İcab-ı hal | sayı: 6

32
İcab Hâl 26 nisan 2012 | SaYI 6 i.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz Bir Dönem Biterken...

Upload: icab-i-hal

Post on 09-Mar-2016

293 views

Category:

Documents


12 download

DESCRIPTION

Toplumcu Hukukçular Kulübü yayını

TRANSCRIPT

Page 1: İcab-ı Hal | Sayı: 6

İcab-ı Hâl26 nisan 2012 | SaYI 6 i.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

H U K U K T a T O P L U M c U T a V I R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

Bir Dönem Biterken...

Page 2: İcab-ı Hal | Sayı: 6

[email protected]/toplumcuhukukcularkulubu

Sahibi: Onur Güneş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cankat aydın

adres: aksaray Mah. Katip Muslihiddin sok. no:9/9 Fatih istanbul

baskı: Yön Matbaa Davutpaşa Cad. Güven sanayi sitesi B Blok K:1 no:366 Zeytinburnu istanbul

İletişim:

Aynı Tas, Aynı Hamam, Yeni Anayasa

Türkiye’de İrtica Tehdidi Var mı?

Hukuk: Marxizm İçin Mayınlı Bir Arazi mi?

Hukukun Sivas’ta Yakanlarla İmtihanı

AKP ile Eğitim Sistemmi: 4+4+4

Galatasaray Üniversitesi Cihan’ı Geri Aldı

Bir Değerlendirme

Bakan Edebi Bir Kenera KoyduSağlık emekçilerine Şiddet Tırmanıyor

Ölüyoruz Kardeşler!Ceplere Kor Düştü!

Haydi 1 Mayıs’a

İşçi Sınıfının Sesi: Sendikalar

12 Eylül Davasında Ailelerin Müdahillik Talepleri ReddedildiAyrımcılık Körükleniyor

Tortum’da Leyla Kazandı: HES DurdurulduMelih Gökçek Dikmen Vadisi ile İlgili Yargı Kararını Dinlemedi

Zonguldak Çaycuma Köprüsü ÇöktüSivas Katliamı Davası Zamanaşımından Düşürüldü

‘Server Tanilli’yi Anıyoruz: Akademi ve Aydınlanma’Dersaneler ve Sınavlar Kalkacak’mış

Eğitimi Gericileştirme ve Piyasalaştırma Kanunu: 4x3Her Bijîn Newroz!

Fotoğrafta Kuvvetli Bir Kadın Yumruğu - Tina Modetti

Şiddet Yasasının Getir(eme)dikleri

Sivas’ta Katledilen Şairler Anısına

4

6

8

10

12

15

14

16

17

18

19

20

21

22

23

24

26

28

30

YEREL SÜRELİ YaYIN

Page 3: İcab-ı Hal | Sayı: 6

Türkiye’nin girdiği yeni dönemde soruşturmalar, yargılamalar veya cezalandırmalar sadece mahkemeler eliyle vücut bulan süreçler olmaktan çıktı. Artık mahkemelerden önce medya, cemaate yakın kalemler veya hükümet yetkilileri de bu süreçleri başlatıp nokta koyabiliyor. Dolayısıyla artık mahkemelerin bağım-sız olup olmadığını tartışmanın bir karşılığı yok çünkü neredeyse gerekli olup olmadıkları tartışılacak. Geride bıraktığımız 2 aylık sürede bir takım yeni gelişmeler oldu. İcab-ı Hal’ in geçmiş sayılarda sıklıkla işlediği toplumsal davalarda yaşanan tahliyeler, önümüzdeki sürece dair yeni değerlendir-meler yapmamız gerektiğine dair işaretlerdi. Odatv davasında Ahmet Şık, Nedim Şener, Coşkun Musluk ve Sait Çakır, KCK davasında Ragıp Zarakolu ve medyada puşi davası olarak anılan yargılamanın tek sanığı Cihan Kırmızıgül tahliye edildi. Uzun tu-tukluk süreleri ve basın özgürlüğü eksenli şikayetlerin yükseldiği bir dönemde, AKP’ nin, “buyrun işte suçsuzsa bırakıyoruz, yalan mı?” diyebilmesi elbette kendileri için önemlidir. Bizim içinse bu yargılamaların yarattığı toplumsal tepkinin önüne yem atılmasın-dan başka bir şey değildir. Değinilmeden geçilmemesi gereken bir diğer husus ise AKP’ nin dış politika konusunda takındığı kana susamış tavırdır. Suriye’ ye bir emperyalist müdahalenin gerçekleştirilmesi için Tayyip Erdo-ğan ve Ahmet Davutoğlu uzatılan her mikrofona dert yanmak-tadır. Medya ise Suriye’ ye yapılması muhtemel bu operasyona, elinden gelen katkıyı göstermektedir. Türkiye’ de böyle süreçler yaşanırken dergimize ve kulübümüze dair de sizlerle paylaşacağımız yeni gelişmeler var. İcab-ı Hal, İstanbul Üniversitesi’ nin sınırları dışına çıkıyor. Bilgi Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakül-teleri’ nden bizimle aynı kaygıları taşıyan, memleket sorunlarına birlikte çözüm üretmek adına ‘üretmenin’ gereğini hisseden arkadaşlarımızla görüştük ve İcab-ı Hal’ i birlikte çıkarmaya karar verdik. Önümüzdeki dönemde bu üniversitelerde de Toplumcu Hukukçular Kulübü kurulacak ve İcab-ı Hal bir merkezi yayın haline gelecek. Hep birlikte daha nitelikli çalışmalar yapmak ve önümüzdeki dönem tekrar bu satırlarda görüşmek dileğiyle... İCAB-I HÂL YAYIN KURULU

Page 4: İcab-ı Hal | Sayı: 6

4 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

 Meclis başkanı Cemil Çiçek neredey-se son 6 aydır yurdun dört bir yanını gezip, anayasa çalışmaları için görüş toplamakta. Hüseyin Gülerce’nin de-ğişiyle(1) bu toplantıların amacı, yeni anayasaya tüm vatandaşların elinin değmesi. Ne güzel ne hoş… İnsan is-temeden de olsa bir umuda kapılmıyor değil. Lakin bu demokrasi karnavalı başlamadan önce hali hazırda AKP’nin aşamadığı pek çok sorun var. Dışarıda yürütülen Suriye politikası, içeride tutuklu gazetecilerin, milletvekillerinin ve öğrencilerin durumu, Kürt sorunu gibi konularda hükümetin toplumsal barış ve uzlaşı söylemlerinin havada kalmış olması, ayrıca başkanlık sistemi ve cumhurbaşkanlığı gibi konularda AKP ve cemaat arasında henüz bir netlik olmaması, anayasa hazırlama-nın AKP için hiç de kolay olmadığını göstermekte. Bu süreci biraz daha açmaya çalışalım…

Asli Kurucu İktidar-Tali Kurucu İktidarİşin öncelikle  hukuksal boyutuna göz atacak olursak karşımıza asli kurucu iktidar kavramı çıkar. Bu kavram ana-yasa hukukunun temel kavramların-dan biri ve belki de en önemlilerinden-dir. “Asli kurucu iktidar kadar ayağınıza taş düşsün.”(2) diyenleri anlamak adına bunu biraz açalım. Asli kurucu iktidar(3) en yalın haliyle; (yeni) bir

anayasa yapma sürecinde, anayasa yapacak olan iktidarın herhangi bir hu-kuk kuralı ile bağlı olmaması anlamın-da kullanılmaktadır. Yani, yeni anayasa yapacak iktidar, örneğin ne yürürlükte olan anayasadaki anayasa değiştiril-mesine ilişkin usul kurallarıyla, ne de maddi anlamda o iktidarı sınırlayabi-lecek, örneğin değiştirilemez ana-yasa kurallarıyla bağlı olacaktır. Asli kuruculuk değişik durumlarda ortaya çıkabilir. Darbe veya ihtilal tarihte en sık karşılaştığımız örnekler arasın-dadır. Bu durumda AKP’nin bir asli kurucu iktidar olduğunu söyleyemeyiz. AKP, tüm usul kurallarını hiçe sayıp kendinde böyle bir yetki görebilir; ancak hukuken hükümsüz kalmaya mahkûmdur. Tali kurucu  iktidar ise mevcut anayasa kurallarını değiştirir-ken ya da bunlara yenilerini eklerken, yürürlükteki anayasanın koyduğu kurallar çerçevesinde hareket eder. Yani AKP bir tali iktidardır ve yeni bir anayasa yapamaz. Sadece var olan anayasal sınırlar içinde yasal düzenle-meler yapabilir.             

Cici DemokrasiAKP anayasa çalışmalarına başlarken tüm toplumsal kesimlerle işbirliği içinde olacağına dair antlar içmiş olsa da bunu bir pazarlık konusu yapacağı herhalde pek tahmin edilemeyen bir durum değildi. Nihayetinde toplumsal muhalefetin ve Kürtlerin çoğunun hapse atıldığı bir sürecin sonunda anayasa pazarlıklarına başladı. Her türlü muhalefet aygıtı AKP’nin önüne

çıkmaması için bir şekilde dizginlen-miş durumdayken, geri kalanlarla pazarlık etmenin -daha doğrusu tehdit etmenin- işleri kolaylaştıracağı aşikâr. Sivas katliamcılarını serbest bırakır-ken,  birçok akademisyeni “terörist” diye hapislerde tutarken, öğrenci-leri sebepsiz yere hapse atarken, Suriye’ye karşı savaş çığırtkanlığı yaparken toplumun anayasaya karşı bu kadar ilgisiz olması şaşırtıcı değil. Bu dillendirilemeyen durum sebebiy-le,  yandaş medya her gün anayasa çalışmalarının kavgasız gürültüsüz, gayet nezih ortamlarda hazırlandığını iddia eden sayfa sayfa haber yapıyor. Cemaatin yayın organlarının bu kadar heveskar ve TÜSİAD’ın, sabırsız bir çocuk gibi zıplayarak, anayasa yapımı-nı hızlandırıcı çözüm önerileri ortaya atması(4)  aslında durumun  pek de parlak olmadığının göstergesi. Meclis içindeki ve meclis dışındaki tüm siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının uzlaştığı bir tek nokta var o da artık yeni anayasa için  daha fazla beklen-memesi gerektiği. Burada TÜSİAD’ın, cemaatin  ve de  sağ partilerin sabır-sızlığını anlamak mümkün ancak AKP ‘nin dayatmacı ve faşizan  tutumu bu kadar açık iken  ve muhalif kesimlere, sola ve Kürtlere dönük yürüttüğü sal-dırgan politikalar ortadayken , özellikle sol liberal cenahın hala demokratik ve özgürlükçü bir anayasa beklentisini anlamak zor fakat şaşırtıcı da değil. Ancak insan sormadan edemiyor: Nereye kadar yetmez ve nereye kadar evet..?   

AYNI TAS, AYNI HAMAM, YENİ ANAYASA

ezginur şahin

Dışarıda yürütülen Suriye politikası,  içeride tutuklu gazetecilerin, milletvekilleri-nin ve öğrencilerin durumu, Kürt sorunu gibi konularda hükümetin toplumsal ba-rış ve uzlaşı söylemlerinin havada kalmış olması, ayrıca başkanlık sistemi ve cumhur-başkanlığı gibi konularda AKP ve cemaat arasında henüz bir netlik olmaması, anayasa hazırlamanın AKP için hiç de kolay olmadığını göstermek-te. 

Page 5: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 5

12 Eylül TiyatrosuZamanın hızla aktığı günlerden geçi-yoruz. 12 Eylül darbesinin üstünden 31 yıldan fazla zaman geçtikten sonra, AKP iktidarının 10’ncu yılında Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasına başlanıldı. Yeni bir anayasa yapılması noktasında inan-dırıcı olmak adına şeklen de olsa “12 Eylül ile hesaplaşılıyor” görüntüsü ver-mek zorundaydılar. Oysa 12 Eylül’ün bütün kurumları hala yaşıyor ve AKP’ nin baskı aracı olarak işlev görüyor-ken, bugünkü tutuklu sayısı  darbe zamanlarını bile geride bırakmışken, iki yaşlı generali ortaya sürerek yargı-lamak kötü bir tiyatro oyunundan başka bir şey olmasa gerek. 12 Eylül İddianamesi’nin hazırlanma-sı  anayasa çalışmalarına hız verilen ve toplumsal bir uzlaşı görüntüsünün yaratılmasına en ihtiyaç duyulan anda yapıldı. Böylelikle hem darbeyi hem de darbe sonrası yazılan anayasayı mahkûm etmiş görüntüsü vermeye çalıştılar. Sanki son 10 yıldır bu anaya-sayı kullanmıyoruz gibi, sanki Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya saklandık-ları delikten daha dün çıkmış gibi… 10 yıl onlar için bir çırpıda geçmiş olacak ki 1982 anayasasıyla ülkeyi yıllardır yönettiklerini unuttular.

Başkan Olma RüyasıTartışılan başka bir konu ise başkanlık sistemine geçip geçilemeyeceğiydi. Başbakan’ın ve AKP milletvekillerinin çoğunun, şu andaki tüzüğe göre, bu seçim dönemi sonunda  artık aday olamayacaklarını düşünürsek, Tayyip Erdoğan’ın anayasadan en büyük beklentisi  kendisini  tek adam yapa-cak başkanlık sistemine geçmektir. Böylece hem siyasi yaşamına devam edebilecek hem de Gül’ün ve cemaatin etkisini kıracak güce sahip olabilecek. Bilindiği gibi önce şike davasındaki bir yasal düzenlemeyle başlayan daha sonra da MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın savcılığa çağrılmasıyla hat safhaya çıkmış olan Erdoğan-cemaat geriliminin artarak devam ettiğini söylemek mümkün. Bu noktada bu iki güç arasında iktidar paylaşımı noktasında ciddi sorunların yaşandığı iddia ediliyor. Olabilecekleri kestirmek içinse henüz erken ancak bu gerilimin öyle basit bir şey olmadığı da açık.  

Sonuç YerineAKP bu anayasa yapım sürecinde pa-zarlıklarına başladı bile. Genel bir irade yaratana kadar da devam edecekler. Amaçları en yakın zamanda bir anaya-sa oluşturmak olsa da toplumun bunu nasıl karşılayacağı ve solun bu süreçte nasıl tavır takınacağı belirleyici olacak-tır. Ne derece başarılı olurlar bilinmez ama AKP’nin bu işin altında tek başına kalkamayacağını görebiliyoruz.

Dipnotlar:1.     http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=12555912.     http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=12633643.     Bülent TANÖR, Anayasa Hukuku4. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ile anayasa profesörleri Ergun Özbudun ve Turgut Tarhanlı tarafından kamuo-yuna açıklanan yeni anayasa taslağın-da şu öneriler yer alıyor:Laiklik: 1982 Anayasası’nın din ve vicdan özgürlüğünün kötüye kullanıl-ması yasağını düzenleyen 24. madde-sinin son fıkrası, dini inancın her türlü sosyal görünümünü yasaklamaya müsait olması nedeniyle çıkarılmalıdır.Din hanesi kalkmalı: Nüfus kâğıtlarında din hanesi bulunma-malıdır. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin ilköğretim okullarında zorunlu ders olarak yer alması hükmü yeni anayasada yer almamalıdır.Anadilde eğitim: Anadilinde eğitim ve anadilin öğreniminde adım atılması için gerekli toplumsal ve pedagojik (öğretmen, müfredat vb.) altyapı-nın oluşturulmasına ilişkin tedbirler alınmalıdır.Parlamenter sistem: Başkanlık sistemine geçiş, idarenin ve yürüt-me organının yapısının bu sisteme uyarlanmasını gerektirmektedir. Yeni anayasa parlamenter sistemi benim-semelidir.Askere sivil atama: Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmak-tan çıkarılmalıdır. Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır. Yüksek komuta kademesine atamaları sivil otorite yapmalı.Savunma harcamaları: Savunma harcamalarının denetimi Sayıştay tarafından etkin bir biçimde yerine getirilmelidir. Savunma harcamaları TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu tara-

fından da sıkı bir biçimde incelenmeli ve denetlenmelidir.YÖK yerine yeni bir yapı: Yükseköğre-tim Kurulu yerine, üniversiteler arası planlama ve koordinasyondan sorumlu yeni bir yapı kurulmalıdır. Akademik özgürlükler ve özerklik güvence altına alınmalıdır.Bölgesel yönetim: Demokrasinin ye-rel düzeyde güçlendirilmesi gerekmek-tedir. Bu yaklaşım, yerel yönetimlerin etkinlik ve verimliliğini arttıracağı gibi, özellikle Güneydoğu’ya hâkim olan Kürt sorununun ve diğer kimlik sorun-larının çözümüne katkı sağlayabilecek-tir. Üniter devlet ilkesinin esnetilmesi ile ortaya çıkan bölgeli devlet yapısı da tartışılabilir.Cumhurbaşkanı seçimi: Yeni anaya-sada parlamenter sistem benimsen-melidir. Cumhurbaşkanı bugün geniş yetkilere sahiptir; bu yetkiler sınırlan-dırılmalıdır. Parlamenter rejim çoğulcu hale getirilerek işletilmeye devam etmelidir ve yeni anayasada tıkanık-lıkları giderebilecek mekanizmalar öngörülmelidir.Başörtüsüne özgürlük: Üniversite öğrencileri, milletvekilleri, öğretim üyeleri ve belli kurallar dahilinde kamu görevlilerinin başörtüsü kullanmaları-na engel olunmamalıdır. Ancak hâkim, savcı, polis, asker gibi kamu görevlileri; ilk ve ortaöğretimdeki eğitimciler; üni-versite öncesi öğrenciler dini simgeler taşımamalı.Türklük kavramı: Yeni anayasa devlet odaklı değil birey odaklı felse-feyle kaleme alınmalı, tarafsız olmalı, milliyetçiliğe yer vermemeli, vatandaş-lık ‘Türklük’ kavramına yer verilmeden tanımlanmalı. Anayasada ‘Türk Milleti’ veya milliyetçiliğe atıf yapan ifadeler yer almamalı.İfade özgürlüğü: İfade özgürlüğünü sınırlayan ceza mevzuatındaki bir dizi kanun hükmü değiştirilmeli. Örgütlen-me özgürlüğü de aşırı sınırlamalardan arındırılmalı ve özellikle siyasi partiler mevzuatı liberalleştirilmelidir.Seçim barajı: Milletvekili genel seçi-minde geçerli olan yüzde 10’luk ülke barajı yüksektir ve 2011 seçiminde daha düşük bir baraj uygulanması yeni anayasayı kabul edecek parlamento-nun temsil gücünü arttırır.

