haziran 1998 - 2016.tavirdergisi.org · bazı ormanlar da gerilla barı nıyor bahanesiyle...
TRANSCRIPT
Haziran 1998 Sayı: 6
Politik İbrahim Karaca 3
Ateş ve Yürek Pınar Arda 7
Şimdi Onlara "Kayıp"mı Denir? Vefa Saygın Öütle 8
Devrimci Müzik Sultan Çınar 10
Özgür Düşünce Dimitır Polyanov 15
Sadık Kalacağım Can Yıldırım 16
Eşkıya Türküleri Kayhan Demir 18
Hiciv ve Mizah Pertev Naili Boratav 21
Kavganın Alevli Yoldaşları Selçuk Demirci 24
Kafkas Tebeşir Dairesi Ya da Hueı-Lan-Ki Yiğit Tuncay 27
Oyun "Duvarları Yıkacağız" Ayşe Gülen Halk Sahnesi 34
Martı-Martılog-Martıloji İbrahim Karaca 39
Kitap "CIA, Che'ye Karşı" Zerrin Kayalı 40
Sinema-Emperyalizm Tibet'i Keşfetti Veli Göktaş 42
Haber/Yorum Tavır 44
Aylık Sanat Dergisi İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır.
Sahibi Aynur Cihan
Yazıişleri Müdürü Yasin Ali Türkeri
Yazışma Adresi İdil Kültür Merkezi Dereboyu C. No: 110/55
Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 261 32 19 •
Okmeydanı Okmeydanı Halk Kültür Merkezi
Piyalepaşa C. No: 148
Taksim Ayşe Nil Halk Kütüphanesi İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı
Saadet Apt.4/2 Beyoğlu
İzmir Ege Kültür Sanat Merkezi
1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı
Adana inönü C.
Aydın İşhanı No:505
Almanya Hagedorn str. 15 47169 Duisburg
Tel:(00 49 203) 40 11 26
Abone Koşullan (6 aylık) 900.000.-TL
(1 yıllık) 1.800.000.-TL
Hesap No: (TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul
(DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul
Ofset Hazırlık Tavır Yayınları
Baskı
BAŞAK OFSET
TAVIR'dan
"Ve sizi, ey alev kanatlı yoldaşlar, ve sizi, ey gençler, ne kadar övsem az, bu oluşan, bu uçsuz bucaksız dünyanın tüm ozanlarıyla sizi değişmem."
Bulgar ozan Polyanov'un dizelerindeki gibi, kavgamızın "alev kanatlı yoldaşları" dedik onlara. 1 Mayıs'ı adına layık bir 1 Mayıs yapan, 12 Eylül suskunluğundan çıkarıp öne atılan ve bedellerle ülkemiz halklarına kazandıranları görmezden gelenler bir kez daha yanılmışlardı. MGK'nın her türlüsü; sendikacısı, solcusu ve bizzat kendisi önce masabaşında anlaşmışlardı. MGK, "siz geçin alana, gerisini bize bırakın" demişti kendi solcularına ve sendikacılarına.
Ama ne büyük bir yanılgı? Nasıl da büyük bir yanlış hesap? Et tırnaktan ayrılır mı? Bizsiz 1 Mayıs olur mu? 1 Mayıs içi boş, kof bir eğlenceliğe dönüştürülebilir mi?
Dönüştüremediler... Değiştiremediler 1 Mayıs'ı. O gün, o büyük aile bir kez daha buluştu toplanma yerinde. Aylar öncesinden başlayan baskı, gözaltı furyası, binlerce umutlu insanın biraraya gelerek korteje katılmasını engelleyememişti. Analar her zaman ki gibi en öndeydiler; kararlı, öfkeli, acılı. Sadece ellerinde tuttukları fotoğraflarla değil, inançlarında getirmişlerdi şehitlerimizi alana. Tüm alanlar toplanmışlar, sırayla dizilmişler. Biz de aldık yerimizi; adını aldığımız İdil'imizle, Ayşe Gülen, Ayşe Nil'imizle ve itinayla hazırladığımız pankartlarımızla olunması gereken yerdeydik. Halkın sanatçısı nerede olması gerekiyorsa, o gün biz oradaydık.
Ve işte onlar... Alev kanatlı yoldaşlar... Sadece bir gösteriş miydi, üzerlerindeki uyumlu kıyafetler, taşıdıkları sancaklar? Hayır, değildi. An geldi zorladılar demirden engeli, an geldi dövüştüler yiğitçe. İşte bu nedenle kavgamızın alev kanatlı yoldaşları dedik onlara. Ailemizin tüm fertleri gibi övünüyor ve değişmiyoruz onları hiç bir şeye. Kapağımızı da yarattıkları güzelliğe ayırıyoruz.
Onlar kaybettiklerini sanacaklar... Ama tarih, kendisini güzelliklere doyuranları silmez sayfalarından. Onlar sileceklerini sandılar. Bir kez daha yanıldılar. Kaybedilmek istenen dört devrimci; Neslihan Uslu, Metin Andaş, Hasan Aydoğan ve Mehmet Ali Mandal. Halklarımızın devrim umudu onlarla büyüyor şimdi, büyüyen öfkemizle birlikte. Tüm kayıplarımız bulunana ve hesapları sorulana kadar durmak yok bize, susmak yok. "Şimdi Onlara Kayıp mı Denir?" diyoruz sayfalarımızda ve sesleniyoruz tüm insanlığa. "Kaybedilmek istenen vatanındır, sahip çık yurduna ve kazan onu."
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere...
Dostlukla...
2
MAKALE İbrahim Karaca
politik
Toplumsal yaşamımızda öyle kavramlar vardır ki, duyulduğunda veya herhangi bir bütün içinde hissedildiğinde soğuk-itici etkiler uyan
dırır. O kavram veya o kavramı hatırlatan bir diyalog geliştiğinde, eskiden beri bilinçaltımızda adeta yığılan sahneler yeniden canlanır. Ama aynı kavramlar, farklı kişi veya kesimlerce daha değişik karşılanır. Bu açıdan bakıldığında, bir kargaşa gibi görünen manzaranın aslında bir kargaşa değil, yaklaşım biçimiyle ilgili bir sorun olduğu görülür. Yani; kargaşa, o kavramın kendisinde değil, farklı beyinlerde oluşan farklı sahneler arasındadır. Burada duygusal dürtüler, yaklaşımlar da önemlidir. İnsan, bazı kavramlara duygusal yaklaşabilir. Akıl, duyguyu geriden izler ya da hiç izlemez. Örneğin; din sözkonusu olduğunda bu böyledir. İster negatif ister pozitif bir yaklaşım olsun, karşılanma biçimi duygusal olabilmektedir. Dinsel ayet gibi algılanan bazı politik kavramlar sözkonusu olduğunda da bu böyledir. A-ma burada suç ya da olumsuzluk, o politik kavramın kendisinde değildir. O kavramdan neyi anladığımıza, o kavrama hangi anlamları yüklediğimize bağlıdır. Yüklediğimiz anlamlar ise, bizim hayat karşısındaki duruş noktamızdan bağımsız değildir. Hem de o kadar bağımsız değildir ki; hayattan insandan ve in
san ilişkilerinden söz edildiğinde bile karşımıza çıkar.
Edebiyat ve sanat alanında da bu durum aynıdır.
Hep söyleriz; "edebiyat ve sanat, hayattan-insandan ba-ğımsız olamaz" diye. Sanat, hayatın ve insanın bir başka boyutta algılanması, estetize edilmesi değil midir? Ama, hayatın bir boyutunu sanatınıza taşıdığınızda, o yönünü seslendirdiğinizde, hep yok sayılan yan/arına vurgu yaptığınızda özel bir adlandırmaya tabi tutulursunuz.
Geçmişte, günlük konuşmalarda en yumuşak tarafından yoksulluğa göndermeler yaptığımızda bile "yine komünistlik yapıyorsun" yargısıyla defalarca karşılaştığımı hatırlıyorum. Oysa yoksulluk denilen şey, mars gezegeniyle ilgili bir sorun değildi. Bizzat kendi ailemiz-çev-remiz onu yakından tanıyor, yaşıyordu. Bu yargı, içinde bir suçlayışı da barındırıyor kuşkusuz. "Yine ağzını bozuyorsun" veya "Öyle ayıp şeyler söylersen ağzına biber sürerim" gibi bir uyarı sanki. Üstelik, "komünis t " sözcüğünün anlamına hayatında hiç irdelemeden yapılan bir uyarı. Belki de dünyaya soldan bakan insanlara uygulanan teröre karşı duyulan korku... Televizyonlarda sosyetenin bunalımlı hayatı üzerine yapılan dizilere çakılıp kalan, bilmem hangi zibidi şarkıcının (sanatçının değil) tıngırtılarıyla oyalanan, atılan ve kaçırılan goller üzerine saatlerce çene yarıştıran, ama bizzat yaşamasına rağmen beynini kendi
hayatının kenarından bile geçirmeyen insan, sizi hangi duygulara sevkeder? Böyle kalabalıklar, aslında hangi toplumsal ilişkilere taban olurlar ve kendilerini de tutsak alan hangi sınıfsal ilişkilerin sürüp gitmesine yardımcı olurlar? Burada, "çoğunluğun tercihine-eğilimine saygı" gibi bir düşünce aklımıza gelmeli mi? Böyle bir kalabalığın tercihine veya o tercihle oluşacak yönetsel yapıya "demokrasi" adına da olsa saygı, nasıl bir saygıdır? O tercihler gerçekte kimlerin tercihidir, oraya hangi "özgür i r a d e " ile varılmıştır acaba?
"Kendinden başkasında beli-rerek, kendine karşıt bir konuma geçmek" olarak adlandırılan yabancılaşma kavramı, neyi hatırlatır bize? Sorulan çoğaltabiliriz ve çeşitlendirebiliriz.
"Karaman koyununu güde güde getirdim" diye devam eden bir türkü vardır. Kapitalizm, kitleleri bu türküdeki koyuna çevirmiş durumdadır. Ve üstelik, sürü giderek büyümektedir. Birileri çıkıp da güdülmekte olan bu kalabalığa "güdülme ey sürü!" derse, iki türlü suç işlemiş olur sanırım. Suçlardan biri, kalabalığa " s ü r ü " demek, diğeri de bu kalabalığı sürüp gitmekte olan düzene karşı kışkırtmaktır herhalde. Birinci suç hakaret, ikinci suç "anarşist l ik" tir. Sürü güdülmesin... Sürü kendi kendini mi gütsün? Hayır, sürü olunmasın. Karaman'ın koyunundan bahsederken, çaktırmadan politika yaptık yine.
İnsanlarımız, politika denil-
3
Politika, hayattan ayrı bir kavram değil. Hayattan söz etmek de politikadır. Hayata duyarlı olmak, politikadır. Hayata duyarlı olmak "kötü" değildir. Kötü olan, ucuz olmaktır. Hayatı şiire taşımak, şiiri hayattan damıtarak yaratmak güzeldir. Sanatını hayatın devingen yanından beslemek, onu tekrar insanın yanma koymak güzeldir. Kötü olan hayatın bu yanını perdelemek, törpülemek, yok saymaktır.
diğinde bilmem hangi parti ile ö-teki parti üzerine çene yormayı ya da bir liderle öteki lideri çekiştirmeyi anlıyorlar. Tıpkı futbol fanatiklerinin dalaştığı gibi. "Ekmeksiz kalabalık", böyle güdülmüş yıllar yılı. Kalabalık olmaktan çıkıp örgütlü kitle haline gelen halkın haklı mücadelesini saptırmak, cılızlaştırmak, sindirmek, tecrit etmek, yok etmek için olmadık yöntemler deniyorlar. Bergama köylülerinin siyanür direnişinin arkasında başka hinlikler aranması bundan.
Duvarlara "Kahrolsun Emperyalist Savaş!" yazan çocukların doğduklarına pişman edilmeleri bundan. "Semtimizde birahane batakhane istemiyoruz!" diyen halkın üzerine "güvenlik" güçleriyle gidilmesi bundan. A-nadil hakkını ve yalnızca savaş öncesine dönmeyi içeren uydu
ruk bir barış karşısında gerçek barışı savunmanın "bölücülük" sayılması bundan. Ezilen çoğunluğun insanca yaşayacağı günleri devrimde gören halkın evlatlarının zindanlara doldurulması, katledilmesi, kaybedilmesi bundan.
Daha ne diyebiliriz ki? Politika, hayattan ayrı bir
kavram değil. Hayattan söz etmek de politi
kadır. Hayata duyarlı olmak, politikadır. Hayata duyarlı olmak " k ö t ü " değildir. Kötü olan, ucuz olmaktır. Hayatı şiire taşımak, şiiri hayattan damıtarak yaratmak güzeldir. Sanatını hayatın devingen yanından beslemek, o-nu tekrar insanın yanına koymak güzeldir. Kötü olan hayatın bu yanını perdelemek, törpülemek, yok saymaktır. Sanatını hayat karşısında bir itirafçı, bir korucu, bir işbirlikçi gibi kullanmak kötüdür. Kötüyü yüceltmek, onu makyajlamak, ona güzellemeler dizmek politikadır. Kötü, politiktir.
"Şiiri, sanatı, edebiyatı politikaya alet etmeyin" yakarışı, politik bir yakarıştır. Burada söylenmek istenen, genellikle i-çeriğe dönük bir olumsuzlama-dır. Burada bir karşı duruş söz-konusudur. Ama, söylenmek istenen şey "sanatınız şu veya bu partinin emrine vermeyin" ise, durum farklıdır.
Ülkemizde zaman zaman orman yangınları çıkar ve biz bu yangınları televizyon ekranlarından içimiz sızlayarak izleriz. Gerçekten de, orman yakmak insan yakmakla birmiş gibi gelir insana.
Bazı ormanlar da gerilla barınıyor bahanesiyle yakılır. Eğer siz sanatınıza "politika" bulaş-tırmamayı kesinlikle kararlıysa-nız, yazacağınız şiirde, yapacağınız filmde, çizeceğiniz resimde bunu es geçeceksiniz.
Üstelik, yazmak isteyip de çeşitli kaygılarla yazmaktan vaz
geçtiğiniz için değil, yazmayı "kesinlikle" düşünmediğiniz i-çin yazmayacaksınız. Sonra başka bir orman yangım için timsah gözyaşları dökeceksiniz. Öyle ya, eğer bir orman gerillayı ba-rındırıyorsa, yakılmayı haket-miştir. Siz en iyisi, kafanızdaki hayali sevgiliye aşk meşk şiirleri yazın. Diyarbakır'da gazete satan onbeş yaşındaki çocuklara satirli saldırılar düzenlenirken, onları şiirinize, sanatınıza taşımayın. Görmeyin. İlle de görmek istiyorsanız, "politik" olmadan yazın.
"vah zavallı esmer çocuk Gözleri boncuk boncuk"
Nasıl? Eh, olabilir. Bazı kavramlar gerçekten de
öyle olur olmaz, yerli yersiz kullanıldı ki, itici geliyor bazen insana. Sanki o kavramdan sık sık söz edilirse, güvenli bir sığınak-taymışsınız duygusuna kapılacaksınız. Yazıyla, sözle yaratılan bir "kurtarılmış alan" adeta. Bu satırları okuyan bazı dostlar sıkılır mı bilmem, ama şunları belirtmekte yarar görüyorum: En "keskin" olan, "en devrimci" olan demek değildir. İçinde "devrim" sözcüğünün sık sık geçmesi de bir şiiri veya şarkıyı devrimci yapmaz. Sanatsal düzey, belli bir çizginin üstünde olmalıdır. Bunu başarabilecek güç ve güven içinizde belirmemişse eğer, o sanat eserini üretmeyeceksiniz. Devrimci kültür sanat adına düzeysizlik örnekleri su-nulmamalı. Kitleye sanatsal olan kullanılarak mesajlar iletilirken, hiç beğenemediğimiz düzen sanatçılarının da gerisine düşülme-melidir. Slogancı, politik, sivri, keskin vs. gibi adlandırmalar (suçlamalar) karşısında söyleyecek sözümüz olmalı. Sanatsal düzeyi düşük bir eser, yukarıdaki suçlamalara muhatap bile ola-maz bence. Ondan önce, sanatla
4
ilgili eleştirileri göğüsleyebile-cek güçte olmalı. Sanatımız, kendine seçtiği o mütevazi yolda sendelemeden yürümeli. Yarının demokratik kültürünü bugünden oluştururken, geçmişten kalan kültür mirası içerisindeki hastalıklı ve geri unsurları ayıklayacağımızı söylüyoruz. Ama, bunu söylerken benzerlerini ü-retmeye hiç gerek yok. Arabesk, bitkin, kararsız, bunalımlı, uçuk; yüksekten atan yeni bir birikime kapalı olmak gerekiyor. Bunalan insanı yazarken bunalımın bir parçası olmak, bizim işimiz değil.
Şairin, kalemi eline aldığında "politik bir şiir yazmalıyım" diye bir derdinin olduğunu sanmıyorum. Adına ne denirse denilsin, o, bir şiir yazmak üzeredir. Onun için oturmuştur kağıdın başına. Kafasındaki tabloyu, şiirin diliyle anlatmak istemektedir. Biz insandan sözediyoruz.
Ne demişti şair?
"Sana bin teşekkür Büyük ızdırap Bana sevmeyi Bana hakikati Bana insanları öğrettin"
Şair yaşadıklarından, yaşananlardan, duygularından, göğsündeki tıpırtılardan bir iz bırakmak istemektedir şiire. Onu coşkulandıran, öfkelendiren, ağlatan, güldüren, düşündüren hayat ile birlikte tıklatmaktadır şiirin kapısını ve yedeğine aldığı o şiirle dalacaktır yine hayatın içine. Fırına gitmek için sokağa çıkan, ancak, nişan alınarak sırtından vurulan, sımsıkı avucunun için-deki ekmek parasıyla yerde cansız yatan Şırnaklı küçük çocuğu yazacaktır, "acaba şiirimin boynuna 'politik şiir* yaftasını asarlar mı?" diye düşünmeden. "Şiirim, şiir oldu mu?" diye düşünecek, bir de tarihe bıraktığı şiirli notun insan yanımızı ne kadar onardığını yalnız. Ya da ne bile
yim, keyifli bir pazar günü geçirmek için nehire balık tutmaya giden orta yaştan bir Latin Amerikalı'nın, günler önce gözaltına alınan bir kayıp cesedine takılan oltasının dile getirdiği, sözün i-fade etmekte bocaladığı o 'an'ı yazacak. Ve sorduracak ihsan o-lan herkese. Bütün bunlar neden? Ne için? Neleri bastırmak için, nelere yol açmak için? İn-sana yönelen bu şiddet, hangi sınıfsal çıkar ilişkilerini sürekli kılmak için? Ne adına?
Şişli 'de faşist darbecilerin Santiago stadyumuna doldurdukları beşbin kişi arasında bulunan Victor Jara, öldürülmeden birkaç gün önce bestelediği şarkısında şöyle diyordu:
"Ne kadar zor şarkı söylemek Şarkılaştırılan dehşetse"
İnsan toplumunu bir cangıla çeviren vahşiliği yaratanlar, bu cangılın ortasında neden hep kendilerini öven törenlere gerek duyarlar?
Biliriz ki, "birikim talandan, zenginlik soyup soğana çevirmekten kaynaklanır."
Yukarıda sorduğumuz soruları bununla birlikte düşünürsek, oluşturulan şiddet iktidarının dayandığı ana kaynağı daha iyi anlayabiliriz. Her Cumartesi günü Galatasaray'da oturan Cumartesi annelerini, Arjantin'de Mayıs a-lanında oturan Plaza del Mayo a-nalarını daha iyi anlayabiliriz. Onlar, yol bilmedikleri için kaybolan oğullarını değil, sömürü ve talan düzenine karşı mücadele ederken gözaltına alınıp kaybedilen oğullarını arıyorlar, onların hesabını soruyorlar.
Arjantin ordusunda bir subay olan Yüzbaşı Scilingo, otuz tutukluyu canlı canlı denize attığı günden beri, Lexotanil denilen maddeyi (veya ilacı) almadan ya da iyice kafayı çekmeden uyuya-madığını itiraf etmişti. Önce bayıltıp sonra ayaklarına ağırlık
bağladığı " k u r b a n l a r ı n ı " neden ve kimin adına denizin dibine yollamıştı? Şimdi geriye dönüp baktığında, asıl kurban kimdi diye sormuş mudur acaba hiç kendine? Şimdi ihtiyar sayılan Yüz-başı Scilingo'yu bir cellat haline kimler ve hangi lanetli ilişkiler getirmişti? Şimdi Düzgün Te-kin'in annesi, bu eski yüzbaşının anlattıklarını dinlediğinde neler düşünür? Bütün bunlar, hangi düzenin devamı içindir?
Eğer sinemacıysanız, filmlerinizde hayatı işlemelisiniz. Öy-kücüyseniz, öykülerinizde hayat olmalıdır. Şairseniz, şiirlerinizi hayatın içinden Çıkarmalısınız, nasıl çıkartılırsa bir inci tanesi,
En "keskin" olan, "en devrimci" olan demek değildir. İçinde "devrim" sözcüğünün sık sık geçmesi de bir şiiri veya şarkıyı devrimci yapmaz. Sanatsal düzey, belli bir çizginin üstünde olmalıdır. Bunu başarabilecek güç ve güven içinizde belirmemişse eğer, o sanat eserini üretmeyeceksiniz. Devrimci kültür sanat adına düzeysizlik örnekleri sunulmamak Kitleye sanatsal olan kullanılarak mesajlar iletilirken, hiç beğenemediğimiz düzen sanatçılarının da gerisine düşülmemelidir.
5
midyenin karnından, okyanusun derinliklerinden. Müzisyense-niz, hayatın tınılarını taşımalı şarkılarınız.
Hayatı ve insanı sanatına konu etmek, sanatını bunun için var etmek sanatçıyı "politik" yapıyorsa, varsın yapsın. İnsandan, sanattan ve hayattan söz e-de ede hem insandan, hem sanattan, hem hayattan kaçışın sanatını icra eden satancıya da "bel-leksiz" ve "beyins iz" derler. Kimse öyle demese bile, ben öyle diyorum.
Hayattan kaçan " s a n a t ç ı " , hayatın güzelliklerini işleyemez, hissedemez. Onun için hayatın güzelliği demek, kalem kaşlı badem gözlü bir dilberdir. Ya da sırım gibi, yakışıklı bir prens... En alttakilerin hayatı, hayat değildir. Söz etmeye, vurgu yapmaya değmez. Söz edersen, sanatını politikaya alet etmiş olursun. Beş yıldızlı otellerden, mevsimlik aşkların gizeminden, sosyeteye uygun yaşamlardan, borsadaki iniş çıkışlardan, hızlı yükselişlerden, sert düşüşlerden, iflaslardan, intiharlardan, cinayetlerden, polisiyeden, karanlık ilişkilerden konu devşiren bir "sanat". Alın size tonlarca konu. Köy denildiğinde bizim köyü değil, herhangi bir tatil köyünü anlamalısınız. "Yakalarsam ö-perim"li şarkılar dinlemelisiniz. Hayatı çekilmez kılan o kadar çok şey var ki... Bari sanat bunu hatırlatmasın. Sizi eğlendirsin, dinlendirsin, hayatın çekilmezli-ğinden çekip alsın. Şöyle gözlerinizi kapadığınızda dalıp gidersiniz. Tatil yapamasanız bile, girecek deniz bulamasanız bile, kendinizi bir deniz kenarında hissedebilirsiniz. Akdeniz'in serîn mavi sularında ahenkle dans etsin saçlarınız.
Hayatın zorluklarını aşmak i-çin çalışın, çabalayın, mücadele edin. Ama verdiğiniz mücadele bu zorlukları doğuran düzene karşı olmasın. Yırtıcı olun, yiyin
birbirinizi. Sınıf bilinci, sınıf dayanışması gibi komünist yalanlarına kanmayın.
Bakın, patronunuz yatırım yapmış, size iş imkanı sağlamış. Komünistler size ne veriyor?
Asgari ücretle mi çalışıyorsunuz, daha fazlasını kazanmak i-çin ikinci iş yapın, mesaiye kalın. Eve gittiğinizde çocuklarınızı uyurken bulun, ne zararı var? İşyerinde yöneticilerin, patronun gözüne girin. İyi işçi olun. Uysal olun. Örnek olun. Sendikalı olmayın. Olursanız, patronun "o-keylediği" sendikaya üye olun. Ekmeğinizi taştan çıkarın. Harcamalarınızı iyice kısın. Mülk sahibi olmak için para biriktirin, repo yapın, dolar mark alın. Açlıktan ölen mi var? Tutumlu o-lun, para biriktirin, gidin hayatı kolaylaştıran eşyalardan satın a-lın. Tek kapılı buzdolabınızı verip yerine bir " n o frost" alın. Ö-zenin.. Hep özenin. Çocuğunuz yaz tatilinde su satsın, kaportacıda çalışsın, hafta sonu da kuran kursuna gitsin. Çalışmaktan posanız çıksa da sabırlı olun. Çalışmak ibadettir. Düzlüğe çıkıncaya kadar sabredin. Akşam eve geldiğinizde, taksidinizi ödemekte olduğunuz TV'nizin karşısına geçin; oradaki dizileri, şarkıları, futbolları, televoleleri seyredin... İyi gelir. Yarım saat sonra tatlı bir uyku çökecektir gözkapaklarınıza. Kendinizden geçeceksiniz. Haydi kalkın, yatağınıza geçin. Dinlenin yarın yepyeni bir gün, cıvılcıvıl bir gün (ve iş) sizi bekliyor. Uykusuz kalmayın.
Kısacası, hayatın nimetlerinden yoksul ve yoksun kalsanız da onlara ulaşmak için mücadele edeceksiniz. Bir yaşama kavgası vereceksiniz. Ama, sormayacaksınız kendinize bu yoksulluğun, yoksunluğun ve özgürlüksüzlü-ğün nedenini. Kavganız "politik" olmayacak. Hayat karşısında, "apolitik" bir politika izleyeceksiniz. Sanatınız, şiiriniz,
şarkılarınız bu düzeni sorgulayacak bir bilinç birikimi yaratmayacak.
"Bir gün karşılaşırsam yüzüne haykıracağım. 'Ne hakkın var bu kadar güzel bir şarkıyı manasız sözlerle mahfetmeye' diye soracağım" diyen kızgın adamın hoşuna gidecek "süper" şarkılar yapacaksınız. O baş yazarı kızdıran sözler neydi dersiniz?
"İnsanların içindeyim Seviyorum insanları Hareketi seviyorum Düşünceyi seviyorum Kavgamı seviyorum Sen kavgamın içinde Bir insansın sevgilim Seni seviyorum"
Geçmişte, bir gazetede okuduğum şekliyle; "İsveç'in küçük bir kasabasından kalkıp, zar zor biriktirdiği parayla İngiltere'ye gidip, Endonezya'ya satıldıktan sonra götürülmeyi bekleyen savaş uçaklarına hangarda hesap veren genç kadına" hiçbir anlam veremeyeceksiniz. Bilinciniz o kadını kavrayamayacak düzeyde olacak. "Belki de yaşamı boyunca adımını atmayacağı bir ülkede, yüzünü göremeyeceği bir halkın tepesine bomba yağdıracak uçakların varlığı onun huzurunu kaçırmıştı." Sizin için yalnızca bir haber olacak bu.
E, ne yapalım... Bir parmağın beşi de bir değil ki..
Şimdi bana; "evet, ama beş parmağın beşini de ihtiyacı kadar kan gidiyor" demeyin, "politik" oluyorsunuz. Böyle gelmiş, böyle de gidecek. Unutmayın. "Yarın, bir başka gündür".
Fazla mı "politik" oldum a-caba? İçinizi kararttıysam affo-la.
"Bizim içimiz kararmaz" dediğinizi duyuyorum. Onlar isteseler de karartamazlar. Bizim içimizde düz ovalar, yüksek dağlar... dağlarda türküler var. •
6
DENEME pınar arda
ateş ve yürek Yüreğini özgürlüğe ateşleyenlere...
Soğuk... Kar, dam boyu yükselmiş; titreten bir ayaz, dört yanım lekesiz beyaz. Bir
incecik duman tüter uzakta. İçim ısınır, işlemez ayaz. Seyre dalmışım yalımları; vurur kendini sağa sola, uzanır yukarı, daha yukarı. Ateşin en sıcak yeri, en yüksek noktası... Dağların zirvesi en soğuk... Ateş, yanardağ gibi...
Karanlık... Göz işlevini yitirmiş; var mı yok mu, açık mı kapalı mı, yitirmiş önemini...
Boşluktur, anlamsızlıktır, dehşetli yalnızlıktır; insansızlıktır velhasıl... Bir tek kibrit çöpü, bir tek mum, bir tek kıvılcım siliverir dehşetini. Gecenin sehere dönüşünü seyre dalmışım. Açılır rengi gökyüzünün, yavaş, sabırlı, muzaffer gün...
