ab - türkiye İlişkileriakademikperspektif.com/wp-content/uploads/2014/09/akademik... · academic...

32
Kasım 2014 | Yıl: 1 Sayı: 1 AB - Türkiye İlişkileri Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak Ortadoğu’nun Demokratikleşme Süreci ve Türkiye Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu Liderlerin Doğu Türkistan Hakkındaki Söylemleri İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş İnsani Savaş Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır Hem Seviyeli Hem Keyifli

Upload: lyngoc

Post on 06-Feb-2018

242 views

Category:

Documents


2 download

TRANSCRIPT

1 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Kasım 2014 | Yıl: 1 Sayı: 1

AB - Türkiye İlişkileri

Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak Ortadoğu’nun Demokratikleşme Süreci ve Türkiye Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu Liderlerin Doğu Türkistan Hakkındaki Söylemleri

İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu Türkiye-ABD İlişkileri Bağlamında Ermeni Sorunu İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş İnsani Savaş

Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır

“Hem Seviyeli Hem Keyifli”

2 Akademik Perspektif – Kasım 2014

3 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE

GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK

[email protected]

EDİTÖRLER

SAMET ZENGİNOĞLU [email protected]

GÖKTUĞ SÖNMEZ

[email protected]

KEMAL OĞUZ ÇAKIR [email protected]

REKLAM ve İLETİŞİM

[email protected]

YAYIMCI Akademik Perspektif Enstitüsü

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.

*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.

Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

AKADEMİK PERSPEKTİF

akademikperspektif.com

4 Akademik Perspektif – Kasım 2014

AKADEMİK

PERSPEKTİF EDİTÖRDEN

Saygıdeğer okuyucularımız,

Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, tarih, iktisat ve hukuk alanlarında faaliyet gösteren bağımsız bir düşünce kuruluşu olan Akademik Perspektif Enstitüsü (APE), Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli üniversitelerinde araştırmalarını sürdüren akademisyenlerin gönüllü işbirliği ile sürekli gelişiyor.

2011 yılından bu yana Akademik Perspektif (www.akademikperspektif.com) sitesinde, akademik vasıflara sahip yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli bir platform sunuyor. Hem Türkçe hem de Academic Perspective ismiyle İngilizce dillerinde yayın yapıyor.

Akademik Perspektif Dergisi, Enstitü bünyesinde hazırlanan makalelerin ve röportajların yanı sıra, misafir kalemlerden gelen makaleleri de yayınlıyor. Böylelikle fikirlerin, ilgili alanlarda eğitim görenler ve çalışanlar başta olmak üzere, mümkün olan en geniş kitleye ulaşmasını hedefliyor.

Akademik Perspektif bundan böyle web sitesindeki yayına ek olarak aylık bir pdf formatında dergi de çıkarmaya başlıyor. Her ay belli bir konu başlığı altında hem kendi ekibimizin kaleme alacağı yazılara hem de takipçilerimizden gelen makalelere yer vereceğimiz bu dergilerde konulara mümkün olduğunca farklı

perspektiflerden bakabilen yazarlara yer vereceğiz.

Bu ilk sayımızın kapak konusunu çok uzun bir süreden beri Türk dış politikasının temel meselelerinden biri olmayı sürdüren AB-Türkiye ilişkileri olarak belirledik.

Ancak dikkat edilmesi gereken bir hususta vardır ki, o da demokrasinin bir sihirli değnek olmadığıdır. Bunu da Amerika’nın Irak’ ı işgalinde açıkça görmekteyiz. Nitekim ABD bu bölgeye demokrasi ve insan hakları kavramını getireceği iddiasıyla müdahale de bulunmuş, o sihirli değnek adeta bir sopa olmuş ve dayağı yiyen yine masum halk olmuştur. Demokrasinin ve insan haklarının beşiği rolüne bürünen ABD yaptıklarıyla nedense Saddam’dan hiç de geri kalmamıştır.

Dünya Savaşı ve sonrasında imparatorlukların yıkılması ile ortaya çıkan yeni yönetimler nispeten demokratik olsalar da 1929 sonrasında yeniden bir otoriter yönetimler dönemi başlamıştır. Avrupa’ da, Latin Amerika’ da ve Asya’ da birçok ülkede diktatör yönetimler başa gelmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise tekrar yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmış ve dünya iki kutup arasındaki, Doğu Blok’ u ve Batı Blok’ u, mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadele ile de Ortadoğu’ da başta Baas rejimleri olmak üzere diktatöryal yönetimler kurulmuştur.

Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni

5 Akademik Perspektif – Kasım 2014

AKADEMİK

PERSPEKTİF İÇİNDEKİLER

Demokrasi ve Ortadoğu ..................................................................................... 6

Suriye Çıkmazında Türkiye – İran İlişkileri ......................................................... 10

Dörtlü Takrir: Amacı, İçeriği, Neticesi ............................................................... 13

İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş ...................................................... 17

Gelenekselden Modernite’ye: Nepal ................................................................ 20

Obama ve Ortadoğu: ........................................................................................ 23

Kimlik ve Söylem Bağlamında Bir Analiz ........................................................... 23

İsa Yusuf Alptekin ............................................................................................. 26

Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü ................................................... 28

6 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Demokrasi ve Ortadoğu

Yusuf Göksu*

Demokrasi ilk olarak eski Yunanistan’ da ortaya çıkmış bir kavramdır. Magna Carta, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan Hakları Bildirisi demokrasinin gelişmesinde çok önemli rol oynamış belgelerdir. Ancak, demokrasi her zaman ileri gitmemiş bazen gerileme süreçleri de yaşamıştır.

Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında imparatorlukların yıkılması ile ortaya çıkan yeni yönetimler nispeten demokratik olsalar da 1929 sonrasında yeniden bir otoriter yönetimler dönemi başlamıştır. Avrupa’ da, Latin Amerika’ da ve Asya’ da birçok ülkede diktatör yönetimler başa gelmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise tekrar yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmış ve dünya iki kutup arasındaki, Doğu Blok’ u ve Batı Blok’ u, mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadele ile de Ortadoğu’ da başta Baas rejimleri olmak üzere diktatöryal yönetimler kurulmuştur.

Ortadoğu’da bu otoriter yönetimler demokrasi adına zaman zaman birtakım reform başlığı altında, içi boşaltılmış açılımlar yapmış olsalar da bunlar yetersiz kalmış ve halk nezdinde tatmin edici olmadıkları için genelde birçok masum insanın canına sebep olan, kardeşi kardeşe kırdıran, ülkelerde iç savaşa kadar gidebilen süreçlerle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla bu topraklarda tam anlamıyla

demokratik, özgürlükçü rejimler kurulamamıştır.

Ancak dikkat edilmesi gereken bir hususta vardır ki, o da demokrasinin bir sihirli değnek olmadığıdır. Bunu da Amerika’nın Irak’ ı işgalinde açıkça görmekteyiz. Nitekim ABD bu bölgeye demokrasi ve insan hakları kavramını getireceği iddiasıyla müdahale de bulunmuş, o sihirli değnek adeta bir sopa olmuş ve dayağı yiyen yine masum halk olmuştur. Demokrasinin ve insan haklarının beşiği rolüne bürünen ABD yaptıklarıyla nedense Saddam’dan hiç de geri kalmamıştır.

Günümüzde Ortadoğu’ da demokrasi sorunu önemli bir sorundur. Bundandır ki bu gün Ortadoğu da Yasemin Devrimi ve Arap Baharı denilen süreçler yaşanmaktadır. Tunus’ ta yaşanılan bir olay tüm Ortadoğu halklarını, bıçağın kemiğe dayandığı hissini vererek, yönetimlerini alaşağı etmek amacıyla hareketlendirmiştir.

7 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Kasım 2010’ da meyve, sebze satıcısı ve işsiz bir üniversiteli olan Muhammed BOUAZİZİ isimli genç, satış arabasına polisin el koyması üzerine kendini de olayların fitilini de ateşe vermişti. Bu olayın ardından 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ ta protestolar başladı. 22 Aralık’ ta Lahsin NACİ isimli bir protestocu yaşadığı ekonomik sorunlar nedeniyle bir elektrik direğine tırmanıp kendini yaktı. Tunus’ ta ki bu olaylar Mısır, Libya, Cezayir ve Ürdün’deki halk kitlelerine ilham olmuş ve buralarda da ayaklanmalar çıkmıştı.1

Tüm toplumsal krizlerin meydana gelmesinde olduğu gibi şu anki süreçte de Ortadoğu’ da yaşanan olayların bir değil birden fazla sebebi mevcut. Hakların kısıtlanması, gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik, enflasyon gibi birçok sorun yıllardır var olmasına rağmen otokratik rejimler hep kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda hareket etmiş, bu sorunları çözmeye yönelik eylemde bulunmamış ya da mevcut sorunlara kulak tıkamıştır.2

Ortadoğu halkı siyasette çok partili ve partiler arası gerçek bir yarışın olduğu bir sistem istiyorlar. Bununla beraber ifadelerini hür bir şekilde serbestçe beyan edebildikleri, yargının bağımsız, basının özgür olduğu, Batı’ ya karşı çıkabilen ve Batı’nın ileri karakolu olarak gördükleri İsrail’ e ve onun tahrik edici eylemlerine karşı uzlaşmacı bir politika izlemeyen, direnebilen, güçlü yönetimler görmek istiyorlar.3

1 Wikipedia,”Arap Baharı”.

2 Gamze Coşkun, ” Liderlerini Deviren Arap

Ülkelerinin Bir Yılı” , USAK, Cilt: (Arap Baharı tarih yok) (Coşkun 2012) (Furtun 2006) (Tunus ve En-Nahda Hareketi 2011) (Yılmaz 2011): , No:9, (5 Ocak 2012). 3 Doç. Dr. Muzaffer Ercan Yılmaz, “Arap Devrimleri

ve Ortadoğu’nun Yeniden Yapılanması”, Ortadoğu Analiz, Cilt:3, Sayı:27, (Mart 2011).