Page 6: İcab-ı Hal | Sayı: 6

6 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

28 Şubat soruşturması için düğmeye basıldığı şu günlerde, geride kalmış (veya bırakılmış) bir tartışmayı tekrar açmak, süreci doğru okumak adına gerekli görünüyor. Türkiye’nin 90’lı yıllarına damgasını vurmuş, sonuçları itibariyle en önemli olayı şüphesiz ki 28 Şubat sürecidir. Her yönüyle aydınlatılmaya değer ve birçok açıdan kafa karışıklığına sebebiyet veren, birçok tartışmayı beraberinde sürük-leyen, mağdur ve muhatabın birbirine karıştığı bir dönem olarak 28 Şubat’ı ve onun en önemli aktörlerinin siyasi konumlanışlarını bilmekte yarar var.Birçoklarına göre kültürel açıdan; televizyon dizilerinin, pop kültürü tırmanışının, atari oyunlarının döne-mi olsa da 90’lı yıllar, siyasi arenada Türkiye’nin geçtiği en karanlık dönem diye adlandırılabilir. Özellikle Özal son-rası ortaya çıkan garip koalisyonların yarattığı iktidar boşluğu, uluslararası sermayenin çok da hoşuna gitmeye-cek karmaşa ve belirsizlik dolu yıllara gebe olmuştur.SSCB’nin 90’ların başında çözülmesi sonrası, uluslararası dengelerde birta-kım değişikliklerin olması kaçınılmazdı. Emperyalizmin başat aktörlerinin, SSCB karşıtı olarak yarattığı birçok kuruluşun misyonu artık değişmeliy-di. Aksi halde bu karşıtlık üzerinden

konumlanışlarını belirleyen NATO gibi kuruluşlar boşluğa düşer ve emperya-lizme hizmet noktasında gereksizleşir-di. Kısacası yeni bir düşmanın yaratıl-ması vakti gelmişti. O düşman “terör” olarak isimlendirildi.Uluslararası arenada Birinci Körfez Savaşı olarak başlayan bu süreç Irak’ a karşı girişilen emperyalist operasyonla kendisini gösterdi. Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucu dünya petrol rezervle-rinin %20’ sini ele geçirmiş olması, elbette bazılarını mutlu etmeyecekti. Ve operasyon hemen ardından geldi. 1990 ve 1991 yılları sınırlarımızda yaşanan ciddi bir savaşa tanık oldu. Sonuç binlerce ölü ve yaralı, ABD’nin petrol rezervlerini uzunca bir süre bedava kullanması ve yine ABD’nin ürettiği silahları “terör tehdidi” gerek-çesiyle birçok ülkeye yüksek maaliyet-lerle satması. Savaş sırasında oyunun dışında kalmak istemeyen Türkiye’nin payına ise zarardan başka bir şey kalmadı.Savaşların ardı arkası kesilmedi.; Afga-nistan işgali, Irak işgali, Bosna Savaşı hep bu dönemde emperyalizmin yeni düzen arayışının sonucu olarak karşı-mıza çıktı.Dünya bu bunalımlardan geçerken Türkiye de belirsizlikten nasibini aldı ve bir kaos dönemi başlamış oldu. Sadece 1993 yılında Uğur Mumcu suikasti, Sivas Katliamı’nda 35 insanın can vermesi, Turgut Özal ve Eşref

Bitlis’in şüpheli ölümleri gibi olay-lar yaşandı. Aynı yıl Turgut Özal’ın ölümünden doğan cumhurbaşkanlığı makamı boşluğunu Süleyman Demirel, ondan doğan başbakanlık makamı boşluğunu ise Tansu Çiller doldurdu.“Terör Dönemi” başlamıştı; faili meçhullerin, gereksiz tutuklama ve cezalandırmaların, yargısız infazların, kontrgerilla faaliyetlerinin ardı arkası kesilmiyordu. Ayrıca 94 yerel seçim-leri,, emperyalizm tarafından o güne kadar bir iktidar alternatifi olarak düşünülmemiş Refah Partisi’ nin yaptı-ğı çıkışı gösteriyordu. Aynı RP çıkışını sürdürdü, 95 seçimlerinde birinci parti çıktı ve 1996 yılında kurulan Refah-YOL hükümetinin başbakanı Necmet-tin Erbakan oldu.

28 Şubat Mgk Kararları Ve LaisizmRefah Partisi’nin iktidara gelişi, burju-vazinin hesapları dışında ortaya çıkan bir sonuçtu. 90’ların kaos ortamından faydalanmayı beceren RP, belediyeler-de elde ettiği başarıyı genel seçimlere de taşıdı. Fakat uluslararası sermaye-nin burjuva siyasetlerine çizdiği sınır ve yeni oluşum sürecinin gereklilikleri, RP’nin ulusal burjuvaziyi ihya etmek özlemi ile çelişiyordu. Halkı gericilik kıskacı ile etkisizleştirmeye, sınıf ha-reketlerini sönümlendirmeye muktedir olan iktidar yapısı, yabancı sermaye-nin ihtiyaçlarına cevap verebilecek düzeyde değildi. Türkiye’deki iktidar

onur güneş

TÜRKİYE’ DE İRTİCA TEHDİDİ VAR MI?

Burjuvazinin dönem dönem

kullandığı söylemler vardır.

Bir dönem kullandığını

sonrasında cezalandırır.

Page 7: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 7

anlayışının alışık olmadığı Avrupa Birliği’ne mesafe koyma, iktisadi yüzü-nü batıdan Ortadoğu ülkelerine dönme politikaları, elbette ki bir kapitalist devlette iktidarın gerçek sahipleri olan burjuvaziyi rahatsız edecekti.Dünyada yeniden yapılanma sürecine giren emperyalizm, Türkiye’de iktidara taşıdığı RP’yi alaşağı etmesi gerekti-ğini biliyordu. Bu gereklilik kendisini 28 Şubat günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu kararları ile dışa vurdu. Dünya-daki restorasyon sürecinin Türkiye’ye yansıması, bize özel yeni bir restoras-yon sürecinde vücut buldu. 12 Mart sürecinde partisi kapatıldıktan sonra İsviçre’ye giden ve 1973 seçimleri öncesi ayağına kadar gönderilen su-bayın, burjuvazinin kendisine ihtiyacı olduğu yönünde telkinleri sayesinde geri dönen Necmettin Erbakan’a aynı burjuvazinin artık ihtiyacı kalmamış-tı. Necmettin Erbakan’ı iktidardan almanın yolu ise belliydi. Burjuvazinin çok da umrundaymış imajı verdiği laiklik atı öne sürülecek ve toplumsal yaşamda gerçekleştirilecek bir takım değişiklikler ile hem Erbakan iktidar-dan indirilecek, hem de laikliğin içi boşaltılarak, türban sorununa sıkıştı-rılacaktı.İstenen oldu. 28 Şubat günü Erbakan’ın önüne konulan MGK Karar-larının bulunduğu kağıt, imza edilmek zorundaydı. Aksi halde başa gelecek-ler Türkiye tarihinin önceki sayfaların-da gayet berrak bir biçimde yazıyordu.

İmzalandı ve süreç başladı.Refah-Yol iktidarı döneminde ger-çekten de tarikatların, cemaatlerin çalışma alanı büyüdü. Dinci gericilik konusunda ciddi bir yol katedildi. Laiklik karşıtı söylemler gerçekten de sarfedildi. Fakat bu yaşananlar müdahalenin sebebi değil kılıfydı. Bu durumun iki adet göstergesi var. Bi-rincisi laiklik konusunda burjuvazinin süreç sonrası attığı adımlar gösterme-lik ve arkasından dolaşmak şeklindey-di. Her zamanki gibi sosyal demokrasi geçici olarak iktidara getirildi ve ılımlı politikalarla aşırı gerilmiş sinirler rahatlatıldı. İkincisi yolu açılanlara, gömlek değiştirenlere ve dolayısıyla 28 Şubat’tan asıl zaferle çıkanlara bakmak gerekir.Buraya kadar aktarılanların özeti şunlardır;1. 90’lar bir kaos dönemidir ve Türkiye yeni düzene alışırken ciddi sancılar çekmiştir.2. RP, burjuvazinin toplumsal gerici-lik adına hep gerekli gördüğü; fakat iktidar olmasına müsaade etmeyeceği bir partidir.3. Burjuvazinin dönem dönem kul-landığı söylemler vardır. Bir dönem kullandığını sonrasında cezalandırır. Bugün kullanılan söylemler nasıl özgürlük ve demokrasi ise 90’ların söylemi de laikliktir. Bugün burjuvazi laikliğin üstünde tepinmektedir.Yukarıdaki ikinci sonucu biraz daha aç-mak adına RP’nin devamı olan Fazilet

Partisi’ne açılan kapatma davasında bu partinin savunmasından kısa bir bölüm aktarmak faydalı olacaktır. “Fa-zilet Partisi diğer tüm siyasi partiler gibi Cumhuriyetimizin ilk yıllardan beri varolan siyasi bir geleneğin günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanmış bir versiyonudur. Bu bakımdan parti-miz Serbest Fırka, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi tarafından oluşturulmuş siyasi mirası, bu partilere hizmet eden kişileri, bu partiler tarafından ortaya konulan genel ideolojik yaklaşımları şu ya da bu ölçüde bünyesinde barındıran muhafazakar bir merkez sağ partidir.”  Ne kadar devletli parti varsa hepsinin devamıyız demenin başka bir yolu olmasa gerek.

Burjuvazinin İrtica İle İlişkisiTürkiye burjuvazisi 90’larda irtica kar-şıtı kesilmiş laikliğin önemi ve değe-rinden şöyle dem vurmuştu. “Lâiklik’, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzı-nın yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiş-tir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır.” Refah Partisi’nin ka-patılması için savcı tarafından yazılan iddianamede laiklik böyle tanımlan-maktadır. Bugün bu tanımı yapabilen savcının görevinde kalması mümkün değildir. Zira dönem laikliğin içini bo-şaltma, ona küfretme dönemidir.Bugün yapılanların sebebi laikliği ortadan kaldırmak değil, onun savcının ifadesi ile “dar anlamıyla” dahi geri dönmesini engellemektir. Yaşadığımız ülke laik olmaktan çok uzaktır. Dolayı-sıyla baştaki soruya dönecek olursak Türkiye’de irtica tehdidi yoktur. İrtica, zaten iktidardadır.

Page 8: İcab-ı Hal | Sayı: 6

8 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Dini temel üzerinde yükselen dünya görüşü, Ortaçağ toplum yapısının do-ğal bir sonucu olmakla beraber, feodal örgütlenmenin ihtiyaçlarına da yanıt veren bir olguydu. Her bilgi ve düşün-ce kilisenin öğretilerine uygun olduğu ölçüde doğruydu. Kilisenin manevi hayatta edindiği misyon ise oldukça maddi temellere dayanmakta, feodal devlet düzenini kutsallaştırmaktaydı. Feodal düzenin içinde filizlenen bur-juva sınıfının toplumdaki egemen güç olması basit bir iktidar değişikliğinden ibaret görülmemelidir; üretim ilişkileri, toplumsal yapı değişirken, devlet ve hukuk da burjuvazinin ihtiyaçları doğ-rultusunda yeniden yapılandırıldı. Fe-odalizmin dünya görüşü burjuvazinin üretim ilişkilerine uyamazdı artık.Yenilen düzene hükmeden kilisenin onay ve yaptırım mercii olması, eko-nomik ve toplumsal ilişkilerin onun tarafından yaratıldığı görüntüsünü veriyordu. Kilisenin burjuvazinin ihti-yaçlarını karşılayamayacağı görülünce, bu ilişkilerin kutsal bir irade tarafından yaratılıp korunmadığı anlaşıldı; ancak yeni kurulan düzenin bir perdenin ardına saklanması, kendisine yeni bir “yaratan” bulması gerekiyordu. Yaratan demeliydi ki “herkes kanunlar önünde eşittir”. Eşitsizlikler bu masal perdesinin arkasına saklandığı ölçüde burjuvazi egemenliğini sağlama ala-bilirdi.Böylece kuruculuk ve koruyuculuk

rolü hukuka ve onu yaratan devlete verildi. Burjuvazi kendi çıkarlarını toplumun ortak çıkarları olarak kabul ettirme gereksinimi sonucu, iktidarını devlet görüntüsü altına gizledi. İnsa-nın dinden kurtuluşu ona sadece din özgürlüğü verdi, feodal mülkiyetten kurtuluşu ona sadece mülkiyet edin-me özgürlüğünü verdi. Kilisenin yerini devlet, dogmanın yerini hukuk aldı. Artık tanrının buyrukları yerine huku-kun emredici hükümleri vardı. Marx ve Engels’te hukuk               ““Hukuksal dünya anlayışı”, bu de-ğişim/gelişim sürecinin ürünüdür. Feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında, burjuvazinin oluşan yeni ekonomik koşullara uyarladığı dünya anlayışıdır. (…) Hukuksal renklerle bo-yanarak kapatılmış kapitalist ilişkiler, ancak boyanın kazınmasıyla asıl rengi-ni verecektir. Hukuksal rengin tonu ve kaç kat boyanacağı ise sınıf mücadele-lerinin tonuna şiddetine bağlıdır.” [1]Hukukun, Marksizmin kurucuları Marx ve Engels tarafından bütünlüklü bir çalışmanın konusu yapılmamış olması ve gelecek kuşaklara Marksist bir hukuk teorisi bırakmamış olmaları-nın temel nedeni  “hukuksal dünya görüşü”nün reddidir. Kendisi de hukuk eğitimi almış olan Marx, bu sonuca hukuksal çözümlemeler yaptığı çalış-malarıyla, gençlik yıllarında varmıştır. Çalışmalarını ilerlettikçe devletin, siyasetin, dinin olduğu kadar hukukun da kökenini üretim ilişkilerinde bulan Marx’ın ilgisini kökene yöneltmesi do-ğaldır.  “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin

Eleştirisi’ne Giriş adlı yapıtında Marx hukuku din ile birlikte insanın yaban-cılaşması olarak nitelemiştir. Şu farkla ki din, yabancılaşmanın “kutsal görün-tüsü” iken hukuk bu yabancılaşmanın “yercil biçim”lerindendir.” [2]Marksizm için aşılması gereken bir yabancılaşma alanı olarak görülen hu-kuk, üretim ve mülkiyet ilişkileri içinde değerlendirilerek aşılabilmiştir.Marx, J-B Schweitzer’e yazdığı mek-tupta mülkiyet üzerinden verdiği örnekte; mülkiyetin ne olduğunu anlamak için onun hukuksal ifadesine bakmak yeterli değildir, mülkiyetin asıl anlamı üretim ilişkileri içinde, eleştirel bir bakış açısıyla kavranabilir, der.Bir üstyapı kurumu olarak hukuk“Hukuka, bir üst yapı kurumu olması nedeniyle, Marx’ ın altyapı-üstyapı çözümlemelerinde bolca değinilmek-tedir. Toplumsal üretim ilişkilerinden oluşan altyapı, belirli toplumsal bilinç biçimleri olan üstyapının temelini oluşturmakta ve (tabii ki sınıfsal yapıyı unutmamakla birlikte) altyapı üstyapıyı belirlemektedir. Buradan da şu sonuç çıkmaktadır: Toplumsal gerçeklik, hukuksal gerçekliğin belirle-yenidir.”[3]Hukukun kökeni olarak görülen üretim ilişkileri tek belirleyen değildir, bir üst-yapı kurumu olan hukukun da üretim ilişkileri (yapı) üzerinde etkisi bulun-maktadır. Üstyapı kurumları kapitalist üretim ilişkilerinin düzenlenmesine ve ona yol açılmasında yardımcı olur. Aksi görüş, hukuku bağımlı, özgün olmayan bir gölge konumuna yerleş-tirmektir. Özetle şöyle söylenebilir;

HUKUK: MARKSİZM İÇİN MAYINLI BİR ARAZİ Mİ?

“Hukukun toplum tarihin-den bağımsız bir tarihi yok-tur.”

                                               Karl Marx

suay ergin

Page 9: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 9

altyapı kurumları üstyapı kurumlarını, yani bunun içinde bulunan hukuku da belirlerken bu aynı zamanda karşılıklı bir ilişki biçiminde ilerleyerek bütünü oluşturur.“Ekonomik durum temeldir ama çeşitli üstyapı öğeleri - sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları - savaş bir kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb. - hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımlara katılanların beynindeki yanılsamaları, siyasal, hu-kuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha sonraki dogmatik sistemler halinde gelişmeleri, hepsi tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda ağır ba-sarak onun biçimini belirlerler.”[4]Değişime mahkum olan hukuk“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettik-leri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların en-gelleri haline gelirler.”[5]Hukuk, değişen üretim ilişkilerine uyum sağlayamadığı ölçüde bu ilişki-lerle çelişkiye düşer. Çelişkiye düştüğü ölçüde de bu ilişkilerin engeli haline gelir. Çelişkilerin giderilmesi amacıyla yapılan değişiklikler, hukukun sınıfsal yapısını ortaya çıkarır. Uygulamada oluşan sıkıntılar giderilse de huku-kun sınıfsal yapısının ortaya çıkışı, hukukun adalet dağıtan, herkese eşit mesafede duran, eşitlikçi ruhuna gölge düşürür. Kapitalist toplumda bu

değişimin seçimle iktidara gelenlerin oluşturduğu kuvvetler tarafından ya-pılması “halk iradesi”nin bu yönde ol-duğunu düşündürtse de yasayı yapan yine burjuva sınıfıdır, çelişkiyi ortaya çıkaran yine kapitalist üretim ilişkile-ridir ve sistem işlemeye devam etsin diye çelişkiler giderilmelidir.Hukukun salt iradede aranmaması gerektiği, Marksizmin hukuk alanına yönelttiği iki temel eleştiriden ikin-cisidir. Hukuka sınıfsal bir rol biçen Marksizme göre hukuk; soyut bir dev-let kavramının yarattığı bir “şey” değil, elle tutulup gözle görülmese de sahip olduğu somut araçlar yoluyla egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden, hatta onun varlık koşullarını oluşturan, yani kapitalist mülkiyet ilişkilerinin biricik koruyucusu durumundadır, toplumun büyük çoğunluğunda özel mülkiyetin fiilen olmaması ise hukukun ilgi alanı dahilinde değildir.Kamu hukuku-özel hukuk ayrımıHukuk alanında söylenecek bir diğer söz de kamu hukuku-özel hukuk ayrımında ortaya çıkmaktadır. Kamu hukuku kişi-devlet arasındaki ilişki-leri düzenlerken, özel hukuk kişi-kişi arasındaki ilişkileri düzenler. Kamu hukukunun düzenlendiği yasa bize öz-gürlüğümüzü bahşettiği maddenin bir alt fıkrasına eklemektedir “kamu gü-venliği açısından tehdit oluşturmadığı sürece!” Marx’ın deyişiyle:  “Metinde özgürlük, sayfa kenarında bu özgürlü-ğün kaldırılması.”Kamu hukuku burjuvazinin güvenliğini korurken özel hukuk, burjuvazinin var oluş koşulu olan özel mülkiyeti genel bir iradenin sonucu gibi açıklamakta,

onaylamakta ve korumaktadır, mül-kiyet bu nedenle hukukun konusu-dur. “Hukuk, evlilik ve boşanmada aşkı değil, mal birleşimi ve paylaşımını; ev-lat edinme ve ölümde, evlat sevgisi ya da yası değil, miras düzenlemelerini; vatandaşlık değiştirmede ülkesel aidi-yeti değil, mal varlığının hangi ülkenin burjuvazisinin tekelinde olacağını konu edinmektedir!”[6] SonuçGörüldüğü üzere, Marksizmin hukuk alanında söyledikleri bir alternatif oluşturmaktan çok eleştiri odaklıdır. Marx ve Engels genel bir hukuk ku-ramı oluşturmadıklarından klasiklere dayanan bir hukuk öğretisi oluşturmak da mümkün olmamıştır. Sovyetler Birliği deneyiminde hukuk alanındaki tartışmaların temelini sosyalizmde hukukun sönümlenip sönümlenmeye-ceği konusu oluşturmuştur. Sosyalizm koşullarında, eleştirilen burjuva huku-kunun yerini nasıl bir hukukun alacağı ise her ülkenin kendi öznelliği çerçe-vesinde yanıt bulacak bir sorudur.Üretim ilişkilerine bağlı ancak tama-men onun belirlemesi ile değil kar-şılıklı ilişki sonucu gelişen hukukun sınıfsal bir karakter taşıması, onu burjuvazinin elinde ideolojik bir sal-dırı aracı yapar. Salt hukuki alanda verilen mücadeleden medet ummak, burjuvazinin elindeki silahı kendine yöneltmesini beklemek anlamına gelir. Bu hukuksal kazanımların önemsiz olduğu anlamına gelmemekte, ancak verilecek mücadeleye sınıf karakteri kazandırmamak burjuvazinin en başın-dan beri emekçi halka dayattığı hukuk anlayışını kabullenmek anlamına ge-lecektir. Dipnotlar:1.  Kara, Kemal, Marx ve Engels’in Klasiklerinden Hareketle… Marksizmin Gözünden Hukuka Bakış, Gelenek, 2005,83.sayı2. Karahanoğulları, Onur, Marksizm ve Hukuk3. Kara, Kemal, a.g.e.4.  Engels, Friedrich, “Joseph Block’ a Mektup, Din Üzerine, Sol Yayınları, 1995, s.256-2575.  Marx, Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1993, Önsöz, s.22-236.  Kara, Kemal, a.g.e.