Yürek... Kor ateş düşüverdi mi, bilinçle yoğrulmuşsa hele, durulamaz önünde.
Neylesen kar etmez, buyruğu reddedilemez. Neler yapabileceğini kul bilemez. Seyre dalmışım kocaman yürekli, gül yüzlüleri, can feda edilesi yollarına sevdalarının. Onuru, yüzakı, kahramanları halklarının...
Ölüm ve zulüm, Soğuk ve karanlık, Ateş ve yürek, Özgürlüğü haykırmak gerek. Bir tek kibrit çöpüdür heybetin ölüm, Bedenimin külünde İşte yine yeniksin kahpe zulüm...
7
vefa saygın öğütle
şimdi, onlara "kayıp" mı denir?
Halklarımız çeşitli adlar vermiş kaybolana. Yitik, zayi, kayıp... Anlatmak istedikleri hep; sevdikleri, yokluğunda aradıkları olmuş.
Kayıp... Ne kadar da soğuk bir kelimedir. Hele ki bu kayıp, bir insansa... Gurbettekinin uzak da olsa bir adresi vardır; göçüp gidenin ise, baş yaslanıp ağlanacak bir mezar taşı... Oysa ki "kayıp"...
Birer birer kopuyor insanlarımız dallarımızdan. Karardığın sahipleri, yüreklerine çöreklenen umutsuzluklarını yaymak istiyorlar insanlığa. Umutsuzlar çünkü; köhnemiş, çürümüş ne varsa onlara ait. Bizim ise, pırıl pırıl bir gelecek var ellerimizde. Ve açtığımızda avuçlarımızı, dünyanın aydınlanmadık hiçbir köşesi kalmayacak.
Yine can yolundu canımızdan.
Duyduk ki; efeler diyarı Ege'de dört canımız; Neslihan'ımız, Metin'imiz, Hasan'ımız, Mehmet Ali'imiz karanlıklara karışmışlar. Üç ay kadar olmuş, haber alınamıyormuş. "Kayıp" diyorlar onlar için.
Geçen sene bu aylar... Topraklarına zehir saçan siyanürcü şirkete karşı çoluk-çocuk demeden mücadele eden Bergama köylülerine destek vermek için Bergama'dayız. Direnişteki köylerden Narlıca'ya indiğimizde, bizi yaşlıca bir köylü karşılıyor. Köyün kahvesindeki sohbette zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Bizi karşılayan köylü, o sıcak, samimi üslubuyla anlatıyor da anlatıyor:
"...Mesela gizli bir işgal eylemimiz vardı. İlk işgal eylemi... Gece 04.30'da... 'Şafak Operasyonu' diyorduk ona." Gülüşüyoruz. "..MİT arabası, sivil polis dördü çeyrek ge
çinceye kadar köylerde dolaştı, tur attı. Yani bir şey olacak. Oysa hiç kimse yok sokakta. Gidiyor Bergama'ya. Çay içiyor. Bir telefon geliyor: 'Bergama köylüleri şantiyeyi bastılar'.:.
Adamı görevden almışlar... Şey diyor adam: 'Yahu kimse yoktu, on-beş dakikada onbin kişi nereden çıktı, nerde siniyordu bunlar?' Hafta Sonu gazetesi şey dedi: 'Dıştan getirdiler, köylüleri ormana gizlediler' Halbuki böyle değildi. Mesela bizim köyde kaç kişi var; on kişi... Akşamdan iki kişi biliyor olayın tarihini ve eylemi. Eylem olacak... Nerede olacağı, ne olduğu söylenmeden bu iki kişi komiteleri dolaşıp, 'hazırlanın; son saatte haber edeceğiz, hedefin neresi olduğunu' diyor. Herkes hazır. Komiteler köylerde bekliyor...
Komiteleri hane hane böldük... Bizim köyde kaç tane hane var; yüz tane... Bir kişi on evi kaldıracak.
8
Kim önce kaldırırsa, o başarılı... Bir kişi koşturarak, beş dakikada on tane evi kaldırıyor. Tek kelime: 'tak, tak, tak... Eyleme kalk' Hemen on dakikada köylü, çoluk-çocuk traktörlerini sabaha karşı 04.30'da çıkardılar sokağa... Bindik; binmemiz-le oraya varmamız beş dakika aldı. O karakola haber edecekler, komiser giyinecek... Hey yavrum, hey!.."
Ne de güzel anlatıyor yaşlıca köylü. İnsan kalkıp -gidemiyor yanından. İçi kıpır kıpır, 50'sinde delikanlı...
"...Köylülerde öyle korku diye birşey yok...Bir gün bir haber geldi: İzmir'in büyük otellerinden birinde,. madenle ilgili bir basın açıklaması varmış. 'İyi' dedik. Hiç kimseye söylemedik. Şu gördüğünüz arabalardan çok bizim köylerde; 40'ar kişi-lik, 50'şer kişilik... Elli tane bulduk bunlardan. Doğru İzmir'e... Cumhuriyet Meydanı'na bıraktık arabaları. Sabah sekiz buçuk ve kimsenin habe-ri yok... Bizim başkan; 'Otelin alt salonunda slogan attıralım' dedi. 'Hayır' dedim: 'Oteli işgal edelim'. 'Nasıl?' dedi. 'Yahu' dedim 'gel sen, o-nu biz uydururuz'... Kapının ağzına vardık. Daha kitle gelmeden, bir elli kişi kadar kapıya vardık. Başkan; 'Buradaki otelde bir basın açıklaması varmış' dedi... 'Biz, madeni isteyen köylüleriz. Bizi şirket davet etti'. Görevli hemen konsolosa bildirip 'madeni isteyen köylüler geldi' deyince, 'alın içeri' demişler... Otel de beş yıldızlı ve yüzlerce korumala-rı var... Bizim elli kişi bir daldı içeri. Diğerleri köşede zuladan bakıyor. Elli kişi bindirince, hepimiz daldık i-çeri; oteli işgal ettik. Adamlar öyle pastalar, masalar... her türlü hazırlık yapmışlar:.. Ne kadar basın varsa o-rada... Bir girdik; o kapıdan, o kapıdan, o kapıdan... Adam 'n'oluyo' dedi. 'Kalk!' dedi halk. 'Kürsü bizim' dedi, mikrofonu aldılar konsolosun elinden..."
Metin Abi'ydi konuştuğumuz köylü. Metin Andaş... Tamı tamına bir halk adamıydı O.
Köye gitmek için el kaldırdığım bir traktörde, köylüyle aramda geçen
bir diyalogu hatırlıyo-
-Nereye gidiyorsun, yiğenim?
-Narlıca Köyü'ne gidiyorum.
-Kimin var Narlı-ca'da?
-Metis Abi'yi arıyorum, Metin Andaş'ı...
-Tanır mısın Metin'i? -Tanırım, arkadaşım
dır. Yüzündeki bütün
kuşku dağılıyor köylünün: "Desene, sen de bizdensin"
Onlardan biriydi Me-tin Abi. Köylüleriydi. Aynı toprağa ter akıtmışlar, aynı güneş kavur-muştu yüzlerini. Aynı u-mudu büyütmüşler, aynı nefreti bölüşmüşlerdi. Zehir saçan şirket, daldırdığında ellerini topraklarına, aynı kavganın alevli rüzgarı yaladı suratlarım. Aynı öfke gelip oturdu gözbebeklerine.
direnç türküsü kavga ustam şimdi sen direnç türküleri yakıp da bir umut çoğaltısı atıp yüreğimize sır oldun
düştün demek yangınlı sevdalara durdun demek en coşkulu halaya
gözlerinde yeşerirdi baharleyin gelincikler harmanlanan başaklarda gizliydi hüznün güz yağmurlarında...
ellerin işçi eli yüreğin yangın yeri sen güneşin oğlu kavganın direngen ustası
Gamze Mimaroğlu
"Pat!" diye düştü yine OKM'den içeri, beraberinde yaşam coşkusunu da taşıyarak. Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncuları, sahnede bir oyunun provasını alıyorlar. "Hayat" teklifsiz; olanca sıcaklığıyla katılıyor provaya. "Şurasını şöyle yapsak, burasını böyle etsek"... Giri-veriyor kolektif üretimin içine.
1 Tüm OKM'liler tahır O'nu. Asıl adı "Neslihan"; ama "Hayat"tır O herkes için. Çünkü, hayat gibi dolu doludur O.
Neslihan Uslu, Metin Andaş, Hasan Aydoğan ve Mehmet Ali Mandal'dan 31 Mart'tan bu yana haber alınamıyor.
Onlar için "kayıp" diyorlar. Olur mu hiç?
Daha dün görmüşler onları. Hayat, üniversitede bir boykotun
önündeymiş. Anfi anfi, koridor kori
dor örgütlüyormuş boykotu. Metin Abi, işgal etmiş Bergama
lı köylülerle birlikte siyanürcü şirketin şantiyelerini. Nasıl da titriyormuş zehir saçan şirketin patronları.
Hasan, Tokat köylülerini çağırı-yormuş; dağlara, halkın ordusunu kurmaya. İ
Mehmet Ali'nin çağrısı ulaşmış cephe gerisine; "Yüzünüzü vatanınıza dönün, vatanın özgürleşmesi için emek harcayın".
Şimdi onlara "kayıp" mı denir?
Yıkılacak karanlığın saltanatı. Bir kıvılcımla tutuşacak. Oğlunu, Düzgün'ünü çöplüklerde arayan Elif Ana'nın gözbebeklerine oturan çelik mavisi öfkenin alevi, tutuşmadık karanlık bırakmayacak. Ve o gün geldiğinde kaybedenler, başlarını sokacak bir tek dam bulamayacaklar! •
9
TARTIŞMA sultan çınar
grup yorum'un tartışmasına bir öneri
DEVRİMCİ MÜZİK Hatırlanacağı üzere, dergimizin Ocak '98 tarihli 4. sayısında Grup Yorum tarafından bir
tartışma başlatılmıştı. "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz" diyerek, aslında son iki yıldır kendi içinde tartıştığı bir konuyu halka açan Grup Yorum'un bu tartışma çağrısına, karşılıklar gelmeye başladı. Sultan Çınar tarafından dergimize gönderilen bu yazı, buna bir örnek oluşturuyor. Elbette ki, bu yazının içeriği de tartışılacak, müziğimizin yeni formları üzerindeki tartışma zenginleştirilecektir. Grup Yorum'un başlattığı tartışmaya bir açılım olması açısından Sultan Çınar'ın dergimize gönderdiği bu yazıyı yayınlıyoruz.
Grup Yorum, yıllar önce yapmış olduğu müziği, "Çağdaş Halk Müziği" olarak tanımlamıştı. Bu tanım, o günün koşullarında, ge
rek Yorum'un gerekse de Çağdaş Halk Müziği'nin üstlendiği misyon açısından yerine oturuyordu. Ancak gelinen aşamada, Grup Yorum'un yaptığı müziği Çağdaş Halk Müziği kavramı içinde görmenin, gerçeği ifadelendirmede yetersiz kaldığı da bir gerçektir. Her şeyin değişmekte olduğu bir dünyada, müziğin de değişmesi kaçınılmazdı. Çünkü değişim toplumun ve doğanın esasıdır. Grup Yorum'un son iki yıldır yaptığı müziği Çağdaş Halk Müziği gibi artık sınırları giderek belirsizleşen bir tanım içinde değerlendirmediği yönündeki açıklaması oldukça doğru bir çıkış olmuştur. Şüphesiz, Grup Yorum'un yaptığı Çağdaş Halk Müziği'ni reddetmek değil, onu aşan özelliklerini, farklılıklarını yeni bir tanıma kavuşturmaktır.
Bu noktaya gelinmesinde iki temel olgu vardır. Bunlardan bir rincisi Grup Yorum'un yıllar içinde elde ettiği birikime uygun olarak geçirdiği nitel dönüşümdür. Artık Grup Yorum, Çağdaş Halk Müziği'ne damgasını vuran türkü formunu titizlikle korumakla birlikte türküden destana, marştan enstrümantale kadar çok değişik formları müziğinde kullanan bir düzeye ulaşmıştır. Tek bir biçime bağlı kalmayan üretimleriyle Grup Yorum, Çağdaş Halk Müziği kalıplarını aşmıştır.
Müziğin biçiminde ulaştığı bu zenginliğe paralel olarak Grup Yorum, içerikte de devrimci bir dönüşümü ifade etmektedir. Halkın yaşadığı sorunları, acılan, kavgaları, kısacası "emekten sevdaya kadar" her konuyu açık bir dille i-fade etmekte ve çözüm yollarını göstermektedir. Üretimlerinde devrimin, silahlı mücadelenin meşruluğunu, kavganın tadım hiç-bir belirsizliğe uğratmadan vermektedir. Sızlanmayan, gelenekten beslenen, "acıyı bal eyleyen", en zorlu anlarda bile umutsuzluğa kapılmadan yiğitçe türkü yakan bir
müziktir yaptığı. Grup Yorum'un müziğindeki içerik ile biçim, tam bir uyum içindedir. Mübadelenin coşkusunu, kararlılığını ifade eden sözleri, insanları sarıp sarmalayan, adeta buram buram Anadolu kokan bir müzik tamamlar. Mesajlar-daki cüreti ve müziğindeki zenginliği, hiçbir 'Çağdaş Halk Müziği sanatçısı'nın ürettiklerinde bulamayız.
Grup Yorum'u, yaptığı müziği yeni bir adlandırmaya götüren i-kinci bir neden de; Çağdaş Halk Müziği yaptığı iddiasındaki kesimlerin yaşadığı kaos ve yozlaşmadır. Gelinen noktada sol arabeskten geleneksel halk müziği yapanına, protest müzik yaptığını söyleyenlerden devrimci müzik yaptığını söyleyenlere kadar herkes, kendini Çağdaş Halk Müziği içinde tanımlamaktadır. Bu durumun Çağdaş Halk Müziği'ni yoz-laştıran bir nitelik taşıdığı açıktır.
Çağdaşlıktan herkesin aynı şeyi anlamadığı, yapılan müziklerden ortaya çıkmıştır. Yaptıkları müziğe bu adı verenlerin' büyük bir kısmı, bırakalım üretimlerinde çağı yakalamayı, en genel sorun
10
larda bile herhangi bir duyarlılık göstermemektedirler. Onlara yön veren, çağın sorunlarını ele alarak geleceğe ışık tutmak değil, popülizmleri ve değerleri sömürten piyasa kaygılarıdır.
Grup Yorum'un müziği ise, gerek içerik olarak ve gerekse de biçimde nesnel gerçekliği, toplumsal sorunları ve gelişme dinamiklerini yansıttığından dolayı, elbette ki çağdaştır. Ama O'nun çağdaşlığı, Livaneli'nin, Ferhat Tunç'un, Kı-zılırmak'ın, Ahmet Kaya'nın vb. anladığı bir çağdaşlık değildir.
Doğru bir ideolojiden, örgütlü bir mücadeleden ve devrimci yaşamdan güç alan Grup Yorum'un, tüm küçük-burjuva sanatçılardan farklılığını ifade edecek ve kendi nitel dönüşümüne uygun düşecek yeni bir tanımlamaya gitmesi kaçınılmazdı. •
Grup Yorum'un yaptığı müzik, devrimin müziğidir. Bu niteliğinden dolayı, "devrimci müzik" ya da "devrimci halk müziği" olarak adlandırılması, yaşanan gerçekliğin tam olarak ifade edilmesidir.
"Devrimci müzik" tanımı, sadece bir etiket değil, pek çok özelliğin, devrimci ilkenin bu tanımda cisimleşmesi demektir. Bu, devrimle doğrudan kurulan bir bağ demektir.
Grup Yorum özgülünde yola çıkarak devrimci müziğin genel ilkelerini somutlamak; aynı zamanda Çağdaş Halk Müziği yaptığını söyleyen küçük-burjuva sanatçılarıyla Grup Yorum arasındaki farkları da göstermiş olacaktır.
Devrimci Müziğe Yön veren Devrimci İdeolojidir
Emperyalizme bağımlı, faşizm ile yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Halklarımızın sömürü ve zulüm düzeninden kurtuluşunun yolu da, bundan dolayı anti-faşist, anti-em-peryalist bir iktidar mücadelesinden geçmektedir. Silahlı mücadeleyi, devrim mücadelesinin odağına yerleştirmeyen bir ideolojinin, gerçek anlamda iktidar kavgasını
yürütmesi mümkün değildir. İktidar mücadelesinin bir par
çası olarak kendini tanımlayan devrimci müzik ise, kaynağını; halkımızın bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm savaşından, bu savaşımın gereklerinden alır. Proleter bir ideolojiye, bu ideolojinin yön verdiği devrimci savaşa ve yaratılan değerlere sahip çıkanlar, ancak, üretimlerinde hayatı bir bütün olarak sunabilirler, -
Müziğin içeriğini işçi sınıfı i-deolojisiyle donatmayanların topluma vereceği mesajlar, daima bir muğlaklık, yetmezlik taşıyacaktır. Sorunun temeline inmeme, gerçeklerden kaçma, gerçekleri yarı-kapalı bir biçimde ortaya koyma, sınıf savaşını yansıtmama, çözüm sunamama ve benzeri gibi pek çok sanatçıda kendini açığa vuran zaafların kaynağı da burasıdır.
Kimi sanatçıların, zaman zaman bireysel duyarlılıkları sonucu devrimci mücadelenin kimi temalarım yetkin bir biçimde işlemeleri, elbette doğru bir ideolojiye sahip olduklarını göstermez. Geçmişte, Zülfü Livaneli'nin süreci i-fade eden bazı türküleri, tam da böylesi örneklerdendir. Önemli o-lan; üretimlerinin geneline bunun damgasını vurması, devrimin yükseliş dönemlerinde olduğu gibi, düşüş dönemlerinde de devrimci duyarlılığın, kararlılığın taşınmasıdır.
Bugün kendini Çağdaş Halk Müziği tanımı içine sokan pek çok sanatçı, müzikte politikanın, ideolojinin yansıtılmaması gerektiğini savunur. Hatta devrimci sanat ü-rünlerini kabalıkla, dogmatiklikle, slogancılıkla suçlarlar. Yürekleri kavganın ortasında çarpmadığı i-çin, inancın, kararlılığın ve coşkunun ifade edildiği müzik biçimini böyle suçlamaları doğaldır. Oysa ki onlar, ideolojik olmadıklarını i-leri sürdükleri ürünleriyle, farkında olsun ya da olmasınlar, politika yapmaktadırlar. Bu da kaynağını;
. burjuva, küçük-burjuva ideolojisinden almaktadır.
Devrimciliği içselleştirmemiş, bilinçli bir faaliyet ve yaşam biçimi haline getirememiş kimi sanatçılar ise, sanatlarını politikanın hizmetine sokma adına kaba bir slogancılığa düşmektedirler. Müziği, kafiyeli bir bildiri okumaya dönüştürenlerin, devrimci ideolojiyi doğru bir tarzda yansıtmaları sözkonusu dahi olamaz.
Buradan yola çıkarak, sanatta sloganın yeri olmadığı gibi bir sonuç da çıkarmamak gerekir. Eğer ideoloji ya da slogan, belirli bir estetik süzgeçten geçirilip sunulu-yorsa, mesele yoktur. Karşı çıkılan şey; kolaya kaçan, belli bir duygu zenginliğini ifade etmeyen üretimlerdir. Böyleleri için ustaların söylediği çok yerinde bir söz vardır: "Bir fikrin rezil edilmesinin en kolay yolu, onu kötü bir şekilde savunmaktır."
Devrimci ideolojiyle donanma-yan bir. müzik, geçmiş birikimi doğru bir tarzda değerlendireme-yeceği gibi, geleceği de temsil e-demez. Böyle bir misyonu ancak, halkların bilincini ve beğenisini devrimcileştiren, dünyayı yeniden kurma ideali taşıyan bir ideolojiden güç alan bir müzik üstlenebilir.
Birçok çevrenin ve kişinin yöneldiği kapalı, dolaylı anlatımlar, anlaşılmaz imgeler, mücadelenin yakıcı sorunlarından kaçış, tali ve marjinal konulara yöneliş, müziğin ana örgüsünü oluşturur. Pir Sultan'ın, Dadaloğlu'nun türkülerinin söylenmesi de, bu durumu kurtarmaya yetmez. Aslında bunlara yön veren duygu; popülizmdir, bedel ödeme korkusudur. Kısacası; yaptıkları müzikle taraf olmadıkları, iki arada bir derede yüzdükleri ve burjuvaziye hizmet ettikleri açıktır.
Diğer bir grup ise; anlaşılmak için sanat yapmadıklarını, halk i-çin sanat yapmadığını ileri sürerek soyutluğa, elitizme düşenlerden o-luşur. Adeta halkla alay eden bu kesimler, doğrudan doğruya burjuvazinin sesini dillendirirler.
11
Gelinen noktada sol arabeskten geleneksel halk müziği yapanına, protest müzik yaptığını söyleyenlerden devrimci müzik yaptığını söyleyenlere kadar herkes, kendini Çağdaş Halk Müziği içinde tanımlamaktadır. Bu durumun Çağdaş Halk Müziği'ni yozlaştıran bir nitelik taşıdığı açıktır.
Sonuç olarak; devrimci sanatçı, örgütlü sanatçıdır. Ama devrimci sanatçının örgütlülüğü, her şeyden önce düzen içi bir örgütlülük değildir. Yaşanan koşulları, en gerçek şekilde ifade eden ve iktidar bilinci ile donanan bir örgütlülüktür bu.
Devrimci Müzikte İçerik ve Biçim
Üretilmiş herhangi bir sanat ü-rünü, içerik ve biçimden meydana gelir. Devrimci müziğin içeriği söz, biçimi de müziktir. Burada belirleyici olan içerik olmakla birlikte, özü yansıtmayan biçimin varlığı koşullarında, mevcut içeriğin anlamını yitirmesi de kaçınılmazdır. Onun için, öz ve biçim i-lişkisi diyalektik bir bütünlük taşımak zorundadır.
Devrimci müziğin sözleri, proletarya ideolojisinin estetize edilmiş bir yeniden üretimidir. Burada müziğin işlevi ise; sözlerinin bu i-deolojik içeriğinin etkisini duygusal yönden arttırmaktır.
Devrimci müziğin içeriği, en genel olarak iki kaynaktan esinle-nir. Bunlardan birincisi; Anadolu halklarının tarihinden süzülüp gelen anonim ya da ozanlara ait direniş şiirleridir. İkinci kaynak ise; günümüzün ilerici devrimci şairle
rinin şiirleri veya devrimci müzik yapan grupların kollektif üretimle yarattığı şiirlerdir.
Devrimci sanatçının gelenekselden beslenme anlayışı, bu şiirleri süzgeçten geçirmeye, yaşam biçimiyle alıp işlemeye dayanır. Çünkü geleneksel halk türkülerinin sözleri, büyük bölümüyle günümüzün karmaşık sorunlarını ifade etmekten uzaktır. Ancak, yaşanan savaşların acılarını, örneğin jandarma baskısını işleyen, feodal sömürüyü eleştiren direniş şiirleri de vardır. Sahip çıkacağımız kaynak da bunlardır. Yani Pir Sultan, Dadaloğlu, Köroğlu vb. ozanların direniş şiirleridir. Direniş şiirleri, sorunun temeline inmezler, genellikle dert yanarlar. Yaşanan sorunların nedenlerini, nasıl çözüme kavuşturacaklarını, verilecek kavganın biçim ve yollarını yarı kapalı bir şekilde ortaya koyarlar. Buna rağmen, bu şiirlerin bestelenmesi halinde, kitleleri duygusal yönde etkileyen türküler ortaya çıkabilmektedir.
Geleneksel halk şiirinden-tür-külerinden yararlanma adına hareket eden küçük-burjuva sanatçıları, bu değerleri sömürüye tabi tutmaktadırlar. Özellikle toplumda halk müziğine karşı yoğunlaşan ilgiyi, kendi çıkarlarına, popülist duygularının tatminine hizmet e-decek şekilde değerlendirmektedirler. Bu çabalar, bir yönüyle günceli ifade edememe, düzen sınırlan dışına çıkamama kaygısıyla da ilgilidir.
Bir başka sömürü de, Kürt Halkı'nın geleneksel türkülerinin ele almışında yaşanmaktadır. Türkülerin asimilasyonu da diyebileceğimiz bu durum, Kürtçe sözlerin yerine, türkünün anlamını da bozan Türkçe sözler yazmakta so-mutlanır.
Devrimci sanatçılar; Anadolu topraklarında yüzyıllar boyunca iç içe yaşamış ve halen de böyle yaşayan halkların kültürüne, türkülerine karşı yönelen bu tecavüzü, saygısızlığı mahkum ederler ve A-
nadolu halklarının zengin müziğinin kendilerine sunduğu birikimi sahiplenirler. Elbette bunu yaparken, halk şarkılarının-türkülerinin karakteristik dil yapısını bozmaz, mümkün olduğunca otantik ve sadeliği esas alan bir düzenlemeyle yorumlarlar.
Diğer bir kaynak olan politik i-çerikli şiirleri müziklendirmedeki amaç; kelimeyi süslemek değil, o-nu hedeflediği amaç doğrultusunda açıklamaktır. Kullanılan müziğin türü, ritmik yapısı, armonik dokusu veya enstrümanların seçimi, bu amaç göz önüne alınarak belirlenmelidir.
Devrimci müziğe kaynaklık e-den şiirlerde, yakınma ve belirsizlik yoktur. Emekçi sınıfların, ezilen halkların birliği, mücadelesi a-çık-seçik ifade edilir. Emekçilerin somut yaşamlarını, dertlerini, kav-gasını dile getiren; sıcak içten söz-lerdir bunlar. Proletarya ideolojisinin ve onun örgütünün propagandasını yaparlar; halkların özlemlerini dile getirirler; yeni-sömürge-cilik ilişkileri temelinde yaşanan çelişkileri, bu çelişkilerin halklar üzerindeki etkilerini anlatırlar; kitleleri mücadele lehine motive e-derler. Halkın müzik zevkini dev-rimcileştirerek dinlenmelerini a-maçlarlar.
Küçük-burjuva sanatçılarının ürünlerindeki sözlere damgasını vuran ise; subjektivizm ve muğlaklıktır. Kendi bunalımlarını yansıtan bu sözlerin konuları, genel-likle doğa, aşk, çiçekler, barış, insancıllık, sevgi, kuşlar vb. olmaktadır. Politika kaygısı güttükleri ü-rünlerde dahi açık ve net olmamakta, egemenlerin çizdiği sınırların dışına çıkamamaktadırlar. Ancak güçlü bir popülizme sahip olduklarından, kimi toplumsal olayları işleyen (Sivas, Kızıldere, Deniz vs.) parçalar yapmaktan da kaçınmazlar. Kaset satışlarını arttırma düşüncesiyle, Alevi ve Anadolu halklarının yarattığı değerlere el uzatabilmektedirler. Bu talancı zihniyetlerinden, ilerici-devrimci
12
şairler de payına düşeni alırlar. Ünlü şairlerin şiirlerini bestelerken, devrimci bir duyarlılığı taşımadıklarından dolayı, genellikte şiirlerin gücünü yansıtamazlar.
Devrimci Müzik, Geleneksel Müzikten Beslenir
Marksist-Leninistler'in dünyaya bakışı çok boyutlu ve bütünseldir. Çok sesli müzik ise; gelişmiş tekniği ite günümüz yaşamının bu çok boyutluluğunu karşılayabilecek özellikler göstermektedir.
Bunun yanı sıra, çok sesli müziğin temel alınması, her şeyin çözümü değildir. Sorun; yaşamın çok boyutluluğunu, halka anlayabileceği bir şekilde sunabilmektedir. Yani evrensel olan ile ulusal olanı doğru bir tarzda harmanlamak; bunu yaparken de halktan kopma-mak, ona yabancılaşmamaktır.
Evrensel olan ile ulusal olanın ilişkisini Bolşevik önderlerden Jdanov şöyle tanımlar;
"Enternasyonal sanat, ulusal sanatın gerilemesi ve sönükleşme-sinden kaynaklanmaz. Tam tersine enternasyonalizm, ulusal kültürün geliştiği yerde boy verir. Yalnız, yüksek düzeyde gelişmiş kendi müzik kültürüne sahip olan bir halk, diğer ulusların müzik zenginliğini değerlendirebilir."
Ulusallıktan evrenselliğe uzanan yolda çok sesliliğin geliştirilmesi, birden kazanılacak bir hedef değil, aşama aşama elde edilecek bir sonuçtun Çok sesliliği amaçlayan bu sürecin her aşamasında, u-lusal olanı ön planda tutmak gerekir. Bunun pratik oluşumu ise, geleneksel halk müziğinde var olan çok sesli potansiyeli alıp işlemek; evrensel müziğin gelişmiş tekniği, armonik sistemi ile yeniden düzenlemektir.
