sahiptir. 27 Mayıs’tan önce rekabet halinde olan çeşitli sermaye
fraksiyonlarını birleştiren bu gündemler, 27 Mayıs’a aktif destek veren kesimlerin bu
sınıflardan bağımsız programları olarak okumak gerektiğini düşünüyorum.
Birinci beş yıllık kalkınma planının ayrıntılarının açıklanmaya başladığı 1961
yazına kadar, DPT’nin kamusal tartışmalardan, bakanlıkların müdahalelerinden ve
sermayenin şikayetlerinden yalıtılmış olduğu söylenebilir. (Toros’dan aktaran, Göker,
68
2006,s.125) Gökay’a göre “DPT liderliği kendi sanayi stratejisini izlerken bireysel
kapitalistlerin çıkarları için değil, genel olarak sermaye çıkarları için çalışacak bir
”kalkınmacı devlet” inşasını hedeflerler. Aynı zamanda da, 1961 Anayasasından cesaret
alan, ulusal solcu eğilimleri olan DPT liderliği birinci planda sosyal adalete vurgu
yapıyordu.” ( Sönmez ve Uras’tan aktaran Gökay, 2006,s.125)
Tam da Birinci Kalkınma Planı’na; TOBB’un itiraz ettiği noktaları çoğunlukta
tutarak, bu planı sanayicilerle dahi karşı karşıya getiren kalkınma programının hakim
sınıfların beklentilerinden farklı, özgün kalkınma gündemlerinin neler olduğuna bakmak
gerekiyor.
Birinci plan, tarımsal üretimin artması için Devletin bu sektöre sulama, enerji,
yol ve haberleşme tesisleri, kredi ve pazarlama imkanları sağlaması, teknik yardımda
bulunması ve toprak reformu gibi yapısal değişmelerin gerçekleşmesini önüne
koyuyordu. (DPT, 1963, s.60)
Plan toprak reformu gibi bir konuda tutum alarak büyük toprak sahipleri
karşısında, topraksız köylünün yanında tutum almıştır. Yeni rejime en çok küskünlük
gösteren büyük toprak sahipleridir. Ziraat Bankasında hesapların denetim altına
alınması, tarım kredilerinde ve özellikle tarım ürünleri fiyatlarının bir aşamada
tutulması için verilen kredilerdeki azalma, tarımın vergilendirilmesi ve toprak reformu
gibi yasa tasarıları, tarım alanında büyük bir güvensizlik dalgasına yol açar ve bunun
sonucu tarım üretimindeki önemli bir düşmeyle kendini gösterir. 1961 yılındaki bu
düşme bir önceki yıla göre, %6,7’ye varır. (Yerasimos, 1980,s.761)
Aslında plancılarında subayların da kafasında bu reform genel olarak, özel
olsun devlet olsun, tarımdan, sanayiye kaynak yaratmanın parçası olarak görülüyordu.
Yüzbaşı Numan Esin bu reform için şöyle der;
“1960 Türkiye’sinin en önemli sorunlardan birisiydi toprak sorunu. Çözüm
bulunsa idi Türkiye’de hem sanayileşmek için kaynak yaratma bakımından önemli bir
şans elde edilecekti hem de Türk Halkının sosyal yapısını devrimci bir yere oturtmak
bakımından da önemli bir hamle olacaktı. Toprak reformu maalesef ihtilal iktidarını
kaybettiği için fikir planında kalmak durumunda kaldı.” (aktaran Kili, 1998, s.125)
69
Birinci plan ücret malları sınıfına giren temel tüketim mallarında da önemli
artışlar öngörür. Ulusal birikimi arttıracak tedbirlere rağmen, tüketim harcamalarında
yıllık %5,4’e varan bir artışı önüne koymuştur. Plan çalışan nüfusun çoğalmasıyla,
şehirleşme hareketinin artacağını ve ücret mallarına karşı olan talebin büyük bir şekilde
artacağını öngörür. Aynı zamanda ücret mallarında büyük fiyat oynamalarına da
müdahale edeceğini söyler. Bunun için zaruri gıda maddelerinin arzını arttıracak tarım
yatırımlarına öncelik verilmiştir. Tarım sektörünü daha çok piyasaya açmayı, satış
kooperatifleri gibi tedbirleri önüne koyar. Şehirlerdeki ucuz konut ihtiyacı içinse de,
vergi ve kredi tedbirleri önüne koyar. (DPT; 1963, s.46)
Sanayiye kaynak yaratma amacıyla da olsa Birinci Plan siyasal bir tercih de
yapmaktadır. Bu kaynağı varolan büyük tarım işletmelerini tekelleştirerek değil, bunlar
karşısında küçük-orta tarım işletmelerini kooperatifler biçimde birleştirerek
gerçekleştirmek isteyen bir model ortaya koyar. Bu onların hem piyasada rekabet
edebilecek düzeyde bir şekilde kaynakları merkezileştirerek, tarımsal sanayiye yeniden
yatırılmasını sağlayacak, ücret mallarının fiyatlarını da düşürecek ve diğer sanayilere
kaynak sağlayacaktı. Plan bunun varolan büyük işletmelerin parçalanmasının,
verimliliği düşürücü yanlarına karşı da devletin öncülüğünde, büyük işletmelerin
avantajlarından yararlanmak amacıyla üretim ve satış kooperatifleri öngörür. (DPT,
1963 s.188) Bu kooperatifler tarımsal ürünü taşıyan ticaret sermayesinin tekel karlarını
engelleyecek yapılar olarak düşünülür. Toprak reformunun sonuçları da toprak
sahiplerini etkilediği kadar aracılık yapan ticaret sermayesinin de rolüne bir tehdittir.
Tarımda devletin öncülüğünde, küçük işletmeleri birleştirebilen, sanayileşmeyi
hızlandıracak bir toprak reformu şehre büyük göçün de önüne geçebilecek tarımda bir
istihdam ve sanayileşme yaratacak, şehirdeki sanayi için de gerekli olan ücret mallarının
fiyatlarını düşürecek bir kalkınma kurgusu yapar Birinci Plan. Orta dönemdeki
kalkınma stratejisi ise; “tarım ve sanayi arasında dengeli bir gelişme hızı”dır.
Türkiye’nin uzun süreli kalkınma hedefi sanayileşme yönündedir ama sanayi
sektörünün gelişebilmesi için tarımda belirli ve ileri hedeflere ulaşılması da
gerekmektedir. DPT’ye göre; ”Tarıma yapılacak yatırımlar tarımsal gelirin 1975’e
kadar bir misli artmasını temin edecektir.” (DPT, 1963, s.39)
70
Toprak reformunun etrafında orta vadedeki bu tarımsal sanayiye dönük
kalkınma önerilerine karşı TOBB eleştireldir. “Ücret malları” konusundaki müdahaleci
tutuma karşı şöyle diyecektir;
“Planda fiyat mekanizmasına şüpheyle bakıldığını, mesela ücret mallarında
büyük fiyat hareketlerini önlemek üzere tedbirler alma eğiliminde olduğu görülüyor.
Doğrudan doğruya fiyata müdahalelerden kaçınmak şarttır. Gıda maddelerinin ucuz
tutulması şeklinde bir tavsiye bir tenakuz intibaını uyandırmaktadır.” (DPT, 1963, s.7)
Ücret malları üretiminin, tarımsal kökenli, olduğu düşünülürse, TOBB,
tarımdan sanayiye bu çeşit bir kaynak aktarımına karşıdır. Fiyatlara dönük her türlü
anti-tekelci önlem, şiddetli bir eleştirinin konusudur.
“Fiyatlara müdahalenin piyasanın toplum tercihlerini yansıtmadığı
durumlarda, tekel ve yarı tekel durumlarında olacağı söyleniyor. Bu fevkalade
tehlikelidir. Tamamıyla karşıyız.” (TTOSOTTBB, 1962, s.20)
Odalar Birliği, üretim ve satış kooperatifleri konusundaki bir halk seferberliği
biçiminde düşünülen önlemler konusunda da, inançsızlığını da saklamaz;
“Piyasayı düzenleyecek tedbirler; Bunlar bilhassa aracı denen
mutavassıtların fiyatlar üzerinde arttırıcı tesirler icra ettikleri sebebine istinat
etmektedir. ..Bu itibarla aracıların tekel karlarının bertaraf edilmesi için küçük
üreticilerin kendi içinde teşkilatlanarak pazarlara doğrudan doğruya temas sağlayacak
kurumları kurmaları teklifinin bugünkü şartlar altında mümkün olduğunu
zannetmiyoruz.” (TTOSOTTBB, 1962, s.19)
Odalar Birliği, ticaret sermayesinin elinde yükselen birikimi, küçük köylülüğün
ve tarımda sanayileşmeye aktaran bir modele dönük eleştireldir. Ticaret sermayesinin
gücünü kırma fikrini, gerçekçi bulmazlar bu çeşit önlemlerle. İthal malları üstünde
tüccarların tekelci karlarına müdahalesi önerisini ise odalar reddedeceklerdir;
“İthal tekelleri hususunda teklif diğer deyişle ithal tekellerinden doğan aşırı
karların kamu fonlarına aktarılması ve bunun için vergi tedbirleri alınması teklifi de
vazıh değildir. Tasavvur edilen durumun çok daha sarahatle belirtilmesi icap eder…
71
Kaldı ki yukarıda derpiş edilen fiyat politikasına ve tüccarın iktisadi fonksiyonunu inkar
eda taşıyan davranışa camiamızın külliyen muarız olduğunu ifade etmekte fayda
mülahaza ederiz.” ( TTOSOTTBB, 1962, s.19)
Birinci plan, ”özel işletmelerin yarattıkları fonların bir kısmının tüketime
gitmesi normal ve kaçınılmaz bir hadise” sayarak, “özel tasarrufların artması için alınan
tedbirlerin toplam tasarruf hacminin azalması ile neticeleneceği gibi adaletsiz bir gelir
dağılımını da meydana getireceği” yorumunu yapar. Bu sebeple iktisadi kalkınma ile
ilgili kaynakların sağlanmasında plana göre adil bir vergi sistemi ve devlet
teşebbüslerinin yaratacağı fonlarda büyük rol oynayacaktır. (DPT,1963, s.61)
Bu ifade özel sermayenin, ulusal kalkınmayı yönetme yeteneksizliğine yapılan
açık bir göndermedir. Birinci Planı, sanayicilerle karşı karşıya getirecek olanda, Kamu
İktisadi teşebbüslerini yeniden yapılandırılma isteği olacaktı. Bu yeniden
yapılandırmanın temel amacı, KİT’leri özel sermayeye kaynak aktarmaktan kurtarıp,
bağımsız işletmeler olarak rekabet ve verimliliğini arttırmaktır;
“İşletmecilik ve kuruluş bakımından kamu işletmeleri genel olarak daha ileri
metodlar kullanmaktadır. İleri üretim tekniği ile birlikte modern işletmecilik ve
muhasebe usüllerini Türkiye’ye getiren Kamu işletmeleri, memleketimizde teknik
elemanların eğitiminde büyük rol oynamışlardır. KİT’ler kuruluşundan beri yüksek
idareci ve teknik personel eğitimine çok önem vermiştir. İş başında ve diğer
kuruluşlarda eğitim için personele büyük imkanlar sağlamıştır. Ancak İktisadi Devlet
Teşekküllerine, bir müteşebbis gibi davranmak serbestliği sağlanmadığı için gerek
personel gerekse fiat politikasında çok dar sınırlar içinde hareket etme zorunda
kalmışlardır… Özel teşebbüs en fazla karı sağlamak amacına uygun olarak fiatlarını
piyasaya göre tespit etme imkanına sahipken, kamu sektörüne bu serbestlik
sağlanmamıştır. Özel sektöre olağanüstü durumlarda uygulanan fiyat kontrolleri, kamu
işletmeleri için esas olmuştur.” (DPT, 1963, s.77)
Plan ayrıca, kamu fonlarının maksatları dışında kullanılmasına sebep olan,
KİT’lerin özel sermayeye iştirakleri yoluyla oluşturulan karma teşebbüslere de “prensip
olarak karşı olduğunu” beyan eder.(DPT, 1963, s.62) Bu karma teşebbüsler
72
konusundaki duyarlılık da bu dönemde, DP’nin iştirakler yoluyla kaynak yaratma
politikasının önüne geçme isteği ve bu kaynağı “devlet işletmeler”’nin birikimi için
kullanma isteği olduğu görülüyor. KİT iştirakleri yoluyla özel kesime kaynak aktarma
yolu, Demokrat Parti döneminde yaygınlaşmıştı.(Kepenek, 1993, s.33) Birinci Plan,
İktisadi Devlet Teşebbüslerine iyi bir müteşebbis gibi hareket ederek karlarını
azamileştirmelerini mümkün kılacak bir fiyat politikası yürütmesini hedefliyordu.
(DPT, 1963,s.62).
Odalar Birliği açısından ise, devlet işletmeleriyle yapılan “karma girişimler”,
temel taleptir;
“Hüsusi sektörün yetişemediği tehiri caiz olmayan üretime müteveccih
yatırımların Devletle hususi sektörün eşit olarak temsil edildiği bir konsey marifetiyle
karara bağlanmasını ve her halükarda bu alandaki kamu yatırımlarının ilk önce karma
şirket ve buna imkan olmadığı takdirde muayyen bir müddet sonunda özel teşebbüse
devir şartını haiz devlet şirketi şeklinde kurulmalarının esas olarak kabul edilmesini ve
bu hususun gerek planda gerekse yıllık programlarda ifade edilmesini zarururi
buluyoruz.” ( TTOSOTTBB, 1962, s.8)
Odalar raporundaki bu talebin de, öncelikle sanayicilerden geldiği açıktır.
Sanayiciler niye KİT’lerle ortaklık kurmak istemektedir? Kepenek’e göre “Bunlardan
birincisi, özel sermayenin kuruluş aşamasında, devlet desteğini yanında görmek
istemesidir. Girişimin gelecekte başarılı olup olmayacağının belirsiz olduğu ortamlarda,
kamu sermayesinin katılımı, bir yönden başarı için olanaklar sağlayacak, öbür yandan
olası başarısızlığa ortak edilmiş olacaktır.” “İkinci önemli ortaklık nedeni, KİT’lerin
başarısız olan, uygun deyimiyle batmakta olan özel girişimi kurtarma isteğidir.”
Özellikle, tekstil, demir-çelik ve bankacılık alanında başarısız özel ortaklıklar, KİT’ ile
ortaklık edilerek kurtarılmış ya da KİT’e dönüştürülmüştür. “Üçüncü ve asıl nedense
bu yolla sermaye aktarımıdır.” Bu ise uygulamada taahhüt edilen sermaye-ödenen
sermaye arasındaki farklılık mekanizmasıyla gerçekleşir çoğunlukla. KİT bu süreçte
taahhüt ettiği sermayenin tamamını öderken, özel sermaye vaat ettiği sermayenin
tamamını gerçekleştirmez. Kar ödemeleri ise başlangıçta vaat edilmiş sermaye
üzerinden gerçekleşir. Sonuç olarak bu durumda, KİT sermayesi özel sermaye
73
tarafından kullanılmış olur.(Kepenek, 1993, s.116-117) Birinci plancıları, vergi
reformuyla beraber sanayicilerle karşı karşıya getiren talebin, KİT’lerin piyasada
bağımsız işletmeler haline getiren bu talep olduğu söylenebilir. Böyle bir mekanizma,
yani KİT’lerin bağımsız işletmeler gibi davrandığı bir durum, özel sanayi birikiminin
önünde gerçek bir engel oluşturacağı düşünülebilir. 1959 yılında imalat endüstrisinde 10
veya daha fazla işçi çalıştıran özel işletmelerdeki ortalama işçi sayısı 67 iken kamu
işletmelerinde 575 idi.-s.76 Milli gelirin %15’ini sağlayan sanayide katma değerin
%51’ini özel sektör vermektedir. Sayıları 60 bini bulan küçük işletmeler özel sektörün
sağladığı bu gelirin %34’ünü teşkil etmekte.(DPT, 1963, s.75). Bu hesaba göre,
sanayide büyük işletmeler katma değerin, %17’sini karşılarken, devlet işletmeleri,
%49’unu sağlıyordu.
1930’larda kurulan ilk KİT’lerin sermaye birikim düzeyini, bu düzeyde
merkezileşmiş bir “devlet sanayisine” karşı, sanayi burjuvazisinin 1960’ların
Türkiye’sinde rekabet edebilmesinin zor olduğunu düşünürsek, sanayicilerin bu
talebinin mantığı açıktır. Ulusal birikimin kontrolünü, denetimini, yeniden
yatırılmasının kararını, sanayi burjuvazisi, bürokrasinin eline bırakmak
istemeyecektir.Kendi sanayi birikiminin peşinde koşan, bir devlet işletmeleri, sanayi
burjuvazisi açısından ezici bir rakip olurdu. Sermayenin merkezileşme eğilimlerini de
hesaba kattığımızda, 1930’daki büyüklüklerle işe başlayan KİT’ler kendi birikimlerini
bağımsız bir girişimci gibi denetleyebilseydi, 1960’ların başında bir sanayi burjuvazisi
birikimi yaratılamazdı. Böylesi bir doğal eğilimi durdurabilmek için, KİT’ler genel
ekonomik faaliyetler artarken büyümeli, etkilileşmeli, ama bunu kendi etrafına, özel
sermaye birikimine kaynak aktararak yapmak zorundaydı yoksa onun tekelci gücüyle
rekabet edebilen özel bir sermaye kalmazdı. Çatışmanın özünün bu olduğunu düşünmek
anlamlı görünüyor.
Nihayet, ilk hükümet koalisyonunda, Adalet Partili Milletvekili, “ezop diliyle”
KİT’lerin bağımsızlık talebine karşı şöyle itiraz edecekti;
“Biz yeni vergiler koymak suretiyle serbest sektörden devlet işletmeciliğine
sermaye aktarılmasına asla taraftar değiliz. Memleketin umumi hasılasında bir yatırım
74
imkanı bulunur ve bu imkanda Devlet tarafından çekilip alınırsa, diğer tarafı açıkta
kalır. Bir koyundan iki post çıkmaz.” (Demiray’dan aktaran Bozbeyli, 1969, s.99 )
Gerek, anayasa tartışmalarında olsun, gerekse de 1.planda, 27 Mayıs’ın en çok
öne çıkardığı söylem “sosyal adalet” ve buna bağlı olarak tartışılan vergi sorunudur.
Artan oranlı vergi yasaları, sanayileşme için gerekli kaynakların, sosyal adalet içinde
çözümü olarak belirir. (DPT, 1963, s.61) Plan kalkınmanın sosyal amaçları için alınacak
tedbirleri, iki dengenin sağlanması için alacaktır. Bunlardan birisi gelir grupları
arasında, ikincisi de bölgeler arasındaki denge. (DPT, 1963, s.48)
İlerleyen bölümlerde de, değineceğimiz gibi, bu “sosyal adalet” söylemi ve
tarım, ticaret ve sanayide artan oranlı vergi kanunu, toprak sahiplerinden, sanayi
burjuvazisine kadar egemen grupların hepsini birden birleştirmiş gözüküyor;
“Planda sık sık bahsi geçen ve her türlü tefsire müsait olan “sosyal adalet”
sözüne de sınır çekmek ve vüzuh vermek zorundayız. Bu söz umumiyetle sosyalist ve
welfare state taraftarlarınca servetin yeniden dağıtılması, müteşebbislerin kazancının
önlenmesi, gelirlerin tamamının veya büyük bir kısmının ellerinden alınması, elde
mevcut kaynakların , ne iktisadi ne de ahlaki olmayan bir kıstasla müsavat üzerinde
fertler arasında dağıtılması şeklinde tefsir edilmektedir. Bizim bu tarz bir sosyal adalet
anlayışına karşı olduğumuz açıkça belirtilmelidir.”(TTOSOTTBB, 1962, s.7)
5.2.1 Kurucu Meclis Tartışmaları
Kurucu Meclis’te yapılan tartışmalar ve alınan tutumlar da, toprak ve sanayi
çıkarlarını temsil eden öznelerin nasıl tutum aldıklarına dair ipucu verecektir bize;
Mümtaz Sosyal o zaman içinde bulunduğu Anayasaya tasarılarını hazırlayan komisyon
üyelerinin ve kurucu meclisin sınıfsal çözümlemesine ve bunun Anayasa yapımı
sürecindeki sonuçlarına ilişkin şunları analiz eder;
“Temsilciler Meclisi korporatif bünyeli bir meclisti. Çeşitli meslekler, zümreler
menfaat grupları, parti kalıplarını aşan bir temsil esasına göre meclise gelmişti.
Temsilciler Meclisini başından itibaren tek bir partinin CHP’nin etkisi altına girdiği
çok söylenmiştir. Fakat şu tez çok daha kolayca savunulabilir, zümreler ve menfaatler
75
siyasi partilerin içinde erimemiş, aksine siyasi partiler zümre ve menfaat kadroları
içinde erimiştir.
Meclis korporatif bünyelidir ama, ticaret ve toprak burjuvazisine ayrılan
kontenjanlar hukuken tespit edilen sayıların çok üstüne çıkmıştır. Anayasa
komisyonunda büyük toprak sahiplerinden, ticaret odalarından ve sanayicilerden de bir
zümre bulunsaydı, sosyal adalet ve çalışma kavramlarının Genel Kurulca da
benimsenebileceği şeklinde bir hayale kapılmazdı kimse. Anayasa Komisyonu Üyeleri,
üniversitelilerden, partilerin araştırma ve fikir tespit etme organlarından çalışanlardan
ve hukukçulardan oluşan Komisyon daha çok kalem burjuvazisi denebilecek bir sınıfı
temsil etmekteydi. (Yön, 27 Aralık 1961, s.11)
Soysal, Kurucu Meclis’te en büyük tartışmaların “10 Mart 1961 günü taksitli
kamulaştırma ve millileştirmeyle ilgili 38.maddede koptuğunu, çalışma, sosyal
güvenlik, planlama sözlerinin gözlerdeki heyulayı büyüttüğünü” anlatır.7 Nisan 1961
günü Cumhuriyetin nitelikleri arasından, sosyal adalet ve çalışma kelimelerini
kaldırmak için verilen önergeler içinde şu isimlere rastlanacaktı. –Şefik İnan, Ziya
Müezzinoğlu, Fikret Pamir, Hamdi Orhon, Rauf Gökçen, Mehmet Altınsoy, Saadettin
Tokbey, Cevdet Aydın, Cahit Zamangil, Fethi Çelikbaş, Necip Bilge, Muhittin Gürün,
Salih Türkmen, Atalay Akan, Bedi Feyzioğlu, Kemal Türkoğlu, Nuri Kınık, Rıza
Göksu, Seyfi Öztürk, Feyyaz Köksal, Hıfzı Oğuz Bekata-Asıl önemli nokta şu, taksitli
kamulaştırma ve millileştirme maddelerinde de bu ekip tam kadro oarak ortaya
çıkacaklardır.” ( yön, 27 Aralık 1961, s.11) Bu isimlerin çoğunluğu, 27 Mayıs sonrası
oluşturulan sivil hükümetlerde ve seçimlerden sonra oluşacak hükümetler içinde
“bakanlık” görevleri yürüteceklerdir. Söyleyebileceğimiz ve gözlemleyebileceğimiz bu
kadronun “kurucu meclisin” karşısına blok bir grup olarak çıkacak, Anayasa
Komisyonu’nun reformist eğilimlerine karşı birlikte tutum alacaklardı. 27 Mayıs
Hükümeti döneminde Devlet Bakanı, seçimlerden sonra da CHP’den Maliye Bakanı
olacak Şefik İnan, Anayasa Komisyonu’na şöyle saldıracaktır;
“Muhterem arkadaşlarım, özel iktisadi teşebbüs hürriyetine güler yüz
göstermeyen, ona çatık kaşlarla bakan, mecburi iş mükellefi namı altında, paramiliter
teşkilat içinde yer alan kazma kürekli yüz binlerce insana geçit resmi yaptırmayı
76
düşünen veraset müessesi hakkındaki düşüncelerini şimdilik gizli tutan, taksitli
istimlaklarla mülkiyet hakkına pek de hürmeti olmadığını açıklayan, kurulan her yeni
teşebbüsü, tekel mahiyeti taşıyor diye nasyonalize etmek tehdidi altında bulunduran,
dilediği meslek kollarını birbirinin ardından sosyalize edileceğini söyleyen bir Anayasa
tasarısı karşısında bulunuyoruz. (İnan, B:36, 3.4.1961, o:3, s.492)
Aynı Şefik İnan, “tarım sorununun da, topraksızlara toprak dağıtılmasıyla
değil, varolan tarım işletmelerinin daha da merkezileşmesi ve tekelleşmesiyle
yapılabileceğini savunur.” İnan’ın konuşması bile tek başına toprak sahiplerinin
çıkarlarının Demokrat Parti’de ifade edilmediğini göstermektedir. Görülen o ki, “kurucu
meclis”’te toprak sahipleri, CHP içinde de temsiliyet sorunu hissetmemişler, Kurucu
Meclis’te kendilerini diğer üst sınıflarla beraber ifade edebilmişlerdir. Yine Birinci
İnönü hükümetinde, sanayi çıkarlarını temsil edecek, “Sanayi Bakanlığı” koltuğuna
oturacak olan CHP’li Fethi Çelikbaş ise Komisyonun özel mülkiyet haklarına yeterince
saygı duymadığını ifade eder;
“İtiraf edelim ki komisyon, maalesef sosyal devlet anlayışına verdiği
ehemmiyeti vatandaş hak ve hürriyetlerinin, siyasi iktidar karşısında en kuvvetli maddi
teminatını teşkil eden mülkiyet ve miras hakkına vermekten açıkça çekinmiştir…Siyasi
iktidarı elinde tutanlara karşı vatandaş hürriyetini sağlama gücünün mülkiyet olduğunu
kabul etsinler.” (Çelikbaş, B:36 O:1, 3.4.1961)
Bu müdahaleler sonucunda Komisyonun getirdiği Anayasa maddeleri didik
didik edilir ve bir çok madde başlangıçtaki halinden oldukça değişecektir. Özellikle
özel sermayenin, devlet karşısındaki mülkiyet hürriyeti ve onun hakları, Kurucu
Meclisin bütün tartışmalarında temeldir. “Sosyal adalet” karşısında büyük sermayenin
kaygılarını Rauf Gökçen, şöyle ifade eder;
“İkinci fıkranın ikinci satırında “milli tasarrufu arttırmak, devletin vazifesidir
denilmektedir. Milli tasarrufu arttırmak vergilerle olacağına göre, Devlet şu gayeyi göz
önünde tutarak, yani herkes için insanlık haysiyetine yaraşan yaşama tarzı esasını
temin ediyor, ikinci görevleri de milli tasarruf için her türlü tedbiri almak olacak.
77
Bunun arkasından büyük kapital sahipleri standardı ne olacaktır?” (B:45, O:3,
14.4.1961, s.259)
Kurucu meclisin içinde, tartışmayı gerçekten de özel sermaye temsilcileri; özel
mülkiyetin “hürriyet ve demokrasi” isteğine karşı “totaliter devlet” arasındaki
tartışmaya kilitleyecek, komisyon üyelerini “totaliter”likle suçlayacaklardır. Bu
eleştiriler karşı cevabı, Komisyon üyelerinden karanlık bir saldırıda öldürülen merhum
Muammer Aksoy komisyonun reformcu fikirlerini, dönemin popüler söylemi içinde,
şöyle özetler;
“Bazı arkadaşlar nasıl olur da, demokratik vasfından, insan haklarına hürmet
esasından sonra bir de sosyal manasına gelen çalışma ve sosyal adalet prensiplerinden
bahsedebilir…Keza böylece mülkiyet esası zedelenmiştir. (B:37, O:1, 4.4. 1961)
Bugünün liberalizmi dahi sosyaldir. Bugün artık sosyal olmak, medeni olmanın en başta
gelen şartıdır. Sosyal olmak komünizmin memleketten uzaklaştırılması için hakiki
çaredir. Evet “sosyallik” artık bir doktrin değildir” . (B:36, 3.4.1961, O:3, s.494)
Sosyal Adalet ilkesi en yoğun desteği, azınlık da olsa Kurucu Meclise girebilen
işçi temsilcilerinden gelecekti. İşçi Temsilcisi Bahir Ersoy;
“Bu tasarının ikinci maddesindeki çalışma ve sosyal adalet kelimeleri
ziyadesiyle demagojik tenkitlere hedef tutuldu. …Bir tarafta, Türk işçisi, Türk Köylüsü,
Türk memuru, Türk subayı harıl, harıl çalışacak didinecek; bu memleketin istihsalinde
hizmetlerinde ve döviz gelirlerinde en önemli rolü oynayacak ve öte tarafta, sayı
itibarıyla büyük kütlelerle asla kıyaslanamayacak olan bir zümre en yüksek kazançlara
sahip olduğu halde bu memleketin Gelir vergisinin sadece %39’unun sağlayacak, grev
hakkına sahip olmayan işçiyi istediği zaman fabrikasını kapayıp bir anda sefaletle karşı
karşıya bırakacak ve bütün bunlar özel teşebbüsü korkutmayalım düsturunun sihirli
büyülü ikna kabiliyeti sayesinde unutturulmak istenecek…Şunu size açıkça
bildiriyorum: Sosyal adaletsiz çalışma ve fedakarlık olmaz…Ama Şefik İnan Bey ve
benzerlerinden de bilhassa istirham ediyoruz. Eğer bu memlekette komünizm tehlikesini
sıfıra indirmek istiyorlarsa onlar da demokratik ama sosyal devlete inanmak lütfünde
bulunsunlar; inanmıyorlarsa kafalarını, 20.asrın icaplarına uydurmaya baksınlar, hem
78
de bir an evvel baksınlar…Arkadaşlarım 10 senelik D.P iktidarı tarafından aldatılan
Türk işçisinin haklarının Anayasa teminatına alınmasında titizlik gösteren komisyona
teşekkür ediyorum. (B:35, O:2 ,31.3 1961,s.439-41)
Anayasa Komisyonu uzun tartışmalardan sonra, 26 Nisan 1961 günü, “sosyal
adalet” kavramını Cumhuriyetin temel nitelikleri bölümünden çıkaracak, “milli,
demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” formülüyle genel kurula yeniden getirir ve o
haliyle kabul edilir. (Soysal, Yön, 27 Aralık 1961, s.9)
Soysal, özel sermaye temsilcilerinin bu sert muhalefetine rağmen, reformcu bir
anayasanın çıkabilmesini bu dönemin olağanüstü koşullarına bağlar. Eğer, Anayasa
metni, bir uzlaşmayla çıkmazsa, yeniden bir askeri müdahale olacağı endişesinin,
uzlaşmayı zorunlu kıldığı” yorumunu yapar. (Yön, 20 Aralık 1961, s.9)İkinci
hükümetin Başbakan Yardımcısı, “ret” koalisyonunun içinde yer alan, Muharrem İhsan
Kızıloğlu’da büyük sermayenin bu önemli muhalefetine rağmen, uzlaşmayla önemli
reformların çıkabilmesini, Soysal’la aynı sebebe bağlar;
“Kurucu meclisin oluştuğu 6 Ocak 1961 tarihinden seçimlerin yapıldığı 15
Ekim 1961 tarihi arasına yeni bir Anayasa oluşturma döneminden çok askeri idareden
sivil idareye geçiş dönemi olarak bakmak doğru olur. Normal zamanda uzlaşmayacak
tutumların uzlaşabilmesi, Anayasa komisyonu tasarısının hiçbir muhalefet şerhi
olmadan kabul edilmesi, ve Anayasa oylamasında kırmızı oyun çıkmaması bu gerçeğin
ışığında değerlendirilmelidir…Daha önce muhalefet şerhlerinden boğulmuş Anayasa
tasarısının, MBK’daki etkisinin askeri düzeni sürdürmek isteyenlere güç verdiği
söylendi. Bu yüzden Kurucu Meclisin Anayasa tasarısı üzerinde anlaşılmış fazla
parçalanmaya gitmeden anlaşma gayretinde olmuşlardır. (Kızıloğlu, yön 20 Aralık
1961, s.9)
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, “Kurucu meclise” damgasını vuran tartışma,
sermayenin şu ya da bu kesimleri arasında değil de, Anayasa’yı hazırlayan, 27 Mayıs
ihtilalinin etkili olduğu reformcu bir bürokratik anlayışla, onun karşısında “özel
sermaye”’nin hakları arasında kutuplaşmıştı. Ve bu tartışmalarda, özel sermayenin
79
farklı kesimlerini birleştiren bir cepheyle komisyon üyelerini de içine alan işçi
temsilcilerinin destek verdiği, reformcu bir orta sınıf arasında şekillenecekti.