Page 10: İcab-ı Hal | Sayı: 6

10 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Sivas Davası’na ilişkin yazılan bir çok şey olduğu  ortada, fakat katli-amın gerçekleştiği günden davanın başlangıcına, dava süreci ve o dönem aktörlerinin tutumlarına değin bugün güncellikle bağını korumaya devam eden bir süreç olduğu da bilinen bir diğer gerçek. Fakat bugün Sivas Davası’nı  bizler için önemli kılan bir diğer olgu hiç kuşkusuz o dönemin ve günümüzün siyasi aktörlerinin siyasi rotalarında birbiriyle olan yakınlık ve akrabalık bağları ile Sivas Katliamı’na neden olan dinci gericiliğe karşı toplumsal muhalefetteki omurgasızlık halidir.Omurgasızlığın kaynağı bu yazının konusu olmamakla birlikte yol açtığı sonuçları göstermenin kimi açılardan bize önemli veriler sunacağı muhak-kak.

Dünyada ‘931993’ü hatırlamakta fayda var.1988’den itibaren o dönem tüm dünyada değişim süreci hızlanmış, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çözülmesiyle beraber emperyalizm 70 yıl boyunca ertelediği emperyal politikalarını hayata geçirmek için önündeki engelleri kaldırmıştı. Avru-pa’daki iktidarların SSCB korkusunun ekşimsi meyvesi olan sosyal devlet anlayışı tek kutuplu dünya ile beraber tasfiye olma sürecine girmiş ve Av-rupa sermayesi işçi sınıfıyla zorlu bir

mücadeleye girişmişti. ABD, SSCB‘nin çözülüşüyle beraber Irak’a müdahale etmiş, tüm dünyada sağa yönelim başlamıştı. Avrupa kıtasının sosyal demokrat hareketinin dibe vurduğu tarihin 90’ların başı olması bu açıdan bir tesadüf olarak değerlendirilemez.Kısacası, emperyalizm dizginlerini koparmış dünya, yeni bir kabusa uyanıyordu.

Türkiye’de ‘93Dışarıda bunlar yaşanırken Türki-ye’deki sermaye sınıfı çeşitli toplantı ve görüşmelerde dünyada yaşanan değişim sürecine ve denge siyasetine alışkın bir ülkenin tek kutuplu dün-yaya eklenmesine ilişkin bir arayışa sahipti. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, 93 yılının reformlar çağı olacağını söylemiş ve Demirel’in bu sözleri 1 Ocak günü tüm gazetelerin manşetlerinde yerini almıştı. Dönemin gazetelerinde “Tabular Yıkılıyor” baş-lığıyla yazılan bir çok yazıyı, günlerce süren tartışma programları izliyordu.Yeniden siyaset sahnesine çıkmaya çalışan işçiler, toplumsal muhalefetin dinamikleri, SHP’den ayrıldıktan sonra kurulan DEP’le beraber daha da şid-detlenen Kürt sorunu ve Ortadoğu gibi konular ana akım medyanın deyimiyle “Türkiye’nin uluslar arası sistemde oynayacağı rol açısından anahtar durumdaydı”.Alevilerin büyük bir kesiminin oylarını alan SHP, Turgut Özal’ın ölümünün ardında Demirel’in Cumhurbaşkanı olması için DYP’ye destek vermiş ve böylece DYP’nin başına geçen Tansu

Çiller dönemin başbakanı olmuştu.Artık gazete manşetlerini süsleyen “reformlar çağı” için harekete geçile-bilirdi.Aydınlara ve toplumsal muhalefetin çeşitli dinamiklerini susturmaya yöne-lik olarak, bir çok aydın bu yıllarda faili meçhul cinayetlerle katledildi. Tansu Çiller’in meclis kürsüsünden PKK’ye haraç verdiği iddiasıyla okuduğu isim listesi sonrası, aralarında Kürt iş adamlarının da olduğu bir çok siya-setçi ve aydın faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş, binlercesi de mahkum edilmişti.12 Eylül ile birlikte toplumun üzerine çöken gericilik SHP-DYP koalisyo-nundan aldığı  sınırsız güç ile örgüt-leniyor; Kürt halkının, emekçilerin ve aydınların kanlarıyla yaşamaya devam ediyordu.Ve Sivas katliamı böylesi bir nesnelli-ğin sonucunda gerçekleşmişti.  Sivas’ta ‘93Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tara-fından Sivas’ta düzenlenen şenliklere Aziz Nesin başta olmak üzere bir çok aydın ve sanatçı katılmıştı ve etkinlik yerel basın ve çeşitli gerici dergiler tarafından günler öncesinden provoke edilmeye çalışılıyordu. Yerel gazete-lerin hepsinde ortak metinler basılıp, tehditler savrulurken, gericiler cami cami dolaşıp her yerde halkı kışkır-tıyordu. 1 Temmuz günü Müslüman kamuoyuna hitap eden bildiriler tüm camilere, sokaklara ve evlere asılmış, Sivaslılar etkinliğin düzenlendiği yere çağrılmıştı. Dönemin Malatya Valisi

HUKUKUN SİVAS’TA YAKANLARLA İMTİHANISivas Katliamı’ nın ardından

Tansu Çiller yaptığı ilk

açıklamada “Neyse ki

dışarıdaki vatandaşlarımıza

bir şey olmadı.” derken,

dönemin diğer sağ siyasetleri

“müslüman mahallesinde

salyangoz sattığı”

suçlamasıyla olaylardan Aziz

Nesin’i sorumlu tutuyorlardı

seçkin barbaros

Page 11: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 11

Saffet Arıkan Bedük, Malatya’dan Acz-mendiler ve Humeyniciler’in Sivas’a gittiğini ve polisin bunları bildiğini belirtti.2 Temmuz günü ise otelin önünde toplanan gericiler tarafından “Müs-lüman Türkiye”, “Laiklik gidecek şeriat gelecek”, “Muhammedin ordusu laikliğin korkusu” sloganları  atılmaya ve otelin camları kırılmaya başlandı. Kolluğun hiçbir şekilde müdahale etmediği olaylarda, 37 aydın tekbir sesleri eşliğinde yakılarak öldürüldü.Ankara’da ‘93Sivas Katliamı’nın ardından Tansu Çiller yaptığı ilk açıklamada “Neyse ki dışarıdaki vatandaşlarımıza bir şey olmadı.” derken, dönemin diğer sağ siyasetleri “müslüman mahallesinde salyangoz sattığı” suçlamasıyla olay-lardan Aziz Nesin’i sorumlu tutuyor-lardı. Ana akım medyanın da iktidarla aynı tavrı sergilediği günlerde gerici basın katliamdan “Sivas Kıyamı” olarak bahsetmekten geri durmadı. O dönem İBDA-C’nin yayın organı olan Taraf dergisinde olayla ilgili şu satırlara yer verildi: “Sivas Katliamı ve Şanlı Sivas Kıyamı yaygınlaşarak devam ede-cektir. Sivaslı Kardeşlerimize destek olmak, onların yaktığı meşaleyi yurdun her tarafına taşımak boynumuzun bor-cudur. Sivas’ta insanlarımız yargılama ve cezalandırma hakkını kullanmıştır. Yargılama ve cezalandırma hakkı ancak Müslümanlarındır. (...) Nifak ve fitnecilerin katli hak ve önceliklidir.

(...) İki üç daha fazla 2 Temmuz, daha fazla Sivas! “. (*1)2012’nin 93’üSivas Katliamına ilişkin açılan davada yaşananlar ise bu kez hukukun Sivas Katliamı olarak karşımıza çıkıyor.(*2)2 Temmuz 1993’te 35 aydınımızı katleden gericilerin avukatlığını yapan kişilerin büyük çoğunluğu, bugün AKP tarafından önemli görevlere getirilmiş durumda. Hali hazırda sanık avukat-larının 8’i AKP listelerinden milletve-killiğini sürdürürken, bir çoğu çeşitli devlet kurumlarında üst düzey görev yapmaya devam ediyor. (*3)Aydınları yakanlar arasında ise şu an hapiste bulunan kimse yok.AKP iktidarı tarafından bütün kurum-ların tasfiye edildiği, ele geçirildiği bir ortamda, toplumsal yaşamdaki gericilik kurumsallaşmakta ve kendini bir program olarak sunmaktadır. Ve bugün bu program kendini 4+4+4 yasasıyla, kadının toplumsal yaşam-dan soyutlanmasıyla, karma eğitimi yavaş yavaş ortadan kaldırarak, kuran dersleri vs. ile hayata geçirmektedir. AKP gericiliğinin sunduğu bu prog-ram reddedilmedikçe, gericilikle her defasında uzlaşma yoluna gidildikçe yenilmeye mahkum olmak eşyanın doğası gereğidir.Gericilikle mücadele zamanaşımına tabi değildir. Hukuki değil siyasi mü-cadelenin konusudur. “Artık gericilik tehdidi yok, geçti.” diyenlerin, demok-rasiden bahsedenlerin, “ama” diyen-

lerin sadece iki yıl içinde tutuklanan, gözaltına alınan insanların sayısına, eğitim müfredatında hayat bulan geri-ciliğe, akademideki ve her kademedeki imamın ordusuna bakması kafi. O vakit, herkes, 2 Temmuz’da “Neyse ki halkımıza bir şey olmadı.” diyen başba-kanın yerini zamanaşımı için “Halkımı-za hayırlı olsun.” diyen bir başbakanın aldığını; halklara düşmanlık besleyen ve herkesi suçlu gören bir iktidarın yerine herkesi mahkum etmek isteyen bir iktidarın geçtiğini; emperyalizmin taşeronu, piyasacı, gerici ve faşist bir zihniyetin iktidar olduğunu görecektir.Gericilikle mücadele AKP iktidarına karşı mücadelenin olmazsa olmaz bir ilkesidir.Kısacası birileri gericilikte anti-emper-yalizm, liberallikte demokrasi, savaşta barış aramak yerine; AKP’nin piyasacı, gerici ve Amerikancı programına top yekün karşı çıkmalı ve ezberini bozma-lıdır. Çünkü bu ezber yanlıştır. 1993’te yıkıldığı söylenen tabular yıkılmadı, yerini putlara bıraktı; olan budur. Ve şimdi bu putları yıkmanın vakti geldi.

Dipnotlar:1.     Taraf Dergisi - 1-7 Temmuz 19942.     Ece Özsaraç’ın dava sürecinde yaşananlara ilişkin elinizdeki dergide detaylı bir şekilde ele aldığı yazısına bakılabilir.3.     Tüm Listeyi görmek için: : soL Ha-ber Portalı – “Yakanların avukatlarının çoğu bugün AKP’de!”

Page 12: İcab-ı Hal | Sayı: 6

12 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Eğitim ve Öğretimin Anlamı: En basit tanımı ile eğitim bireyi top-lumsallaştırırken, öğrenme, tartışma, sorgulama, deneyimleme haklarının eşit ve parasız bir şekilde sürekli olarak sağlanmasıdır. Öğretim ise bu bilgileri gerektiği yerde kullanabil-mesidir. Özellikle çocuğun yukarıda saydığımız temel formasyonları alması ile kendi yeteneklerini keşfetmesi ve toplumla buluşturabilmesi için 12 yıllık eğitim zorunlu olmalıdır.

80 Sonrası Eğitimde Değişmeler:Dünyada 70’lerden sonra, Türkiye’de ise 80’lerden (24 Ocak kararları ve 80 darbesiyle birlikte) sonra sosyal haklar rant alanına döndü. Temel haklardan çıkarılan sağlık, eğitim gibi alanlar, piyasanın eline bırakılmaya başlandı. 82 Anayasası ile kurulan YÖK, üniver-sitelerin özerkliği tamamıyla kaldırdı. YÖK’ün yaptığı ilk faaliyet 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son vermek oldu. Solcu öğrenciler ise potansiyel suçlu oldukları için ya çeşitli soruşturmalara maruz kaldı ya da okuldan atıldılar. 84’te ise İhsan Doğramacı’nın kâr amacı gütmeyen vakıf üniversitesi olan ‘Bilkent’i kurdu. Devlet artık vakıf üniversiteler için özendiricilik edecek, devlet arazisini çok cüzi miktarlara kiralayacaktı. İlk harç paraları ise hemen ardındandı. 86’da ise harç paralarına %300-350 zam geldi.

2000’li Yılların Ardından:

AKP ile anılan 2000’li yıllar, dinci-gericilikle piyasacılığın saldırı ile geçti. Her yönetim gibi Akp’de kendi ideolojisinin gençliğini yaratmak için epeyce uğraştı. Önce kuran kursları sa-yısı katlandı, sonrasına kuran kursuna gitme yaşı küçüldü. İmam hatip liseleri zaten katlanarak artıyordu ve türban bir anda tüm okullarda serbest oldu. Katsayılar ise kaldırıldı. Cemaat ise yurtlara, sınav sorularına hakimdi. KPSS’ den, YGS’ den şifreler çıkmaya başladı. Kız çocukları okullarına tür-banla girmek isterken, ileri demokrasi kız ve erkek arasındaki 45 cm ile daha ilerleyecekti.Üniversitelerin içi şirketlerle, bankalar-la doldu AKP ile birlikte bu dönemde. Bir yandan şirketler TEKNO-Kentler kurarken, taşeronlar okulun kantinine, spor salonlarına, temizlik görevlile-rine kadar her şeye sahiptiler. Diğer yandan bilim pazarlanabilir hale geldi, TÜBİTAK, TÜBA’nın içi boşaltıldı. Bilim üniversitelerden dışarı atılmaya çalışılıyordu. Sınav sayısı artarken, dershane eğitimin zorunlu parçası ha-line geldi. Binlerce öğretmen atanmak için beklerken sözleşmeli öğretmenler alınmaya başlandı. İngilizce öğretmeni artık bilgisayar öğretmeni oluvermişti. Ülke ekonomisi her gün daha kötüye gidiyor. Doğalgaza, elektriğe, suya her şeye zam geliyor. AKP Sihirli parmaklarla demokrasi vaad ederken gazeteciler, üniversite öğrencileri tu-tuklanıyordu. Komşularla sıfır problem derken, herkesle savaş halinde olan bir ülke dahası muhalif ordularına silah ve para yardımı yapan bir ülke. Sağlıkta dev adımlar atılırken ölüme terkedilen insanlarla dolan bir ülke. 12 Eylül’ü yargılarken örgütsüzlüğü, ideolojisizli-

ği savunan bir iddianame. Ökkeş Şen-dilleri tanık gösteren bir mahkeme ve güzel bir tiyatro. 12 Eylül’ün çocukları 12 Eylül’ü yargılıyor.

4+4+4Geleceksizleşen bir ülkenden bahse-diyoruz. Okulu nasıl kazanacağını bil-meyen, okulunu bitirince ne olacağını bilmeyen bir gençlik yaratıldı. Boşluğa düşen boşlukta çürüyen bir gençlik... İsteniyor ki ülkede olan bitene tepki göstermeyen bir gençlik olsun bu ülkede. Uyuşturmak aklı satın almak istiyorlar. Dininin ve Kininin Davacısı Gençlik:Ne yapılmaya çalışıyor? Birinci cum-huriyetin arta kalan değerleri tüm değerler silinmeye çalışıyor. İkinci cumhuriyetin önündeki tüm yasal engeller kaldırılsın isteniyor. 30 Mart günü eğitim sistemi Abdullah Gül’ün onayı ile son halini aldı. Zorunlu ilköğ-retim kısmı 6-13 yaşını kapsayacak şekilde değiştirildi. Böylelikle 60-72 ay arasındaki çocuklar zorunlu eğitim kapsamına girecek. Özetle 5 yaşında okula başlanacak artık. İlk 4 yıldan sonra öğrencilere imam hatip lisesi, meslek lisesine (açık öğretimde ilk başta ikinci dört yıl kapsamındaydı an-cak verilen tepkiler sonucu kaldırıldı.) gidebilecek. 4.sınıftan sonra Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamberimizin Hayatı, Arapça gibi dersler okutulabilecek. Sonraki 4 yılda ise öğrenciler açık öğretime gidebilecek ya da yine aynı okulların liselerine devem edebile-cekler.(2) 4+4+4 sisteminin MÜSİAD, ASKON, İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneğinin destek verdiği unutulmamalıdır.

AKP İLE EğİTİM SİSTEMİ: 4+4+44+4+4 sistemi açıkça kişileri

sosyo-ekonomik durumlarına,

cinsiyetlerine, etnik

kökenlerine, dini görüşlerine

göre ayırıyor. Paran yoksa

okuma diyor, çıraklık et diyor.

Kızsan kız okullarına git,

erkeksen erkek okullarına

git diyor. Ateist olma, alevi

olmaya şansın yok.

bilgi üniversitesitoplumcu hukukçular kulübü

Page 13: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 13

18 Milli Eğitim Şurası:Milli eğitim Şurası 2000’lerden sonra iki defa köklü biçimde değiştirildi. Kesintili eğitim sisteminin kararının alındığı bu Şura, tüm aşamalarda daha etkin bir din eğitimi öngörüyordu. Rehber öğretmenlerinin danışman-lıklarının yanına bir STK’ların ve yine bir STK olan cemaatlerin, din görevli-lerinin danışmanlığı istendi. Kadınlar, kızlar eğitime katılırken dinsel ve kültürel şekillendirilmesi gerektiği belirtildi. Eğitim-Bir-Sen başkanının önerileri arasında ‘piyasaya duyarlı, ekonomiye duyarlı, değerlere duyarlı, yüzde %99’u Müslüman olan bu ülke-nin Anayasa’nın 24. maddesine göre, isteyen anne-babalar çocuklarına din eğitimi aldırabilmek’ vardı. Açıkça din-ci-gerici ve piyasacı bir saldırı öngö-rülüyordu Şura tarafından. Eğitim-sen ise salonu terk etti.Eğitim Sen’in çağırısı ile 28-29 Mart’ta Ankara’da eylem yapıldı ve genel grev ilan edildi. AKP’nin faşizan saldırıları hız kesmedi. Adana’dan Ankara’ya gel-mek isteyen 85 KESK üyesi gözaltına alındı. İzmir, Aydın, Balıkesir, Manisa, Kocaeli, Bursa, Malatya, Batman, Urfa, Konya, Hatay, Zonguldak, Tokat illerinden üyelerin çıkışları engellendi. Ankara’ya varabilen Kesk’lilere ise polis tarafından ciddi müdahaleler ya-pıldı. KESK’liler oturma eylemi yaparak durumu protesto ettiler. (4) AKP yasa tasarısının en ufak eleştirisine bile tahammül edememiştir.

Dinci-Gericilik:60. ayını dolduran yani 5 yaşında olan çocuklar zorunlu eğitimin bir parçası haline gelecek. Kısaca AKP artık 5 yaşındaki çocuğu cemaatlerin içine alabilecek. Öyle ya zaten Devletin Bakanı Faruk Çelik ‘15 yaşındaki çocuk hafız mı olur, hafız olacak yaş 6,7, 8, 9, 10. Anaokuluna inebilir dini eğitim’ diyordu. Dinci gericilik AKP tarafından 5 yaşında alınıp yetiştirilmek isteni-yor açıkça düşünmesin, tartışmasın, sorgulamasın okumayı söküp kuran ezberlesin deniliyor.4.sınıftan sonra imam hatip liselerine gidebilecek öğrenciler. Dünya da eşi benzeri olamayan bir sistem bizim ül-kemizde hayata geçirilmiş olacak. Laik eğitimin önündeki tüm engeller kaldı-rılmış oldu. İmam hatip ortaokullarına gitmemiş olsa bile çocuk hiç şansı yok. Seçmeli dersler kuran-ı kerim, Hz. Pey-gamberimizin hayatı, Arapça dersleri ve MEB tarafından zorunlu olarak veri-lecek bu dersler. 4.sınıfa kadar es kaza

dinci-gericiliğe değmeyen çocuğun 4.sınıftan sonra şansı kalmasın. İllaki yaktık yine yakarız, diyenlerden olsun isteniyor. Böylelikle çocuk gelecek-sizleşirken, sorgulamasın, neden bu ülkenin hali böyle demesin, cemaat elinde uyutulsun isteniyor.4.sınıftan sonra ise sınavlarda başa-rılı olan öğrenciler devlet tarafından okutulacak. Burada devlet=cemaat ikilemini hatırlatmak gerekir. YGS-KPSS-Polis okulları gibi çeşitli sınav-larda ortaya çıkmıştır ki ÖSYM-YÖK gibi kurumlar cemaatin elindedir ve okullarında başarılı olan öğrencilere cemaat el atacaktır. Böylelikle cemaat eli kurumsallaştırılmaktadır.Bu eğitim sisteminden çıkan öğrenci-ler hukukçu olurken modern hukuka karşı çıkacak, şeriatı savunacak; tıpçı olurken bilimci kimliğini unutup ben kadınım erkek hastaya bakamam diyebilecek. Van depremi için üniversi-teli kızlar çıplak dolaşmasaydı deprem olmazdı diyebilecek. Kanserli hastayı ölüme terk ederken kader diyebilecek. Madenlerde yüzlerce işçi ölürken işin doğasında bu var diyebilecektir. İste-nen açıkça budur. ‘Kader’ ‘mukadderat’ tek hakim olacaktır okullarda.