Bu halk hareketleri gerçekleşirken dikkatlerin çekilmesi gereken bir diğer husus ise Batı’nın davranışlarındaki kaypaklıktır. Daha önce yanların da durdukları bu otokratik liderlerin bu defa yanlarında durmamış, belki de buna cesaret edememişlerdir. Bilhassa Amerika bölge halkı nezdinde, uyguladığı politikalar yüzünden oluşan kötü adam karakterinden bir nebzede olsa kurtulmak istemekte ya da oluşacak yeni yönetimi kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için küstürmemek niyetindeydi.

Bu gün Ortadoğu’ da yaşanan süreç içersinde uluslararası örgütlerin ve aktörlerin tutumları büyük ölçüde önemlidir. Nitekim 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali döneminin, Libya’ da 42 yıllık Muammer Kaddafi döneminin, Mısır’ da Hüsnü Mübarek döneminin kapanmasında uluslararası aktörlerin uyguladığı baskı sonuç vermiş ve bu yönetimler alaşağı edilmiştir.

Tunus’ta 23 Ekim 2011’ de yapılan ilk seçimleri Ennah Partisi kazanmış ve yönetime geçmiştir. Bu partinin kurucusu Gannuşi seçimlerden önce yaptığı açıklamada Müslümanların totaliter rejimlere karşı mücadele etmesi gerektiğini, Türkiye’nin ve AK Parti tecrübesinin kendileri için önemli olduğunu, Arap ülkeleri için bir model olabileceğini ifade etmişti.

Nitekim Gannuşi’nin bu sözleri de göstermektedir ki Türkiye bölgeye olan tarihi, coğrafi ve kültürel yakınlığı sebebiyle ve son dönem uyguladığı aktif dış politikasıyla krizin çözülmesi bağlamında önemli bir aktördür.4

4 SDE stajyeri, “Tunus Seçimleri ve En-Nahda

Hareketi”, SDE, (11.02.2011)

8 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Demokratik süreç içersinde yozlaşma ve suç oranlarında büyük artış olmaktadır. Bu yozlaşma ve suç artışı halkın demokratikleşmeye verdiği desteği azaltmaktadır. Bu tür sorunlarla karşılaşılmaması için bölgede yeni gelen yönetimlerin bunları dikkate alması gerekmektedir. Bu tür sorunların çözümüne tek çare ise hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmesidir. Bu ilke sayesinde yasal düzenlemeler ile bireylerin hakları korunur, yasal otorite devletin diğer organları arasında dağıtılmış olur. Hukukun üstünlüğü ilkesi ancak liderlerin hukuka tabi olması ile başarıya ulaşabilir.

Ortadoğu da bugün yaşanan bu halk hareketlerinin önemli bir nedeni de ekonomik yozlaşma ve ekonomik istikrarsızlardır. Ortadoğu ülkelerinin gelirlerinin büyük bir kısmı petrolden karşılanmaktadır. Bu ülkelerde vergi gibi toplumdan gelecek gelirlere ihtiyaç duyulmamaktadır. İktidara yakın elit kesim arasında petrol gelirleri paylaşılırken toplum ekonomik sorunlar yaşamaktadır. Yani milli gelirin adaletsiz dağıtımı söz konusu olup, bu gelirler askeri alanda kullanıldığı ölçülerde sosyal projelere yatırım kaynağı olarak kullanılmamaktadır.

Bu ülkelerde artan nüfus artışı ile büyük oranlarda işsizlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Aktif iş gücü potansiyelinin hızla artmasına karşın düzenli bir nüfus politikası izlenmemekte ve aktif iş gücü için yeterli istihdam alanları oluşturulmamaktadır. Böyle olunca da tabiatıyla toplumda büyük bir mutsuzluk, yönetimi elinde tutan bu vesayetçi elit kesime yönelik bir kin birikimi oluşmaktadır.

Bölgede artan STK sayısı demokratikleşme taleplerinin artmasına yol açmıştır. Yeni yönetimler bu durumu iyi kontrol etmeli, STK’ların işlev potansiyelini arttırmalı ve

ülkede demokratik alt yapı oluşturulmalı, toplumun kültür dokusuna demokrasi ve demokratik öğelerin işlemesine öncü olmalı, demokrasinin kurumsallaşmasını sağlamalıdır. Ancak bunu yapmazsa, eski vesayetçi sistemin adeta süslenmiş bir versiyonunu sunarsa işte o zaman çürük temeller üzerine kurulmuş bir yönetim inşa eder ki buda ülkede iç karışıklıkların devamına ve can kaybının sürmesine yol açar.

Nitekim Mısır’ da Mübarek iktidara, oldukça demokratik bir yönetim sergileyeceği vaadiyle gelmiştir. Fakat yönetime geldikten sonra ilk olarak seçim sistemini değiştirmiş ve oransal temsile geçmiştir. Ancak bu sistem ile Ulusal Demokrat Partisi’nin liderliğini sağlarken, partilerin adaylar üzerinde daha sıkı kontrol sağlamasına neden olmuş, bağımsız adaylığın önü tıkanmıştır. Parlamento da koltuk sayısı 448’ den 350’ ye, seçim bölgeleri ise 175’ten 48’ e düşürülmüştür. 1990’larda Mübarek ülkenin güneyinde faaliyet gösteren İslami Örgütleri, geniş bir desteğe sahip Müslüman Kardeşler örgütü dâhil birçok siyasi partiyi kapatmıştır.

Bölgedeki krizin çözümü ve daha fazla can kaybının önlenmesi maksadıyla Suudi Arabistan, Cezayir, Lübnan, Sudan gibi bölge ülkelerinin yönetimleri yaşananlardan ders çıkarmalı, kendilerine karşı oluşan muhalefete yönelik sert tedbirler almak yerine onlarla mutabakata varmalılardır.

Bu noktada uluslararası camiaya düşen görevse, uygulayacakları politikalarla yönetimdeki otoriter rejimi kıskaca almak, bu otoriter rejimlerin arkasında duran diğer ülkelerden gelebilecek yardımları engellemektir. İzole edilen ve koordinasyonları engellenen muhalefetin birleşmesi bu halk hareketlerinin başarıya

9 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ulaşmasında çok önemli bir mevzudur. Muhalefetin tek bir platformda toplanması, dağınık ve heterojen yapıdaki kitleler arasında sosyal bütünleşmenin sağlanması noktasında uluslararası aktörlere önemli bir görev düşmektedir. 5

Sonuç

Ortadoğu da krizin çözülmesi için öncelikle vesayetçi, otoriter yönetimlerin yerini demokratik yönetimler almalıdır. Kadın, erkek ayrımcılığının son bulduğu, kadınların toplumda daha fazla söz sahibi olduğu bir toplumsal alt yapı oluşturulmalıdır. Seçimlerin şeffaf bir şekilde yapıldığı ve toplumun büyük bir çoğunluğunu tatmin edici sonuçların alındığı, muhalif seslere ve basına uygulanan sansürün kaldırıldığı bir yönetim anlayışı getirilmelidir. Bölgede antidemokratik yönetimler yerini serbest, açık, dürüst seçimlerle seçilmiş yeni yönetimlere bırakmalıdır. Yapılan göstermelik reformların yerini daha nitelikli, gerçekçi ve sonuç elde etmeye meyilli değişimler almalıdır. Yeni gelen yönetimler demokrasinin kurumsallaşmasına yardımcı olmalı, öncülük etmeli, bizatihi kendileri demokrasiyi hazmetmiş yönetimler olmalıdır.

Demokrasinin kurumsallaşması bağlamında vatandaşların politika üzerinde etkin olduğu, dürüst, şeffaf, bilgili ve akılcı siyaset anlayışının benimsendiği bir yönetim oluşturulmalıdır. Ülkede yönetim karşıtı oluşabilecek muhalif örgütlenmeleri meşru zeminde rahat hareket etmeleri ve siyasette söz sahibi

5 Fatih Furtun, Demokratikleşme Teorisinin

Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde Uygulanabilirliği Sorunu, Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Enstitüsü Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul(2006)

olabilmeleri sağlanmalıdır. Kamusal menfaatin daima şahsi menfaatlerin önünde tutulduğu, gelir dağılımının adil olduğu bir yönetim anlayışı benimsenmelidir. Piyasa ekonomisiyle, kapalı bir ekonomik sistem yerine daha özgürlükçü bir sistem getirilmeli ve böylelikle dış sermayenin ülkeye rahat girip yatırım yapabileceği bir iktisadi sistem getirilmelidir. Ülkede işsiz nüfusa yeni istihdam alanları oluşturulmalıdır. Bu yeni istihdam alanlarının oluşması noktasında güçlü bir orta sınıf ve burjuvazi oluşturulmalıdır. Sosyal alanda modernleşmeye yönelik yenilikler yapılmalı, kadınlara yönelik ayrımcı ve baskıcı anlayış terk edilmelidir. Bunları göz önünde bulundurarak yeni yönetimler özetle, ülkelerine demokrasiyi getirmeli, getirdikleri demokrasinin istikrarlı bir şekilde kurumsallaşmasını sağlamalı ve toplumu da buna hazırlayıp gerekli alt yapıyı oluşturmalılardır.

*Yusuf Göksu, Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Kaynakça «Arap Baharı.» Wikipedia. Coşkun, Gamze. «Liderlerini Deviren Arap Ülkelerinin Bir Yılı.» Uluslararası Stratejik Araştırma Kurumu V (ocak 2012). Furtun, Fatih. «Demokratikleşme Teorisinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde Uygulanabilirliği Sorunu.» İstanbul, 2006. «Tunus ve En-Nahda Hareketi.» SDE, Şubat 2011. Yılmaz, Muzaffer Ercan. «Arap Devrimleri ve Ortadoğu' nun Yeniden Yapılanması.» ORSAM III, no. 27 (Mart 2011): 27.

10 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Suriye Çıkmazında Türkiye – İran İlişkileri

Volkan Türkmen*

Arap Baharıyla başlayan süreç Suriye halkının Şam yönetimine isyanıyla devam etmektedir. Suriye’de başlayan gösteriler öncelikle reform talebiyle ortaya çıkmışsa da daha sonrasında rejime karşı gelişmiştir. Buna karşılık Şam yönetiminin göstericilere sert karşılık vermesi birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden olmuştur.