Anayasaya Cumhuriyetin nitelikleri arasında sosyal adalet amacını
koyamadıysa da, sosyal devleti yerleştirebilmişti. Anayasaya “sosyal devlet” ilkesinin
konulması uzun ve çetin mücadelelerden sonra elde edilebilmiştir. (Işıklı, 1996, s.145)
Normal koşullar altında, kurucu mecliste bu düzeyde, keskin bir muhalefete karşı, 27
Mayıs Anayasası gibi “sosyal adalet”e yer veren bir Anayasanın çıkışı zor olurdu.
İşçilerinde, sanayilerin de yararlanacakları “Anayasa”, böylesi olağan dışı bir
uzlaşmanın ürünüydü.
5.2.2 Reformlar ve Tepkiler
Vergi Reformu, Milli Birlik Komitesinden radikal 14’ler atıdıkran sonra
gerçekleşmişti. Onlar gittikten sonra dahi, MBK’da “reformcu” bir eğilim açıkça
gözüküyordu..Ahmet Yıldız vergi Reformunu savunurken;
“Bendeniz bu nispetlerin %80’lere kadar yükseltilmesini teklif ediyorum. 2
milyon kazanan insanın 800 bin lira vermesi yerinde olur. Fakat küçük kazançlarından
vergi alınması adalete uygun değildir…Paranın diğer yerlere yatırılması lazım” (B:67,
O:3, 31.12.1960, s.53)
MBK üyesi Kamil Karavelioğlu’da, “bugün bir çok insanın elinde gayrimeşru
servetler vardır…Bu işin daha 2. Dünya Harbinden sonra ele alınması gerekirdi…” diye
konuşur.Toplantıda MBK üyeleri içinde general Sıtkı Ulay karşı olduğunu açıkça beyan
eder:” Bu madde(Servet beyanı) bana anti-demokratik gibi görülüyor. İleride bunu
değiştirmek gerekecek, zaten bizim korktuğumuz da budur.”Ahmet Yıldız ise generali
cevaplayacaktır. ”Efendim bu hüküm o kadar demokratik o kadar sempatiktir ki, vergi
hususunda duyduğum sızı, bunun sayesinde bir deva buldu.” (31.12.1960, B:67, O;3,
s.53) General Sıtkı Ulay’ın tutumu, 27 Mayıs boyunca tekil bir örnek değildi. Bunu
önceki bölümlerde biraz vurgulamıştık. Tasfiye edilmeyen generaller, hükümet ve MBK
içinde, büyük sermayenin rahatsızlıklarını ve kaygılarını taşıyan bir grup olarak
davranmışlardı.
80
Yeni vergi yasaları büyük sermaye açısından ciddi bir tedirginliğe yol açmış
gözüküyor;
1960 yılının sonunda Gelir Vergisi Kanunu ve Vergi Usul Kanunu yeniden
yazılmaya başlandı. Aynı dönemde Kurumlar Vergisi Kanunu’nda da önemli
değişiklikler yapıldı. Sözü geçen girişimlerin amacı bir yandan toplam vergi
gelirlerinde bir artış sağlamak, öte yandan da vergi yükünü daha adil bir şekilde
dağıtmak idi. Bu amaçlarla getirilen tedbirlerin başlıcaları, evvelce politik nedenlerle
vergi dışında bırakılan tarım kesiminin Gelir Vergisi Kanunu içinde vergilendirilmeye
başlanmış olması ve vergi kaçakçılığını önlemek amacıyla bir güvenlik tedbiri olarak
servet beyanı müessesinin getirilmiş olmasıdır. Vergi kanunlarında yapılan sözü geçen
değişiklikler o tarihlerde büyük tepkilerin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle servet
beyanı müessesesi 27 Mayıs İhtilali ortamında fevkalade büyük reaksiyon ve korku
yarattı. Servet beyanı aslında beyanın doğruluğunu kontrole yarayan bir sistem
olmasına rağmen, İhtilal ortamında her şeye el konulacak şüphesi getirdi.”(Nadaroğlu,
Vergi Dünyası Dergisi, 2001)
Basın açısından vergi reformuna karşı büyük sanayinin ve sermaye örgütlerinin
tepkileri bir dönem boyunca susmayacaktı;
Basın bu dönemde bu vergilerin tehlikesini işaret eden sermaye örgütlerini
tepkisiyle doluydu. Türkiye İktisat gazetesi, “Son Mali kanunlar eleştiriliyor” başlığı
altında büyük şirketlerin karlarına konan vergilerin kuvvetli protestolara yol açtığını
yazıyordu. 1950’de kurumlar vergisi 500 bin lira ve üstü gelirler için %35 iken bu oran
bugün %60’a çıkmıştır. Bu sermaye yatırımlarının düzeyini düşürmekte ve büyük
sermaye sanayi yatırımları için gerekli parayı bulamamaktadır. (aktaran Rozaliyev,
1979,s.29)
Kurucu Meclis’te Anayasa tartışmaları sırasında dahi gücünü gösteren “büyük
özel sermaye koalisyonu”, seçimlerin gerçekleşmesiyle, ilk koalisyon hükümetindeki ve
yine bürokrasi içindeki destekleriyle iyice güçlenmiştir. 27 Mayıs’ın isyancı birlikleri
bastırılırken, bu dönemde Birinci Plana alınmış “reformlar”ı geri aldırmak konusunda,
81
büyük sermaye ciddi bir mücadele vermiştir. MBK döneminde alınan vergi yasalarını
geri aldırmak, en önemli gündem olmuş görünüyor.
Aslında vergi yasaları konusunda baskı, daha Milli Birlik Komitesi Hükümeti
zamanında sonuç vermiş. Vergileri incelemek için Odalar Birliğinin güçlü bir
temsiliyeti ile Maliye Bakanı Kemal Kurdaş 1961 yılında yeni bir komisyon kurar.
Vergi Reform Komisyonu 15 kişiden oluşmaktaydı. Üye kompozisyonu süreç içinde
sürekli değişmekle beraber genellikle 4 Hesap Uzmanı, 4 Maliye Müfettişi ve 6 Odalar
Birliği ve Üniversite temsilcisinden oluşmaktaydı. Komisyon’un üyeleri Maliye
Bakanlığı tarafından Ankara’da belirleniyordu. Yeni koalisyon hükümeti döneminde de
siyasal bürokrasinin de desteğiyle, ihtilal dönemi içinde alınan vergilerin bu komisyon
aracılığıyla eski haline dönmesi amaç edilmiş gözüküyor. Bu duruma ilk tepkiyse,
kaynak sorununun, planlamanın geleceği olduğunu düşünen planlamacılardan gelecekti
O dönem bu komisyonda görev alan Prof. Halil Nadaroğlu, şöyle anlatacaktı;
“DPT bu duruma tepki gösterdi. DPT’nin yaklaşımı daha koyu bir devletçilik
yönündeydi. Bazı akademik çevrelerden de DPT’ye destek vardı. Bu dönemde DPT
Dünyaca ünlü Macar kökenli iktisatçı Nicholas Kaldor ile irtibata geçti. DPT,
Kaldor’un 20 gün Türkiye’de kalarak bir rapor yazmasını sağladı.”-(Nadaroğlu, Vergi
Dünyası Dergisi, 2001)
Kaldor Raporu, özellikle, tarım kesimi için önerdiği, potansiyel hasıla
üzerinden artan oranlı vergi alınması görüşünü içeriyordu. Kaldor, bu konuda, matrahı
her bir bölgenin ve her bir arazi tipinin ortalama safi zirai hasılası olan artan oranlı bir
verginin uygulamasını önermiştir. Önerilen bu vergi, herhangi bir toprak parçasının fiili
hasılatından ziyade tahmine dayalı potansiyel hasılasını esas almaktaydı. Potansiyel
hasıladan kastedilen husus, toprağın ortalama bir etkinlikle işletilmesi halinde
yaratacağı hasılaydı. Burada, ekilmeyen boş arazi üzerinden de vergi alınması gerektiği,
bu vergiyi ödeyemeyenlerin topraklarını satmak zorunda kalacakları ve böylece toprak
reformunun doğal bir akış içinde gerçekleşeceği iddia ediliyordu. Kaldor vergisi,
öncelikle toprak sahiplerine dönüktü.( Nadaroğlu, Vergi Dünyası Dergisi, 2001)
82
Görünen o ki, ticaret ve sanayi kesimlerine konan artan oranlı vergiler geri
çekilirken, plancılar en azından toprak sahiplerinden ve tarımdan alınabilecek bir
vergiyi tutmaya çalışıyorlardı. Ama plancıların destekleri hem uluslarararası
kurumlardan hem sanayi burjuvazisinden, hem de meclisin içinden çekilmiş
görülüyordu artık;
“İhtilaf büyüyünce zamanın Başbakanı İsmet İnönü, Avrupa Prodüktivite
Merkezi’nden Türkiye’ye uzman gönderilmesini istedi... Bu çalışmaların finansmanı da
tamamen Avrupa Prodüktivite Merkezi tarafından sağlandı. Bu heyet, çalışmaları
sırasında Vergi Reform Komisyonu ile Maliye Bakanlığı ile Odalar Birliği ile DPT ile
üniversiteler ile temas etti, toplantılar yaptı. İnceleme ve toplantılar sonunda da bir
rapor düzenleyip İsmet Paşa’ya verdiler. Eleştirilerden birisi, “Türkiye’de vergi
rezervlerinin büyük ölçüde dolaylı vergilerde ve özellikle de akaryakıttan alınan
vergilerde olduğu, bunların da yeterince vergilendirilmediği” yönündeydi…Bütün bu
olayların sonunda İsmet Paşa bu işle ilgili olarak bir toplantı düzenledi. ..Toplantıya
DPT’den yetkililer de geldi. Toplantının sonunda İsmet Paşa tercihini Vergi Reform
Komisyonu’ndan yana koydu.” (Nadaroğlu, Vergi Dünyası Dergisi, 2001)
DPT ekibi, müşteşarları Osman Nuri Torun aracılığıyla açıklanan “tasarıdaki
vergi gelirleri, planın finansmanına yetmeyecek açıklamasını” yaparlar. Ancak
Torun’un bu açıklaması “gazetelerin 8.sayfasında tek sütunda yayınlanan bir kayıp ilanı
gibi kalacaktır.” (Mortan ve Çakmaklı, 1987, s.171)
Doğan Avcıoğlu’da Plancıların Yüksek Planlama Kurulu’ndaki istifalarının
sebebini şöyle anlatır;
“Yüksek Planlama Kurulunda teknisyenler ve bakanlar arasında başlıca üç
noktada anlaşmazlık çıkmıştır. İlk anlaşmazlık toprak reformu ile ilgilidir. Toprak
verimine göre azami arazi büyüklüklerinin tespiti ve tarım reformu komisyonu
kurulması, plana ek olarak hazırlanmış bir dökümanda istenmekteydi. Bakanlar bir
tartışmaya dahi girmeden, bu dökümanı plandan çıkarmışlardır. İkinci anlaşmazlık,
İktisadi Devlet Teşebbüsleri ile ilgilidir. Teknisyenler, devlet teşebbüslerini, iş ve
politika çevrelerinin müdahalelerinden kurtarmak özel sektörle rekabet olanağı
83
sağlamak için, Koç ve Sabancı gibi büyük kapitalistlerin yöneldiği biçimde “Holding”
tipi bir organizasyonu öngörmüştür. Bakanlar bu tedbiri de reddetmişlerdir.
Teknisyenlerin istifasında önemli olan diğer anlaşmazlık ise, vergileme konusunda
çıkmıştır. Özellikle “Kaldor Vergisi” diye bilinen Tarım Gelir vergisi anlaşmazlığın
esasını teşkil etmiştir.Politikacılar, vergilerin ve özellikle büyük çiftçilerin vergilerinin
arttırılmasına cesaret edememişlerdir.” (Avcıoğlu, 1969, s.356)
İlk plancıların karşılaştıkları tek zorluk bu değildi. İstifa aşamasına gelene
kadar, güçlerinin önemlice bir kesimini hükümet ve bürokrasi içinde tüketmiş
gözüküyorlar. Kalkınma planında 1950-60 arasında gelir dağılımının adaletsizleştiğine,
işçi ve memurların milli gelirden aldığı payın azaldığına dair bir bölüm yazıyor
plancılar. Bakanlar emekçilerin haklarını savunan bu bölümü beğenmiyor. Başbakan
yardımcısı, Ekrem Alican “objektif değil, siz emekçileri tutuyorsunuz” der. CHP’li
Forum dergisi başyazarlarından Feyzioğlu ise “plan kanununda bu bölümlere dayanarak
hak iddia etmek gibi bir durum yaratacağını ifade ederek bu bölümlerin düzeltilmesini”
istedi. (Yön, 8 Ağustos 1962, s.7)
Küçük’e göre “İlk plancıların enerjilerin önemli bölüğünü maliye bakanlığı,
tarım bakanlığı, karayolları genel müdürlüğü gibi kuruluşlar eritti. Bunları ikna etmek,
teknik sabotajlarını önlemek önemli zaman kullanımı gerektirdi. Maliye Bakanlığının
yöneticileri teknisyenleri her türlü iyileştirmenin karşısına çıktı, vergi önerilerinde
daima politikacıların yanında yer aldı, para ve kredi politikasını plan çerçevesinde
yönetmemekte diretti. (Küçük, 1984, s.303)
Bu dönemde, büyük sermayenin, reformcu bürokrasiye karşı verdiği
mücadelede, en önemli ittifak da, uluslararası kurumlar ve Batı bloğu olmuştur.
Planlamayla ilgili Adalet Partisi Milletvekili konuşma yaparken, reformlara karşı
OECD Raporundan destek alacaktır.
“OECD Raporunda görülen ve hususi teşebbüs lehine olan hususların bize
yapılacak yardımda büyük rol oynaması realiteleri üzerinde de durmak icap ediyor.
Raporda, hususi teşebbüs lehine takip edilen bir siyasetin tasvip edildiği gibi, böyle bir
siyasetin ileride de gevşetilmeden yürütülmesi ve hususi teşebbüs hakkındaki teminatın
84
daha da kuvvetlendirilmesi lüzumuna işaret edilmektedir.” (Zeren’den aktaran
Bozbeyli, 1969, s.16)
Ve Odaların Plana dair raporları da, özel sermayenin teminatını Batı bloğuyla
ilişkilerimizle özdeşleştiren bir uyarıda bulunuyordu;
Ve en mühim nokta olarak hem özel sektörü yatırıma sevk edecek emniyet
unsurlarının gelişmesine yardım edeceğine hem de mukadderat birliği halinde
bulunduğumuz batı devletlerinden gelebilecek yardımların tahakkukuna hizmet
edeceğine kani bulunduğumuz şekilde kalkınma hamlemizde özel sektörün temel unsur
olarak kabul edildiğinin sarahatla ifade edilmesini zaruri görmekteyiz. (TTOSOTBB,
1962, s.21)
OECD Raporu’da; ‘Türk vergi yükümlüsü için kabul edilen ek yük oldukça
ağırdır. 1954-1960’ta merkezi hükümetin iç gelir, GSMH ortalamasının %12’si
düzeyindedir. 1963’te bu oran %16’dır. Bu vergi yükünde %25’lik bir artıştır.”
deniliyordu. 27 Mayıs reformlarını Batı bloğuda aşırı bulmuştu. (Mortan ve Çakmaklı,
1987, s.164)
12 Eylül 1962 sayısında Yön, AP temsilcilerinin, Ankara’da emperyalist
çevrelerle, hükümetin devlet kapitalizmi politikasına karşı savaşmak için ortak bir
anlaşma yaptığını yazıyordu. (aktaran Rosaliyev, 1979, s.36)
Yerasimos ise, ”önemli kısmı Amerikan kaynaklı 400 milyon dolar yardım
aldığını ve buna karşılık 27 mayısçı subayların özel sermayeye karşı niyetinden
vazgeçmek zorunda kaldığını” düşünür. 1960 yılında yatırım izni verilmiş 48 milyon
900 bin TL’lik yabancı yatırımın sadece 300 bininin ülkeye girişi, yeni rejime olan
yabancı sermayenin güvensizliğini gösterirken, yabancı devlet yardımlarının artışı,
“yardımın “siyasi yüzüne işaret ediyordu. (Yerasimos, 1980, s.760)
Chomsky, bu dönemde yardım politikalarının ABD hegemonyasını
sağlamlaştırmaya dönük yüzüne işaret eder. Dışişleri Bakanlığının 1958 yılında
“Afrika-Asya devrimini Yumuşatmak” başlıklı gizli bir rapor bu durumu şöyle ifade
eder. “Azgelişmiş alanlarda değişimi önlemek istemiyoruz ama bunun Asya ve
85
Afrika’yı dizginsiz bir devrimci coşku ve ulusal tutku oyunu oynamaya hazır bir
duruma getirecek çizgilerde gelişmesi olasılığını da kabul edemeyiz. Yeni hükümetlere
makul hedefleri konusunda yardım etmek isteriz, tabii bizim belirlediğimiz kadar
makul.” (Chomsky, 2000,s.190)
Sonuç olarak Birinci Planda sözü edilen reformlar gerçekleştirilemedi. Sanayi
burjuvazisi açısından bunun bedelinin toprak sahipleriyle bir uzlaşmayla gerçekleştiği
toprak reformu ve tarımın vergilendirilmesinin geri çekilişinde açıkça gözüküyor.
Yerasimos’a göre;
“1960-61 rejimi, büyük burjuvazinin kendi başına gerçekleştiremediği bir dizi
önlem ve karar aldı. Toprak reformu ve tarım vergisi gibi önlemler, büyük burjuvaziyle,
toprak sahipleri arasında yapılan ittifaktan sonra donduruldu. Ama ekonomiyi
planlama önerileri olduğu gibi kaldı ve bunlar 1960-70 arası sanayileşmenin
hızlanmasına yardımcı oldular.” (Yerasimos, 1980, s.764)
Ayşe Buğra, “Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, toprak reformunun
1940’larda, 1960’larda ve 1970’lerde sık sık gündeme geldiğini, her gündeme gelişinde
de, sadece büyük toprak sahipleri değil, aynı zamanda hiçbir zaman tam anlamıyla emin
olamadıkları mülkiyet haklarının çiğnenmesi tehlikesine karşı son derece duyarlı olan
öteki sermaye kesimleri arasında da huzursuzluk ve kargaşa yarattığını”(Buğra, 1997,
s.163) belirtiyor. Sanayi burjuvazisi, reformcu bir orta sınıf ve bürokrasinin
aşırılıklarına karşı kaygılanmış, toprak sahipleriyle olan sorunlarını bir tarafa bırakmıştı
ama görünen o ki, bu sorun onu özellikle 1980’lere kadar kaynak sorunu olarak yakasını
bırakmayacaktı. Sonraki yıllarda vergi gelirlerinin arttırılma ihtiyacı hükümeti vergi
toplama işlemini tekrar tekrar gözden geçirmeye zorluyor ve birçok vergi reform tasarısı
üzerinde çalışmaya itecekti. Hükümetlerin önerileri genelde büyük sermayelere
dokunmadan alt-orta sınıflardan vergi toplama yönündeydi. (aktaran Rozaliyev, 1979,
s.32)
86
6. TÜRKİYE’DE KALKINMA SÜRECİNDE DEVLETÇİLİK
VE ÖZERKLİK
1923’ten 1946’ya geçen süreçte, CHP çeşitli dönüm noktalarından geçmiş,
ekonomik ve politik olarak çeşitli kararlar arasında tercihler yapmak durumunda
kalmıştır. Bu dönem boyunca gerçekten de, özel sermayenin aktif ve etkili kesimleriyle
belirli dönüm noktalarında CHP bürokrasisiyle anlaşmazlıklar ve rekabet yaşamıştır.
özellikle 1960’a kadar gelen süreçte, 3 dönüm noktası gözüküyor. 1929’da dünya
ekonomik bunalımının hemen ardından yaşananlar, 1940’larda savaşın ortasından
başlayıp 1946’da şiddetlenen süreçte yaşananlar ve 27 Mayıs 1960’da yaşananlar.
Bu dönemlerin hemen ardından, ekonomi-politikalarda ve birikim rejimi
üzerinde devlet müdahalesinin yapısı değişecek, Türkiye, dünya ekonomisiyle farklı
temellerle bir bağlantı kurmaya çalışacaktı. Bu krizler, parti içinde de bir çatışmayı,
bürokrasinin birikim ve ekonomi üzerindeki kontrolüyle ilgili bir tartışmayı açıyordu.
“Kadroculuk” akımı ve CHP içindeki Peker çizgisi, özel birikimden ziyade ulusal
devletçi bir birikimden yanaydılar. 1930’un başlangıcından parti içinde yükselen bu
eğilimin gücü, özellikle İstanbul tüccarlarının da etkili olduğu bir muhalefetle
kırılacaktı. Devletin etkin olduğu bir sanayi birikimine geçilecek ama partinin bu aşırı
kutuplarının siyasal güçleri törpülenip, “devletçiliğin”, özel sermaye birikimi için
konjönktürel bir uygulama olduğunun altı çizilecekti. 1946’da “kadrocular” ilk defa
kendi sanayi programlarını uygulamaya hazırlanırken yine bir kenara atılmışlar ve
ABD’ye dönük liberal bir ekonomik programa geçilmişti. Bu durum 27 Mayıs’ta da
değişmeyecekti. “Devlet işletmelerini”, özel sermayeden bağımsızlaştırmak isteyen
gruplar, 27 Mayıs ihtilalinin içinde yenilecekler, ama 1960 sonrası “devlet” birikim
süreçlerinde yine de aktifleşecekti. Sorun esasında bu müdahalenin sınırlarına dair
görülüyor. Özel sermaye, devletin müdahalesinden rahatsız değildi, müdahalenin
sınırları önemliydi. Devlet işletmeleri üzerinde yükselen bir bürokrasinin, özerk kendi
birikimi peşinde koşması tehlikeydi, özel sermaye için, yoksa devlet müdahalesinin
kendisi değil. Banka-Sanayi tekellerinin öncüleri bunu açıkça ifade ediyorlardı;
“Devletçilik olmasaydı biz gelişemezdik”
87
Sonuç olarak, Türkiye’de “devletçilik” uygulaması 1946’ya kadar, özel
sermayeden bağımsız, özerk bir kalkınma politikası olmamıştı. CHP içinde “devletin”
ulusal birikimi denetlemesi gerektiğini düşünen bir grup ve tabaka vardı ama parti
içinde egemen olmayacaktı bu grup. CHP’li kadroların önemli bir bölümünün de, özel
sermayeyle ilişkileri çok güçlüydü. Hatta çoğu zaman, bu bürokratlar doğrudan
girişimciliği üstleniyorlardı. Bir ironi olarak, Türkiye’de planlama dönemi olarak
bilinen 1930’lar, CHP bürokrasisinden akın halinde iş dünyasına girişlere şahit olacaktı.
Sonuç olarak, Türkiye’de devletin ekonomiye müdahalesi ve devletçilik uygulaması
merkezine özel sermaye birikiminin orta ve uzun vadeli gelişimini hedefleyecektir.
Ama buraya kadar özetlediklerimiz ve özetleyeceklerimizle diyebiliriz ki, 27
Mayıs ihtilali içinden çıkan devletçiliği; radikal bir tarzda, “devlet işletmelerini” ve
“devleti” merkezine alarak düşünen bir “kalkınmacılık” ve birikim isteği, Cumhuriyet
tarihi boyunca yeni değildi. Cumhuriyet tarihini bir tarafa bırakıp, bu tartışmanın
köklerini Cumhuriyet öncesi döneme kadar götürebiliriz. Ama bu tarihin içinde,
özellikle 1960’lara kadar gelişen süreçte, ekonomik ve siyasal bir bunalımın yükseldiği
dönemde, bir yeniden düzenlenme dönemi gerektirdiğinde, tartışmanın ekseni “devleti”
merkeze alan bir kalkınma söylemi ile özel sermaye yanlısı bir söylem arasında
çatışmaya dönüşmüş gözüküyor.
Bu bölümde, Türkiye’de “devletçilik”in anlamına ilişkin bir tartışma
yürütülüyor. Bunu yaparken de özellikle, Cumhuriyet sonrası ve biraz da Cumhuriyet
öncesi dönemde “devletçi uygulamalar konusunda kritik dönemlerde gerçekleşen
olgulara ve bunların etrafında Türkiye’de Devletçilik uygulamalarına bakılacaktır.
6.1 Türkiye Tarihinde Devletçiliğe Bakış
Bazılarına göre Türkiye’de devletçilik bir “planlama hareketidir”, Bernard
Lewis “askerler ve bürokratlar arasında “ Batıya ve kapitalizme karşı hislerin yeniden
canlanışı”, Herslag da sadece pragmatik bir araç değil fakat temelde, köklü ve ideolojik
bir öğe”, Thornburg Türk uygulamasını “ devlet sosyalizminin aşırı bir ifadesi”, olarak
değerlendirmiştir (Aktaran, Tezel, 1982, s.221)
88
Genç Türkler 1908’de iktidara geldikleri zaman, başlangıç halindeki bir
Müslüman girişimci sınıfı olmadığından ticaret yada sanayi girişimi yönündeki hemen
bütün inisiyatif ya bürokrasiden ya da İT cemiyetinden gelmekteydi. Çoğu durumda
insiyatif ya mevcut oldukları zaman yerel tüccarları, satıcıları ve esnaf ile ya da
ittihatçıların sonunda işadamları ve girişimcilik yönünde hevese geçeceklerini
umdukları, yerel eşraf ile işbirliği içinde uygulanıyordu. (Ahmad, 1985, s.69)
1914’te Yusuf Akçura şöyle diyordu;
“Modern devletin temeli burjuva sınıfıdır, çağdaş müreffeh devletler
burjuvazinin, iş adamlarının ve bankerlerinin omuzları üstünde ortaya çıkmışlardır.
Türkiye’nin Türk milli uyanışı, Türk burjuvazisinin başlangıcıdır. Ve eğer Türk
burjuvazisi doğal gelişmesi zarar görmeden ya da kesintiye uğramadan devam ederse,
Türk devletinin sağlam bir şekilde kuruluşu garanti altına alınmış demektir.” ( Aktaran
Ahmad, s.55) “…yalnızca köylülerden ve memurlardan oluşan bir Türk toplumunun
yaşama şansı fazla olmayacaktır.” (Ahmad, 1985, s.76)
Teşvik-i Sanayiden daha da önemlisi, İttihat Hükümeti ticaret kanunu ve
mülkiyet esaslarını özel girişimciliğe uygun hale getirmesiydi. Anonim şirket olarak
1909-30 arasında kurulmuş bankalar üzerinde yapılan bir araştırmada 1908-18 arasında
24 bankanın kurulmuş olduğuna işaret ediliyor.Bunların sadece 6’sı yabancılar
tarafından kurulmuş gerisi Müslüman Türkler tarafından kurulmuştur. (Buğra, 1997,
s.70)
Ayrıca İT Cemiyeti bir örgüt olarak da, hem başkentte hem de daha önemli
olmak üzere taşrada milli bir ekonomi yaratma görevine doğrudan katılmıştır. Anadolu
kentlerinde kalan irili ufaklı şirketlerin çoğu yerel İT Cemiyeti kulübünün doğrudan
inisiyatifiyle kurulmuştu. (Ahmad, 1985, s.69)
Bu dönemin etkili aydınlarından Namık Kemal ise Osmanlı devletinin askerlik
ve siyasal alanda güç kazanması için kapitalist birikimin gerekli olduğuna işaret
ediyordu. (Tezel, 1982, s.133)
89
Dolayısıyla İttihat ve Terakki döneminden Kurtuluş Savaşını veren kadrolara
bir miras kaldıysa; bu her şeyden önce güçlü bir devlet yaratmanın önkoşulunun, bir
burjuvazi yaratmak olduğu söylenebilir. 1908 olaylarının ve arkasından gelen Jön
Türklerin siyasetlerinin, burjuva devrimlerinin ürünü, ulusal bir burjuvazi yaratma
işlevini yerine getirdiğini söylemek abartılı olmaz. Ahmad İT Cemiyetini Türk
burjuvazisinin öncü partisi diye nitelendirir. (Ahmad, 1985, s.34)
Yine birinci dünya savaşı döneminde Cumhuriyet sonrasına sarkan birçok
korumacı ve devletçi önlemlerin alındığını görüyoruz. Örneğin teşvik-i sanayi İzmir
İktisat kongresinde alınan bu karar ilk defa Haziran 1914’te çıkarıldı. Bu yasayla
Osmanlı sanayi ürünleri ithal edilen benzerlerinden %10 daha pahalı olsalar bile tercih
edilmesini şart koşuyordu. Hükümet kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdı. Daha
sonra ise ithalattaki gümrük vergisi sistemini tek taraflı olarak değiştirdi; değişik ithal
malları için spesifik gümrük vergisi koydu, bu da hükümete ekonomi politikası
sürdürme olanağı veren bir diğer gelişmeydi. (Zürcher, s.183,1999)
İlginç gözlemlerden biri de 1930’larda bürokrasi içinde başlayan devletçiliğin
tanımına dair bir tartışmayı 1.Dünya Savaşı yıllarında görüyoruz. Savaş sırasında
vurgunculuk yaparak zenginleşen tüccarlara karşı İttihatın içinde bir grubun sesini
yükselttiğini anlatıyor Ahmad;
“Bu grup, ekonomi alanında bireyin hiçbir zaman genel yararı düşünmediğini
her zaman en fazla karı sağlamaya yöneldiğini savunuyordu. Savaş döneminde ve savaş
sonrasında hüküm süren olağanüstü koşullarda bu tutum kargaşalığa yol açan sınıf
farklılıklarını ve çatışmasını arttırırdı. Bu duruma önerilen çözüm, sınıf çatışması
sorunlarını önlemek amacıyla, muhtemelen bürokrasi tarafından yönlendirilecek
devletçi bir ekonominin kurulmasıydı.” (Ahmad, 1985, s.79)
“Tekin Alp”, ittihatçıların uyguladığı devletçilik politikasını savunmaya devam
ederek , devletçi bir ekonomide devletin yalnızca özel sektörü desteklemekle kalmaması
gerektiğini, onun için mümkün olan en fazla karı da elde etmesi gerektiğini anlatıyordu.