Piyasacılık:Belli bir ortalama ile ortaokula alı-nacak olan öğrenciler 4.sınıfa kadar birbirleri ile rekabet içinde olacak. Kariyerizm ve bireycilik ilkokuldan itibaren öğrencilerin sıra arkadaşı ola-bilecek böylelikle. Dershane sistemi ilkokula kadar indirilecek ve eğitim piyasanın eline bırakılacaktır. Kaldı ki eğitim çeşitli yasal dayanakları gereği parasız, laik, sürekli, bireyin ve toplu-mun ihtiyaçları gözetilerek sistemleş-tirilmesi gerekir. Bu eğitim sistemi bu haliyle, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 8. maddedeki parasız eğitim lafzı değiştirilerek ikinci cum-huriyetin önündeki hukuksal engeller kaldırılmak istenmektedir. Dershane ve özel okullar elbette 4.sınıfla sınırlı kalmayacak 12 yıllık kesintili eğitimin her evresinde kendilerini gösterecek-ler.4.sınıftan sonra öğrenciler meslek liselerine gidebilecek. ‘Erkenden eğitilsin isteniyor’ öğrenciler. Ucuz iş gücü olmak için eğitilsin, 10 yaşından itibaren çalıştırılabilsin, sömürünün dozu artırılabilsin diye eğitilsin isteni-yor. Buralara kimlerin gideceği bellidir: Yoksul aile çocukları… Paran yoksa okuma deniliyor bu da seçenekmiş gibi sunuluyor. Piyasanın eline bıra-

kılan eğitim belli bir sınıfa sunulan hiz-mete dönüşüyor böylelikle. Sanayiciler de açıkça zaten ‘8 yıllık zorunlu eğitim sanayiye ket vurmuştu’ diyebiliyorlar. Sisteme baktıkça iştahları kabarıyor. Öğrenci ayağı böyleyken yine 18. Eğitim Şurası’nın önerilerinden biri okullardaki tüm öğretmenler

Cinsiyetçilik:‘’Bugün nedense karma eğitim sistemi zorunu hale getirmişiz.(…) Kız liseleri de açılabilsin. Kız YİBO’lar, kız liseleri, kız meslek liseleri…’ (Eğitim Bir-Sen Genel Sekreteri Halil Etyemez) . Kesintili eğitimle birlikte kız liselerinin ortaokulları kısmının açılacağı kesindir. AKP kız ve erkek çocuklarının 45 santim koyulması az görülmüş olacak ki, artık kız ve erkek öğrencilerinin okulları ayrılsın isteniyor ne de olsa hepsi birer cinsel obje. Modern harem-lik-selamlık oluşturuluyor.

Ayrımcılık:4+4+4 sistemi açıkça kişileri sosyo-ekonomik durumlarına, cinsiyetlerine, etnik kökenlerine, dini görüşlerine göre ayırıyor. Paran yoksa okuma diyor, çıraklık et diyor. Kızsan kız okul-larına git, erkeksen erkek okullarına git diyor. Ateist olma, alevi olmaya şansın yok. 4+4+4 sistemiAnayasanın 2. maddesinde yer alan laiklik ilkesine, Yine 24 ve 25. madde-lerinde yer alan din ve vicdan hürriyeti ile düşünce ve kanaat hürriyetine yine bun yasalara paralel olan AİHS’nin 9.maddesine aykırıdır.Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Sana-yi İşlerine alınacak Çocukların Asgari Yaş Sınırını Belirleyen Sözleşmesi’nin 2. ve 6.maddesine aykırıdır. Yine Uluslararası Çalışma Örgütü’nün İstihdama Kabulde Asgari Yaşa İlişkin Sözleşme’nin 2,6 ve 7. Maddelerine aykırıdır. Ayrıca BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 10/3. Maddesine aykırıdır.Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ayrımcılık yasağı başlıklı 14. Mad-desine, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 1, 2, 7, ve 26 (26. maddede açıkça ‘Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel öğrenim aşamalarında parasızdır’ yazmaktadır. ) maddesine aykırıdır. Ayrıca BM Çocuk Hakları Bildirgesi’nin 1.ve 11. İlkelerine ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 13. Maddesine aykırıdır.

Page 14: İcab-ı Hal | Sayı: 6

14 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Medyada puşi davasının sanığı olarak bilinen Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi Cihan Kırmızıgül iki yılı aşkın tutukluluğun ardından 23 Mart’ta yapılan duruşma-sında tahliye edildi. 20 Şubat 2010 tarihinde Kağıthane’de yapılan bir mo-lotof kokteyli saldırısının ardından o semtteki bir durakta bulunan Cihan’ın boynuna taktığı puşi tutukluğuna delil olarak gösterildi. Davanın ilerleyen duruşmalarında geri alınan gizli tanık ifadesi ve puşi Cihan’ın Tekirdağ F Tipi Cezaevine gönderilmesine yetti. Dava terör örgütü üyeliğinden açılırken, tu-tululuk hali CMK’nın 100.maddesine* dayandırıldı.

Cihan Neden Tutuklandı?Cihan’ın o gün o durakta bulunması belki tesadüftü; buna karşılık tutuk-lanması bir yanlışlık ya da tesadüf değil bir ‘hukuk’ sisteminin sonucu-dur.AKP’nin 2.cumhuriyeti TCK ve TMK ile kendi hukuk rejimini yaratıp düşman ceza hukukunun gereğince tutukladığı öğrencileri,aydınları,gazetecileri…“terörist” ilan ederek kendine muhalif tüm kesimleri baskı altına al-maya çalışmaktadır.Cihan hem öğrenci olması hem Kürt olması nedeniyle tutuklanacaktı; çünkü her iki kesim de bugün AKP’nin hukuku işletilerek baskılanmaya çalışılan büyük bir alanı oluşturmaktadır.Cihan’ın tutukluluğu yanlış işleyen hukuk süreçlerinde de-ğil, AKP’nin gerçekleştirmeye çalıştığı toplumsal dönüşüme karşı koyan tüm direnç odaklarını ortadan kaldırırken ya da kendine dönüştürürken masum-

suçlu ayrımı yapmadan kişileri keyfice yargılayabilmesinde aranmalıdır.Ancak bu şekilde saçma sapan delillerle gündeme gelen davaların işlevinin ne olduğu anlaşılacaktır.ÇHD’nin Ekim 2011 raporuna göre 500’den fazla öğrenci tutuklu bulunmaktadır;tutuklu öğrencileri ortak bir paydada toplayan durumun AKP muhalifliği olduğu gö-rülmektedir.Bu davalarda tartışılması gereken toplantı ve gösteri yürüyüş-lerine katılan öğrencilerin ifade ve düşünce özgürlüğünün yok sayılması değil örgütlenme özgürlüklerini kısıt-layan TCK hükümleridir;çünkü açıkça görüyoruz ki öğrenciler terör örgütü üyeliğinden özel yetkili mahkemelerde yargılanmaktadır.

Cihan’ın Tahliyesi Ne Anlama Gel-mektedir?Metin Lokumcu’nun öldürülmesini pro-testo eden Hopa Davası’nın ‘sanıkları-nın’ tahliyesinde,Roman Çalıştayı’nda “Parasız eğitim istiyoruz,alacağız” pankartı açan Berna ile Ferhat’ın tah-liyesinde olduğu gibi Cihan’a tahliye kararını aldırtan örgütlü mücadelenin zaferidir.Hopa davasında hiç kimse ben yapmadım demedi aksine ‘yaptık yine yaparız’ diyerek suçlu olup olma-dıklarını sorgulatmadan, sorgulanması gerekenin şemsiyenin,limonun,saç kestirmenin,kitap okumanın terör örgütü üyeliğine delil olarak sunula-bildiği AKP hukuku olduğunu gösterdi.Tek somut delil olarak puşiye dayanı-larak ve ceza hukukunun masumiyet karinesi,tutuklanma halinin istisna ol-ması gibi genel ilkeleri göz ardı edile-rek bir öğrencinin özgürlüğü ve eğitim hakkı iki yıl boyunca gasp edilmiştir.Çağlayan Adliyesi’ne Cihan’ı almaya geldik diyerek gittik ve aldık.Elde

edilen gecikmiş adalet değildir;elde edilen baskılanmaya,dönüştürülmeye çalışılan öğrencilerin mücadelesinin AKP hukukuna geri adım attırmasıdır.Uzun tutukluluk süreleri ile günde-me oturan KCK,Ergenekon,Devrimci Karargah… gibi davaların işaret ettiği, AKP’nin hukuk eliyle siyasal alanda kendine karşıt çeşitli grupları sindir-meye çalışmasıdır.Buna paralel olarak yeni rejime tabi kılınmaya çalışan öğrenciler de uzun tutukluluk sürele-rinden ve özel yetkili mahkemelerden payına düşeni almaktadır.Buna karşılık 35 kişiyi yaka-rak öldürenleri “zamanaşımı” ile aklayan;kendine muhalif aydınları akademisyenleri,gazetecileri,öğrencileri “tutuklamalarla” hapishanelere dolduran AKP hukukuna karşı, diğer tutukluların serbest bırakılmasına kadar mücadele devam edecektir.*Madde 100 - (1) Kuvvetli suç şüphe-sinin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.(2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.b) Şüpheli veya sanığın davranışları;1. Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme,2. Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,Hususlarında kuvvetli şüphe oluştu-ruyorsa

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ CİHAN’I GERİ ALDITek somut delil olarak

puşiye dayanılarak ve ceza

hukukunun masumiyet

karinesi,tutuklanma halinin

istisna olması gibi genel

ilkeleri göz ardı edilerek bir

öğrencinin özgürlüğü ve

eğitim hakkı iki yıl boyunca

gasp edilmiştir.

galatasaray üniversitesi toplumcu hukukçular kulübü

Page 15: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 15

BİR DEğERLENDİRME

Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün kuruluşunun üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Bu bir yılı kulübümüz üye ve dostlarıyla dolu dolu geçirdi diye-biliriz. Bu yüzden bu süre zarfında yaptıklarımız, yapamadıklarımız ve önümüzdeki dönemde yapacaklarımız üzerine İcab-ı Hal’in bu eğitim-öğretim yılında çıkaracağımız son sayısında bir değerlendirme yazısı yazmak anlamlı olacak.

Bir İddiaYola çıkarken üniversitelere ve özelde hukuk fakültelerine dair bir tespit yapıyorduk: Toplumcu düşünce her geçen gün buralarda mevzi kaybedi-yordu. Öğrencisinden akademisyenine üniversite toplumsal olaylara cılız bir tepki bile veremez hale gelmişti.Şüphesiz kimsenin farkında olmadığı bir şeyi ifade etmiyorduk. Fakat bu durum-dan rahatsız birçoklarının aksine biz bu gidişin tersine çevrilebileceğini; şu anki tablonun değişebileceğini, üniversitel-erde ve hukuk fakültelerinde toplumcu bir birikimin yaratılabileceğini iddia ettik.Bu iddiayı ortaya atarken yola çıktığımız üç temel nokta vardı:Birincisi, Türkiye’de üniversiteler kuruluşlarından itibaren aydın, ilerici bir kimliğe, topluma karşı sorumluluk hiss-ine öğrencisiyle, akademisyeniyle sahip olmuşlardır. Üniversitelerin bir kurum olarak Türkiye’deki konumu, üniver-site öğrencisinin toplumun gözündeki rolü hep bu kimliğin kendisini yeniden üretebileceği bir temel kurmuştur.İkincisi, 60’lardan başlayarak 12 Eylül Darbesi’ne kadar uzanan bir süreçte

üniversitelerde, tarif ettiğimiz kimliğin en gelişkin ve etkili kimlik haline gele-bilmesidir. Bu yıllarda gençliğin ortaya koyduğu deneyim birikimi bugüne bile ışık tutmaktadır.Üçüncü ve son olarak ülkenin ve üniversitelerin bugünkü tablosudur. Ülke her geçen gün daha büyük bir karanlığa sürüklenirken, üniversitelerde piyasacılığın, gericiliğin ve kariyerizmin egemenliğini ilan ettiği bir ortamda bu duruma karşı oluşmuş tepkisellik açıkça bir karşı kimliğin örgütlenebileceğini gösteriyordu.Herhalde bu bir yılı değerlendirmeye başlayacaksak ilk başta bu iddiamızın doğrulandığını söylemeliyiz.Elbette, üniversitenin üzerindeki piyasanın baskısı ve öğrencilere uygulanan kariyerizmin şiddeti bugün halen devam etmektedir. Bu anlamda tablo henüz tersine çevrilmemiştir. Fakat bu günkü duruma karşı dağınık olan tepkiselliğin örgütlenmesinde ve bir omurgaya oturmasında gereken ilk adımlar atılmıştır. Derginin sabit bir okuyucu kitlesine kavuşması, kulüple temasa geçen öğrenciler, yıl boyunca yaptığımız etkinliklerin ve açıklamaların yarattığı heyecan buna örnek olarak görülebilir. ÜretmekRahatsız olduğumuz şeylerden birisi de üniversitelerdeki üretimin azlığıydı. Zaten topluma kendini sorumlu hissetmeyenin üretmek gibi bir derdi olmamasından normal bir şey de yoktu…Kulüp bu üretimsizlik çemberini de bir nebze kırmayı başarmıştır. Sadece bir eğitim-öğretim yılına sığdırmayı başardığımız 6 sayısı ile İcab-ı Hal mütevaziliğini ve acemi ruhunu asla bir

kenara koymadan üniversiteye veya ülkeye dair pek çok konuya toplumcu bir pencereden bakarak söz söylemeye çalıştı.

EtkinliklerFakültemizde yıllardır ülke ve hukuk sorunlarına dair etkinlik, panel yapılmamasının sıkıntısını çekiyorduk. THK bu konuda da bir duvarı yıkmayı başarmıştır. İlk dönem yaptığımız Yargıda Dönüşüm paneli, AKP’nin yargı alanındaki dönüşüm süreci açıkça tartışılmasını sağlamış, katılımın yoğunluğu ise öğrencilerin ülke sorunlarına dair hala ilgisini halen koruduğunu göstermiş oldu.9 Nisan’da yaptığımız Server Tan-illi Anması ise sadece Akademi ve Aydınlanma başlığının tartışılması anlamında değil aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin değerli bir hocasına karşı ödemesi gereken vefa borcunun da yerine getirilmesi ile değerli bir yere oturmaktadır. İÜHF öğrencileri aydınlanma bilgesi Server Tanilli’yi unutmadıklarını bir kez daha göstermiştir.

Yeni ÜniversitelerÖrgütlemeye çalıştığımız kimliğin sadece üniversitemizle sınırlı kalmayacağını dergimizin 6. sayısına başka üni-versitelerden arkadaşlarımızın da yazmış olmalarından anlayabilirsiniz. Önümüzdeki yıl Türkiye’nin pek çok üniversitesinde Toplumcu Hukukçuların kulüp kuracaklarını buradan müjdeleye-biliriz.Sonuç olarak şunun altını kalınca çizme-kte fayda var. İlericilik, aydınlanmacılık, toplumculuk hukuk fakültelerinde tekrardan ayağa kalkmıştır.

cankat aydın

İlericilik, aydınlanmacılık,

toplumculuk hukuk fakül-

telerinde tekrardan ayağa

kalkmıştır.

Page 16: İcab-ı Hal | Sayı: 6

16 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Her gün yine bir inşaatta, milyon dolarlık projede, tersanede, madende yaşanan işçi ölümlerine uyanıyoruz. Her gün her saat başı yeni haberler almaya devam ediyoruz.Esenyurt’ta AVM inşaatında hayatını kaybeden 11 işçinin ölümünün üze-rinden çok geçmeden, Tuzla tersa-neler bölgesinde Ada Tersanesi’nde meydana gelen patlamada 3 işçinin daha yaşamını yitirdiği haberleri geldi. İki olayın arasında da Erzurum’un Aşkale ilçesindeki “Karasu 2” baraj

göletindeki elektrik direği tamiri için 5 TEDAŞ işçisinin, deniz bisikletiyle gölete açıldığını, gölete açıldıktan bir süre sonra işçilerin bulunduğu deniz bisikletinin buza çarparak alabora olması sonucu 5 işçinin daha suda kaybolduğunu, tüm aramalara rağmen de bulunamadıklarını öğrendik. Daha sonrasında da içimizi yakan haberler gelmeye devam etti.Peki bunların ortak noktası neydi? Neden işçi ölümleri bu kadar arttı?İşçi cinayetlerini önlemek adına

mevzuat eksik diyen hükümet, işçi sağlığını özel şirketlere devretmeye hazırlanırken, bu durum cinayetlerinin önünü iyiden iyiye açacak.Sorunların temelinde tek başında işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda mevzuat eksikliği olduğunu belirten AKP’li Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in bu söylemine karşı İşçi sağlığı konusunda uzman isimlerden Doç. Dr. Emre Gür-canlı, “Sorun mevzuat değil. Hükümet yetkilileri bu konuda bilinçli bir çarpıt-ma yapıyor. Şu anki mevcut düzenle-mede eksikler bulunsada uygulandığı takdirde birçok iş cinayetinin önüne geçebilecek düzeyde. Burada açık olan şey işçi sağlığının da özelleştirilmesi-dir.” dedi.İşçi ölümleri ve iş kazaları konusunda çalışmalar yapan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi üyesi Murat Çakır ise, yaşanan işçi ölümlerinin güvencesiz çalıştırma koşullarından ve patronların kar hırsından kaynaklandığını söyledi.AKP’nin 3 çocuk istemesinin nedeni-nin ölecek işçiler yaratmak istemesi olduğunu vurgulayan Çakır, “sermaye iş cinayetleri üzerinden büyüyor” dedi.

ÖLÜYORUZ KARDEŞLER!

1 Nisan’da elektriğe yüzde 9,26 zam

yapan AKP hükümeti, Nisan ayı fatu-

ralarına sayaçlar geç okunduğu için

Nisan 2012 öncesi tüketimi de ekledi.

Ayrıca geçmiş dönemdeki faturalar-

daki birim fiyatları ile karşılaştırılınca

zammın yüzde 9,26 değil yüzde 23

oranında olduğu ortaya çıktı.

Konuya ilişkin bir açıklama yapan

Tüketici Örgütleri Federasyonu (TÖF)

Genel Başkanı Fuat Engin, 1 Nisan

tarihinde alınan zam kararının tam

bir zulme dönüştüğünün gelen yeni

faturalarla ortaya çıktığını söyledi.

Zamlara tepki gösteren Engin şöyle

konuştu:

“İlk gelen faturaları incelediğinde Mart

2012 dönemine ait faturadaki elektrik

tüketiminin birim fiyatı 0,161053 TL

kilovat saat iken, zammın yürürlüğe

girdiği Nisan 2012 dönemine ait bir

faturada 0,198182 TL kilovat saat

fiyat yansıtılmış olup, bu tutarın ön-

ceki fiyata göre oransal farkının %23

olduğu ortaya çıkmıştır. Kamuoyuna

açıklanan zam oranının neredeyse 3

katının faturalara yansıtılması en hafif

deyimiyle tüketiciye yönelik insaf-

sızlıktır” diyen Engin, bir diğer haksız

hukuksuz uygulamanın ise, zammın

Nisan ayında yapılmasına rağmen,

Mart ayının ortasından itibarenki kul-

lanımların da zamlı tarifeye geçirilmesi

olduğunu söyledi.