Suriye de yaşanan insanlık suçuna Başta Türkiye olmak üzere uluslararası arenada sert tepki göstermektedir. Bu gelişmelerin devamın da bölgenin iki önemli devletinden biri olan İran sessiz kalması Türkiye – İran ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmaktadır. İran yönetiminin yaşanan katliama seyirci kalmasının yanı sıra Esad yönetimine sahip çıkması ise gerginleşen ilişkileri daha ileriye götürmektedir. Bu gelişmelerin ışığında Suriye çıkmazı Türkiye- İran dostluğunun çıkmaza girmesine neden olmaktadır.

Suriye bölgesin de yaşanan bu süreçte Şam yönetimine baskılar artmakta ve çeşitli ambargolar uygulanmaktadır. Suriye de yaşanan gelişmelerin ulaştığı son noktada, Muhalif kesim ve Esad yönetimi kararlı davranmakta ve en önemlisi hangi kesimin düşeceğinin tam olarak netleşmemesidir. Esad yönetiminin düşmesi bölge de yaşanacak güç boşluğunun hangi güçler tarafından

doldurulacağı muammadır. Bu nokta da güç boşluğunun belirleyici iki ülke söz konusudur; Türkiye ve İran. Ancak Bölgede yaşanan süreçteki her iki ülkenin yaklaşım biçimi birbirine tezattır.

Türkiye’nin Suriye’ye bakış açısı, Türkiye’nin çıkarlarından çok bölgede yaşanan katliama seyirci kalmamak istememesi. Zira İstanbul Kongre Merkezi'nde düzenlenen Suriye Halkının Dostları Grubu'nun İkinci Konferansı kapsamında gerçekleştirilen basın toplantısında Türkiye Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Bosna'da uluslararası camianın çok yavaş davrandığını vurgulamış aynı hatanın Suriye de yaşanmaması sivillerin haklarını, yaşamlarını savunulması gerektiğini vurgulayarak Bosna da yaşanılan olaylarda yapılan hatanın Suriye de yapılmaması gerektiğini belirtmiştir.

11 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Buradan da anlaşılacağı gibi Türkiye bölgede yaşanan olayların dinmesini Suriye yönetiminden daha çok önem vermektedir. Ankara’nın sunduğu çözüm önerileri kendi güvenliğinin yanı sıra Suriye halkının güvenli bir geleceğinin yanında Suriye yönetiminin de geleceğini devam ettirmesi açısından önemlidir. Esad yönetimi tüm uluslararası baskılara ve ambargolara aldırmamış bölge de Başta İran olmak üzere Rusya ve Çin’de aldığı güçle birlikte katliamlara devam etmektedir. Bu kaos Bölgeyi uçuruma sürüklediği gibi Türkiye ve İran ilişkilerini de son zamanlarda gerginleşmesine sebep olmuştur.

İran bölgede yaşanan olaylara aldırmayıp bu olayların ABD ve Batı’nın Suriye’yi kontrol altına almak istemeleri olarak belirtmektedir. Tahran yönetimi bölgede yaşanan olayları İran’ın resmi haber ajansları Suriyeli isyancıları “silahlı terörist gruplar” olarak adlandırmakta, çıkan isyanı CIA, MOSSAD ve Suudi Arabistan’ın kurduğu bir komplo olarak değerlendirmektedir. Bu noktada tahran yönetimi ABD ve İsrail kanadından gelen nükleer geliştirmemesi baskıları Tahran yönetimini çeşitli komplo teorileri üretmesine neden olmuş ve Şam yönetiminin izlediği sert politikayı tarafsız ve sağlıklı bir şekilde analiz edememektedir ya da etmek istememektedir. İran yönetimi Suriye’de başlayan olaylardan itibaren desteğini saklamamış son zamanlar da ise daha da arttırmıştır. İran yönetiminin istediği Esad gitse de rejimin ayakta kalmasını sağlamaktır. Zira bölge de rejimin değişmesi İran’ı da derinden etkileyecektir. Türkiye yönetimi başta başbakan olmak üzere geniş bir

bakan çevresiyle birlikte İran ziyareti gerçekleştirmiş bu ziyaret İran yönetiminin de sonu görünen Esad’ı desteklemesinin yanlış olduğunun izahını yapması açısından çok önemliydi. Bölgede Esad rejimi ardından oluşacak güç boşluğunun doldurulması sorunuyla karşı karşıya kalınabilir. Suriye sınırının ABD ve Batı kanadına açılması Türkiye için de kapana sıkışmak olarak adlandırılabilir, bu açıdan Türkiye yönetiminin isteği Demokratik yollarla sorunun çözülmesidir. Tahran yönetiminin de kabul ettiği gibi bölgede ki tüm kötü senaryoların sona erdirilmesi Türkiye önderliğinde gerçekleşecektir. Ancak buna rağmen tahran yönetiminin Suriye desteğini kesmesi konusun da ne kadar gerçekçi olduğu tartışılabilir.

Sonuca gelecek olursak bu ihtilaflı konuların çıkarların örtüşmesi yoluyla giderebileceğinin unutulmamalıdır. Bölgedeki kaos ne kadar uzun ömürlü olursa her iki ülke açısından da sıkıntı daha da yükselir. Şam yönetiminin Annan planını uygulamaması rejimin kanlı bir şekilde sona erme olasılığını yükseltmiştir. Bu açıdan Tahran yönetimi de Türkiye’nin önerilerine açık olmalı ve kendi geleceğini de düşünmelidir.

Volkan TÜRKMEN Trakya Üniversitesi U.İ.B

UPA ve AFASAM Temsilci Kaynakça http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1494:suriyedeki-gelimeler-ve-tuerkiye-ran-likileri&catid=168:ortadogu-analizler http://www.usakgundem.com/haber/72096/davutoğlu-39-ndan-İran-39-a-sert-çıkış.html http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1047/iran-ve-turkiye-suriyeyi-kurtarabilir-mi.aspx

12 Akademik Perspektif – Kasım 2014

13 Akademik Perspektif – Kasım 2014

TÜRK SİYASAL HAYATINDAN KARELER

Dörtlü Takrir: Amacı, İçeriği, Neticesi

Samet Zenginoğlu

Dörtlü Takrir, Türk siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından birisidir. Zira bu adım, Türkiye’nin çok partili siyasi yaşama geçmesindeki ilk adım olarak kabul edilmektedir.

Amacı ve mahiyeti itibariyle bu adımın Türkiye’de demokrasinin ilerlemesi adına yapmış olduğu katkının göz ardı edilebilmesi mümkün değil ise de, ‘Dörtlü Takrir’in çok partili siyasi yaşama geçmekten ziyade, Demokrat Parti’nin kurulmasına öncülük ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu çalışmada kısaca değinilecek olan, ele alınan süreç içerisinde Milli Kalkınma Partisi’nin varlığı ve yaşadıkları (Temmuz sayısında bu konunun daha detaylı bir şekilde ele alınması amaçlanmaktadır) bu farkı açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Amacı

7 Haziran 1945 tarihinde CHP’li dört milletvekili, parti meclis gurubunda açık olarak görüşülmek üzere, meclis grubu başkanlığına bir takrir (önerge) vermişlerdir. Bu önergeyi veren isimler; İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Aydın milletvekili Adnan Menderes ve Kars

milletvekili Fuat Köprülü olmuşlardır. Bu önerge, bu dört isim tarafından imzalanmış ve Türk siyasi tarihinde ‘Dörtlü Takrir’ olarak yer almıştır.1

Bu önerge, özgürlükleri kısıtlayan rejimi daha fazla sürdürmenin doğru olmayacağı, anayasal hak ve özgürlüklerin tanınması gerektiği2 üzerinde durmuş ve en nihayetinde “memlekette demokratik usullerin daha geniş şekilde tatbikine geçilmesi”3 amacını taşımıştır.

1 Yaşar Baytal, Demokrat Parti Dönemi Ekonomi

Politikaları (1950–1957), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 40, Kasım 2007, s. 549. 2 Murat Pıçak, Türkiye’nin Çok Partili Parlementer

Sisteme Geçiş Sürecinde Siyasi Partilerin Ekonomi Politikaları, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 25, Temmuz–Ağustos 2011, s. 4. 3 Osman Akandere, Bir Demokrasi Beyannamesi

Olarak “Dörtlü Takrir’in” Amacı ve Mahiyeti, http://www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler/Osman%AKANDERE/5-28.pdf s. 9. (Erişim: 05.05.2012)

14 Akademik Perspektif – Kasım 2014

İçeriği

İçerik bakımından ise, önerge, yukarıda zikredilen dört milletvekilinin imzaları ile şu şekilde kaleme alınmıştır;4

“Daha kuruluşundan beri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve CHP’nin en esaslı umdesini teşkil eden demokrasi prensiplerine tamamıyla tatbiki sayesinde refah ve saadete kavuşacağı kanaatine bağlanmış olan vatandaşların bütün memlekette ve bilhassa partimiz mensupları arasında en büyük ekseriyeti teşkil ettikleri şüphesizdir. İşte bu kanaatledir ki milletçe özlenen bu amacın gerçekleştirilmesi için lüzumlu gördüğümüz tedbirleri partimizin meclis grubuna arz ve teklif etmeyi borç bildik.

Atatürk'ün ölmez adına bağlı olan mukaddes Kurtuluş savaşımızdan doğan Türkiye Cumhuriyeti ilk Teşkilat–ı Esasiye Kanunu ile dünyanın belki en demokratik anayasasını meydana getirmiş ve bu sayede gerek ferdi hürriyetleri gerek milli murakabeyi en geniş surette dağlamak imkânlarını vermiştir.

Memleketi Ortaçağdan kalma bir takım zararlı müesseselerden koruyabilmek ve irticaı kırmak maksadıyla 1925’ten sonraki yıllarda siyasi hürriyetlerin bazı takyitlere uğratıldığını biliyoruz. Lâkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Teşkilat–ı Esasiye Kanununun, demokratik ruhuna daima sadık kalmış ve cumhuriyetin kurucusu Büyük Atatürk bunu tamamıyla demokratik bir şekle ulaştırmak idealinden ölünceye kadar ayrılmamıştır.