Bu tartışma da Cumhuriyete sarkan temel tartışmalardan olacaktı. (Ahmad, 1985, s.79)
90
İttihatçıların milli burjuvazi oluşturma fikri Kurtuluş savaşını veren kadrolar
açısından da temel fikir oldu bu yönelim değişmedi. M.Kemal Paşa 1922 yılında Sovyet
Büyükelçisi Aralov’la yaptığı konuşmada şöyle diyordu;
“Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvanız ise
henüz burjuva sınıf haline getirmek gerekiyor. Benim amacım Anadolu ticaretine
yardım etmek zenginleşmesini sağlamaktır.” (Aralov,1967,s.234-235)
Türkiye’de devletçilik uygulaması, özel sermayenin gelişmesinin önünde bir
alternatif olarak düşünülmemişti. 1950’ye kadar iktidarda olan tek parti CHP’nin
1935’teki dördüncü büyük kongresinde şöyle tanımlanıyordu devletçilik;
“Özel kınav ve çalışma esas olmakla beraber, imkan olduğu kadar az zaman
içinde ulusumuzun genliği ve yurdu bayındırlığa eriştirmek için, genel ve yüksek
asığların gerektirdiği işlerde, hele ekonomik alanda, devleti filiğ surette ilgilendirmek
başlıca esaslarımızdandır. Devletin, ekonomi işleri ile ilgisi filiğ surette yapıcılık
olduğu kadar, özel girişimlere ön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve
kontrol etmektir.
Devletin, filiğ olarak hangi ekonomik işleri yapacağının belirtilmesi, ulusun
genel ve yüksek asığlarına bağlıdır. Bu lüzum üzerine devletin, filiğ olarak kendi
yapmaya karar verdiği i, eğer özel bir girişim elinde bulunuyorsa, onun alınması her
defasında özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişimin uğrayacağı
zararın devlet tarafından ödeme şekli gösterilecektir. Bu zarar oranlanırken gelecekteki
kazanç ihtimalleri, hesaba katılmaz. (Ahmad, 1996, s.18)
Bu programda da görüldüğü gibi esas olan özel girişimdir. Cumhuriyet’in
kurucularının 1923’teki görüşleri asıl olarak değişmemiştir. 1923 İzmir İktisat
Kongresindeki yönelim devam etmektedir. Mustafa Kemal bu kongrede şöyle diyordu;
“ Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası da olacak olanlara da düşman
olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin
yetişmesine çalışacağı. (aktaran Cem, 1986, s.280) Mustafa Kemal’in 1923’teki bu
tutumu 1930’larda devletçi politikalar uygulandığında da değişmemiş, özel sermaye
birikiminin artışına bu dönemde aynı şekilde önem verilmiştir. Türkiye’de Alman
91
Henkel fabrikasının kuruluşunda önemli roller üstlenmiş. Alber Bilen bu dönemdeki
devletçilik için şöyle diyor;
“1929’da beliren dünya ekonomik krizi en az zararla atlatılmaya çalışılmıştı.
Yatırımlar, özel sektörün zayıf yapısından dolayı daha ziyade devletçe ele alınmış,
bugünkü KİT’lerin büyük bir kısmı o zamanlarda kurulmuştu. Bu fabrikaların harp
yıllarında faydaları ve özel sektör üzerindeki öğretici niteliği ve eleman yetiştirmedeki
faydaları inkar edilemez. Zamanımıza kadar birçok başarılı sanayicinin ekolü İktisadi
Devlet işkolunda özellikle Sümerbank olmuştur.” (Bilen, 1988, s.27)
Türkiye’de sanayinin en büyüklerinden Koç Holdinginin kurucularından Vehbi
Koç ise bu dönemdeki devletçiliğe bakışı şöyle özetliyor.
“Atatürk’ün kurduğu CHP bu memlekete büyük hizmetler yapmıştır,bu inkar
edilemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında memlekette endüstri diye bir şey yoktu. Eğer başta
Atatürk olmak üzere Halk Partisi devlet teşekkülleri vasıtasıyla fabrikalar kurmasaydı
bugünkü özel sektör endüstriye giremezdi. Özel sektör, Devlet İktisadi Teşekküllerinin
yetiştirdiği eleman ve bilgiden yararlanarak, 1950’den sonra endüstriye girebilmiştir.”
(Koç, 1987, s.146)
Bu yorumlarda da göreceğimiz gibi, bu dönemdeki devlet sanayileri, özel
sanayi sermayesinin doğumu için bir ebe rolü üstlenmiş gözüküyor. Sadece özel
sanayinin teknik personel ihtiyacını karşılamamış, aynı zamanda bu dönemde
bürokrasiden iş dünyasına geçişlerin de yaygınlığına şahit oluyoruz. 1968’de E.Soral’ın
yaptığı bir araştırmaya göre 1968’de en az 50 kişinin çalıştığı firmaların sahiplerinin
mesleki geçmişlerine baktığımızda 1921-30 arasında iş hayatına atılanların atılanların,
%10,81’i memurken bu oran 1931-40 arasında bu oran %74,19’a çıkmış , bu oran 1941-
50 arasında bu oran %31,17 olmuştur. (Aktaran Buğra, 1997, s.91)
Devlet, özel sermayeye 1930’larda sadece teknik kadro yetiştirmekle kalmadı,
çeşitli şekillerde birikimin artmasını da sağladı. 1930’larda bu uygulamalar belki dış
ticaretle uğraşan yerli tüccarların gelirini biraz düşürdüyse de, geri kalan sektörlerde
gelir transferi devam etti. Özel ticaret ve sanayi kesimlerine sağlanan krediler içinde
devlet bankalarının payı, 1930’da %28’den, 1938’de %40’a çıktı. Bu yıllarda buhran
92
koşullarına rağmen özel yatırımlar arttı. Devlet sanayi ürünlerinin, tekstil, kömür,
çimento, inşaat demiri gibi diğer ürünlerin pazarlanması da özel ticaret işletmelerine
bırakıldı. Devlet fabrikalarının ürünlerinin ticareti de özel birikime yeni olanaklar
sağlıyordu. (Tezel, 1982, s.22)
Yine de devlet ile özel sermaye arasında, işadamları ile bürokrasi arasında bir
tür gerginlik vardı. Ayşe Buğra bu dönemdeki devlet müdahaleciliğinin aşırı pragmatik
ve sınırlarının net çizilmediğini ifade ederek şöyle diyor;
“Meşru müdahalenin sınırlarındaki bu belirsizlik nedeniyle, Türkiye’de iktisat
politikalarının belirlenmesi süreci, girişimcilik faaliyetlerinin meşruiyetiyle ilgili bir
bulanıklığı kronik hale getirmiş. Böylesi bulanıklıklar, hükümetlerin girişimcilik
faaliyetinin sosyal kabul görmesini ulusal çıkarlara olumlu katkılar yapması koşuluna
bağlayan bir politik söylem kullanmalarıyla daha da artmış. Sonuçta hemen belli başlı
bütün hükümet değişikliklerinden sonra, en azından kısmi bir sistem değişikliği
potansiyeli ortaya çıkmış. Bunun sonucu olarak da işadamları toplum içerisindeki
konumlarını gösteren koordinatları bir türlü net belirleyememişler, içlerinde uzun
zaman, sosyal konumlarıyla ilgili kuşku taşımışlar.” (Buğra, 1987, s.144)
Buğra’nın ifadesi olguları açıklama noktasında aşırıdır. Yani bu bulanıklık
dönemleri bir kere, bir süreklilik arz etmiyordu. 1929 Kriz konjonktürü gibi, uluslar
arası ekonomi içinde önemli kırılma noktalarında dolayısıyla toplumsal bunalım ve kriz
noktalarında gerçekleşiyordu. Bunun sonuçları da devlet müdahalesinin yapısı
konusunda da gerçekten kısmi bir sistem değişikliği sonucunu getiriyordu. Ama böylesi
bir değişimin getirdiği “yeni karşılıklı sınırlar” da, 1929 Krizi sonrası uygulamalarda
gördüğümüz gibi çoğunlukla özel sermaye lehine çözümleniyordu.
1929’da , yani devletçilik uygulamasının başında ise bu gerilimin artmış
olduğu görülüyor. Bu dönemdeki gerilimin kökeninde ise, dış ticaretteki köklü
değişiklik beklentileriyle tüccarların ithal mallarında ve döviz kaynaklarında büyük bir
spekülatif harekete girmeleri oluşturdu, Bu spekülasyon ödemeler dengesinde, zaten
varolan bunalımı iyice derinleştirdi.Böylece dünya Krizinin etkileri başka yerlerde
hissedilmeye başlamadan, Türk ekonomisi bir kriz dönemine girdi. (Buğra, 1987, s.147)
93
Gülalp 1930’lardaki devletçilik uygulamasını dünya krizinin ürettiği bir süreç
olarak görür;
“Ekonominin içe dönmesi bilinçli politikalardan çok, Bunalımın bir sonucu
olarak belirdi. Bunalım, ilkin ihraç pazarlarında bir daralmanın sonucu olarak tarımsal
ürünlerin iç ve dış fiyatlarında belirgin bir düşüşe yol açmıştı. İkincisi bunalım,
Türkiye’nin başka maddeler yanında, un, şeker tekstil gibi temel mallardan oluşan
ithalatına ağır bir kısıtlama getirmişti. Bu iki yönlü etki, içe dönük sınaileşme sürecinin
neden zorunlu hale geldiğini açıklar. İçe dönük sınaileşme yalnız geleneksel ihraç
ürünlerine yeniden iç pazar yaratmakla kalmayacak,, ayrıca artık dışarıda ithal
edilemeyen temel tüketim malları ihtiyacının yerli üretimle karşılanmasını da
sağlayacaktı. Bu tür tarihsel fırsattan yararlanacak bir burjuvazinin potansiyel olarak
bile varolamayışı devletin bir girişimci olarak harekete geçmesini yani devletçiliği
zorunlu kılıyordu.Bir başka deyişle, dünyadaki bunalımın sonucunda uluslar arası meta
dolaşımının sekteye uğraması, egemenlikleri tamamen bu dolaşımda tuttukları yere
dayanan sınıflar açısından bir krizin doğması anlamına geliyordu.Krizin çözümü meta
dolaşımının içselleşmesiydi; nitekim devlet de bu politikayı izledi. Dolayısıyla bu
dönemdeki resmi politika devlet işletmeleri tarafından uygulanan ve yerel girdilere
dayalı bir ithal-ikamesiydi.” (Gülalp,1993, s.31)
Dünya ekonomik krizinin, sermayenin aşırı üretiminin zorladığı kriz, uluslar
arası ticareti ve eski birikim düzeni de felç etmişti. Tarımsal ürünlerin fiyatlarının
düşüşüyle, ödemeler dengesinin bozuluşuyla hissedilen kriz, dünya çapında
Türkiye’nin karşı koyamayacağı eğilimlerden kaynaklanıyordu. Türkiye, bunun
yarattığı sonuçlara karşı içeride, bu sınıfların uluslar arası rollerinin değiştiği bir
ortamda, içeride de birikim rejimini bu koşullara uyarlamak durumundaydı.
1932 yılının Temmuz ayı içinde üst üste kabul edilen sekiz adet kanun
uygulamaya sokuldu. Bu kanunların en önemlileri, devlet sanayinin örgütsel çatısını
oluşturacak olan Devlet Sanayi Ofisi ile Sanayi Kredi bankasını kuran 2058 ve 2064
sayılı kanunlar, Türk limanları arasında bazı istisnalar dışında devlet tekeli kuran ve
özel gemileri devletleştiren 2068 sayılı kanun; Ziraat Bankası’na buğday destekleme
alımlarına girme yetkisi veren 2056 sayılı kanun ve çay ve şeker ithalatında devlet tekeli
94
kuran 2054 sayılı kanundur. Boratav’a göre “Devletçilik bu kanunlarla oldukça cüretli
bir politikaya dönüşüyordu.” (Boratav,1983, s.278))
Devletçiliğin; kapitalist ve sosyalist olmayan üçüncü bir yol olarak
değerlendiren yorumlar da yaygındır ve bu yorumlar devletçilik uygulamasının
başladığı 1930’larda da Kadrocular nezdinde kısa bir dönemde olsa resmi bir hüviyete
bürünecektir. Avcıoğlu’na göre 1930’lu yıllarda devletçilik adını alacak olan bu
müdahalecilik, ekonomik bağımsızlık özlemini taşıyan milliyetçiliğin kaçınılmaz
sonucuydu. Bu milliyetçilik ise kaynağını Cumhuriyet’in kuruluşundaki Kurtuluş
savaşımızın, Anadolu eşrafı-milliyetçi subay işbirliğine dayanan toplumsal temelinden
almaktadır. (Avcıoğlu, 1969, s.212)
Bu politikaların parti içinde de kökleri vardır. Bu siyasi kadronun radikal
görünüşlü unsurlarından biri Parti genel Sekreteri Recep Peker’dir. Boratav’a göre,
“Devletçilik özellikle kuram düzeyinde en çok etkili olan siyasi liderin Recep Peker
olduğu” düşünülebilir. Peker 1931 sonunda, o zamanki CHP programını devletçiliğe
yöneltme kararırının ilk belirtisini verecek tarzda yorumlamıştır. Peker’in devletçilik ile
ilgili görüşleri daima radikal yönde olmuştur. Öte yandan CHP genel sekreterinin liberal
hayat görüşüne de karşı, sol akımlara ve sınıf kavgasına dair görüne her şeye karşı
müsamahasız bir tavrı vardır.Şevket Süreyya, Peker’in Mussolini İtalya’sına gezisinden
olumlu izlenimlerle döndüğünü söyler. (Boratav, 1983, s.281-282)
Ve yine devletçiliği kapitalist ve sosyalist olmayan bağımsız bir ideoloji olarak
üretmeye çalışan Kadrocuların dergileri de bu dönemde Mustafa Kemal’in izniyle çıkar.
(İlkin, 2003, s.22)Böyle bir yolun seçilmesi için konjönktür çok uygundur. Dünya
Buhranının ekonomik sorunları tüm şiddetiyle duyulmaktadır. Cumhuriyetçi Serbest
Fırka denemesi, Cumhuriyet Halk Fırkasına karşı toplumda ne kadar yüksek bir birikim
olduğunu göstermiş, M.Kemal bunun üzerine yeni arayışlara girmiştir. Ülkede 90 gün
süren bir seyahata çıkmış ve halkın nabzını elinde tutmaya başlamıştır. Böyle bir arayış,
bu gruba yeni bir fırsat olarak gözükmektedir. (Tekeli ve İlkin,2003,s.122) Devletçiliğin
artık fikri temelleri vardır. Bu yorum şöyle tanımlar devletçiliği;
95
“Bu yorum Türk devrimini bir sınıf hareketi olarak değil, anti-emperyalist ve
ulusal bir dönüşüm olarak değerlendirir. Sınıf çelişkilerinden türemeyen ve sınıf
ayrımlarının önemsiz olduğu bir ülkede meydana gelen bu devrimin oluşturacağı
toplumsal sistem de burjuvazi ve proletaryanın egemenliklerini yansıtan bir kapitalizm
ve sosyalizm dışında bir üçüncü yol olacaktır. Tüm ulusal kurtuluş hareketleri için
geçerli olacağı savunulan bu sistemin karşısına, kalkınmanın nimetlerini tek bir sınıfın
çıkarına sunmadan sanayileşmek, emperyalist sömürüye son vermek ve sınıf
mücadelesine imkan vermeyen, dengeli bağımsız bir ekonomik yapı kurmak görevleri
çıkar. Bu görevleri cılız burjuvazi gerçekleştiremeyeceği ve benimseyemeyeceği için
devletçilik doğar. Devletçilik bu yeni siteme verilen addır.” (aktaran Boratav, s.274,
1983)
Şevket Süreyya’nın sözleriyle;
“Şahsi mülkiyetin tasfiyesine müteveccih olmayacak…sadece milli iktisadın
kumanda manivelalarını…eline alacak….sosyalizmde olduğu gibi kolektif bir mülkiyete
değil, büyük iktisat faaliyetlerinde devlet mülkiyetine istinat edecektir.” (Aktaran
Boratav, s.274, 1983)
Recep Peker’in ve Forumun yaklaşımında egemen olan devletçilik anlayışı,
devletçiliğin o dönemdeki yorumlarına karşı “kamu yararı” kavramı getirmesidir.
Boratav’a göre “Tutucu yorum, devletçiliği yalnız bireyin yapamadığı işleri devletin
yapması olarak yorumlarken, Kadro ve Peker çizgisi “memleketin umumi menfaatleri
icap ediyorsa” bireyin yapabileceği işleri de devlet yapar anlayışındaydılar.” (Boratav,
s.275, 1983)
1932 senesini Limancı Hamdi adıyla da bilinen dönemin etkili fikir ve iş adamı
Ahmet Hamdi Başar şöyle anlatıyor;
“1932 senesi inkılap tarihi bakımından bazı mühim hadise ve cereyanlarla
doludur. Açık olarak iki cephe teşekkül etmiş ve çarpışmağa başlamıştır. Himayeler
sayesinde canlanan yeni sanayiciler ve yeni burjuva bir tarafta; devletin kuvvetlenmesi
nispetinde canlanan memur sınıfı diğer tarafta. Bunlardan birincisi İş Bankası etrafında
toplanmış; ikincisi de hükümet ve mecliste hakim olmağa başlamıştır. İş Bankası
96
Gazi’nin himayesinde. Gazi işin ve zenginliğin çoğalmasını istiyor. Bunun yapacağı
fenalıklar üzerinde hiç durmuş değil. İkinci temayül ise daha çok İsmet paşa tarafından
himaye görüyor. 1932 senesinde İşbankçılarla hükümetçilerin gizli ve açık
çarpışmalarının şiddetlendiğini görüyoruz.” (aktaran Boratav, 1983, s.278)
Meclis dışında ustaca muhalefete geçen İş Bankası grubunun muhalefetinin
etkili olduğunu görüyoruz. Kağıt endüstrisi için hem hükümet çevreleri hem de İş
Bankası grubundan teklif gelmesiyle, Gazi ağırlığını İş Bankası tarafında koyar. Ve
sonrasında İktisat Bakanı istifa etmek zorunda kalır yerine İş Bankası grubunun önde
gelen siması Celal Bayar getirilir. Ardından işadamlarının tepkisini çeken,1933 yılında
alınan müdahaleci kararların çoğu geri çekilir. Böylece 1933 yılı devletçiliğin
gelecekteki gelişimi üzerinde özel teşebbüsün endişelerini dağıtan bir yıl olur. (Boratav,
1983, s.279) Sonrasında Kadro dergisi kapatılır. (Tekeli ve İlkin, 2003, s.122) Bütün bu
siyasal gelişmeleri tetikleyen unsur ise, 1929 krizi sonrası Türkiye’de devletin birikim
sürecinde farklılaşan rolüdür. Okyar’a göre; ”İktisadi hayatı topyekün planlama gibi
fikirler hükümet ve parti idarecileri tarafından benimsenmemekle beraber, devletin
iktisadi hayata büyük çapta katılması için karar verildi. Devletçilik ve ilk beş yıllık
sanayi planı dediğimiz tatbikatı yukarıdaki zaruret ve şartlardan ileri gelen birer netice
olarak görmek gerekir. O sırada Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkileri vardı ve Rusya
teknik ve sermaye sahasında yardım etmeye hazır olan tek yabancı devletti. Rusya
1932’de Türkiye’ye bir teknisyen heyeti gönderdi. Ve bu raporlar sonucunda başlıca üç
sanayi üzerinde duruldu:demir-çelik, tekstil ve kimya Hazırlanan beş yıllık planı,
topyekün bir plan olarak görmek doğru değildir. Daha ziyade plan sanayisi alanında beş
yıl zarfında kurulacak girişimlerin bir listesiydi.Özel sektörün yanında bilhassa sanayide
toplanan bir “devlet teşekkülleri” sektörü oluşmuştur.” (Okyar, 1963, s.5).
Bürokrasi ve özel sermaye arasında savaş ekonomisi olarak devletçiliğin bu
düzeyde gergin ilişkiler bir dahaki sefer 2.dünya savaşı içinde başlayacak 1946 yılında
doruk noktasına ulaşacaktır. Milli Müdafa Kanunu 1940 yılının başında çıkarıldı. Bu
kanun hükümete sınırsız yetkiler veriyor özellikle ticarette millileştirme eylemlerini ima
ediyordu.Saydam Hükümeti aynı yıl, ithalatçıları ve ihracatçıları denetlemeye ve dış
ticaretin bir bölümünün bazı kamu kuruluşları aracılığıyla yapmaya karar verdi.Ticaret
97
Vekaletine bağlı bir İaşe Teşkilatı, Ticaret Ofisi ve Petrol ofisi kuruldu. Ticaret Ofisinin
gıda ve zorunlu tüketim mallarının fiyat denetimini ve tayınlamasını yapmak için
kurulmuştu. Petrol Ofisi’de akaryakıtın dağıtımını yapacaktı. Aynı yıl tüccarların
ellerindeki tahıl,pamuk ve yün stoklarını kamu kuruluşlarına satmalarını gerektiren
kararlar alındı. Köylüler de zorunlu ürünlerin haricine geri kalan ürünleri devlete teslim
edeceklerdi.Hükümet bu kararlarla savaş yıllarına gıda ve giyim mallarını dağıtımında
piyasa mekanizması yerine geniş kapsamlı bir tayınlama sistemi kurmak
istiyordu.Bütün bu önlemlere karşı hükümet silah altına alınan yaklaşık bir milyon
askeri beslemekte kentlerin temel ihtiyaçlarını gidermekte ciddi sorunlarla karşılaştı. Bir
yanda geniş halk yığınları sefalete itilirken, öte yandan büyük vurgunların vurulması,
yönetici kadronın bazı kesimlerinin tüccarlar ve toprak ağalarına karşı tavır almalarına
yol açtı. (Tezel, 1982, s.137) İnönü 1942 yılında Meclisi açarken şöyle diyordu;
“Şuursuz bir ticaret havası, haklı sebepleri ççok aşan bir pahalılık belası….
Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan eski çiftlik ağası ve elinden gelse
teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmağa yeltenen gözü doymaz vurguncu
tüccar…büyük bir milletin hayatına küstahça karşı koymağa
çalışmaktadırlar…Ticaretin ve iktisadi faaliyetin serbestliğini bahane ederek milleti
soymak hakkını hiç kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız. (Tezel, 1982, s.137)
Ne var ki İnönü’nün de itiraf etmek zorunda olduğu bir şey vardı; fırsatçılar ve
soyguncuların siyasal kadrolar arasında da bağlantıları vardı.Saydam Hükümetinin
yerine gelen, Saraçoğlu hükümeti ise Saydam’a zıt piyasacı yaklaşım getirdi. Bu
değişiklik 1940-42 arasında güdülen politikanın siyasi kadrolar içinde de popüler
olmadığını gösteriyordu. Ekonomi piyasa güçleri ile dengelemek gerekçesiyle, ticaret
sektöründe fiyatlar serbest bırakıldı. Toptan eşya fiyatları indeksi;1938’de 100’den
1942’yde 164’e çıkmışken 1943 temmuzunda 715’e fırladı. Saraçoğlu hükümeti bu
sefer olağan dışı önlemlere girişti. Yönetici siyasal kadrolarla, varlıklı sınıflar
arasındaki ilişkileri bozan bu eylemlerin başında 1942 Varlık vergisi ve 1945 Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu geliyordu. (Tezel, 1982 s.237-238)
Büyük arazi mülklerini kamulaştırmaya yönelik hükümler taşıyan bu kanun ölü
doğdu, amacına ulaşamadı. Halk Partisi yöneticileri, başta İnönü olmak üzere,
98
dayandıkları sosyal iktidar ilişkilerini bozmadan yasayı uygulayamayacaklarını
anladılar, büyük arazi sahiplerine ödünler vermeğe başladılar. İnönü, kanunun en
şiddetli muhalifi ve Adana’nın büyük toprak ağalarından Cavit Oral’ı Kanunu yürürlüğe
koymakla görevli Tarım Bakanlığına getirdi. Reform hedefine ulaşamadı ama kanunun
Mecliste tartışması sırasında yeni bir siyasi aktörün çıkışına zemin sağladı.Yasaya
muhalefette bulunanlar, yakınları toprak sahibi olan milletvekilleriydi. (Tezel, 1982,
s.140) Ve bunların temsilcileri de kendisi Aydın’lı büyük toprak sahibi olan Aydın
Menderes’ti. Tartışma parti içi bir demokrasi sorununa dönüştü. Ve daha sonra DP’nin
kurucuları olacak olan Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ile birlikte Dörtlü Takrir
denen bir önerge vererek, parti içinde anti-demokratikliğe karşı muhalefete (Zürcher,
s.306, 1999) geçtiler. Liberal fikirler de artık ateşli bir savunucuya sahip olacaktı.
1946 yılında da, parti içindeki “özerk devletçiler” ekonomi-politikalarda
iktidara yakın görünecekler ama mücadeleyi yine kaybedeceklerdi. “Kadrocu” aydınlar
ilk defa yeni bir devletçi sanayi planı hazırlamaya başlarken ve tek parti yanlısı devletçi
Recep Peker’in iktidarı, parti içinde bürokratik devletçiliğin zaferi olarak görülürken,
Batı Blokunun isteklerini yansıtan liberal bir programa geçilmiştir. (Gülalp, 1987, s.48)
Osman Okyar ve Oktay Yenal gibi yazarlar, devletçilik politikasının
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi tarihi içinde köklü bir değişiklik olmadığını öne
sürmüşlerdir. Okyar’a göre; piyasa mekanizmasında, devletin rolü bazen genişleyebilir
bazen de daralabilir. Devletin ekonomideki yeri ve payı daima egemen durumda
kalmakla beraber, bazen özel kesime ayrılan faaliyetlerin genişlediği, yada devlet
kesiminin yalnızca tepeden inme emirlerle değil, özel teşebbüsleri andıran yöntemlerle
de yürütüldüğü görülür. (aktaran Özdemir, 1986, s.30-31)
Şeni’ye göre, “Kurtuluş savaşından sonraki tedbirlerin Türkiye’yi sınai
sermaye aracılığıyla dünya ekonomisine eklemlenmeyi hazırlayan tedbirlerdir. Bunların
bir kısmı artık değeri mutlak biçimde arttırmaya yöneliktir. 2. Dünya Savaşı sırasında
seferberlik sorunları bahane edilerek alınan tedbirler: iş-günü süresi uzatılmış, haftalık
tatil günü gerektiğinde kaldırılabilir duruma getirilmiş, varolan iş kanunu, kadın ve
çocuklar konusunda uygulanmamış ve zorunlu çalışma yasal kılınmıştır. Bunun dışında
99
1923’ten, 1960’a kadar alınan tedbirler ve kanunlar mutlak ve görece artık değerin
arttırılışına yöneliktir.” (Şeni, 1978, s.73)
Türkiye’de 1946’ya kadar gelen süreçte uygulanan “devletçilik”, resmi olarak
özel sermaye birikiminin önünü açmak için uygulanan birikim sürecini hızlandırmanın
parçası olmuştur. Parti içinde özel sermayeden özerkleşmek isteyen, bürokrasinin
birikim sürecindeki denetim ve egemenliğini arttırmak isteyen bir grubun varlığına
rağmen, bu grup parti içinde egemen olamamış, tartışmayı “devletçiliği”, özel sermaye
birikiminin gerçekleştirilmesinde bir araç olarak gören taraf bu dönemde galip
çıkmıştır.
6.2 Özerklik ve Kapitalizm
“Bürokratik geleneğin” devamı olarak kurgulanan şeyin, bugünkü dünyada
kökleri yoksa, beslenemez. 1930’larda “Kadroculuğun” aldığı mirasın, 1960 ve 70’lere
kadar önemli ölçüde etkili olması, dünya ekonomisi ve siyaseti içinde aranmalıdır.
Kadrocular, böyle bir devletçiliği savunurken yalnız değildiler. Artan sayıda ülke, farklı
biçimler altında da olsa, sanayide geniş ölçekte bir devletleştirmenin tohumlarını attı bu
dönemde. 1930’ların kriz ortamında, savaş ekonomisinin içinde gerçekleşen Sovyet
deneyiminin uyguladığı devletçilik ve planlama deneyimi, alternatif ve etkili bir
kalkınma modeli olarak görülüyordu. Nihayet, Türkiye’de 1930’larda birinci sanayi
planını ciddi ölçekte bir Sovyet sermayesiyle gerçekleştirmişti.
Sovyet Bloku yada üçüncü dünya sosyalizmi denen ulusal kalkınma ve birikim
süreçlerinde, “devlet işletmeleri” yada bürokrasi, ulusal birikimin denetimi üzerinde,
Türkiye’nin izlediği yoldan farklı olarak, özel sermayenin karşısında bir bağımsızlık ve
özerklik kazanmıştı. Gerçekten de 1960’larda Doğu Bloğu ülkelerinin çoğunda özel
sermaye ya hiç yoktu, yada üçüncü dünya sosyalizmi denen ulusal kalkınma
süreçlerinde görüldüğü gibi, devlet işletmelerine ve ekonomisine göre zayıftılar. Bu
rejimlerde, bürokrasi, “Kadrocuların” ya da “Yöncülerin” arzuladıkları gibi, ulusal
birikimi denetleme ve yeniden yatırma konusunda, özel sermayeye nazaran özerk ve
ayrıcalıklıydılar. Bu bölümde 20.yüzyılda böylesi bir kalkınma modelinin 1930’larda ilk
örneği haline gelmiş, Rusya üzerinde olan tartışmaya yer verilecektir. Böylesi bir örnek
100
üzerinde “ulusal kalkınma ve birikim sürecinde bürokrasi ve devletin özerkliği”
tartışması yapılacaktır. Literatürde, “devlet” ile sınıflar ya da egemen sınıflarla
bürokrasinin, rekabet ya da tabiiyet ilişkileri bağlamında yapılan bu tartışmayı; ulusal
ekonomilerin, dünya kapitalizminin karşısındaki bağımsızlık sınırı olarak tartışmak
istedim. Ulusal ekonomiler, dünya kapitalizmi karşısında uzun vadede bağımsız
davranabilme yetenekleri varsa, ulusal ekonomilere müdahale eden bürokrasilerin de
“özerk”liğinden bahsedilebilir. Eğer dünya kapitalizminin genel eğilimleri, ulusal
ekonomileri de belli bir şekilde hareket etmeye zorluyorsa; bu ekonomilerin üzerindeki
bürokrasilerin de, özel sermayeye bağlı egemen sınıfların hissettikleri tarzda bir birikim
zorlamasıyla karşı karşıya kalması demektir. Bu durumda ulusal özerk bürokrat da,
egemen sınıflar gibi, rekabet etmek, işçilerin ürettikleri artı-değerin daha büyük kısmını
yatırıma dönüştürmek zorunda kalacaktır. Bu üretim sürecinin üzerinde işçiler ile
müdürler ya da üst bürokrasi arasında eşit olmayan bir egemenlik ilişkisi zemininde,
yukarıda saydığımız şeyler gerçekleşiyorsa, “özerklik”, özel sermayeye dayanan üst
sınıflardan farklı olma anlamına gelmeyecektir.
Buradaki “özerklik” tartışması, böyle bir temel üzerinden yapılacaktır.
Yalnızca özel işletmelerin olmadığı, idari ve teknokratik bir yönetimin altındaki “ulusal
planlama” modelinin, dünya kapitalizminin zorlamalarından kurtulabilmesi mümkün
gözükmüyor. Kapitalizm nasıl bir dünya sistemiyse, ona alternatif olabilecek sistem de
küresel ölçüde etkili olabilir. 1930’lardaki Rus Ekonomisi ve Rus bürokrasisi de, dünya
kapitalizminden ve ulusal birikimi arttırma yönlü basınçtan “özerk” ve “bağımsız”
değildi. Sovyetler ve Doğu Bloğuna ilişkin tartışmada özünde bu sorulara yanıt
arıyoruz..