Halkın cebine göz diktiği iyiden iyiye

ayyuka çıkan AKP iktidarının yine

elektrikle beraber doğalgaza yaptığı %

18,72’ye varan zammın da faturalara

kim bilir nasıl yansıtılacağı da merak

konusu...

CEPLERE KOR DÜŞTÜ!

Page 17: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 17

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in,

5 TEDAŞ işçisinin öldüğü yer olan

Aşkale’de inceleme yaptıktan sonra

Pasinler’e geçtiği sırada bir vatandaşla

girdiği diyalog söze gerek bırakmıyor.

İdris Naim Şahin, yaptığı incelemeden

sonra Pasinler’e geçti. Şahin’in kendi-sini gördüğüne sevindiğini söyleyen 60 yaşında bir kişiye verdiği yanıt ise, Şahin’i tanıyanlar açısından süpriz olmadı.“Takla at da görelim sevindiğini” İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’e kay-makamlık önünde Mustafa Boğaçayır, “Sayın bakanım, senin geldiğine çok sevindim” dedi. Şahin’in cevabı, “Yok ya. Nerden bileyim sevindiğini? Hadi bir takla at ya da oyna bir göreyim. Çal bakayım davulcu” oldu. Boğaçayır ise sevincini göstermek için davul zurna eşliğinde oynamaya başladı. Bakan’a gelen tepkiler üzerine olayla ilgili konuşan 64 yaşındaki Mustafa Boğaçayır, çok zor koşullarda yaşamını sürdürdüğü ve iş istemek için Bakan’ın yanına gittiğini belirtti.* zaten bir ‘edep’e sahip olup olma-dığı konusunda bizim pek  kuşkumuz olmamasına rağmen yeni tanışanlar için daha uygun gördük...

17 Nisan’da Gaziantep’te Ersin Arslan adlı doktorun, 17 yaşındaki bir hasta yakını tarafından öldürülmesinin ar-dından sağlık çalışanlarına uygulanan şiddet doruk noktasına çıkmış oldu.İstanbul Tabip Odası’nın yazılı açık-lamasında yaşanan cinayette Sağlık Bakanı ve Başbakan’ın sorumluluğuna işaret edildi ve Sağlık Bakanı istifaya davet edildi:“Bizler bu cinayeti gördük. Herkes gör-dü. İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, İzmir’de, Denizli’de,Batman’da, Bursa’da gördük. Ülkemizin hemen her ilinde, her sağlık kuruluşunda hemen her gün gördük. Burada hizmet sundu-ğumuz kendi hastanemizde her gün yaşadık, her gün yaşıyoruz.Sadece bu ülkeyi yönetenler görmedi ve duymadı. Sağlıkta Dönüşüm Prog-ramı ile hekimi hedef gösteren Sağlık Bakanı duymadı. Bu ülkenin Başbakanı görmedi.Sağlık üzerinden alınan oyların, popülist politikaların günlük kazanım-ları üzerinden hekimlerin canları ile oynandı.”Hükümet yetkililerinin sağlık çalışan-

larını hedef gösteren açıklamalarının yanı sıra sağlık hizmetlerinin paralı hale gelmesi ve performans sistemi gibi uygulamalar nedeniyle mağdur olan vatandaşların da sağlık persone-liyle karşı karşıya getirildiği görülüyor.AKP döneminde sağlık alanında yapılanan düzenlemeler neticesinde hastaları mağdur eden çok sayıda yenilikle karşılaşıyoruz. Poliklinik katılım payı, Genel Sağlık Sigortası ile başlayan sağlıkta katılım payı, yatak ücreti gibi uygulamalarla sağlık

hizmeti adım adım paralı hale getirildi. Performans sistemiyle ise daha fazla hasta bakmak zorunda bırakılan dok-torların hastalara ayırdığı sürede ciddi azalış görüldü. Bu nedenle hastalara verilen sağlık hizmetinin kalitesinde ciddi düşüşler yaşandı.Daha fazla para ödemek zorunda bıra-kılan ve performans sistemi nedeniyle istediği sağlık hizmetini alamayan hastaların tepkisinin doktorlara yö-neldiği ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti artırdığı görülmekte...

BAKAN EDEBİ BİR KENARA KOYDU*

SAğLIK EMEKÇİLERİNE ŞİDDET TIRMANIYOR

Page 18: İcab-ı Hal | Sayı: 6

18 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Devrimler çağı olarak anılan 19. yüzyıl aynı zamanda proletarya üzerinde-ki baskı ve sömürü koşullarının en ağır biçimiyle yaşandığı bir yüzyıldı. İnsanlık dışı çalışma koşulları, düşük ücretler, 18 saate kadar uzayan çalış-ma saatleri, çocuk ve kadın emeğinin yoğun sömürüsü, her yerde karşı-laşılan koşullarıydı. 1850’li yıllarda İngiltere ve ABD’de günlük çalışma süresini 10 saate düşüren yasalar çıkarıldı. İşçi sınıfının bu konudaki talebiyse günlük çalışma saatlerinin 8 saate düşürülmesiydi.1. Enternasyonal’in 1866 yılında yapı-lan kongresinde günlük yasal çalışma süresinin 8 saat olmasının karar altına alınmasıyla birlikte uluslararası bir boyut kazanan mücadele, 1880’li yıl-larda iyice yükselmeye başladı. Başta ABD, Rusya, Fransa ve Japonya olmak üzere bir çok ülkede 8 saatlik işgünü talebiyle grevler yapıldı, gösteriler düzenlendi.1 Mayıs 1886’da ABD’de 350 bin civa-rında işçinin katıldığı gösteriler yapıldı.

Chicago’daki gösterilere 80 bin işçi katılmıştı ve bu o güne kadar ABD’de gerçekleşen en büyük işçi gösterisi idi.3 Mayıs 1886 günü Chicago’daki International McCormick Harvester fabrikasındaki grevi kırmak için fabri-kaya sokulmak istenen grev kırıcılar işçiler tarafından engellenmesi ve grevcilerin üzerine polis tarafından açılan ateş sonucu 4 işçinin öldürül-mesiyle gelişen olaylar neticesinde onlarcası öldürüldü, tutuklandı ve idama mahkum edildi.1 Mayıs “birlik, mücadele ve dayanış-ma günü” oluyor 1889 yılının 14-21 Temmuz gün-leri arasında Paris’te toplanan 2. Enternasyonal’in ilk kongresinde 1 Mayıs’ın dünya işçilerinin birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verildi.Sonraki yıllarda 1 Mayıs’ın önemi sürekli arttı. Lenin’in kaleme aldığı 1904 1 Mayıs’ı bildirisinde bu önem şu şekilde tarif ediliyordu: “İşçi yoldaşlar! 1 Mayıs yaklaşıyor. Bütün

ülkelerin işçilerinin sınıf bilinçli bir yaşama uyanışlarını, insanın insana uyguladığı her türlü zulme ve köleli-ğe karşı mücadelede birleşmelerini; milyonlarca emekçinin açlık, sefalet ve horlanmadan kurtulmak için verdiği mücadeleyi kutladıkları gün olan 1 Mayıs geliyor. Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya: Sermayenin dünyası ile emeğin dünyası. Sömürü ve köleliğin dünyası ile kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası.”Ülkemizde ilk 1 Mayıs 1909 yılında Üsküp’te kutlanmış, yasaklanmış, 77’de kanla bastırılmaya çalışılmış, yasaklanmış fakat işçilerin ve örgüt-lerinin kararlı mücadelesiyle Taksim alanı 1 Mayıs alanı olarak kazanılmış-tır. Geçtiğimiz 2 yıl boyunca da kitlesel bir biçimde kutlanan 1 Mayıs’ların, bu yıl hedefleri ve mücadeleyi daha çok merkeze oturtan, kararlı ve uzlaşmaz bir içeriğe kavuşması için ‘’okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur.’’ bilinciyle; HAYDİ ALANLARI DOLDUR-MAYA!

HAYDİ 1 MAYIS’A

ceyda kaçar

Page 19: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 19

Toplumcu Hukukçular Kulübü, düzenle-diği  “Server Tanilli’yi Anıyoruz: Akademi ve Aydınlanma” başlıklı panel ile Server Tanilli’yi andı. Doktora salonunda gerçek-leştirilen panelde Cumhuriyet Gazetesi yazarı Şükran Soner, İÜ Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Semih Gemalmaz ve THK üyelerinden Onur Güneş; Server Tanilli’nin şahsında günümüz aydın ve akademisyen profilini tartıştı.  Panel THK üyelerinden Hatice Demir’in Tanilli’yi tanıttığı ve onun faşist kurşunlara hedef oluş hikayesini anlattığı açılış konuşma-sıyla başladı. Server Tanilli’yi konuşmaya değer kılan şeyin yalnızca akademisyen kimliğinin olmadığını söyleyen Demir, “Tanilli bir aydın, bir yurtsever ve en önemlisi halkıyla bağlarını asla kopar-mayan bir bilim emekçisiydi.” dedi. Son olarak Hatice Demir, “Hiçbir karanlık onun aydınlık mücadelesini boğmaya yetme-di.” diyerek panelin alt başlığının neden “Akademi ve Aydınlanma” seçildiğini de açıklamış oldu.  İÜ hukuk Fakültesi Vekil Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer “Bu saygı günlerinde hesaplaşacağız.” dedikten sonra 12 Eylül’le hesaplaşmanın daha derinlere inmesi gerektiğini, bir iki kişiyle hesaplaşmanın bir sonuç vermeyeceğini de vurguladı. Tanilli’ye sıkılan kurşunların aslında onun fikirlerine ve kitaplarına yönelik olduğunu ve bu panelin ona kur-şun sıkanlara yanıt niteliğinde olduğunu

söyleyen Sözüer “O fikirler burada,o fikir-ler yaşıyor. Kendisini saygıyla anıyoruz.” dedi. “Hocadan Korkulmasının Gereği, Aydın-lanma Düşüncesinin Kendisidir” Katılımcılardan ilk sözü Şükran Soner aldı. Akademik sorumluluğu bir aydınlan-ma ve toplumsal sorumluluk olarak gören hocaların öğrenciler için özel ve farklı olduğunu belirten Soner, sürekli hoca diye bahsettiği Tanilli’nin yerinin tam da burası olduğunu anılarıyla, Tanilli’nin yapıtları ve diğer çalışmalarıyla temellen-direrek gözler önüne serdi. Ancak Soner, bilim insanına düşen sorumluluğun bu çağda daha fazla olduğunu belirterek durumun vahametini de hatırlattı. “Server Tanilli Bugünkü Aydın Ve Akade-misyen Profilinden Çok Farklı” THK üyelerinden Onur Güneş, Server Tanilli’nin bugünkü aydın ve akademisyen kimliğinden çok farklı olduğunu, İÜ öğre-tim görevlilerinin çoğunluğunu özellikle eleştirerek anlattı. Ayrıca bu durumun nedenlerinin en başında 12 Eylül askeri darbesinin geldiğini söyledi. Gündemdeki sözde 12 Eylül yargılamasını bir tiyatro oyununa benzeten Güneş, “Evren’in kurduğu bu baskıcı ve gerici düzen o kadar çok şeyi onursuzlaştırdı ve bunların içini boşalttı ki gerçekten bu düzenin içi geçmiş iki paşayı bile yargılayabileceğini düşünmüyorum.” dedi.

“Tanilli’ye Sadece Gönül Borcumuz Yok, Aklen De Borçluyuz” Son konuşmayı Prof. Dr. Semih Gemal-maz yaptı. Gemalmaz, bir toplumda sade-ce bir kurumun içinin boşalmayacağını, eğer bir boşalma varsa mutlaka diğer ku-rumlarda da bunun gibi boşalmalar yada dezenformasyonlar olacağını, Türkiye’de tam olarak böyle bir şey yaşandığını belirtti. Bütün bu gerilemeninse önemli bir etken olduğunu düşünmekle birlikte tek başına 12 Eylül’e bağlanmasını yanlış bulduğunu, bu konuda Türkiye’de sol düşüncenin hiçbir zaman kökleşememe-sinin de etkili olduğunu söyledi.  “Üniver-sitelerde insanlar korkutulup sindiriliyor. Sadece öğrenciler değil öğretim eleman-ları üzerinde de var bu baskı. İşimiz zor; ancak umutsuz değilim.” diyen Gemal-maz, hukukun ne olursa olsun kullanıl-ması gereken müthiş bir silah olduğunu da söyledi. Son olarak Gemalmaz, “Benim çok sevdiğim bir Hintli düşünürün sözü var: “Muma verdiği ışık için dua et, teşekkür et; ama gölgede bir adım geride, gölgede büyük bir sessizlikle durup büyük bir sessizlikle elinde kandili tutanı da unutma. İşte Server Tanilli gibi hocalar işte o kandili elinde tutanlardır. Bizim on-lara sadece gönül borcumuz yok, aklen de borçluyuz.” diyerek konuşmasını bitirdi.

AKP 25 Mart’ta daha önce çok kere yaptığı dershaneler ve öğrenci seçme sınavları ile ilgili açıklamayı yine yaptı. Tayyip Erdoğan, “Dershaneler özel okul olacak; olmayanlar kapanacak.Sınav-lar kalkacak.” dedi. Kanımızca bu konu 4+4+4 yasasından hiç ayrı değil çünkü Erdoğan, bu sözlerinin hemen yanına özel okulların eğitimdeki payını arttırma ve organize sanayi bölgelerinde özel meslek liseleri açılmasına izin verme planlarını aktardı. Nisan ayının ortalarında da Milli Eğitim Bakanı Dinçer çıktı sahneye, yılda 4 kez üniversite giriş sınavı yapacaklarını söyledi. Gülan Çok Sevindi Dershanelerin özel okul yapılmasına Türkiye Özel Okullar Birliği Derneği Baş-kanı Cem Gülan çok sevindi ve ”Yeni özel okulların eklenmesi halinde devletin özel okulları desteklemesi kaçınılmaz olur.” diyerek salyalarını sildi. Sonra Maliye Bakanı Şimşek, özel okul için öğrenci velisine 1500 TL para desteği düşünül-düğünü, velinin de üzerine bir miktar koyması halinde çocuğun özel okula kaydedilebileceğini söyledi. Ancak velinin çocuğunu özel okula gönderebilmesi için desteğin üzerine koyması gereken bir miktar para 10 bin TL’den az değil.

Bu aşamada başbakan ve Gülan’ın da düşündüğü gibi destek velilere değil özel okullara verilmiş olacak.“Üç Ayda Üniversite Kazandırıyoruz!” Alışkın olduğumuz için Erdoğan ve Dinçer’in açıklamalarındaki çelişkiyi bir kenara bırakıp Dinçer’e göre yılda 4 sınav projesinin dershaneleri nasıl etkisiz-leştireceğine değinmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Çocuk Haziran’daki sınavı başaramadıysa, elindeki notlarıyla 3 ay sonra yeniden sınava gireceğini biliyor-sa, dershaneye yazılmasına hiç gerek kalmayacak(!) Öğrenciler ve veliler 12 yıllık bilginin bir yıla tıkıştırılıp öğrencinin adeta jet 12 yıl geçirmesine tepkiliyken anlıyoruz ki Dinçer bu sınava hazırlığın 3 ayda mümkün olabileceğini sanıyor. Şimdiden “dershane” reklamlarını duyu-yor gibiyiz: Üç ayda üniversite kazan-dırıyoruz! Dinçer’e göre işine gelen her şey normal. Hatta öğrenciler öğretmen olmadan da hayatlarını belirleyecek bu sınava hazırlanabilirler. Başbakan Yardım-cısı Bülent Arınç’ın da ruh ikizinden kalır yanı yok: “Dershanelerin kaldırılması söz konusu değil; ancak öğrenciler derslerini okullarda daha iyi anlarlarsa dershanele-re gerek kalmayabilir.” Arınç’ın başbakan-dan bir gün sonra yaptığı bu açıklamaya

göre eğitim sisteminin hiçbir sorunu yok. Öğrenci çalışmıyor, iyi anlamıyor. Gerici-itaatkar kuşaklar yaratmak ve eğitimi piyasacılaştırmak amacında olduklarını bilmeseydik “Neden yeni bir sistem geti-riyorsunuz o halde?” diye sorabilirdik.  Ya-sal olan 4 binin üzerindeki dershaneden okul yapılmaya müsait 20 civarındaki dershanenin çoğunun zaten kendine özel yayınevi, özel okul ve hatta özel üniversi-tesi var. Örneğin Açı Dershaneleri’nin Açı Okulları, Bil Dershaneleri’nin İstanbul Ay-dın Üniversitesi, Bilfen Okulları’nın Biltest Dershaneleri, Final Dershaneleri’nin Final Okulları, Kavram Dershaneleri’nin Kavram Yüksekokulu, Uğur Dershaneleri’nin Bahçeşehir koleji ve üniversitesi var. Fetullah Gülen cemaatinin ise yüzlerce dershanesinin ve bir o kadar da özel oku-lunun olduğunu söylemeye gerek var mı bilemiyoruz. Birkaç defa daha duyduğu-muz bu açıklamalara rağmen AKP iktidarı süresince açıklamalarla beraber sınavlar ve dershaneler de arttı, durmadı. Öyle ki binlerde seyreden dershane sayısı 4 binin üzerine çıktı. Bu süreçten de özel okulların ve dershanelerin palazlanarak çıkacağından emin olmak hiç zor değil.