Burada izaha lüzum görmediğimiz türlü sebeplerden dolayı muvaffakiyetsizlikle neticelenen Serbest Fırka tecrübesi bu maksatla yapılmış bir harekettir. Bu talihsiz tecrübenin uyandırdığı tepkiler

4 Ag.e., s. 23, 24.

neticesinde siyasi hürriyetlerin yeni bir takım tahditlere uğratıldığı inkâr edilemez. Bununla beraber cumhuriyet idaresinin her şeye rağmen demokratik tekâmül yolunda ilerlediğini gösteren teşebbüslerde vardır. Büyük Millet Meclisi seçimlerinde, müstakil mebuslara gittikçe daha artacak nispette yer ayrılması tecrübesini buna bir delil olarak zikredebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı’nın belirmeye başlaması ve harp tehlikesinin memleketimizi daimi bir tehdit altında bulundurması pek tabii olarak siyasi hürriyetleri bir kat daha tahdide sebep olmuş ve bu suretle Teşkilat–ı Esasiye Kanunu’nun demokratik ruhundan biraz daha uzaklaşılmıştı. Gerçi CHP içinde ayrıca bir müstakil grup teşkili millî murakabede tek parti usulünden doğan zararların karşılanması yolunda bir tecrübe olmakla beraber kuruluşundaki gayritabiîlik dolayısıyla bundan da müspet bir netice alınmadığını görüyoruz.

Bütün dünyada, hürriyet ve demokrasi cereyanlarının tam bir zafer kazandığı demokratik hürriyetlere riayet prensibinin milletlerarası teminata bağlanmak üzere bulunduğu şu günlerde, memleketimizde de Cumhurbaşkanından en küçüğüne kadar bütün milletin aynı demokratik ülküleri taşıdığından şüphe edilemez.

Uzun asırlardan beri müstakil bir devlet olarak yaşayan Türkiye’de hatta okuyup yazma bilmeyen vatandaşların bile siyasi hürriyetlerini şuurla kullanacak bir seviyede bulundukları inkâr kabul edilmez bir hakikattir. Okuyup yazma bilmeyen köylüler arasında bile dünyanın en değerli idare ve siyaset adamlarını yetiştirmiş olan milletimizin bilhassa cumhuriyet idaresinin kuruluşundan beri yapılan hamleler neticesinde bundan 20 yıl evveline

15 Akademik Perspektif – Kasım 2014

nispetle çok yüksek bir seviyeye erişmiş bulunduğu övünülecek bir gerçektir.

İşte bir taraftan iç hayatımızdaki bu mesut tekâmülün yarattığı siyasî olgunluk, diğer taraftan bugünkü medeniyet dünyasının umumî şartları daha ilk Teşkilât–ı Esasiye Kanunumuzda hâkim olan demokratik ruhu, bugünkü siyasî hayat ve teşkilatımızda kuvvetle tecelli ettirmek zamanı geldiği kanaatine bizi sevk etmiş bulunuyor. Bunun bir an evvel gerçekleşmesi yönündeki düşüncelerimizi şöyle hülasa ediyoruz:

1) Milli hâkimiyetin en tabiî neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesinin anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin alınması.

2) Yurttaşların siyasî hak ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilât–ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkânlarının sağlanması.

3) Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeniden tanzimi.

Muhterem milletvekilleri arkadaşlarımızın, yüksek tasviplerine sunduğumuz bu teklifimizle, daha ilk kuruluşundan beri millî hâkimiyet gayesine erişmeyi, onu gerçekleştirmeyi hedef tutan CHP’nin ve bütün Türk Milletinin yüksek arzularına tercüman olduğumuza, Atatürk'ün idealine sadık kaldığımıza inanmış bulunuyoruz.

Cumhurbaşkanımızın 19 Mayıs 1945 tarihli nutuklarında: “Siyaset ve fikir hayatımızda demokrasi prensiplerinin daha geniş ölçüde hüküm süreceği hakkındaki fikirleri”, bu teklifimizin vakitsiz ve yersiz olmadığı hakkındaki inancımızı büsbütün kuvvetlendirmiştir.

Milletimizin bütün kuvvet ve iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi Parti Grubu arkadaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine dünya demokrasileri arasında şerefli bir mevkii sağlayacak olan bu teklifi, kendi öz düşüncelerinin bir ifadesi gibi telakki edeceklerinden asla şüphe etmediğimizi bir defa daha tekrar eder ve takririmizin açık oturumda müzakeresini saygılarımızla rica ederiz.”

Neticesi

Yaşanan süreçte, hem dünyadaki hem de Türkiye’deki genel tabloyu ortaya koyan ve bu bağlamda “vakitsiz ve yersiz” olmadığı düşünülen bu önerge, 12 Haziran 1945’te parti meclis grubunca reddedilmiştir.

Önergenin bu reddedilişi, önergeyi imzalayan milletvekilleri ile parti arasındaki bağın zayıflamasına neden olmuş ve ardından bu bağ kopmuştur: 21 Eylül tarihinde Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden çıkarılmışlardır/ihraç edilmişlerdir. Bayar ise, 1 Aralık’ta istifa etmiştir.

Bu kopma, bu dört ismin öncülüğünde kurulacak olan Demokrat Parti’nin siyasi yaşama adım atmasını sağlayacak olan ilk etmen olacaktır.

İkinci etmen ise kuşkusuz, önergede de belirtildiği üzere, dünya genelinde yaşanan gelişmelerdir. 1945 senesi çevrenin de iktidar adayı olarak örgütlenmesi için uygun koşulların oluştuğu bir dönemdi. Demokratik ülkelerin zaferiyle sonuçlanan 2. Dünya Savaşı’nın siyasal demokrasilerin cazibesini artırması, yönetici elit arasındaki bölünmenin halkı kendisinden destek alınacak alternatif güç haline getirmesi, tek partili yılların ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunları altında bunalan toplumun sıkıntılarını ifade edebileceği bir kanal

16 Akademik Perspektif – Kasım 2014

arayışı Demokrat Parti’nin kurulmasındaki önemli çevresel avantajlar ve faktörlerdi.5

Bunun bu gelişmelerin ve etmenlerin neticesinde, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulacak ve Türk siyasi tarihi yeni bir döneme girecektir.

Sonuç

Tekrar belirtmek gerekirse, Dörtlü Takrir hadisesi, amacı ve mahiyeti itibariyle Türkiye’de demokrasinin ilerlemesi adına önemli bir katkıdır. Ancak bu önergenin sonucu olarak çok partili siyasi yaşama geçilmesinden ziyade Demokrat Parti’nin kurulmasını görmek daha doğru olacaktır. Zira o dönemde Nuri Demirağ tarafından kurulan Milli Kalkınma Partisi’nin siyasi sahnede çok fazla yaşam alanı bulamaması (bir diğer ifade ile bu partiye yaşam alanının bırakılmaması) bu ifadeyi teyit eder mahiyettedir. Hakeza, İnönü de o dönemde, Mecliste yer alacak olan bir muhalefet partisinin CHP’den çıkmasını istediğini belirtecektir.6

Samet ZENGİNOĞLU Akdeniz Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı

5 Atacan Şahin, Türkiye’nin Çok Partili Hayata Geçiş

Sürecinde Seçimler ve Seçmen Davranışları, Siyasal İletişim Enstitüsü, http://www.siyasaliletisim.org/pdf/1946secimleri.pdf s. 3. (Erişim: 12.05.2012) 6 Yüksel Kaştan, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Partili

Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte CHP’nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938–1950), http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VIII1/ykastas.pdf s. 128. (Erişim: 13.05.2012); MKP örneği ile Tek parti yönetiminin Kendi dışında muhalif bir partiye izin verip vermeyeceği hususu netleşmiştir. “50. Yıldönümümde 27 Mayıs’ı Hatırla(t)mak”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye Çalışmaları Grubu Raporu, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf s. 5. (Erişim: 07.05.2012)

Kaynakça 50. Yıldönümümde 27 Mayıs’ı Hatırla(t)mak, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye Çalışmaları Grubu Raporu, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf (Erişim: 07.05.2012) AKANDERE, Osman, Bir Demokrasi Beyannamesi Olarak “Dörtlü Takrir’in” Amacı ve Mahiyeti, http://www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler/Osman%AKANDERE/5-28.pdf (Erişim: 05.05.2012) BAYTAL, Yaşar, Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (1950–1957), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 40, Kasım 2007. KAŞTAN, Yüksel, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Partili Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte CHP’nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938–1950), http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VIII1/ykastas.pdf (Erişim: 13.05.2012) PIÇAK, Murat, Türkiye’nin Çok Partili Parlementer Sisteme Geçiş Sürecinde Siyasi Partilerin Ekonomi Politikaları, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 25, Temmuz–Ağustos 2011. ŞAHİN, Atacan, Türkiye’nin Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Seçimler ve Seçmen Davranışları, Siyasal İletişim Enstitüsü, http://www.siyasaliletisim.org/pdf/1946secimleri.pdf (Erişim: 12.05.2012)

17 Akademik Perspektif – Kasım 2014

İnsan Hakları, İnsani Hukuk ve İnsani Savaş

Merve Gülçin Güleç

Uluslararası İlişkiler çok genel olarak; devletlerin yönetim sistemi, gücü, devletlerarası ekonomik ilişkiler, devletlerarası savaşlar olarak adlandırabilinir. Uluslararası ilişkilerde asıl olan devletlerarası bağların incelenmesi, birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerini etkileme ve birbirlerinden etkilenme fonksiyonlarının analiz edilmeleridir.

ok kabaca yapılan bu tanımlama günümüzde yetersiz kalabilmektedir.

“Westphalia sistemi“ artık geçerli sayılmayabilir. Günümüzde devletler kendilerinden daha kuvvetli yasal güçleri benimseyerek kendilerini hukuki olarak bağımlı kılmaktadırlar. Uluslararası sistemlerde ahlaki teoriler ancak egemen devletlerin sınırları içinde söz konusudur. Kaos içindeki devletler ulusal çıkarlarını gözeten kararlarını gereksinimleri dahilinde alırlar (Neo-realistlerin görüşü). Ahlak ise yalnızca egemen devletin bünyesinde yalnızca kendi vatandaşları için söz konusudur. Bu egemen devletler için uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin düşüncelerinin bir önemi yoktur.