Çok sesli müzikte dikkat edilmesi gereken şey; halkın kulağı ve dilidir. Halkımızın kulağının batı çalgılarına karşı yabancı olduğu, bunları benimsemekte zorlandığı bilinen bir gerçektir. Devrimci müzik; bundan dolayı, batı çalgıla
rı yerine ulusal çalgıları ön plana çıkarmalıdır. Batı çalgılarını, ulusal sazların yetmediği yerlerde destekleyici olarak almak gerekir. Halkın kulağına yabancı olmayan, yerli sazların (bağlama, kaval, mey, cura, sipsi, kemençe, kabak kemani vb.) tercih etmek; ezgide ve içerikte verilmek istenen mesaja ya da duyguya da denk düşecektir. Ancak bu konuda bir bağnazlığa düşmemek, ulusal sazlar gibi i-çeriği doğru bir şekilde veren, her türlü batı sazlarını da giderek artan
Marksizmin-Leninizm'in, yarını bugünden kurma ilkesini, yarının müziğini bugünden yapmaya indirgeyerek çoksesli müziklerini küçük bir azınlığın hizmetine sunmaktadırlar. Lenin, bu anlayışta olanlara; "İşçi ve köylü kitleleri kara ekmeğe muhtaç durumdayken, ufak bir azınlığa pasta sunmamız doğru olmaz" diyerek karşı çıkar.
oranda kullanmak gerekir. Devrimci müziğin dili, halkın
kullandığı dil olmalıdır. Çünkü kitlelere gitmek, onlara öncülük etmek, bilinç taşımak ve eğitmek; halka yabancı, onun anlamadığı bir dille yerine getirilemez. Şüphesiz dilin anlaşılır olması da yetmez. Aynı zamanda bunun müziğin ezgisiyle etkileyici bir bütünlük oluşturması da şarttır. Halkı ancak, kendi yaşamından esintiler sunan bir müzik etkileyebilir. Ö-nemli olan, yapılan müziğe halkın ısınması; onu kendisinin bir parçası olarak duyumsamasıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da; devrimci müziğin ezgi ve formlarına, geleneksel halk müziğinin ezgi ve formlarını katabilmektir. Tek bir forma bağlı kalmayan devrimci müzik, halkımızın yakaladığı ilerici-devrimci duygu ve düşüncelerin ifadesi olan ezgileri ve geleneksel türkü formunu, yaratacağı marş ve türkülerde kullanabilmelidir.
Devrimci sanatçılar, halk müziğinin ezgi ve formundan yararlanırken, kinlilerinin yaptığı gibi kaba bir aktarmacılığa düşmezler; kendi zenginliklerini, birikimlerini de bunlara katarlar. Bu yapılmadığı sürece halk müziğinin otantik formunu geliştirmeye değil, olduğu gibi korumaya düşülür ki, bu da monotonlaşmaya yol açar. Bu tehlikeden, çok seslilik ve zengin armoniler kullanılarak kurtulunabi-linir.
Devrimci müziğin ulusal yönü; Anadolu halklarının sorunlarım, onların diliyle işlemesi, halk müziğinin ezgi ve formlarından yararlanması, ulusal sazları ön plana çıkarması demektir. Çıkış noktası Anadolu halklarının gerçekliği olmayan bir müziğin, ulusal özelliği de yoktur.
Devrimci müzik, gıdasını halk yığınlarının gerçekliğinden alırken, aynı zamanda gelecek toplumun değerlerini de bağrında taşır; yeni insanın, yeni toplumun oluşmasına hizmet eder.
Sapmalar ve Devrimci Müzik Emperyalizmin kültür politika
sını hakim kılmak isteyen egemenler, geleneksel halk müziğinin demokratik özünün gelişmesini engellemeye, onu yozlaştırmaya, yarattığı değerleri yok etmeye çalışmaktadır.
Devrimci sanatçılar; halkın müziğinin özünü korumada, emperyalizmin yabancılaştırma politikasına karşı geleneklerin birikimini sahiplenmede tek alternatiftir. Bu misyonu üstlenirken, geri-ci-yoz burjuva anlayışlara olduğu
13
kadar, ondan beslenen "sol" görü-nümlerine karşı da mücadele eder. Çünkü, ilericilik-devrimcilik adına ortaya çıkanların mücadeleye verdikleri zarar, çoğu kez burjuva sanatçıların verdiklerinden daha etkilidir.
Bugün, geleneksel halk müziğinin Özünün yadsınmasına, yoz-laştırılmasına ya da sömürülmesine hizmet eden çok değişik müzik biçimleri kitlelere sunulmaktadır. Bunları' birer sapma olarak görmek gerekir.
Bu sapmaların bir ayağını, müzikte ilericilik-sosyalistlik adına yola' çıktığını söyleyen ama halktan kopuk üretimleriyle elitizme düşenler oluşturur. Marksizmin-Leninizm'in, yarını bugünden kurma ilkesini, yarının müziğini bugünden yapmaya indirgeyerek çok-sesli müziklerini küçük bir a-zınlığın hizmetine sunmaktadırlar. Lenin, bu anlayışta olanlara; "İşçi ve köylü kitleleri kara ekmeğe muhtaç durumdayken, ufak bir a-zınlığa pasta sunmamız doğru olmaz" diyerek karşı çıkar. Sanatı, biçim estetiğine indirgeyen bu eli-tistlerin, halka bir şey vermedikleri, ülkemizde 1930'larda yaşanan deneyimle somutlanmıştır. "Türk Beşleri" olarak bilinen sanatçıların, müzikte devrim adına yaptıkları üretimler, aradan 70 yıl geçmesine rağmen bugün dahi halk tarafından dinlenmemekte, sınırlı bir kesime ancak sunulabilmektedir.
Elitistler, akademi-teknik düzeyi yüksek, çok sesli bir müzik yapmalarına rağmen, içeriği yadsıyan, düzene muhalif olmayan sanatsal üretimleriyle halktan kopmakta ve objektif olarak da, gerici bir konuma savrulmaktadırlar.
Geleceğin müziği elbette, çok sesli bir müziktir. Ancak bu müziği adım adım geliştirmek, halka rağmen değil onunla birlikte oluşturmak gerekir. Devrimci sanatçılar, çok sesli müzikleriyle ama ondan da öte, halka olan bağlılıkla-rıyla elitizme karşı çıkmalıdır.
Müzikte ikinci bir sapma ise;
halkın ve mücadelenin yarattığı değerleri sömüren popülist anlayıştır.
Popülizm, günümüz sanatçılarında sıkça görülen bir hastalıktır. Para hırsı, şöhret olma tutkusu, düzene cepheden karşı çıkmama, örgütsüzlük vb. pek çok özelliğin yön verdiği bu tip sanatçılar, yekpare bir bütün oluşturmazlar. Bunlardan kimileri, türkü formunu koruyarak çok sesli üretimleri yapabilmekte, ancak devrimci mücadelenin yaşayan özünü yansıtmaktan kaçınmaktadırlar. Yaşanan sürece, halkların mücadelesine gösterilen bu duyarsızlık, onları, coşkusuz bir söyleyişe götürmektedir. Coşkulu bir anlayışa yönelmemelerini, marş formunu benimsememelerini, halkların mücadelesinin meşruluğuna inanmamalarına bağlayabiliriz. Yaptıktan daha çok; ünlü o-zanların türkülerini, Alevi deyişlerini, halkların yarattığı anonim türküleri çok sesli hale getirmektir. Halk türkülerini çok sesli hale getirmek, ilerici Özü olan türküleri açığa çıkarmak olumlu bir çaba gibi görünse de, aslında bu bir kaçıştır. Sadece derlemelerle yetinmenin, güncele eğilmemenin, eğilse bile süreci ifade etmemenin bir yanı düzen dışına çıkmamaysa, öteki yanı da popülist duygularını tatmin etmektir. Gelenekselden beslenen ama müzeciliğe denk düşen bu yanlarıyla olduğu kadar, düzen içilikleriyle de reddedilmesi gerekirler.
Bu kesim içinde göreceğimiz bir başka grup da, "sol arabesk" olarak değerlendirilenlerdir. Bunların müziği, halkların kültürünü, devrimci değerleri yozlaştırmada burjuvaziye büyük katkılar sunmaktadır. Müziklerindeki temalar; halkın isyanını, hak alma isteğini körelten bir muhtevadadır. Dert ve hüzün yüklü parçalarıyla topluma kaderciliği aşılarlar, beğenilerini dejenere ederler. Bunların müziği; lümpenlerin, yılgınların, döneklerin müziğidir. Yani, yeri gelir insanları ağlatırlar, yeri gelir göbek
attırıp efkar dağıttırırlar. Devrimin yarattığı değerleri
sömüren böyleleri; yaşam biçimle-riyle, müziklerinin içerik ve biçimiyle, yorumlarıyla devrimci sanatçılar tarafından teşhir ve tecrit edilmelidirler.
Popülizm kategorisi içinde görebileceğimiz bir diğer anlayış da; slogancı müzik yapanlardır. Bunlar daha çok, sanatın kendine özgü estetik normlarını reddederek mücadeleye zarar verirler. Kafiyeli bildiri de diyebileceğimiz sözlere, tek sesli bir müziğe ve içten olmayan, halka itici gelen bir söyleyişe başvururlar. Devrimci değerlerden güç almalarına rağmen, bu değerleri sıradanlaştırırlar. Sanat dilleri, estetikle bütünleşmiş bir yaratıcılıkları yoktur. Toplumsal beğeni düzeyini ifade etmeyen, işledikleri konuları da değersizleştiren bu müzik türü,' devrimci sanatçıların mücadele alanına girer.
Sonuç olarak; Devrimci müzik; devrimci il
keler üzerinde yükselen, Anadolu halklarının yarattığı kültüre dayanan ye evrensel değerler ile beslenen çok sesli bir müziktir. Günü* müzün yoz-dejenere müziğine karşı olduğu gibi, ayakları Anadolu topraklarına basmayan, halka tepeden bakan, batı hayranı bir elitizme de karşıdır.
Çağdaş Halk Müziği'ni temel alarak başladığı yürüyüşünde devrimci müzik, bugün ona aşan bir noktaya ulaşmıştır. Geleneği bugüne, bugünü geleceğe bağlama anlayışı, onu daha da geliştirecek, zenginleştirecektir.
Bu yürüyüşte yer almayan, kendini tekrar edenlerle, dün olduğu gibi gelecekte de saflaşılacak-tır. Çağdaş Halk Müziği'nden devrimci müziğe geçiş, bir niteliği ifade etmekle birlikte, bugün için ö-zünde küçük-burjuva sanatçılarla devrimci sanatçıların bir saflaşma-sıdır.
Grup Yorum, bu yanıyla "Bir Kar Makinası" olmaya devam ediyor... •
14
ŞİİR dimitır polyanov
ÖZGÜR DÜŞÜNCE Gençlik yıllarımızın ateşinde, gem almaz yaşamın eşiğinde, odur gözlerimizi açan önümüzdeki uzun yola çıkarken, o bir peri tanrıça, bilgelik, yüce,
adı özgür düşünce.
Bir tedirgin yürek, bir ateş tohum, bir bakarsın keder, bir bakarsın sevinç, bir bakarsın çığlık, bir bakarsın ateş parçası güneş, ne engel tanır, ne baskı, ne sınır, ne zulüm, Promete'dir onu ilk veren bize,
adı özgür düşünce.
Önümüzde tekmil gizleri odur açan, birer birer çözen o, yaşadığımız günleri ve geleceğimizi ışınlarla aydınlatan, çizen o, yoktur çözemediği sorun, anlam, bilmece,
adı özgür düşünce.
Boş yere didinirler dururlar cüceler, durdurmaya çalışırlar düşünsel uçuşu, durdurmak isterler ışını, yok etmek isterler, ama düşman belki bin kez gördü ki, sonuç şu İstediğince yırtınsın dursun, vuramaz onu zinhar
adı özgür düşünce.
Koşun bayrakları dalgalandırarak, özgür düşüncenin şarkı söylediği yere, bir bu şarkıyı duyan kişi insan gibi yaşadım diyebilir ancak, mutludur kişi onu gördüğü sürece,
adı özgür düşünce.
(Çev: A. Kadir - Fahri Erdinç) Dimitır Polyanov: 1876-1953 yılları arasında yaşamış olan Bulgar proleter şiirinin kurucusu.
ÖYKÜ
can yıldıran
Duvarın dibindeki kütüğe oturmuş, eve çıkan patikanın aşağı-sındaki zeytinliğin dibinden boylu boyunca akıp giden ırmağın sesini dinliyordu. İçindeki barı
şıklığa, dinginliğe, huzura eşlik eden bir türkü söylüyordu Badıl Çayı. Başta alabalıklar olmak üzere bilcümle balık dü-ğün-dernek kurmuş eğleniyor, yosunlar kendilerim ırmağın akışına teklifsizce bırakmış, dansediyor; zeytinliğin aşağılarına doğru yuvarlanıp gidiyor; damarlarına ırmağın soğuk ve berrak suyunu çeken çam ağaçlan pürlerini, kozaklarım ırmağa armağan ediyor, şenlikten, şölenden geri kalmıyorlardı.
Balta ve motor seslerinin, tomruk yüklü kamyon bağırtılarının henüz duyulmadığı, cırlavukların dahi, Badıl Ça-yı'nın bu dingin ezgisini bozmamak için çenelerini tuttukları sabahın bu ilk saatlerinde doğanın berrak, büyüleyici sesi, O'nun yüreğindeki, beynindeki dinginliğin, huzurun bir yansımasıydı sanki.
Huzurluydu. Yaşamının alt üst olduğunu hissettiği o günlerin ardından şimdi huzuru bulmuştu. Hırçın dalgalı günlerin ardından, şimdi durulmuş, çarşaf gibi sakin, akıp giden denizin dinginli-ğindeydi yüreği.
Hangi zamanda ve nerede olursa olsun; İster ormanda dolaşırken, evde annesiyle konuşurken, köylülerin arasına karışırken; ister yemek yerken, uyurken, uyanıkken olsun o görüntüler gözlerinin önünden hiç girmemiş; yaşadıkları, paylaştıkları tüm günler, geceler, olaylar, eylemler, sohbetler dört bir yandan kuşatmıştı Özgür'ü; dalların hışırdamasında, suların çağıldamasında O'nun sesini; meyveye duran ağaçlarda, kızaran domates fidelerinin arklarında O'nun çapa
darbelerini, alın terini; coşkuyla akan Badıl Çayı'nda O'nun şen kahkahalarını; dağın yamaçlarındaki o harabelikte O'nun özlemlerini görmeye, duymaya başlamış, doğanın her devinimi, hareket eden her canlı, her görüntü O'na yoldaşını, Hasan'ı anımsatır olmuştu.
Türkülerini ağız dolusu söyleyebil-sin; hayatım, bir tepeden diğerine koşarken pervasız ve tereddütsüz sürdürebil-sin diye, ekmeğin ve sütün hasretim çekmesin diye, doğduğu gün kulağına fısıldamışlardı ismini. Adı gibi "özgür" olsun demişlerdi büyükleri...
İsminin şenliği, yüzünden silinip gitmişti. Ne söylediği, ne anlattığı ve ne konuştuğu belli olmayan, kendine sorulan sorulara belirli-belirsiz cevaplar veren, kafasını öne eğip geçmişe dalıp giden, ürkek bakışlarla çevresinin tarayan bir insan olup çıkmış, O'nu yıllardır tanıyanları şaşırtır olmuştu.
Tarlalar, evler, arabalar, evlilik vaad-leri... "O kadar acı çektin, değer mi, ya-şamak ne güzel, kimse için ölmeye değmez"li konuşmalar karşısında yüreğine bir taş oturur, sesi soluğu çıkmaz olurdu. Düşünceli düşünceli gözlerim kaçıran, kararsızlığa düşen, ne olduğu anlaşılmayan tepkiler veren bir insan, hiç özgür o-lur mu?
Üzerinde "El Fatiha" yazan mermer taşın ve çınar ağaçlarının görüntüleriyle, çığlıklar atarak, tere batarak uykuları bölünmüş; yediği içtiği ayrı gitmediği, eylemlerde, işkencelerde, hapishanelerde omuz omuza direndiği, bir dilim ekmeği paylaştığı yoldaşı Hasan, O'na hep sorgulayan gözlerle bakmış, rahat bırakmamıştı.
Kısacası günler, geceler boyunca yaşamı alt üst olmuştu. Huzursuz, dengesiz, kararsız bir dolu zaman geçirmişti. Şimdi, duvarın dibindeki kütüğe oturmuş, eve çıkan patikanın aşağısındaki zeytinliğin dibinden boylu boyunca akıp giden ırmağın sesinin, Badıl'ın ezgisini dinlerken, işte tüm bu yaşadıklarım düşünüyordu.
Gözlerini toprağa asıp, derin düşüncelere dalıp, hesaplaşmalarını çoğalttığı bir sabah vakti anası yarana gelmiş, oğlunun derdine derman olmak için konuşmak istemişti. "Bir şeyim yok" demişti Özgür. Paylaşmak istememişti düşünce
lerini. Uzun bir süre oğlunun yanında sessizce kalan Gülfıdan, oğlunun düşüncelerini dağıtacak, darmadağın edecek, beyninde depremler yaratacak bir soruyla bozmuştu sessizliği.
-Hasan nerede Özgür? O'nu niye getirmedin ?
Özgür sarsılmış, ne diyeceğini bilememiş, utanmıştı. Hasan'la köye geldikleri o günü anımsamıştı. Üç günlük bir tatil için gelmişlerdi. Ailesinin devrimcilere iyi bakmamasına rağmen Hasan, kısa bir sürede ev halkıyla kaynaşmış, kendisini sevdirmişti. Daha gelişlerinin ilk günü tarlaya inmiş, meyve ağaçlarının dibini kabartmış, domatesler için ark açmıştı.
Anasının sorusuyla birlikte, yaşadıkları o üç gün bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başlamıştı. Karşı-ki dağların eteklerine doğru çıktıkları, gerilla üzerine coşku dolu sohbetler ettikleri o günler, ilk günkü gibi yeniden canlanmıştı Özgür'de. Tüm bunları düşündükçe, yaşananlar yüzüne yüzüne çarpmaya başlamış, utancından uzun bir süre sessiz kalmış, "Ana, Hasan şehit düştü" diye zar zor cevap verebilmişti.
Anasının gözünden yaşlar, hiç bu kadar hızlı dökülmemişti. Derin derin içler çekmiş; Hasan'ı öven, Hasan'ın kendinde bıraktığı etkiyi anlatan bir ağıt tutturmuştu ince ince, yanık yanık...
Anasının bu hali, bu davranışı Öz-gür'ün yüreğindeki közü yangına çevirmişti. Günler, geceler boyu dinmemişti yangın. Kavgadan geri durması için onca dolap çeviren, etmediğini bırakmayan anası, hem de üç günlüğüne tanıdığı bir insanın ardından dakikalarca ağlamış, a-ğıtlar yakmıştı.
"Anam üç günlüğüne tanıdığı bir insan için onca gözyaşı dökerken ben, yıllarca birlikte olduğum, herşeyi paylaştığım canım yoldaşım için anam kadar vefalı olamayacak, O'nun kavgasını, özlemlerini sürdüremeyecek, O'nun dökülen kanının hesabını soramayacak mıyım?" diye kendi kendine sordu bir gün Özgür. Haftalardır yaşadığı alt üst oluşlar anasının ağlamasıyla daha da derinleşmişti ama şimdi daha bir berraktı düşünceleri. Vefa, özveri, yoldaşlık sıra sıra akü beynine.
Yine uykusuz kaldığı bir gecenin sa-
16
bahında gün henüz ışırken, dışarıya, bahçeye çıkmış; Hasan'ın dibini çapaladığı limon ve portakal ağaçlarının arasında dolaşmıştı. O ağaçlar, meyveye durmuştu şimdi. Birlikte diktikleri domates fidanlarının arkları hala Hasan'ın çapa ve tırmık darbelerini koruyormuş gibi gelmişti Özgür'e. Gerillaya olan özlemlerinden bahsettikleri o dağlardaki çam a-ğaçlarının dallarından çıkan hışırtılar sanki, o gün verdikleri sözleri anımsatıyordu Özgür'e.
Bu ağırlığa, kuşatmaya daha fazla dayanamamıştı. "Karmaşık düşünmeye, kendimi haklı çıkarmaya çalışmama hiç gerek yok. Anam bana vefa duygusunu hatırlattı. Mücadele etmek için çok sebep var, ama vefalı olmak bile yeterliymiş" diye bitirmişti hesaplaşmalarını.
Toprak Çatlatan ayaz, güneşi sırt üstü devirmeye çalışırken, rüzgarın soğuktan kurumuş yüzleri yalayıp geçtiği bir seher vakti, tavuk kümeslerinin önünde bir avuç yem dururken konuşta anacı-ğıyla. Herbiri bir inci tanesi kadar değerli yaşların nasıl ciğerini delip geçtiğini anlattı anacığına. "Ah!" dedi Gülfidan, yüreğinin içinden kopan bir sesle, "bilseydim bu yaşların yolunu düzleyeceği-ni, döker miydim hiç? Mil çekerdim de gözpınarlarıma, dökmezdim" dedi içli içli. •
"Anacığım, bîr tek davranışınla bana çok şey anlattın. İçinde bulunduğum kararsızlığa, çaresliğe son verdin. Ben bugün birlikte çok şeyi yaşadığım, paylaştığım yoldaşıma ihanet edersem, vefasız davranırsam yarın sana da ihanet e-der, vefasız davranır, kötü bir evlat olurum. Ne sana ne de kendime bir hayrım dokunmaz" diye uzun uzun anlattı anasına.
Her şeye bir kılıf bulan, oğlunu yolundan caydırmak için her şeyi yapan Gülfidan'ın, oğlunun bu sözlerine diyecek bir şeyi kalmamıştı. Çünkü haklıydı Özgür. O'nu yeniden kaybedeceğine ü-zülmüş ama bir parça da gurur duymuştu oğluyla. "Yolun açıkolsun" demekten öte bir söz bulamadı oğluna.
İşte şu an Badıl'ın ezgisini dinlerken, doğanın o berrak, büyüleyici sesinin Özgür'e, içindeki dinginliğin ve huzurun bir yansıması gibi gelmesinin nedeni, hesaplaşmalarının bitmesinden başka bir
şey değildi. Gözleriyle karşıki dağın yamaçlarım
-binlerce yıl önce tanrılar diyarı olan Beydağları'nı- tararken aklına Hasan'la olan sohbetleri geldi. Bu dağların öykü-sünü anlatmıştı Özgür. "Bak Hasan, zevklerine çok düşkün olan bu tanrılar, Toroslar'ı yaratırken hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Apollon, güneşin en sarısını ve en sıcağını bu topraklar için a-yırmış. İşte bundan dolayıdır ki; yöremiz insanları sıcakkanlı, tez canlı olmuşlar. Tanrıça Demeter türlü meyve, sebze ve bitkilerin tohumlarını bir gece yarısı bu topraklara serpiştirniş ve bir de el vermiş ki, koca koca ağaçlar bitivermiş dağlarda, köylüler topraklarından yılda üç, dört kez ürün kaldırır olmuşlar. İşte gördüğün bu harabe, eskiden bu tanrıların sitelerinden biriymiş." Bu sitedeki içtikleri sigaranın tadı bir başka gelmişti Hasan'a. Doğanın bu eşsiz güzelliğine hayran kalmış; bîr de bu güzellikten, bereketten yöre köylülerinin alın terleri ka-dar yararlanamadıklarım öğrenince üzülmüş ve "Hareket izin verirse dökülen a-lınterinin hesabım sormak için bu dağlara çıkalım olur mu?" demişti. Dağlara o-lan sözlerini, işte o gün vermişlerdi; Sonra Özgür anlatmaya devam etmişti bu dağların, Toroslar'ın öyküsünü.
"Ellerinde baltaları, kadın-erkek, çoluk-çocuk hep birlikte ayağa kalkıp Şahkulu önderliğinde ayaklanan Tahtacılar'ın, Türkmenler'in ve tımarlı sipahilerin isyan ettiği topraklar burasıdır. Bedrettin müritlerinden Abdal Musa ve Kaygusuz'un, Hakikat kelamım yaydıkları diyar, işte bu Toroslar'dır." Hayranlığı ve özlemi bir kat daha artan Hasan; "Tanrılar ve dervişler diyarında ya-şıyormuşsun da haberimiz yokmuş. Desene bu köyün insanları, o isyana dervişlerin soyundan geliyor? Onlara ilkin bu tarihlerini anlatarak çalışmaya başlayabiliriz" demiş ve heyecanla Toros-lar'a bakmıştı.
Gözlerini dağlardan aşağılara, evin bahçesine doğru indirdi. Meyve yüklü dallara, sebze arklarına takıldı bakışları. "O isyancı dervişlerin tarihine, senin özlemlerine sadık kalacağım Hasan. Sözümüzden geri durmayacağım" diye geçirdi içinden.
Meyve yüklü ağaçlardan ve arklar
dan kafasını tam kaldırmıştı ki, anasının omuzuna dokunan ellerini hissederek kafasını çevirdi. Anası biraz hüzünle, biraz da gururla baktı oğluna.
Hüzünlüydü, çünkü ayrılık vakti gelmişti. Bir daha ana şefkatiyle oğlunu sarıp saramayacağım bilmediği bir ayrılık- » tı bu. Anasının elindeki çantayı aldı Özgür ve yere bıraktı. Henüz babası ve kardeşi uyanmamıştı. Kollarım anasının boynuna doladı. Anası da onu belinden sardı. Sımsıkı kucaklaştılar, hiç bırakma-macasına. Yanaldan ıslanan Özgür, anasının öpücüklerine bırakmıştı kendisini. Anasının yufka kokan, katmer kokan gömleğinin kokusunu içine çekti uzun u-zun. Kınalı saçlarından avuçladı. Başım omuzlarına gömdü anasının. Uzun bir süre böyle kaldılar. Gülfidan'ın gözyaşları bu kez Özgür için akıyor, "ahh Özgür, ahh Özgür" diye mırıldanıyordu. Ayrılığın daha da zorlaşmaması için başım anasının omuzlarından kaldırdı Özgür. Kınalı saçlarını bıraktı. Kollarım isteksizce çözdü. Kısa bir an göz göze geldiler. Sonra yere eğildi ve çantasını aldı, "Hoşçakal ana" dedi. Ve arkasını dönüp yürümeye başladı.
-Çantana yufka, peynir kattım, katmer de yaptım senin için, sen seversin diye... Ağlamaklıydı anasının sesi.
"Ana buraya arkadaşlarım gelirse, onlara da yufka vermeyi unutmayasın." diye cevapladı anasını. Ve gözlerini, a-nasının dolu dolu olmuş gözlerinden ka-çırıp, hiç ardına bakmadan yürümeye devam etti. Uzun bir süre ardından baka-kaldı anası.
Özgür, Döndü ebelerin bahçesine gelmişti ki, anasının sesini duydu bir kez daha.
-Özgür, bir daha ne zaman gelirsin
oğul? Özgür yürümeye devam etti. "Bu
dağların bir yakasında Tevfik yatıyor, bir yanında Tarık abiler,Besat..." diye i-
çinden cevap verdi anasına. "... Bu dağlar, Toros Dağları'dır; bu Toroslar'ın yoluna düşenler ayağa kalktığında, Ba-dıl Çayı'na koşa koşa, bata çıka vardıklarında, oğlun Özgür, özgür bir vatan o-lup dönecek sana" demek geldi içinden. Dilinin dediği ise, kocaman seslerden dökülen üç kelimeydi:
"BİR GÜN MUTLAKA!" •
17
İNCELEME
kayhan demir
Tarih kitapları hep onları yazdı; kralları, padişahları, dere-beylerini ve onların yandaşlarını, yani bir avuç olanları... Kitaplar hep egemenlerin, zalimle
rin "zaferleri" ve "kahramanlıkları" ile doludur. Halkın kahramanlarını, yazmaz bu kitaplar. Bu tarihi yazanlar, tarafsız değildir; onlar, bir avuç olandan yanadır.
Oysa sıkıntıların, haksızlıkların, ezilmişliğin, horlanmışlığın doğal bir sonucu olarak "başkaldıran"ların ve bu yüzden kelle koltukta savaşırken "başveren"lerin tarihi, dolu doludur. Yaşamı içinde biçimlenmiş, resmi tarihin aksine dilden dile; şiirle, türküyle, destanla bugüne ulaşmıştır bu tarih. Kitaplar, zalimlerin şatafatlı yaşamlarını yazarak onları övedursun; "asiler", yoksul milyonların umudu olarak yaşamım sürdürür.