‘SERVER TANİLLİ’Yİ ANIYORUZ: AKADEMİ VE AYDINLANMA’  

DERSHANELER VE SINAVLAR KALKACAK’MIŞ 

Page 20: İcab-ı Hal | Sayı: 6

20 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

 ‘Eğitim reformu’ başlığında sunulan, eğitimi ‘gericileştirme ve piyasacılaş-tırma’ kanunu olarak teşhir edilmesi gereken 3x4 kesintili eğitim sistemi Mart ayı ortalarında meclisten geçti. CHP ise şekil bakımından iptali ve yürürlü-ğün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu.  Yeni Eğitim Sistemi ‘Bilim Dışı’ Eğitimi üç tane dört yıla ayıran bu sistemin kesintisiz olmasıyla övünülü-yor. Ancak Boğaziçi Eğitim fakültesinin yaptığı açıklamada 7-11 ayın somut işlemler, 12 üstünün ise soyut işlemler dönemi olduğu, bu yüzden 4. sınıftaki bir çocuğun somut işlemler döneminin orta-sındayken ilköğretimin ikinci kademesine geçmesinin bilimsel verilere ve bulgulara ters düştüğü belirtildi. Aynı metinde soyut işlemler dönemine girmeyen öğrencinin öğretim kademesini değişti-ren hiçbir gelişmiş ülke olmadığı da yer aldı. Yani bu bilimsel açıdan kesintili bir eğitim ve bilimsel olmayan bir kesintili eğitim.  ODTÜ Eğitim Fakültesi de yap-tığı açıklamada yukarıda bahsettiğimiz somut ve soyut işlem dönemlerine işaret ederek “henüz somut işlem dönemini tamamlamamış, benlik algısı oluşmamış, mesleklere yönelik tutum ve ilgileri ge-lişmemiş, yeteneğinin farkında olmayan” çocukların ikinci 4 öğretim kademesinde hem meslek okullarını seçmelerinin hem de meslek veya imam-hatip okullarına yönlendirilmelerinin tamamen bilim dışı olduğunu vurguladı.  AKP’nin yaş yerine ay ölçeğini kullanması kanunu sayılarla ve işlemlerle ifade etmeye çalışması

kanuna ne kadar bilimsel süsü verir bile-miyoruz. Ancak bu kural organize sanayi bölgelerinde açılması planlanan meslek okulları ve bu okulların, patronların kar güdüsüyle “yetiştireceği” öğrencileriyle birleştirildiğinde ortaya bir eğitim-öğre-tim değil tam olarak çocuk işçi sömü-rüsü programı ortaya çıkıyor. Bunun için Erdoğan’ın Seul yolundaki sözlerini anımsamak yeterli: “Organize sanayi böl-gelerinin meslek okulları açmasına fırsat sağlıyoruz. Çocuk hem okuyacak hem de staj yapacak. ’Belki’ para da kazanacak. Endüstri de çok ihtiyaç duyduğu ‘ara elemanını’ sektörün ihtiyaçlarına göre kendisi yetiştirecek.” Buna göre patron-ların menüsü belli: Sigortasız, güvence-siz, ucuz(daha çok ücretsiz) ve itaatkar çocuk emeği.Piyasacılaştırma 3x4 sisteminin önemli piyasacı getirisi de özel okullara sağlanacak destek. Er-doğan şimdiden bu sektöre kıyak sözleri vermeye başladı. Dershanelerin özel okul yapılması, özel okula gidecek öğrenci için destek açıklamaları, Erdoğan’ın “Yeni sistemde derslik sıkıntısı çekeceğiz. Bunun için özel okullardan yardım ala-cağız.” sözleri, Maliye Bakanı Şimşek’in “Özel okulların eğitim sistemindeki payı % 2 düzeyinde bunun % 20’lere çıkması lazım.” sözleri bu desteğin sadece ayak sesleri. Gericileştirme Bu sisteme göre birinci 4 yıllık kademe-den sonra öğrenciler okula açık öğretim sistemiyle devam edebilecek. Yani isteyen veli çocuğunu okula gönderme-

den evden okutabilecek. Erdoğan buna ev- okul sistemi diyor. Anlaşılan bu yeni sistemin ilk kurbanları her fırsatta eve kapatılmak istenen kız çocukları olacak. Okula gönderilmek istenmeyen veya zaten gönderilmeyen bu kadar çocuk varken bu kanun bu gericiliği yasallaş-tırma girişiminden başka bir şey değil. Zaten bu konuda Erdoğan’ın sözleri de yanlış anlaşılmaya mahal vermiyor: Özellikle Güneydoğu’da akıl baliğ(ergen) olan kız çocuklarını bazı aileler okula göndermiyor. Bu yüzden ev okul siste-minin önü açılacak… Başbakan görevinin o kızların okula gitmesini sağlayacak çözümler üretmek değil de bu yobazlığa kılıf uydurmak olduğunu sanıyor . Eğitimi gericileştirme operasyonu bununla sınırlı değil elbette. Bu kanunla daha önce kapatılmış olan imam hatip ortaokul-ları açılıyor. AKP ve cemaatin toplumu gericileştirme çalışmasındaki silahla-rından imam-hatip liselerine bunların ortaokulları da ekleniyor. Ağacı daha “yaşken’”eğmek için…  Ayrıca artık orta-okul ve liselerde Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin Hayatı dersleri okutulacak. AKP “seçmeli” diyerek yumuşatmaya ça-lışıyor ancak Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden tecrübeliyiz. Bu seçmelileri zorunluları başa bela oluyor. Bunların hepsi ilgili kanunun maddelerinde teker teker yazıyor. Üstelik bu paragrafta bahsettiklerimiz son dakika eklemesi ve MHP desteğiyle geçti. Yani küçük kızlara eve hapsolmak, erkeklere de ya organize sanayi bölgesinde köle olmak ya da imam-hatiplerde gericileşmek kalıyor.

AKP Newroz kutlamalarını valilikler eliyle engellemeye kalktı. Yasal bildi-rim yapılıp onay alınmasına rağmen İstanbul, Ankara ve Diyarbakır valilikleri 18 Mart’ta yapılması planlanan kut-lamayı yasakladı. Bu keyfi yasaklama Newroz’un 21 Mart’ta kutlanması gerek-tiği sözleriyle savunulmak istendi. Birçok ilde de Newroz öncesi evlere yapılan sabah baskınlarında 100’e yakın kişi gözaltına alındı.Halklar Bayramlarını Kutlarken İcazet Almaz BDP’nin programına göre 17 Mart’ta Es-kişehir ve Tarsus’ta başlayıp 25 Mart’ta Bandırma’da son bulan Newroz kutlama-

ları toplamda 131 yerde yapıldı. AKP’nin provoke edip polisiyle terör estirmesi sonucunda BDP Arnavutköy İlçe Başkanı Hacı Zengin hayatını kaybetti, onlarca insan da yaralandı. Ancak halk kararlı duruşunu korudu. Bayramına icazet da-yatmaya çalışanlara gerekli cevabı verdi. Zengin’in gaz bombasına ve aldığı darbe-ye bağlı solunum rahatsızlığından kalp krizi geçirdiği belirlendi. Ülke genelinde Newroz kutlamalarına katılmaları gerek-çe gösterilerek 767 kişi gözaltına alındı, 78’i tutuklanarak cezaevine gönderildi. Bu gözaltılar ve tutuklamalar için birçok kentte eylem düzenlendi. Bir Direniş Günü… 

Newroz farklı coğrafyalarda farklı toplumlar tarafından farklı anlamlan-dırılıp bu anlamlandırmaya göre de doğal olarak farklı şekillerde kutlanıyor. Türkiye’de Kürt halkının siyasal yaşamı göz önüne alındığında bu halkın haklı nedenlerden ötürü bir ulusal mücadele verdiği görülür. Dolayısıyla bu ikisini birleştirmek zor değildir. Baharın gelme-sine engel olan zalim Kral Dehak’ı çekiç darbeleriyle öldüren demirci Kawa’nın efsanesinin de dahil olduğu bu birleştir-me Kürt halkının direniş gününe çıkar. Yani Newroz Kürt halkının bir direniş, bir başkaldırı günüdür. Ve böyle de kutlanmalıdır.

EğİTİMİ GERİCİLEŞTİRME VE PİYASACILAŞTIRMA KANUNU:3x4

HER BİJîN NEWROZ! 

ahmet paket

Page 21: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 21

12 EYLÜL DAVASI’NDA AİLELERİN MÜDAHİLLİK TALEPLERİ REDDEDİLDİ

AYRIMCILIK KÖRÜKLENİYOR

12 Eylül mağdurlarının ve ailelerinin yaraları, mahkemenin, suçtan doğrudan zarar görenlerin dahi müdahillik talep-lerini reddetmesiyle derinleşti. AKP’nin, 15 maddelik 2010 referandumunu 12 Eylül’ü yargılamak için yaptığı söylemi ayyuka çıktı. Referandum maddeleri içinde yer alan ve yüksek yargının yapı-sını değiştiren maddelerin tek başlarına TBMM’den geçirilemediği için AKP‘nin bu yola başvurduğu bilinen bir gerçek. Top-lumun, bu tür oyunların farkına iş işten geçmeden varması ve hükümetin attığı adımlara bütünsel olarak yaklaşabilmesi dileğiyle habere devam edelim.İtibar Edilecek Karar Ve Belge Örnek-

leri YokmuşAilelerin müdahillik taleplerine ilişkin ara karar açıklandı ve taleplerin çoğu reddedildi. Kararlara gerekçe olarak, dilekçelerde itibar edilecek karar ve belge örneklerinin olmadığı gösterildi. Yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşın-daki Erdal Eren hakkında, Kenan Evren’in ‘asmayalım da besleyelim mi?’ sözüne rağmen, Eren’ in ailesinin talebi de red-dedilenler arasında...Mahkeme, Abdi İpekçi’nin öldürülmesini darbeye zemin hazırlayan olaylar arasın-da göstermesine karşın, İpekçi ailesinin de başvurusunu aynı gerekçeyle red-detti.

Hrant Dink’in toplumlar arasında köprü kurma çabasına karşın, onu kamuoyunda düşman olarak gösteren, öldürülmesine göz yuman ve katillerini yücelten, ‘Er-meniler piçtir’ pankartı altında konuşma yapan bakanların olduğu, Sivas’ ta yakanları yargıdan kaçıran ve ardından aklayan, Kürtlere yönelik baskıları terör kisvesi altında meşrulaştıran hükümet, birlikte yaşama kültürünü günden güne yok ederek toplum içinde ektiği ayrım-cılık tohumlarının meyvelerini alıyor şu günlerde. Şiddet politikalarının son gün-lerdeki yansımalarından iki örnek:Adıyaman’da Alevi Vatandaşların Kapıları İşaretlendiAdıyaman’da Alevi Mahallesi olarak bilinen Karapınar Mahallesi’nde, Alevi vatandaşların oturduğu 50’ye yakın eve işaret konuldu. Vali Ramazan Sodan, olayın çocuklar tarafından da gerçekleş-tirilmiş olabileceğini, olayı araştırdıklarını

ancak önemli görmediklerini belirtti. Alevi Dernekleri ise Maraşta, Sivasta ve Gazi Mahallesinde yaşananların unu-tulmadığını, olayın tarihsel geçmiş göz önüne alındığında ciddi bir tehdit niteliği taşıdığını ve gerçeğin açığa çıkarılması taleplerini dile getirdi. Kürt İşçilere Linç GirişimiKütahya’nın Emet ilçesindeki bir inşaatta çalışan 2 işçi, sokakta yürürken karşı-larından gelen bir gençle omuz atma meselesi nedeniyle tartıştı. Kavgaya dönüşen tartışmadan sonra ilçede otu-ran genç, arkadaşlarıyla birlikte işçilerin çadırlarının bulunduğu binaya gitti. Kala-balık işçilerin barınak olarak kullandıkları çadırları ateşe verdi. Gerginlik sürerken işçilerin PKK bayrağı açtıkları söylentileri yayılmaya başladı ve ilçe halkının da kalabalığa katılması üzerine topluluk 500 kişiyi aştı. Kalabalık, işçilerin kaldığı binaya taş atıp, işçilere ait çadırları yak-

tı. Polis, işçilerin bulunduğu özel idare binasına Türk Bayrakları asarak vatan-daşları sakinleştirmeye çalıştı. Güvenlik güçlerinin ikazı üzerine binanın önünden uzaklaşan kalabalık toplu halde İstiklal Marşı okudu.Hrant Dink’in toplumlar arasında köprü kurma çabasına karşın, onu kamuoyunda düşman olarak gösteren, öldürülmesine göz yuman ve katillerini yücelten, ‘Er-meniler piçtir’ pankartı altında konuşma yapan bakanların olduğu, Sivas’ ta yakanları yargıdan kaçıran ve ardından aklayan, Kürtlere yönelik baskıları terör kisvesi altında meşrulaştıran hükümet, birlikte yaşama kültürünü günden güne yok ederek toplum içinde ektiği ayrım-cılık tohumlarının meyvelerini alıyor şu günlerde. Şiddet politikalarının son gün-lerdeki yansımalarından iki örnek:Adıyaman’da Alevi Vatandaşların Kapıları İşaretlendiAdıyaman’da Alevi Mahallesi olarak bilinen Karapınar Mahallesi’nde, Alevi vatandaşların oturduğu 50’ye yakın eve işaret konuldu. Vali Ramazan Sodan, olayın çocuklar tarafından da gerçekleş-tirilmiş olabileceğini, olayı araştırdıklarını ancak önemli görmediklerini belirtti. Alevi Dernekleri ise Maraşta, Sivasta ve Gazi Mahallesinde yaşananların unu-tulmadığını, olayın tarihsel geçmiş göz önüne alındığında ciddi bir tehdit niteliği taşıdığını ve gerçeğin açığa çıkarılması taleplerini dile getirdi.

Page 22: İcab-ı Hal | Sayı: 6

22 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

TORTUM’DA LEYLA KAZANDI: HES DURDURULDU

MELİH GÖKÇEK, DİKMEN VADİSİ İLE İLGİLİ YARGI KARARINI DİNLEMEDİ

DSİ, Erzurum’ un Tortum ilçesinden geçen Ödük Çayı üzerine kurulması plan-lanan HES hakkında, köylülerin suç du-yurusu üzerine inşaatın doğa tahribatına neden olacağı gerekçesiyle, yürütmeyi durdurma kararı verdi. DSİ, HES inşaatın-da hukuka aykırı faaliyet yürütüldüğünü ve projeyi yürüten şirketin verdiği taah-hütlere uymadığını belirtti.Yöre halkının kararlı eylemleri, med-yaya özellikle 17 yaşındaki Leyla’ ya karşı açılan kamu davaları ve verilen

cezalarla yansımıştı. Tortum’un Bağbaşı Beldesi’nde, HES’lere karşı mücade eden Leyla Yalçınkaya, önce eyleme katılan-larla görüşmeme yasağı almış, ardından jandarmalara saldırdığı ileri sürülerek hakkında ‘hakaret’, ‘görevi yaptırmamak için direnme’ ve ‘kasten adam yaralama’ suçlarından 9 yıl hapis istenmişti. Eyle-me katılan bazı köylülere de 250’şer lira para cezası verilmişti.Halk, HES’lere karşı çıkmalarının nede-nini, vadide 3 milyon organik meyve

ağacı bulunması ve yörede organik tarım yapılması olarak açıkladı. Ayrıca HES’ler sonucu bölgedeki çeşitli uygarlıklara ait izlerin silineceği ve kırmızı benekli doğal alabalıkların sonunun geleceği köylüler tarafından ileri sürüldü. Bu etkilerin sonucu zorunlu göçün de kaçınılmaz olacağı belirtildi.‘Canımızı Veririz, Suyumuzu Verme-yiz,’ Diyen Köylülere Karşın 1484 Adet Hes Projesi OnaylandıCHP Milletvekili Melda Onur’un soru önergesine verilen yanıtlar, Türkiye’ de onay almış 1484 adet HES projesi oldu-ğunu ve bu sayının hızla arttığını göster-di. HES’lerin ihtiyaç için mi rant için mi olduğu, doğayı tahrip etmeyecek enerji kaynaklarına neden yatırım yapılmadığı, ‘Canımızı veririz, suyumuzu vermeyiz,’ diyen köylülere rağmen yapılan inşaatlar hakkında verilen yürütmeyi durdurma kararlarının neden emsal teşkil etmediği gibi soruların cevaplarını kamuoyu olarak bekliyoruz.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Dikmen Vadisi Son Etap Kentsel Dönüşüm ve Değişim Projesi planlarına ilişkin Ankara 8. İdare Mah-kemesinin verdiği yürütmeyi durdurma kararının, gecekonduların yıkım sürecini etkilemeyeceğini belirterek havalar ısınır ısınmaz yıkıma başlayacaklarını açıkladı.Mahkemenin kararına hayret ettiğini söyleyen Gökçek, gazetecilerin soruları üzerine, “Hiçbir şekilde etkilemez. Ge-cekonduların projeyle direkt ilgisi yok. Gecekondular, kaçak gecekondular, onlar her halükarda yıkılır. Havalar ısınır ısın-maz yıkacağız. Proje olsa da olmasa da yıkacağız onları. Proje iptal olur, ertesi gün yeniden imzalanır çıkar, o bir sorun değil ki. En fazla bir ay gecikir, o bir prob-lem değil ki o kararın kesinlikle kalkaca-ğına inanıyorum.” dedi.Gökçek ayrıca hukuk algısını, “İnanıyo-rum ki bu yanlış karar da inşallah bir üst mahkemeden şu veya bu şekilde döner. Değilse de hukuki olarak çözü-münü ararız, yönetmelik değişikliği ise gider bakanlıkla onu konuşuruz, çözeriz Allah’ın izniyle sorunu, önemli değil. Dikmen Vadisi’nin bir an geriye kalmasını istemeyiz. Bu sene orayı yıkacağız ve başlayacağız inşallah.” şeklinde ifşa etti.

Hak Sahibi Hüseyin Çetintaş: “Tapu-ya Rağmen Yıkmak İstiyorlar”Dikmen Vadisi üzerinde evinin bulun-duğu arsaya ait tapu tahsis belgesini ekinde bulunduran Hüseyin Çetintaş’a, 6 Ağustos 2007 tarihinde gecekondusu-nun kaçak yapı durumunda bulunduğu gerekçesiyle “yıkım tebligatı” yapıldı. Çetintaş, kendisine yapılan tebligatı iptal ettirmek amacıyla Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkemede, “Davacının taşınmazı hakkında tapu tahsis belgesi bulunması nedeniyle 775 sayılı Kanunun uygulanması hukuken mümkün olmaması nedeniyle dava konu-su işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.” gerekçesi ile yıkım tebligatı işleminin iptal edilmesine karar verildi. İdare mahkemesinin kararı 2010 yılında da Danıştay 6. Daire tarafından onaylandı.Çetintaş, mahkeme kararına karşın kendi evinin de yıkım kapsamında kabul edildi-ğini belirterek “Tek talebim mahkemenin kararlarına uyulmasıdır.” dedi.Gökçek ayrıca hukuk algısını, “İnanıyo-rum ki bu yanlış karar da inşallah bir üst mahkemeden şu veya bu şekilde döner. Değilse de hukuki olarak çözü-münü ararız, yönetmelik değişikliği ise

gider bakanlıkla onu konuşuruz, çözeriz Allah’ın izniyle sorunu, önemli değil. Dikmen Vadisi’nin bir an geriye kalmasını istemeyiz. Bu sene orayı yıkacağız ve başlayacağız inşallah.” şeklinde ifşa etti.Hak Sahibi Hüseyin Çetintaş:“Tapuya Rağmen Yıkmak İstiyorlar”Dikmen Vadisi üzerinde evinin bulun-duğu arsaya ait tapu tahsis belgesini ekinde bulunduran Hüseyin Çetintaş’a, 6 Ağustos 2007 tarihinde gecekondusu-nun kaçak yapı durumunda bulunduğu gerekçesiyle “yıkım tebligatı” yapıldı. Çetintaş, kendisine yapılan tebligatı iptal ettirmek amacıyla Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkemede, “Davacının taşınmazı hakkında tapu tahsis belgesi bulunması nedeniyle 775 sayılı Kanunun uygulanması hukuken mümkün olmaması nedeniyle dava konu-su işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.” gerekçesi ile yıkım tebligatı işleminin iptal edilmesine karar verildi. İdare mahkemesinin kararı 2010 yılında da Danıştay 6. Daire tarafından onaylandı.Çetintaş, mahkeme kararına karşın kendi evinin de yıkım kapsamında kabul edildi-ğini belirterek “Tek talebim mahkemenin kararlarına uyulmasıdır.” dedi.

Page 23: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 23

SİVAS KATLİAMI DAVASI ZAMANAŞIMINDAN DÜŞÜRÜLDÜ 

Devlet Ve Devletin Güvenlik Mahke-mesi Cinayeti Nasıl Meşrulaştırdı? Cinayetlerden 1 gün önce ‘Müslüman kamuoyuna’ hitap eden bir bildiri Sivaslı-ların evlerine dağıtılarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ nin düzenlediği şenlik-lere karşı halk toplanmaya çağrıldı. Yine aynı gün Sivas’a 2.000 araba giriş yaptı.Olay günü Madımak Oteli’ nin önünde 15.000 kişilik bir kalabalık toplandı. Kalabalık; ‘Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak’, ‘Laiklik gidecek şeriat gelecek’, ‘Muhammedin ordusu laikliğin korkusu’ sloganları eşliğinde genişledi. Eylemin henüz müdahale edecek bir boyuta ulaşmadığını ileri sürerek izleyici konumunda kalmayı tercih eden güven-lik güçleri, işlerin kontrolden çıktığını anladıklarında ise, kalabalığın artık kont-rol altına alınamayacağını kaydetti.  2 Temmuz 1993’ te, çocuk, aydın ve otel çalışanlarının içinde olduğu 35 kişinin öl-dürüldüğü eylemle ilgili iddianame olay-dan 20 gün sonra hazırdı. İddianamede, 15.000 kişi tarafından gerçekleştirilen eylem, araştırılmadan, Sivas’ ta kalan 164 kişi sanık olarak gösterildi.  Sivas’ a önceki gün gelen 2.000 arabanın şe-hirden hemen ayrılmalarına izin verildi. Saldırganların kimliklerini, yangına kimlerin sebebiyet verdiğini, kimlerin hangi oranda bu insanlık suçunda payı olduğunu, TV kayıtlarından ve zamanın teknolojik kaynaklarından saptamak mümkün olduğu halde savcılık ve kolluk sessiz kaldı.