İkinci Dünya Savaşına doğru giden süreçte ve ondan sonrasında, bütün ulusal
ekonomiler üzerinde, devletin oynadığı rol kapitalizmin tarihinde ilkti. Keynesçilik ve
“kalkınma iktisadı” da kendi temellerini “devletin” ekonomi üzerinde oynadığı bu
bağımsız rol üzerine kurmuştu. Bu tartışmanın, 1960’larda altın yıllarında olan
Keynesçilik ve “kalkınma tartışmalarında” “devlet müdahalesinin” sınırlarına dair bazı
sonuçları da içinde taşıdığını düşünüyorum. Sonuç olarak odaklandığımız ve örnekleme
101
yaptığımız dönem, 1930’lar’dan, ikinci dünya savaşı sonrasına kadar değişen
uluslararası bir yeniden yapılanma döneminin olgularıdır.
6.2.1 Doğu Bloğu Rejimleri ve Özerklik
Mandel’e Rus bürokrasisi için, 1930’lardan sonra hem işçi sınıfı, hem de
burjuvazi karşısında “Tarihsel olarak özerk bir rol oynadı” diyordu. (Mandel-Harman,
1994, s.55) Bu özerklikle bağlantılı olarak, Mandel’e göre, Rus Bloğu kapitalist bir
birikimin yasalarına tabi değildir ve diğer kapitalist ülkelerde gerçekleşen aşırı üretim
krizleri burada gerçekleşmezdi. Sanayi ve ekonomiyi etkileyen kapitalist çevrimlerden
ve krizlerden etkilenmeyecek bir yapısı vardır Sovyetlerin. Bunun araçları da özellikle,
piyasanın ve özel sermayenin yerine geçecek olan planlı ekonomi ve devletçiliktir.
(Mandel, 1994, s.106-107)
Tony Cliff ise buna karşı, Buharin ve Lenin tarafından geliştirilen emperyalist
aşamanın tahlilini “devlet kapitalizmi” kuramı için geliştirir. Sermayenin yoğunlaşması
ve merkezileşmesi süreci, yatay ve dikey şirket birleşme hareketlerini dikkatli bir
titizlikle planlayan ve bunları piyasanın rastlantılarına bırakmayan, sanayilere bütünüyle
hakim olan devasa firmalar yaratır. Bu sanayilerin liderleri, artan bir yakınlıkla devlet
bürokrasileriyle çalışır. Deyim yerindeyse, sanayi ve devletin birleşmesi söz konusudur.
Bu birleşme, en tam gelişmesini devlet ve sermayenin, dışarıda rakip kapitalizmleri
fiziki olarak yıkmaya çalıştıkları, içeride de savaş ekonomisini birlikte planlamaya
çalıştıkları büyük emperyalist savaşlarda bulur. (Harman, 1994, s.31) Bir sanayinin tüm
dallarını denetleyen ve tekelleştiren tröstlere doğru bir gelişmenin anlamı yalnız özel
üretimin değil, plan yokluğunun da son bulmasıdır. (Hilferding’ten aktaran Harman,
1994, s.67)
Aslında “devlet kapitalizmi” kavramını, Lenin 1921’de NEP’i (Yeni Ekonomik
Politika) yürürlüğe koyduğunda dile getirmişti. Bu uygulama piyasa ilişkilerini yeniden
başlattı ve Lenin’in sözleriyle NEP, “Savaş Komünizmi”nden, “Devlet Kapitalizmi”ne
doğru geri çekilmeyi sağladı. Beklediği uluslararası devrim gerçekleşmeyen Bolşevik
Parti, bu dönemde iç savaşın tahrip ettiği bir ekonomide, merkezi sanayilerin devlet
elinde olduğu bir piyasa ve parasallaşmış bir ekonomiye geçmek zorunda kaldı.
102
Hobsbawm, Lenin’in planlama fikrini bu dönemde, 1914-18 arasında Alman savaş
ekonomisinden etkilenerek hayata geçirdiğini söyler. Bu dönemde kurulan Gosplan
(Devlet Planlama Komisyonu) planlamanın ya da 20.yüzyıl devletlerinin ekonomi
üzerinde kurmak için tasarladıkları bütün devlet kurumlarının atası ve esinlendiricisi
oldu. (Hobsbawm, 2003, s.458)
Savaş ekonomisinin tarih dışı bir kapitalizmin ürünü olduğu fikrinin altında
yatan, savaş ekonomisinin içinde üretimin yukarıdan aşağı planlanması ve piyasanın
yada meta fiyatlarının yükseliş ve inişine dayanmamasıdır. Cliff, savaş ekonomisini
kapitalizmin türlerinden birisi olduğu konusunda ısrar eder; “Birbirleriyle, askeri olarak
rekabet edebilmek için her ülkenin yöneticileri emirleri altındaki emek üretkenliğinin
rakiplerinin altına düşmediğinden emin olmalıdır.Rakiplerinin yeni donanım ve daha
ileri teknolojiye yatırım yapmaya çalıştıkları her sefer onlar da çabalarını buna
uydurmak zorundadırlar. Askeri yenilgi tehdidi dev devlet kapitalisti yönetici sınıfı,
tıpkı en küçük bireysel girişimcinin iflas tehdidiyle zorlanması gibi, işletmeleri üzerine
değer yasasını dayatmaya zorlar.” (Harman, 1993, s.32) 61 Mandel’de 2.dünya
savaşında yaşanan gelişmelerle savaş sonrası popülerleşen planlamacılık arasındaki
bağlantıyı vurgulayacaktır;
“Çağdaş orduların doğaları, çapları ve karmaşıklıkları göz önüne alınırsa,
bilimsel-teknolojik yeniliklerin savaştaki fiili kullanımı, kendi başına bilimsel buluşun
etkililiği kadar önemli, hatta belki de daha çok planlama ve üretime dayanıyordu. Bu
nedenle İkinci Dünya Savaşı bir sihirbazlar savaşından çok, bir idareciler ve
planlamacılar savaşıydı. Keitel, Eisenhower, hatta Stalin bir stratejistten daha çok
idarecilerdi.” (Mandel, 1995, s.108)
1940’lı, 50’li ve 60’lı yılların uzun süreli ekonomik boom’un sırrı ulusal
devletin aşırı birikime sürükleyen baskıları azaltabilmesinde, bir kısmını üretken
olmayan askeri kanallara yönelterek, yüksek bir sömürü haddini muhafaza etmeye
yönelik ücretler üzerindeki denetlemelerle, kilit işletmeler açık vermeye başlamadan
evvel boom’u yavaşlatmak üzere müdahalede bulunabilmesinde yatar. (Harman, 1994,
s.72) Yeni idareciler ve plancılar sınıfının başarılı hesapları bu dönemde yararlı
olacaktı. Askeri harcamaların Keynesçi politikalar üzerinde etkililiği, Sweezy’nin
103
Amerikan ekonomisindeki istihdamla ilgili 1970 sonunda yaptığı bir hesaplamada
görülüyor. ABD ekonomisinde askeri harcamaların olmaması durumunda, oluşacak
işsizlik oranı, 1930’ların büyük bunalım yıllarından bile fazla olacağını iddia eder
Sweezy. (Itoh, 1983, s. 158)
Harman’a göre Devlet ile sermayenin füzyonu otuzlu yıllar ile 1970’li yıllar
arasında dünya kapitalist sisteminin bütünün bir eğilimiydi ve Doğu ülkelerinde olup
bitenler bu olgunun uç ifadesidir. Bir ülkeden diğerine, az çok uzun dönemler boyunca,
devletin üretken sanayinin tüm sektörlerinde doğrudan bir hakimiyeti, askeri sektörün
muazzam büyümesi, ekonominin çok önemli bir bölümünün askeri rekabetin
ihtiyaçlarına bağımlılığı ve devlet yönetimleri tarafından piyasa güçlerinin işleyişinin
aşılması türünden olgular meydana gelmiştir. (Harman,1993,s.83)
Savaş ya da ulusal kalkınma için ulusal kaynaklar üzerinde denetim ve kontrola
sahip bir “Merkezi Planlama” yönetimiyle, Pazarın kör rekabetlerine karşı koyan
girişimci burjuvazi aynı “sermaye” birikimi süreçlerine dahil olabilir mi? Cliff,
planlama işlevini, Çokuluslu ve anonim şirketler içinde karşılaştırır. Çıkardığı sonuç,
“ister dev bir şirketin yönetici müdürleri olsun, ister girişimci burjuvazi, isterse de,bir
bürokrasi tarafından yönetilen ulusal bir ekonomi olsun, sermaye birikimine etki eden
aynı baskılara maruz kalacağıdır.Bu durum da uluslararası ekonominin içinde, bu yapı
ve aktörlerin benzer tepkiler vermesine yol açar.” Şirketlerin içinde metalar arasındaki
değer yasası ilişkilerin tersi yönünde işleyen bir türlü, planlama vardır. Planlamanın
içinde yer aldığı idare keyfi bir irade değildir. İdare; her dev şirketin, uzun vadede ister
askeri isterse iktisadi şekillerde olsun, rekabete karşı koyabilmesini sağlamalıdır Dev bir
şirket içinde cereyan eden şeyler, her iki dünya savaşında da her ulusal ekonominin
tamamına hakim olan modern devletlerin muazzam askeri sektörleri çerçevesinde de
aynı şekilde cereyan ederler. (Harman, 1994, s.68) Dış rekabet, şirket yönetimlerini
devamlı surette iç maliyetlerle ilgilenmeye, yani denetimleri altındaki çeşitli üretim
süreçlerinde değer yasasını dayatmaya zorlayan dış rekabettir. Bir ulusal ekonomi
çerçevesindeki örgütlenme çabaları da uluslararası düzeydeki rekabet tarafından
devamlı şekilde sorgulanır. Bu sadece piyasalar için iktisadi bir rekabeti içermez. Aynı
zamanda uluslar arasında askeri rekabeti de belirler. (Harman, 1994, s.68)
104
Harman’da Mandel’le tartışırken, Sovyet Ekonomisinin ulusal geliri içinde
tüketim harcamalarının giderek azalırken, yatırım harcamalarının nasıl sürekli
büyüdüğünü gösterir. Uluslararası piyasada rekabet eden sanayi burjuvazisiyle aynı
şekilde davranmaktadır. Üretimin giderek artan bir kısmı ağır sanayi birikimine
harcanırken kitlelerin tüketim harcamaları, yatırımlara oranla sürekli düşmektedir..Rus
iktisatçısı Vasiliy Selyunin SSCB’deki gerçek birikim düzeyinin 1920’lerden beri nasıl
düzenli olarak büyüdüğünü gösterir. 1928’de tüketim malları ulusal çıktının %60,5’unu
oluştururken, bu oranın 1940’da %39’a, 1960’da %27,5’a, 1985’te ise %25,2’ye
indiğini gösterir. (Harman, 1993 s.22) Sermayenin aşırı üretimi de, gerçek ihtiyaçlara
göre bir aşırı üretim değil, sermaye mallarının , tüketim mallarına göre bir aşırı üretimi
olarak görürsek, “sermayeyi aşırı değerlendirmeye” götüren, kapitalist üretim altındaki
eğilimlerin, Sovyet Ekonomisi içinde de geçerli olduğunun işareti değil miydi bu?
Dünya Ekonomisi, 70’lerin ortasından itibaren krize girmesiyle, Doğu Bloğu
ülkeleri Comecon’u da politikaları ve örgütsel biçimleri ne olursa olsun durgunluk
evresine geçmişlerdir. 1987’de bütün Comecon’daki büyümenin 1981 sonrası en düşük
düzeye indiğini görüyoruz. OECD ihracatında, Comecon’un payı, 1977-83 arasında
%5,2’den, %4’e düşerken, ithalat payı %3,6’dan %3,9’a yükselmişti. 1980-82
döneminde dünya ekonomisinde durgunluk genişlerken, gelişmekte olan ülkeler
OECD’ye yaptıkları ihracatı, %12-%13 arttırmayı becerdiği halde, Comecon’un ihracatı
düşüş kaydetti. (Haynes, 1992,s.172-173)
Peki Sovyet Ekonomisi bir bütün olarak kapitalist bir işletme gibi
davranıyorsa, partinin üst yönetici bürokrasisi de sanayi burjuvazisi ya da ticaret
burjuvazisi gibi bir sınıf mıydı? Ya da Anayasa’da her şey devlet mülkiyeti altındayken
nasıl bir egemen sınıftan bahsedebiliriz?
Marx ücretli emek üzerinde ilk ciddi incelemesinde sermayeyi, yalnızca
birikmiş, maddileşmiş emek olarak değil, aynı zamanda canlı, dolaysız emek üzerinde
egemenlik kuran birikmiş, maddileşmiş emek olarak tanımlanır. Sermaye, burjuva
politik iktisatçıları için toplumsal servetin bir biçimidir. Marksist politik iktisat
eleştirisinde ise, yalnızca bir servet biçimi olarak değil, aynı zamanda bir egemenlik
105
ilişkisidir de. Dolayısıyla, ekonomik artıktan bahsetmek yetmez, bunun için de tasarruf
edildiği egemenlik ilişkisini de ele almak gerekir.” (Aktaran Somay, 1997, s.132)
Savran, “Bu toplumlarda kolektif mülkiyetin, sosyo-ekonomik yaşamın
belirleyici unsurlar olması, burjuvazinin burada yeniden hakim sınıf olmasını
engelliyor” görüşündedir. (aktaran Somay,1997, s.135) Somay buna karşın “özel
mülkiyeti” tanımlamaya çalışır. Özel Mülkiyet, saf hukuki ya da saf iktisadi bir kavram
değil bir politik iktisat kategorisidir. Dolayısıyla içinde bir egemenlik ilişkisi taşır. Özel
mülkiyet, kişisel bir mülk değildir. Kişisel, kurumsal, kolektif biçimler alabilir. Vakıf
mülkiyeti, hisse senetli şirket mülkiyeti, bütün bunlar özel mülkiyet biçimleridir, ama
buralarda mülk sahibi kişi değil kurumdur. Kısacası, üretim araçlarının doğrudan
üreticilerin dışında, özel yada tüzel kişiler, bireyler ya da kurumlar tarafından, tek ya da
kolektif olarak tasarruf edilmesi özel mülkiyettir. (Somay, 1997, s.137) Somay “özel
mülkün” hukuki olarak var olmamasının, üretim süreçlerinde bir hakimiyet ilişkisi
olmadığı anlamına gelmediğini ifade edecektir, “burada devlet, hakim sınıf olarak
örgütlenmiş bürokrasidir” der. (Somay, 1997, s.138) Yani bu anlamda Somay’a göre
Rusya’da Bürokrasi üretim araçları ve ilişkilerinde demokratik bir ilişkiye değil, bir
egemenlik ilişkisine dayandığı, üretilen artı değer ve yaratılan ürünün paylaşımını
plancılar ya da müdürler bir azınlık yerine getirdiği için, özünde bu da bir egemenlik
ilişkisidir. Ve bu anlamda da, Rus Bürokrasisi de, dev bir anonim şirketin yönetim
kurulu gibi davranacaktır.
Gülalp, 20.yüzyılın refah devletine dayalı ile kapitalizmi ile merkezi
planlamaya dayalı sosyalizmin aynı şeyin iki değişik varyantı olduğunu düşünüyor.
Üretim ilişkileri açısından belirleyici olanın artığın üretiliş ve ona el konuş tarzıdır.
Gülalp bu açıdan bakıldığında, söz konusu iki tür toplumda doğrudan üreticilerin
üretim koşullarının aynı olduğunu belirtir. (Gülalp, 1993, s.130)
6.3 27 Mayıs Döneminin Popüler Yayın Organlarında Devletçilik
27 Mayıs sonrasında popülerliğini kazanan Yön Dergisi, gerek etkilediği
kesimlerle, gerekse de içerdiği geniş aydın kadrosuyla, kalkınma tartışmalarına etkili bir
106
şekilde katılmış, dönemin popüler muhalefetini kendi kadroları arasına toplamayı
becermiştir.
Yön, kendi deyimiyle yurtta ve dünyada huzursuzluk yılı olarak uğurlanan
1961 yılının sonlarında 20 Aralık’ta yayın hayatına atıldığında, 1960 ihtilalinden sonra
ortaya çıkan radikal eğilimlerin belki de en dikkate değer olanlarına sayfalarını açmıştır.
Yön Bildirisine göre, “Atatürk devrimleriyle amaç edinilen çağdaş uygarlık seviyesine
ulaşmak, milli üretimi yükseltmekte gösterilecek başarılara bağlıdır. Bu nedenle
topluma şekil vermek durumunda olan aydınların, belli bir kalkınma felsefesinin ana
hatları üzerinde anlaşmaları gerekmektedir. Böyle bir kalkınma felsefesinin hareket
noktaları, bütün insanların seferber edilmesi, kitlelerin sosyal adalete kavuşturulması,
istismarın kaldırılması ve demokrasinin kitlelere mal edilmesidir. Bunun adı ise bildiriyi
hazırlayanlara göre yeni devletçiliktir.” (Özdemir, 1986,s.51)
Derginin sürükleyicisi Doğan Avcıoğlu’dur. Avcıoğlu Fransa’da siyasal
Bilimler eğitimi görmüş, DP’nin son yıllarında Akis dergisinin çıkmasında çalışmış,
CHP araştırma bürosunu yönetmiş ve nihayet 27 Mayıs sonrasında Kurucu Meclis’e
seçilmiş, yeni anayasanın hazırlanmasında etkin görevler almış, çok çalışkan,
gerektiğinde derginin tüm yazılarını yazabilecek kapasitede ve iktidar vizyonu taşıyan
bir kişidir.
“Yön” hareketi “devleti” temel alan ekonomik ve siyası yapısı nedeniyle,
Kadroculuğun yeniden dirilmesi olarak görülecektir. Gerçekten de, sadece fikirsel
olarak değil, isim olarak değil, somut olarak da “Yön” çevresini ve kitleleri etkilemeye
devam etmektedirler.Sık sık yapıldığı gibi Yön, Kadroyla karşılaştırılırsa, Avcıoğlu,
Yön’ün Şevket Süreyya’sıdır. Derginin çekirdek kadrosunu, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz
Sosyal, İlhan Selçuk, İlhami Sosyal ve Cemal Reşit Eyüboğlu oluşturmaktadır. Böyle
bir çekirdek kadronun varlığına karşın, Yön Kadrodan farklı olarak küçük bir grup
tarafından yürütülen bir dergi değildir. Dergide 187 yazarın birden fazla yazısı
çıkmıştır. Kadro, tek parti döneminin var olan iktidar odağını etkilemeye çalışırken
Yön, kamu alanını etkilemek ve bu yolla dolaylı olarak sonuç almak istemektedir. Ama
Yöncüler yine de bu etkileme çabasında tüm kamu alanından çok, daha sınırlı bir gruba
o zamanın terimiyle zinde kuvvetlere yönelmeye öncelik vermektedir. Kuşkusuz bu
107
yönelimde 27 Mayıs askeri müdahalesinde yaşanan deneyimlerin etkisi vardır. Bu
durumda Yöncüler sadece dergi çıkarmakla yetinmemişler, siyaset içinde etkili
olabilmek için, İngiltere’deki Fabian derneklerine benzetilen, Sosyalist Kültür
Derneğinin değişik illerde şubelerini kurmuşlardır. (İlkin ve Tekeli, 2003, s.468-469)
Kadroculukla, Yöncülük arasında kuşkusuz önemli benzerlikler vardı. Ş.
Süreyya Aydemir’in derginin sayfalarında oldukça yer bulması boşuna değildi. Her iki
söylem de kalkınmayı merkeze alarak kurulmuştu. Her ikisi de devletin, özel sermaye
karşısında sanayinin denetimini elinde tutmasını ve planlamanın da buna hizmet etmesi
gerektirdiğini düşünüyordu;
“Plan iktisadi hayatı istenen amaçlara zamanında ve bütünüyle yöneltmeğe
imkan verecek yetkilerle araçları da beraberinde getirmelidir. Bunu sağlayacak belli
başlı şartlardan biri de, iktisadi hayatın çeşitli kesimlerine hakim olan kilit sanayilerin
mutlaka devlet elinde bulundurulmasıdır. Devletçiliği ciddi bir planlamanın vazgeçimez
unsuru sayıyoruz.” (Yön, 20 Aralık 1961, s.12-13)
Demokratik bir kalkınmaya duyulan inançsızlık her ikisinde de ortaktı. Yine de
farklı yönler vardır. Yöncüler bu benzetmeden habersiz değillerdir. 4 Temmuz 1962
sayısında bu eleştirilere kısa da olsa dergide yanıt verilir,
“Kadro hareketini tanıtmamız üzerine Yön’ü kadroya bağlayan yazılar çıktı.
Bunlar ciddi olmayan yakıştırmalardır. Kadro o zamanın şartlarına göre mevcut iktidar
için bir doktrin hazırlama gayretine girişmişti. Kadro siyasi bağımsızlığına kavuşmuş
azgelişmiş memleketleri, otarşik bir düzen içinde iktisadi bağımsızlığa kavuşturmanın
yollarını arıyordu. Kadro’nun bu gayretlerini takdirle hatırlıyoruz. Fakat Kadro’nun
halkçılık cephesini zayıf buluyoruz. Devletçiliğin emekçiden yana cephesi iyi belirtilmiş
değil… Yön, iktisadi bağımsızlığın yanı sıra içerideki her türlü sömürüye karşıdır.”
(Yön, 4 Temmuz 1962, s.4)
Yöncüler Kadroculardan, farklı olarak Türkiye’deki sınıf çelişkilerini
reddetmiyorlardı. 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisine de, bu dönemde gelişen işçi
hareketine de yakınlık göstermişlerdi. Ama Yöncülere göre Türkiye gibi azgelişmiş bir
ülkede işçi sınıfı zayıftır ve bilinci gelişmemiştir. Türkiye’deki ara tabakaların, asker-
108
sivil aydın zümrenin ya da zinde güçlerin tarihten gelen devrimci bir geleneği
vardır.Öncülük ancak bu tabakalardan beklenebilecektir. O halde yapılacak olan zinde
güçlerin iktidarı kontrol etmesini ve bundan sonra sosyalist bir program uygulayarak
toplumun kalkınmasını ve değişmesini sağlamaktır. İlkin ve Tekeli’ye göre, “Açıkça
söylenmese de, bu askeri,sivil zinde güçler darbesini öngören bir stratejidir.” (İlkin ve
Tekeli, 2003, s.471)
Aydınoğlu’na göre, “Yön’ün ifade ettiği siyasal eğilimi, 27 Mayıs’ın hemen
ardından filizlenmiş tipik bir aydın ya da küçük burjuva radikalizmi olarak nitelemek
mümkün. Yön bildirisinde kendisini açıkça hissettiren kimi karekteristikler, bu
gözlemin kanıtı olarak sıralanabilir: Sosyo-ekonomik dönüşümlere duyulan samimi
özlem; “yukarıdan devrimcilik”e bağlılığı ifade eden bir elitizm anlayışı; devlet ve sınıf
olgularından habersizlik, modern sınıf mücadelesinin keskinleşme belirtilerinden
duyulan telaş; demagojik olmaktan çok, ütopik olarak nitelendirilebilecek bir “sınıfsız
toplum yaratma özlemi” vb. gibi.” (Aydınoğlu,1992, s.40)
Bildiriyi toplam 1042 kişi imzalamıştır. Çoğunluğu, üniversite öğretim üyeleri,
müfettişler, mühendisler, öğretmenler ve memurlardan oluşan bir kamu görevlileri
oluşturmaktadırlar. 1042 kişinin 992’si erkek, 62’si kadındır. Doğan Avcıoğlu’nun
verdiği bilgilere göre YÖN’ün tirajı, sıkıyönetim tarafından kapatıldığı 78.sayıya kadar
30 bindir. Eylül 1964’te ikinci kez yayın hayatına başladığında ise, 10 bine düşmüştür.
(Özdemir, 1986, s.54)
İlk dönemin Yön’ünde Türkiye aydınına kurtuluş yolunu göstermeye kalkışan
Yön’cüler o sıralarda sadece tek bir gelişme yolunun ve buna ait politik ve örgütsel
biçimlerin propagandasıyla içlerine kapanmış değillerdir. Bir yandan üçüncü dünyaya
ait deneylerin heyecanlı tanıtması yapılırken, diğer tarafta Batı Avrupa Sosyal
demokrasisinin dokümanları, Sosyalist Enternasyonal’e bağlı partilerden haberler,
iktidardaki sosyalist partilerin deneyleri de yoğun bir şekilde okuyucuya iletilir. Bu
eğilim özellikle Sosyalist Kültür Derneği’nin kuruluşunun ardından daha da güçlenir.
Bu derneğin, batı tipi bir sosyal demokrasinin savunuculuğunu üstlenen kimi
konferansçıları da Yön’ün yazarları durumundadır. Ne var ki, bu karmaşaya rağmen bu
dönemin Yön Dergisinde, üçüncü dünyacı kalkınma yolunun yada bunun vasıtası olarak
109
düşünülen askeri darbeciliğin yegane politik seçenekler olarak düşünülmediği rahatlıkla
söylenebilir. Yön’ün kurmaylarının 3.dünyacı askeri bir sosyalizm eğilimlerinin
netleşmesi ve ayrışması da 1960’ların sonlarında olacaktır. (Aydınoğlu, 1992, s.44-45)
Özdemir’e göre, “DPT’den istifa eden ilk plancıların yönetiminde yer aldığı program
daha çok Avrupa Sosyal demokrasisinden etkilenmiştir. Derneğin kuruluş bildirisinde
sosyalist metodu, kapitalist gelişmenin bilhassa azgelişmiş bir toplumda meydana
getireceği, aşırı sınıf çatışmalarını demokratik yollarla önlemenin tek yolu olarak
görmekte idi. Bu ise, milliyetçi, hürriyetçi ve demokratik ilkelere dayanan bir sosyalizm
demekti.” (Özdemir, 1986, s.58-59)
Tabi bu buna bir program olarak bakabileceğimiz Birinci Kalkınma Programı
dahil, YÖN’ün Kalkınma Felsefesi özünde özel sermaye karşıtlığı içermiyordu. Bu
anlamda bir toplumsal egemenlik ilişkisi olarak sermaye karşıtlığına sahip değillerdi. En
radikal yorum olarak kabul edilebilecek YÖN bildirisinde özel sermayeye karşı tutum
şöyle sergileniyordu;
“Türkiye’nin iktisadi hayatında özel teşebbüsü ve devlet teşebbüsünü birlikte
yaşatan karma bir sistem kalacaktır. Fakat ağırlık merkezi özel teşebbüs olan bir
iktisadi sistemin, bugünkü yapısıyla Türkiye’yi hızla ve sosyal adalet içinde çağdaş
uygarlık seviyesine ulaştırabileceğini sanmıyoruz. İktisadi ilmin ve tarihin ışığında
inanıyoruz ki, özel teşebbüse dayanan kalkınma yavaştır, ıstıraplıdır, taraflıdır ve
sosyal adaletle bağdaşması az gelişmiş bir memlekette imkansızdır.” (Yön, 20 Aralık
1961, s.12-13)
YÖN bildirisinin bu kısmında bile, kalkınma sürecinde özel sermayeye karşı
güvensizlik ortaya konurken, “bugünkü yapısıyla” ve “az gelişmiş bir memleket”
olduğumuz için gibi önkoşullar mevcuttur. YÖN’cülerin çerçevesinde bile, özel
sermayeye karşı kalkınma sürecindeki güvensizlik konjonktüreldir ve köktenci bir
eleştirinin konusu değildir.
27 Mayıs’ın hemen sonrasında ortaya çıkmış ve Yön’ün “devletçilik”
konusunda yarattığı etkiye karşı kendi etki alanını yaratmaya çalışan “Barış Dünyası”
dergisi vardır. Gerçekten de, bu iki derginin ayrı ayrı bildirileri, 27 Mayıs döneminin
110
içindeki iki temel ve çatışan eğilimi özetlemektedir; Nisan 1962’de ilk sayısı
yayımlanan “Barış Dünyası”’nın giriş yazısı ise tartışmaların sadece bir noktada
toplandığını ifade eder; “Devlet Kapitalizmi” mi yapmalıyız, yoksa özel teşebbüs ve
sermaye rejimini mi kabul etmeliyiz?
“Şimdi bizim iki tip cemiyetten birini seçmemiz gerekiyor. Bir ortalamanın yani
hem devlet işletmeciliği, hem de hususi işletmeler sisteminin bir rejim değil geçici
zaruretler icabı bir oportünizm olduğuna şüphe yoktur…Bizim kesin inancımıza göre,
iktisaden geri kalmış memleketlerde en büyük tehlike, devlet kapitalizmi sistemidir”
(Barış Dünyası, Nisan 1962, s.8-10)
İlk sayısında, Yön’ün bildirisine benzer, başlıca ticaret ve sanayi odalarının
katılımıyla ortak bir bildiri yayımlar. Bildirinin giriş kısmında, Yön’e atıfta bulunarak,
son zamanlarda kalkınmamızın ancak “devlet işletmeciliği ve yatırımı usulüyle
başarılabileceğini inanan bazı aydınlarımız bu fikri kitleye yaymaya girişmişlerdir diyen
bildiri bunun aksi görüşü savunan işadamları ve aydınların görüşlerini maddeler halinde
sıralar. İkinci maddesinde “Devletçilik hepimizin ortak kabul edeceği bir rejimdir.”
diyerek sorunun “devletçilik olmadığını söyleyen bildiri, sorunun ve tehlikenin
“devlet”’in kendi adına birikim ve sermayedarlık yapması olduğuna işaret eder;
“Devletin sermayedar ve işveren yerine geçmesi tarafsızlığını bozar. Sınıfların
kendi aralarında halledebilecekleri meselelerde, devletin sermayedar ve işveren olarak
bir sınıf mümessili gibi ortaya çıkması bütün sosyal düzeni bozabilir. Böyle bir rejimde
grev, devlete karşı ayaklanma manasına gelmektedir.” (Barış Dünyası, Nisan 1962, s.19)
Bu dönemde, özel sermaye Barış Dünyası Dergisi’nin Odalar Birliğinden
işadamlarıyla imzaladığı ortak bildiri, bu “devletçilikle” askeri iktidarın ömrünü uzatma
isteğine karşı, “seçimler” ve “hürriyet” talebindedir. 27 Mayıs içinde, “Barış Dünyası”
dergisi içinde “Odalar Birliği”nin temsil ettiği, özel sermayelerin genel eğilimi, bu
reformcu-bürokrasiye karşı seçimleri ve hürriyetleri savunmak olmuştu. Kurucu Meclis
tartışmalarında değineceğimiz gibi, “hürriyet” sloganı, “Kurucu Meclis”’te öncelikle
“özel mülkün”, devletin potansiyel müdahalelerine karşı haklarıydı. (Çelikbaş, B:36
O:1, 3.4.1961)
111
7. 27 MAYIS’IN GALİBİ: SANAYİCİLER
Bu bölümde, 27 Mayısın sanayicilerin egemenliğine yol açan sonuçları üzerine
durmak istiyoruz. İhtilalin radikal devletçi görüşlere sahip kanatları temizlendikçe, toz
dumanın arasından egemen olarak çıkacak olan sanayi burjuvazisi olacaktı. İhtilalin
başlangıçtaki neredeyse bütün sermaye kesimlerini tehdit eden yanı, görünüşe göre
çeşitli büyük sermaye bloklarının arasında bir birliğe yol açmıştı. Ama bu birlik içinde
tarafların güçleri eşit değildi. Sanayi burjuvazisinin, bir yandan 27 Mayıs’ın gücünü
kullanarak, eski rakibi toprak sahiplerinin siyasi ve ekonomik güçlerini kırmış, bir
yandansa 27 Mayıs’ın radikal kesimlerine karşı, toprak ve ticaret sermayesiyle birlikte
ortak tutum alarak bu sermaye blokunun öncülüğünü ele aldığını söylemek bu dönemin
olgularını açıklayıcı bir çerçeve olacaktır.