Oysa Westphalia Sistemi olarak adlandırılan; gücünü ülke içinde kullanabilen, ancak dışarıda daha güçlü politik birimlerin varlığını kabul eden bölgeye dayalı siyasal birimlerin oluşturduğu bir yapıyı öngören bir sistem geçerliliğini koruyamazken, devletin ahlakı

olumladığı mı yoksa engel mi olduğu sorusu önem kazandırmaktadır. Dolayısıyla bireyin gerek kendi devletiyle gerekse diğer devletlerin bireyleriyle olan ilişkileri, küreselleşmenin de etkisiyle, günümüzde oldukça önem kazanmaktadır.

Evrensel İnsan Hakları Ve Uluslararası Hukuk

İnsanların birey olarak hakları olduğu ve bu hakları yaşadığı ülkelerin hükümetlerinden talep edebilecekleri “1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile ortaya konmuştur. 1989 yılına kadar bu haklar daha çok doğu devletlerinden ödünler alabilmek amacıyla kullanılmış, bu tarihten sonra teknolojik gelişmelerin de etkisiyle insan hakları dünya çapında önem kazanmış ve etkili olmaya başlamıştır. 1990’lardan sonra Birleşmiş Milletler ve Sivil Toplum Kuruluşları insan haklarıyla ilgili çok önemli mesafeler elde etmiştir.

Ç

18 Akademik Perspektif – Kasım 2014

1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi bütün insanların herhangi bir ırk, renk, cinsiyet, dil veya statü ayrımı olmadan eşit haklardan yararlanmasını şart koşar. Ancak feminist gruplar Bildiride bazı bildirilerin erkek egemen olduğunu bu şartların değiştirilmesi gereğini öne sürerler. Cinsiyete yönelik her türlü ayrımcılığın engellenmesiyle ilgili Konvansiyon’un (CEDAW) 2004 Martına kadar 177 devlet tarafından onaylanması sağlanmıştır.

Diğer taraftan özellikle Uluslararası Af Örgütü, ABD’deki 11 Eylül saldırılarından sonra silahlı grupların neden oldukları şiddet ve ulusların bu gruplara verdikleri tepki nedeniyle insan haklarının son 50 yıl içinde en güçlü saldırılarla karşı karşıya olduğunu açıklamıştır.

Sivil Toplum Kuruluşları, Dünyanın egemen uluslarının İnsan haklarına kendi çıkarları doğrultusunda arka çıkmalarının karşısında durarak kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde siviller soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçlarından korunmaktadır. Koruma; geçici mahkemeler, bölgesel mahkemeler ve Uluslararası Ceza Mahkemeleriyle gerçekleştirilir. Bu suçları işleyen kişilerin statülerine bakılmadan cezalandırılmaları gerekir. Savaş suçu, soykırım suçu ile yargılanan eski Yugoslavya devlet başkanı Slobadan Miloşeviç hakkında Uluslar arası Ceza Mahkemesinde açılan dava başkanın cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştır.

I. ve II. Dünya savaşlarında savaşan devletlerin liderlerinin savaş kanunlarını ihlal etmeleri nedeniyle haklarında uluslar arası kovuşturmalar yapılması istendi. 1919 Versailes Antlaşması ile Alman İmparatoru ve askeri yetkililerin yargılanmasına karar verildi. II. Dünya

Savaşı’ndan sonra Nürnberg ve Tokyo’da kurulan geçici Uluslararası Askeri Mahkemeler kuruldu. Bu mahkemeler dokunulmazlık ilkelerini reddediyor, devlet yerine bireyleri esas alıyordu.

İnsan haklarını esas alan bu mahkemeler başta ABD olmak üzere İngiltere Fransa gibi ülkeler ilk zamanlar alınan kararlara karşı gelerek, bir nevi meydan okuyorlardı. Uluslararası Ceza Mahkemelerine ABD’nin desteğinin olmaması az gelişmiş ülkelerde kaygı oluşturuyordu. Söz konusu ülkeler yine de 1994’ten 2000’e kadar geçen sürede bu mahkemeleri kısmen destekledi. Görünüşte insan haklarına verdiği destekle ön plana çıkan ABD, ordusunun karşı karşıya kalacağı risklerden kaygı duymaktadır.

Son yıllarda İnsan hakları Mahkemelerinin insan hakları ihlalleri nedeniyle ülkelerin iç işlerine karışmaları, egemen güçlerin çıkarlarına ters gelmediği sürece ABD ve benzeri ülkeler için çok büyük bir anlam taşımamaktadır.

Önceleri, BM ve Kızılhaç gibi kuruluşlar iyi niyet misyonlarıyla bu Uluslar arası insan hakları mücadelesinde önemli rol oynamışlardır. Ancak zamanla tarafsızlıklarını kaybettiklerine dair inançların kuvvetlenmesiyle bu kuruluşların rolleri zayıflamıştır. Irak Savaşı’nın yüksek maliyetli olmasına karşı düşük başarısı, 2004 Ağustosunda Sudan’daki zulüm haberlerinin uluslar

19 Akademik Perspektif – Kasım 2014

arası bir müdahale gerektirdiği halde ilgisiz kalınması bu inançların başlıca kaynaklarındandır.

Uluslararası İlişkiler ve Birey

Uluslar genel olarak insan haklarının gerekliliği önemi ile ilgili olarak her zaman olumlu ifadeler kullanırlar. Ancak diğer uluslar ve kendi vatandaşları için gerçekte ne gibi düşüncelere sahip oldukları tartışılır. Zamanla bireylerin uluslararası ilişkiler düzeyindeki önemi, ulusların uluslararası ilişkiler düzlemindeki öneminden daha kuvvetli olmaya başladı. Bireyler insan hakları kuruluşlarınca uluslardan daha fazla korunur oldular. Yirminci yüzyıl başlarında devletler kendi bölgelerinin korunmaları konusunda temel haklara sahiptiler. Aynı zamanda da savaş sırasındaki uluslararası ihlallerden de sorumluydular.

Son yıllarda bireyler, haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle kendi devletlerini uluslararası üst düzey mahkemelere şikayet edebilmektedirler. Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemeleri bireylerin haklarını

koruyarak devletleri yargılayabilmektedirler, bu da devletlerin güçlerini kaybediyor olduklarını göstermekte midir? Bu yargılamalar sonucu devletler cezaya çarptırılıp yüklüce maddi kayıplara uğratılabilmektedirler.

Sonuç

Uluslararası ilişkilerinde olabilecek haksızlıkları ya da vatandaşlarının uğradığı haksızlıkları devletlerarası kurulan bağımsız mahkemelerin aracılığı ile çözmeleri devletlerin kuruluşlarından beri süregelmiştir. Yirminci yüzyıl ortalarına kadar ulusları esas alan mahkemeler son yüzyılda bireylerin haklarına daha önem vermeleri, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünden beri geçen zaman içinde hak ve hukukta oldukça ileri düzeylere geldiğini göstermektedir. Çünkü bireyleri mutlu olan uluslar daha mutlu, mutlu olan toplumlar da vatandaşının haklarını daha çok gözeten ulusları meydana getirirler.

Merve Gülçin GÜLEÇ İstanbul Arel Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölüm

20 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Gelenekselden Modernite’ye: Nepal

Cenk Tamer

Tipik bir Himalaya ülkesi olan ve dolayısıyla tamamen dağlarla kaplı olan Nepal, Çin ve Hindistan arasına sıkışmış bir durumdadır. Başkenti Katmandu’ dur. Yirmi sekiz milyon nüfusa sahip olmasının yanında, 340 dolar kişi başına düşen milli gelire sahip olması nedeniyle dünyanın en fakir ülkeleri arasında gösterilmektedir. İçyapısına baktığımızda ise; cumhuriyet ve monarşi yanlılarının çatışması sorunun temelini oluşturmaktadır. Cumhuriyeti savunanlar moderniteyi ve monarşiyi savunanlar ise geleneği yansıtmaktadır.

epal, İngiliz manda sistemini kabul ettikten(1816) sonra 1846’da

Başbakanlar hanedanı denen Rana hanedanı siyasi iktidarı ele geçiriyordu. Batı’dan soyutlanmış bu otoriter ve feodal yönetim, 1951’de yeni bir anayasayla Nepal Krallığı kurulana kadar devam etti. (Bu noktada Nepal’ in bağımsızlığının 1923’te İngiltere tarafından tanındığının belirtilmesi gerekir.) 1962 yılında Nepal, Panchayat (Beş kişilik köy konseyi) denen ve hiçbir siyasal partinin mevcut olmadığı siyasi bir rejim tarafından yönetilmeye başlanmıştı.

Bu otokratik sistemin temel dayanağını oluşturan söylem ‘önce gelişme, sonra demokrasi’ydi. Nitekim 1990 yılında anayasal monarşiye (meşruti monarşi) geçiş ile mutlak monarşi sona eriyor, modernite yolunda adımlar sancılı bir şekilde atılmaya devam ediyordu. Asıl

sorun, 1996 yılında Nepal Komünist Partisi’nin gerilla savaşı başlatmasıyla ortaya çıkıyordu. ‘Marksist-Leninist-Maoist’ bir ideolojiyi savunan bu yasadışı parti, önceleri Nepal hükümeti tarafından siyasi bir sorun değil fakat bir iç-güvenlik sorunu olarak algılanmıştı. Bir süre sonra halk tabanı oluşturmayı başaran Maocular, Nepal hükümeti tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlayacaktı. Böylece Maocular; istikrarsız hükümetleri, gerçekleştirdikleri eylem, halk yürüyüşü ve baskılarla etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek konuma geliyorlardı.

Saray Katliamı

1 Haziran 2001’de eş seçimi konusunda ailesiyle çıkan tartışma sonucunda veliaht Prens Dipendra’ nın 9 kişiyi öldürmesi ve ardından da intihar etmesi bütün dünyada şok etkisi oluşturmuştu. Bu saray

N

21 Akademik Perspektif – Kasım 2014

katliamının sırrı hâlâ çözülebilmiş değildir. İşin ilginç yanı; sanki her şeyin yeni kral Gyanendra lehine işlemiş izlenimi uyandırmasıdır. Neden mi? Çünkü kendisinin önündeki tüm veliahtlar ‘öldürülmüş’ ve tahta çıkması adeta ona bahşedilmiştir. Ölen kralın, ‘komünizme karşı kararlı bir şekilde mücadele etmemesi’ ve ‘monarşiyi kaldırıp yerine anayasal monarşiyi getirmesi’ Hindistan ve ABD’yi rahatsız etmişti. Kral Gyanendra, Maocu gerillalarla sert bir mücadeleye girişeceğinin işaretlerini vermesiyle bu rahatsızlıkta giderilmiş oluyordu.