Günümüzde kitap okudukları ve puşi taktıkları için terör örgütü üyesi olmak suçuyla yargılanan öğrencilerin iddiana-mesini oluşturmak için aylarca bekleyen savcıların, Sivas Katliamı olayındaki bü-tün bağlantıları 20 günde çözebilmeleri mümkün olmadığından, davanın gidişhatı kendini o günden belli etmişti.1993’ Ten 13 Mart 2012’ Ye Dava SüreciSanıklar, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasasına muhalefet, Terörle Mücadele Kanununun 7. maddesine aykırılık, kasten adam öldürme ve kasten adam öldürmeye teşebbüs suçlarından yargı-lanmaya başladılar. Ancak dava avukatla-rından Şenal Sarıhan, yangında hayatını kaybedenlerden 9 yaşındaki Koray ve 13 yaşındaki Menekşe’ yi öldüren zihniyetin başka bir kasıtla hareket ettiğini belirtti.Dosyanın gönderildiği Asliye Ceza Mah-kemesi, vakıanın Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasasına muhalefet olarak değerlendirilemeyeceğini belirterek görevsizlik kararı verdi. Dosyanın gönde-rildiği Ağır Ceza Mahkemesi ise vakıanın kasten öldürme olarak değerlendirileme-yeceğini, Sivas’ ta yaşananların ‘kasten adam öldürme suçu ile sınırlı olmadığını ileri sürerek görevsizlik kararı verme-sinin ardından dosya DGM’nin önünde geldi. DGM, suçu kasten adam öldürme kapsamında değerlendirmesine rağmen kendini görevli gördü ve böylece duruş-malar başladı.Sanıkların duruşmalarda cinayeti savun-maları ve tanıklara savurdukları küfürler mahkeme heyeti için sorun teşkil etmez-ken, mağdur avukatları disiplini bozmak-la suçlanarak duruşmalardan çıkarıldı. Ardından mahkemenin davayı basına kapatması üzerine, mağdur avukatları duruşmalardan çekildi.Hüküm verildikten sonra temyize giden dosyada Yargıtay üyelerinin çoğu, eylemi Anayasal düzene aykırılık olarak niteledi. TCK.m.146/3ten ceza alan sanıklar-hakkında 5237 sayılı TCK yürürlüğe girmeden 6 ay önce, söz konusu madde-nin yürürlüğe girecek kanunda karşılığı

olmadığı gerekçesiyle sanıkların bir kısmı tahliye edildi. Ancak ileri sürülenin ak-sine 146/3 ün karşılığı 5237 sayılı TCK’ da yer aldığından mahkeme bu kararını kendiliğinden geri aldı ancak tahliye edilen sanıkların hiçbiri yakalanamadı.Bir numaralı sanık Cafer Erçakmak 1994’ ten beri Kırmızı Bülten ile aranmasına rağmen 2008 yılına kadar Sivas’ tan emekli maaşını almaya devam etti. Nü-fus kaydında Fransa’ ya kaçtığına dair bilgi olan Erçakmak, 2011 yılında Sivas’ ta öldü.Evlenen, askere giden, sigortalı olarak çalışan sanık İhsan Çakmak ise 2007 yılında başka bir suçtan dolayı tutuklan-masının ardından Sivas Katliamının faili olarak arandığından haberi olmadığını ifade etti. Çakmak, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.TCK.m.146/1 den yargılanan Vahit Kay-nar, Polonya’ da yakalandı ve 40 gün içinde Türkiye’ den talep gelmesi halinde hakkında işlem yapılacağı yetkili makam-lara iletildi. Ancak devletin hareketsiz kalması üzerine Kaynar, serbest bırakıldı.13 Mart 2012 de hayatta kalan sa-nıklar hakkında süren yargılamanın zamanaşımından düşmesi talebi kabul edildi ve dosya adliyenin raflarına kal-dırıldı. AİHS.m.7/2, TC Anayasası.m.90 ve Türkiye’nin de taraf olduğu zamanaşı-mı ile ilgili uluslararası andlaşmalar esas alındığında, mahkemenin, faillerin zamanaşımından yararlandırılmayacağı şeklinde hüküm kurması hukuki olarak mümkün olmasına rağmen süreç göz önüne alındığında, mahkemenin kararı şaşırtıcı olmadı.İnsan kalmaya devam eden bütün yüreklerde özgür düşünceyi yakmayı amaç edinmişlere karşı mücadele devam edecektir. Avukatı Şenal Sarıhan’ ın da dediği gibi, ‘Hak aramayı bilmek ve bunu birlikte yapmak önemlidir. Esas olan örgütlenmedir.’Yeni yangınların yaşanmaması, yaşa-nanların unutturulmaması için bu dava vicdanlarda sürecek!

6 Nisan günü meydana gelen faciada, ilçe girişinde bulunan 255 metrelik Çay-cuma Köprüsünün 48 metrelik bölümü çöktü. Suya düşerek kaybolanlardan 10 kişinin minibüs yolcusu, 5 kişinin ise yaya olduğu belirlendi. Arama ekipleri

6 kişinin cesedine ulaştı, 9 kişi ise hala kayıp. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, köprünün neden yıkıldığı ile ilgili sorulara, sorunun suyun debisinin fazlalığından kaynaklanmış olabileceğini belirterek suçlunun su olduğunu açık-

lamış oldu. Oysa köprünün yıkılacağının

neredeyse tüm yetkililer ve Çaycuma

halkı tarafından tahmin edildiği ancak

buna rağmen hiçbir önlem alınmadığı

ortaya çıktı.

ZONGULDAK ÇAYCUMA KÖPRÜSÜ ÇÖKTÜ

ece özsaraç

Page 24: İcab-ı Hal | Sayı: 6

24 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

İşçilerin örgütlenmesini engellemek için her gün yeni yollar arayan Türkiye burjuvazisi bu defa 100 yıl önceki metotlara başvurmayı denedi. Bundan yaklaşık 100 yıl önce ABD’de ve daha sonra bazı Avrupa ülkelerinde uygula-nan “sarı köpek sözleşmesi “ işveren-lerin işçilerin örgütlenme özgürlüğüne uyguladığı en büyük baskı türüydü. İşçilerin renginden dolayı bu ismi ver-diği sarı köpek sözleşmesi, işçilere işe girerken hiçbir dernek ve sendikaya üye olmayacağı ve bu gibi kuruluşlarca düzenlenen hiçbir eyleme katılmaya-cağına dair imzalatılan bir işe alım şar-tıydı. İşçinin bu sözleşmenin gereğine “uymayıp” bir sendikaya üye olması halinde patronu başka hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan ve tazminat ödeme zorunluluğu da olmadan işçiyi işinden edebiliyordu. Geçtiğimiz günlerde “sarı köpek sözleşmesi” tekrar canlandı-rılmaya çalışıldı. Sağlık Bakanlığı’na bağlı Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde çalışan taşe-ron işçilerine işe alınma şartı olarak bu 100 yıl öncesinde kalan örgütlenme yasağı dayatıldı. Taşeronlaştırılmanın temel hedefi işçileri örgütsüzleştirmek iken bir de bu sözleşmeyle işçi örgüt-lenmelerine karşı alınan açık tavır bir kez daha gösterilmiş oluyor.2821 sayılı Sendikalar Kanunu 31. Madde’de ise sendika üyeliğinin güvencesi ile ilgili olarak şu ifade yer alıyor: “İşçilerin işe alınmaları, belli bir sendikaya girmeleri veya girmemeleri veya belli bir sendikadaki üyeliği mu-hafaza veya üyelikten istifa etmeleri veya sendikaya girmeleri veya girme-

meleri şartına bağlı tutulamaz.Toplu iş sözleşmelerine ve hizmet akitlerine bu hükme aykırı kayıtlar konulamaz.İşveren, bir sendikaya üye olan işçiler-le sendika üyesi olmayan işçiler veya ayrı sendikalara üye olan işçiler ara-sında, işin sevk ve dağıtımında, işçinin mesleki ilerlemesinde, işçinin ücret, ikramiye ve primlerinde, sosyal yardım ve disiplin hükümlerinde ve diğer hususlara ilişkin hükümlerin uygulan-ması veya çalıştırmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayırım yapa-maz.” Ancak belli ki Marmara Üniver-sitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi yönetimi başta olmak üzere bugün sendika üyesi olduğu için işçilerini işten atan pek çok patronun bu keyfi uygulamalarını engellemek konusunda yine bu patronların desteklemesiyle başa gelen iktidarların çıkardığı ya-salar yeterli olmuyor ve olmayacaktır da. Bu noktada işçi sınıfının örgütlü mücadelesi tekrar önem kazanıyor.

İşçi sınıfı ve mücadelesiKapitalizmin ortaya çıkması ve egemen sistem haline gelmesiyle iyice belirginleşen sınıf farklılıkları beraberinde bir sınıf mücadelesini de getirdi. Bu, işçi sınıfının hakim sınıf olan burjuvaziye karşı verdiği –en genel anlamıyla söyleyecek olursak- emek mücadelesi ya da sömürüye karşı mücadelesidir. Mücadelenin ekonomik, sosyal vb. boyutları vardır; fakat vurgulamak gerekir ki sınıf bilinci mücadelenin temelini oluştur-maktadır. Sınıf bilinci, üretim ilişkileri içerisindeki nesnel konumu nedeniyle bir sınıf oluşturan bireylerin, kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği yönde ha-reket etmesini sağlayan bir bilinçlilik biçimini ifade etmektedir. Bu bilincin

haklar için mücadeleye dönüşmesi ise siyasallaşmayla yani siyasal bilinçle mümkündür.Sanayi Devrimi’yle birlikte çok sayıda işçi fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Çalışma ve yaşam koşullarının gittikçe ağırlaşması işçi hareketlerini, dolayı-sıyla birlikte ve örgütlü mücadeleyi ortaya çıkarmıştır. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, güvencesiz çalıştırılma gibi temel ekonomik ve sosyal sorunlara karşı mücadelede örgütlenme alanı olarak sendikalar ortaya çıkmış ve beraberinde sendikal hareketler güç kazanmaya başlamıştır. Yaşamını devam ettirebilmek, çalışmak için tek sahip olduğu şeyi, emek gü-cünü satmak zorunda olan işçi sınıfı, karşı karşıya kaldığı yoğun sömürü ve baskı karşısında sendikalarda örgütlenme yoluna gitmiştir. Sendi-ka; işçilerin, çalışma yaşamına ilişkin sorunlarını çözmek, ortak çıkarlarını ve haklarını korumak, geliştirmek için kurdukları örgütler ya da işçi örgüt-lülüğünü etkin bir güce dönüştüren mekanizmalar olarak ifade edilebilir. Sendikaların oluşumu sınıfın örgütlü mücadele zorunluluğunun bir sonucu olarak görülmelidir.

Türkiye’de dünden bugüne sendikal hareketSendikalaşma işçi sınıfı mücadelesin-de yer ettiği ölçüde burjuvazi tarafın-dan engellenmeye, durdurulmaya ça-lışılmıştır ve günümüzde de bu durum kendini göstermektedir. Sendikaların yasaklanması, sendikalı işçilerin işten çıkarılması ya da sendikalı olurlarsa işten çıkarılmakla tehdit edilmesi, sendikaların etki alanının daraltılmaya çalışılması ve toplu sözleşme yapıla-bilmesi için çok yüksek üye sayılarının

İŞÇİ SINIFININ SESİ: SENDİKALARİşçi haklarını savunur görünürken,aslında patronlarla işbirliğine giden, toplu sözleşmeleri işçilerin bilgisi dışında imzalayan,işçilerin sosyal ve ekonomik haklarını gözetmeyen sendikalar, farkedilmesi gereken büyük bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir

ırmak koralay, yasemin altınkum

Page 25: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 25

aranması bu durumun göstergelerin-den. Türkiye’de işçi sınıfının ortaya çıkışı Cumhuriyet’ten çok önce Os-manlı zamanında gerçekleşmişti. Batı ülkelerine göre daha geç sanayileşen Osmanlı’da ilk fabrika 1835 yılında kuruldu. Ve çok değil yalnızca 10 sene sonra işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için verdikleri mücadeleyi engellemeye yönelik ilk yasa çıkartıldı. 1945 yılında çıkartı-lan, polis nizamnamesi adlı yasa işçi derneklerinin kapatılmasını ve toplu iş bırakmaların ağır şekilde cezalandırıl-ması hakkındaydı. Bu düzenleme Batı burjuvazisinin kazandığı deneyimleri Osmanlı’ya yansımasından başka bir anlama gelmemektedir. O gün kurulan işçi dernekleri tam olarak bir sendika görevi görmemekteydi. Daha çok aynı işyerinde ya da işkolunda çalışan işçi-lerin arasında dayanışma oluşturmak, gerektiğinde para toplayarak yardım-laşmak gibi amaçlara hizmet ediyordu. Bugünkü anlamda sendika diyebi-leceğimiz örgütlerin kurulması ise 1860’ın sonlarında gerçekleşti. İşçiler sendikalarda gizli gizli örgütleniyor ve haklarını aramak için verdikleri tüm mücadeleler ağır bir biçimde ceza-landırılıyordu. Bu durum Meşrutiyet döneminde de değişmedi. Her şeye rağmen işçi sınıfı emperyalist işgal başladığında ilk karşı koyan oldu. İşga-lin başladığı şehirlerde kurulan silahlı işçi çeteleri Kurtuluş Savaşı’nda da en ön saflarda yer alıyordu. Ancak çiçeği burnundaki Cumhuriyet’in işçileri hatırlaması bir hayli vaktini aldı. 1936 yılında ilk çıkartılan İş Kanunu’nda sendika ve sendikal haklara dair tek bir kelime yoktu. İlk Sendikalar Kanu-nu 1947 yılında çıkartıldı ancak toplu sözleşme ve grev hakkı burada da yer almıyordu. 1961 Anayasası’nda ilk kez “grev hakkına” yer verildi. 1963 Kavel grevinde, grev hakkının Anayasada bulunmasının yeterli olmadığı, grev hakkının uygulama esas ve koşul-larını gösterecek bir “Grev Yasası” ihtiyacı çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı. 1963’ün 24 Temmuzu’nda 274 Sayılı yeni bir Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme ve Grev Yasası çıkarıldı ve Türkiye2deki işçi sınıfı 1835’den beri verdiği mücadelenin sonucunda bu haklarına kağıt üstünde de olsa kavuşmuş oldu.60’lardan 80’li yıllara kadar güçlü ve önemli ölçüde örgütlülüğe sahip sendikaların 12 Eylül sonrasında bu örgütlülüklerini büyük oranda kaybettiklerini görmekteyiz. 12 Eylül

faşist darbesinin ilk icraatı uygu-lamada olan grevlerin kaldırılması, tüm toplu iş sözleşmelerinin devlet tarafından (Yüksek Hakem Kurulu eliyle) bağıtlanması ve başta metal işkolunda olmak üzere, işçi sınıfı içinde güçlü bir sendikal örgütlülük düzeyine ulaşmış DİSK’in ve ona bağlı sendika-ların kapatılması oldu. Bu ilk tedbirin ardından 1983 yılında yeni Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Bu kanun ve 1982 Anayasa’sı sendikalaşmaya yönelik birçok engel getirildi. İşkolu barajları yükseltildi, toplu sözleşme yetkileri zorlaştırıldı, sendika üyeliği dünyada bir ilk olarak noter şartına bağlandı ve grev yasakları genişletildi. Günümüzde hala uygulanmakta olan Sendikalar Kanunu 19832den bu yana pek çok değişiklikten geçti. Ancak yapılan her değişiklik 12 Eylül darbesinin izlerini silmek bir yana darbenin getirdiği karanlığı daha da büyüttü. Baktığımız-da bu değişikliklerin çoğunluğunun “darbeyle hesaplaşacağını” söyleyen AKP iktidarı döneminde gerçekleştiği-ni ve patronların işçilere yönelik saldırı ve sömürülerini daha meşru kılmak dışında bir amaca hizmet etmediği açıkça görülmektedir. Kısa bir süre önce Meclis’ten geçerek yasalaşan ve 1 Ocak itibariyle yürürlükte olan Toplu İş İlişkileri Kanunu bunun için çok net bir örnek teşkil etmektedir. Toplu İş İlişkileri Kanunu’nun devletin sendika üyesi herkesten haberdar olmasının yolunu açıyor, toplu iş sözleşmesi yetkisi için gerekli şartları zorlaştırıyor birçok işkolu için geçerli olan grev ya-sağını yeni işkollarına da uygulanması-nın önünü açıyor. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesine yönelik tek tehdit para babası patronlar ve onların uşağı olan iktidarlardan gelmiyor. İşçi haklarını savunur görünürken aslında patronlarla iş birliğine giden, toplu sözleşmeleri işçilerin bilgisi dışında imzalayan, işçilerin sosyal ve ekonomik haklarını gözetmeyen sendi-kalar fark edilmesi gereken büyük bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.Sendikaları sınıf mücadelesinin bir parçası olarak tanımlarken bu tanı-mın dışında bırakılması gereken sarı sendikalar işçilerin mücadelelerini kontrol etmek ve engellemek için ortaya çıkmıştır. Türk-İş örneğinin bu noktada verilmesi uygun olacaktır. Te-kel işçilerinin örgütlü direnişi sırasında Türk-İş’in bu grevi etkisizleştirme ça-baları veya işçilerin lehine olmayan bir toplu sözleşmeyi yapmaya çalışması hatırlanmalıdır.

Daha da güncel bir örnek ise Türk Metal sendikasıdır. Türk Metal; 1980 sonrasında işçilere yapılan oyunlarla, onlardan habersiz işçileri üye yapma-larıyla etkin hale gelen, patron sendi-kası MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) ile işbirliği yapan, işçilerden habersiz sözleşme imzalayan bir sarı sendika ve işçilerin mücadelesi önüne konmaya çalışılan en büyük engel-lerden biri. Tam da bu noktada büyük engeli aşmayı başaran Bursa’daki Bosch işçilerinden bahsetmek gerek. Bosch işçileri (sayıları 6000 civarın-da) bir ay kadar önce Türk Metal’den topluca istifa edip DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldular. Var-diyalarından çıkan binlerce işçi Türk Metal’in bütün engelleme çalışmala-rına rağmen Birleşik Metal-İş’in üyelik için tuttuğu salona akın etti. Bosch işçisi sadece bir sendikadan diğerine geçmedi; 30 yıldır tahakkümü altında bulunduğu, örgütlü mücadelesinde ona ayak bağı olan ve onu güçsüz kılmaya çalışan sendikadan kurtuldu.

Bugün yapılması gerekenSendikalaşmanın öneminden bahse-derken tüm yazı boyunca da yapılma-ya çalışılan esas vurgu örgütlülüğün ne denli önemli olduğudur. Siyasal mücadelede de, sendikal mücadelede de sınıfın taleplerine karşılık bulabil-mesinin temel koşulu örgütlü müca-dele etmek. Örgütlülüğün öneminin bir sebebi birlikte hareket etmenin gücü ve etkiyi artırmasıysa diğer bir sebebi de ortak bir akıl yaratması ve tepkileri doğru şekilde kanalize etmesi olarak kodlanabilir. Hukuki anlamda elde edilecek her kazanımın yolu işçi sınıfının sınıf bilincine sahip olması ve bu bilinci örgütlü bir mücadeleye aktarabilmesinden geçmektedir. İşçi sınıfı bugünkü haklarını yıllar süren mücadelesine borçlu olduğunu ve önüne çıkan her engeli aşabilecek bir güç olduğunu tekrar hatırlamalıdır. Bu noktada ilk yapılması gereken bürok-ratik sendikacılığı yıkarak sendikalarda patronların değil işçilerin söz ve karar sahibi olmasının sağlanmasıdır.