Anadolu, bir ayaklanmalar tarihidir. "Haksızlığa karşı hak aramak, zulme karşı başkaldırmak" ekmek kadar, su kadar doğaldır Anadolu'da. 13. yüzyılda Amasya yöresinde Baba İshak; 15. yüzyılda Aydın
yöresinde Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal; Teke yöresinde Karabıyıkoğlu; 16 yüzyıl ve sonrasında Şahkulu, Köroğlu, Nurali Halife, Sülün Koca, Baba Zünnun, Domuzoğlan; Tokat yöresinde Bo-zoklu Celal; Kırşehir yöresinde Kalender Çelebi; Sivas yöresinde Pir Sultan Abdal; Kalenderoğlu Mehmet, Kara Sait, Dağlardelisi, Tanrı-bilmez, Baldırıkısa, Kafir Murat, A-ğaçtan Piri, Yağmur, Şahverdi, Ke-keç Mehmet, Dadaloğlu, Katırcıoğ-lu, Canbulatoğlu, Hekimoğlu, Sepet-çioğlu, Kozanoğlu, Elbeylioğlu, İs-lamoğlu, Kamaroğlu, Bozbeyoğlu, Tahiroğlu, Sandıkçıoğlu, İnce Me-med, Çakıcı Efe, Yörük Ali Efe ve onların önderlik ettiği ayaklanmalar, Anadolu'nun gerçek tarihidir.
Neden binlerle, onbinlerle başkaldırmışlar, neden ölümüne bir isyanı örgütlemişlerdir? Çoğu eşini, çocuğunu, ailesini bırakıp çıkmıştır dağa. Hepsinin ortak bir özelliği vardır; yoksuldurlar. Adaletsizliğin i-çinden çıkıp gelmişler, haksızlığa uğramışlardır. Bunun için ayaklanmışlar, baş alıp başvermişlerdir.
İktidarlarının sarsıldığım gören egemenler, bu ayaklanmalardan ölesiye korkmuş ve bu ayaklanmaları
vahşice bastırma yoluna gitmişlerdir. Kuyucu Murat'lar, Çelebi Meh-met'ler, işte bu tarihin yazıcılarıdır. Ayaklanmacılar ise kimi zaman "çapulcu, bir avuç serseri"dir, kimi zaman "terörist"... Devletin asîsi, çapulcusu halkın kahramanıdır.
Ünlü tarihçi Hobsbown "Yasalara ters düşüp, saldırıp zor kullanarak soygun yapan bir çeteye dahil herhangi bir kimse..." diyor eşkıyayı tanımlarken. Halkbilimciler de eşkıyalık için "kırsal kesimdeki sınıf kavgasının en keskin biçimlerinden biri ya da bir toplumsal protesto o-layı, bir patlama" diyorlar.
Anadolu'da eşkıyalar, çoğunlukla zenginlere ve yabancı işgalcilere karşı ortaya çıkmıştır. Faaliyetleri de çoğunlukla kendi bölgeleriyle sınırlı kalmıştır.
Eşkıyalığın da adına leke süren bir zihniyet, yaygın olmasa da oluşmuştur. Irz düşmanlığı yapan, halkın malına göz koyan, ağalarla beylerle* işbirliği içinde olan ve böyle bir suçtan dolayı devlet tarafından arandığı için dağlara çıkanlara da eşkıya denmektedir. Fakat, bizim yazımızda a-sıl öne çıkarmak istediğimiz eşkıyalar, "erdemli eşkıyalar"dır.
Erdemli eşkıyanın niteliklerim
18
şöyle sıralayabiliriz: Eşkıya suç işleyerek değil, adaletsizlik sonucu yasalara karşı gelir. Adaletsizliklere karşıdır, zenginden alıp fakire verir, kendini koruma ve öç alma dışında adam öldürmez. Bu yüzden de halk tarafından sevilir, sayılır; yardım görür, desteklenir. Halk, onları "ele geçmez, kurşun işlemez" olarak bilir.
Araştırmacı-Yazar Pertev Naili Boratav "Halk, gerçekten kahramanlarını seçer; elbette bir tavuk hırsızı, hiçbir zaman Köroğlu ya da bir Çakırcalı gibi kahraman ilan e-dilmemiştir." diyor.
Eşkıyalar hakkında sağlıklı değerlendirmelere ulaşabilmek için halkın görüşlerine yer vermek durumundayız. Bunun için de en bilinir kaynak; eşkıya türküleri ve destanlarıdır. Eşkıya türküleri, Anadolu'nun dört bir yanında söylenmiş, dilden dile aktarılarak bugünlere gelmiştir. Anadolu insanı tarih boyunca acısı-
Çakırcalı'nın en önemli kurmayı Hacı Mustafa
nı sevgisini, yergisini, övgüsünü, açlığını, yaşadığı zulmü kısacası yaşadığı her şeyi türküleriyle dile getirmiştir. Eşkıya türküleri de adeta başkaldırı tarihinin canlı tanıklarıdır. Halk, kahramanlarını türkülerinde yaşatmıştır.
Peki bu eşkıya türküleri kimler tarafından, nasıl yazılmıştır? Bunları incelediğimizde önümüze şu başlıklar çıkar:
1. Türküler, ayaklanma önderlerinin kendilerince üretilir. Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, türküleri gibi...
"Pir Sultan'ım, Huda yardım etmez mi? Müminler bağında bülbül ötmez mi? Bunca yattığımız gayrı yetmez mi? Kalkalım bakalım Nic'olursa olsun"
"Dadaloğlu'm bir gün kavga kurulur Öter tüfek, davlumbazlar vurulur Nice koçyiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir"
2. Türküler, ayaklanma liderlerinin yandaştan tarafından üretilir.
"Kılıç üşürürdü beyi, sultanı Atını koşturdu veziri, ham Biz de helal ettik bu kuşça canı And verdik, yoluna dökeriz kanı"
"İriş Dede Sultan, kavgaya iriş İmdi can günüdür gazaya giriş"
Bu türküde de görüldüğü gibi halk, Şeyh Bedrettin müridlerinden yana gönül vermekte, sultana, beylere karşı çıkmaktadır.
3. Türküler, devlet yanlısı şairler, o-zanlar tarafından
üretilir.
"Haydaroğlu aklın yok mu başında Niçin Al-Osman'a asi olursun Her ne zulüm eyledinse dünyada Ettiklerini bir bir bulursun"
Eşkiya türkülerinde başkaldırı ve yiğitlik, hüzünle iç içedir. Türkülerin temel özelliği "ağıt" ve "is-yan"la yüklü olmalarıdır.
"Kıratın boynunda püsküllü koza Kanlarım damladı çimene toza Kurtulursam eğer sorarım size Dayan İnce Memed dayan n'idelim
gardaş n'idelim oy Tut elimden İnce Memed gidelim
dağlar gidelim oy"
Eşkıya türküleri, diğer türkü biçimleri gibi sözlü halk edebiyatı ü-rünlerinden olduğu için biçimsel o-larak onlara benzerler. Bu türküler adlarına yakıldıkları kişi, kahraman, efe ve zeybeklerin karakterlerine uygundur ve genellikle bu kişilerin yiğitliklerini göstermek için "Hey", "Bre", "Aman Aman" gibi nidalar i-çerir. Eşkıyalık, Anadolu köylerinde hayat bulduğu için, doğa, bu türkülerin baş öğesidir. Türkülerde genellikle ayaklanma önderinin bütün kişilik özelliklerine yer verilir. Türkülerin kendine özgü ağır ama kıvrak oyunları da yaratılmıştır.
Eşkıyaları ve yaşadıkları dönemleri öğrenmenin, tanımanın bir yolu da onların türkülerini incelemekten geçiyor. Dergimizin bu sayısından başlayarak eşkıya türkülerini öyküleri ve notalanyla birlikte sayfaları-mıza taşıyoruz. Bu aynı zamanda küçük kesitler halinde de olsa Anadolu halklarının zulme karşı direnişinin anlatımıdır. •
Kaynakça:
Eşkıyalık ve Eşkıyalık Türküleri Mehmet Bayrak Ege'de Eşkıyalar Sabri Yetkin Türk Halk Eylemleri ve Devrimler Çetin Yetkin Öyküleriyle Halk Türküleri Hamdi Tanses
19
hekimoğlu Fatsa-Ordu
Hekimoğlu derler b e n i m aslıma Aynalı mart in yaptırdım da narinim
kendi neslime
Konaklar yaptırdım m e r m e r direkli Hekimoğlu dediğin de narinim
aslan yürekli
Konaklar yaptırdım döşetemedim Ünye Fatsa bir oldu da narinim
baş edemedim
Ünye Fatsa arası ordu da kuruldu Hekimoğlu dediğin narinim
orda vuruldu.
O rdu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Babası, henüz Hekimoğlu küçük yaştayken ölmüştür. Hekimoğlu, çevresinde dürüstlüğü ve yiğitliğiyle tanınır. Hekimoğlu, yörede egemenlik kurmuş olan Gürcü Beyi Sefer Ağa'nın sözlüsünü
sevmiştir. Bazı kaynaklara göre Hekimoğlu'nun sevdiği kızın, Gürcü Beyi'nin kızı olduğu iddia edilir. Kız da Hekimnoğlu'nu sevmektedir. Bey ilişkiyi duyar duymaz Hekimoğlu'na, kendisiyle teke tek dövüşmeyi önerir. Hekimoğlu "Aynalı Martin"ini* alır ve çarpışma yerine gider. Bey, sözünde durmamış adamlarıyla pusu kurmuştur. Çatışma başlar. Hekimoğlu, beyin en önemli adamlarından birini öldürerek kuşatmayı yarar ve çıkar. Köyüne gidip yanına iki akrabasını alarak dağa çıkar. Olay, yörede büyük yankı uyandırır. Köylüler, Hekimoğlu'na kucak açar. Hekimoğlu, yoksul köylülerle dostluk kurar; zenginlerden aldığını köylüye dağıtır. Hekimoğlu'nun çevresine pek çok köylü katılır. Hekimoğlu, beyin korkulu rüyası olmuştur. Bey, jandarmayla birlikte O'nu her yerde aramakta fakat halk koruduğu için bulamamaktadır. Hekimoğlu'nun yanında bulunan yeğenleri bir gün köye inip, Hekimoğlu'na yakınlığı ile bilinen muhtarın evine giderler. Muhtar, Hekimoğlu'na dost görünmesine rağmen beyle işbirliği içerisindedir. Bu yüzden de Hekimoğlu'nun yeğenleri köye indiğinde jandarmaya haber vererek iki genci katlettirir. Olayı duyan Hekimoğlu, adamlarıyla muhtarın evini basar. Fakat köyde pusu kurulmuştur. Hekimoğlu'nun adamları katledilir. Kendisi de ağır yaralı olarak bölgeden çıkar. Fakat gücü kesilir ve bir ağacın altında ölür.
Hekimoğlu ve adamlarının cesetleri Fatsa'ya götürülüp halka teşhir edilir. İşte bu olaydan sonra yiğitliğiyle yöreye nam salan Hekimoğlu'nun türküsü dilden dile dolaşır.
* Aynalı Martin: Hekimoğlu, Özel olarak yaptırdığı mavzerinin üzerine ayna yaktırmıştır. Çatışmalarda bu aynayla düşmanın gözünü kamaştırarak düşmanı etkisiz hale getirmektedir. •
20
ARŞİV pertev naili boratav
halk dilinde HİCİV VE MİZAH *
ALİ VEYA RUŞEN ALİ KÜÇÜK BİR ÇOCUKKEN, BABASI hizmet ettiği beye (yahut paşa veya padişaha) seçtiği iki tayı beğendiremediği için gözleri çıkarılmak suretiyle cezalandırılır. Ali büyür, delikanlı olur: Babasının felaketine sebep olan taylara da, körün tavsiyelerine göre bakılmıştır. Bunlardan bir tanesi, körün meşhur kır atı alacalar.
Kır At. eşi bulunmaz bir küheylan olunca, kör ona oğlunu bindirir ve intikamını almak için dağlar başına yollar. O tarihten itibaren artık körün oğlu, Köroğlu olmuştur.
Köroğlu, Çamlıbel'de yerleşir. Kahramanlığıyla dünyaya şöhret salar. Bu şöhretiyle etrafına topladığı yine kendi gibi halktan kahramanlarla Köroğlu, beylere, paşalara ve hükümdarlara meydan okuyan, onları titreten bir kuvvet halini alır. Beyin, paşanın, padişahın zulmünden kaçanlar, O'na sığınır. Köroğlu, sade bir haydut olarak kalmaz. Zayıfların hamisi, adalet dağıtan bir hakim olarak da hüküm sürer.
Çamlıbel saltanatı böylece devam eder gider: Tüfek icat edilinceye kadar... Köroğlu delikli demiri ilk görüp, bunun nasıl adam öldürdüğünü anladığı gün:
"Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu... Eğri kılıç kında paslanmalıdır" diyerek ortadan sır olur.
Bu, dediğim gibi, destanımızın esas temidir. Araya yine rivayetlerin ekseriyetinde bulunan birçok ayrıntı giriyor...
Bu Köroğlu hikayesinin kaynağı, geçtiğimiz Nisan ayında yitirdiğimiz Pertev Naili Boratav'dır. Yaşamım, Anadolu halk kültürünün incelenmesine adayan bir kişidir Pertev Naili Boratav.
Anadolu kültürüne ait bir bilgi edinmek isteyen ya da bu kültüre ilgi duyan herkesin kitaplığında bir Boratav kitabı bulmak mümkündür. Hemen herkes bir şekilde duymuştur bu ismi ama ayrıntısını çok az kimse bilir. Araştırmalarının değerini pek az kimse bilir.
Engin bir derya olan ve içinde bir çok ilerici öğe taşıyan Anadolu halk kültürü, bugüne dek hep yozlaştırarak aktarılmıştır. Boratav, bu geleneğin dışında sayacağımız ender isimlerdendir.
Kimdir Pertev Naili Boratav... Dergimizin geçen sayısında Pertev Naili Boratav'ı, ölümü nedeniyle kısaca da olsa tanıtmıştık. Halk bilimci, araştırmacı, yazar.:. Yaşadığı türlü zorluklara rağmen, yılmadan Anadolu halklarının yarattığı binlerce yıllık mirası bazen yaya, bazen eşek sıranda Anadolu köylerini gezerek günışığına çıkartmak için elinden gelen tüm çabayı sarfeden bir insandır Boratav. Yaşamı boyunca Anadolu halk ozanlarım, halk fıkralarım, genel olarak halk kültürünü günışığına çıkaran eserlere imza attı. 1940 yılında, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Halk Edebiyatı kürsüsünü kurdu. Kısa bir süre sonra, oluşturduğu bu kürsü komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle kapatıldı. Üzerinde oluşturulan baskı nedeniyle, çalışmalarının engellenmesinden dolayı yaşamım yurtdışında sürdürmek durumunda kaldı. Boratav, bu baskılar karşısında asıl olarak kaçış tavrım seçen değil, sürgün edilen durumundadır. Yurtdışına çıkışı sırasında askerlerin yaptığı aramada üzerindeki Türkiye haritasına dahi el konulmuştur.
"Boratav üzerinde neden böylesi bir baskı ağı kuruldu? Boratav, nasıl bir hareketin içindeydi?" diye düşünülebilir. Ülkemizin artık emperyalizmin direk himayesine girdiği yıllarda atılan her ilerici adım, devletin terörüyle karşı karşıyaydı. Halkın benimsediği, kendinden bir şeyler bulduğu veya halk yararına eserler üreten aydınlar da bu süreçte cenderenin ağırlığını üzerlerinde hissetmişlerdir. Üniversitede kurduğu kürsünün adının başında "halk" olması, Boratav'ın "komünist" olması i ç i n yeterliydi.
Yıllarca vatanından sürgün edilmiş bir şekilde yaşayan ama yine de Anadolu'yu yazan Boratav, geçtiğimiz aylarda 91 yaşında yaşamını noktaladı. Televizyon ekranlarında, inanken haberlerinin ardında anlık bir bölümle verilen cenazesi gösteriyordu ki;
21
Boratav'ı sadece bir kaç kişi uğurlamaya gelmişti. Böylesi bir ozanı binlerle uğurlamak, O'nun yapıtlarını, anlatmak istediğini sahiplenmenin bir göstergesi olacaktı ama olmadı.
İşin devlet cephesine gelince... Yine aynı pervasızlıkla hareket ediyordu devlet Bu kez, yıllarca ezip zulmettiği bir insanı sömürmekte pervasızdı devlet Geçtiğimiz günlerde, Boratav'ın adıyla açılan bir kütüphanede boy gösteren devlet yetkilileri, günah çıkarmaya çalışıyorlardı. Boratav'ın ne kadar büyük bir araştırmacı olduğundan dem vuruyorlardı. Bugün, Anadolu halklarının türkülerini yapanları hapseden, onlara zulmeden devlet 40 yıl önce bu zulmü yaşattığı bir insanı timsah gözyaşlarıyla sahiplenmekle aklanacağım sanıyor.. Hayır! Ne o günkü, ne de bugünkü iktidarlar, işledikleri bu suçlardan ötürü aklanamazlar.
Peki, ülkemizin en komünist sokulan Boratav'ın ölümü üzerine ne söylemişlerdir? Hiçbir şey... Çünkü Boratav'ın yaşarken söylediklerinden çok fazla bir şey anlamadıkları için, kimdir, nedir pek umru olmamıştır en komünist solumuzun.
Halka ve halkın kültürüne yabancılaşan sol, halkım tanımak için alıntı kültüründen sıyrılıp "bu halkın kültürü nedir?" diye merak etseydi, eline alacağı ilk kitap Boratav'ın kitapları olacaktı ama sol, bu kitaplara bile yabanadır. Üstelik bu kültürü, bunları araştıranları küçümser. Küçümsedikçe küçülür, farkında bile olmaz.
Ülkesinin insanlarının gelenekleri görenekleri, giyimi, kuşamı, kültürel gelişimi ve tarihi üzerine tek bir söz söylemeyen bir sol, nasıl halk adına yola çıkar?
Peki sanat camiası ne yapıyor? Onlar ise sizlere ömür... Kendi tasalarına düşmüşler ki, ne yaptıklarını kimse bilmemektedir. Kendilerine bile sahip çıkmamaktadırlar. Kendi dünyalarım kurmuşlar ve dünyada sadece kendileri olsun istiyorlar. Dışlarında kimse olmasın. Bu küçücük dünyalarında kendi aralarında kavgalar etsinler, daha sonra barışsınlar, daha sonra tekrar küssünler. Ardından bu bunalımlı ruh halini anlatan eserler üretsinler.
Elinden geldiğince, mütevazi bir çabayla halk kültürümüzü bize aktaran, bunu yazılı bir belge niteliğine büründüren Pertev Nali Boratav, örnek aldığımız bir insandır. Kendisini sahipleniyoruz. Üretimlerimiz, onların bize aktardıkları üzerinde şekilleniyor.. Devrimci Halk Kültürü'nü, Anadolu'nun bağrından olumlu değerlerini süzerek ve yeni değerler ekleyerek şekillendiriyoruz.
Gazetelerin, mecmuaların bulunmadığı çağlarda ve yerlerde hal-kın içtimai tenkit ve hiciv ihtiya
cını karşılayan halk edebiyatı çeşitleri i-çinde "fıkralar" en başta gelir Şüphe yok ki halk şairlerinin mizahi destanları, taşlamaları, belli hadiseler veya şahıslar için yakılmış kötüleyici türküler de aynı gayeyi gözeten nevilerdir; hatta, masalların bile çoğunda bu hiciv ve tenkit gayesini bulmak mümkün olur, ama bunlarda, halk fıkralarındaki kestirmelik ve kesinlik yoktur; bu nevilerin içinde hiciv ve tenkit, nevi tayin eden unsur değildir; fıkralar ise, bu amaçlarıyla diğer nevi ve çeşitlerden ayrılırlar.
Onun içindir ki, halk fıkraları, öteki halk edebiyatı çeşitleri gibi, kendi başlarına bir sanat varlığı' olarak ortaya çıkmazlar, hiçbir zaman, masal, türkü, destan... gibi çeşitlerde olduğu gibi fıkra, sadece fıkra dinlemek zevkim karşılamak için dinlenmez; günün saatin meselesi hakkındaki düşüncesini iyi anlatabilmek isteyen kimse zaman ve zamana uygun bir fıkra getirir: Adı belli veya adsız bir kahramanın şahsında yahut da onun diliyle zamanı, zamanın insanları, olayları hakkındaki düşünüşünü ortaya koyar. Yine bunun içindir ki, halk geleneklerin-den fıkra, çokluk kadın meclislerinin de
ğil, erkek meclislerindeki sohbetlerin ci-lasıdır: Çünkü içtimai hiciv ve tenkit, kadından çok erkeğin işidir.
Fıkra anlatmak büyük bir maharet ve sanat ister, herkesin anlattığı fıkra aynı zevki, aynı neşeyi vermez; fıkrayı yerli yerinde anlatmak ve yoluyla anlatmak sanatım bilenlerdir ki ona hakiki değerini verirler, onların dilinde fıkralar, asal amaçlarındaki tesiri yapar. Bir vaka veya şahıs için uygun fıkrayı seçmek, hem de fıkranın mizah veya hiciv unsurunu belirtecek bir eda ile anlatmak, hususiyetle, hikayenin düğüm noktası diyebileceğimiz yere kadar ağır ağır gelip, düğümü maharetle ve süratle çözüvermek, bunu, topluluğun üzerinde soğuk tesir bırakmadan yapabilmek herkesin kan değildir, her zümre halk içinde bu işin ustaları vardır, meclislerde herkes bunların ağzına bakar, bunlar "zemin ve zamanı" bilen, fıkrayı yerinde yerleştiren nüktedan, zarif, hoşsohbet, sözü sohbeti dinlenir di-ye vasıflandırılan kimselerdir. Halkın hiciv ve mizah iradesini, çoğu asırlar boyunca pek az değişikliğe uğramış muayyen kalıplar içinde, tazeliğini ve kuvvetini kaybetmeden nesildin nesile bu söz sanatkarları naklederler. Bunlar, kendileri de birer fıkra kahramanlandır; Nasrettin Hoca'yı, İncili Çavuş'u, Bekri Musta
fa'yı tarihte aramaya ne hacet.. Onları her köyde, her kasabada bulabilirsiniz; halk mizah ve hicivinin bu ölmez çehreleri, nikbin gülüşleriyle her yerde karşımıza çıkar, bunların başlarından geçen tuhaf vakalar yahut da başkalarının başından geçmiş diye anlattıkları, çokluk yarattıkları neşeli fıkralar Hoca Nasrettin'in, İncili'nin, Bekri'nin fıkra külliyatlarım nesilden nesile şişirecektir..
Fıkraların mekanizması, yapılışı bir çok hallerde konulan ve güldüren, tesir eden "nükte" motifleri, milletlerin müşterek malıdır. Bizim Nasrettin Hoca'nın başından geçmiş diye anlattığımız ve güldüğümüz vakayı Fransızlar Panur-ge'ün diye anlatırlar; Araplar Cuha'ya mal ederler. Almanlar Eulenspiegel'e... Bu fıkra kahramanları, adeta insanların, ancak içtimai şartlarda tayin olunabilen belli hiciv ve tenkit görüşlerin birtakım vakalar halinde kendi şahsiyetleri etrafında toplanmışlar, bu vakalar, bir hikaye şeması içine girip milletten millete kolaylıkla geçmiş; kim bilir belki de, bir çok hallerde, milletlerin birbirinden haberi olmadan, içinde yaşanan şartların aynı olması neticesiyle, aynı zamanda muhtelif milletlerde doğuvermiştir.
. Halk fıkralarım birçok çeşitlerde a-
22
yumak mümkün... Bunları bir defa, bazı meşhur tiplerin adlarına bağlananlar, a-nonim olanlar diye ikiye ayırabiliriz. Her milletin mizah ve hicvinin mümessili o-larak yaşayan bir veya bir kaç kahraman vardır, bunlar zümre sınırlarım aşıp, bütün insanları eğlendirecek ve güldürecek kadar "insani" vasıflar taşırlar, "bizim Nasrettin Hoca'mız, halk filozoflarının dünyaca en çok tanınmışı, eh çok sevilmişidir.
Adsız fıkraları, mesela "adamın biri," diye anlatılanları da bir kaç çeşide a-yırmak mümkün olur. Bir kısmının mevzuları zümrelerdir: İskoçyalılar'ın hasisliğini, İngilizler'in soğukkanlılıklarım yahut geç intikallerini, Lazlar'ın saflığım vs. anlatan fıkralar gibi... Bunlar şüphesiz, kavmi rekabetlerin meydana getirdiği hiciv ve mizah fıkralarıdır, bunların daha mahdut zümreleri ele alan çeşitleri imparatorluk merkezlerinde rağbetle o-lan diğer halk sanat mahbullerinde gördüğümüz vasıflarıyla karşımıza çıkan Mesela, Karagöz ve ortaoyununda taklit yoluyla alay edilen taşra halkının her bi-ri hakkında İstanbul'da mizahi fıkralar anlatılırdı; keza, şehirlerin kasabaların, hatta köylerin birbiri hakkında anlattıkla-rı fıkralar da "coğrafi zümreleri mevzu e-dinmiş" fıkralar arasında yer alır, Ankaralı, Çankırılı'yı kötüleyen bir fıkra anlatır: bakarsınız ki aynı fıkrayı Çankırılı, Ankaralı hakkında anlatmaktadır.
Bir kısım adsız fıkralar da, tarikat, meslek veya sanat erbabını mevzu edinmiştir. Halk asırlar boyunca, birtakım içtimai vazifelerin mümessilleri hakkında tecrübeleri sonunda, iyi veya kötü, müspet veya menfi kanaatlar edinmiştir' ki bunların ifadesini, her milletin halk edebiyatındaki fıkralarda buluruz. Türk fıkralarında hocalar; obur, doymak bilmez, menfaatinden başka bir şey düşünmez, küstah ve kabadır, fıkralar bize onları böyle gösterir. Bir misal: "İki hoca bir köyde düğün ziyafetine davetli imişler; o kadar yemişler ki kamıldayamaz hale gelmişler; köylü bunları bir arabaya yüklemiş yola koymuş... Yolda hocanın bir tanesi uzakta görülen ve ziyafet ışığı olduğunu tahmin ettiği bir ışığı arabacıya göstermiş demiş ki: 'Oğlum, çek şu köye, orada da bir ziyafet var galiba!' A-rabacı: 'Hoca' demiş, 'insqf et yerinden
kamıldayamaz haldesin; doymadın mı?' Hoca yanında, fazla yemekten çatlamış, cansız yatan arkadaşını arabacıya göstererek: 'Doymak diye bununkine derler!' demiş? Bir insanın ölümünü bu kadar insafsızca -fakat başarılı- alay mevzuu yapan bu fıkra, üzerinde biraz düşünürsek ne kadar vahşi bir ifade gizliyor; fakat bıraktığı tesire bakalım: Bu hiç de öyle, tiksindirici ve ürpertici değil, bunda kötülükten ziyade gülümseyen, iyi niyetli bir tenkit ve mizah çeşnisi tadıyoruz. Hristiyan memleketler halkı da, papazlarını böyle alaya almışlardır.