Şubat 2006 yılında yapılan genel seçimlerin, büyük partiler tarafından boykot edilmesi üzerine başkent Katmandu’da büyük karışıklıklar çıktı. Bunun üzerine Kral yeni reformların yapılacağı vaadinde bulundu. Birçok tutuklu Maocu gerilla serbest bırakıldı ve Maocu hareketin lideri Prachanda’ ya yakın zamanda kurulacak hükümette kendilerine de yer verileceği sözü verildi. Kasım 2006’ da taraflar arasında imzalan bir antlaşma ile 1996 yılından beri süren iç savaş sona erdi. Nitekim Ocak 2007’de yapılan genel seçimlerden sandalyelerin dörtte birini alan Maocular, temsil hakkı kazanarak meclise girdiler. Yeni mecliste kısa sürede demokratikleşme çalışmalarına başlandı. 2008 yılında Anayasa Meclisi

seçimlerinin yapılmasının ardından, meclis ilk toplantısında monarşinin kaldırılması kararını alıyor ve Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti ilan ediyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan hükümetler de ülkeyi istikrarsızlıktan kurtaramıyor. Birde buna; hükümet dışında kalan Maoist hareketine mensup on binlerce insanın, yeni hükümet ve anayasa taleplerinde bulunması ekleniyordu.

Sonuç olarak, Geleneksel değerlerden ayrılarak rejim değişikliği yaşayan ülkenin demokratikleşme sürecinde bir alışma süreci yaşadığı söylenebilir. Günümüz modern toplumlarının bu süreci yüzyıllar öncesinde yaşamış olduğu bilinmektedir. Ve bu modern ülkelerin, Asya ve Afrika toplumlarını -sömürgecilik yöntemiyle- himayeleri altına alması;

a-)onların (sömürge altındaki ülkelerin) kendilerine özgü siyasi bir ahlak geliştirememelerine, b-)kendi öz kaynaklarını verimli bir şekilde kullanıp bunu ulusal güç unsuru haline dönüştürememelerine, c-)demokratikleşme sürecindeki adımların geç atılmasına, neden olmuştur.

Modernleşme adımlarının 20. ve 21. yüzyıllarda atılması, sömürgeci devletlerce bu ülkelerin tanımlanmasında ‘geri kalmış’, ‘az gelişmiş’ ve ‘3. dünya ülkeleri’ tabirlerinin kullanılmasına sebep oluyor. Ve bu tabirlerin kullanılmasındaki asıl sebep, hiçbir zaman kendilerinde aranmıyordu.

Cenk TAMER Sakarya Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

22 Akademik Perspektif – Kasım 2014

23 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Obama ve Ortadoğu:

Kimlik ve Söylem Bağlamında Bir Analiz

Çağla Lüleci

4 Kasım 2008'de yapılan ABD başkanlık seçimlerinde Barack Hussein Obama’nın ABD'nin 44. devlet başkanı seçilmesi ve 20 Ocak 2009 tarihinde bu görevi George W. Bush'tan devralması, sadece ABD’de değil, Türkiye’de ve tüm Ortadoğu coğrafyasında “yeni bir dönemin” başlaması konusunda büyük bir umut doğurmuştur. Bu, çokları tarafından abartılı olarak algılanan iyimserliğin elbette birden çok sebebi vardır.

ncelikle, 9/11 terör saldırıları sonrası “terörle savaş” politikasının

“Müslüman ülkelere müdahale” boyutuna geldiği yorumları, Bush devrinin kapanmasının Obama’dan bağımsız olarak iyimserlikle karşılanması sonucunu doğurmuştur. Direkt olarak Obama ile ilgili olan sebepleri ise kimlik ve söylem algıları üzerinden tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, Obama’nın seçim sonrası ülke ziyareti tercihleri, ve basın açıklamalarındaki konuşma dilinde barış, çok taraflı (multilateral) dış politika, ülkeler ve gruplar arası dayanışma gibi kavramlara yaptığı vurgu uluslararası arenada oluşan olumlu algının en önemli sebeplerinden biridir. Son olarak, Obama’nın ABD tarihindeki ilk siyahî devlet başkanı olmasının dışında, çok kültürlü bir aile yapısından gelmesi, hem

ABD’deki çeşitli gruplar, hem Avrupa, hem de Müslüman ülkeler açısından umut verici olmuştur. Bu çok kültürlülük konusunu kısaca açmak gerekirse; Obama Amerikalı bir anneye sahip bir Protestan Hristiyansa da, babası Kenyalı’dır. Üstelik, annesinin ikinci eşinin Endonezyalı (ve Müslüman) olması sebebiyle, Obama çocukluğunun 5 yıl gibi bir süresini Endonezya/Cakarta’da geçirmiştir. Bunların dışında, Obama’nın Demokrat Partili bir hukukçu olması sebebiyle özellikle Müslüman dünyada sloganlaşmış bir kavram olan “adalet”e birincil önem vereceği ve mevcut statükoya karşı değişimi savunacağı algıları kuvvetlenmiştir.

Tüm bunların dışında, Obama’nın başkan oluşundan kısa süre sonra Kahire’de

Ö

24 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yaptığı bir konuşma, Müslüman dünyayla –dolayısıyla Ortadoğu bölgesiyle- ilişkilerini oldukça olumlu etkilemiştir. Bahsi geçen konuşmada Obama, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşının İslamiyet veya Müslüman ülkelerle olmadığını, yalnızca İslam’ı radikal bir şekilde siyasallaştıran terörist gruplarla ve genel olarak terörle olduğunu belirtmiştir. Üstelik yeni ABD başkanı İslam dini ile alakalı olarak bu olumlu söyleme farklı ülkelerde yaptığı konuşmalarda da defalarca başvurmuş ve bu durum Bush döneminde ABD’nin dünyada uyandırdığı olumsuz etki ve prestij kaybını –az da olsa- değiştirmiştir.

Bu genel giriş değerlendirmesinin ardından, konu güncel soru olan Obama yönetiminin Arap Baharı karşısındaki tutumunu değerlendirmeye geldiğinde, ABD başkanının 19 Mayıs’taki konuşmasında geliştirdiği söylemi değerlendirmek yerinde olacaktır. Obama konuşmanın başında ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgeye olan tarihi, ekonomik ve siyasi bağlarından bahsetmiştir. Bölgedeki hareketleri demokrasi talebi olarak değerlendiren ve ABD yönetiminin değişime olumlu baktığını söyleyen Obama, Usame Bin Ladin’i öldürerek El-Kaide’ye karşı kazanılan başarıdan da söz etmiştir. Bölge halkının terör ve şiddete başvurmadan, demokratik ve barışçıl yollarla değişim taleplerini dile getirmesinin, hem ABD’nin terörle mücadele politikası kapsamında, hem de bölge güvenliği açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirmiştir. Protestolara sert yöntemlerle karşılık veren ve insan haklarını hiçe sayarak ayaklanmaları bastırma yoluna giden bölge liderlerine karşı şiddet içeren tepkiler gösterebileceklerini açıkça dile getiren Obama; bunun yanında ABD olarak değişime diplomatik, ekonomik ve stratejik olarak her türlü desteği vereceklerini açıklamıştır. Daha önce bahsettiğimiz Mısır

konuşmasına da vurgu yapan Obama, karşılıklı çıkar ve saygı esasının yanı sıra, bölgenin istikrarı ve bireylerin geleceklerini tayin hakkını da öncelik olarak kabul ettiklerini, bu bağlamda bölgedeki statükonun devam ettirilmesinin artık mümkün olmadığını, kısaca değişim taleplerine direnmenin boşuna olduğunu belirtmiştir.

Söz konusu bölgede meydana gelen veya gelmesi muhtemel olan ekonomik istikrarsızlık konusuna da değinen Obama, Dünya Bankası, IMF, Avrupa Bankası gibi oluşumların da bölge ekonomisini desteklemek konusunda çalışmaları olduğunu ve olacağını vurgulamıştır. Bu girişim bölgede politik istikrara katkı sağlayacak olan ekonomik iyileşmenin yaşanmasını sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda bölge ülkelerini dünya ekonomisine entegre edecektir.

Arap Baharı üzerine konuşmasının dışında, İsrail-Filistin sorununa da değinen Obama, bölgede iki devletin de dahil olduğu bir çözümü desteklediklerini ve bu amacın demokratik yollarla gerçekleşmesi için müzakerelerin gereğini vurgulamıştır. Bu barışçıl söylem ise, özellikle Bush döneminde İsrail-Filistin sorununa ilişkin ABD’nin “yanlı” bir tutum sergilediği görüşünü şiddetle savunan gruplar tarafından oldukça olumlu bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir.

25 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Obama’nın 19 Mayıs konuşması birçok çevre tarafından olumlu olarak değerlendirildiyse de, önemli eksiklikleri olduğu görüşü yine geniş bir çevre tarafından benimsenmiştir. Öncelikle, Ortadoğu sorunlarına karşı bu olumlu tutumun sadece söylemsel boyutta kaldığı, somut çözümler üretmek konusunda yetersiz olduğu görüşleri oldukça yaygındır.

Bir diğer konu, konuşmada Mısır ve Tunus gibi ülkelere yapılan yoğun vurgunun dışında, benzer durumdaki diğer ülkelerin ihmal edildiğidir. Bu ihmalin olası sebepleri üzerine birçok değişik yorum olduğunu vurgulamakla beraber, başka bir analizin konusu olduğundan bu değerlendirmede söz konusu görüşlere ver verilmeyecektir. Bir diğer –haklı- eleştiri ise, bu konuşmanın ve mevcut çözüm önerilerinin olması gerekenden geç geldiği konusudur. Ki malum olduğu üzere Ortadoğu’daki ayaklanmalar 2010 Aralık ayından bu yana devam etmektedir.