Her şeyden önce 27 Mayıs, DP’nin uygulamayı sonuna kadar götüremediği
1958 programını, büyük sanayiciler lehine başarıyla uygulamıştı. DP’nin, yaratacağı
durgunluk ve kitlesel hoşnutsuzluğun dışında, sermaye kesimlerinin önemlice bir
kısmını tasfiyeye ve iflasa sürüklemeyi göze alamadığı için tam olarak uygulayamadığı
program 27 Mayıs’ın askeri gücü sayesinde hayata geçecekti. 1960 sonrası, ithal
ikameci sürece damgasını vuracak olan üretken sanayi sermayesi, yoğunlaşmasını ve
tekelleşmesini de önemli oranda bu dönemde gerçekleştirecekti. Başlangıçta sanayi
burjuvazisini de dahil yeni yönetime karşı belirsizlik ve şüphe resesyonu ağırlaştırırken,
radikal kesimler süreçten tasfiye edildikçe, resesyon sanayiler açısından yeni bir dönem
ve fırsata dönüşmüş görünüyor.
İhtilalden sonra,büyük anonim şirketlerin karlarını inceleyen, Hilmi Özgen, şu
sonuca varıyordu; Yassıada Duruşmalarının başlamasıyla büyük şirket karlarında bir
yandan düşme görülürken, toplam zarar miktarları da önemli ölçüde artıyordu. Özgen,
“duruşma sırasında karlarda dönen entrikaların ortaya çıkarılmasının iş çevrelerinde
müthiş bir huzursuzluğa yol açtığını” yazıyordu. (Aktaran Rosaliyev, 1979, s.26) Hilmi
Özgen
Odalar Birliği de durgunluğun keskinlemesinin sebebi olarak 27 Mayıs’ı
gösterecektir.
112
“1960 Mayısında başlayan siyasi konjönktür değişikliğinin de sebep olduğu
1961 yılı içindeki ekonomik duraklamanın tesiriyle sanayi, ticaret ve ulaştırma
sektörlerinde de istihsal azalmaları olmuş ve netice itibarıyla safi milli hasıla 1961
yılında, 1960’ a nazaran %1,88 ve fert başına düşen milli gelir de %4,6 nispetinde
azalmıştır.” (TTOSOTTBB , 1962 s.11)
Görülen o ki, temel sanayi ürünlerinde de, koşullar 1958 ve 1959’dan daha
kötüdür. Özel yatırımların bütünündeki düşüş ise daha çarpıcıdır.1960’da 1959’e göre
%11,4 artan özel yatırımlar, 1961’de bir önceki yıla göre %31,8 oranında düşecektir.
(TOBB, s.12) Zirai üretimdeki düşüşte aynı derecede çarpıcıdır. Tarımsal üretim,
1961’de 1960’a nazaran %24;2 oranında düşmüştür. (TTOSOTTBB, 1962 s.17)
Kredilerin dondurulmasında da 27 Mayıs yönetimi, DP döneminin
yapamadığını yapmış kredilerin musluklarını önemli ölçüde kesmişti.1960 ile 1961
arasında gerçekleşen kredi kısıtlamaları, özel kesimle ilgili olarak %9,3 dolayında,
kamu kesimi içinse %75 dolayındaydı. Yerasimos’a göre “Kamu kesimi özel kesime
rant dağıtma aracı haline geldiği için, bu kısıtlama da özel kesimi vurmuştu.”
(Yerasimos, 1980, s.761) MB’nin faiz oranları, %6’dan, %9’a çıkarıldı.1961 yılında
krediler bir önceki döneme göre %35,06 azaldı. Düşüşün nedeni, dağıtılan tüm
kredilerin %80’ini oluşturan Merkez Bankası’nın kredilerini kısması yüzündendi.
Banka, 1960 yılında toplam kredilerin %48’ini dağıtırken, 1961 yılında %13’ünü
dağıtmaktaydı. (Yerasimos, 1980, s.761)
Bu politikaların kaçınılmaz sonucu sermayenin bir bölümünün tasfiyesi
olacaktı. Yerasimos bu durumu şöyle anlatıyor;
“Subaylar mali durumu düzeltmek amacıyla banka çevreleriyle, ticari ve sınai
işletme çevrelerinde iyice bir budamaya girişmek zorunda kalmışlardı. Büyük burjuvazi
için de bir yarışma öğesi olarak ortaya çıkan eski iktidarla sıkı fıkı bu türedi kesimin
elenmesine göz yummaktan başka yapacak bir şey yoktu. Böylece bir sürü banka
kapatıldı. Birçoğunun hesapları da kılı kırk yaran bir denetime tabi tutuldu.”
(Yerasimos, 1980, s.760)
113
Devrimden sonraki dönemde, şirket sermayelerinin gelişme hızında bir düşüş
ve sermayeleri büyüyen şirket sayısında bir azalma görülüyordu. Fakat sayıları
azalmasına rağmen sermayesi artan eski şirketler arasında şirketlerin güçlenmesi
yönünde açık bir eğilim görülüyordu. 1959’da bu şirketlerde, şirket başına ortalama 14
milyon lira sermaye düşerken, bu miktar 1960’da 17 milyona, 1961’de 21 milyona,
1962’de ise 42 milyon liraya yükseldi. (Rosaliyev, 1979, s.27)
Sanayi ve Ticaret alanında Türkiye’de önemli bir rol oynayan Türkiye İş
Bankası, 1946 yılında özel kesimdeki banka girdilerinin %48’ini elinde tutuyordu. 1957
yılında içinde ise bu oran %40’a düşmüştü. 1963 yılında İş Bankasının girdileri 1957
yılına orana iki kat artarak toplam girdilerin %48’ini oluşturur. 1960 yılından önce
mantar gibi türeyen bankaların çoğu kapanırken, İş Bankasının rezervleri özel kesim
rezervlerinin %70’ini, karı ise özel kesimin karının 2/3’üne yükselmiştir. (Yerasimos,
1980, s.754)
Bu sürecin aynı zamanda, tekelleşmenin hukuksal zeminlerini de yarattığı
görülüyor. Türkiye’de holdinglerin oluşumu 1963 yılında başlamış, 1970 yılından sonra
hızlanmıştır.Holding, bankacılık, sanayi, ticaret, sigortacılık, tarım, basın vb. dallarda
yaratılan sermayenin tam anlamda bütünleşmesi ve akıcılık kazanmasını sağlayan bir
kurumsallaşmadır ve Türkiye’de finans-kapital olgusunun ortaya çıkışını belirlemiştir.
Holding yapısının ortaya çıkışı, bir çok yasanın böyle bir oluşuma olanak verecek
şekilde değiştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yasal değişiklikler 1957-67 arasındaki 10
senelik dönemde yapılmıştır. (Tekeli, 1985, s.2390) Holdinglerin hukuki yapısının
oluşumu yine Vehbi Koç gibi sanayicilerin talepleriyle hızlanmıştır. (Buğra, 1997,
s.198)
27 Mayıs’ın sanayicilerin işine yarayan bir diğer yönü, Menderes’in
yapamadığı şeyi, toprak sahiplerinin mali ve siyasi gücünü kırmak olmuştur. Bu
gelişmeyi takip edebileceğimiz en önemli gösterge tarıma devlet tarafından açılmış
kredilerdir. Toprak Mahsulleri Ofisinin, toplam Merkez Bankası kredilerine oranına
bakarsak, 1953’te %34,9’la tepe noktasını bulan tarımsal krediler, 1956’da %14,9’a
düşmüş, 1958 programı sırasında tekrar yükselerek 1959’da %26,6 olmuş, 27 Mayıs
114
döneminde; 1961 ve 1962’de sırasıyla; %18,6 ve %17,3’e düşer. (Küçük, 1984, s.325-
326)
Toplam kredilerdeki durum da çok farklı değildir. 27 Mayıs’ın hemen
arkasındaki bir tarihte bile sanayi kredileriyle ters bir oranda tarım kredilerinin düşme
eğilimini verir. Kredilerdeki durumda zirai krediler 1960’da 2392 milyon TL iken bu
rakam, 1961’in son ayında 1682 milyon TL’ye düşmüş, aynı zaman dilimi içinde sanayi
kredileri 223 milyon TL’den 282 milyon TL’ye çıkmıştı. (TTOSOTBB, 1962, s.49)
Daha uzun vadelerde kredilerdeki duruma baktığımızda ise tarım sektörünün
aldığı kredi oranlarındaki düşüş ise çok daha belirgin olduğu görülüyor. Her durumda,
27 Mayıs yönetimi, bu düşüşün en keskin virajlarından birini oluşturur. 1950’de %38,4
olan toplam krediler içinde tarımın payı, 1960’da %50,3’e yükselir, 1972’de %25,2’ye
düşecektir. (Küçük, 1984, s.354)
Kuşkusuz kredilerin düşüşü bir sonuçtur. Tarımsal üretimin ve ona bağlı olarak
toprak sahiplerinin, temel aktör olduğu konumu yitirmesiyle açığa çıkan bir sonuçtur.
Toplam krediler içinde tarıma ayrılan payın, ulusal birikim içindeki tarımın, ticaret ve
sanayi karşısındaki konumunu açığa çıkardığı düşünülebilir. Devlet kredilerinin düzeyi
ise bunun siyasal düzeyde yansıması olarak düşünmek anlamlıdır.
Ticaret ve Sanayi odalarının yönetiminde kendilerine yer bulamayan, odaların
seçimindeki demokrasiyi kendilerine ayak bağı olarak gören, büyük sanayi temsilcileri
de (Sönmez, 1987, s.168) 27 Mayıs’ın hemen arkasından gelen süreçte, özel sermayenin
temsilciliğine soyunmuşlardı. 1960 sonrası kurulacak sanayici hegemonyasın ilk
işaretleri 27 Mayıs’ın hemen sonrasında görülecekti. 27 Mayıs’ta TOBB bütün
organlarıyla feshedildikten sonra, Vehbi Koç, TOBB’a 5 Ağustos 1960 ile12 Eylül 1960
tarihleri arasında bir buçuk ay kadar sonra geçiş dönemi başkanlığı yaptı. Koç’tan sonra
iki dönem daha başkanlar askeri yönetim tarafından atandı.(Zaman, 07.05.2005)Koç’un
yardımcılığına da bir başka sanayici Eczacıbaşı getirilmişti. (Sönmez, 1987, s.168)
Kuşkusuz Koç’un ve büyük sanayicilerin böyle bir temsiliyet kazanmaları, 27
Mayıs’ın arkasında onların siyasal desteği olduğunu göstermiyordu. Koç’un anılarından
öğrendiğimiz gibi bu, 27 Mayıs’ın hemen arkasından Koç, genç subayların büyük
115
sermaye karşıtı askeri uygulamalarına karşı destek için İnönü’yle görüşmeler yapar.
(Dündar, 2006, s.252-253) Bizce, sanayi burjuvazisinin etkililiği MBK’dan çok
hükümet düzeyindeydi. 27 Mayıs yönetimi bölümünde değindiğimiz gibi bu dönemde
yönetimin bölünmüş bir karakteri vardı ve iş dünyasıyla ilişkiler hükümet ve
genelkurmayın nezdinde kuruluyordu. Tabii bu durumla ilgili Milli Birlik Komitesi
subaylarından da bir tepki olduğuna dair bir işarete sahip değiliz. Dolayısıyla,
sanayicilerin iş dünyasının temsilcileri olarak ortaya çıkışı ister 27 Mayıs’ın radikal
kesimlerinin sessiz bir onayı biçiminde olsun, isterse askeri ve siyasi üst bürokrasinin
aktif desteğiyle olsun, bu kazanılmış bir hegemonyayı gösteriyordu. Radikal subayların
söylemlerinde de gördüğümüz gibi, asıl öfke duyulan “hacıağa” tipiyle, büyük toprak
sahibi ve gerici eşraf olarak adlandırılan “tüccar” sınıfıydı. Bu durum farklı ölçülerde
de olsa, ithal ikame dönemi olarak adlandırılan 1980’lere kadar bir ölçüde egemenliğini
koruyacaktı. Yön’ün yazarları için de, kalkınmanın tutucu ve gerici gücü, bu toprak
sahibi ve komprodor burjuvaziydi. (Yön, 24 Ocak 1962,s.16) Daha sonra, 1960’ların
ortalarında halk muhalefeti üzerinde etkili olacak olan “Milli Demokratik Devrim”
tezinde dahi, asıl mücadele anti feodal ve anti-emperyalist kalıntılara yönelik olacak,
sanayiciler ve sanayi burjuvazisi, “muhalefetin” hedefinin dışında olacaklardı. (Yetkin,
1998, s.120-23) Bu durumun, sanayi burjuvazisinin siyasal ve toplumsal hegemonyasını
gösterdiğini düşünmek anlamlı olacaktır.
Devlet kredilerindeki değişim, 27 Mayıs’tan sonra gerçekleşen kurumsal
değişimler için önemli bir göstergeydi, ama değişimin çapı bununla sınırlı değildi. 27
Mayısçılar 1980’e kadar yürüyecek olan ekonomi-politikalarda köklü bir değişimin
işaret taşları oldular. Keyder bu değişimi şöyle yorumluyor;
“1960 darbesini yapanlar ve onların aydınlar ve bürokrasi içindeki
danışmanları pek de farkında olmadan toplumsal politikası, siyasi dengeleri ve idari
mekanizmalarıyla birlikte yeni bir modelin temelini attılar. Sonraki 20 yıl içinde, bu
birikim modeli köklü dönüşümler geçirmeden ve oldukça başarılı biçimde işledi. Yeni
ortaya çıkan toplumsal ve iktisadi düzenleme ağı ve genel politika yönelimi, tabii ki bir
pazarlık sürecinin, özellikle dünya ekonomisindeki hakim güçlerle yapılan bir
pazarlığın sonucuydu. Söz konusu birikim modeli başlangıçta dünyadaki hegemonyacı
116
güç ve onun finansman kuruluşları tarafından da savunulmuş ve aktif şekilde
desteklenmişti. OECD yoluyla yapılan dış baskı da, Menderes Hükümetine iktisadi
karar alma sürecini merkezileştirmesi için dış baskı yaparak, ve dış ticarette
liberasyondan uzaklaşılması onaylanarak, planlama, koordinasyon ve ithal ikamesine
dayanan yeni bir politikanın başlatılmasına izin veriyordu. Bu bakımdan darbe, gerek
dış baskılara gerekse şehir kamuoyunun çeşitli tabakaları arasında artan
memnuniyetsizliğe cevap veriyordu ve bütün bunlar sanayi burjuvazisinin projesini
desteklemesini gündeme getiriyordu. Bu zımni koalisyon içinde, restorasyoncu
bürokratların ümitleri, yeni kurulan planlama teşkilatındaki devletçi bürokratların
istifaya zorlanmasından anlaşılabileceği gibi kısa sürede tuz-buz edildi.Bundan böyle
hakim unsurun sanayi burjuvazisi olacağı belli olmuştu.” (Keyder, 1989, s.119-120)
Sanayi burjuvazisi açısından kuşkusuz en önemli değişim, 1980’lere kadar
ekonomi yönetiminde merkezi bir yere sahip olacak olan DPT’nin kuruluşuydu.Bu
dönemde DPT, ekonomiyle ilgili çeşitli bakanlıkların yanı sıra varlığını sürdürecek,
ancak Anayasadaki ayrıcalıklı konumu nedeniyle fiilen bu bakanlıkların üzerinde yer
alacaktı. DPT Müsteşarı, sanayiyle ilgili bir başbakan yardımcısının işlevini görüyordu.
Planlar yatırım kararlarını merkezi olarak koordine etme teşebbüsleriydi. Yine de
DPT’nin faaliyetlerinin en önemli yönü sübvansiyonlu kredilerin ve kıt dövizin tahsisi
için onayının gerekli olmasıydı. Böylece, siyasi tahsis süreçlerine ve dolayısıyla
piyasada pazarlık yerine en üst idari düzeyde pazarlığa ayrıcalıklı bir yer bulan bir
durum yaratılmıştı. Bu şekilde, kıt kaynakların ve bu kaynakları kullananların elde
edeceği rantın, en üst idari düzeye erişme imkanı bulunan sanayi burjuvazisine gitmesi
sağlandı. (Keyder, 1989,s.122,.) DPT, büyük sanayi burjuvazisinin odalar düzeyindeki
temsiliyet sorunlarını böylece halledecek, demokratik olmayan böylesi bir merkezi
yapıyla, devletin kaynaklarına rahatça ulaşabilecekti. Toplumsal artığın sanayicilerin
hesabına aktarılmasını sağlayan mekanizmalara gelince; himaye yoluyla sağlanan
rantlar başlıca araçtı. Hem dış rekabetin önlenmesi hem de iç pazarda tekel veya
oligapol yapılar oluşturulması nedeniyle, kar marjları yüksek düzeyde kalabildi. Temel
mekanizmalardan ikincisi sübvansiyon programlarıydı; bu programlarla devlet sanayi
burjuvazisinin düşük fiyatlı girdilerden, tercihli fiyatlardan, düşük maliyetli kredilerden
ve vergi iadelerinden dolaysız veya dolaylı olarak yararlanmasını mümkün kıldı. Bu
117
subvansiyonlardan bir diğeri ise, Pazar görünümü arkasına gizlenmiş, döviz kuruydu.
(Keyder, 1989,s.136-137) TL’nin resmi değerinin şişirilmiş olması, iktisadi karar verme
mekanizmasını politize ederek bürokrasinin araçsal özelliğini pekiştirdi.Mevcut Dövizin
neredeyse tamamı için çeşitli devlet kademelerinde rekabet edenler sadece sanayicilerdi.
(Keyder, 1989,s.140) 1942 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunun yürürlükten kalkmasından
sonra ilk defa, beş yıllık kalkınma planlarının getirdiği bir dizi sistematik teşvikle ticari
etkinliğin sanayiye aktarılması bekleniyordu. (Buğra, 1997, s.197)
Gümrük ve vergi bağışıklığı ile uzun ve orta vadeli, düşük faizli kredi
politikası en önemli özendirme politikaları olarak özellikle 1968’den itibaren sistemli
biçimde uygulanmıştır. 1980’e kadar, özendirme belgesi çerçevesinde yatırım
tutarlarının sektörlere dağılımında; imalat sanayi %81,1, %8,9 ile enerji kesimi,
ulaştırma ve turizm %5,4, %3 ile madencilik, %1,6 tarım kesimi almış. (Saybaşılı,
1992, s.97)
Nihai malın ithali de yasaklandığı için sanayiciler korunmuş pazarda tekelci
ayrıcalıklara kavuşabilmişlerdir. Ayrıca ithalat rejimi çeşitli listelerden oluşmaktadır.
Bu listeler arasında malların transferi büyük ölçüde sanayicilerin baskısı ile olmaktadır.
Listelerin hazırlanmasında genel uygulama, iç üretim başladıkça o malın liberasyon
listesinden kotalara kaydırılması ve yerli üreticiler iç pazar için yeterli üretimde
bulundukça ithalatının tamamen yasaklanmasıdır. Böylece ithal permileri olan
sanayiciler çeşitli rantlar sağlama yoluna gitmişlerdir. (Eralp, 2003, s.621-622)
Aynı şekilde kamu yatırımlarının ağırlığı da 1963-80 döneminde, ezici bir
oranda sanayiye dönük olacaktır. Kamu kesimi yatırımlarının sektörlere göre dağılımına
baktığımızda, tarım 1963’te %16,2’den, 1980’e kadar görece düzenli sayılabilecek bir
düşüşle %7,2’ye düşer. İmalat ise 1963’ten itibaren düzenli büyüyor. 1963’te %10,2,
1972’de %29,4’le tepe noktasına ulaşıyor, 1980’e %27,5’la varıyor. Enerjide düzenli
artış gösterenlerden;1963’te %8,9’dan, 1980’de %27,5’a ulaşıyor. Ulaştırma ise dönem
boyunca %20’den düşmüyor. (Saybaşılı, 1992, s.89)
1963-80 arasında devlet sabit sermaye birikiminin en az %50’sini
gerçekleştirmiştir. Ayrıca 1968’den itibaren daha sistemli biçimde uyguladığı
118
yatırımları özendirme politikası aracılığıyla kamu kesimi sabit sermaye yatırımlarının
en az %25’i oranında özel kesim yatırımlarını özendirmiştir. (Saybaşılı, 1992, s.102)
Devletin, 1960 sonrası, üretken sanayi burjuvazisi lehine açık uygulamalarına
rağmen plan hedefleri yine de sanayideki gerçek büyüme oranlarının gerisinde
kalmıştır. Birinci ve İkinci Beş yıllık kalkınma planları dönemlerinde sabit sermaye
yatırımlarında, İmalat Sanayi, Ulaştırma ve konut sektörlerindeki gerçekleşmeler plan
hedeflerini aşmış, Tarım, Eğitim ve Sağlık sektöründeki gelişmeler ise plan hedeflerinin
gerisinde kalmıştır. Saybaşılı’ya göre “Devlet yeğlemesini olumlu anlamda sanayi,
madencilik ve enerji kesimleri adına olumsuz anlamda ise eğitim, tarım ve sağlık
kesimleri adına kullanmıştır. (Saybaşılı, 1992, s.94-95)
Özellikle Birinci Plan özel kesimdeki, sanayi üretimi hedefleri konusunda
gerçekleşenin altında tahminlerde bulunurken, devlet sektörlerinde büyüme
tahminlerinin altında kalmıştır. Kuşkusuz bu durum basit bir hesaplama hatasından fazla
bir şeydir. İlk planın sanayi burjuvazisinin taleplerinden görece bağımsız, ulusal bir
sanayi birikimi hedefinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Küçük’ün yorumu şöyledir;
“Birinci planda gerçekleşen büyüme hızlarına kamunun katkısı konusunda
1.plan tahminlerinin çok altında kalmıştır. İlk plancılar kamu kesimi ile ilgili olarak 27
Mayıs 1960’ın coşkusu ile yapılabilecekleri abartmışlar, bu coşku geçip de koalisyon
güçlerinin gerçekleri ile karşılaşınca da istifa etmekten çekinmemişlerdi” (Küçük,
1984, s.280)
Sanayi çıkarlarının 27 Mayıs sonrası korunmuş pazarlarda güvenceye alınması,
meyvesini verecek, 1960’dan sonra, hem çokuluslu sanayi sermayesi ülke içinde miktar
olarak artacaktır, hem de , çokuluslu şirketler ülke içindeki büyük gruplarla yaygın bir
ilişkiler ağı geliştirecektir. 1950 öncesine kadar uluslararası tekellerin acenteliğini,
temsilciliğini yapan Türk tüccarları, özellikle 1950’lerde başlayan ve 1960’larda
hızlanan bir süreçte yabancı şirketlerle ortaklıklar kurup üretime geçtiler.İstanbul
Sanayi Odası’na kayıtlı, yabancı sermayenin toplam sermaye içindeki oranı 1958’den
başlayarak düzenli bir artış gösterir. 1958’de %2,4’den, 1960’da %3,5’a yükselir.
119
Ülkedeki toplam sermaye miktarı 1962’den 1964 sonuna kadar, %32 düşerken bu
dönemde, yabancı sermaye miktarı hızla artar. 1962’de %89’u bulan artış, 1965 yılı
sonuna kadar %276’yı bulur. 1965’e gelindiğinde, yabancı sermayenin toplam
sermayeye oranı %19,5 oranını bulmaktadır. (Avcıoğlu, 1969, s.363)
Sönmez’e göre, “Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan bir iç pazarın çekiciliği,
ucuz kredi, ucuz döviz ve her türlü devlet desteğinin beslediği bu süreç, hem yerli
patronlara hem de yabancı patronlara büyük paralar kazandırdı.”(Sönmez, 1987, s.65)
Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Grubu ABD kökenli Ford ve İtalyan kökenli Fiat’la
otomotiv sektöründe, B.Alman kökenli Siemens ile elektrikli aletler konusunda ortak
üretimler gerçekleştirdi.1986 itibarıyla; Koç’un ortak olduğu 15 şirkette yabancı
sermaye ile ortaklığı vardı, İş Bankası ve en büyük hissedarı olduğu Sınai Kalkınma
Bankası’nın iştiraklerinden 22’si yabancı ortaklıydı, Eczacıbaşı Holding ilaçta ortak
yatırım yerine teknoloji işbirliğiyle çok uluslu şirketlerle bağını korurken diğer yatırım
alanlarında yabancı ortaklıklara sahipti. Sabancı Holding, 1970’lerin sonlarına kadar
yabancı tekellerle, patent, lisans, know-how biçiminde işbirliğiyle sürdürecekti.
(Sönmez, 1987, s.66)Büyük sermaye gruplarının oluşumunda dinamo görevi gören
şirketlerin çoğu yabancı sermaye ortaklıydı. Bu dönemde, uluslararası sermaye ile
kurulan ilşki, yatırım düzeyinde sınırlı kalmayacak, entegrasyon, teknoloji ithali, patent,
know-how ve lisans anlamalarıyla uluslar arası tekellerle çeşitli bağlar kurulacaktı.
(Sönmez, 1987, s.73)
İthal ikameci sanayici koalisyonu açısından devlet bürokrasisi içinde DPT gibi
kurumsal bir ittifakın, 27 Mayıs sonrası sanayi burjuvazisi açısından ciddi bir katalizör
etkisi yaptığı açıktır. Kuşkusuz bölüm sonunda da değineceğimiz gibi, kurumlar altta
yatan üretim süreçleri açısından bir evrim noktasına gelmeden salt kurumsal
müdahalelerle, sanayi birikiminin sağlanabileceğini düşünmek doğru olmaz. Nihayet
1930’lardaki planlama deneyimi, ticaret ve toprak sermayesinin hakimiyetini
kıramamıştı. Ama şunun söylenebileceğini düşünüyoruz, kurumlar varolan yapısal
üretim koşullar içinde, farklılaşma ve değişim ihtiyacı üzerinde yavaşlatıcı ya da
hızlandırıcı etkilerde bulunabilirler.
120
İthal ikameci sanayici koalisyonun devlet bürokrasisi içinde 1960 sonrası
devlet içindeki kurumsal ittifakı sadece DPT’yle sınırlandırılamaz. Kuşkusuz bu
müttefiklerin siyasi ve devlet bürokrasisi için daha ayrıntılı bir çözümlemesini yapmak
gerekmektedir. Bu dönemde gözlenilen, sanayicilerin önemli müttefiklerden birinin de
Silahlı Kuvvetler bürokrasisi içinde olduğudur. Kuşkusuz burada konspiratif bir ilişki
ağından çok, iktisadi süreçler içinde yer alan ortak çıkarlardan bahsediyoruz. 27
Mayıs’ın hemen arkasından, ordunun Ordu Yardımlaşma Kurumu(OYAK) biçimindeki
örgütlenmesi, onu ulusal ekonomi içinde, ithal ikameci sanayicilerle ortak çıkarları
paylaşmasını sağlayan bir zemine çekmiştir.
27 Mayıs’ta gerçekleştirilen Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesinin hemen
ardından, 3 Ocak 1961 tarihinde MBK tarafından kabul edilen 205 sayılı yasa ile
OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kurulmuştur. OYAK Milli Savunma Bakanlığına
bağlı olup, mali ve idari bakımdan özerk bir tüzel kişiliktir. OYAK bir yandan üçüncü
kişilerle ilişkileri bağlamında özel hukuk kurallarına bağlıdır. Diğer yandansa kurumun
yetki ve imtiyazlarıyla kamu hukuku tüzel kişiliğindedir. Bu anlamıyla OYAK her iki
hukuk alanının da nimetlerinden yararlanacak bir şekilde kurulmuştur. OYAK’ın tüm
kilit organlarında askerlerin askerlerin hakimiyeti açıktır. Yasal olarak 7 kişiden oluşan
yönetim kurulunun 3’ü Türk Silahlı Kuvvetler’inde görevlidir. Diğer 4 üye Milli
savunma Bakanı, Maliye Bakanı, Sayıştay, Umumi Murakebe Heyeti Başkanı, Odalar
ve Borsalar Birliği Başkanı ve Bankalar Birliği Başkanından oluşan özel bir komite
tarafından seçilir. Asker olan bu 3 üye sayısı 1976 yılında 4’e çıkarılmıştır. (Akça,
2004,s.227-9) Hem bir sosyal güvenlik ve hizmet kuruluşu, hem de holding olarak
örgütlenen OYAK, 1980’lere kadar, gıda, turizm, inşaat, taşımacılık, vb. bir çok
sektörde yatırımlara girişecektir. (Akça, 2004, s.246)
Parla’ya göre, ”1960 darbesinin ardından oluşan toplumsal koalisyonun
OYAK’ın idari yapısına da yansıdığını ileri sürebiliriz”. Parla’nın ifadesiyle OYAK
silahlı kuvvetler, üst düzey bürokrasi ve büyük sermayeyi organik bir bütün içinde
birleştirmektedir. (Aktaran Akça, 2004, s.132) İlk Genel Kurul’un yapısına
baktığımızda Milli Savunma Bakanlığının atadığı kişiler arasında dönemin büyük
sermayesini teşkil eden, sanayici Vehbi Koç ve Kazım Taşkent gibi isimlere
121
rastlanmaktadır.Yine ilk Yönetim Kuruluna bakıldığında(1961-1964) dönemin İstanbul
Sanayi Odası Başkanı Nüzhet Tekül, Forum Dergisi sahibi ve DPT Müsteşarı Prof.
Osman Okyar gibi isimlere rastlıyoruz. (Akça s, 2004, s.132)
Ordu açısından bakıldığında temel güdünün askerlerin geçmiş yıllarda oldukça
kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerinin iktisadi özerkliklerini sivil
iktidarlar karşısında garantileme çabası olduğu söylenebilir. Akça’ya göre, “Sermaye
kesimleri açısından bakıldığında ise, siyasal alandaki varlığına karşı çıkamayacakları bir
güç olan orduyu ekonominin içine dahil ederek belli sınırlar dahilinde kendi egemenlik
alanına alma çabası olduğu” söylenebilir. (Akça, 2004,s.232-233) Aslında bu durumun
büyük sanayiciler ve ordu üst kademeleri açısından 27 Mayıs’ın olumsuz derslerinden
çıkarılan, önemli sonuçlardan biri olduğunu düşünebiliriz. Önceki bölümlerde
değindiğimiz, 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinde önemli bir yeri olan ordu mensuplarının
maddi durumlarının kötüleşmesi, bu genç subayların varolan egemen sermaye kesimleri
ve generallerinden bağımsız davranabilmesinin önünü açan şeylerden biriydi. Bu genç
subayların önemlice bir kısmını etkileyen büyük sermaye karşıtı bir söylemin
oluşmasında kuşkusuz 27 Mayıs öncesi ordunun egemen iktisadi aktörlerden bağımsız
konumu olduğunu söylemek yanlış olmaz. İthal-ikameci sürecin önemli bir aktörü
olacak olan bir ordu ise, sanayi burjuvazisi açısından kurumsal olarak önemli bir destek
noktası olacaktır.