Kaynakça:İlker Belek  “Sınıfa, sendikalara doğru” makaleAydemir Güler “Sendikaların rotası” makalehttp://www.mevzuat.adalet.gov.trV. İ. Lenin, “ Sendikalar Üzerine” ,sorun yayınlarıwww.sendika.org

Page 26: İcab-ı Hal | Sayı: 6

26 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Fotoğraf çekmenin, deklanşöre bas-mak kadar kolay ve saniyelik bir fiil haline geldiği zamanımızda “popüler kültürümsü” bir ilgi alanına indirgenen fotoğraf, sanat olarak algılanmaktan çıkarken deklanşöre gerçek manada basan parmakların sahiplerinden biridir Tina Modotti…Tina Modotti şöyle fotoğrafçıdır, böyle güçlü devrimcidir demekten ziyade; hemşirelikten gazeteciliğe, modelliğe ve hatta Hollywood’a uzanan “kariyer” listesini bir kenara koyup, özgürlük tutkunu Tina’nın hayatının merkezine, sanatıyla siyasi kimliğinin öncülüğünü birleştirdiği noktaya odaklanacağız.Henüz 12 yaşındayken ipek fabri-kasında çalışmaya başlayan Tina, 1923’te köylü devriminin hakim olduğu Meksika’ya yerleşir ve küçüklü-ğünden beri etkisinde olduğu sosya-list düşünceler Meksika’da alevlenir. Dünyayı değiştirme gayesiyle yaşayan bir devrimcidir ki sanatını bu amaç için oldukça elverişli kullanmıştır.

Hem toplumsal koşulları hem de tarihi olayları fotoğrafa almıştır. Ve müca-delenin yoğunlaşmasıyla fotoğrafları gittikçe somut durumu belgelemeye yönelik hal almaya başlamıştır. Tina, Meksika’da yaşamdan kesitleri, halkı, işçiyi, köylüyü, toplumsal adaletsizliği ve eylemleri, mitingleri dünya duru-munu dürüst fotoğraflarıyla özetlemiş ve fotoğraflarıyla sol tarihe kaynak oluşturacak birçok belge bırakmıştır.Tina’nın fotoğrafları, bireysellik üzerin-den toplumsallığa açılan özgün örnek-lerdir. Çektiği nesneleri ya da insanları bulunduğu mekandan ve zamandan uzaklaştırmazken aslında bugün de güncel olan aktarımlar yapar.Bir de kendisinin, kendisi ve fotoğraf-ları hakkındaki düşüncelerine bakalım:“Kendimi bir fotoğrafçı olarak görü-yorum, fazlası değil ve şayet benim fotoğraflarım, bu alanda genel olarak yapılanlardan farklı ise, sanat yap-mak için değil; tersine, fotoğrafçıların çoğunluğu halen melez ürünün ortaya çıktığı ‘sanatsal efektler’e göre ya da diğer resimsel sunuş araçlarının taklidine göre iş yaparken, hilesiz veya manipülasyonsuz dürüst resimler

yaptığımdan dolayıdır. (...) Söz konusu olan fotoğraçılığın sanat olup olmadığı da değildir, söz konusu olan iyi ve kötü fotoğraf arasında ayrım yapmaktır. İyiden, fotoğrafçılık tekniğinde var olan sınırları kabul eden ve bu aracın sunduğu tüm imkânları ve özellikleri kullanan anlaşılmalıdır (...) Sadece belli bir anda ve objektif olarak kamera karşısında var olanı ürettiğinden, objektif yaşamı tüm olgusal biçimleri ile kaydetmek için fotoğrafçılık en tatmin edici araçtır, belgesel değeri de bundandır. Ve bunun yanı sıra duyarlılık ve meslek bilgisi de eklenir-se ve her şeyden önce tarihi gelişim içindeki konumu noktasında da açık bir yönelim olursa, sanırım hepimizin katkıda bulunması gereken toplumsal üretimde onurlu bir yer alabilir.”

Bayraklı Kadın (1928)Bayrak taşıyan maden işçisinin karısı-nın fotoğrafı, devrimci bir kadının  güç-lü, onurlu ve öncü profilini anlatıyor. Omuzlarını saran bayrak, Meksika’yı kavuran mücadelenin diri ateşinin kapsayıcılığını ispatlıyor.

FOTOĞRAFTA KUVVETLİ BİR KADIN YUMRUĞU-TİNA MODOTTİ

“Sanat ya intihâldir ya da

devrim” -Paul Gauguin

“Modotti kuşkusuz güçlü

bir kadındı; 20. yüzyılın en

önemli fotoğrafçılarından

biriydi.” -Pedrosa

yonca balekoğlu

Page 27: İcab-ı Hal | Sayı: 6

Pablo Neruda’nın Tina’nın ölümünden sonra onun için yazdığı şiir:

Tina Modotti, bacı, uyumuyorsun sen, hayır sen uyumuyorsun.

Belki yüreğin dünkü gülü dinliyor, yeni gülü dinliyor.

Rahat et bacı.

Yeni gül senin, senin yeni dünya:

Sen kendine derin topraktan yeni bir giysi diktin

ve senin gülümser sessizliğin şimdi kökleniyor

Sen boş yere uyumayacaksın bacı.

Senin tatlı adın saf; saf senin kırılgan yaşamın. Senin demir gibi sert, narin yapın arıdan, gölgeden, ateşten, kardan,

[sessizlikten, dalgadan, çelikten, çizgiden, nektardan.

Senin uyuyan gövdenin başucundaki çakal yiyip bitirmek istiyor, kanlı ruhunu tatmin etmek için.

Fakat sen gülümsüyorsun bacı,

sanki çamuru aşacakmış gibisin.

Seni benim ülkeme kaçıracağım, ki ulaşamasınlar sana,

Benim karla kaplı ülkeme, ki senin saflığına dokunamasın katiller

Çakallar, paralı askerler: Orda barışa ulaşacaksın sen.

Bir ayak sesi duyuyor musun, bir sürü ayak sesleri içinde,

Steplerden gelen, dondan gelen, soğuktan yankılanan bir ses?

Karda yürüyen bir askerin ayak sesini duyuyor musun?

Bacı, bunlar senin ayak seslerin.

Günün birinde senin küçük mezarının önünden geçecekler,

açmadan dünkü güller,

yarınkiler geçecek mezarının önünden

ve sessizliğinin yanışını görecekler

Bir dünya yürüyor bacı, senin gittiğin yere

Senin türkülerin söyleniyor ağızlarda hergün

Senin onca sevdiğin halkın ağzında.

Ne cesurdu yüreğin senin.

Senin ülkenin eski mutfaklarında, tozlu yollarında

bir şeyler konuşuluyor ve akıp gidiyor.

Bir şeyler senin altın sarısı halkının ateşine karışıyor

Bir şeyler uyanıyor ve şarkı söylüyor.

Seninkiler bacım bugün senin adını ananlar,

bizler, her yerde, denizde, karada,

senin adınla susan ve başka isimler söyleyenler.

Ateş ölmez çünkü!

Page 28: İcab-ı Hal | Sayı: 6

28 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Geçtiğimiz 8 Mart’ta yürürlüğe girerek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin tarafından kadınlara ‘8 Mart armağanı’ olarak sunulan 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi’ne Dair Kanun yürürlüğe girmeden önce ve girdikten sonra da birçok tartışmaya konu oldu.Medyada yer alan akademisyenler ve kadın örgütleriyle uzlaşıldı algısınının sebebi kanunun 31 Ocak taslağı üzer-inde mütabakat sağlanmış olmasıydı. Ancak, yasalaşma süreci tamamlanana kadar önemli hükümlerin  yasadan çıkarılması, uzlaşılan taslak üzer-inde yasayı kağıt üzerinde bırakan, uygulanmasını kadına karşı şiddetle mücadele ve toplumsal eşitlik bilinci yerleşmemiş uygulayıcıların insafına terkeden bir metin ortaya çıktı. Ailenin Parçası Olarak KadınKadınların maruz kaldığı şiddeti önlemeyi hedefleyen yasanın temel çıkmazı , hak öznesi olan kadının aile

içi bir varlık olarak konumlanmasıdır. Yasanın görüşmelere açılan tasarı metninde açıkça, hakları ihlal edilen ve korunması gereken özneler arasında ‘birlikte yaşayan’ kadınlara da  yer verilmişti. Kanuna baktığımızdaysa bu ibarenin kaldırıldığı, kanunun amacı kapsamında korunmaya alınacak kişiler arasına “şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınlar, çocuklar, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişiler” alındığı görülmektedir. Kapsamın bu şekilde daraltılması, şiddete uğrayan bütün kadınların aslında ‘korunmaya değer’ olmadıklarını, yerleşmiş algıların şiddet mevzuunda da kadının kat-egorilendirmeden kadın olarak anılamadığını göstermekle  bir-likte  muhafazakar toplum yapısı çerçevesi de çiziyor. Buna göre kadın ailenin bir parçasıdır ve bu ölçüde korunmaya değerdir. Yasanın kadını ‘aile’den bağımsız bir birey olarak ele alamıyor olması, tam da ulaşılmak istenen toplumsal eşitlik idealinin karşında duran toplumsal okumaları, kanun koyucunun da benimsediğini tespit edebilmemizi sağlıyor. Burada bahsettiğimiz tespitleri yapa-

bilmemizin önünü açan öncelikle bahsi geçen yasanın adı oluyor. Yine yasanın adından ve LGBT bireylerin kapsam dışı bırakılmasından hareke-tle, yasanın cinsiyet temelli şiddete mağruz bırakılan bütün kesimleri kapsamadığını, hatta bilinçli bir terci-hle kapsam dışı bıraktığını belirtmek gerekiyor.Yasanın önemli eksikliklerinden biri de, ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ tanımının  mevzuattan çıkarılmasıdır. Taslak metinde uzlaşılan  tanım, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 7 Nisan 2011 tarihinde Strazburg’da onaylanan, 11 Mayıs 2011 tari-hinde İstanbul’da imzaya açılan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 13 ülke tarafından imzalanan (Tür-kiye bu sözleşmeyi imzalanmış ancak bağıtlanma işlemlerini tamamlamamıştır.) ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Kon-seyi Sözleşmesi’nde yer almaktadır. Yasanın ilk maddesinde söz konusu Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin özel-likle esas alınacağının belirtilmesinin uygulamada yeterli olup olmayacağını henüz bilmiyoruz.Taslakta şiddette maruz kalanlara

ŞİDDET YASASI’NIN GETİR(EME)DİKLERİ

özge ince,özgün rüya oral

Page 29: İcab-ı Hal | Sayı: 6

HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 29

hizmet verecek Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri’nin 5577 olarak belirlenen sayısı 362’ye  düşürülmesi merkezleri işlevsizleştirmiştir. Merkezde çalışacakların tercihen kadın olmasına ilişkin hüküm  de son anda tümden kaldırılmıştır.Hakimin ve mülki amirin alacağı önleyici ve koruyucu tedbirler; kadının ve çocuklarının ayrı bir barınma yerine geçmesi, yerleşim yerini değiştirmesi; kadının iş değiştirmesi, kadının rızası ile kimlik bilgilerinin değiştirilmesi, şiddet uygulayan eşin müşterek konuttan uzaklaştırılması, korunan kişilerin yerleşim yerin-den, okulundan, iş yerinden uzak tutulması gibi önemler içeriyor. Tüm bu önlemlerde ise yine ailenin parçası olarak görülen kadın, kim-lik bilgilerini değiştirmek zorunda bile kalabiliyor. Sorunun kaynağına inmek, şiddeti önleyici daha geçerli tedbirler almak yerine mağdur kişinin isim ve yerleşim yeri değişikliğine gitmek yasayı hazırlayan bilincin kadına bakış açısını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Mağdur sıfatındaki kişinin cezalandırılırcasına yerleşik yaşamından ve çevresin-den koparılmak zorunda bırakılması, hükümetin düzenlemelerinin uygu-lamadaki yetersizliğinin yanında, meseleye bakış açısındaki sakatlığı da ortaya koymaktadır.Yasada Bakanlığın davalara müdahil

olabilmesinin önü açılmış olmakla bir-likte kadın örgütlerinin müdahil olması kabul edilmemiştir.Ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitiliği derslerinin okunması yahut en azından müfredata eklenmesi, bu alandaki akademik çalışmaların özendirilmesi ve desteklenmesi, Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesi’nin  kararlarında ‘’ayrımcılık temelli’’* olarak nitelendirilen Türk yargısının bu tutumunun sebeplerinin araştırılması ve yargı mensuplarına bununla ilgili eğitimler uygulanması, kolluk görev-lilerinin bu anlamda doyurucu bir eğitimden geçirilmesi gibi kısa ve uzun vadeli paralel düzenlemeler de öngörmek yerine, radyo ve televizy-onlarda belli türde kamu spotlarının yayınlanması gibi düzenlemelerle yetinilmiştir.Toplumsal cinsiyet eşitliği ideali bağlamında, kökleşmiş toplum-sal algılardan arınmamış, temel paradigmaları aşamayan, ayrıntıları düzenlemede oldukça yetersiz kaldığından uygulamada sıkıntı yaratacak bir yasa söz konusudur. Genel olarak mevzuata baktığımızda da geçtiğimiz günlerde yasalaşan ve kamuoyunda 4+4+4 Yasası olarak bilinen eğitim alanına dair düzenlemelerin, eğitim paketinin

boşluklarından ötürü kız çocuklarının okullaşma oranınının düşeceği, çocuk gelinler vakalarında artış yaşanacağı öngörüleri yapılabilmektedir. Kadına karşı şiddetin tam da bu noktada ele alınması gereken eksende  ele alınmadığını söylemek gerekmektedir.Devletin cinsiyet ayrımcılığı noktasında pozitif edim yükümlüğü altında olduğu*, yukarıda bahsi geçen sözleşmeye taraf olarak  toplumsal cinsiyete duyarlı kapsamlı  politikalar üretme ödevi üstlenmiştir. Hukuk dünyasında, altyapısız, kapsamsız, temel sıkıntıyı ortadan kaldırmayı değil; üzerini örtmeyi ve ancak günlük çözümler üretmeyi amaçlayan anlayışın varlık gösterememesi gerekir. Kadının insan hakları mücade-lesinde yasa koyucunun bir an evvel dostlar alışverişte görsün şiarını ke-nara bırakıp, gerçekçi çözümler üretme yoluna girmesi gerekmektedir. Dipnotlar:* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,Opuz/Türkiye,15 Tem-muz 2002 tarihli,33401/02 başvuru numaralı kararı ** Mehmet Semih Gemalmaz-Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik İlkesi-sayfa 118-140

Page 30: İcab-ı Hal | Sayı: 6

30 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

SİVASTA KATLEDİLEN ŞAİRLERİN ANISINA

“sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde ölürüm.”

Behçet Aysan

Bu sayfalarda daha önce edebiya-tın nasıl para kazanma aracı olarak kullanıldığından bahsetmiştik. Yine bu sayfalarda Emile Zola’dan, Asturias’tan, Lorca’dan; adaletsizli-ğe, faşizme, sömürüye boyun eğme-yen yazarlardan bahsetmiştik. Bu defa, hepimizin biraz daha iyi bil-diği 3 şairi şiirleriyle anmak istedik.

Uğur Kaynar1956 Sivas doğumlu şair. 1978, 1979 ve 1980 sonrası çeşitli aralıklarla Mamak Cezaevi’nde yattı. 12 Eylül öncesi verilen anti-faşist mücadelenin önemli figürlerindendi. 1983 yılında cezaevinden çıktı. 1988’den itibaren kendini şiire adadı. 1993’te Pir Sultan Abdal Kültür Şenliği için Sivas’a gitti. Ölümünden sonra cebinde bugünkü parayla 50 lira, yeni açılmış bir paket Bafra sigarası , kibrit, eşine hediye alınmış işlemeli bir cüzdan ve üzerine şiir karalanmış bir kağıt peçete çıktı. Peçetede şu sözler yazılıydı:“öldüğümde  doğduğum yere gidiyorum yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği işte böyle yeniyorum.”

Yukarıdaki fotoğraf çekildikten 5 saat bir yangının ortasında kaldı bu üç şair. Sonradan ağır yaralı olarak kaldırıldık-ları ve kurtarılamadıkları hastanede anlattıklarından öğreniyoruz ki; arala-rından birisine bir şey olursa, diğerleri ona şiir yazacak diye sözleşmişler o merdivende.  Ama elbette ki tek ortak noktaları Sivas’ta yakılmaları ya da şair olmaları değil.  Aslında genç şa-irlerimizden Efe Duyan’ın dediği gibi, andığımız şairleri önemli kılan temel nokta ölümleri de değil. onları Sivas’ta bir araya getiren de, şeriatçıların hedef tahtasına oturtan da onurlu ya-şamlarıdır. Kardeşçe bir yaşam isteyen bu üç şairi unutmamak ve unutturma-mak dileğiyle...

Behçet Aysan1949 yılında Ankara’da doğdu. 1968’de Ankara Tıp Fakültesi’ne askeri öğrenci olarak girdi. 12 Mart darbesinden sonra bir süre öğrenimi-ne ara verdi. Bu sırada çeşitli işlerde çalıştı. Sonrasında tıp öğrenimini tamamlayarak doktor oldu. Harbiye, Selimiye, Kartal-Maltepe, Mamak ve Ankara merkez hapishanelerinin koğuşlarında dostlarına baktı yıllarca. Şiirlerinde ara ara yılgınlıklar sezilse de yüzünü aydınlıktan öteye hiç çevir-medi. 1993’te Pir Sultan Abdal Kültür Şenliği için Sivas’a gitti. Ölümünden sonra arkadaşları evinin kapısında unutulmuş bir not buldular: “Yarım saat içinde geliyorum. Bekleyin.”

“iner şafağın alacasındakarıncalar ordusu şehreiner kenar mahallelerdenyürüyerek ve trenlerlesu satan çocuklarıylakapılarda vagonlarınçamaşırcı kadınlarıyla iner şehreiner şehre sincan’dan,iner şehre mamak’tan.battal gazi destanı ve kan kalesive kılıcıyla ali’ninmızraklı ilmihalleyok başka bir cehennemyaşıyorsunuz işte...”

Metin Altıok“sorular sordum sormamam gerekenkendime bir kefen biçtim kendi tenim-den”

14 Mart 1941’de İzmir’de doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğ-rafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. 1978 yılında öğretmenlik yapmaya karar verdi. Bingöl’de felsefe öğretmenliği yapmaya başladı. Şehrin yoksulluğu içini acıttı. Ankara’da bıraktığı kızının özlemi de birleşince kahroldu öğretmen... “Türkçenin gece gezen, uykusuz mahalle bekçisi” dedi kendine.  Arkasından gelen 12 Eylül bütün bunların tuzu biberi oldu. Okul-larda ilerici öğretmenler büyük baskı altındaydı. 1990 yılı başında emekliye ayrılarak Ankara’ya yerleşti. 1993’te Pir Sultan Abdal Kültür Şenliği için Sivas’a gitti.

“1. insan dediğin saçaktakigüvercinin farkında olacakve bir çiçek açacak kendince.bu aşk var ya bu aşk.dikkat!yangında ilk kurtarılacak.2. sevmeye başlayınca birinikendimi yıkıp yeniden kurarımçünkü bu yeni bir aşktırve temeldeki yerini mutlaka alacaktır.yabancılar için inşaata girmektehlikeli ve yasaktır.3. bir akşam tek başınızabir otele giderseniziçinizde yaralı bir aşkla,ucuz bir otele ama temiz;kıymetli eşyalarınızımüdüriyete teslim ediniz.”

Page 31: İcab-ı Hal | Sayı: 6

GEÇTİĞİMİZ GÜNLERDE KAYBETTİĞİMİZ, KULÜBÜMÜZÜN KURUCU ÜYELERİNDEN

VOLKAN ŞAHİN’İ, SAYGI VE öZLEMLE ANIYORUZ. IŞIKLAR İÇİNDE YATSIN

Page 32: İcab-ı Hal | Sayı: 6

TOP

LUM

CU H

UK

UK

ÇULA

R K

ULÜ