Obama’nın Ortadoğu politikası ve dünyadaki genel yankılarını kimlik ve söylem bağlamında kısaca özetledikten sonra genel bir sonuç değerlendirmesi yapmakta fayda var. Amerika’yı dünya düzeni ve güvenliği açısından sorumlu saymak konusunda Bush yönetimiyle benzer görüşlere sahip olan Obama, Ortadoğu’daki mevcut durum karşısında somut çözümler üretmek konusunda yetersiz kalmaktadır. Yinelemekte fayda var ki, Obama’nın başkanlığının ilk dönemlerinde Müslüman dünyada uyandırdığı olumlu algı ve “yeni bir dönem”in açıldığına olan umut dolu inanış göz önünde bulundurulursa, Ortadoğu’da barış ve istikrar çabalarının yetersizliği daha iyi anlaşılacaktır.

Çağla LÜLECİ Dokuz Eylül Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

26 Akademik Perspektif – Kasım 2014

AYIN DÜŞÜNÜRÜ

İsa Yusuf Alptekin

Kemal Oğuz Çakır

“Gönül arzu eder ki, Türkistan meselesinin halledilmesi davasında öncülük şerefi, Türkiye'nin hakkı olsun....” İsa Yusuf Alptekin (1901-1995).

901 yılında Doğu Türkistan'ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında

dünyaya gelmiştir. Doğu Türkistan’da fenni eğitim yapan okul olmadığı için dini eğitim veren okulda okumuştur. Öğrenimini tamamladıktan sonra çeşitli memuriyet görevlerinde bulunmuştur. 1926 yılında Batı Türkistan’a geçerek burada milli mücadele taraftarlarıyla irtibata geçmiştir. 1931’de Hoca Niyaz tarafından başlatılan ayaklanma sırasında Doğu Türkistan’daki valilerin halka yaptıkları zulmü Çin hükümetine anlatarak, bu durumun önlenmesini, aksi takdirde ayaklanmanın yayılacağını, Rusya'nın işgalinin söz konusu olacağını ifade etmiştir.

Alptekin’in siyasi hayatı Batı Türkistan’daki Çin diplomatik misyonunda aldığı vazife ile başlamıştır. 1932 yılında milli mücadele gereği Çin’e geçen Alptekin, 1936 yılında, 1947’ye kadar sürecek olan Çin Meclisi üyeliğine seçilmiş ve Çin parlamentosunda Doğu Türkistan’ı temsil etmiştir. Mücadelesini daha çok siyasi alanda yoğunlaştırmıştır. 1944'te İli'de başlayan

ayaklanma neticesi kurulan hükümete girmesini İlililer istememiştir. Ancak üç yıl sonra hükümetin genel sekreterliğine getirilmiş, bu esnada da Uygur Kültür Cemiyeti ile Doğu Türkistan Gençlik Teşkilatı’nın genel başkanlığını yapmıştır. Bir yıldan fazla kaldığı bu görev esnasında, Rusya'nın ve Çin'in tepkilerini üzerine çekmiş, 1949'da Çin'in Doğu Türkistan’ı işgali ile birlikte Keşmir’e iltica etmiştir. 1954 yılında Türkiye'ye gelmiş ve Türk vatandaşlığına geçmiştir. Türkiye'ye gelir gelmez İstanbul'da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti'ni kurarak, bundan sonraki faaliyetlerini Doğu Türkistan davasının dünya kamuoyuna anlatılması üzerinde yoğunlaştırmıştır. Doğu Türkistan’ın Sesi, Tanrı Dağları ve Altay isimlerinde üç dergi ile Erk adında bir gazete çıkarmıştır. Türk-İslam dünyasından getirttiği kitaplarla Yusuf Has Hacib Kütüphanesi’ni kurmuştur.

1960 yılında Yeni Delhi’de toplanan Asya-Afrika Konferansı’na, 1962’de Bağdat’ta, 1964’te Somali’de Mogadişu’da, 1965’de

1

27 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Mekke’de, 1978’de Karaçi’de toplanan İslam konferanslarına katılarak 1980 yılında Mekke’de düzenlenen Dünya İslam Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Bu toplantı ve konferanslarda Doğu Türkistan’ı temsil ederek Doğu Türkistan lehine kararlar alınmasına vesile olmuştur.

Doğu Türkistan mücadelesini daha geniş kitlelere duyurmak isteyen Alptekin, 1983 yılında Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi’ni kurmuştur.

İsa Yusuf Alptekin 17 Aralık 1995 gecesi vefat etmiştir. Eserleri arasında Doğu Türkistan Davası, Unutulan Vatan Doğu Türkistan, Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım İstiyor, Türkistan Şehitleri, Demir Perde Arkasındaki Müslümanlar, Esir Doğu Türkistan İçin, Resimli Doğu Türkistan, Büyük Doğu Türkistan Hakkında Muhtıra, Doğu Türkistan’ın Hür Dünyaya Çağrısı, Doğu Türkistan’ın Sesi bulunmaktadır.

İsa Yusuf Bey'in hayatı hakkında kısa bir değerlendirme yapıldığında şu noktalan tespit etmek mümkündür.

İsa Yusuf Bey, diğer Türkistanlı liderlerden farklı olarak diplomat yönü ağır basan bir şahsiyettir. Meselelerin şiddetten ziyade aklı selim ve uzun vadeli çalışmalarla halledileceğine inanır .Batı Türkistan'da vazife yaptığı yıllar onun ufkunu genişletmiş ve dünyayı ,daha iyi tanımasına fırsat vermiştir .Bu görevleri sırasında Türk ve İslam dünyasını da yakından tanımak imkanını bulmuştur .

1938-39 yıllarında Hindistan, S. Arabistan, Mısır, Türkiye, İran, Irak, Lübnan, Afganistan gibi ülkelere yaptığı seyahatler Türk ve İslam dünyasının gücü hakkında da çok mühim fikirler edinmesini sağlamıştır.

0, bu seyahatler sırasında pek çok devlet adamı ile görüşerek devlet tecrübesini de

arttırmıştır. Böylece İsa Yusuf Bey, ender kıymette bir devlet ve siyaset adamı olarak siyasi arenada hak ettiği yeri kazanmıştır.

Onun her gittiği yerde Türk ve Müslüman talebelerle ilgilenmesi, onları daha iyi şartlar içinde okutmak istemesi, cemiyetler kurup, gazete ve dergi yayınında bulunması eğitim ve kültüre verdiği önemi gösterir.

''İyi adam, iyi iş'' prensibi, Batı Türkistan'da iken tanıştığı Özbek Türklerinin milli şairi Çolpan'ın ''İsa Bey, bize adam lazım, her konuda yetişmiş adam lazım, sözlerinin fiiliyata geçirilme isteğini ifade eder.

İsa Yusuf Bey sarsılmaz bir İmanın adamıdır. Mücadele azminin kaynağı bu sarsılmaz imandır. Gençlik yıllarında başlayan mücadele hayatı, hicretler, eziyetler, türlü sıkıntılarla devam etmiş ve hürriyet aşkı 90 yaşında bile gönlünü alev alev yakmaktadır.

Doğu Türkistan'ın istiklaline kavuşacağına dair ümidi hiçbir zaman bitmemiştir. İsa Yusuf Bey, bu ümidi kutlu bir kurtuluş olarak görmüştür. Kırk atlısı ile Çin Sarayını basan büyük atası Kürşad gibi Doğu Türkistanlı Türklerin Bağımsızlık sembolü olmuştur. İnancı ve düşünceleri ile şekillenen bu kurtuluşun kültür ve ekonomik gücün birleşmesi ile gerçekleştirilebileceğine inanmıştır ve her fırsatta bunu dile getirmiştir.

Doğumundan ölümüne 90 yıl boyunca bütün ömrünü mücadele ile geçiren bu iman ve mücadele adamına hayranlık duymamak imkânsızdır. İnşallah bu büyük insanın hayat hikâyesi tüm esir kalmış milletlere ve bağımsızlık için çaba veren tüm Türk Dünyasına örnek teşkil eder…

Kemal Oğuz ÇAKIR Ahi Evran Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

28 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü ve Tarih Yazımında Nesnellik Tartışmaları

N. Ümit Tol

Tarihsel olarak incelendiğinde, denilebilir ki, tarihi ideolojik bir argüman olarak kullanmak ve tarihte sapmalar oluşturmak gereksinimi ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla yoğunluk kazanmıştır.

lus devletleşmeyle birlikte tarihçiliğin saf akademik, entelektüel bir heves

olmadığı, özellikle devletlerin onu iştahla kullandığı, otoritesini kendi teb’asına ya da cemaatine ya da başka unsurlardan oluşan teb’a ya da cemaatlere meşrulaştırırken tarihten büyük ölçüde istifade ettiği görülmüştür. Bu süreçte devletlerin tarih tekelleri kurmaları ve dayandıkları tarih metafiziğinin dışında alternatif tarihçiliklere soluk aldırmamaları bunun en açık göstergesi olmuştur.

Ulus devletleşme süreciyle eş zamanlı olarak etnik varlığa dayalı bir siyasallaşma ortaya çıkmıştır. Bu süreçte etniklik, ulus devlet tarafından varlığını meşrulaştırmak ve belirli bir seküler sadakat çerçevesi oluşturmak için kurgulanan bir ürün olmuştur. Dolayısıyla ulus devletin oluşumu sürecinde başvurulan etnik kimlik ile reel kimlikler çoğu kez örtüşmemiş, bu yüzden ulus devletin kültür ve eğitim

politikasının temeli bu örtüşmemişlik sorununu çözme ekseninde şekillenmiştir.

Bu bağlamda devletlerin ulusal niteliklerle kendilerini meşrulaştırma sürecinde kendi muhayyel ulus anlayışlarının tarihsel temellendirmesini yaparken başvurdukları, süreklilik arz eden, tarihin derinliklerinden modern dönemlere ve ulus devletin yapıcılığına kadar bozulmadan gelen bu etniklik anlayışı kurgusal ve ideolojiktir. Böyle bir etnik temel, ulus devletlerin resmi ideolojisi içinde tarih yazıcılığı yoluyla üretilmekte ve bu üretime dayanılarak yurttaşlara standart bir kimlik kodu sunulmaktadır. Söz konusu tarih biçimi, yazılı ve mitseldir.