Yatırım faaliyetlerine ithal-ikameci sanayileşme döneminde başlayan OYAK,
sınai ve iktisadi faaliyetlerini 5 yıllık kalkınma planlarıyla uyumlu bir şekilde yaptığını
ısrarla vurgular. Nihayet OYAK bu dönemde, ithal ikameci sanayileşmeye dayalı
birikim sürecinden, yüksek gümrükler, ithal yasakları ve vergi muafiyetleri vs.
olanaklarından geniş ölçüde yararlanır. (Akça, 2004, s.246) Bir yandan Renault, Axa,
Goodyear, Elf gibi dünya devi yabancı sermaye gruplarının yanı sıra Sabancı, Koç, Eti,
Yaşar Holding, Gama gibi büyük sermaye ile ve de, Halk Bankası, Ziraat Bankası gibi
Kamu Kuruluşlarıyla çeşitli düzeylerde ortaklık içine girecektir. 1961 yılında 4871 olan
2001 itibarıyla da 668 milyon dolara ulaşan net kurum varlığı ile OYAK Türkiye’nin
ilk beş holdingi arasında yer alacaktır. (Akça, 2004, s.239)
122
İlk plancıların, özellikle karşı oldukları KİT’lerin özel sermayeyle iştirakleri
ise, 1960 sonrasında, neredeyse geometrik bir şekilde arttırarak sanayi burjuvazisinin,
sermaye birikimini arttırmanın önemli bir biçimi olacaktı 1950’lerde Menderes
dönemiyle başlayan KİT-Özel Sektör ortaklığı ileriki yıllarda her alana yayılacaktı.
1966 yılında, sermayenin yarıdan fazlası kamuya ait olan İktisadi Devlet Teşekkülüne
ait olan 40 ortaklık varken, 1984’te bu sayı 281 olmuştur. Bunların o yılda, 20’si tasfiye
halinde, 35’i yabancı sermaye ve başka ülke kanunlarına göre faaliyet gösteren
kuruluşlardır. 281 ortaklığın 32’sinde KİT payı %50’nin üzerinde olup, 95’inde KİT
payı %15’in altındadır. 48 ortaklıkta ise birden fazla KİT ortaklığı olacaktır.(Sönmez,
s.23, 1987) Bu dönemde KİT’lerle ortaklık kuran büyük sermaye grupları içinde en çok
göze çarpanlar, Koç, İş Bankası Grubu ve OYAK’dı. 1956’da metal mobilya üretimi
yapan Arçelik’e Devlet Malzeme Ofisi, %15 oranında ortak oluyordu. Devletin
kırtasiye ihtiyaçlarını sağlayan bu kuruluşun ortaklığı sayesinde devlet daireleri Koç
üretimi büro eşyalarıyla donatılıyordu. Koç, otomotiv sanayinde de devletin ortaklığını
sağlamıştı. Türk Traktör’de, Ziraat Bankası, Zirai donatım Kurumu ve makine kimya
%45 ortak olurken, traktörlerin pazarlama işi Koç’a bırakılmıştı.Otomobil üreticisi
Tofaş’a da Makine Kimya %23 payla ortak olmuştu. Benzer şekilde, gıda sanayinde Tat
Konserve, süpermarketler zinciri Migros’a KİT’ler ortaktı. Bu durum Koç’a özel
değildi. İş Bankası’nın ise 1985 sonunda KİT’lerle 26 ortaklığı vardı. OYAK ise; konut
sektöründeki 4 firmaya, Emlak ve Kredi Bankası’nda, OYAK sigortada, Anadolu
Bankasında, çimento sektöründe KİT’lerle ortaklık kuracaktı. KİT’lerle ortaklık kuran,
sadece ulusal sanayi-finans grupları değildi. KİT’lerle ortaklık kuranlar arasında, 24
tane de yabancı şirket bulunuyordu. Bu ortaklıkların, 5’i ABD, 7’si Batı Almanya, 2’si
İtalyan kökenli çokuluslu şirketlerle kurulmuştu. (Sönmez, s.126, 1987) Keyder,
KİT’lerin, devletin birikim ve üretim araçları üzerindeki kontrolünün güçlenmesine yol
açabilecekleri için potansiyel olarak bürokrasinin eline araçsaldan öteye bir özerklik
imkanı vermesine rağmen, sanayi burjuvazisine değer aktarma işlevine devam
etmesinin, hakimiyet yapısını ortaya koyması açısından anlamlı olduğunu düşünür.
(Keyder, 1989, s.137)
1960-63 döneminde sanayi burjuvazisinin reformcu bir bürokrasiye karşı
mücadele ederken, geri kalan büyük sermayelerin temsiliyetini ve birliğini sağlaması
123
için verilen ödün toprak sahiplerinden alınabilecek bir kaynağın geri iade edilmesi
oluyordu. Yerasimos sanayi burjuvazinin, toprak sahiplerine karşı olan bağımlılığını
ikiye ayırır. Birincisi, ekonomik olanı yani birisi ülkenin döviz kaynaklarının hala
büyük ölçüde tarıma bağlı olması. İkincisi ise siyasal, yani toprak sahiplerinin siyasal
temsiliyetteki güçleridir. (Yerasimos, 1980, 864)
Savran’a göre; “Türkiye’nin burjuva devriminin sınırlılığı kendini hiçbir alanda
tarım devriminin yaşanmamışlığında olduğu kadar yakıcı biçimde göstermemiştir.
Bunun sonucu, tarımsal üretimde üretkenlik artışının sanayinin çok gerisinde kalması ve
tarımsal artığın boyutlarının, sınai sermaye birikiminin önünde sınırlayıcı bir etken
olarak yükselişi olmuştur. Tarımın kısa istisnai dönemler dışında Cumhuriyet dönemi
boyunca vergilendirilmemesinden, yüksek tarımsal taban fiyatlarının sanayi üzerindeki
olumsuz etkilerine kadar birçok sorun sanayi burjuvazisinin siyasal hakimiyetini
sürdürmek için tarımsal sınıflarla, özellikle de büyük toprak sahipleriyle giriştiği
ittifakın kaçınılmaz bedelleri olmuştur.” (Savran, 1988,s.142-s.143)
124
8. KALKINMANIN KURUMLARI
27 Mayıs kadrolarının, İhtilalin içine bıraktığı kurumlar ve Anayasanın içinde
duran “ikili bir miras” vardı. Bu ikili miras da, 1980’lere kadar varlığını sürdürdü. 27
Mayıs Anayasası, sanayicilere devlet içinde sağlam kurumsal ittifaklar yaratmıştı, bu
anlamıyla sanayicilerin egemenliğinin ilk dönemini temsil etmiş oldular. Peki nasıl
oluyor da, 27 Mayıs’ın reformcu subay ve memurları, ihtilalin içinden dışa atılmalarına
rağmen onların döneminde kurulan kurumlar, daha sonra tekelci bir sanayi burjuvazinin
gelişiminin katalizörü olabiliyordu?
Gerçekten 1960-63 döneminde, DPT’den Anayasa’ya kadar kurumlar
oluşurken, 27 Mayıs ihtilalini gerçekleştiren ve destekleyen kesimler yönetimdeydiler
ve bu kurumlara bir şekilde damgalarını vurmuşlardı. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren radikal
subaylar ve orta sınıflar, bir taraftan, toprak sahipleri ve gericiliği temsil ettikleri
parlamento karşısında, aydın-memurların başında olduğu kurumlarla, siyasal yürütmeye
ortak olacak, denetleyecek merkezi kurumsal yapılar talep ettiler. DPT, 27 Mayıs
olmasaydı, subayların müdahalesi olmasaydı, büyük ihtimalle CHP döneminde de
kurulsaydı, CHP’li Şefik İnan’ın Tasarısında olduğu gibi, özel sektörün içinde ademi-
merkezi bir yapı olacaktı. Oysa 27 Mayıs sonrası, subaylar ve danışmanlarının etkisiyle,
DPT bürokratları, Bakanlardan daha üst bir konuma gelecekti. Tam burada 27 Mayıs’ın
radikal subaylarının, sanayi burjuvazisinin önünü açan bir ortaklık söz konusudur. 27
Mayısçılar, çözüm olarak siyasal demokrasinin dışında ister ekonomi ister hukuk
alanında olsun , teknokratik-bürokratik kurumları öne çıkarırken, büyük sanayicilerin
de çözülmemiş bir sorununu halledeceklerdi. Bu sınıf, 1960 öncesi, demokratik olarak
seçilmiş bir odalar seçimlerinde, servetleriyle orantılı olarak temsil edilememenin
sıkıntısını yaşıyordu. Bu aynı zamanda kaynaklara ulaşma problemiydi, çünkü Odalar
Birliği ekonomik yürütme ve kaynakların dağıtımında etkiliydi. Uluslararası ortaklıklar
yapmak isteyen büyük sanayi burjuvazisi, demokratik olmayan daha merkezi bir yapı
talep etmektedir. 27 Mayıs İhtilalinin, sanayi burjuvazisi açısından yerine getirdiği işlev
budur. DPT’nin 1960’tan, 1980’e kadar kaynakları bu üretken sanayi burjuvazisi için
çalışacaktı. Bunu 1950’lerdeki, Odalar Yönetimi içinde yapamazdı. DPT’nin, diğer
ticaret ve toprak burjuvazisinin çıkarlarını dikkate aldığı bir durum, 1960 sonrası büyük
125
sanayicilerin birikiminin önünde engel olurdu Sanayi burjuvazisi, 27 Mayısçıların
reformcu yanlarını törpüleyip ihtilalin dışına atarken, onlardan miras kalan bürokratik
yapıları da kendi birikimine aldı. 27 Mayısçılar, genel olarak devlet merkezli bir
sanayileşme programı savunurken, özel değil ulusal bir sermaye birikiminin önünü
açmaya çalışırken, eski hakim sınıfların toprak sahiplerinin gücünü kırarak sanayi
burjuvazisinin işini kolaylaştırmışlardı. Devlet içinde bu kurumsal “ittifak”lar,
sanayiciler açısından seçim süreçlerinden bağımsız kendisi için kaynak yaratmaya
devam edecek, devlet içinde onun çıkarlarını temsil edeceklerdi. 27 Mayıs’ın yarattığı
yürütmeyi, siyasal iktidarla paylaşacak kurumlar hiyerarşisi sayesinde gerçekleşecekti
bu durum. 27 Mayıs’ın siyasete güvenmeyen bürokratik yüzüydü bu. Alt
sınıfların,toprak sahiplerinin siyasal güçlerinden kendini koruyacak gücü sanayi
burjuvazisi bu kurumlarda bulacaklardı. Nihayet, 27 Mayıs’ın aksine, 12 Martı ve 12
Eylül’deki askeri-teknokratik hükümetleri destekleyen büyük sanayiciler, 27 Mayıs’ın
içindeki bu bürokratik mirası devralacaktı.Sermayesine göre oy hakkı bulamadığı
Odaların ekonomik yürütmesinin büyük kısmı, bu devlet kurumlarına aktarılacak ve
sanayi burjuvazisi bu kurumlarda siyasal temsiliyet sağlayabilecekti.
27 Mayıs’ın ikinci mirası ise ezilen alt sınıflaraydı, 27 Mayıs Anayasası
sırasında baskıcı hükümetlere karşı “ihtilal hakkı” dahi Anayasa karar önergesi olarak
tartışılmıştı. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ve destek veren katmanların reformculuğu, alt
sınıfların da büyük sermayeye, farklılaşmaya ve sosyal adaletsizliğe duydukları tepkiyi
yansıtıyordu. ”Sosyal Adalet” , işçi sınıfı ve orta sınıfı nezdinde hızla popülerleşecek,
1980’lere kadar gündemde kalacaktır. 27 Mayıs Anayasası, bu dönemde toprak için
eylem yapan köylülerinde, grev çadırındaki işçilerinde, üniversite hareketlerinin de el
kitabı olacaktı. 27 Mayıs’ın gerçekleşmeyen reformları ve kaçırılan imkanlar hep
hatırlatılacaktı. Bu 27 Mayıs’ın reformcu ve asi yüzüydü. Baskıya karşı ihtilal hakkını
savunan, “hürriyetsizliğe ve adaletsizliğe karşı olan yüzüydü bu. Bu anlayış,
Anayasa’da da grev hakkının kabul edilmesiyle, “sosyal adalet”in Anayasanın girişine
konulamasa da, devlete böyle bir ödev yükleyen, devlete sınıflar arasındaki eşitsizliği
azaltmak gibi bir ödev yüklemeyi başarmıştı. Bu Türkiye’yi “sosyal refah devletleri”
126
düzeyine getirmek isteyen bir reformculuğun ürünüydü. Bu reformculuğu ise 1960
sonrası, asıl olarak işçi hareketi ve alt sınıflar miras olarak devralacaktır. 27 Mayıs
Anayasasının küçük partiler lehine getirdiği uygulamalarla sendika kökenli “İşçi
Partisi”, Mecliste temsil olanağına kavuşacaktı. Gücüyle oransız bir etki yapacaktı
siyasette. Anayasa Mahkemesi de alt-orta sınıfların siyasal yürütmeye müdahale
edebilmelerinin önünü açmıştı. Kısaca Türkiye işçi sınıfı, 15-16 haziran 1970’de
kendiliğinden bir genel grev yaşayacak siyasal düzeye gelişiminde, 27 Mayıs dönüm
noktası olacaktır. 1960’dan, 1980’e kadar alt sınıfların, toplumsal siyasal
örgütlenmeleri ve alternatif hareketler, büyük güçlere ulaşacaklardı.
Bu durum, 27 Mayıs Anayasası’nın, 12 Mart Askeri müdahalesinde niye dar
geldiğini, 12 Eylül’de ise niye değiştirildiğini açıklayacaktır. 27 Mayıs’ın “Emek
yasaları”, 1970’lerin ortasından itibaren banka-sanayi burjuvazisi için artık lükse
dönüşecekti. 27 Mayıs’ın biri sanayi burjuvazisine, diğeri ise alt ve işçi sınıfına kalan
ikili mirası 20 yıl bir arada ancak yaşayabildi.
Bu ikili miras, 27 Mayıs İhtilali içindeki kesimlere egemen olan “bürokratik
reformculuk” anlayışının ürünüydü. İhtilal, egemen sınıflarla, bu kesim arasındaki
mücadelede şekillenecektir. Bu iki anlayışın yani hem “teknokratik” hem de reformcu
bir anlayışın bir arada sahiplenilmesi, 27 Mayıs’ın mirasını rakip sınıfların
paylaşmasına olanak sağladı.1970’lerin ortasında ise “dünya ekonomik bunalımının”
ortasında ekonomik kriz, hakim sanayici koalisyon açısından da bu uzlaşmayı iyice
zorlaştırdı. 12 Eylül 1980 müdahalesinin sonuçları ancak bu hareketliliği durdurup, yeni
“emek yasalarını” devreye sokarak, 27 Mayıs’la başlayan alt sınıfların yükselen
eylemliliğini durdurabilecekti.
8.1 Planlama Tartışmaları
Bu tartışmanın, en önemli kurumlarından biri DPT üzerine yaşanacaktı.
Gerçekten Menderes döneminin en büyük günahının plansız, savurgan yatırımlar
olduğu fikri popülerleşmişti. Planlama, Menderes döneminin “planı” komünizmle ve tek
parti diktatörlüğüyle özdeşleştirmişti uzun zaman boyunca. 1953’te şöyle diyordu
Menderes;
127
“Demokrat Parti iktidarı, plan proje yapmak suretiyle memleket iktisadiyatını,
tepeden ve bir merkezden idare edilebilir bir güdümlü ekonomi halinde kalkındırmak
prensibini nehyeden bir iktidardır… Dünyanın bütün ekonomileri, totaliter devletlere
has beş yıllık planlarla değil, hususi teşebbüsün ve vatandaş zekasının kendi mahsülü
olarak meydana gelmiştir.” (Tayanç, 1973, s.137)
Kuşkusuz bu dönemde özel sermayenin genel çıkarlarını savunan işadamı-
aydın yazarlardan Hamdi Başar, DP’yi şöyle uyarıyordu;
“Plan, komünist ve totaliter rejimlere mahsus bir şey denmektedir. Bunun asla
böyle olmadığını, planın bir gaye değil, sadece bir vasıtadan ibaret bulunduğunu
mezkür lafları söyleyenler de bilmektedir. Bıçak adam öldürür, otomobil kaza yapar
diye bu vasıtaları kullanmamak nasıl akıl alır şey değilse, planı komünistler
kullanmıştır mütalaasiyle reddetmek de öyle bir şey olmak lazımdı. Eğer devlet hiçbir
işe karışmayacaksa plana ihtiyaç yoktur. Fakat işleri o idare etti mi plan fikri
kendiliğinden meydana çıkar. Bu gayet basit ve bedihi bir keyfiyettir. Devlet iktisadi ve
sosyal hayata müdahaleyi ne maksatla yapıyorsa planı da ona göre hazırlar. Şayet onun
maksadı memlekette ferdi mülkiyeti kaldırmak ve sosyalizmi kurmaksa, o zaman plan
bunu sağlar. Yok maksadımız ferdi mülkiyet nizamını kurmaksa onun için plan
yaparız.” (Başar, 1956, s.73-74)
Plan tartışmaları kuşkusuz 27 Mayıs 1960 günü başlamamıştı. 1930’larda
uygulanan ilk plan deneyiminden beri aydınlar arasında tartışma konusuydu. O zamanın
planın tartışması her ikisi de planı savunan Hamdi Başar’ın çıkardığı Kooperatif
Dergisi’yle, Kadro dergisi arasında gerçekleşiyordu. (Küçük, 1984, s.476) Planın
Sovyet komünizminin bir yöntem olarak nitelendirenlere karşı, Kadrocular Avrupalı
kaynaklara, referans yapıyor, planın teknik savunusunu yapıyorlardı. Sovyet planı için
de, Burhan Asaf şöyle diyecekti;
“5 senelik plan ile beraber, komünist doğmalardan, bariz bir inhiraf ve hatta
terakki ve Amerikalıların dar bir içtimai çerçeve yüzünden yarım bıraktıkları bir işi
determinist ve konstrüktif bir şekilde ceht ve iradesi, bugünkü Sovyet rejiminin artık
128
‘taktik yapıyoruz’ mazereti ile örtemeyeceği kadar belli bir iştir.” (Küçük, 1984, s.475-
476)
Asaf, Pyatletka olarak adlandırılan Sovyet Planının, Amerikalıların yolunda
Amerikalılardan daha iyi yürümekten ibaret olduğunu ifade eder.” (Küçük, 1984, s.475-
476)
Radikallerin planlamanın örgütsel yapısını merkezileştirme çalışmaları, Ahmet
Hamdi başar tarafından Demokrasi Buhranları eserinde savunulmaktaydı;
“Kalkınma ve iktisadi hayatı tanzim ve idare işinin bir plan ve ihtisas işi, parti
mücadeleleri dışında, milli bir mesele halini alması bugünkü güçlüklerden bizi
kurtarabilecek tek yoldur.” (Başar, 1956, s.81)
Aynı kitapta;
“Demokrasiyi bu memlekette hakikaten kurmak isteyenler, her şeyden evvel,
hatta bütün hürriyetlerin teminat altına alınması gibi ilk mesele olarak ele alınan
davalardan önce, iktisadi ve sosyal devletçiliği idari ve siyasi devletçilikten ayırmak
noktasında birleşmelilerdir. Bunun için de gerekli organların kurulması ve planlı bir
kalkınma hareketine girişilmesi icap eder.” (Başar, 1956, s.73)
Nitekim Türkiye dışından gelen bu önermeler, Türk siyasi muhalefet
kadrolarını daha da etkileyecek ve plan her türlü düşmana karşı sihirli tek çözüm olarak
kabül edilecektir. CHP lideri İsmet İnönü, 1955 yılı bütçe görüşmelerinde, düzenli bir
plan yapma gereğinden söz ederken, DP saflarından koparak Hürriyet Partisini kuranlar,
parti olarak bir kalkınma planı hazırlığı yapıyorlardı. Bu amaçla o günlerin popüler
degisi Forum’un yayın kurulundan yardım isteniyordu. (Mortan ve Çakmaklı, 1987,
s.38)
8.1.1 Planın Uluslararası Kaynakları
Forum Dergisi’nde 1 Nisan 1957’de “plan kelimesinden maksat” başlıklı bir
editoryal yayınlanıyor. Hükümetin Chenery ve Barker raporundan haberdar olması
gerektiğini belirten Forum, “Türkiye’deki planlamanın temel fikirlerini bu raporların
129
oluşturduğunu” ifade eder. “Hükümetin yapması gereken şeyin de, Avrupa İktisadi
İşbirliği Teşkilatı’nın tavsiye ettiği şekilde, istatistik metotlarımızı geliştirmek, bu
teşkilatın planlama eksperlerini Türkiye’ye davet etmek olmalıdır” yorumunu yapar.
Dünya Bankası ve Chenery raporları, iktidardaki, Bayar-Menderes rejimi tarafından
değil, bu rejime karşı aydın muhalefeti tarafından, etkin planlamanın temellerini atan,
dokümanlar olarak kabul ediliyor, istatistiklere ve programlama tekniklerine karşı aşırı
bir güven sergileniyordu. Aslına bakılırsa, 1950’li yılların ortalarından itibaren
planlama iktidardaki Bayar-Menderes rejimi dışında herkes tarafından savunuluyordu.
Kapitalist dünyanın uluslar arası ekonomik örgütleri, Türk Entelijiyans ve tüm
muhalefet partilerinin de bir tür plandan yana tutum aldıkları biliniyor. (Küçük, 1984,
s.477-478)
Planlama konusunda uluslararası baskıların 1958 devalüasyonu sonrasında
özellikle arttığını görüyoruz.. Türkiye’nin 1958’de OECC, IMF ve ABD otoriteleriyle
görüşmelerin ardından devalüasyon yapması bile OEEC’yi tatmin etmedi. 1958 OECC
Türkiye Raporunda Koordinasyon Bakanlığı adıyla kurulacak olan bir bakanlığın,
yatırımları bir kalkınma programı içinde planlaması gerektiği ifade ediliyordu. (Mortan
ve Çakmaklı,1987, s.38) Kuşkusuz OECD açısından da, içeride planlamayı talep eden
kesimler açısından da hesapsız kaynak dağıtmanın önüne geçilmesi isteği, kaynakların
toprak sahipleri yada ticaret burjuvazisi yada alt sınıflara dönük aktarılmasına karşı,
ulusal ve uluslar arası sanayi sermayesinin ihtiyacıdır. Sanayi birikimi, gelişimi için
gerekli kaynakları güven içinde temin edebilecek, küçük sermayelerin rekabeti ve oy
gücüne dayanarak işlemeyecek, merkezi yapılar talep etmektedir. Keyder’e göre,
“Sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla birlikte gelişmesi birikim sürecinin
artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektiriyordu.” (Keyder, 1987, s.118) Gerçekten
de, özellikle yabancı sermayelerle ortaklık yapabilecek büyüklükte olan sanayiciler,
maddi birikim ve servetleriyle orantılı olarak Odalar Yönetimi ve meclisinde temsil
edilmemekten, hegemonya kuramamaktan rahatsızlardı. (Sönmez, 1987, s.168) Büyük
Sanayi burjuvazisinin “planlama örgütü” gibi merkezi bir yapıyı talep etmesinin altında
da bu temsil ve kaynak sorunu vardı.
130
DP iktidarının planlama yönünden bir çalışma başlamasında, kendi iradesinden
çok uluslararası kurumlardan gelen önerilerin ve içerideki sermaye kesiminin ve de
muhalefetinin taleplerinin uyumlanması önemli olmuştur. Bu nedenle Koordinasyon
Bakanlığı da çok gündeme çıkarılmadan neredeyse üstü örtülü biçimde kurulmuştur.
(Keyder, 1995, s.187) Türkiye’nin dış borçlarını ödeyemez hale gelmesinden sonra,
duruma bir çare bulmak için girişilen 1958 Paris müzakerelerinde, yardım şartlarından
birini, bir kalkınma programı çerçevesinde yatırımların zorunlu koordinasyonunu
sağlamak üzere gerekli yetkilere sahip bir Koordinasyon Bakanlığı’nın kurulması teşkil
etmiştir. (Avcıoğlu, 1969, s.355) Uluslararası baskılar sonuç verecek 1958’de bir
Koordinasyon Bakanlığı kurulacaktı, 1. Beş yıllık planın hazırlanmasında da görev alan
Tinbergen incelemeler yapmak için Türkiye’ye gelecek ve bir iktisadi danışmanlar
kurulu oluşturulacaktı. Ancak, bu girişimler tamamlanamayacak, 1960 sonrasının
planlamasının çekirdeğini oluşturmaktan öteye gidemeyecekti. (Tayanç, 1973, s.139)
8.1.2 MBK’da Plan Tartışmaları
27 Mayıs ise DP dönemine öfkeli olduğu ölçüde planlama fikrinin yanındaydı.
Bu dönemde planlama her kapıyı açacak bir anahtar gibi görülecekti. İlk planlama
örgütünün bürokratlarının prestiji 27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar kadar
parlaktı.Nitekim onların 1962’deki istifası da o ölçüde yankı bulacaktı. İlk planlama
müsteşarlarının istifa ettiği dönemde, Yön’ün kapağı, “plancıların istifası ve hükümet”
üst başlığından sonra, bir mezarlık taşının üzerinde “merhumun” adının “plan” olduğu
bir çizimle çıkar. (Yön, 3 Ekim 1962, kapak)
27 Mayıs’ın sivil hükümetinin de ilk kararlarından biri de Planlama Örgütünün
yolda olduğuna dairdi. 20 Haziran 1960’da açıklanan Bakanlar Kurulu kararlarında,
“Bütün devlet yatırımlarının bir plan dairesinde yapılmasını teminen bir devlet plan
dairesinin kurulması kararlaştırılıyor.” (Cumhuriyet, 21 Haziran 1961, s.1)
Planlama Örgütü’ne dair ilk tartışmaların merkezinde, plancıların statüsü ve
özel sermayeyle ilişkisi, dolayısıyla hazırlanan planın siyasiler ve özel sermaye
karşısındaki konumu, DPT’nin kuruluşuna damgasını vuran yakıcı tartışmaydı.
131
DPT’nin kurumsal oluşum sürecinde, ilk seçme mekanizması 5 Ağustos’ta
MBK toplantısında işlemiştir. Bu toplantıda planlama örgütünün yapısı hakkında farklı
tasarılar tartışıldı. Birinci olarak Hollandalı Uzmanların önerisi vardı, özel sektör
teşviklerinin ve planlama örgütünün KİT’lerin yatırım projeleri üzerindeki veto
hakkının ön plana çıkarıldığı, “yol gösterici planlama” üzerine kurulu bir yapı. Tasarıda
planlama uzmanlarının özerkliği de vurgulanmaktaydı.İkinci tasarı Maliye Bakanı şefik
İnan’dan geldi. Planlamacıların rolünü öne çıkarmayan, planlamanın “koordinasyon”
işlevine vurgu yapan bir tasarıydı. Buna göre koordinasyon özel sektör temsilcilerinin
de dahil olacağı geçici komitelerle sağlanacak, planlama bürokrasisi piyasa
ekonomisine tabi kılınacaktı. (Milör, Torus ve Torun’dan aktaran Göker,2006, s.124)
Türkeş-Orel tasarısı, askeri yönetimin uzun süre devam edeceği varsayımıyla, devlet
organizasyonun her yönüne nüfuz edecek biçimde hazırlanmıştır. Nitekim planlamanın
kuruluş taslağının organizasyon şemasında yer alan ve Ekonomik Konsey, Yüksek
Planlama Konseyi ve Merkezi Planlama Ofisi adları altında önerilen üçgen bunu daha
ilk anda hissettirmektedir. Türkeş-Orel tasarısı, MBK tarfından gerekli değişikliklerin
yapılması isteğiyle Orel’e iade edilir. Şefik İnan’ın tasarısı ise bütünüyle reddedilir.
“Orel tasarısı” adını alan yeni taslak, Türkeş-Orel tasarısının düzeltilmiş halidir. Türkeş-
Orel tasarısının planlamaya organlar üstü yetki veren bölümleri Şinasi Orel, Dr. Nejat
Bengül ve Dr. Atilla Karaosmanoğlu tarafından ayıklanmıştır. Ekonomik Konsey
önerisi yasadan tümüyle çıkarılmış, merkezi planlama organizasyonu düşüncesine
dönüştürülmüş olup, bu birim bir müsteşarlık şeklinde doğrudan başbakanlığa
bağlanmıştır. Yüksek Planlama Kurulu, 4’ü bakan, 4’ü planlamadan gelen 8 üyeden
meydana gelecektir. Organizasyonun adı “Ulusal Planlama Organizasyonu haline
getirilmiştir. (Mortan ve Çakmaklı,1987, s.94) Kabul edilen tasarı Tinbergen’inkini baz
almıştı, planlama bürokrasinin göreli özerkliğine biraz daha fazla vurgu yapıyor ve
benzer şekilde özel sektör için yol gösterici bir kurumsal çerçeve öneriyordu. Ek olarak
bu tasarıda kabine üyeleriyle örgüt yöneticilerinin birlikte çalışacakları bir YPK önerisi
de vardı. (Toros ve Torun’dan aktaran Göker, 2006, s.125)
Ordu ve planlama arasındaki tartışmada da askeri strateji ve planlama
anlayışının, ekonomi-politika tartışmalarına girişini de, “planlama.” tartışmalarında
görüyoruz. Planlamanın ilk müsteşarı olacak olan, MBK’nın görevlendirdiği Albay
132
Şinasi Orel 91 Sayılı Kanunla çıkan DPT’nin örgüt modelini benzeri olarak, Nato
Güneydoğu Saha Komutanlığı modeliyle benzerliğini örnek verir MBK toplantısında.
(Mortan ve Çakmaklı, 1987, 95)
İlk planlama örgütünün yapısı konusundaki tartışmalarda ise, Albay Orel,
Bakan Şefik İnan’ın hazırladığı adem-i merkezileştirilmiş, planlama örgütü tasarısına
itiraz ederken strateji terimleriyle karşı çıkacaktı;
“Sayın Bakan! Bu planlama anlayışı hedefsiz bir planlamadır. İnsan önce ele
geçirmeye çalıştığı hedefi tayin eder. Daha sonra bu hedefe dönük olarak ara hedefleri
belirler. Ara hedef bilinirse, ateş desteği anlamlı hale gelir.” (Mortan ve Çakmaklı,
1987, s.91)
Bu dönemdeki DPT kanunu hakkında Milli Birlik komitesi toplantıları, Devlet
Planlama örgütünün kuruluşundaki temel tartışmaları ve duyarlılıkların neler olduğunu
daha ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. 27 Mayısın içindeki radikaller ve ılımlılar
arasındaki geriliminde bu tartışmalara damgasını vurduğunu söyleyebiliriz.
MBK’ya gelen DPT tasarısını hazırlayanların Amme Enstitüsü, Siyasal Bilgiler
Fakültesinden profesörler ve doçentlerden oluşan İktisat Komisyonunun hazırladığını
söyler Şinasi Orel. SBF’den Atilla Karaosmanoğlu, Amme Enstitüsünden Nejat Nengül
diğer isimler olarak ise Prof. Reşat Atlan, Doç. Nur Yalman, Kembriç Üniversitesindan
Cemal Mıhçıoğlu’nun isimlerini verir. (MBK Genel Kurul toplantısı, B:9, O:2,
10.9.1960, s.10)
Orel sunuş konuşmasında Planlamaya duyulan ihtiyacı ve hassasiyeti şöyle
ifade eder;
“Eğer böyle bir plan olmazsa, her hükümet siyasi tazyikler altında kalarak
birçok şekillere başvurabilir. Nitekim geçmişteki misallere bakacak olursak, her tarafta
gelişigüzel yatırımlar yapıldığını ve hiçbir randıman alınmadığını görürüz.Üzerinde
hassasiyetle durduğumuz nokta; bu plan siyasi iktidarın elinde bir oyuncak olmasın,
yani siyasi iktidar bu planı bir köşeye itemesin diye düşündük.” (MBK Genel Kurul
toplantısı, Birleşim:9, Oturum:2, 10.9.1960, s.11)
133
Hükümetin, siyasi seçim yatırımı olarak çarçur ettiği kaynakların talan
edilmesine karşı duracak, kaynakları kalkınmanın ihtiyacına yönlendirecek bir Planlama
Örgütü. Neredeyse bütün MBK üyelerinin üstünde hemfikir olduğu varsayım buydu.