Halkın, keramet sahibi şeyhler karşısındaki hicivci tavrına kuvvetli bir ifade veren fıkralar da -hocalar hakkındakiler kadar bol olmasa bile- rastlarız. Nasrettin Hocanın meşhur ve eski bir fıkrası bunların en güzellerinden biridir. "Hoca, gece alem-i manada arş-ı alanın muhtelif tabakalarında yaptığı seyranları anlatan Şeyyad Hamza'yı sorar: 'Derviş, yedinci katta yüzüne yelpaze gibi yumuşak bir şey dokundu mu?' Şeyyad Hamza, keramette hocadan geri kalmadığını göstermek için, 'evet' cevabım verir. Hoca da o zaman der ki: 'İşte o benim eşeğimin kuyruğuydu!' " Halkın, hatta en büyük ve en çok hürmet gösterdiği, evliya mertebesine götürdüğü büyük şeyhlerine bile, zaman zaman, pek Nasrettin Hoca kadar keskin ve iğneli bir dille olmasa bile, akü selimin oldukça haşin bir tenkidiyle dokunmaktan geri durmadığım göstermek için bu çeşitten başka bir misal daha vereyim: Fıkra, halk edebiyatı çeşitlerinde her zaman gördüğümüz bir anakronizmle Abdülkadir Geylani ve Hacı Bayram'ı aynı yıllarda yaşatıyor "Hacı Bayram, müritlerinden Derviş Meh-med'e üç tüne halı seccade vermiş. 'Al bunları, Bağdat ta Abdülkadir kardeşime ilet!' demiş. Derviş Mehmet fakir, ne yapsın, yayan yapıldak yola koyulmuş kona göçe, bir ayda Adana'ya varmış; 'Bağdat'taki adam ne bilecek seccadelerin üç tane olduğunu; şunlardan birini satayım da burada biraz dinleneyim, bir kaç gün yiyip keyfime bakayım!' demiş. Ve düşündüğünü yapmış. Bir ay daha yol gitmiş. Halep'e varmış, orada da aynı düşünce ile ikinci seccadeyi okutmuş. Bağdat'a tek seccade ile varmış; şeyhinin hediyesini Abdülkadir hazretlerine
takdim etmiş. Abdülkadir dik dik Derviş Mehmed'in gözlerine bakmış, demiş M; 'Derviş Mehmet, doğru söyle, Hacı Bayram kardeşimden bana bir tane seccade mi getirdin?' Derviş Mehmed: 'Evet şeyhim!' demiş. O zaman Abdülkadir, o-turduğu yerin yanıbaşındaki pencereyi açmış, seslenmiş: 'Ey kardeşim Hacı Bayram! Bana gönderdiğin seccade kaç tane idi, bir miydi, üç müydü?' Derviş Mehmed pencerede şeyhi Hacı Bayram'ın başını görmüş; Hacı Bayram, Abdülkadir hazretlerinin sualine cevap vermiş: 'Abdülkadir kardeşim, Derviş Mehmed yalan söyler, ben sana üç seccade yolladım!' Bunun üzerine Derviş Mehmed dayanamamış, pencereye doğru yaklaşmış ve her iki şeyhe birden: 'Be herifler' demiş, 'Madem birbirinize bu kadar yakın oturursunuz, bu zavallı Derviş Mehmet' e ne diye üç aylık yol yürütürsünüz!' "
Umumi olarak halk fıkralarına onların mevzuları ve alaya aldıkları, hiciv ve tenkit ettikleri zihniyetler, şahıslar ve o-laylara dair çok şeyler söylenebilir. Yazık ki bunların birçoğu, hatta en kuvvetlileri, yazılması ayıp sayılan çeşittendir, bunların -fonetik alfabelerle yapılmış bazı dar ilim ve ihtisas neşriyatı müstesha-neşrini cemiyetin adet ve teamülleri adeta yasak etmiştir; bunlar sadece kulaktan kulağa, birbiriyle pek samimi kimseler a-rasında anlatılıp meraklılarının defterlerine yazılmakla kalacaktır. Bununla beraber halk fıkralarının okunabilecek kadar "edepli" olanları da boldur. Şimdiye kadar fıkra külliyatları, memleketimizde dikkatsiz, itinasiz ve zevksiz baskılar halinde basılagelmiştir; hiç bir iyi sanatkar, bunları ele alıp işlememiştir. Mevzuları ve nükteleri bakımından eşsiz Türk fıkraları yazık ki günden güne bozulan halk kitapları halinde yaşamaya çalışıyorlar. Halk fıkraları, halkın psikolojisinden, zihniyetinden, insanların birbirlerini nasıl gördüklerinden bize çok şeyler öğretecek mahiyette şeylerdir. Onları toplamak, güzel kitaplar halinde bastırmalı, o-kumalı ve okutmalıyız. •
* Yurt ve Dünya Dergisi, Sayı 25, Ocak 1943
23
selçuk demirci
İleri; şimdi son kavga için İleri; yürekle bilinçle
Tutuyoruz sözümüzü Haydi yoldaş! Elele, zafere
Bayraklarımızı dalgalandırarak yürüyoruz, hasretimiz olan özgürlüğün şarkı söylediği yere; zafere. Bizimdir bu yol, hakettik onu. Ne ihanetler, ne sarp yollardan yılarak geri düşenler, ne de düz ve rahat yollar arayıp şarkılarını karanlıklarda söyleyenler... Hayır! Bu yol bizim. Biz layığız ona. Yürüdükçe dikleşiyor ama bedenlerimizle düzleştiriyoruz. İşte bir engel daha: "Bizsiz 1 Mayıs"
Yalanın ve onursuzluğun girdabından çıkarıp bedenlerimizi, kulak veriyoruz o içten, o gerçek çağrıya. Bizleri boş umutlarla besleyenlere ve mezara dek kendi kaderimize terkedenlere karşı, yürüyoruz ışıltısında bayrağın. Yan yana, omuz omuza, tepemizde kırmızı kırmızı parlayan bayrağımızla, ne erkek ne kadınız, ne genç ne yaşlı; omuzbaşımızdaki devrimin yeni insanı. Ve yanıbaşımızdan uygun adım geçen siyah bere, beyaz gömlek, kırmızı fular; alev kanatlı yoldaşlar;
İleri; şimdi son kavga için!
24
Bayrağımız gibi sıcak ve samimi, -ne kadar da güzel- yoldaş oluyoruz birbirimize. Dirseklerimizi kavuştururken birbirine, güven duyabiliyorsak yanımızdakine ve gülen bakışlarımız çakıştığında yıldızımızın sarı ışıltısını görebiliyorsak gözbebeklerimizde; özgürüz artık, zafer o kadar yakındır bize. Dünyanın en güzel en görkemli ailesine has bir coşkuyla;
İleri; yürekle, bilinçle!
İçimizde bir öfke seli kabarıyor. Nefrete dönüşüyor güneşli bakışlarımız, önümüzdeki karanlık engele karşı. Düğmelerine basılmayı bekliyor kara giysili robotlar ve panzerler, halka zulüm kusmak için. Ve bir avuç egemen, milyonların gözü önünde el sıkışıyor ihanetin savunucularıyla, 1 Mayıs ezilen halkın kavga • günü olmasın diye. Direnci ve umudu silmek için insan yüreğinden, arkadan
vurmak için haklı kavgamızı, ellerindeki kara hançeri kaldırırlarken havaya; satılan vatandır, aldatılan halk. Ama tarih yazdı sayfalarına ihaneti, bedelini de yazacak zaferimizi anlatan coşkulu satırlarının arasına.
Bizse yürüyoruz kanımıza karışan hasretimizle birlikte, kutlayacağımız kurtuluş günlerine doğru. Yürüdükçe kırıyoruz bileklerimizdeki zinciri. Özgürlük tohumları serpiyoruz geçtiğimiz alanlara. Yürüyoruz aklibaslı Bedreddinler gibi ve gür bir ırmak gibi fışkırıyor yüreğimizden Pir Sultan türküleri. Kırmızı bir gül olup açılıyor yüreğimiz. Aynı şeyi duyuyor, aynı şeyi düşünüyor, aynı şeyi söylüyoruz;
Haydi yoldaş! Elele, zafere!
Ey vatan, ey alınyazımız! Biz
25
sürdürebiliyorsak zincirinden boşanmış
öfkemiz içinde savaşımızı, hiç sönmeyecek demektir tepemizdeki güneşin sarı ve kırmızı çakan ışıltısı. Acılarla dağlanan yüreğimize gün
gelecek sevinç oturacaktır. Zorbalık ve ihaneti
güç ve bilinçle çalarken yere, her adımda daha yakın görüyoruz cennetimizi;
özgür vatanı. Ve arkamıza dönüp baktığımızda yaşlı gözlerimizle, canımızdan çok sevdiğimiz şehitlerimiz var
mavzer olmuş bedenleriyle yol olan, yollar açan. Biliyor bizi bu acı, bu öfke ve koskoca bir dünya bayraklaşıyor avuçlarımızın içinde. Biliyoruz,
bir kez girdik mi savaşa dayanmak gerek. Katlanacağız her acıya ama yakınıp sızlanmayacağız hiçbir vakit, istediği kadar ağır olsun işkence.
Dört bir yanda ışısın diye hayat, bereketini halka saçsın diye kurutulmuş toprak ve milyonlarca acılı yüz kavganın alev kanatlı yoldaşları gibi aydınlansın diye;
İleri; şimdi son kavga için İleri; yürekle bilinçle Tutuyoruz sözümüzü Haydi yoldaş! Elele, zafere.
26
ARAŞTIRMA yiğit tuncay
KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ YA DA
HUEİ-LAN-Kİ Emperyalizmle özdeşleşmeye giden tüm düşünsel faaliyetlere karşı ve
hocam Oben Güney'in anısına...
Tavır Dergisi'nin Ara-lık '97 tarihli sayısındaki "Çanlar Kimin İçin Çalıyor?" adlı yazımızda, üstünde önemle durulması gereken bir konuya kısaca şöyle değinmiştik: "(...) Tarihçilerin çoğu,
tiyatro sanatının kökleri olan bu dansların kökenim, Eski Yunan'a dayandırmaktadır. Oysa ki, gölgede kalan araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, tiyatro sanatının kökleri Orta Asya ve Uzak Doğu'ya dayanmaktadır. Yine bazı araştırmacıların söylediği gibi, Çağdaş Batı Tiyatrosu'nu tanıyabilmenin ön koşulu; Orta Asya ile Uzak Doğu tiyatrolarını tanımak gerektiğidir. Çünkü, bütün Avrupa tiyatrosuna kaynaklık eden Yunan dramı da buradan gelişmiştir. Bu uyarıyı dikkate alan batılı tiyatro adamlarına, Bertolt Brecht ve Antonine Artaud gibi isimleri örnek gösterebiliriz."
Yaptığımız bu vurguya bir örnek verecek olursak, şu anda sahnelenmekte olan ve B. Brecht'in yazdığı "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyunu
gösterebiliriz. Çünkü "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyun, eski bir Çin efsanesinden yola çıkılarak yazılmıştır. Kuşkusuz ki Brecht, Marksist olarak ve Marksist dünya görüşüne dayalı bir estetiğin geliştirilebilmesi noktasında, Platon, Aristoteles ve tüm bunların en birikmiş biçimi olan Hegel i-le kavgasında başaşağı duran aklı a-yakları üstüne oturtabilme çabasını gösteren önemli düşünürlerden biridir.
Bu anlamda tüm insanlık tarihini tek başına Antik Yunan'a yaslamak ve "yaratan ki o'dur" mantığıyla' hareket ederek, Yunan toplumunu "gökyüzünden yeryüzüne" indirip, bir de bu toplumu tüm halklardan tecrit edilmiş bir biçimde ele almaya kalkışmak, Güneş-Dil Teorisi'nde olduğu gibi kendini sadece oradan başlatmaya çalışmak, kafayla yürüyüp ayaklarla düşünmek değil midir? Hem bilimsel açıdan, hem de yöntemsel açıdan başaşağı duran bu tutum, orada kendiliğinden bir toplum icad etmiş ve tüm tarihi de sadece bu toplum üstünden tasarlayan ütopik tarihselciliği
üretmiştir. "Marks'da ütopyacılığın zerresi
yoktur" derken Lenin, tam da bu noktaya işaret eden veriler vererek şöyle devam ediyordu: "O, 'yeni' bir toplum tasarlamaz, 'yeni' bir toplum i-cad etmez. Hayır, o sadece, yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerim, doğal bir süreç olarak inceler." (Lenin, "Devlet Ve İhtilal", s. 64, Bil. Ve Sos. Yay., 1969) Tarihsel-diyalektik maddeciliğin ışığında bu hataya düşmeyen Brecht, estetiğim kurarken, yaptığı araştırmalarla gerek Yazısız Tarihi (Prehistoire) olsun, gerekse medeniyetten sonraki Tarih'i (Histoire) ya da bu iki çağın arasına sığdırılan Öntarih'i (Protohistoire) görmezden gelmemiştir.
Bizim için de, Protosümerlerden tutun da Batı Roma'nın yıkılışına, Batı ortaçağının bitişinden günümüze kadar gelen süreci, somutun zenginliğinde soyutlama yaparak ele almak zorunluluğu karşımızda durmaktadır. "Yeryüzünden gökyüzüne" çıkabilmek açısından durmaksızın birbirinin
27
içine boşalan halkları ve bu halkların birbiriyle sentezlenişini, temeli emeğe dayanan, yani üretim biçimlerinin bir sonucu olan kültürlerin iç içe geçen sürekliliğini, yıkımlarla (Katas-trophe) beslenen sıçramalarını görebilmeliyiz. Böylesi bir çaba, Marksist olarak, görünenin arkasını görebilme tutkusundaki insanın ve tarihsizleşti-rilmeye çalışılan halkların önünü açacaktır.
Brecht, tiyatro yöntemim oluştururken üç ana damardan etkilenmiştir. Bunlar; Gerçekçilik, Dışavurumculuk akımları ve Çin Tiyatrosu'dur. Gerçekçilik, tiyatrosunda Brecht'e öz-bi-çim temelinde etkin olmuş; Dışavurumculuk, biçim ve söyleyiş yönünden etkilemiş; Çin Tiyatrosu ise kavram ve teknik yönünden fikir vermiştir. Özellikle Çin Tiyatrosu'ndaki yabancılaşma teknikleri, Brecht'i fazlasıyla etkilemiştir.
Marks, yabancılaşma kuramım ortaya atarken, kendi emeğine yabancılaşan işçinin artık fabrikada kendini olumlamadığım ve işçinin üretimle bir özdeşleşmeye gitmediğini farket-miştir. Çünkü emekçi, kendi ürettiği metayı vitrinlerde görür ama, onu alabilecek maddi güce sahip değildir. Bu durum işçi ile ürettiği meta arasında bir mesafenin doğmasına neden olmuştur. Emekçide meydana gelen bu yabancılaşma, bir bilinç durumudur. Ancak, bilimsel temellerine oturmamış bir bilinç durumudur. Tamamı ile toplumsal pratikten yola çıkılarak çözümlenen ve artık bir başkasının özel mülkiyetinde olan üretim araçlarınla özdeşleşemeyen emekçinin yabancılaşmasını, işçi sınıfının bilimi olan Bilimsel Sosyalizm 'in devrimci teorisine dönüştürmek gerekmektedir. Bu da işçinin bilimsel temellere oturmamış bilinç durumuna da eleştirel bakabilecek bir bilinç durumunun yara-tılabilmesiyle mümkün olabilir. Görüldüğü gibi, yaşamın bu gerçeklerine koyulan bilinçli bir yabancılaşma e-fekti, görünenin arkasını görebilme yetkinliğini verir bize. Yalnız, burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da, emekçinin bulunduğu durumdan, bilimsel temellere' oturtul
muş eleştirel bilince kadar giden bir özdeşleşme söz konusudur. Aynen Brecht'in de dediği gibi: "Ne var ki, insan soyu için en yüce kararlar gökyüzünde değil, yeryüzündeki savaşımların sonunda verilir, kafaların içinde değil, 'dışarıda' belirlenir bu karar-lar. Kimse savaşan sınıfların üstünde yer alamaz, çünkü kimse insanların üstüne çıkamaz. Savaşan sınıflara bölünmüş olduğu süre, bütün toplumun sözcülüğünü yapacak ortak bir nesne yoktur. Bu yüzden, 'tarafsız olmak', sanatta 'egemen taraftan olmak' anlamına gelir ancak." (B. Brecht, "Sanat Üzerine Yazılar", s. 32, Cem Yay., 1997)
Peki Brecht'in Bilimsel Sosyalizm ile donatacağı, Çin Tiyatro-su'ndan aldığı teknikler nelerdi? İsterseniz kısaca Çin Tiyatrosu'na şöyle bir göz atalım: Bilindiği gibi Çin a-talarının M.Ö. 3000 yıllarında Gobi çöllerinden buraya gelerek yerleştikleri sanılmaktadır. Dünyanın en eski uygarlıklarından biri olan Çin'de gelişim, Mezopotamya, Mısır, Hint uygarlıklarından daha sonraki yıllara rastlamaktadır. Ancak, önemli bir ö-zelliği vardır Çin'in, o da; 4 bin yıl kesintisiz aynı uygarlığı ve kültürü evrimleriyle sürdürebilmiş olmasıdır. Çin'de kullanılan dilleri, çok genel bir bölümlemeye götürecek olursak; Tibet- Birman dilini kullananlar ve Assam dilini kullananlar diye iki bölüme ayırmak mümkündür.
Çin'in yönetimsel etkinliğine ilişkin verilere baktığımızda, karşımıza çıkan Şang-Yin devletidir. M.Ö. 1750-1650 yılları... Gelişim ise, daha sonraki dönemlerde görülmektedir. Kimi tarihlerde M.Ö. 1300, kimilerinde 1500-1350 arası, bir başka iddialara göre M.Ö. 1250 olarak da kabul edenler vardır. Çin yeni "Çung Kuo" sözcüğünün anlamı "Ortadaki Devlet"tir. Orta sözcüğü "yeryüzünün ortası" anlamındadır. Devletlerini, yeryüzünün ortasında kurduklarına inanmışlardır.
Çin'in tarihsel gelişiminde, "gerçek olaylar"dan yola çıkan birtakım mitlere rastlanmaktadır. Çin Kralı Li, mitlerde anlatılan dokuz büyük yöne
ticinin sonuncusuydu. Cimri, kötü-lüksever, yalancı, ikiyüzlü, kısacası değersiz bir insandı. Koyduğu ağır vergiler yanında, kendi yönetimine muhalefet edenleri cezalandıran yasalar da çıkarmıştı. Bu nedenle sokaklarda kimse O'nun hakkında konuşamazdı. Çünkü, kralın parayla tutulmuş fedaileri tarafından öldürüleceğinden korkardı halk. İçişleri Bakanı Şato: "Bütün eleştirilerin kökünü kuruttum." diye böbürlenir, Prens Şao: "Çok yanlış yapıyorsun Kral" der. "Halkın ağzım kapatmak, akarsuların önünü kesmekten daha zordur. Kaldı ki, suyun akışını kesersen, su her yere taşar. Seller sarmaya başlar her yanı. İnsanların dili de aynıdır." Doğallıkla gülüp geçer Li: "Bu yoksullar, bilgisizler, görev yapmaktan, buyruk dinlemekten başka bir şey bilmeyen bu zavallılar, ne yapabilirler ki bana..." diye düşünür. Ama halk başkaldırır sonunda. Kovarlar kralı başkentten...
Bu mitin, daha çok masalın Çin Tarihi'nde önemli bir yeri vardır. Zorbalık-Akıl ikilisinin, ülkenin bütün bir oluşumu içinde nasıl köklü değişimlere uğradığım açıklar. Bu olayı, Çin'in tarihsel süreci boyunca çeşitli biçimlerde saptamak olanaklıdır. De-rebeyi-Halk Bilgini arasındaki çatışmalarda halkın yararına gelişebilmiş bir toplumsal biçimlenme savaşı, aslında Çin tarihini oluşturmaktadır.
Eski Yunan Uygarlığı'nda olduğu gibi; Doğu'da Çin, Batı'da Yunan aynı politik içerikte, aynı "Hellad - Çu-Hia" (Bütün Yunanlılar-Bütün Çin) i-deasıyla, aynı kent devletleri kuruluşlarıyla ve temeldeki felsefesel yaşam sonuçlarıyla, büyük bir benzerlik göstermektedir. M.Ö. 480-220 tarihleri arasına rastlayan Çin felsefesinin gelişimi, hemen hemen Eski Yunan'la eşitlik kurmaktadır. Aralarındaki ayrıcalıklar, tarihsel oluşumun toplumsal yapısında görülmektedir. Eski Yu-nan'ın "demokrasi" düşüncesi, hiçbir biçimiyle Çin yönetiminde yer almamıştır. Tekerklilikle yönetilen ülkede, kralın üstünde biri vardı gene de. Buna Çinliler "T-ien" ya da "Şang-ti" diyorlardı. Gök ya da Enüst anlamına
28
geliyordu. Kral, ancak O'nun üvey oğluydu. Gök, ya da Enüst Ata, yeryüzünü krala bir gök borcu, bir süre i-çin adanan gök armağanı olarak vermişti. Kraldan sonra Prens Ağa'lar a-lıyordu sırayı. Hakseverlik (çung), prenslerin en görkemli kişilik yapısı olarak kabul edilmişti. "Li" adı verilen ahlaksal değerler, halkın düşüncelerinden derlenmiş bir ceza yasalarıyla (Kün-tse) düzene tutulurdu.
İşte bu sonuçlardan ortaya çıkıyordu, Çin'deki en büyük felsefi dönem ve politik, ahlaksal oluşumların yöntemlerim saptayan "100 Okul". adlı yarı dinsel öğretilere dönük felsefe kuruluşları. Aynı zamanda bu süreçte Çin felsefesinde bir sürü düşünür çıkıyor karşımıza. K'ung Ç'iu, Usta Kung ya da K'ung Fu Tzu adlarıyla da anılan, M.Ö. 551 yıllarında a-ristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuş olan Konfıçyus bunlardan biridir. Konfiçyus'a göre: "... Doğa ve gök, belli bir yolda (Tao) hareket etmekteydi. Aynı, düzenli-üstün bir toplumda yaşayan 'Altın Çağ'ındaki bir insanın, kendisi için belirlenmiş bir yerde ve yaşantıda, bütün geleneksel ritüellere uyması örneğinde görülen bir harekettir bu. (...) İnsanların yaşamı ise alınyazılarına bağlıdır. Doğuştan zenginlik ve iyilik; yalnız gök-
' yüzünün armağanıdır..." Tümüyle bu düşünceler politik bir görüşten uzak ama, ahlaksaldır. En büyük ağırlığı "eğitim"e veren bu görüşler, "... Bütün insanlar kendi doğalarıyla birbirine benzemektedir. Aralarındaki farklılık, eğitimleri imasında ortaya çıkmaktadır:.." yaklaşımıyla bütünle-niyordu.
Yaşamı boyunca yetiştirdiği öğrencileri, Konfiçyus'un düşüncelerinin günümüze kadar gelmesini sağlayan yazdı yapıdan oluşturmuşlardır. Öğrencilerine göre Konfiçyus, Çün-tzu, yani soylu ve yüksek kişilikli bir insandı. Öğrencileri arasındaki en ö-nemli kişi ise Meng-tsi'ydi (M.Ö. 372-278). Latinler O'na, "Mencius" diyorlardı. Meng-tsi'ye göre: "İnsanlar doğuştan iyidirler ve dört özelliğe sahiptirler; utanma duygusu, başkalarını anlama duygusu (ortak duygu),
alçakgönüllülük, gerçeği yalandan a-yırma duygusu..."
Çin felsefesine önemli bir sıçrama sağlatan düşünür ise Mo-tsi'dir (öteki adları Me-ti, Mo-tse ya da Mo-di; M.Ö. 381-479 tarihleri arasında yaşamıştır). Özellikle Brecht'i etkileyen bu düşünür, tümüyle Konfiçyus okuluna karşı çıkışıyla bilinir. Mo-tsi, öğ-retisiyle mutlak insan sevgisinin ve toplumlar arasında koşulsuz barışın önderliğini yapmış bir düşünürdür. "Toplumun mutluluğunu sağlamak ve kötülükle savaşmak", Mo-tsi'nin ö-nemle üstünde durduğu görüş açısıdır. Yine Mo-tsi'ye göre, her kuram ve uygulamadaki her önlem açısından ölçüt, bunların toplumun gelişmesini engelleyip engellemediğidir. Toplumsal gelişmeyi engelleyen en ö-nemli neden ise savaştır; savaş, Mo-tsi'ye göre, bolluğa son verir, ailelerin parçalanmasına yol açar ve nüfusu azaltır. Mo-tsi'nin görüşleri bir çok bakımdan materyalist görüşleri içermiştir. Çünkü, tümüyle uygulamaya yönelik oluşu nedeniyle, dogmatik olmaktan uzaktır. Bu felsefede her şey, doğrudan yaşamdan edinilen deneyime dayanır, sonuçlara varma yöntemi, diyalektik yöntemdir ve günlük deneyimlerden yüksek düzeydeki bilgiye varılması, ancak diyalektiğin a-racılığıyla düşünülebilir. Eleştirel bir irdeleme için ise, insanların yaşamdan doğrudan edindikleri, başka deyişle görme ve duyma aracılığıyla kazandıktan deneyimler, öngörünün temeli olmalıdır. Örneğin "kader" diye bir şeyin var olup olmadığını anlamak için, yazgının insanların yaşamlarındaki deneyimleri arasında bulunup bulunmadığına bakmak gerekir. Ancak, Mo-tsi'nin öğretisinde nesnelerin görece yapısından, sürekli değişiminden sık sık söz edilir. -
Brecht'in sağlığında basılmayan, ölümünden sonra bulunan ve bir araya getirilen Mo-tsi metinleri, önce yazarın O'nun öğretisiyle bir hesaplaşmayı içermektedir. Brecht, ahlak anlayışım da bu düşünürün görüşleri üstünden temellendirmiştir. Özellikle I. ve n. emeryalist paylaşım savaşlarında da, Brecht'in tutumu mutlak barışı
arayan ve bu mutlak barışında emekçi halkların iktidarında görmesiyle bütünleşmiştir.
"Duvara tebeşirle yazılan 'Savaş istiyoruz!' En önce vuruldu bunu yazan." Çin'de edebiyatın gelişimi de bu
felsefi etkinliklerin ışığında olmuştur. Önceleri Çin Tiyatrosu'nun edebiyattan, yani sözlü anlatıma dayanmayan bir yapıda olduğunu görüyoruz. Eski Yunan tragedyalarından çok daha eski olan Çin dramı, M.Ö. 2000 yılları-na kadar dayanmaktadır. Önceleri saraylarda var olan geleneksel dansçıla-rın ve ezgicilerin hatta palyaçoların, gösteriler sırasında konulu kısa oyunlar, oynadıklarım biliyoruz. M.Ö. I ve II. yüzyıllara dayanan bu eğlenceler, kuşkusuz ki dinsel eğlencelerin ardından gelen bir süreçtir ama, her zaman konu ve yapı olarak halka bağlı kalabilmiştir. Çin'de tiyatronun başlangıcı sayılan "Vu" dansıdır. Ancak, bu "Vu" dansı, Eski Yunan tapınaklarında yapılan danslarla farklılıklar gösteren bir yol izlemiştir. Çünkü, büyücülerin" ve derebeylik süresince etkili o-labilmiş yan büyücü kişiliği taşıyan hekimlerin yaptığı "Vu" danslarından doğmamıştır gerçek "dram"lar Çin'de. Bu noktada ölüler adına yapılan anma törenlerine eğilmek daha doğru olur. "Vu" dansı, sonraları müzik ve ezgi eşliğinde "Yengi Dansla-n"na dönüşmüş ve bir de buna, "Bale" örneğinde savaş konusunu içeren gösteriler eklenmiştir. Örneğin "Savaş Hatlarını Yarma" (P'o-çen) adlı bale yapıtının, bugünkü Çin Tiyatrosu'na etkisi çok büyük olmuştur.
Genelde dans ve müziğe dayanan Çin Tiyatrosu'na edebiyatın girişi, çok ilginçtir ki Moğollar döneminde olmuştur. 1211'deki Cengiz Han'ın akınları ve oğlu Kubilay'ın kendini Çin İmparatoru ilan etmesiyle kurulan Yüan Soyyönetimi (1279-1368) esnasında, Çin'de edebiyatın tiyatroya girişini görebiliyoruz. Hatta bu durum, halk arasında başkaldırmalara neden olmuştur. Tarihe mal olan "Kırmızı Türbanlılar", böylesi direnişlerin sonunda genişleyen bir halk
29
ayaklanmasıdır (1351-1368). Çünkü, Yüan baskısının bazı edebiyat anlatımlarını zorladığını görüyoruz. Örneğin; Gösteriler düzenlemeyi, özellikle savaş gösterileriyle eğlenmeyi seven Moğollar'ın, Çin yazarlarını tiyatro alanına çektiklerini, savaşı ve kahramanları oynayan oyunculara, bunları yazan yazarlara ayrıcalıklı bir davranış gösterdiklerini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Dolaylı da olsa Moğol etkisinin, oyun yazarlığının ve gösterilerinin gelişimindeki katkısı yadsınmamalı-dır. Ayrıca, günümüze kadar gelen kalıntı oyunlar ve yazarların adları, hep bu döneme denk düşmektedir.
Yüan Soy yönetiminden sonra ortaya çıkan Kun-çü gösterileri, tiyatronun kendisini sürdürmesine olanak sağlar. Ardından, taşra halk tiyatroları gelişir, yaygınlaşır. Halk tiyatroları, toplumun uyanmasını, düşünsel gelişimini sağlamış önemli kuruluşlardır Çin'de. Köylünün sorunlarına eğilen bu tiyatro oyunları, giderek XIX. yüzyıl "Köylü Ayaklanması"na önderlik eder. Savaşın temelini kurar. Hiçbir uygarlık ve tiyatro tarihinde böylesi bir örneğe rastlayamıyo-ruz. Bu gelenek ve yarattığı politik güç, ünlü "Afyon Savaşları"nda da aynı direnişi İngiliz Emperyalizmi'ne karşı göstermiştir sonraları.
712-756 yılları arasında yaşamış Kral Hüan-tsung, "oyuncuların patronu" olarak bilinmektedir. Tarihe "Armut Bahçeleri" diye geçen ilk oyunculuk okulunu kurmuştur. Okul, öğretici-e-ğitici olmaktan çok, "doğasal yetenekleri koruma" amacıyla çalışmıştır. Ama, bugün bile oyunculara "Armut Bahçeleri'nin Oğullan" denmektedir. Bütün bu gelişmelerin ardından Çin Tiyatrosu'nda iki gelenek belirmiştir: Güneydoğu Çin ezgilerine dayanan ve bir konunun halka duyurulmasını, açıklamasını yapan bir oyunculukla
gösteriler düzenleyen Nan-si Tiyatrosu ve dört perdelik oyunlar oynayan, kuzey halk ezgilerini söyleyen Pel-sa-çü Tiyatrosu.