Oluşturulan kültür ve eğitim politikaları aracılığıyla bireylere ulaştırılır, tıpkı 19.yüzyıl ortalarından itibaren Alman mekteplerinde Almanya’nın üstünlüğü temasının işlenmesi ya da Almanlar’a

U

29 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yenilmiş olan Fransa’da eğitimin Fransız milliyetçiliğinin amaçları doğrultusunda kullanılması gibi. Eğitim ile birlikte kitle iletişim araçlarının da yardımıyla birey yoğun bir manüplasyon bombardımanına tutulur. Sonuçta ortaya, geçmişine ilişkin olarak ‘‘biz…imişiz’’, ‘‘biz…den gelmişiz’’ biçiminde hikaye kipinde konuşan ve tarih bilinci bundan ibaret olan yurttaşlar çıkarılır. Bunun dışındaki geçmiş bilgisi ise ağır bir sansüre uğrar ya da bu biçimdeki geçmiş bilgisini kişi kendisine saklamak zorunda kalır. Bu süreçte tarih yazıcılığının rolü açıktır.

Ulusa ilişkin kimliğin inşasında önemli ve işlevsel bir rol üstlenen tarihçilik bu inşa sürecinde efsanevi, tutarlı, süreklilik arz eden, doğrusal bir tarih inşa etmeye çalışır. Bu çeşit bir tarih, senaryovari ve pragmatiktir. Tarih yazıcılığı, bu inşa süreci içinde, kendi savlarını yaralayacak örnekler ve olayları görmezden gelir. Çünkü amaç doğru tarih yazmak değil, milli bilinç aşılamak ve böylelikle manüple edilen kitlelere, ulusun temsilcisi olan devlet aygıtının yapıp etmeleri bakımından meşrulaştırıcı argümanlar sunmaktır.

Tarih yazıcılığının ulus devletleşme sürecindeki tüm bu özellikleri, beklentilere hizmet ettirilmek istenen geçmişin böyle oluşturulduğunu göstermekle birlikte başka bir sorunu gündeme getirir: Tarihte nesnellik mümkün müdür?

Tarihte Nesnellik Sorunu: Objektif Bir Tarih Yazılabilir mi?

Tarih, daima belli politikaları ve ideolojileri yönlendiren ve temsil eden bir görüş ve anlayışla ele alınmıştır. Bu anlamda tarihçiler etki altındadırlar ve aynı zamanda tarihin bir parçasıdırlar. İlerleyen süreç içinde bulundukları nokta, geçmişe hangi açıdan baktıklarını belirler. Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında tarihte

nesnelliğin mümkün olmadığı ve hiçbir zaman objektif bir tarih yazılamayacağı söylenebilir.

Tarihte nesnellik tartışmasıyla ilişkili sorunlar, tarihçiyi belli bir tema seçmeye yönelten değerlerin, belgelerin yanlı ya da yetersiz yorumlanması sonucunu doğurabilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada tarihçilerin yapabileceği, geçmişin kendilerine göre anlamlı ve önemli olan alanlarında, geçmişin hakikatlerine ellerinden geldiğince sadık kalmaktır. Bu açıdan yerine getirilmesi gereken üç koşul vardır.

İlk olarak tarihçi, kendi kabullerini ve değerlerini çok titiz bir incelemeden geçirerek elindeki araştırmaya uygun olup olmadıklarına bakmalıdır. Belli bir davaya bağlı olmadıkları halde, mensup oldukları toplumsal grubun sorgulanmadan kabul ettiği değerlerin bilinçsiz taşıyıcısı haline

30 Akademik Perspektif – Kasım 2014

kolaylıkla gelebilecek olan tarihçiler için özellikle önemlidir. İkinci olarak, bulguları beklentilere göre özümseme riskini azaltmak için, araştırmanın doğrultusunu, kanıtların ışığı altında kabul edilecek, reddedilecek veya değiştirilecek açık bir hipotez şeklinde baştan belirlemek yararlı olur; ayrıca tarihçi, kendi yorumunu eleştirel bir gözle inceleyen ilk kişi olmalıdır her zaman. O halde araştırmacılara uygun düşen davranış tarzı, toplumsal bağlantıdan kaçınmak değil, seçtiği belirli zaman dilimiyle niye ilgilenmekte olduğunun tamamen bilincine olmak ve sonuçlarını destekleyen bulgular kadar çürüten bulgulara da saygı göstermektir. Üçüncü ve en önemli koşul da, tarihçilerin çalışmalarında tarihsel bağlamı göz ardı etme tehlikesinden olabildiğince kaçınmalarıdır.

Bu üç koşula uyulması halinde tarih yazıcılığında tahrifatın önü büyük ölçüde alınmış olacaktır. Ancak bu, tartışma ve anlaşmazlıkların biteceği anlamına gelmez. Tarihi yazanlar kendilerini daha iyi tanısa, çalışmalarını açık hipotezler üzerine kursa ve tarihsel bağlama gereken saygıyı gösterse tarihe ilişkin yargılarında mutabakata varırlar, diye düşünmek yanlış olur. Kimse kendi kabullerini veya daha önceki bir çağa ait olanları bir çırpıda kenara atamaz. Olguları birbirleriyle çelişkili hipotezleri destekleyecek biçimde değerlendirmek çoğu kez mümkündür. Kaynaklar geçmişteki bir durumu asla kendi bütünlüğü içinde yakalayamayacağından, tarihsel bağlam kavrayışı da her bir araştırmacının iç görüsüne ve deneyimine göre değişecek olan düş gücü yeteneğine bağlıdır yine. Tarihsel araştırmanın öyle bir tabiatı vardır ki, ne kadar profesyonelce yaklaşılsa da, her zaman birden çok yorum çıkacaktır ortaya. Nitekim tarih, yorum demektir ve tarihin kurulmasında yorum vazgeçilmez bir rol oynar.

Sonuç

Ulusal kimliği inşa ederken devletlerin çokça kullandığı tarih yazıcılığının, bu özelliği ile nesnel olamayacağı ve objektif bir tarih yazımının olanaksızlığı anlatıldıktan sonra son olarak bu realite karşısında takınılabilecek değişik tavırlar üzerinde düşünmek gerekir.

Öncelikle bilim ahlakının kuşkuculuk ilkesini yazım yönteminin merkezine yerleştirmek hayati önem taşımaktadır. Bu da tarih yazıcısının bir parçası olduğu topluma ait kalıplaşmış, geleneksel, donmuş inançlara, düşüncelere ve dogmalara kuşkuyla yaklaşmayı ve bunun sonucunda da toplumdan dışlanmak riskini göze alabilmeyi gerektirir. Tarih yazımının devletler tarafından nasıl bir ideolojik argüman olarak kullanıldığı, inançların ve dogmaların iktidarlarca nasıl desteklendiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu anlayışa uygun olarak tarihçiden beklenen; geleneksel, hakim inançları sorgulamak değil, buna koşulsuz teslim olmaktır. İşte bu nedenle yazım yönteminin merkezine kuşkuculuğu yerleştiren tarih yazıcısı, bu özelliği ile toplumdan tecrit edilmek riskini de her zaman alıyor demektir.

Öte yandan tarihçinin, aralarında çatışmalı bir biz ve öteki konumu oluşturulmuş toplulukların ilişkilerinin tarihini eleştirel bir bakış açısıyla yazma çabası da en az donmuş inançlara, dogmalara teslim

31 Akademik Perspektif – Kasım 2014

olmamak, kuşkuculuğu yazım yönteminin merkezine yerleştirmek kadar önemlidir. Çünkü ‘’öteki’’ kavramsallaştırması bu ilişkilerin belli bir ideolojik bakış açısından yorumlanmasıyla meydana gelmiştir. Geliştirilecek eleştirel bir bakış açısı, oluşturulmuş olan öteki kavramsallaştırmasının ötesine geçebilmenin temel şartıdır.

Tüm bu tavırların geliştirilmesi, son tahlilde tek bir esaslı tavrı işaret etmektedir: Barışçı bir tarih yazımı anlayışı. Nesnel olmayan, taraflı, ideolojik birçok tarih yazıcılığının yanında şüphesiz barışçı tarih yazıcılığı da tarafsız değildir, yanlıdır. Ancak barıştan yanadır. Oluşturacağı ya da oluşturabileceği tahrifatlar da tüm diğer yanlı, ideolojik tarihçiliklerin yapacağı tahrifatlardan daha az kabullenilebilir değildir.

N.Ümit TOL Marmara Üniversitesi

İktisat Tarihi

Yararlanılan Kaynaklar AYDIN, Suavi. Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2009. CARR, Edward Hallett. Tarih Nedir?, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. COLLINGWOOD, Robin George. Tarih Tasarımı, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2010. İNALCIK, Halil. Tarih ve Politika, Kılavuz Dergisi, 2006, Sayı 38. MARDİN, Şerif. İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010. ÖZBARAN, Salih. Tarih, Tarihçi ve Toplum, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005. ÖZBARAN, Salih. Tarihin Alanı ve Yöntemi Üzerine Son Gelişmeler, Tarih ve Toplum Dergisi, 1987, Sayı 38. PERRY, Matt. Marksizm ve Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010. SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ. Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, İstanbul: Metis Yayınları, 2001. TEKELİ, İlhan. Birlikte Yazılan ve Öğrenilen Bir Tarihe Doğru, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010. TOSH, John. Tarihin Peşinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011.

32 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Makale Çağrısı Uluslararası ilişkiler, tarih, siyaset, iktisat ve uluslararası hukuk

gibi sosyal bilimler alanlarında söyleyecek sözünüz mü var?

Bu konulara ilgi duyuyor ve okumak yanında yazmaya da sıra

geldiğini mi düşünüyorsunuz?

Daha önce hazırladığınız ödevleriniz, projeleriniz, makaleleriniz

hiçbir yerde yayınlanmadan rafta tozlanmaya mı terk edildi?

Eğer siz de yazılarınızı bütün dünyayla paylaşmak istiyorsanız,

ortalama 400 ila 2.500 arası kelimeden oluşan makale teklifinizi

[email protected]

adresine gönderiniz.

Makaleleriniz Türkçe veya İngilizce dillerinde olabilir. Yazınıza

tam adınızla birlikte okuduğunuz/mezun olduğunuz

üniversitenizin ve bölümünüzün ismini yazmayı unutmayınız.

Saygılarımızla

Akademik Analiz Dergisi

akademikmakalem.com

Son gönderme tarihi:

25 Mayıs 2012