metafİzİk İnkÂrin edebiyat ve düşünce dergisi · metafİzİk İnkÂrin edebiyat ve...

60
edebiyat ve düşünce dergisi METAFİZİK İNKÂRIN RASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK ÇİVİSİ mehmet doğan KADAVRA METODOLOJİSİ VE ŞİİRİN ÖLÜMÜ dr. ali öztürk BİR ŞAİR, BİR BİLGE, BİR YÖNETMEN: ROBERT BRESSON bülent özdaman SİNEMA ÖNCESİ SİNEMA abdullah şahin KOMÜNİST GELİYOR, KAÇIIIN! serkan sevinç BARAN ÇAÇAN: Durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir.(söyleşi) HARF İNKILABININ GÖTÜRDÜKLERİ -II- burak bir ŞİİR VE DEVLET –III- (KARAC'OĞLAN) cundullah fidan EVSİZLER EVİ M. Mansur Acuner (söyleşi) VİCDAN HAREKETİ Gökçe Değirmen (söyleşi) mehmet sami, hatice aydın, nihan gencer, mustafa kadir çelik, gül tanrıverdi, zehra aktaş, cihat karaman, burak yıldız, enes malikoğlu, turgay demir, uğur demirkıran, ayfer sümer, gülhan tuba çelik, betül taştekin, zeki altın, tan doğan, ismail denizhan, cengiz zorbey, selman emre, muhammet efe, idris selici, enes diriğ, muhammet çelik

Upload: others

Post on 02-Nov-2020

19 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

edebiyat ve düşünce dergisiMETAFİZİK İNKÂRIN

RASYONALTESİ

VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN

1 ŞİİRİ VEYA

NÂZIM'IN EKSİK ÇİVİSİ

mehmet doğan

KADAVRA METODOLOJİSİ

VE ŞİİRİN ÖLÜMÜ

dr. ali öztürk

BİR ŞAİR, BİR BİLGE, BİR

YÖNETMEN:

ROBERT BRESSON

bülent özdaman

SİNEMA ÖNCESİ SİNEMA

abdullah şahin

KOMÜNİST GELİYOR, KAÇIIIN!

serkan sevinç

BARAN ÇAÇAN:“Durup durup susan, sessizce

ölen insan

kesin daha güzeldir.”

(söyleşi)

HARF İNKILABININ

GÖTÜRDÜKLERİ -II-

burak bir

ŞİİR VE DEVLET –III-

(KARAC'OĞLAN)

cundullah fidan

EVSİZLER EVİ

M. Mansur Acuner

(söyleşi)

VİCDAN HAREKETİ

Gökçe Değirmen(söyleşi)

mehmet sami, hatice aydın, nihan gencer, mustafa kadir çelik,

gül tanrıverdi, zehra aktaş, cihat karaman, burak yıldız,

enes malikoğlu, turgay demir, uğur demirkıran, ayfer sümer,

gülhan tuba çelik, betül taştekin, zeki altın, tan doğan,

ismail denizhan, cengiz zorbey, selman emre, muhammet efe,

idris selici, enes diriğ, muhammet çelik

Page 2: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(2)

Sevgili Okurlar

Kim olduğunuza dair hiç bir fikrimiz yok ama yine de

özlüyoruz sizi. Sizden ne haber diye soracak olursanız yok

bişi. Nesnelere bakıp esniyoruz. Yürüyoruz sokakların

kimseye kalmadığı saatlerde. Kendimizi size tavsiye

etmiyoruz, kendimiz diye bir şey var mı o da belli değil

zaten. Tavsiye etmiyoruz, çünkü etrafa tehlike saçan

mutluluklar var cebimizde. Yoo, martılara simit falan da

atmıyoruz, kim dolduruyor sizi böyle? Bilye oynar mısınız?

Gelin gelin, “tabure yokuşlarında”, “palmiye altlarında”,

zulümlerden korunmuş fakat kendine zulmedenlerden

korunamamış sahillerde yürürüz hep beraber. Tuzu kurular

gibi konuşur, nanik yaparız uzak ülkelere.