Sahnenin üç yanı açık bir şekilde oyunlar sergileyen Çin tiyatroları, perdesiz, yardımcı aksesuarlar kullanmadan, yalnız çok zengin giysileriyle oyunlarım sergilerlerdi. Sahne değişimleri çalgıcıların "vurgu"larıy-la belirtilirdi. Bilindiği gibi, ezgisiz-müziksiz bir tek Çin tiyatro yapıtı
yoktur. Müziğe dayalı bu oyunlarda i-ki ayrı stilde müzik kullanılırdı: Oldukça durgun, ama renkli bir müzik türü olan Kuan-kü ile Moğol asıllı, a-çık hava gösterileri için yazılmış gürültülü bir müzik türü olan Pan-tsi.
Herhalde Brecht'in, Çin Tiyatrosu'ndan niye bu kadar etkilendiği anlaşılmıştır sanırım. Bir de tabi ki, Çinli oyuncunun gösterdiği konu ve rolü ile kesinlikle özdeşleşmeden, bir yabancılaşma içinde oyununu sergile
mesi de oyunculuk tekniği açısından çarpıcı fikirler vermiştir. Brecht tüm bunların dışında, başta da belirttiğimiz gibi "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyununu, Çin'de, yaklaşık XII. yüzyılı XIII. yüzyıla bağlayan yıllarda Li-Hing-Tao'nun yazdığı "Tebeşir Dairesi Üstüne Bir Anlatı" (Huei-Lan-Ki) adlı oyunu geliştirerek yazmıştır.
Li-Hing-Tao ise, 1060 yıllarında öldüğü sanılan Pao-Çeng üstüne söy
lenen efsanelerden yola çıkarak yazmıştır bu o-yunu. Pao-Çeng'in yaşamı oyunun anlaşılması bakımından önemlidir. Çünkü Brecht'in oyunundaki "Ön Oyun" Pao Çeng ile ilgili hatırlatmalar taşımaktadır. "Ön Oyun"daki gibi, Pao-Çeng'in yaşamında da toprak meselesi vardır. Pao-Çeng yoksul bir ailenin çocuğudur. Kendisini yetiştirip kral danışmanlığına kadar yükselir. Haklı kararlan, çalışkanlığıyla, rüşvet alıp zengin olan devlet görevlileriyle mücadelesiyle ve halkı sömürenlerle yaptığı amansız savaşlarla tanınır. Toprak sahibi zenginlerin, hem topraklarım, hem de keselerini büyütmeleri, ö-zel mülkiyetin çokluğu ve devletin topraklarının köylüyü doyuracak verimlilikte olmayışı, tüm
Bertolt Brecht sorunların çerçevesini belirlemiştir. Bir kaç direnen köylünün elinde kalmış toprakların, zorla özelleştirmeciler tarafından ucuza kapatılması ve satış işlemlerinde akla sığmaz sahtekarlıklar göze çarpmaktadır. Zenginlerle işbirliği yapan devlet adamları, hem para sahibi olmak-ta, hem de zenginlerden oluşmuş çevreleriyle politik güçlerini arttırmaktadırlar. Devleti kuşatan bu soysuz çı-karcıları, en az yoksul halkı kadar iyi tanıyan Pao-Çeng, duruma el konma-
30
sı gerektiğini krala açıklar. Vang-an-si'nin devlete yeniden biçim verme savaşı (1021-1086) bu düşüncelerden doğmuştur.
Pao-Çeng'in yaşamına ilişkin bu gerçekler, Li-Hing-Tao'ya 'Tebeşir Dairesi Üstüne Bir Anlatı"yı (Huei-Lan-Ki) yazması için gerekli malzemeyi vermiştir. Brecht ise, olayı bir başka bölgede, yani Kafkasya'da geçirir. Bir bakıma, Gürcüstan'dır burası. "Niye Gürcüstan?" diye sorulacak olursa; bu konu başlı başına ayrı bir meseledir. (Gürcüstan'ın stratejik ö-nemine ilişkin verdiğimiz bilgileri, yakında Yar Yayınları'ndan çıkacak olan, "Ekim Devrimi'nde Bir Gürcü -Mayakovski" adlı çalışmamızda bulabilirsiniz.) Brecht'in oyununun giriş bölümü olan "Ön Oyun", Kafkasya'da, bombalanmış bir köyün yıkıntıları arasında geçer. İki Grusinyalı kolhoz, her ikisinin de üzerinde hak iddia ettiği bir vadinin sahibinin kim olacağım belirlemek için bir araya gelirler. Başkentten gelen ve tartışmayı yönetecek olan bir uzman da onlarla birliktedir.
Keçi yetiştiricisi "Galinsk" kolho-zu, Hitler'in orduları ülkeyi kuşattığında hükümetin verdiği bir emirle vadiyi boşaltmıştır. Faşist birliklerin püskürtülmesinden sonra, hepsi de eski memleketlerini sevdiklerinden ve keçileri oradaki otlaklardan daha çok hoşlandığından kolhoza yerleşmeyi yeniden düşünürler. Meyvacı-lıkla uğraşan komşu "Rosa Luxem-burg" kolhozunun üyeleri, civar dağlarda partizanlar olarak memleketlerini korumak için savaşmışlardır. Çatışmaların azaldığı dönemlerde mey-vacılıkla uğraşan kolhozu, suni sulama yoluyla daha büyük ve daha karlı bir ölçekte, yeniden inşa etmek için bir plan geliştirilmiştir. Ama proje ancak uğrunda savaşılan vadi de projeye dahil edilebilirse yarar sağlayabilecektir. Tartışma esnasında şarap, tütün içilir ve sonra ozan Arkadi çağırtılır.
Tüm bu öykü, sosyalist bir toplumun halihazırda var olduğu bir ülkede geçer. Tüm bir kolhoza mekan o-luşturan vadinin sahibinin kim olaca
ğı konusundaki anlaşmazlık kısa bir sürede karşılıklı tartışmayla, barış i-çinde ve herhangi bir resmi yasaya ya da bir yargıca başvurmaksızın sonuçlandırılacaktır. Hepsi savaşın ne anlama geldiğini bilmektedirler ve savaş yanlısı olmamışlardır. "Rosa Luxem-burg" kolhozunun üyeleri barışı yeniden kurabilmek için partizan olmuşlar ve faşist birliklere karşı savaşmışlardır. Çiftçiler memleketlerim yeniden inşa edebilmek için, kendi çiftliklerini kendileri ateşe vermişlerdir. "Galinsk" kolhozunun üyeleri için çiftliğin yok edilişini anlayabilmek çok zor bir şeydir. Bu hoş bir şey değildir ve çiftçiler de bundan çok hoşnut değillerdir ama, zorunlulukların bir sonucudur. Ayrıca, yeni bir sulama planı çizebilmek için kalemi bulmak bile, cephane ve silahları temin etmek kadar zor olmuştur. Tartışmada aklın argümanları memleket sevgisine ağır basar, çünkü "bir toprak parçasına yararlı şeyler üretmekte kullanılan bir araç gözüyle bakılmalıdır."
"Ön Oyun"dan soma hep beraber verilen iyi kararların keyfi içinde, "Rosa Luxemburg" kolhozu, tartışma sona erdikten soma bir oyun temsil etmek isterler. Bu temsil ise, 'Tebeşir Dairesi Üstüne Bir Anlatı" olacaktır. Bir ayna imgesinde (Gleichnis) bir şey üzerinde hak iddia etmenin ona harcanan emeğe ne kadar bağlı olduğu anlatılacaktır. Ve gösterme yoluyla, az önce yaşadıkları her şey, yani, şu anda var olan toplumsal düzen içerisinde akla uygun bir tarzda yasa bulmanın ve onu akla uygun şekilde uygulamanın mümkün hale geldiği gösterilecektir.
Burada hemen yine Li-Hing-Ta-o'nun yazdığı 'Tebeşir Dairesi Üstüne Bir Anları" (Huei-Lan-Ki) adlı o-yuna dönelim ve. bakalım nasıl gelişmiş öykü: Yoksul, dul, bir lokma ekmeğini bile zor kazanabilen Bayan Çang, Sung Soy yönetiminde yaşayan büyük çoğunluğun simgesidir. Bu yoksul kadının Çang-Li adında bir oğluyla, Çang-Hai-t'ang adında yetenekli ve güzel bir dansçı kızı vardır. Derken bir gün zengin Bay-Ma, kızı
görür. Büyük zenginliğe sahip olan Bay Ma'nın bir karısı olmasına rağmen zenginliğini bırakabileceği bir çocuğu olmamıştır. Bunun üstüne Bay Ma, güzel kızı ister. Anne Bayan Çang, bunun bir fırsat olacağım ve yoksulluktan kurtulabileceklerini varsayarak kızım verir. Güzel kız, daha bir yıl geçmeden bir erkek çocuk doğurur. Ama Bay Ma'nın ilk karısı durumdan hoşnut değildir. Evine gelen güzel ve yoksul bu kızın tüm haklarını elinden aldığını düşünmektedir. Bay Ma'nın ilk karısının kini gün geçtikçe büyümektedir. Güzel ve yoksul kızın erkek kardeşi olan Çang-Li'yi, kızkardeşine karşı kışkırtır. Bir gün gelir Bay Ma'nın ilk karısı, gizliden gizliye ilişkide olduğu yargı evinin yazıcısı Çao'nun yardımıyla Bay Ma'yı zehirleyerek öldürtür. Suçu ise, güzel . ve yoksul kız Çang-Hai-Tang'ın üstüne atar. Bununla da kalmaz, genç kızın doğurduğu erkek çocuğun aslında kendisine ait olduğunu iddia eder. Çünkü ancak bu yolla öldürdüğü Bay Ma'nın mallarına el koyabilecek ve yargı evinin yazıcısı o-lan sevgilisi Çao'yla bolluk içinde bir yaşam sürebilecektir.
Olay, yargılama evine düşer. Yalancı şahitlere kanan yargıç, genç ve güzel kızı suçlu bulur. Bayan Ma a-macına ulaşmıştır. Genç kız ise, çeşitli işkencelere maruz kalır. Sonunda genç kız, Bayan Ma tarafından tutulmuş iki adamla birlikte, en yüksek yargılama evinin bulunduğu Kai-feng kentine yollanır. Aslında bu iki adamın görevi; fırsat bulduklarında bir kenarda kızı öldürmektir. Yol boyunca işkenceler sürer ve hatta yolda bu durumla karşılaşan, artık zengin ve saygıdeğer biri olmuş genç kızın erkek kardeşi de ailenin onurunu kirlettiği gerekçesiyle kızı döver. Ancak, tüm haklan ve oğlu elinden alınmış yaralı genç ana durumu anlatınca, erkek kardeşi yaptığından utanır, kız-kardeşini korumaya karar verir.
Olayın geri kalanı, artık, en yüksek yargılama yeri Kai-Feng kentinde sürecektir. Kai-Feng kentinin yüksek yargıcı ise, yukarıda sözünü ettiğimiz Pao-Çeng'dir. Mahkeme kurulur. Pa-
31
o-Çeng, her iki tarafın suçlamalarını dinler. Her iki taraf da kendince haklı nedenler ileri sürmektedir. Bunun lazerine Pao-Çeng, ortaya tebeşirle bir daire çizilmesini buyurur. Dairenin ortasına da küçük çocuğu koydurur. Sonra da her iki tarafa dönüp şöyle der: "Kim çocuğu, kolundan tutup kendi yönüne çekerse, çocuk onundur." Denemeyi üç kez tekrarlatır. Her seferinde yaşlı Bayan Ma çocuğu hızla kendi tarafına çeker. Genç ana Çang-Hai-T'ang ise bir güç bile harcamaz. Bunun üzerine Yargıç Pao-Çeng sorar: "Neden be kadın, çocuğu kendine çekmek için bir güç harcamıyorsun?" Genç ana başını önüne eğerek, ürkek bir sesle cevap verir. "Oğluma olan sevgim engelliyor bunu. Daha küçücük o. Canı acıyabilir. O-na kötülük yapmaktan korkuyorum."
Büyük Yargıç Pao-Çeng gerçeği anlar ve genç anaya oğlunu, tüm mallarım geri verme konusunda bir yargıya varır. Çin'deki öykünün bu biçimine Brecht başka bir mantıkla yaklaşmıştır. O da, Brecht'in oyununda çocuğu yetiştiren ve doğuran ikileminde getirilmiş olmasıdır. Yine Brecht'in oyununda varılan yargı ise, bu ikilemden yola çıkıldığında, çocuğu kolundan çekip de onu incitmek istemeyen, onu yetiştirmiş olan kadındır. Böylelikle Brecht, sadece onu doğurmuş olan ama, ona emek vermeyen a-nanın kan bağının ötesinde bir şey taşımayan değerlerinin yanında, onu doğurmamış ama, bütünüyle yetişmesine emek vermiş bir anayı haklı bulacaktır. Bu da, iki kolhozun toprak tartışmasında varacakları noktaya işaret eden bir öykülemedir.
Bu oyun Brecht açısından, biraz kendi ile de çatışmadır. Oyundaki karakter, sanki kendi portresidir. Karmaşık olan bu tipoloji, sıkılgan, saldırgan, zeki, saf, esprili, ciddi, alçakgönüllü, kendini beğenmiş, içten ve uzak bir karakterdedir. Oyun, bu anlamıyla duygu ve aklın savaş alanı gibidir. Sonunda sağduyu kazanır. O-nun için de oyundaki karakter, doğruya yönelik bir insandır. Yapmak istediği şeyler, tasarladıkları, hep sezgi ve sağduyusu ile suya düşmektedir.
Tıpkı Brecht'in akılcı bir yolda yapmak istediklerinin, onun şiirsel yeteneğiyle çatışması gibi. Sonuçta duygu ve imgelem iyi düşünmenin, sağduyu ve halk bilgeliği ise güzel söylev çekmenin yerini tutar.
Oyunda, özdeşleşmenin yerine geçen yabancılaşma tekniği, bir yargıya varılabilmesinin önünü açar. Doğruyu bulabilmenin bir yoludur bu. Ancak, dikkat edilmesi gereken nokta, nesnelciliği burjuvazinin koyduğu gibi algılamamaktır .Çünkü onlara göre nesnel olan, toplumsal olayların hakkındaki her bilimsel analiz ve yargı durumunda, gerek dünya görüşü, gerekse ideolojik açıdan soyut bir tarafsızlıktır. Bu tarz bir yabancılaşma, tüm dünyayı sınıflardan arındırılmış bir biçimde ele almaya kadar gider. Fil dişi kulesinde oturanların durumuna düşmemek için, emekçi sınıftan tutun da bu toplumsal pratikten soyutlanan ve bir iradeye dönüşecek olan bilimsel sosyalizmin bilinciyle donanmış bir özdeşleşme söz konusudur. Çünkü, sınıflı toplumlarda, toplumsal olayların her analizi ve buna bağlı varılan her yargı, aslında, sınıfsal bakımdan koşullanmıştır. Bu noktalara dikkat edildiği takdirde, Brecht'i Batı akılcılığına sıkıştırmak isteyen, Brecht'i inceleme zahmeti göstermeden bu sonuçlara varanlara ilişkin olarak, O'nun kurduğu bu diyalektik ilişkinin yeterli olacağını sanıyorum. .
Yine yazının başında değinmeye çalıştığımız noktaya ilişkin olarak, Mısırlı bir rahibin Solon'a söylediklerini örnek göstermek yeterlidir: "Ey Solon, Solon! Siz Yunanlılar daima çocuk olarak kalacaksınız. Ne zaman en güzel, en değerli düşüncelerin sizin ülkenizde başladığını duysak, şaşırıyoruz. Çünkü sizin güzel ve değerli dediğiniz o düşünce ve oluşumlar; anımsanabilen en eski dönemlerden bu yana komşu ülkelerinizde ve bizde, bizim topraklarımızda söylenmekte, kullanılmaktadır."
İşte görüldüğü gibi bu Mısırlı rahibin söylediklerini, Platon, kendi uygarlığının gerçeğini açıklamak amacıyla yineliyor hiç değiştirmeden ve
düşünce adamının onurunu gösteriyor bu güzel örnek. Brecht de bu onuru taşıyan, dünyaya mal olmuş bir değerimizdir. Böylelikle anlaşılmıştır ki; Yunan felsefesi, ne sanatı, ne de tiyatrosu gökyüzünden yeryüzüne inmemiştir.
"Tiyatro bir uygarlık potasıdır." Bu potada, demiri, çeliği, bakın, eritmeye devam edeceğiz. İnsanı köleleş-tiren teknolojiye karşı, insanı yücelten bir teknolojiyle ve sanatımızla da kavgamıza devam edeceğiz. Bu noktada, gün geçtikçe yoksullaştırılan, düşünsel anlamda da yoksullaştırıl-maya çalışılan emekçi insanlarımızın mücadelesinde önemli bir uğrak noktası olmaya devam edecek tiyatromuz.
Yeri gelmişken ve bu konuya değinen açılımlarla, Brecht'in sözleriyle bitirelim tarih yolculuğumuzu: "(...) Sanatımızın karşılığını ödemek kenar mahallelerde oturanlara güç gelebilir, yeni eğlenme biçimini öyle hemencecik kavramayabilirler; beri yandan, biz de onların neyi gereksindiğine ve gereksindikleri şeyin kendilerine en iyi nasıl sunulacağına ilişkin pek çok şeyi önce onlardan öğrenmek durumunda kalabiliriz; ancak, şunu kesinlikle biliyoruz ki, bu insanlar tiyatromuza asla ilgisiz kalmayacaktır, çünkü doğabilime pek uzakmış gibi görünmeleri, doğabilimden uzak tutuldukları içindir yalnız. Doğabili-mi benimseyebilmeleri için, ilkin kendilerinin yeni bir toplumbilimi geliştirip uygulamaya koymaları zorunludur; ancak böyle bir yoldan bilim ça-ğının çocukları olma niteliğini kazanabilirler. Onları harekete geçirmedikçe, bilim çağırtın tiyatrosu kendiliğinden harekete geçemez. Üretkenliği eğlencenin temel kaynağı kılan bir tiyatronun, onu aynı zamanda kendine konu yapması gerekir; dört bir yanda insanın yine insan tarafından kendini üretmesinin, bir başka deyişle geçimini sağlamasının, eğlendirme ve eğ-lendirilmesinin engellendiği günümüzde bu işe alabildiğine bir şevk ve hamaratlıkla sarılması zorunlu-dur."
32
OYUN ayşe gülen
halk sahnesi
DUVARLARI YIKACAĞIZ!
Oyuncular: Bakan, 1. Yardakçı, 2. Yardakçı, 1. Erkek Tutsak, 2. Erkek Tutsak, Kadın Tutsak, 1. Ana, 2. Ana, 3.
Ana, Baba, 1. Polis, 2. Polis (Kadın tutsak, eteklidir. Bakan ve yardaklar, takım elbiseli ve kravatlıdırlar. 3. Ana, başında beyaz
tülbent, kırmızı bant, basma eteği, kazak üzerinde el örgüsü yelek vardır. Erkek tutsaklar, traşlı ve temiz giyimlidirler. Baba, kasketlidir. Üzerinde eskice bir palto vardır. Polislere şapka, tahtadan cop, ve bot gereklidir. Bulunabilirse lacivert mont ve pantolon olabilir. Beyaz tülbent ve kırmızı bantı sadece 3. Ana takar. Diğer analarda, değişik şekillerde tülbent takarlar. Yine yelekleri ve basma etekleri vardır. Radyonun haber müziği ile haberler başlar. Perde kapalıdır. Konuşmalar efektle verilir. İstenirse oyuncularda bunu canlı olarak oynayabilir.)
- Radyo Düzen: İyi akşamlar sevgili dinleyicilerimiz. Radyo Düzen haber merkezinin hazırlamış olduğu haberleri sunuyoruz. Bugün Adalet bakanımız sayın Moltan Bulgurlu, cezaevlerinde yeni bir sisteme geçileceğini, bu sistemin tutuklular ve hükümlüler açısından çok yararlı bir sistem olduğunu, eğitim, kültür ve sosyal açıdan reform niteliğini taşıdığını söyledi. Şimdi çok sayın bakanımız Moltan Bulgurlu ile canlı telefon bağlantısı gerçekleştiriyoruz.
Alo iyi günler sayın bakanım. Bugün yaptığınız açıklamada oda sistemine geçeceğiniz bildiriliyor. Çok sayın bakanım, bu konuya bir açıklık getirir misiniz?
- Moltan Bulgurlu: Teşekkürler evladım. Efendim cezaevlerinin, terör okulu olmasına, bu şekilde kullanılmasına karşı yeni bir sistem yani oda sistemini getirdik. Bu sistemle 70-80 kişilik koğuşlarda bulunan evlatlarımızın sağlığını düşünerek ikişer üçer ve hatta birer kişilik, Avrupai görünümlü odalarda ağırlamak istiyoruz. Efenim bir kişi grip oluyor, bütün mahkumlar hemen hasta, sonra gürültü, sinek vızıltısı, çorap kokusu, horlama gibi, evlatlarımızı tehdit eden bu unsurlar da böylece ortadan kalkacak. Bizim getireceğimiz çağdaş, laik, coğrafi ve jeolojik bir oda sistemiii... Hepimize hayırlı olmasını dilerim.
- Düzen Radyo: Efendim teşekkür ederiz. Düzen Radyo'nun hazırladığı haber bültenini dinlediniz...
(Düzen Radyo'nun haber programının sonlarına doğru perde açılmaya başlar, sahne ışıkları yanar fon müziği ile beraber, sahnedeki oyuncular sırasıyla konuşmaya başlarlar. Sahnede dört oyuncu vardır. Sahnede dağınık vaziyette donmuş biçimde durmaktadırlar. Fonda hafif çatan bir müzik vardır.)
- 1. Ana: Ben dedim ona, "devletle başa çıkılmaz, devletin eli uzundur, tankı vardır,
34
topu vardır . Ne yaparsak yapalım, kılı bile kıpırdamaz bu domuzların. Olan evlatlarımıza olur.
- 2.Ana: Ben yavrumu ölüm orucunda yitirdim. Ancak ölümler olunca uyandım. Önceleri inanamadım. "Devlettir, büyüktür, öldürtmez" dedim. Eylem yapanlara kızdım. "Devlete karşı gelmeyin, bizim devletimiz şevkatlidir" dedim. Ama yavrumu, yiğidimi yitirdim. O zaman anladım, gerçek gücün bizlerde olduğunu. Onların yürekleri biz olmalıydık. Sesi soluğu biz olmalıydık. Görüyorum hepsi burada, İdil'im, Berdan'ım, Aygün'üm; tüm tutsaklar artık benim yavrularım. Bundan sonra ben de varım bu kavgada. Analar, babalar; yılmayın, susmayın, yavrularımızı öldürtmeyin bu köpeklere...
- Baba: Bunlar yine açlık grevine başlarlar. Ben ona hep söyledim. "Oğlum uslu uslu otur, sana ne millet aç kalmış, gecekondusu yıkılmış. Sanki biz kendimizi doyurduk da. Çalışan kazanır, kimseye karışma devletle uğraşma; it, iti ısırmaz" diye kaç kere söyledim sana oğul, ama dinletemedim.
- 3. Ana: Bak şu köpeklere alçaklar, namussuzlar yine başladılar. Yok oda sistemiymiş, konforluymuş. Hay hepsi başınıza yıkılsın emi! Yine herzaman ki gibi yalan söylüyorlar. Burası bayağı bir hücre, bayağı bir tabutluk. İşte evlatlarımızı, canlarımızı buraya koymak istiyorlar. Yavrularımız güneş görmesin, insan yüzü görmesin istiyorlar. Kilitleyin kendinizi bir odaya, bir gün hiç çıkmayın.. Bakın bir saat dayanabiliyor musunuz? Yine yıkacağız hücrelerini başlarına, yine biz kazanacağız. Eee ne demişler; yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler, doğruymuş. Yine zaferi biz kazanacağız.
Görüyorum görüyorum işte her yerde biz varız, halk var. Analar, babalar, işçiler, öğrenciler her yerde bizim sesimiz çınlıyor. Evlatlarımızı ne pahasına olursa olsun bu tabutluklara sokturmayacağız/Yıkacağız zindanları başlarına. Zafer yine bizim olacak.
(Bizim Radyo'nun haberleri efektten verilir. Sahnenin yerine göre örneğin, piknikte, fabrikada bir oyuncu da haberi sunabilir.)
Bizim Radyo: Merhaba dostlar. Bizim Radyo'nun hazırlamış olduğu haber bültenini sunuyoruz. Evet sayın dinleyenler; hapishanelerdeki gerginlik, gün geçtikçe tırmanıyor. Devletin son olarak gündeme getirdiği hücre tipi hapishaneler için içeride ve dışarıda bir dizi eylemlilikler yapılmaya başladı. Dışarıda basın açıklamaları toplantılar devam ederken hapishanelerde malta işgalleri ve uyarı açlık grevleri başladı.
(Sahne karanlıktır. Sahnede 4-5 oyuncu vardır. Sigara içmektedirler. Kahkahalar, konuşmalar, birbirine karışır. Kahkahalar, gülüşmeler, konuşmalar çoğalmaya başlar. Politikacı söze girer. Bu bölüm hep karanlıkta oynanır. Amaç, düzenin kirli ilişkilerini vermektir. Arada belli belirsiz sözler vardır. Labarba yapılır. Labarba; sözlerin, kahkahaların karışık karışık söylenmesidir.)
- Kardeşim, millet uyandı, madeni işleteceğim diyorsun, kaymakamını doyur jandarmasını doyur, allahın köylüsü dolar İstiyor mark istiyor.
- Arzettim efendim, bizim ihale işi tamam vallahi elimde yüz tane özel timim var. Getiririm Taksim'in göbeğine, Taksim'i işgal ederim. .
- Rantı paylaşmasını bileceksin kardeşim. Kokuyu almayı bileceksin kardeşim. İktidara gelecek Partiyi, iyi tahmin edip ona göre masraf edeceksin.
- Vatanseveriz ama vatan için de o kadar para harcanmaz yani.
(Arada kahkahalar atılır, bu sözler birbirine karışmış olarak söylenir. 1. Politikacı, kızarak söze girer. )
- 1 . Politikacı: Beyler susar mısınız biraz! Beyler, bu sefer daha dikkatli olmalıyız.
35
Geçen seferki gibi taviz vermemeliyiz.
- 2. Politikacı: Evet efendim, haklısınız.
- 3. Politikacı: Haklısınız efendim.
- 1 . Politikacı: Bizden evvelkiler 3-5 çapulcuyla masaya oturdular. Devleti teslim ettiler. Ama biz akılcı yol izliyoruz. Tüm planımız gizli gizli, kademe kademe hayata geçecek. Bu hücre sistemi ile bunları dize getireceğiz.
Sekreter: (Telaşla bağırır) Efendim, gazeteciler geldi.
Moltan Bulgurlu: Amman çocuklar açık vermeyelim.
(Işıklar yanar, gazeteciler gelmiştir. Bakan, hücre tipinin yanında poz vermektedir. Seçim konuşması yapar gibi anlatmaya başlar.)
Moltan Bulgurlu: Oda sistemimiiiiiiiz Avrupa standartlarına göre ayarlanmış oluuup yavrularımızın rahat etmesi içiiin elimizden gelen tüm gayreti gösterdik. Bu çocuklar, her ne kadar suçlu da olsalar devletin himayesi ve şevkatli kolları arasında huzuuur içinde yaşamaktadırlar.
Gazeteci: Efendim anlatır mısınız, bu hücreler kaçar kişilik?
Moltan Bulgurlu: Efendim bu hücreler, (Bakanın yanındaki yardaklar durumu kurtarmak için öksürürler) pardon bu konforlu odalarımız birer, ikişer kişilik olup mahkumların rahat etmesi için yapılmıştır.
Gazeteci: (Hücreyi göstererek) Efendim, bu odada bir fotoğrafınızı alabilir miyiz?
(Bakan şaşırır, kem-küm eder. Yardaklarına döner; yardaklarından olur işaretini alması üzerine hücreye girer. Hücrenin mazgalından 5-10 saniye korkuyla bakar, yardaklar hep bir ağızdan, "Maazallah efendim maazallah'' diye bağırırlar.)
Moltan Bulgurlu: (Elindeki mendille terini siler, korkusunu belli etmemeye çalışır) Ee şey gördüğünüz gibi odalarımız gayet rahat, içinde lavabosu, tuvaleti, televizyonu olan bir aile yuvasıdır. (Kendine güveni gelmiştir) Tutuklu aylarca hatta yıllarca burada rahat rahat huzur içinde mutlu bir şekilde yaşayabilir.