Bunu sağlayabilecek bir Planlama Örgütünün yetkileri ise, siyasiler karşısında garantiye
alınabilmelidir.
Dolayısıyla planın ve planlama örgütünün siyasiler karşısında güvenceye
alınması MBK’da temel meseledir. Bu konuda neredeyse ortak bir tutum vardır. MBK
üyelerinden Suphi Gürsoytrak şöyle soracaktır Orel ve Karaosmanoğlu’na;
“Başbakanlığa bağlı bir planlama teşkilatı kurulacağı yerde Anayasa
Mahkemesi gibi müstakil bir teşkilat kurulması mevzubahis edilse….Huzurunuza
getirilen tasarıda kurulan kuruldan 4 üye, icra organından da 4 kişi alınıyor. Bundan
maksat bir muvazene kurulmasıdır. Başbakanın bu kurulda hakim olması ihtimali varit
olduğuna göre Başbakanın arzusuna göre bu planlama dairesi bir istikamet
alabilecektir. Acaba bu kontrolü Başbakanın arzu ettiği istikamete yöneltmeye mani
olabilecek bir mekanizma var mıdır?” (MBK Genel Kurul toplantısı, Birleşim:9,
Oturum:2, 10.9.1960, s.12-13)
Diğer taraftan bu güvencelerin sınırında, demokratik bir seçimle gelmiş
hükümetin yetkilerini elinden almak vardır. Orel şöyle ifade eder;
“Bu işi yürütürken, göz önüne tutmamız gereken husus, planlamanın demokrasi
ile yan yana yürümesini temin etmektir. Yüksek malümünüz olduğu üzere bu iş hayli
müşkül olacaktır. Planlama işleri genişlediği müddetçe demokrasi şaretları da ağır
ilerlemeye başlayacak bu iş bu mekanizma içinde yürüyebilecektir. (MBK Genel Kurul
toplantısı, Birleşim:9, Oturum:2, 10.9.1960, s.11)
Peki bu güvencenin sağlanması nasıl gerçekleşecek? Orel’in ağzından, bu
güvencenin o dönemde Onar Anayasasında bulunan, hükümetler karşısında özerk bir
İktisat Şurasıyla, planlama örgütünü birleştirerek oluşturulacağını öğreniriz;
“Biz bir İktisat Şurası düşündük. Mesela, şura 5 üyeden müteşekkil olsun. Bu 5
üye memleketin tanınmış ilim adamlarından ve bu sahada geniş tecrübe sahiplerinden
134
teşekkül edecek ve bu heyet Anayasa teminatı altında bulunacaktır. Bunlar daimi olarak
faaliyet gösterecek ve bu faaliyetleri esnasında gerek yurt içinde, gerekse de yurtdışında
planlama işleriyle meşgul olarak dünya ve memleketimiz ekonomik durumunu yerinde
tetkik edecek ve adeta felsefi bir zaviyeden ekonomik düşüncelerini bu Planlama
dairesine aktaracaklardır. Bu birinci vazifeleridir. İkinci vazifeleri bu planlama
dairesine seçilecek azalar planı benimseyerek efkar-ı umumiyeye mal edecekler,
benimsemediği takdirde Anayasa teminatı altında oldukları için serbestçe kanaatlerini
söyleyebilecektir...Bu itibarla bizim sağlayacağımız garanti bundan ibarettir. Arz
ettiğim gibi demokratik mekanizma içine girecek bir hükümet böyle bir şeyi düşünemez.
Planlamayı bertaraf etmek isterse, ancak Anayasa teminatı altında bulunan 5 kişilik
heyet efkar-ı umumiyeye bütün imkanlara başvurmak suretiyle, siyasi otoritenin bu
planlamayı baltaladığını ifade etmesi lazımdır. (MBK Genel Kurul toplantısı,
Birleşim:9, Oturum:2, 10.9.1960, s.12)
Karaosmanoğlu ve Orel’in konuşmalarından bu İktisat Şurasının MBK
tarafından 10 yıllığına seçilmiş ve 10 senenin sonunda ise yine bu üyelerin kendi
varislerini seçtikleri bir organ olarak düşünüldüğünü görüyoruz. (MBK Genel Kurul
toplantısı, B:9, O:2, 10.9.1960, s.13-14) YPK’da bu İktisat Şurasından da iki üyenin fiili
olarak yer alması bu güvenceyi tamamlayacaktır. (MBK Genel Kurul toplantısı, B:9,
O:2, 10.9.1960, s.13-14) Düşünülen yapı, ekonomi konularında bir “genelkurmay
işlevi” görecek bir “merkezi”likte kurgulanacaktır.
İktisat Şurası ve YPK’daki eşit üye güvencesine rağmen MBK üyeleri tatmin
olmamış gibidir, özellikle radikaller. İrfan Solmazer Karaosmanoğlu’na şöyle sorar;
“Memlekette ihanet derecesinde hareket eden bir Reisicumhura sahip olanTürk
toplumu ileride meydana gelecek teşri organın kimlerden oluşacağını bilemez. Bu
durumda ne olacak?” ( MBK Genel Kurul toplantısı, B:9, O:2, 10.9.1960,s.20)
Karaosmanoğlu’nun ” İhtilalden başka yapacak bir şey yoktur.” cevabı
dönemin ruh halini yansıtır. (MBK Genel Kurul toplantısı, B:9, O:2, 10.9.1960, s.20)
29 ve 30 Eylül günü olan MBK toplantılarına ise DPT’nin kurulması
hakkındaki kanun tamamlanmış bir şekilde gelir ;
135
“Madde1; Başbakanlığa bağlı bir Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur.
Başbakan bu teşkilatın yönetimleri ile ilgili yetkilerni Başbakan Yardımcısı vasıtasıyla
kullanabilir.
Madde2; Devlet Planlama Teşkilatının görevleri şunlardır;
a) Memleketin tabi, beşeri ve iktisadi her türlü kaynak ve
imkanlarını tam bir şekilde tespit ederek takipedilecek iktisadi ve
sosyal politikayı ve hedeflerini tayinde Hükümete yardımcı olmak.
b) Hükümetçe kabul edilen hedefleri gerçekleştirecek uzun ve kısa vadeli
planları hazırlamak.
c) Planların başarı ile uygulanabilmesi için ilgili daire ve müesseselerle
mahalli idarelerin in kuruluş ve işleyişlerinin ıslahı hususunda tavsiyelerde bulunmak;
d) Planının uygulanmasını takip etmek ve değerlendirmek.
e) Özel Sektörün faaliyetlerini planın hedef ve gayelerine uygun bir
şekilde teşvik ve tanzim edecek tedbirleri tavsiye etmek. (MBK Genel Kurul toplantısı,
B:14, O:2, 29.9.1960, s.15)
91 sayılı DPT Kanunu bu maddelerle yürürlüğe giriyordu. Ama kanunda İktisat
Şurası yoktu. Nitekim bu Şura Anayasa Komisyonundan tümüyle çıkarılacaktı. Ama adı
hala vardır ve Anayasa Komisyonundan çıkar çıkmaz gerekli düzenlemelerin yapılacağı
söylenir. (MBK Genel Kurul toplantısı, B:15, O:1, 30.09.1960) Ama bu haliyle
radikaller başta olmak üzere MBK’nın çoğunluğu kanunun bu haliyle memnun değildir.
Erkanlı bu kanunun çıkmasının aciliyetini anlamlı bir şekilde ifade ederken kanunun bu
haline itirazını şöyle ifade eder;
“Bu kanunun süratle çıkması bir zarurettir. Bütün işlerimiz buna bağlıdır.
Kredi imkanları buna bağlıdır. Birçok yerden kredi mektupları almaktayız, onun için
uzatılması taraftarı değilim… Burada bakıyorum; ikinci maddenin aşağı yukarı her
fıkrasının sonunda yardım, tavsiye gibi kelimeler var. Bunlar bana iştişari bir şey gibi
136
geliyor. Hükümet kabul ederse eder, etmezse etmez, böyle ise buna lüzum yoktur.”
(MBK Genel Kurul toplantısı, B:14, O:2, 29.9.1960, s.15)
Hatta MBK üyelerinden İrfan Solmazer bu konuda yeni bir değişiklik önerisi
yapar. 2. maddenin a fıkrasındaki DPT hedeflerin tayininde hükümete yardımcı 0olmak
yerine, hedefleri tayin eder şeklinde değişiklik önerisi getirir.( MBK Genel Kurul
toplantısı, B:15, O:1, 30.09.1960, s.13) Bu değişiklik önerisi reddedilir. Ama MBK
içinde ciddi bir desteğe sahip olduğu da görülmektedir. Dündar Taşar keskin ifadelerle
şöyle der;
“Politikacı mevcudiyetini vatandaşların reylerinden alan adamdır. Böyle bir
kanun olmazsa planı tatbik eder mi?...Hükümet heyetin tavsiyesini tatbik edecek, hem de
emir almış bir asker gibi tatbik edecek, emir aldığı zaman.” (MBK Genel Kurul
toplantısı, B:15, O:1, 30.09.1960, s.13)
Radikallerin önerisine karşı Mucip Ataklı “Biz bu teşkilata icrayı kontrol
hakkını verirsek, devlet içinde bir devlet vücuda getirmiş oluruz.Bu demokrasiye de
hukuk kurallarına da aykırıdır.” (MBK Genel Kurul toplantısı, B:14, O:2, 29.09.1960,
s.18) diyerek bu önerilerin mantıksal sonucunu dile getiriyordu.
DPT kanununa ikinci itiraz noktası ise özel sektörle ilişkili olan kısmıdır.
Orhan Kabibay bu maddeye itiraz ediyordu;
“F fıkrasında; özel sektör faaliyetlerini planın hedef ve gayelerine uygun
şekilde teşvik ve tanzim edecek şekilde tavsiye eder diyor. Bunu kim alır, kim tavsiye
eder, kim yapar; Özel sektör o kadar şümulludur ki, o bu istikamete götürülmezse,
hiçbir şey olacağı yoktur. ” (MBK Genel Kurul toplantısı, B:14, O:2, 29.09.1960, s.18)
MBK üyelerinden Solmazer ise Kabibay’ı destekleyerek, ”özel sektör,
tavsiyelere göre hareket etmezse, hükümetçe icap edilen tedbirler alınır ve tavsiye
edilen yola girilir denilmeli.” (MBK Genel Kurul toplantısı, B:14, O:2, 29.09.1960,
s.19) diyecekti.
137
8.2 Kalkınmanın Rejimi: 27 Mayıs Anayasası
Kalkınmanın rejimi tartışması aslında Menderes döneminde başlamıştı.
Özellikle, 1958’den sonra krizin artmasıyla Menderes Hükümetinin anti-demokratik
uygulamaları arttırmasını, hürriyetlere karşı kalkınmanın önceliği söylemiyle
gerçekleştirdiği görülüyor. Dönemin etkili dergisi Forum’da bu tartışmaya dair şöyle
diyordu;
“İçtimai reformların yapıldığı sırada ve harp yılları içinde Türk Milletinin
hürriyetsiz kalabildiğine bakanlar, belki iktisadi kalkınmanın da aynı millete
hürriyetsizliği kabul ettirecek kadar önemli olduğunu düşünmüş olabilirler…Fakat bir
an için yukarıdaki hesabı yapanların haklı olduğu düşünülürse ve Türk Milletinin
hürriyetsizlik gerekçesi olarak iktisadi kalkınmayı kabul edeceği varsayılsa bile, iktisadi
kalkınma nerededir?...Kısaca söylemek gerekirse, Türk Milleti hürriyetsizlik karşısında
kendisine teklif edilen fiyatı beğenmemekte, hatta ortada bir değiş-tokuş olduğuna bile
inanmamaktadır. Bugünün tehlikesi, hem hürriyetsizlik, hem de sefalettir.” (Forum,15
Ocak 1959, s.2)
Görünen “kalkınmanın rejimi” ve demokratik yönetimin sorgulanması, 1958
krizinin şiddetlenmesiyle, Menderes Hükümeti tarafından yapılmaktadır. Bunalım,
Menderes’i “demokratik siyasal sistemin sürdürülmesi konusunda zorlamış görülüyor.
Kalkınmanın rejimi tartışmasına 27 Mayıs’ta hararetini veren şey ise, 27 Mayıs hareketi
ve onun arkasından bu hareketin yaşadığı bölünmeydi. İhtilalin askerler içindeki radikal
kanadı 14’lerin tasfiyesi ve daha sonra seçimlerle gelen koalisyon hükümetinin Albay
Talat Aydemir’in başında olduğu iki askeri girişimi bu tartışmayı, 1963’e kadar sıcak
tutuyor. Askerler içinde radikal reformları, demokratik bir hükümetin yapacağına
duyulan inançsızlık olduğunu ve bu yüzden 27 Mayıs askeri yönetiminin süresini
uzatmak istediklerinden bahsetmiştik. Bu tartışma sadece askerleri ve 27 Mayıs’ı
bölmemişti. Aydınlarda bu mesele etrafında bölünmüşlerdi. Kamuoyunda seçimlerin
tarihi ve çok partili sisteme dönüş tartışılırken, Metin Toker Akis’te şöyle yazıyordu;
“Seçimlerin tarihi aslında bir semboldür.Sembolün arkasında yatan mesele, bu
memleketin dertlerinin hangi yoldan halledileceği hususunun tayinidir. Demokrasinin
138
en uygun vasıta olduğu kanaatini muhafaza edenler seçimlerin kısa zamanda yapılamsı
fikri etrafında birleşmişlerdir. Bir namuslu ve aydın, fakat otoriter askeri idarenin ilk
bakışta sahip göründüğü geniş imkanların Türkiye’de lüzumlu bünye değişikliğinin
müstesna fırsatını teşkil ettiğine inananlar seçimler için acele edilmemesini
istemektedirler.” (Akis, 20 Temmuz 1960, s.7)
Aynı yazısında, bu tartışmanın kalkınma için anlamını da yine kendisi
verecektir;
“Belirli bir seviyeye erişmemiş cemiyetlerin demokrasiye nazaran otoriter
idareler altında daha süratli gelişme kaydettiği son senelerin açık hakikatidir. Nitekim
bu seviyeye erişmek için elzem inkılaplar, reformlar aydın ve iyi niyetli bir şefin mutlak
hakimiyeti sayesinde mümkün hale gelmektedir. Güneydoğu Asya’da, Afrika’da hatta
Ortadoğu’da bir çok memlekette demokrasiye geçmeden önce böyle bir devreye lüzum
hissedilmesi bu sebeplerden dolayıdır.” (Akis, 20 Temmuz 1960, s.7)
İsmet İnönü’nün damadı Toker; bu tartışmayı verdikten sonra 27 Mayıs
hareketinin demokratik yönünü işaret ederken CHP’nin içindeki merkezi eğilimi dile
getiriyordu;
“Türk Cemiyetinin 1945’ten bu yana tarihin büyük ilerlemelerinden birini
kaydettiği muhakkaktır. Sadece 27 Nisan ile 27 Mayıs arasında genciyle ve yaşlısıyla,
siviliyle ve askeriyle bütün bir aydın sınıfın hayatını küçümseyerek sokaklarda hürriyet
savaşına giriştiğini unutursak vaziyete doğru teşhis koymuş sayılamayız.Türkiye
Cumhuriyeti bütün dertlerini, meselelerin demokratik sistem içinde halledebilecek
olgunluğa ulaşmıştır. (Akis, 20 Temmuz 1960, s.7)
Bu tartışmanın karşı kutbunda, kadrocu Vedat Nedim Tör, 27 Mayıs içindeki
bölünmeyi ve kendi çözümünü Forum dergisinde şöyle ifade edecekti;
“27 Mayıs ihtilali bizi iç çöküntüden kurtardı. Kurtardı ama, yarına yine de bir
türlü güvenle bakamıyoruz. Aydınlar ikiye bölündü, bir parçası selameti MBK
Hükümetinin sürüp gitmesinde, bir parçası da seçimlerin biran önce yapılarak normal
zamanların başlamasını arıyor. Ama bizim için normal olan nedir?...Bizim gibi fakir ve
139
geri memleketlerde Avrupalı bir demokrasi oyunu yapacağız diye kaybedecek ne
zamanımız ne de enerjimiz var.. Biz en doğru, en kestirme yoldan, en kısa zamanda
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaya götürecek bir rejimin hasreti içindeyiz.”
(Forum, 1 Ağustos 1960, s.20)
Bir diğer kadrocu Şevket Süreyya Aydemir’de sık sık Yön sayfalarında kendi
görüşlerini aktarmaktadır. 30 Mayıs 1962’de “İhtilalin içinde iki cereyan” yazısında
Aydemir;
“Yarınki yazarlar 27 mayıs ihtilalinin içindeki, bizzat ihtilali gerçekleştiren
kadrolar arasındaki çatışmayı ilgiyle izleyeceklerdir. Bu cereyanlardan birine göre 27
Mayıs, DP döneminde kesintiye uğrayan demokrasi davamızı halletmek için
gerçekleşmiştir…İkinci cereyan ihtilalin önder kadrosu MBK içinde daha sonra belirdi.
Bunu savunanlara göre, ihtilal derinleşmeli, normal hukuk düzeni içine kendini
hapsetmemeliydi. Sosyal reformlar yapılmalı, sosyal meseleler ele alınmalıydı.” (Yön,
30 Mayıs 1962, s.8)
Taner Timur demokratik bir gelişmenin niye imkansız olduğunu yine Yön
sayfalarında şöyle açıklayacaktır;
“Çünkü Türkiye’de genel oya dayanan seçimler eşrafı başa getirmektedir.
Eşraftan kastedilen büyük çiftçiler, tüccarlar, zengin serbest meslek sahipleri, iş
adamlarıdır. Siyasi partileri de bunlar finanse ederler. Bu yüzden partilerin, il, ilçe
temsilcilikleri de bunların elindedir. Parlamentoya da bunlar girerler. Bu durumda
Türkiye’de eşraf demokrasisinden bahsedilebilir ancak. Eşraf demokrasisinde de
haklar, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Demokrasiyi sağlam temellere oturtmanın
yolu hızlı kalkınmadır. Bu kalkınma da bugün özel sermayeye dayanarak
gerçekleştirilemez. Bu yüzden bugün Türk siyasetine yön verecek elitlerin kalkınmacı
bir müdahale planında birleşmeleri lazımdır. Bu felsefenin hareket noktası, işgücü
seferberliği, yatırımların arttırılması, iktisadi hayatın bütünü ile planlanması ve
istismarın önlenmesidir. (Yön, 24 Ocak 1962,s.16)
140
8.2.1 Anayasa Mücadelesi
27 Mayıs hareketini gerçekleştiren MBK, ilk gün göreve çağrılan üniversite
üyelerinin hazırladıkları esaslardan sonra, 30 Mayıs 1960 günlü Resmi Gazetede
yayınlanan 13 sayılı tebliğle, İstanbul Üniversitesi Rektörü Profesör Sıdık Sami Onar
başkanlığında, İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin öğretim üyelerinden oluşan ve
İstanbul’da çalışacak olan, bir “bilim kurulu”na anayasa hazırlama görevini vermişti.
Soysal’a göre “Bu bilim Komisyonunca hazırlanan anayasa tasarısının temel özelliği,
genel oya ve genel oydan çıkan siyasal organlara karşı tam bir güvensizlik belirtisi
oluşuydu.” Yeni Anayasa fert hak ve hürriyetlerini olduğu kadar sosyal hakları da
teminat altına almaya çalışıyor, devlet organlarına da sosyal müesseseleri kuran ve
koruyan bir rol verirken, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayıp, siyasi iktidarlar
karşısında muhalefeti koruyacak esasları oluşturmaya çalışmıştı. (Soysal, 1990, s.21)
Soysal Komisyon için “Komisyon, bu amaçları gerçekleştirecek çözümleri
ararken, iktidarı iyice bölüp parçalayarak onu kudretsiz bir hale getirmişti. Millet
Meclisi yanında bir denge unsuru olarak meydana getirilen Cumhuriyet Senatosunun
seçim dışı yollardan gelen üye oranı üçte ikiyi bulmakta, halk tercihleri ikinci plana
itilmektedir; “devlet yardımcı kurulları” ve “muhtar müesseseler” başlığı altında
kurulan, “Milli İktisat Şurası”, “Türkiye Milli Bankası” gibi kuruluşlar, iktidarların
hareket olanaklarını kısmaktadır; cumhurbaşkanı sorumsuzluğuna karşın yürütme
organı içinde ayrı bir otorite haline getirilmiştir; nihayet Anayasaya aşırı bir
bükülmezlik verilerek bütün bu çözümlerin uzun süre donmuş olarak kalması
istenmiştir.”der. (Soysal, 1990, s.21)
İlk Anayasa hazırlığı sırasında da bu öneriler kurulun içindende de muhalafete
neden olacak, Anayasa Komisyonunun iki üyesi Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli
komisyondan çıkarılır. Onar bu üyelerin çıkarılmasıyla ilgili, ortada Anayasaya dair bir
tartışma olmadığını söylerse de, Tunaya ve Giritli bu iddiayı yalanlarlar. (Cumhuriyet, 2
Eylül 1960, s.1) Weiker, Anayasa komisyonundaki bu bölünmeyi, kanuncular grubu ile
politik grup arasında bir bölünme olarak okur. Kanuncular grubu, hangisi olursa olsun,
iktidarı alacak siyasal partinin hareket özgürlüğünün sınırlandırılmasından yanaydılar.
141
Politik grup ise hızlı bir toplumsal ekonomik ve politik kalkınma için ileri görüşlü
siyasal partilere dayanılması tezini savunuyorlardı. (Weiker, 1967,s.86)
Olayların akışına baktığımızda, Onar grubuyla, ihtilalin radikal subayları
arasında da bir yakınlık olduğunu düşündüren ciddi sebepler vardır. “Milli İktisat
Şurası” gibi, ekonomide özerk bürokratik yapılar fikri, özellikle radikallerin istedikleri
önlemlerdi. Politik grup diye adlandırılan iki üyenin kuruldan atılması MBK kararıydı
ve radikallerin henüz MBK içinde egemen oldukları bir tarihte gerçekleşmişti.
Radikallerin tasfiyesi yaklaşırken de Onar Komisyonu da saygınlığını ve gücünü
yitirmeye başladı. CHP’de Onar Komisyonuna karşı tutum almaya başladı. Komisyonun
Anayasa için tavsiyelerini sorduğu CHP icra komitesi, Anayasa’dan beklentilerini
gerektiğini zaman devlet vasıtalarının rahatça kullanılması, planlama esneklik ve hızlı
kalkınma olarak ifade ederken, Komisyon’un tasarılarına dönük bir eleştiriyi de ifade
ediyordu. (Weiker, 1967, s.89) Nihayet kurucu meclis faaliyetine başladığında, artık
yeni bir Anayasa komitesi kurulmuştu ve bu 20 üyeli Anayasa Komisyonunun içinde
Politik grubun etkisi oldukça artmış, kanunculardan ise geriye iki üye kalmıştı; Profesör
Sarıca ile Velidedeoğlu. Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünün başı
Profesör Enver Ziya Karal’ın başkanlığını yaptığı komisyon, Karal komisyonu olarak
adlandırılacaktı. (Weiker, 1967,s.91)
Soysal yine bu kurumların içindeki elitizme işaret eder;
“Haklar kısmı oldukça radikal. Fakat 2.meclise 40 kişilik kontenjan verilen
kurumlara baktığınızda , barolar, tabip odaları, ticaret ve sanayi odaları, mimar ve
mühendis odaları ve eczacı odaları gibi köklü reformlara izin vermeyecek tutucu
kurumlar.İstanbul komisyonu devrimlerin savunuculuğunu okumuşlarda ve belli
sınıflarda görmüş, bunların nasıl tutucu güçler haline gelebileceğini görmemişti.”
(Yön, 28 Şubat 1962, s.14)
Soysal yine bu teknokratik kurumlara yalnız Anayasa Komisyonunun içinde
değil, kamuoyunu etkileyen güçlü bir tabanı olduğunu söyler;
“Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu; Bütün bu engellere rağmen,
İstanbul tasarısının az çok işler hale gelebilmesi, belli uğraşmalarla mümkün oldu. Bu
142
uğraşmaların sonucunda çıkan Anayasada yine 2. Meclis ve Anayasa Mahkemesi gibi
kurumlar vardı. Ama bunda Komisyondakilerin inançlarından çok memlekette yaratılan
havanın payı vardı. Öyle bir hava yaratılmıştı ki, bunları istememek adeta demokrasi
düşmanlığıyla eş sayılmıştı. Bu kurumlar aleyhinde direnmek sonu belirsiz çatışmalara
yol açabilirdi. Anayasa Komisyonu tasarısı bu kurumlar bakımından Temsilciler
Meclisine muhalefet şerhi olmadan geldi.” (Yön, 28 Şubat 1962)
8.2.2 27 Mayıs Anayasası
Anayasa ile getirilecek siyasi sistemde, Reisicumhur ile Bakanlar kurulundan
müteşekkil bir yürütme organı, Millet Meclisi ile Senatodan müteşekkil bir yasama
organı ve nihayet Anayasa Mahkemesi, Hakimler Şurası, Yargıtay, Danıştay, Askeri
Yargıtay ve hakimlerden müteşekkil bir yargı organı vardır. Devleti temsil eden tarafsız
Reisicumhur, Başbakanı seçer. Başbakan ve Bakanlar Kurulu, Millet Meclisi ve Senato
tarafından denetlenir. Yasama organını teşkil eden Millet Meclisi ve Senatonun
çıkaracağı kanunlar Anayasa Mahkemesinin kontrolüne tabidir. (Forum, 1 Mayıs 1961,
s.1)
1961 Anayasa’sında yapılan değişikliklerin özüne dair fikir verebilecek ana
farklılıkları sıralarsak;1924 ve 1961 Anayasaları arasında en önemli fark; TBMM,
milletin yegane ve hakiki temsilcisi olup, millet namına egemenlik hakkını kullanır
diyen 1924 Anayasasına karşılık, 1961 Anayasası, “Millet egemenliğini, Anayasanın
koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır demekteydi. Parlamento, artık
egemenliği kullanan tek yetkili organ olmaktan çıkmış, Anayasadaki yetkili organlardan
sadece birisi olmuştur.Genel oydan çıkan TBMM’nin sistem içinde ağırlığı azalmıştır.
Buna karşılık doğrudan seçimle doğrudan doğruya seçimden çıkmayan ve bir kısmı
genel oydan çıkmış organlarca dolaylı olarak seçilen, bir kısmı ise genel oyla hiç
bağlantılı olmayan birtakım organlar Meclis ile birlikte ulusal egemenliği kullanır hale
gelmiştir: parlamentoca seçilen bir cumhurbaşkanı ve üyelerinin çoğunluğu yargı
organlarınca seçilen bir Anayasa Mahkemesi egemenliğin kullanılışını meclisle
paylaşmaktadır. Soysal’a göre “Meclis üstünlüğüne dayalı bir demokrasi anlayışı
yerine, Meclis’teki çoğunluk iradesinin Meclis dışındaki başka organlarla
dengelendirildiği değişik bir demokrasi anlayışı” gelmektedir. (Soysal, 1990, s.92)
143
Cumhuriyet Senatosu ise genel oyla 6 yıl için seçilen, ama üçte biri iki yılda bir
yenilenen 150 üyeden başka, Cumhurbaşkanınca seçilen 15 üyeyi ve MBK’nin
üyelerinden oluşacaktı. Üyelerinin üniversite mezunu olması şart koşulmuştur. (Soysal,
1990,s.93)
Öyle görünüyor ki ihtilalin içindeki radikaller süreçten atılmalarına rağmen,
onların DPT’den tutunda, İktisat Şurasına kadar istediği siyasiler karşısında istenen
özerklik, MGK’nın konumunda sağlanabilmişti. İhtilal, kendi radikallerini yutar ama
onu yok ederken onun istediği aydınlar-memurlar iktidarını, yürütmeyi etkin şekilde
kullanabilen MGK’nın yapısında bir gerçeklik kazanabilir. Bu benzerliği İlhan Kesici
şöyle anlatır;
“1960 İhtilali Anayasal iki tane yüksek kurul kuruldu. Bunlardan birisi hala
bugün devam eden Milli Güvenlik Kurulu.1960 ihtilalinin ana felsefelerinden bir tanesi
ya da ana düşüncelerinden bir tanesi siyasi iktidara yeteri kadar güvenmemek. …Bunu
dengelemek için çeşitli çabalar var ama iki büyük yüksek kurul kuruluyor. Bunlardan
bir tanesi MGK.MGK’da Cumhurbaşkanlığının başkanlığı var, Başbakan, üç tane
bakan bir tarafta diğer tarafta ise Genelkurmay ve 3 tane kuvvet komutanı var. Yani
siyasal hayatla askeri bürokrasinin dengelendiğini görüyoruz. Orada bütün üyelerin
oyları da teorik olar eşittir. Kurulan ikinci yüksek Planlama Kurulu. YPK’nın başkanı
başbakan ama başbakanın muadili orada planlama müsteşarı, üç tane bakan var
onların muadili de planlama teşkilatının daire başkanları. Bu yapı bugünün gözüyle
doğru olmayabilir, o günün gözü ile de biraz aşırı da olmuş olabilir ama siyasi iktidarın
bürokrasiyle bir anlamda dengelenmesi amacı güdülüyor.” (Kesici’yle röportaj, Akçay,
2004, s.213)
Yeni kurumların, meclisin ve siyasal iktidarın yürütme gücünü paylaşması, 27
Mayıs’ın sonucuydu. Bu durum siyasi dünyada hala en önemli tartışma noktası olmaya
devam ediyor. Ak Parti Milletvekili, Bülent Arınç, 23 Nisan’da Meclis’te yaptığı
konuşmada 1960 sonrası yaratılan durumu bugünkü soruların kökeni olarak
görmektedir. “Kurtuluş savaşı sonrası meclislerin güçlü olduğunu” söyleyen Arınç’a
göre;
144
“1961 Anayasası ile Meclisimizin kullandığı yetki, görev ve fonksiyonlarının
bir kısmı diğer erklere devredilmiştir. Yasama, yürütme ve yargı arasında kuvvetler
ayrımı yapılmış; eşitlik, güç paylaşımı ve denge sağlanmaya çalışılmıştır… Türkiye’nin
geçirdiği bir takım olağanüstü şartlarla kuvvetler ayrımında bir denge sorununun
oluştuğunu kabul etmek gerekir. Bugün tüm dünyada geçerli olan parlamenter sistemin
genel kuralları ülkemizde uygulansa da, Meclisimizin fonksiyonu, gücü ve yetkileri
kısmen erozyona uğramışlardır.” (Yenişafak, 23.04.2006)
Kardaş’a göre; “Türkiye’de anayasal süreç içinde askeri güç ilk kez 1960
müdahalesinden sonra yapılan 1961 Anayasası ile anayasal planda sisteme ağırlığını
koymaya başlamış, 1971 ve 1980 askeri müdahalelerinden sonra anayasal planda
ağırlığını arttırmaya başlamış, 1971 ve 1980 askeri müdahalesinden sonra da anayasal
planda etkinliğini giderek arttırarak kendisine ait yargı alanını gerek ceza hukuku
gerekse idare hukuku alanında genişletmiş, yürütme erkini Bakanlar Kurulundan daha
etkin bir şekilde kullanarak siyasi temsilcileri etkisiz bırakmış, dolayısıyla siyaset
alanını da alabildiğine daraltmıştır.” (Kardaş, 2004,s.295)
Savran’a göre; “27 Mayıs’ın toplum içindeki sınıfsal dayanakları genellikle
görmezden gelindiği için, bu kurumlar geleneksel olarak bürokrasinin siyasal yaşam
üzerindeki etkisini güçlendirmeye yönelik tasarımlar olarak düşünülmüştür. Burada, 27
Mayıs’ı sanayi burjuvazisinin karşısında gören anlayışın sınırlarıyla bir kez daha
karşılaşıyoruz. Söz konusu kurumlar kuşkusuz doğaları gereği bürokrasinin seçilmiş
iktidarlar karşısında gücünü arttırmaktadır, ama bu henüz o aşamada kırsal çoğunluk
karşısında kendisini çaresiz hisseden sanayi burjuvazisinin de çıkarlarına hizmet
etmektedir.” (Savran, 1988, s.146) yorumunu yaparak 27 Mayıs sonrası kurulan
bürokratik-teknokratik yapıları sanayi burjuvazisinin, diğer sınıfların talepleri
karşısında, sanayi burjuvazisinin temsiliyetini sağlayan konumlarına işaret eder.