Her ne kadar mevsim kış da olsa bizim kırılıp toz haline

geldiğimizi söyleyenler karın üstümüzü örteceği

konusunda haklı gözüküyorlar. Şimdi eğer biz taş tozuysak

hangi toprağa karılalım diye düşünmüyoruz. Rüzgârın

savurduğu yerlere gidip otağ kuracak da değiliz. Tek bir şey

sadece: Kar suyuyla beslenecek vakte kadar ayakta

kalabilmek. Her ne kadar aynalara çiçek atıyorsak da, bizi

karanlık pencerelerden uzanıp alanlar da biliyor ki,

vazgeçmeyiz gülümsemekten.

Umudumuz sizsiniz! İyi de kimsiniz siz? Merhaba. Dönüp

gitmeyin, yüzünüz çok güzel.

At gibi gözleriniz.

Çek bi salata.

-edebiyat ve düşünce-

aralık-ocak-şubat2014-2015

sayı:15

genel yayın yönetmeni:cihat karaman

yayın ekibi:mustafa kadir çelik

serkan sevinçali yaşkın

muhammet çelik

ön kapaktaki resim:dilay hut

iletişim:twitter.com/sehrengizdergi

facebook.com/sehrengiz.dergisisehrengizdergisi.wordpress.com

yazışma:[email protected]

0 (530) 775 63 780 (530) 641 78 84

istanbul

Page 3: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

o katı duvara tosladım başım dönüyor habire

yoksuzum, ağaçları bildim, çimenleri, çiçekleri

kokusuna bayıldığın sümbülleri

çiftliğin kapısındaki o köpekleri gördüm

duvara renk veren boya bir horozun suskun sesi

bakınca anımsadım ortancaları yol boyu

çocukken ne uzun tutmuşlardı gözlerimi

ortancalardan bir kaç tuğla duvarın orta yerinde

senin de payın öyle azımsanamaz duvarda

her şeyden bir parça gözümün takıldığı

aldım serptim yere senli günlerde

ne kadar hasretliğin varsa içinde damıttım

seni bildim, söyledim de nedir yokluğun

o katı duvara tosladım başım dönüyor habire

tüm bu dışarılar senincundullah fidan

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(3)

Page 4: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şimdi şu ipten musallada

yatan afganlı

türkü söylese kalkıp

yine de

hiçbirimiz unutmayız Elif'i

hiçbirimiz

yani ben ve gönlüm

ve ellerim ve gözlerim

ve Elif

şimdi diyorum

şu denizden atlar çıksa

yeleleriyle

dizilseler şuraya

yine de

hiçbirimiz unutmayız Elif'i

hiçbirimiz

yani ben ve gönlüm

ve ellerim ve gözlerim

ve Elif

şimdi şu sarışın kız

hatta bütün sarışın kızlar

hatta bütün zeki sarışın kızlar

gelse dese ki

seviyoruz hepinizi

yine de

hiçbirimiz unutmayız Elif'i

hiçbirimiz

yani ben ve gönlüm

ve ellerim ve gözlerim

ve Elif

ellerim bakıyorum Elif'in elleri

gözlerim bakıyorum Elif'in gözleri

sözlerim Elif'in sözleri

yine de hiçbirimiz

unutmayız Elif'i

hiçbirimiz

yani ben yani Elif

yani Elif'in elleri

yani gözleri

en Elif'siz şiirmehmet sami

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(4)

Page 5: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Şairler nala benzer; bir çivileri eksik

olduğunda tıngırdayabilirler. Bilinçdışı tarihin bir

mi-l-adı olarak Kuzey Kore Ağlama Festivali, bizi

şiirle hakikat arasındaki sarkaçta can çekişen

gerçeklere doğru bir yolculuğa sevk edebilir.

Kuzey Kore liderinin (Kim Yong-il) ölümü

(irrasyonel şok) dolayısıyla gördüğümüz şeyler,

(en azından sosyoloji ve felsefe ilmi için) modern

tarihin bütün buutlarıyla yargılanmasını bir

zorunluluk haline getirmiştir.

Aydınlanma zamanlarından beri Garb'ın

geri kalan dünyaya dayattığı zihnî paradigma,

insanın “yetersebep / yeterşart / güçbende”

olduğu temeline matuftu. Buna göre insan, kendi

ontolojisinin sebep ve mahiyetini bi le

epistemolojisinin zihin kaynaklı raflarından

öğrenebilirdi. Tanrıya ve Tanrı adına parsel kapmış

mahfillere savaş açacak cesareti olsa insanın,

daha doğrusu insan şöyle bir gücünün ve

yapabileceklerinin farkına varsa; iş tamamdı.