Gazeteci: Efendim, bu sistem için hücre diğer bir tabirle tabutluk diyorlar. Siz olsaydınız burada yaşar mıydınız?
Bakan: (Bocalar) Sorun burada yaşayıp yaşamama sorunu değil. Lütfen evladım olayı provoke etmeyelim. Ee şimdi yani şey, bana göre şöyle bir olay var. (Sesini yükseltir) Vataan, milleet, Sakarya. Sevgili kardeşlerim biz bu cennet vatan için Çanakkale'lerde...
(Işık söner) (Sahnede bir parmaklık vardır. Tutsaklar parmaklığın arkasındadır. Bir tutsak bildiri okur)
1. Erkek Tutsak: Yoldaşlar, devlet emekçi halkımızı, halklarımızı, teslim alma yolunun hapishanelerden geçtiğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle hapishanelerdeki devrimci direnişi kırmak için dönem dönem yeni saldırı planları hazırlamaktadır. Yoldaşlar, şimdi
36
ise allayıp pulladıkları ya tutarsa mantığıyla hareket ederek birer, ikişer, üçer kişil ik konforlu odalar sistemi adı altında kamuoyunu kandırmayı, gerçekte ise biz devrimci tutsakları tesl im almayı, tecrit etmeyi, dış dünyadan soyutlamayı, bu hücrelerde birer birer öldürmeyi hedefliyorlar.
Yoldaşlar, bizler tarihimizin hiçbir döneminde, düşmana ve zulme boyun eğmedik. Metr is ' lerde, Bayrampaşa'larda, Buca'larda, Ümraniye'lerde tutsak düştüğümüz bütün zindanlarda, bedenlerimizle direndik. Tarihimizden, önderlerimizden, şehitlerimizden aldığımız güçle bizleri de tesl im alamayacaklar.
Yoldaşlar, bu saldırılara karşı bedenlerimizle, onurumuzla, özgür tutsaklığımızla cevap vereceğiz.
Öleceğiz tabutluklara girmeyeceğiz. Özgür tutsaklar tesl im alınamaz. (Işıklar söner)
(Işıklar açıldığında, parmaklığın önünde bir baba vardır. Babanın başı eğik ve üzgündür. )
1. Tutsak: Hoş geldin baba, seni gördüğüme çok sevindim. Yeğenim Berdan nasıl? Annemler nasıl?
Baba: Hoşbulduk oğul, hepsi çok iyi. Berdan sana resim yapmıştı ama içeri almadı köpekler. (üzgün bir şekilde) Oğul, yine sayım vermemişsiniz. Yazık değil mi size, niye böyle yapıyorsunuz?
1. Tutsak: Bu onlara bir uyarıdır baba. Bizleri birbirimizden koparmak ayrı ayrı hücrelere bölmek istiyorlar.
Baba: Neden oğul neden bunları yapıyorlar?
(Tutsak babasıyla konuşurken sevecen ve öğreticidir.)
1. Tutsak: Bak baba, bizi anlaman lazım, hücre bizleri birbirimizden ayırmak, yalnız bırakmak bizleri tek tek alıp işkenceye götürmek, hainliğe zorlamak içindir. Hücrelerle bizi insanlığımızdan soyundurmak istiyorlar, bu hücrelerde bizleri birer birer öldürmek istiyorlar. Baba sen bana neler öğretmiştin hatırlıyor musun? Aynı tabaktan yemek yemeyi, dürüst olmayı, onurlu, namuslu yaşamayı. Yani baba bana öğrettiğin bütün güzel şeyleri geri almak istiyorlar.
Kadın Tutsak: Bak baba; Bizler halkımız aç kalmasın, yoksulluktan hastahanelerde rehin kalmasın, konduları başlarına yıkılmasın diye buradayız. Baba, insanları köylerinden zorla göç ettiriyorlar, evlerini yakıp yıkıyorlar. Bizler katliamlar, işkenceler, gözaltılar, kayıplar, infazlar olsun istemiyoruz.
Baba: Haklısınız yavrularım ama elden ne gelir ki?
Kadın Tutsak: Çok şey gelir baba, çok şey. Sizler dışarda, bizler içerde mücadelemizi yükselt irsek, üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktur.
(Işık söner) (Işık açıldığında, analar oturma eylemindedirler. Ellerinde dövizler vardır. Dövizlerde; "Özgür tutsaklar
Onurumuzdur", "Tabutlukları Yıkacağız" gibi sözler yazılıdır. Aynı zamanda dövizlerde yazılanlara benzer sloganlar atarlar. Polisler, "Dağılın" anonsu yapar. Fonda siren sesleri, sloganlar vardır. Polisler analara saldırır. Saldırı 15-20 saniye sürer. Polisler anaların direnişi karşısında geri çekilirler. Bu sahnede çok az ışık vardır. Olanak varsa; yanıp sönen flaşör ışık kullanılabilir)
(Bu sahnenin ardından sahnedeki tüm ışıklar yanar. Fonda, hareketli bir marş vardır. Analar
37
toparlanırlar, sloganlarla birlikte yürüyüşe geçerler. Sahnede bir tur attıktan sonra, sahneden inip, izleyicilerin arasına karışarak bildirileri dağıtırken şu sözleri söylerler)
- Evlatlarımızı tabutluklara sokturtmayacağız. - Yıkacağız zindanlarını başlarına. - Sen yoksan bir kişi eksiğiz, sen de katıl bize. - Sesimize ses ver. - Biz doğurduk sizlere öldürtmeyeceğiz.
(Analar bu sözleri söylerlerken, iki kişi de yazılama yapmaktadır. Yazılama yapmak için salonun duvarlarına önceden karton yapıştırılır. Anaların sözleri ve yazılamalar bittikten sonra bir ananın "Hadi arkadaşlar, toparlanın gidiyoruz' demesiyle birlikte sahneye dönülüyor. Yazılama ve bildiri dağıtma sahnesi hareketli ve kısa olmalıdır.
Tüm oyuncular sahnededir. Bir kısmı parmaklığın yanında, bir kısmı da hücrenin yanında dururlar. Kadın tutsak parmaklığın arkasından çıkar ve aşağıdaki şiiri okur.)
t
Kadın Tutsak:
Günlerdir yağmur yağıyor düşlerime Canım oğul güzel yiğit Düşmüş mahpus damına
Günlerdir yağmur yağıyor Sıkışıp kalmışım bir bulutun altında Göçmen bir kuş gibiyim Gözlerimde uyku
O bulut boğmasın seni de Son sözüm sendedir oğul Su deme yansa da yüreğin Ateş deme donsa da bedenin
Bırak ses versin duvar Çığlığını kessin karanlıklar Eskisi gibi bulayım yine seni Zırhında dursun yüreğin Verme emanetini
Her gece düşümde gülüşün Aynı göğün altında Hasret kalsak da birbirimize Aynı güneş vurur yüzümüze Ne güzel Dilimizde hep aynı ezgi
(Okuduktan sonra yerine geçer. Fonda Grup Yorum'un "Devrim Yürüyüşümüz" adlı parçası çalmaktadır.)
Tüm Oyuncular: Bu tabutluklara girmedik, girmeyeceğiz. Özgür tutsaklar teslim alınamaz. Yıkacağız zindanları başlarına!
(Parmaklık ve hücre yıkılır, Işık söner) •
38
DEĞERLENDİRME ibrahim karaca
martı, martılog,
martıloji
Kirlenmiş değil, kirletilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Çevre kirliliği, hava kirliliği, frekans kirliliği... İnsan kirliliği. Bakmayın siz "temiz
toplum", "temiz çevre" söylemlerine. Temizlikten kim söz ediyor, asıl bu önemli.
Kirliliğin kaynağı, çürümenin ağababası, pisliğin öncüsü hangi çevrelerdir?
Oradan beslenenler kimlerdir? Ütopyası elinden alınmış bir topluma temizlikten söz etmek neye yarar? Ütopyası olmayanların temizlikten söz etmeye hakları var mı? Eğer varsa, bu kavramdan farklı şeyleri anlıyoruz demektir. Kendi lanetli gecesini sürdürmek için sürü bilinci yaymak isteyen sisteme secde edenler, nasıl bir temizlik isteyebilirler? Bergama'yı bir siyanür cehennemine çevirmek isteyenler, bir avuç altın i-çin kendi mahkemelerinin kararlarını bile uygulamayanlar nasıl bir temizlik isteyebilirler? Manisa'da dal gibi gençleri işkence tezgahlarından geçiren, işkencecileri aklayan bir düzenek, nasıl bir temizlik isteyebilir? Ülkenin bir bölümünün cehenneme döndürülmesini görmezden gelenler nasıl bir temizlik isteyebilirler? Zehirli varillerini üçüncü dünya topraklarında depolayan "uygar batı", nasıl bir temizlik isteyebilir? Gettolaşma-nın had safhaya ulaştığı metropollerde, kendilerini "seçkin-mo-
dern" yerleşim birimleri oluşturan, oralara "kaçan" cebi dolu a-zınlığın anladığı temizlik, nasıl bir temizliktir?
Peki, kirletilen her şey için gerçekten kaygı duyanlar kimlerdir?:
Ne zaman bir martı görsem, hep kirlenmişlik gelir aklıma. Gördüğüm her martı beni alır, çocukluğuma ve çocukluğumun geçtiği o yoksul ama güzel kıyılara götürür. Denizi bırakıp kentin cangılına dalan, çöplüklere doluşan, oralarda yiyecek arayan beyazı azalmış martıları gördükçe içim daralır belki, ama yine de, kirleti-lememenin simgesidir onlar. Hele şiir sözkonusu olunca, içerisinde geçen her "martı" sözcüğü, berrak bir gökyüzünü yerleştirir bilincimize.
Şair, güdülmeye direnendir. O yüzden sürünün dışındadır. Bazen, yalnızlık duygusu içindedir. Şiir-siz bırakılmış bir dünyada, o, şiirin yanında yer almaktan öte, onu solumaktadır.
"eski bir uygarlığın battığı yerden denizden bölünmüş zamanlardan geliyorum peşimde getirdiğim yalnızlık"
Yalnızdır şair. Ama, yüceltmez yalnızlığı. Geçilecek yollardan biri sayar. Çünkü, şiirin yanında yer alanlar, ona yarenlik edenler, mar
tı sesleriyle dolacak bir gökyüzünü taşırlar yanlarında... Beyaz, berrak, temiz...
"lekesiz bir martı gibi konuyorum Kadıköy'de kayalıklara"
"Martıloji" adlı şiir kitabını o-kurken, ister istemez bunları geçirdim aklımdan. Bu kitaptaki şiirler, kendisini "Bay Martılog" diye çağıran Muharrem Hüseyinoğ-lu'na ait. Kitabı okurken, şiirlere inceden inceye sinen bir sitemi de hissediyor insan.
"üç kuruşa pazarlıyorsun geçmişi gözünü kırpmadan utanmadan. . ."
Bu dizeler bir sitem değil mi? Bu insan denizinde bir martı o-
labilmek, kendini bir martının yerine koyabilmek güzeldir. Düşlerini bir martının özgürce kanat vurduğu güneşli, mavi bir gökyüzüne çevirmek güzeldir. Martı gibi kalabilmek ise hem güzeldir, hem zordur. Hem kendine, hem dünyaya karşı direnmeyi gerektirir. Sana daha ne söyleyebilirim ki "Bay Martılog"?. . .
Bu duyarlılığa ulaşan şair, bir yol ayrımına gelmiş demektir.
İnsani-toplumsal duyarlılıklar, şairi hayatın biraz daha içine çağırır. Tıpkı deniz nasıl çağırırsa bir martıyı... •
39
DEĞERLENDİRME zerrin kayalı
CIA, CHE'YE KARŞI
Dünya devrimcisi Che, 1967 Eki-m'inde Bolivya dağlarında şehit düştüğünde; ABD y ö n e t 4 m i n i n 1960'da Washington'da aldığı
"Che'yi katletme kararı" gerçekleşmiş oluyordu. Ama tarih bu katliamı, Amerikan Emperyalizmi'nin hanesine zafer olarak kaydedemi-yordu. Tıpkı Mahir Çayan'ın dediği gibi "Her engebede düşen gerillaların gövdesi bir devrim fırtınası yaratır". Che'nin gövdesi de fırtınalar yarattı. Che fırtınası dünyayı sardı. Üzerinden otuz küsur yıl geçmesine karşın, Che fırtınası hala dinmedi.
Geçtiğimiz yıl, Che yılı ilan edildi. Her devrimci öndere yapılmak istenen; onları efsaneleştirip, kahra-manlaştırıp içini boşaltma işlemi Che'ye de uygulandı. Üstelik bu uygulama, Che yılında daha da yoğunlaştırıldı. Onun emperyalizme karşı
. giriştiği mücadele, teorik planda bilimsel sosyalizmin ışığında yarattığı eserler, bu yıl içinde hep es geçildi. Daha çok özel hayatı, aşkları ve biraz da kahramanlıkları üzerinde duruldu. Dünyada burjuvalar O'nu "marka"' haline getirmeye çalışırken; ülkemizde de içi geçmiş, ölü soyucu solcular da onun sırtından az
ekmek yemedi. Posterleri, albümleri, CIA kaynaklı kitaplar, kolyeler, anahtarlıklar vs. fahiş fiyatlarla satıldı. Tüm bunlar; Che gibi bir değerin içselleştirilmesine değil, dışsallaştı-rılmasına hizmet ediyordu. Che, artık boynumuzda kolye idi.
Elbette iş bununla da bitmedi. Daha düne kadar Che'ye küfür eden; Moskova şabloncusu, Tiran şablon-cusu, Pekin şabloncusu. Troçkist artıkları, işi bitmiş solcular "Che Gu-evaralog" oldular. Başımıza Che "uzmanı" kesildiler. Oysa bunlar daha düne kadar Che'ye, bütün devrimcilere dedikleri gibi; "goşist, küçük burjuva maceracısı" gibi nitelendirmelerde bulunuyorlardı. Ama şimdi Che'yi"anlatmanın dayanılmaz hafifliğiyle" uçuyorlar. Fakat hiçbiri, hayatları boyunca O'nun düşüncelerine, ideallerine, yaşama biçimine samimiyetle inanmadılar, hala da inanmıyorlar. Ama Türkiye'de O'nun gibi düşünen, O'nun gibi yaşamaya çalışan, aynı idealleri paylaşan yoldaşları da vardı ve hala da var. Mahirler ve onların çizgisinde yürüyen devrimciler; bir tek onlar Che'nin yoldaşlarıdır Türkiye'de.
Yıllardır yayınladığı kitaplarla haklı bir saygınlık kazanan Yar Yayınları, Che üzerine yazılmış önemli bir belgeyi sunuyor bizlere.
Yar Yayınlan, Che'nin aramız
dan ayrılışının otuzuncu yıldönümüne denk gelen günlerde, Che ile ilgili yeni bir kitap yayınladı. CIA, Che'ye Karşı adlı kitabın yazarları" Adys CUPULL ve Froilan GONZA-LEZ, Che Guevara'nın hayatı konusunda uzmanlaşmış iki Kübalı gazeteci... Bu kitabı da (diğer kitapları olduğu gibi) Nadiye R. ÇOBANOĞ-LU dilimize çevirdi. Kitaba önsözü Philip AGEE yazmış. Philip AGEE eski bir CIA ajanı; üstelik Che'yi bulmaya çalışan grubun da içinde yer almış bir ajan. Ama Che'nin hayatından, CIA'nın "olumsuzlukları"ndan etkilenip ajanlıktan ayrılmış, devrimcilerle dayanışma içine girmiş, CIA operasyonlarını dünya kamuoyuna açıklamış biri. Philip AGEE, önsözün ilk satırlarında durumunu şöyle anlatıyor:
"Ernesto Che Guevara sağlığında da, ölümünden sonra da başkalarının yaşamı üzerinde inanılmaz, büyük bir etki yaratmıştır. Ben de böyle etkilenenlerden biriyim. Elinizdeki kitabı okurken, ömrümün son yir-mibeş yılı sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor." (CIA Che'ye Karşı sayfa 7.)
Che'den böylesine etkilenen bu kişi, aynı zamanda Che'yi kavrayan da bir kişidir. Bu kavrayışını şöyle ifade ediyor Philip AGEE:
"...Ama Che, her şeyden önce
40
devrimci düşünceleriyle, özellikle devrimin, yaratacağı dönüşümle, çalışmaya özendirici manevi etkenlerin değerini, maddi özendiricilerden daha üst bir düzeye yükselteceğine derin inancıyla ünlüydü." (age sf 11.)
Önsözün ardından gelen ilk bölümde, Che'nin önderliğinde Bolivya Kurtuluş Ordusu'nun doğuşu ile CIA'nın ve Birleşik Devletler Bolivya Elçiliği'nin kontr-gerilla faaliyetlerine aktif katılımı anlatılıyor.
Başlıktan anlaşılacağı üzere, Che'nin başında bulunduğu Bolivya Kurtuluş Ordusu, sadece Bolivyalı egemen güçlerin silahlı güçleriyle değil, aynı zamanda fiili olarak CIA ile de savaşmıştır. CIA, bu savaşta oldukça zorlanmışta. CIA'nın en önemli başarısızlıklarından biri, kitapta şöyle anlatılmaktadır; " "...Bu gözden kaçırma olayı,
CIA'yı casusluk örgütünün büyük bir başarısızlığını kabul etmek zorunda bıraktı; çünkü Che'nin Bolivya yolculuğu ve Bolivya'ya CIA'nın Sahip olduğu geniş olanaklara kar-şın fark edilememişti. (age sf 27)
Kurtuluş Ordusu mücadeleye başladıktan sonra, O'nun olabilecek uluslararası desteklerini engellemek için, La Paz Uluslararası Havaalanı'nda ve sınır noktalarında tüm yolcular, CIA tarafından kontrol ediliyordu. Bu CIA ekibi içinde "Lyon Kasabı" namıyla ünlenmiş Nazi artığı Klaus Barbie de bulunuyordu. Barbie, ele geçen gerillalara yapılan işkencelere katılmakla birlikte, Bolivya Devlet Başkanı General Rene Barrientos'a danışmanlık da yapıyordu. Kitabın ilk bölümlerinde, bu tip tarihi bilgiler ayrıntılarıyla verilmiş. Bu arada kitabın dışında bir noktayı belirtmeliyiz, o da şut bilindiği gibi CIA ve MOSSAD, sadece Ortadoğu'da değil, dünyanın her ye-rinde devrimci halk kurtuluş hareketlerine karşı ortak mücadele etmişlerdir. Faşist silahlı güçlerin eğitim, operasyon ve sevklerine ... nezaret etmişlerdir. Elbette Latin Amerika'da da aynı işleri birlikte yapmışlardır. Üstelik Yahudi MOS
SAD'lılarla CIA elemanı Naziler, omuz omuza bu mücadeleyi yürüt-müşlerdir.
Kitabın diğer bölümlerinde CIA'nın ülkedeki tüm kilit noktalara nasıl sızdığını; posta, telefon, telgraf ağının denetlenmesinden, onların bu etkinliklerinden rahatsızlık duyan üst rütbeli subayların, askerlerin tasfiyesine, öldürülmesine ve gerillaya destek sunan işçilerin, öğrencilerin; baskı ve terörden bıkıp isyan eden halkın katledilmesine kadar pek çok olayı nasıl organize ettiğine tanıklık edeceksiniz. Che'nin yaralı olarak ele geçirilip, Washington'dan gelen emirle nasıl öldürüldüğünü öfkelenerek okuyacaksınız. Che'nin ölü-münden sonra Bolivya'da ve Latin Amarika'da biç bir şeyin durulma-yıp aksine nasıl bir kargaşa yaşandığının anlatımını da bulacaksınız bu kitapta... Che ve diğer gerillaların yanı sıra şehirdeki gerilla; bilgili, kültürlü şehir gerillası güzel insan TANYA ile de tanışacaksınız.
Kitabın diğer dikkat çekici ve hayatımızda bugün de önemli bir yer tutan yanı da ideolojik saldırılar yani sözün şiddeti
"Gizli servisler, gerilları gözden düşürmek için her çareye başvuruyorlar; onları birtakım uyduruk cinayet ve suikast ifliralarıyla yıpratmaya çalışıyordu. Gerilla savaşçılarını bir avuç kiralık asker, maceracı, ırz düşmanı olarak tanıtıyorlardı. CIA, onların yabancı işgalciler olduğu izlenimini uyandırmaya, gerillaların çoğunun Bolivyalı olduğu gerçeğini gizlemeye özen gösterdi. CIA operasyon bölgesinde yalan yanlış haber yayma kampanyalarına girişti, gerillaların aslında Paraguaylı olduğu söylentisi ağızdan ağıza dolaştı. Bundan amaç, halkın milliyetçi duygularını galeyana getirmekti."
Kitabın 51-52. sayfalarından aktardığımız bu yalanların hepsi boşa çıkarılmıştır. Üstelik bunların hepsi, bu yalanlan yayanların kendileri tarafından halka uygulanmıştır. Aynı zamanda gerillaların doğru eylem tarzı, ahlaklı tavırları halkın yalanla
ra inanmasını engellemiştir. Bu de-zenformasyon hareketleri; kitabın altıncı bölümünde "Che'nin Bolivya Günlüğü ve CIA'nın yeni dezenfor-masyon kampanyası" bölümünde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. CIA, çeşitli ilişkilerle satın aldığı gazetecileri, yayıncıları "Gerillaları maceracı, Tanya'yı da adi bir kadın yapıp çıkardık mı başarıya ulaştık demektir" diyerek bu yönde yayın yapmaya yöneltmiştir. Bununla neyi hedefledikleri, 170. sayfada şöyle anlatılmakta:
"Devrimci hareket içindeki etkisi ve imajı zedelendiği ölçüde, asıl hedefin Tanya değil, Che olduğunu, devrimi başarmanın yolu olarak silahlı mücadele teorisini çürütmek gerektiğini, Che'nin ilkelerinin etkisinin ve değerinin hor görülmesini, aşağılanmasını sağlamanın zorunluluğunu, solun içinde var olan bölünme ve çelişkileri beslemek amacıyla, Bolivya'daki olaylardan yararlanacağını belirtti."
Bunlar bir CIA programı olarak belirtiliyor ve şöyle devam ediliyor:
"Bu ve benzeri etkenler kullanı-larak, Che'nin Bolivya'yı seçerken yanıldığı düşüncesi çevreye yayılabilirdi pekala. Zaten bu ülkede, mücadele için gerekli koşullar yoktu; Che eğer öyle davrandıysa, Kübalı yetkililerle anlaşmazlığı yüzündendi; bu ve benzeri 'düşüncelere' herkesi inandırmak gerekiyordu." (age sf 172)
Bu kitapta; Bolivya'da yaşanan gerçeklerin iç yüzünü öğrendikçe, konu hakkında özellikle sol görünen yayınevlerinin yayınladıkları kitapların iç yüzünü de daha rahat görebileceksiniz.
Sonuç olarak kitap; mücadelenin çok yönlülüğüne dikkat çekmekte ve bize ideolojik mücadele cephesinin önemini hatırlatmaktadır. •
Yazanlar: Adys CUPULL Froilan GONZALEZ Türkçesi: Nadiye R. Çobanoğlu YAR YAYINLARI, 286 Sayfa
41
EMPERYALİZM
TİBET'İ KEŞFETTİ
Sinemalarda geçtiğimiz aylarda gösterime giren üç film, emperyalizmin yeni ilgi alanını gözler ö-nüne seriyor. Amerikan Emperyalizmi, sinema tekelleri ara
cılığıyla şimdi de Çin ve Tibet meselelerine el attı. Her akşam televizyonlarımıza konuk olan Tibetli rahipler ve onların yaptığı açlık grevleri, liderleri Dalai-Lama... Tüm bu zat-ı muhteremlerin birden bire sinema salonlarına doluşması bir rastlantı olmasa gerek.
Kundun, Tibet'te Yedi Yıl ve Kızıl Köşe isimli üç filmin temel konusu barbar, işgalci, talancı Çin'in, 'komünist' zulmü. Üç filmde de konu temel olarak bu temalar üzerine oturtulmuş.
Yönetmenliğini Martin Scorse-se'nin yaptığı "Kundun" isimli film, halen yaşayan Tenzin Ghat-su'nun yani 14. Dalai-Lama'nın yaşam öyküsünü anlatan görüntülü bir biyografi niteliğinde. Filmi izlerken görüyoruz ki; yönetmenin
filmi çekerken kullandığı kameralarda objektif yerine subjektif kullanılmış. Her biyografi gibi, Scor-sese de bu filmi çekerken bu bilgileri Dalai-Lama'dan almış. Tabi ki sadece Dalai-Lama'nın yorumu ye anlattıklarıyla sınırlanan bir biyografi bu. Buna bir de emperyalizmin yorumu eklenince ortaya çıkan yapımı 'al gözüm seyreyle'!
Yine Dalai-Lama ve Tibetliler esas alınmış bir film de "Tibet'te yedi Yıl"... Bu filmde de Avusturyalı bir dağcının İkinci Dünya Savaşı devam ederken Himalayalar'a gelişi ve burada Dalai-Lama ile tanışması, onun danışmanlığını üstlenmesi anlatılıyor. Ve yine fondan tüm değerleri ayaklar altında ezen komünistler... Filmdeki dağcı gerçekte yaşamış bir kişi; ismi He-inrich Harrer... Filmde haris, bencil bir kişiliği canlandırıyor. Nazi partisi tarafından gamalı haçlı bayrağı Himalayalar'ın tepesine dikmekle görevlendirilmiştir. Bir SS üyesidir. Tibet'te yaşadığı bu yedi yıl boyunca, budizmin felsefesiyle haşır neşir olmuş, bencil kimliğin
den sıyrılmıştır. Filmin tanıtım yazılarında bu yedi yılın Tibet için köklü değişim yılları olduğu belirtiliyor. Burada kastedilen "köklü değişim", Mao Zedung önderliğindeki Çin Devrimi'dir. Kaba, kibirli Çinli devrimciler, köklü değişimi silah zoruyla, zorbaca gerçekleştirmektedirler. Tabi diğer yanda Tibetli budist rahiplerin insani ve pasif direnişleri vardır. Bu Avusturyalı dağcının kimliğine gelince, O da Nazi Partisi'ne üye bir faşisttir.
Çin Devrimi'nin köklü bir değişim olduğu doğrudur. Zaten "devrim" denilen şey de, köklü bir değişimden başka bir şey değildir. Bizim aklı evvel dağıtımcı firmalar, felsefe sözlüklerini yeniden yazarcasına tespitlerde bulunmuşlar.
"Kızıl Köşe" isimli filmde ise, olay günümüzde geçiyor. Başrol o-yuncusu, tam bir adaletsizlikle i-dam edilmek istenen bir Amerika-lı'dır. Bundan sonrası, adaletsiz bir ülkede sürüp giden adalet savaşıdır. Bu adaletsiz ülkeyi Amerika
42
mı zannettiniz? Yanıldınız; burası yine Çin'dir.
Bu filmlerin üçünde de ilkel, kibirli ve talancı etiket yapıştırılanlar özünde devrimcilerdir. Alabildiğine karikatürize edilmiş sahnelerle ise, önce Çin Devrimi'nin önderinden, Mao Zedung'tan başlanmıştır.
Emperyalizmin sinema tekelleri yıllardır emperyalist sistemin karşısında duran ne varsa bunu kendi alanlarından, psikolojik savaşla yok etmeye yönelik çalışmalar yürütmüştür. Emperyalizmin, dünya halklarına karşı sürdürdüğü savaşta sinema endüstrisinin aldığı görev, pahalı ve gözalıcı prodüksiyonlarla psikolojik savaş yürütmek, bilinçleri çarpıtmak ve uyuşturmaktır. Amerikan sinema endüstrisinden ardarda çıkan yüzlerce 'soğuk savaş', 'KGB', 'Ruslar Geliyor' edebiyatıyla donanmış filmlerin ardından şimdi hedefte yeni ufuklar vardır. Yakında James Bond ve Rambo'yu Tibet ya da Küba topraklarında görürseniz hiç şaşırmayın. Vietnam Halkı'ndan, dünya döndükçe unutamayacağı bir darbe yiyen Amerikan Emperyalizmi, adeta yaşanan tüm gerçekliği tersine çevirerek yüzlerce Vietnam filmi çekmiştir. Bir yeni-sömürge ülke olan vatanımızın çocukları, yıllarca Rambo'nun, Vietnam'ı dize getirdiğini zannederek yaşadı. Bunlar bile Vietnam Halkı'nın zaferini gölgeleyememiştir. Emperyalizmin, ye-ni-sömürgelerine yaydığı bu filmler bayatlayınca, tekeller yeni kar kapılan bulmak ve yeni bilinçleri karartmak a-macıyla rotayı Çin'e çevirdi. Çünkü bu etiketinde bile olsa sosyalist yazıyordu. Öyleyse silinmeliydi. O zaman, 'özgürlük savaşçıları', ajanlar, gizli servisler, rambolar, aktörler, aktristler, yönetmenler, film makaraları... bil cümle psikolojik savaş aygıtları görev başına! Şimdi özgürleşe-
cek topraklar, Tibet topraklarıdır! Haydi gazanız mübarek ola!