MGK içinse durum farklı olmuştu. 27 Mayıs’la başlayan süreç, askeri yönetimin
ömrünü uzatmak isteyen radikal isyancı askerleri sistemin dışına atarken, devlet yapısı
içinde genelkurmay ve kuvvet komutanlarının gücü olağanüstü artmıştı. (Hale, 1996,
s.144) 1961 Anayasası ile ilk kez, Askeri Yargı ve Askeri Yargıtay Anayasa içine alınıp,
anayasa kurumu haline getirilmiştir.Askeri yargının askeri mahkemeler ve disiplin
145
mahkemeleri tarafından yürütüleceği 138.maddede düzenlenmiştir. Maddenin 2.
fıkrasıyla asker olmayan kişilerin de özel kanunda belirten suçları için askeri
mahkemelerde yargılanabilecekleri öngörülmüştür. Yürütme erki açısından ise 1961
Anayasası ile birlikte askeri bürokrasi yürütme erki açısından “üçüncü baş” olarak yer
almasıdır. Milli Güvenlik Kurulu idare üst başlığı altında gösterilmemiş; Anayasanın
yürütme bölümündeki Bakanlar Kuruluna ilişkin alt başlıkta yer alarak eş düzeyde
tutulmuştur. Anayasanın 110.maddesiyle Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na
değil, Başbakanlığa bağlanmıştır.Askeri güce anayasal zeminde ağırlıklı ve etkili olarak
istem ve görüşlerini bildirme olanağı sağlanmıştır. (Kardaş, 2004, s.295)
Yön yazarlarından Taner Timur’da “Türkiye’nin önündeki yılların huzurlu ve
dengeli geçmeyeceğini, çünkü “Anayasa”nın kontrolcü tarafı ile reformcu tarafı
arasındaki çelişkinin, o günlerin siyasal hayatında çözülmesi gereken bir büyük bir
sorun olarak durduğunu” yazıyordu. (Yön, 26 Ocak 1962, s.6)
27 Mayıs’tan sonra sendikacıların ilk defa yasama organlarında yer almaları
Kurucu Meclisle başladı.Gerçekten 27 Mayıs Anayasası bir taraftan da uzun ve çetin
savaşlardan sonra “sosyal devlet” ilkesi anayasaya konulmuş, Anayasa’nın 46.
maddesinde sendika hakkı tüm çalışanlara tanınmıştı. Sendikacılar kurucu Meclis
toplantılarında ilk kez siyasal bir etki kazanmışlardı. (Işıklı, 1996, s.146) Yine 657
sayılı devlet Memurları Yasası ile kamu çalışanlarına sınırlı bir sendikalaşma hakkı
tanındı. (Koç, 1998, s.65)
Gerçekten de,işçi sınıfı 27 mayıs’ın doğrudan aktörü olmasa da 27 Mayıs’ın
hemen arkasından hareketlenmişti. Işıklı’ya göre “27 Mayıs oluşumunda sendikaların
rolünden söz etmek yerine sendikacılığın evriminde 27 Mayıs’ın özellikle 1961
anayasa’sından bahsetmek anlamlı gözükmektedir.” O dönem işçilerin en büyük
sendikası olan, Türk-İş Yönetimi, 27 Mayıs hareketi ve Anayasası konusunda, 1965’e
kadar ateşli bir şekilde destekleyecekti. (Işıklı, 1996, s.134)
1961’de Anayasa’da kabul edilen grev hakkını, meclisin ve hükümetin
tanıması için tam 176 işçi eylemi gerçekleşir. Bu dönemde, sendikalar 1960 öncesi
görülmeyen işçi kalabalıklarıyla sokağa çıkarlar. 25 Ekim 1961’de Anayasa’ya alınan
146
grev hakkının uygulanabilmesi için meclisin onaylaması için yoğun bir mücadeleye
girişirler. Meclisin grev hakkını kabul etmesi 1963’e kadar sürecektir. (Yerasimos,
1980, s.765) Gerçekten de toprak reformunun, Anayasa’ya konulup uygulanmadığını
göz önüne getirirsek, işçiler “grev haklarının” fiili kullanımı için mücadele etmeselerdi,
bu anayasal hakkın, “yasalaşması ne kadar gerçekleşirdi” söylemek zor. Koç’a göre,
“24 temmuz 1963 tarihli 274 sayılı “Sendikalar Yasası”, Anayasa’da yer almayan
lokavt uygulamasını işverenlere de tanıyarak, emeğe verilen hakları hızlıca ödünleme
yoluna gitmişti”. (Koç, 1998, s.65) Aydınoğlu, 27 Mayıs Anayasa’sının sonraki
dönemde, alt sınıflar için sağladığı örgütlenme ve haklara işaret eder;
“1961 Anayasası, modern Türkiye tarihihinde ilk defa pleblerin, aşağıdakilerin
bizzat kullanmaya çalıştığı bir anayasadır. Bu anayasa, sadece seçim sandığında değil,
sendikada dernekte, sokakta bildiriyle, yayınla, kollektiviteyi ifade eden örgütlenmelerde
kullanılır. 1961 Anayasası, 12 Mart Darbecileri tarafından bu nedenle lüks ilan edilir. Bu
uzun restorasyon çabasının kesin zafere ulaşması içinse, 1980’de bir diğer büyük çaplı
askeri harekat gerekecektir. Sonuç olarak denebilir ki, 1961 Anayasasının şahsında 27
Mayıs, Türkiye tarihinde en şiddetli restorasyon çabalarına maruz kalmış-neredeyse tek
siyasal devrim olarak öne çıkmaktadır.” (Aydınoğlu, 1992, s.30)
Keyder’de, 27 mayıs sonrası küçük burjuvazi ile büyük sanayi burjuvazisi
arasındaki mücadelenin, 27 mayıs Anayasa’sının yarattığı yürütme,yasama ve yargı
arasındaki farklılıklarla beslendiğini ifade edecektir;
“Ekonominin devletçe düzenlenmesinin yeni boyutları, küçük burjuvazinin ve
küçük sermayenin çıkarlarına uygun düşmediğinden, buna karşılık siyasi platformda
mücadele mümkün olduğundan, yeni dönemde idari ve siyasi alanlar arasında sürekli
bir gerilim görüldü ve bu devletin yasama ve yürütme organları arasındaki gerilimi de
beraberinde getirdi. İktidardaki hükümetler, katı bir Pazar ideolojisini paylaşan geniş
bir seçmen tarafından desteklenmesine rağmen, 1960 darbenin getirdiği kurumlar
nedeniyle, tekelci düzenleme paradigmasının kısıtları içinde hareket etmek zorunda
kaldılar. Sanayi burjuvazinin ideolojik hakimiyet kuramamasına rağmen, devlete hakim
olmasından kaynaklanan bu gerilim, 1960-80 dönemindeki bütün ideolojik ve siyasi
mücadelelerin temelinde yer aldı.” (Keyder, 1989, s.122)
147
9. SONUÇ
Ele aldığımız dönem içinde, yani 1950’lerin ortasında başlayıp, 1963’lere
kadar süren durgunluk ve sanayi birikimi etrafında ekonominin yeniden yapılanma
süreci, yoğun bir siyasal ve toplumsal değişimle iç içe geçmiştir. Bu dönemin
sonucunda oluşan yeni “kurumsal yapılar”, yeni “Anayasa” gibi, sanayi işbölümünün
gereklerine uygun yeni yapıların ortaya çıkması, basitçe ithal-ikameci kalkınma
süreçlerinin, otomatik sonuçları olarak doğmamıştır. Yeni bir “Anayasa”’nın ve yeni
bir Planlama Örgütünün oluşma tartışmaları, çeşitli aktörler ve sınıflar arasında yoğun
bir “siyasal müdahale” süreci içinde şekillenmiştir. Sonuç olarak bu süreçten “öznesiz”
bahsedersek, pre-kapitalist öğelere karşı kazanan “sanayi birikimi” olmuştur.
Türkiye’nin 1980’lere kadar uygulayacağı özel sanayiye yönelik ithal ikameci modelin
parametreleri ise, 27 Mayıs İhtilali içinde şekillenmiştir. Bu dönemde, sanayi
birikiminin denetlenmesi ve yeniden yatırılması üzerinde aktörün “özel sanayiciler” mi,
yoksa “devlet işletmeleri” mi olacağı konusunda kritik tartışmalar yaşanmıştır.
Türkiye’nin uygulayacağı özel sanayinin birikimini arttırmaya yönelik ithal ikameci
model, “devlet işletmelerine” dayanan bir kalkınma modeline karşı alternatif olarak
seçilmiştir. Kalkınma konusunda, çeşitli alternatifler arasındaki seçimler, siyasal bir
mücadelenin de konusu olmuş, çeşitli kararların alınma sürecide siyasal bir görünüm
almıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’de kalkınma ve birikim süreçleri üzerinde, üretim
süreçlerindeki aktörlerin “siyasal müdahaleleri”, etkili olmuş bu süreci şekillendirmiş ya
da bu süreçle beraber şekillenmiştir diyebiliriz. Birikim süreçlerini, salt ekonomik
parametrelere bağlı değil de, aynı zamanda toplumsal bir ilişkinin ifadeleri olarak
görürsek, “siyaset” de toplumsal ilişkileri belirleyen bir parametre olarak, “birikim
süreçlerine” kayıtsız kalmayacaktır. Bu dönemde, Türkiye’de, sanayi birikimine
geçilirken, bir “toprak reformu” ve “tarım vergisi”, sanayi birikiminin gelişimi için
önemliyken, bu süreçte bu reformlar siyasal bir mücadelenin konusu olmuş ve
uygulanmaya konulamamıştır.
Türkiye’yle aynı dönemde siyasal ve ekonomik dönüşümler yaşayan, Irak,
Güney Kore, Mısır gibi ülkelerde, “Devlet” Türkiye’den farklı olarak, sanayi birikimi
148
üzerinde özerk bir denetimi elinde tutabilmiş, “toprak reformu” konusunda farklı
uygulamalar gerçekleştirmişti.
Bu dönemde “sanayi birikiminin” 1960’ların üçüncü dünya ülkelerde farklı
biçimlerde ve değişik kurumsallaşma süreçleri yaşaması, ekonomik düzeyde olduğu
kadar siyasal düzeyde de farklılıkların ifadeleri olarak yorumlayabiliriz. Bu farklılıklar,
2000’li yılların dünyasına geldiğinde oldukça açılmıştır. 1960’larda sanayileşmeye
benzer yerlerden başlayan “Üçüncü Dünya” ülkeleri birbirlerinden oldukça
farklılaştılar. “Üçüncü Dünya”, bir yanda büyüme umutlarını yitirmiş Afrika Ülkeleri,
bir yandan da durgunluğa meydan okuyarak büyüyen Çin gibi ülkelerin varlığıyla ortak
bir paydayı ifade etmemeye başladı.
27 Mayısçı’ların “devlet işletmelerine dayanan sanayileşme modeli” Çin ve
Güney Kore gibi ülkelerin gelişimi ve küreselleşmenin olumsuzlukları, örnek
gösterilerek hala alternatif bir model olmayı sürdürmekte.
Bir bütün olarak bakıldığında ise, 1970’lerin ortasından itibaren girilen
“durgunluk” dönemi, doğuda ve batıda, bütün ekonomilerde, sanayi birikimini
yavaşlatmış, iç pazara dönük üretimleri, dünya piyasasına açılmak, farklılaştırmak
zorunda bırakmıştı. Dünya Ekonomisindeki bu durgunluktan, “devlet denetimine dayalı
sanayiler”de şiddetli biçimde etkilendi. Sanayi birikiminin, dünya ölçeğinde yaşadığı
kriz, bürokratik kontrole dayalı ulusal ekonomilerde de, benzer etkiler ve basınçlar
yarattı. “Emek yasa”larının sıkılaştırılması ve “sosyal güvenlik harcamalarının kısılarak
rekabet gücünün arttırılmasına dönük politikalar bütün dünyada etkili oldu. “Devlet
işletmelerine dayanan kalkınma modelleri belki tek tek ülkelerde, sanayi birikiminin
genişlemesini ve artmasını sağladı. Ama bu büyüme, doğuda da batıda da, toplumsal
eşitsizlikleri azaltan bir gelişme yönünde olmadı. Bu anlamıyla alternatif olarak görülen
kalkınma modelleri, benzer sonuçlar doğurdu diyebiliriz.
149
KAYNAKÇA
Kitaplar
Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay(1976), Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolojisi: 1945-71, Bilgi Yayınevi, Temmuz 1976, İstanbul
Ahmad, Feroz(1996). Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayın, 2.baskı, Mart 1996.
Ahmad, Feroz(1985). İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay, Kaynak
yayınları, Kasım 1985
Akça, İsmet(2004). Kolektif Bir sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir
Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der: Ahmet İnsel-Ali Bayramoğlu,
Birikim yayınları, 2004, s:225-271
Akçay, Ümit(2004), Türkiye’nin Kalkınma Sürecinde Bir Aktör Olarak DPT, MÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2004
Akşin, Sina(2002). Siyasal Tarih, Çağdaş Türkiye 1908-1980, 7.Basım, Cem
Yayınevi, 2002, s.215-223
Aralov, S:İ(1967). Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, çev. Hasan Ali Ediz,
Burçak Yayınevi, İstanbul 1967
Atay, Agah Sabri(1998). Çok Partili Dönemde Türkiye’de Ordunun Siyasal Rolü ve
Devlet Yapısı İçindeki Yeri, (Doktora Çalışması), Anadolu Üniversitesi
Yayınları No: 1029, İstanbul 1998
Avcıoğlu, Doğan(1969).Türkiye’nin Düzeni(Dün-Bugün-Yarın), Bilgi Yayınları,
Ankara 1969
Aydınoğlu, Ergun(1992).Türk Solu(1960-71): Eleştirel Bir Tarih denemesi, Belge
Yayınları, Kasım 1992
150
Baran Paul ve Paul M. Sweezy(1970). Tekelci Kapitalizm, çev. Filiz Onaran
DoğanYayınevi, 1.basım, Mayıs 1970.
Başar, Ahmet Hamdi(1956) Demokrasi Buhranları, İstanbul Türkiye Yayınevi 1956
Bener, Erhan(1982). Bürokratlar-1, Adam yayıncılık, Haziran 1982
Bilen, Alber(1988) Türk Sanayinde Kırk Zorlu Yıl, İstanbul, Final Ofset 1988
Boratav, Korkut(1974), 100 soruda Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, Mart
1974
Boratav, Korkut(1983). İktisat Politikaları ve Bölüşüm Sorunları, Belge
Yayınları:22, Haziran 1983
Bozbeyli, Ferruh(1969), Türkiye’de Siyasi partilerim Ekonomik ve Sosyal
Görüşleri, 2. Kitap birinci cilt, Ak Yayınları, İstanbul 1969
Buğra, Ayşe(1997), Devlet ve İşadamları. Çev. Fikret Adaman, İletim yayınları, 2.
Baskı,1997.
Bukharin, Nikolay İ.(1996). Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartaküs Yayınları,
çev. Akalın, Gülsüm ve Uğur SelçukEkim 1996.
Callinicos, Alex(1994). Yeni Orta Sınıf ve Sosyalist Siyaset. Değişen İşçi Sınıfı: İşçi
Sınıfının Değişen Yapısı Üzerine Denemeler, çev: Osman Akınhay, Z
yayınları, Şubat 1994
Cem, İsmail(1986). Türkiye’de geri Kalmışlığın Tarihi, Cem yayınevi, 9. Baskı,
Nisan 1986
Chomsky, Noam(2000). Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi, Metis yayınları, çev. Çakıroğlu
ve Birkan Nisan 2000
Cliff, Tony(1990). Rusya’da Devlet Kapitalizmi, çev. Ali Saffet-Tarık Kaya, Metis
yayınları, Nisan 1990
151
Çeçen, Anıl(1973). Türkiye’de Sendikacılık. Özgür İnsan Yayınları, Nisan 1973
Dankwart A. Rustow(1989). Unutulan Müttefik Türkiye, Milliyet yayınları, 1989
Dündar, Can(2006). Özel Arşivinden Belgeleri ve Anılarıyla Vehbi Koç, Doğan
Kitapçılık, İstanbul 2006
Ekzen, Nazif(1984), 1980 Stabilizasyon Paketinin 1958, 1970 ve 1978-1979 Paketleri
ile Karşılaştırmalı Analizi, Türkiye’de ve Dünya’da Yaşanan Ekonomik
Bunalım, Yurt Yayınları, Ankara 1984, s:165-187
Ercan, Fuat ve Ş. Gürçağ Tuna(2006), İç Burjuvazinin Gelişimi: 1960’lardan
Günümüze Bakış,İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar Bağlam Yayınları,
Mart 2006, s:141-173
Eroğul, Cem(1990). Çok Partili Düzenin Kuruluşu, Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge
Yayınları, Aralık 1990, s.112-151
Erkanlı, Orhan(1973),Anılar, Sorunlar, Sorumlular: 27 Mayıs 1960-12 Mart 1971
Türkiye’si, Baha Matbaası, 3.baskı, İstanbul 1973
Fröbel, F., Wallerstein, Itoh, Altvater, Magdoff, Frank, Oppenheimer, Canning,
Camilleri ve Yılmaz Öner(1983), Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal
Yapılar, Belge Yayınları, 1983
Gevgilili, Ali(1987).Yükseliş ve Düşüş, Bağlam Yayıncılık, 2.Basım Ekim 1987
Göker, Emrah(2006), Sınıf Mücadelesi Neyi Açıklar?: Türkiye’de Kalkınma Sürecinde
Devlet-Kapitalist Çekişmesi,1958-67, İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar
Bağlam Yayınları, Mart 2006, s: 107-41
Gülalp, Haldun(1993).Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, Belge yayınları, Ekim 1993.
Gülalp, Haldun.(1987) Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojleri, Ankara Yurt
Yayınları
Hale, William(1996), Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Hil Yayın, Ocak 1996)
152
Halliday Fred(1985). Yeni Soğuk Savaş: ABD-Sovyet İlişkilerinin Dünü ve Bugünü,
Çev. İlker Özünlü, Belge Yayınları, Kasım 1985
Haynes, Mike(1992). Şili, Yugoslavya ve Macaristan, Piyasa Sosyalizmi Tartışması,
Belge Yayınları, Mart 1992, s:165-216
Hobsbawm, Eric(2003). Kısa 20.Yüzyıl: 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, Sarmal
yayınevi, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul 2003
Işıklı, Alpaslan(1996). İş Hukuku, İmaj yayınevi, 2. Baskı Ankara 1996
Itoh, Makato(1983). Dünya Kapitalizminin Enflasyonel Bunalımı, Dünya Ekonomisi,
Bunalım ve Siyasi Yapılar, Belge Yayınları, 1983, s.152-167
İpekçi, Abdi(1965), İhtilalin İç Yüzü, Uygun yayınevi, 1965
Kalaycıoğlu, Ersin(1998), 27 Mayıs 1960 İhtilaline Giden Yol, 27 Mayıs 1960
Devrimi, Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası, edit. Prof. Dr. Suna Kili, Boyut
matbaacılık, Aralık 1998
Kardaş, Ümit(2004).Askeri Gücün Anayasal Bir Yargı Alanı Yaratması ve Yürütme
Erkini Etkin Bir Şekilde Kullanması, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de
Ordu, Der: Ahmet İnsel-Ali Bayramoğlu, Birikim yayınları, 2004, s: 295-311
Kepenek, Yakup(1993). 100 Soruda Gelişimi, Sorunları ve Özelleştirilmeleriyle
Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüsleri, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı 1993.
Keyder, Çağlar(1989). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim yayıncılık, İstanbul
1989
Kıvılcımlı, Hikmet(1970). 27 mayıs ve Yön hareketinin Sınıfsal Eleştirisi. Ant
Yayınları. İstanbul, Nisan 1970.
Kili, Suna(1998). 27 mayıs 1960 Devrimi, Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası, Boyut
Kitapları, Aralık 1998
153
Koç, Yıldırım(1998). 100 Soruda Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık
Hareketi,Gerçek yayınevi, 1998
Koç, Vehbi(1987). Hayat Hikayem, Hürriyet Ofset A.Ş, 1987
Küçük, Yalçın(1984). Planlama Kalkınma ve Türkiye, Tekin Yayınevi, Dördüncü
Basım1984.
Magdoff, Harry(1983). Uluslararası Ekonomik Sıkıntı ve Üçüncü Dünya, Dünya
Ekonomisi, Bunalım ve Siyasi Yapılar, Belge Yayınları, 1983, s.117-130
Mandel, Ernest(1995). İkinci Dünya Savaşının Anlamı, çev. Bülent Tanatar, Yazın
Yayıncılık, Temmuz 1995.
Mandel, Ernest ve Chris Harman(1994). SSCB Tartışması, İstanbul Yazın Yayıncılık,
Temmuz 1994
Mortan, Kenan ve Cemil Çakmaklı(1987). Geçmişten Geleceğe Kalkınma
Arayışları,Altın Kitaplar Yayınevi, Kasım 1987
Özbudun, Ergun(1975), Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, Ankara
Üniv. Hukuk Fak. Yayınları, No:363, Ankara 1975
Özdemir, Hikmet(1986), Kalkınmada Bir Strateji Arayışı: Yön Hareketi, Bilgi
Yayınevi, Aralık 1986
Özdemir, Hikmet(2002), Siyasal Tarih(1960-1980), Tükiye Tarihi 4.Cilt Çağdaş
Türkiye:1908-1980, 7. Baskı Ekim 2002,Cem Yayınevi, s:227-286
Pamuk, Şevket(1987), İthal İkamesi, Döviz Darboğazları ve Türkiye, 1947-1979, Kriz,
Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu, Kaynak Yayınları, 1987
Poulantzas, Nicos(1981), Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da Geçiş Süreci, çev. B.
Yılmaz, Belge yayınları,Ekim 1981
Rosaliyev, Y. N(1979), Türkiye’de Sınıflar ve Sınıf Mücadeleleri, Belge yayınları
İkinci Basım, Kasım 1979.
154
Savran, Sungur(1988), Yeni Liberalizm, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, Alan
yayıncılık, Şubat 1988, s.19-66
Saybaşılı, Kemali(1992), Devletin Ekonomiye Müdahalesi, Birey ve Toplum
Yayınları, Ankara
Seyhan, Dündar(1966), Gölgedeki Adam, Uycan Matbaası, İstanbul 1966
Somay, Bülent(1997), Geriye kalan Devrimdir, Metis Yayınları, Mayıs 1997
Soysal, Mümtaz(1990), 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Gerçek yayınevi, 8.baskı
Aralık 1990
Sönmez, Mustafa(1987), Kırk Haramiler: Türkiye’de Holdingler, Gözlem
Yayıncılık, Ekim 1987
Sönmez, Mustafa(1990), Doğu Anadolu’nun Hikayesi: Bölgesel Dengesizliğin
Kökeni, 1. Baskı, Ekim 1990
Şeni, Nora(1978), Emperyalist Sistemde “Kontrol Sanayii” ve Ereğli Demir-Çelik,
Birikim Yayınları, Temmuz 1978
Tayanç, Tunç(1973), Sanayileşme Sürecinde Elli Yıl, İstanbul Milliyet Yayınları 1973
Taylak, Muammer(1969), Saltanat, 2. Meşrutiyet ve 1. Cumhuriyet’te Öğrenci
Hareketleri, Ankara 1969
Tekeli, İlhan ve Selim İlkin(1981), Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi
Kalkınma Planı. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi İdari İlimler
Fakültesi
Tekeli, İlhan ve Selim İlkin(2003), Kadrocuları ve Kadroyu Anlamak, Tarih Vakfı ve
Yurt Yayınları, Haziran 2003
Tezel, Yahya Sezai(1982), Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yurt Yayınevi,
Ankara 1982
155
Trimberger, Ellen Kay(2003), Tepeden İnmeci Devrimler, Gelenek yayıncılık:31,
Nisan 2003
Tuna, Gürçağ(2004). 1960-73 arasında Türkiye’de Sermaye Birikim Süreci, MÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1994)
Weiker Walter F.(1967), 1960 Türk İhtilali, çev.Mete Ergin, Cem Yayınevi, İstanbul
1967
Yerasimos, Stefanos(1980), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye: Bizans’tan 1971’e,
Gözlem yayınları, Nisan 1980
Yetkin, Çetin(1998), 12 Mart 1971 Öncesinde Türkiye’de Soldaki Bölünmeler,
Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Mayıs 1998
Yıldızoğlu, Ergin ve Roni margulies(1990), Tarımsal değişim, Geçiş Sürecinde
Türkiye, Belge Yayınları, Aralık 1990
Zürcher, Erik Jan(1999), Modernleşen Türkiye’nin tarihi. İletişim Yayınları, çev.
Yasemin saner Gönen, Dördüncü baskı, İstanbul 1999
156
Süreli Yayınlar
Akis, s.26, 27 Temmuz 1960, S.310
Akis, 20 Temmuz 1960, s.7
Akis, s.26, 27 Temmuz 1960
Akis, 3 Ağustos 1961
Akis, 19 Eylül, 1960, s.28
Akis, 26 Eylül 1960
Barış Dünyası, Nisan 1962, S.1
Coşkun, Alev(2004), 27 Mayıs ve Gençlik, Cumhuriyet 27.05.2004, URL
http://www.cumok.org/html/koseyazilari/040527acoskun_1.htm(Mart 2006)
Cumhuriyet, 23 Mayıs 1960
Cumhuriyet, 14 haziran 1960, s.5
Cumhuriyet, 21 Haziran 1960, s.5
Cumhuriyet, 6 temmuz 1960 Sayfa 1
Cumhuriyet, 12 Temmuz 1960, s.5
Cumhuriyet, 20 Temmuz 1960
Cumhuriyet, 25 Temmuz 1960, s.5
Cumhuriyet, 26 Temmuz 1960, s.5
Cumhuriyet, 28 Temmuz 1960, s.5
Cumhuriyet, 2 Ağustos 1960, s.5
Cumhuriyet, 6 Ağustos 1960, s.5
157
Cumhuriyet, 9 Ağustos 1960, s.5
Cumhuriyet, 10 Ağustos 1960, s.5
Cumhuriyet, 2 Eylül 1960, s.1
Cumhuriyet, 7 Ekim 1960, s.1, s.5
Cumhuriyet, 14 Kasım 1960, s.1 ve s.5
Cumhuriyet, 27 Ocak 1961, s.1
Cumhuriyet, 31 Ocak 1961, s.5
Cumhuriyet, 21 Haziran 1961, s.1
Dumludağ, Devrim(2003), Türkiye’de Yabancı Sermaye Yatırımlarının Tarihsel
Gelişimi, Toplum ve Bilim Dergisi, s.96, s:241-269
Eralp, Atilla(1980). Türkiye’de İzlenen İthal İkameci Kalkınma Stratejisi ve Yabancı
Sermaye, ODTÜ Gelişme Dergisi, C.7, S.1-2, s.613-633
Forum,15 Ocak 1959, s.2
Forum, 1 Ağustos 1960, s.1,s.20
Forum,1 Şubat 1961, s.43
Forum, 1 Mayıs 1961,s.1
Nadaroğlu, Halil, Vergi Reform Komisyonu ve Ali Alaybek Üzerine Prof. Dr. Halil
Nadaroğlu ile Söyleşi, Vergi Dünyası dergisi: s:243, Kasım 2001
http://www.hud.org.tr/modules.php?.name=sohbet1(Nisan 2006)
Okyar, Osman(1963), Plan Fikrinin Doğuşu, Beş Yıllık Kalkınma Planı, Maliye
Enstitüsü Konferansları, Ankara 1963
Sabah, 23 Nisan 2005
158
Savran, Sungur(1987), “1960, 1971, 1980: Toplumsal Mücadeleler, Askeri
Müdahaleler”, Onbirinci Tez Kitap Dergisi, S.6, s. 132-168
Subaşı Tevfik(2001), Bir 27 mayıs Subayının Anıları, Özel Dosya/27 Mayıs Darbesi,
Zaman 8 Şubat 2001, http://arşiv.zaman.com.tr/2001/02/08/odosya/27
Mayıs.htm (Şubat 2006)
Türkay, Mehmet(2002) Üçüncü Dünya Var mıydı? Ulusal Kalkınma Mümkün mü?,
Evrensel Kültür Dergisi, S:112, s.76-80
Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği, Kalkınma Planı
Hakkında Özel sektörün Görüş ve Dilekleri, Ankara: 1962
Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Matbaası, İktisadi
Rapor, Ankara 1962
Yenişafak, 23.04.2006
Yön, 20 Aralık 1961, s.9
Yön, 20 Aralık 1961, s.12-13
Yön, 27 Aralık 1961, s.9-11
Yön, 24 Ocak 1962,s.16
Yön, 26 Ocak 1962, s.6
Yön, 28 Şubat 1962, s.14
Yön, 23 Mayıs 1962, s.7
Yön, 23 Mayıs 1962, s.7
Yön, 30 Mayıs 1962, s.8
Yön, 4 Temmuz 1962,s.4
159
Yön, 8 Ağustos 1962, s.7
Yön, 29 Ağustos 1962,s.6
Yön, 3 Ekim 1962, kapak
160
Diğer yayınlar
MBK Genel Kurul toplantısı, (Birleşim:9, Oturum:2, 10.9.1960, s.10-20)
MBK Genel Kurul toplantısı, (B:14, O:2, 29.9.1960, s.15-19)
MBK Genel Kurul toplantısı, (B:15, O:1, 30.09.1960 s.13)
T.C Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Kalkınma Planı Birinci Beş Yıl( 1963-
1967), Başbakanlık Devlet Matbaası, Ankara 1963
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (B:36, 3.4.1961, O:3, s.492)
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (B:36 O:1, 3.4.1961)
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (B:45, O:3, 14.4.1961, s.259)
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (B:36, 3.4.1961, O:3, s.494)
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (B:35, O:2, 31.3 1961,s.439-41)
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi (31.12.1960, B:67, O:3, s.53)
Tekeli, İlhan(1985) Türkiye’de Şirketlerin Gelişimi ve Kapitalin Yoğunlaşma Süreci,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul İletişim Yayınları,
1983-1985, s.2386-96