Emperyalizmin özgürlük kavramının, iliklerine kadar esirleştir-mek olduğunu en iyi bilen halklardanız. Budist rahiplerin son süreçte hemen her akşam televizyonlarda- yer alması, Budist hareketin liderinin sanayiinin tekellerinin reklam aracı olması ve reklam panolarında boy göstermesi, üstüne üstlük buna ilişkin üç filmin ardarda sinemalarda yer alması bir tesadüf müdür? Tibet üzerinden yeni çıkarlar, yeni pazarlar peşinden koşan emperyalizm, işe Çin Devrimi'nin önderi Mao Zedung'tan başlamıştır.
Dünya devrimci hareketlerinin önderlerinden olan, fikirleri, öğre-tileriyle hemen her ülke devrimine özgün deneyler sunan bu önder, bilinçli bir çabayla karikatürize edilmiş, kimliği, kişiliği, idealleri çarpıtılmıştır. Bu çarpık karakter üzerinden propagandaya girişen emperyalizm, sosyalizmin ne kadar baskıcı bir sistem olduğunu beyinlere kazımaya çalışıyor. Nasıl olsa kamera da, stüdyo da, oyuncu da bu tekellerin himayesindedir ve istenen, istenildiği gibi şekillendiri-
lecektir. Ama gerçekler öyle midir?
Emperyalizmi cezbeden; ne Ti-bet mistisizmidir, ne de özgürlük aşkıdır. Emperyalizmi cezbeden; sosyalizme vuracağı silahlarıdır. "Kundun" filmini çeken Martin Scorsese, Tibetli budistlerin otan-tizminin ve mistisizminin kendisini çok etkilediğini söylüyor. "Kızıl Köşe" filminin başrol oyuncusu Richard Gere ise, Scorsese'ye göre daha cüretli ifade ediyor düşüncelerini.
Richard Gere ile yapılan bir çok röportajda Gere, budist olduğunu, Çin'deki komünist sisteme karşı mücadele ettiğini vurguluyor.
Çin'deki sistem ne kadar devrimcidir, devrimin değerlerini ne kadar sahipleniyor? Kapitalizme doğru hızlı bir yol alış içinde midir, değil midir? Bunların hepsi tartışılabilir, tartışılmalıdır. Fakat sorun; emperyalizmin devrime ve devrimci önderlere saldırma tutkusundan vazgeçmemesidir. Dünya halklarının güçlü bir kazanımı olan Çin Devrimi'nin ve önderinin karalanmasına asla ama asla müsaade etmemeliyiz. •
"Tibet'te Yedi Yıl" filminden bir sahne
43
AHMET LATİF TİFTİKÇİ VE AYNUR CİHAN ALAK
ÖZGÜRLÜKLERİNE KAVUŞTULAR!
2 Şubat 1998 günü gözaltına alınarak bir hafta süren işkenceli sorguların ardından çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklanan Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu, Ortaköy Kültür Merkezi (OKM)'nin kapatılmasıyla birlikte yayını durdurulan Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi'nin yazıişleri müdürü ve Gülsuyu-Gülensu Halk Meclisi Girişimi üyesi A. Latif Tiftikçi, 14 Mayıs Perşembe günü İstanbul 2 No.lu DGM'de görülen ilk duruşmasında, savcının itirazlarına rağmen tahliye edildi.
Öte yandan, 15 Mayıs günü İstanbul Devlet Güvenlik Mahkeme-si'nde görülen duruşmada, İdil Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta TAVIR Dergisi sahibi ve Okmeydanı Halk Meclisi üyesi Aynar Cihan Alak ile tutuklanan Halk İçin Kurtuluş Gazetesi çalışanları da tahliye edildi. Hatırlanacağı üzere Aynur Cihan Alak, 27 Şubat günü Halk İçin Kurtuluş Gazetesi merkez bürosuna yapılan polis baskını sırasında, gazete çalışanlarıyla birlikte gözaltına alınmış, yedi gün süren işkenceli sorguların ardından, çıkarıldığı DGM tarafından tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konulmuştu.
A. Latif Tiftikçi ve Aynur Cihan Alak, savunmalarında, yıllardır devrimci sanat faaliyeti içinde olduklarını, halkın sanatçısı olduklarını ve bu yüzden Halk Meclisleri'nde çalıştıklarını, bundan büyük gurur duyduklarını belirttiler.
Şimdi sizlere, arkadaşlarımızın duruşmalarda yaptığı savunmalardan bazı bölümler aktarıyoruz:
İSTANBUL 2 NO.LU DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞ-KANIĞI'NA
Adım Ahmet Latif Tiftikçi. Tiyatro sanatçısıyım. Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi muhabiri ve Çağdaş Gazeteciler Derneği üyesiyim. Aynı zamanda Halk Meclisi üyesiyim. Tiyatro çalışmalarımı, merkezi Ortaköy'de bulunan İdil Kültür Merkezi bünyesindeki Ayşe Gülen Halk Sahnesi' nde sürdürüyorum.
Yaklaşık on yıl boyunca sürdürdüğüm tiyatro faaliyetlerimde hep halkın yanında oldum. Oyunlarımızı hep yoksul, emekçi insanlara sergiledik. Bir kez olsun halktan uzak, halktan kopuk bir yaşam ve düşünce tarzı içinde olmadım.
Ama on yıllardır siyasi iktidarların politikalarında öngörülen sanat ve sanatçı anlayışı halktan kopuktur. Sanatçı, tepeden bakar halka. Üretim ve faaliyeti, ülkemiz gerçeğine uzaktır. Eğlence ve eğlendirme kavramı içi boş, kof, geleneklerimize ve ahlak anlayışımıza ters, gerçeklerden uzaklaştırmaya yöneliktir.
Bugün sanat, bir metadır ülkemizde ve sanatçı da pazarlanan bir üründür. Belirleyici olan Amerikan Emperyalizmi'nin tekellerinin, her alanda olduğu gibi kültür sanat alanında da ülkemizi bir pazar alanı olarak görmesidir. İzleyici bir müşteridir artık, sanatçı ise tüccar...
Ve bu anlayış, Anadolu insanına, zengin kültürel değerlerinden, onunla oluşan gelenekleri ve yaşam tarzından uzak, çok farklı ama geri bir kültürü ve yaşam biçimini dayatmaktadır. Bugün, yoğun ve vahşi bir sö
mürüyle birlikte artık en insani değerlerimizi; insan sevgisini, çıkarsız ve hesapsız insan ilişkilerini, paylaşma, dayanışma, yardımlaşma duygularımızı, ahlak anlayışımızı, hesapsız ve politik çıkarlara alet edilmeksizin uygulayacağımız dini inançlarımızı ve ulusal onurumuzu yitirmeye programlanmış bir kültürel bozgun, kültürel işgal yaşıyoruz.
Ama bu ülkede halkın sanatçıları da vardır. Halkın sanatçısı, halkın içindedir; onlardan biridir, çıkarsız ve hesapsızdır. Halktan yana bir sanatçı olarak, hep bunun bilinciyle hareket ettim. Sanatsal faaliyetlerimde yoksul, emekçi halkın acılarını, sıkıntılarını, dilemlerini, sevinçlerini anlatan, yani kendi gerçeğini ifade eden tiyatro oyunlarında yer aldım. Kimi zaman sokaklarda, meydanlarda oynadık oyunlarımızı. Kimi zaman ekmek kuyruklarında çile çekerken, zamları protesto eden oyunlarımızda gördü halk bizi. Kimi zamansa fabrika önlerindeki işçiler iz-ledi oyunlarımızı. Zonguldak madenci direnişinde oyunlarımızla yer aldık. Paşabahçe Şişe Cam işçilerinin grevinden Beykoz Deri Kundura işçilerinin direnişine, konfeksiyon işçilerinden Mersin liman işçilerine kadar onlarca işyerinde, fabrikada, sendikal faaliyetlere ve direnişlere oyunlarımızla katkılar sunduk. Gün oldu, dar ve çamurlu sokaklarda yoksul gecekondu halkının direncine ortak oldu oyunlarımız. Gün oldu, hapishanelerdeki hücre politikalarına, idamlara, infazlara ve kaybetmelere karşı çığlık olduk oyunlarımızla. Susurluk'taki kazayla ortaya çıkan
44
Susurluk Devleti'ne karşı yüzbinler-ce emekçi "Sürekli Aydınlık" derken, biz de oyunlarımızla haykırdık; "Bağımsız, Demokratik Türkiye" diye ve karşı çıktık kontrgerilla uygulamalarına.
Sistemin salt ticarete dayalı sanat ve kültür politikalarına uygun hareket eden bir sanatçının ödülü; aldığı paradır, parlak neon ışıklarının en tepesinde, isminin en büyük yazılmasıdır. Şan, şöhrettir onun ödülü. Halkın sanatçısının ödülü ise; halkın duygularına ortak olmak, özlemlerini halkın özlemleriyle buluş-turmak, yeni üretimlerini halka taşımış olmaktır. Ve en önemlisi; bunun kabul görmesidir.
Ben Halk Meclisi üyesiyim. İşte benim ödülüm de budur. Bulunduğu bölgede halk, kendi sorunları ve geleceği için birlikte kararlar alırken, benim de bu kararlara ortak olabilmem ve çözümler için onlarla birlikte emek harcayabilmem, bir onurdur benim için.
Yaşadıkları yerlerde giderek büyüyen sorunlarla kendi kaderine ter-kedilen halkın, en meşru ve öz örgütlenmeleridir Halk Meclisleri. Halkın kendi sorunlarına sahip çıkması, çözümler için bir araya gelip örgütlenmesi ve sorunlarının takipçisi olması, yasal ve demokratik bir haktır aynı zamanda.
Yaşam içerisindeki hiçbir etkinliğimi gizli saklı yapmadım. Çalışmalarımı sürdürdüğüm kültür merkezi, kaldığım ev herkes tarafından bilinir. Ancak yine de susma hakkımı kullandım. Çünkü saldırı ve işkence çok açık ki kişiliğime, düşüncelerime, inançlarıma ve asıl olarak benim şahsımda Halk Meclisleri'ne idi. Saldırı, halkın onuruna ve namusu-naydı. Susarak ve ifade vermeyerek bu onuru koruduğuma inanıyorum.
Tutuklanarak dilediğimce ve insanlığa karşı sorumluluğumla yaşama hakkım elimden alınmıştır. Özgürlüğüm kısıtlanmıştır. Ancak
inançlarım, geleceğe ilişkin umutlarım, düşüncelerim, onurum ve bunun bana verdiği mutluluk elimden alınamamıştır. İster hapishanede olayım, ister çölde; insan onurlu ve mutlu olmak için gerekli olan her şeyi bulabilir. Haklı olduğumu biliyorum ve düşüncelerime uygun, doğru bir biçimde yaşadığıma inanıyorum. Aynı biçimde yaşamaya da devam edeceğim.
Dergimiz sahibi Aynur Cihan Alak ise, Halk İçin Kurtuluş Gazetesi çalışanları ile birlikte 15 Mayıs 1998 Cuma günü İstanbul 6 No.lu Devlet Güvenlik Mahkeme'sinde görülen davasında şunları vurgulamıştır:
"...Yaptığımız devrimci sanat, sömürü ve zulüm politikalarıyla ezilmeye çalışılan emekçi halkın mücadelesinin içinden doğmuştur. Devrimci sanatçı, halklarımıza yönelik kültürel, siyasal, ekonomik ve askeri
saldırıları karşısında her zaman halkın yanıbaşında, onunla omuz omuza olmuştur. Halkın umudu, öfkesi neredeyse, yerimiz de orası olmuştur. Yarattığımız değer ve geleneklerin halkın içinde kökleştiğini gören devlet bu nedenle sanatımıza ve bizlere saldırarak boğmaya çalışmıştır. Bu nedenle sahibi bulunduğum Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi'ne sayısız davalar açmış, faaliyet yürüttüğümüz kültür merkezimizin kapısına kilit vurmuş, kültür-sanat faaliyetlerimizi engellemeye çalışmıştır. Çünkü devrimci sanat yapmak, devletin karşısında olmak demektir. Devletin, devrimci sanatçılara düşmanlığı da bu nedenledir. Bu yüzden de halktan yana düşünen, mücadele eden herkes devlet gözünde "suçlu" sayılıyor. Bizler halkın sanatçılarıyız. Halkın sanatçıları olarak Halk Meclisleri'nde yeralmak, üzerimize düşen sorumluluğun bir gereğidir. Halkın sanatçısı olarak, halkın yanında, Halk Meclisleri'nde yeraldık..."
45
HABER/YORUM
Ankara Film Festivali'nde Ödüller Sahiplerini Buldu 1-10 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen 10. Uluslararası Ankara Film
Festivali sonuçlandı. Pier Paolo Pasolini ve Krzysztof Kieslowsky filmlerinin özel gösterimler halinde sunulduğu festivalde, çeşitli ülke sinemalarından 350'ye yakın film gösterildi.
Jürisini Sami Şekeroğlu, Ali Hakan, Yusuf Kurçenli, Erhan Bener ve Tü-lay Eratalay'ın oluşturduğu "Ulusal Yarışma" bölümünde "en iyi film" seçilen "Usta Beni Oldürsene", altı dalda ödül kazandı. Zeki Demirkubuz'un "Masumiyet"i ise, üç dalda ödül kazandı. Bu arada, hemen hemen bütün festivallerde ödül alan Nuri Bilge Ceylan'ın "Kasaba" adlı filmi, bu festivalde ödül alamadı.
ÇASOD'da Yönetim Değişikliği Geçtiğimiz günlerde 4. Genel Kurulu'nu gerçekleştiren ÇASOD (Çağdaş
Sinema Oyuncuları Derneği), yeni yönetim kurulunu oluşturdu. Yeni yönetim kurulunun başkanlığına Rutkay Aziz getirilirken, başkan yardımcılıklarını Bülent Kayabaş ve Sumru Yavrucuk üstlendi. Bunların yanı sıra, Kutay Kök-türk genel sekreter, Kenan Bal sayman olarak görev alırken, Menderes Samancılar, Taner Barlas, Yalçın Güzelce ve Suavi Eren asil üyeler olarak belirlendi.
Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin yeni yönetimle birlikte bugüne kadar gelişen sürecin aksine bir "arkadaş kulübü" olmaktan çıkıp, sinema emekçilerinin sorunlarına kalıcı çözümler arayan ve bu konuda kararlı çabalar içerisinde olan bir kurum haline gelmesini diliyoruz.
Tiyatrolara Yasaklama ve Baskın Ankara Ekin Tiyatrosu, İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun yazdığı "Bir
Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü" adlı oyunlarını Trabzon'da sergilerken oynadıkları salonu polis bastı. Oyun sırasında salonu basan polis, oyunu durdurarak sakıncalı bulduklarını ve bu nedenle oynamasına izin verilmeyeceğini söyledi. Baskını oyunun bir parçası sanan seyirci, polisin sözlerine önce inanmak istemedi ancak daha sonra gerçek olduğunun farkına varınca, polisin bu tavrını protesto etti.
Ankara Birlik Tiyatrosu tarafından Yılmaz Güney'in yaşam öyküsünü konu edinen "Bir Güzel Çirkin Kral" adlı oyunu yurtiçi ve yurtdışında bir çok defa sergilenmesine karşın önce Urfa, ardından da Diyarbakır'da Valilik tarafından yasaklandı. Bu keyfi yasaklama kararlan karşısında Ankara Birlik Tiyatrosu, yasaklamaların kalkması için Urfa ve Diyarbakır İdare Mahkemeleri'ne başvurdu.
Kocaeli Bölge Tiyatrosu'nun "Hakkari'de Bir Mevsim" adlı oyunu da Urfa Valiliği tarafından yasaklandı.
Önceden izin verildiği ya da oynanması için hiç bir yasal engelin bulunmadığı koşullarda dahi valilik ve polis tarafından sanatsal faaliyetlerin engellenmesi, Susurluk Devleti'nin kültür-sanat alanındaki baskıcı yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Grup Yorym
30 Mart 1998; Çapa Tıp Fakültesi'nde düzenlenen
Kızıldere Anması'na katılarak bir dinleti verdi.
9 Nisan 1998; Nil ve İdil'in mezarları başında yapılan
anmalara katılarak, birer dinleti verdi.
12 Nisan 1998; İdil Kültür Merkezi'nde, "30 Mart-17
Nisan Devrim Şehitlerini Anma Günleri" kapsamında düzenlenen etkinlikte yaklaşık 700 kişiye seslendi.
12 Nisan 1998; Okmeydanı Halk Meclisi'nin 1. Kuruluş
Yıldönümü nedeniyle "Sibel Yalçın Direniş Parkı"nda düzenlenen şenliğe katılarak bir dinleti verdi.
25 Nisan 1998; Malatya'da iki seans halinde
gerçekleşen konserde, yaklaşık 3000 kişiye seslendi.
1 Mayıs 1998; 1 Mayıs'a, "Grup Yorum" imzalı
pankartı ile katıldı.
17 Mayıs 1998; SEV-DER (Kahramanmaraş Sevdilli ve
Çevresi Kültür Dayanışma Derneği) Gençlik Komisyonu tarafından düzenlenen pikniğe katıldı. Piknikte kısa bir dinleti gerçekleştirdi.
24 Mayıs 1998; Antalya'da, Konyaaltı Açık Hava
Tiyatrosu'nda bir konser verdi. Yoğun yağmur yağışı altında geçen konser yaklaşık 3500 kişinin katılımıyla gerçekleşti.
28 May» 1998; Bu sene 12.si gerçekleşen Geleneksel
46
KISA KISA
İTÜ Şenliği'nin son gününde, yaklaşık 700 kişiye seslendi. Şenliğe ayrıca Onur Akın, Ferhat Tunç ve bazı amatör müzik toplulukları da katıldı.
Özgürlük Türküsü
29 Mart 1998; Ankara Seyranbağlar Halkevi'nin 4.
kuruluş yıldönümü şenliğinde bir konser verdi.
6 Nisan 1998; Maliye-Sen tarafından 2 No'lu Şube'de
gerçekleştirilen Kamu Emekçileri Şehitleri Anması'nda bir dinleti verdi.
12 Nisan 1998; İdil Kültür Merkezi'nde, "30 Mart-17
Nisan Devrim Şehitlerini Anma Günleri* kapsamında düzenlenen etkinlikte yaklaşık 700 kişiye sestendi.
14 Nisan 1998; SES (Sağlık Emekçileri Sendikası)
Aksaray Şubesi'nde devrim şehitlerini anmak için düzenlenen etkinlikte bir dinleti verdi.
17 Nisan 1998; Gülsuyu'nda 30 Mart-17 Nisan Devrim
Şehitlerini Anma Günleri kapsamında düzenlenen etkinliğe türküleri ve marşları ile katıldı.
19 Nisan 1998; Ankara Haklar ve Özgürlükler
Platformu tarafından düzenlenen geleneksel 1 Mayıs pikniğinde bir dinleti verdi.
1 Mayıs 1998; 1 Mayıs'a, "Özgürlük Türküsü" imzalı
pankartı ile katıldı.
27 Mayıs 1998; 12. Geleneksel İTÜ Şenliği'ne katılarak
bir dinleti verdi.
Sabahattin Ali, Katledilişinin 50. Yılında Anıldı Devrime olan inancını hiç yitirmeyen, her türlü baskıyı inatla göğüsle-
yen ve kontrgerilla tarafından katledilen Sabahattin Ali, ölümünün 50.yılm-da, Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen bir törenle anıldı. Anmada bir konuşma yapan yazar Konur Ertop, Sabahattin Ali'nin eserlerinin günümüzde de güncelliğini koruduğuna dikkat çekerek, özellikle "İçimizdeki Şeytan" adlı romanında anlattığı yozlaşmış entellektüel çevrelerin bunalımlarının bugün de aynı şekilde sürdüğünü belirtti. Fotoğraf sanatçısı İsa Çelik'in hazırladığı dia gösterisiyle devam eden anma etkinliği, Edip Akbayram'ın, Sabahattin Ali'nin şiirlerinden bestelenen türkülerini seslendirmesiyle sona erdi.
Kayıplar İçin; Sanatçılardan Basın Açıklaması İzmir'de 31 Mart tarihinden bu yana kendilerinden haber alınamayan ve
kaybedilmek istenen Neslihan Uslu, Metin Andaş, Hasan Aydoğan ve Mehmet Ali Mandal için çeşitli sanatçıların katılımıyla bir basın açıklaması gerçekleştirildi. 1 Haziran 1998 Pazartesi günü TOBAV (Tiyatro, Opera, Bale Sanatçıları Vakfı)'da gerçekleştirilen basın açıklamasına şair Ruhan Mavruk, tiyatro sanatçısı Orhan Aydın, Sine-Sen ikinci başkam Yusuf Çetin, yazar Güngör Gençay, ressam İrfan Ertel, ekonomist Arslan Başer Kafaoğlu, yazar-şair Muzaffer Dizman, Grup Yorum gibi aydın ve sanatçıların yanısıra kayıp yakınları, çeşitli kültür merkezleri ve kitle Örgütlerinden de temsilciler katıldılar. Arslan Başer Kafaoğlu tarafından okunan basın açıklamasında şu görüşlere yer verildi: "(...) İnsanca yaşam mücadelesi içinde olan bu kişilerden haber alınamaması tedirgin edici bir durum olduğundan, bizler de kaybedildiğini düşünmekteyiz (...) Bugüne kadar ülkemizde yaşanan yüzlerce kayıp olayı endişemizi daha da artırmaktadır. Tarih boyunca dünyada bu tür vahşet örnekleri yaşanmıştır. Ama tarihsel süreç içinde bunların failleri bir insanlık suçlusu olarak hatırlanmaktan kurtulamamışlardır. Bizler ülkemizi ve halkımızı seviyoruz. Tüm insanların onurlu ve eşit koşullarda yaşayacağı, düşüneceği ve düşüncesini özgürce ifade edebileceği bir toplumdan yanayız. Niteliği ne olursa olsun hiç bir canlıya psikolojik ve fiziksel işkence yapılmasını istemiyoruz. Gelin bu amaç için elele verelim, kayıplar bulunsun ve anaların gözyaşı dinsin..."
Yapılan açıklamanın ardından sanatçılar sırayla görüşlerini belirttiler. Ruhan Mavruk, kaybedilmek istenen kişilerin bilinen, tanınan insanlar olduklarını, bu nedenle endişelerinin daha büyük olduğunu ifade ederken, Arslan Başer Kafaoğlu, "Yaşananlar Arjantin'deki faşist, askeri diktatörlük döneminden farklı değildir" diyerek, kayıpların akıbetlerinin açıklanmasını istedi. Ardından söz alan Halkın Hukuk Bürosu avukatı Behiç Aşçı, kayıplar için İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlık, TBMM ve karakollar ile hapishanelere yapılan bütün başvuruların sonuçsuz kaldığını, İzmir DGM Savcılığı'na yapılan başvuruda savcının önce Metin Andaç'ın 6 Nisan'da gözaltına alınıp serbest bırakıldığım söylemesine karşın daha sonraki başvurularda hiç gözaltına alınmadığını belirttiğim söyledi.
Kayıplar için bugüne kadar bir çok sanatçının bulunduğu 110 imza toplandığım ve toplanmaya devam edileceğini belirten sanatçılar "Kayıpların peşini bırakmayacaklarını ifade ederek basın açıklamasını bitirdiler.
47
HABER/YORUM
BASKILAR SÜRÜYOR
İdil Kültür Merkezi'ne 1 Mayıs Baskını 28 Nisan Sah günü saat 11.00 sıralarında kültür merkezimizi basan polisler, eşyalarımızı talan ettikten sonra,
baskın sırasında kültür merkezinde bulunan Grup Yorum elemanları Fikriye Kılınç, Kemal Sahir Gürel, yazıişleri müdürümüz ve Özgürlük Türküsü elemanı Yasin Ali Türkeri, FOSEM çalışanları Olcay Karadağ ve Aziz Akal, kültür merkezi çalışanı Orhan Açıkgöz ve misafir olarak bulunan Özgür Doğan'ı gözaltına alarak, Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube'ye götürdüler.
Yine aynı gün, aynı saatlerde İdil Kültür Merkezi ile birlikte bir çok kültür merkezi, dergi bürosu ve DKÖ'yü basan polisler, onlarca insanı gözaltına aldı.
Konu ile ilgili olarak Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Fotoğraf ve Sinema. Emekçileri (FOSEM), Kültür Sanatta TAVIR Dergisi, Grup Yorum Korosu, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi ve İdil Kültür Merkezi tarafından yapılan basın açıklamasında; "...İnsanlarımızı gözaltına alarak, 1 Mayıs'ta alanları yalnızlaştırmanın hesabını yapan devlet, yıllardır olduğu gibi yine yanılmaktadır ve bu kaçınılmaz yenilgisini bir kez daha yaşayacaktır. Binlerce insanı da gözaltına alsalar, onbinler yine 1 Mayıs'ta alanlara akacak. Durduramayacaklar halkın coşkun, akan selini..." denildi.
Gözaltına alman İdil Kültür Merkezi çalışanları, 2 Mayıs'ta çıkarıldıkları DGM Savcılığı tarafından serbest bırakıldı.
Delikanlı Taşanlar'ın "0lur"uyla... Grup Yorum'un 29 Mayıs tarihinde Bursa'da gerçekleştireceği konser, Valiliğin "olur"uyla, Bursa Emniyet
Müdürlüğü tarafından yasaklandı. Yasaklanma gerekçesi olarak, Grup Yorum'un Bursa Konseri için başvuru yapan Mix Radyo TV ve Reklam San.
Tic. AŞ. Yönetim Kurulu'na Bursa Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü tarafından gönderilen yazıda şu sözlere yer verildi: "İlgi dilekçenizle 29.05.1998 günü saat 20.00'da İlimiz Kültürpark Açık Hava Tiyatrosu'nda tertiplemek istediğiniz
ve sanatçı "GRUP YORUM'un" katılacağı KONSER'e Valilik Makamının 20.05.1998 gün ve 2324 sayılı olurları ile gerekli izin verilmemiştir."
Bursa Valisi "Delikanlı" Orhan Taşanlar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü yaptığı dönemde Grup Yorum konserlerini engellemek için tüm keyfiliğini ve baskı yöntemlerini pervasızca kullanırken, şimdi keyfiliğini iki satırlık bir karşı yazıyla ve "olur"la sürdüreceğini zannediyor. Ancak kendisi de iyi biliyor ki, tüm engellemelere karşın İstanbul'da Grup Yorum'un halkla buluşmasını engelleyememişti. Grup Yorum en zor koşullarda dahi etkinliklerini, faaliyetlerini sürdürmüştü. Vali Taşanlar, İstanbul'dan kaçarken, bir çok şeyden olduğu gibi Grup Yorum'dan da kurtulamayacak ve onun ismini daha çok duyacak. Sadece konser başvurularıyla değil, engellemelere rağmen gerçekleşecek etkinliklerle Grup Yorum, Bursa'da emekçi halkla bir çok kez biraraya gelecek.
105.7 Çevre Radyo'ya 30 Gün Kapatma Cezası Verildi Emeğin, Özgürlüğün, Kardeşliğin Sesi 105.7 Çevre Radyo, 4 Aralık 1997 tarihinde yayınlanan istekler progra
mında bir şarkı sözünün "toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk ettiği ve toplumda nefret duyguları oluşturduğu" gerekçesiyle 30 gün süreyle kapatıldı.
Gerekçe olarak, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)'nun 3984 sayılı kanununun 4. maddesinin (g) bendi hükmünün ihlali gösterilen kapatma cezası, 15 Mayıs Cuma günü saat 00.00'dan itibaren yürürlüğe girdi.
Bunların yanı sıra, 8 Nisan günü, Bayrampaşa Hapishanesi'ne, tutsakları ziyarete giden 105.7 Çevre Radyo program yapımcısı Çiğdem Güner, görüş çıkışı Siyasi Şube polisleri tarafından firar girişimi bahane edilerek gözaltına alındı. Üç gün gözaltında tutulan Çiğdem Güner, 11 Nisan günü çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konuldu.
Ayrıca 1 Mayıs günü, Abide-i Hürriyet Meydanı'ndaki mitingi izlemeye giden 105.7 Çevre Radyo muhabirleri Martı Çağın ve Selda Yeşiltepe, polisin saldırısı sonucu gözaltına alındılar. Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube'de
. gözaltında tutulan radyo muhabirleri, 6 Mayıs günü, savcılığa çıkarılmadan serbest bırakıldılar.
48