Bu zihnî paradigma, temelde insana

rasyonel-ampirik bir “logos”undan başka bir şeyi

olmadığını söylüyordu. Aslında insan da pekâlâ

bunun farkındaydı; fakat bunu dile getirecek

cesaret ve bu yetiyi harekete geçirecek sosyo-

politik-kültürel zeminden mahrumdu.

Rasyonalizm, aydınlanma, pozitivizm ve

son kertede bilimsel sosyalizm denilen zihniyet

kalıbı; maddenin, metaın; insanın her türlü

istihsal ameliyesi ve tüketimi için bir başat unsur

olarak kabul görmesinde muvaffak oldu. Aslında

bu mekanik devrimin en gelişmiş Garb

memleketlerinde olmasını salık veren sözü edilen

fikrin kuramcıları, hiç tahmin etmedikleri bir

hadise ile karşılaştılar: devrimin proleter çığlığı,

zavallı Rus steplerinden ve Çin'in gariban

köylerinden yankılandı. Modern felsefe ve

sosyoloji için ilk “dakka bir gol bir” hadisesi budur.

II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde,

Garb'ın patinaj içre felsefesi çok pragmatik ve

sözde iktisadi bir zemine taalluk ettiğine

inandırılan iki farklı kola ayrıldı; sosyalizm ve

kapitalizm. Pasifik ötesine geçen güç dengesiyle

Amerika kapitalist bloğun patronajını devralırken,

Rusya da (o zamanlar SSCB) sosyalist bloğun reisi

olarak tarih sahnesine çıktı (Doğu-Batı). Patronlar

kendi aralarında belli kaideler etrafında bir

hinterlant çerçevesi belirlediler ve buna göre

hemen her ülke bu bloklardan birinin çatısında

olmakla güvende olabilirdi.

Tü r k i ye , b i l i n e n ve b i l i n m eye n

sebeplerden mütevellit Amerikan kulübüne üye

oldu ve bu üyelik yine bilinen ve bilinmeyen

sebeplerle bugün de devam etmektedir. Fakat

bazı memleketler bu üyelik işini fazlaca ciddiye

aldıklarından kimisi iç savaşlara bile maruz

bırakılabildi. Kore, bunlardandı mesela. Patlayan

Kore iç savaşında patronlar kendi mezheplerine

ve meşreplerine yakın olanlara önce silah ve

malzeme yardımı sağladı, sonra bizzat savaşa

dâhil olarak ve diğer kulüp üyelerini de kavgaya

Metafizik İnkârın Rasyonalitesi ve Kuruyan Kimjongillerin

1 Şiiri veya

Nâzım'ın Eksik Çivisi

mehmet doğan

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(5)

Page 6: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

sokmak suretiyle bu işin ne kadar mühim

olduğunu gösterme fırsatı bulmuş oldular.

II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde Ruslar

bizden boğazları alma tehdidinde bulununca

Türkiye de gemisini can havliyle NATO paktına

demirlemişti. Samimiyetimizi göstermek için de

1950'deki Kore Savaşı'na 4500 kişilik bir tugay

gönderivermiştik. Neticede 724 şehidimiz oldu,

2068 askerimiz yaralandı ve 234 askerimiz de esir

düştü.

Birinci cihan harbinden hemen sonra

yeniden şekillenen memleketimiz, ikinci cihan

harbine dek aynı politik kadroların egemenliğinde

kalmıştı. Politik kudret kendi elleriyle Garblaşma

faaliyetlerine girişmişti. Türkiye için tek yol

öngörülüyordu: Garb. Ancak Garb'ın yolu ikiye

çatallanmıştı ve Nazım gibi şairler başta olmak

üzere, memleketin birçok kalem kelâm erbabı bu

sapağın Rus tarafında durmayı tercih etmişti.

Bunda sosyalist evrenin İslâm'ın iktisadi

mefkûresine olan paralellikleri de tesirli olmuş

mudur, bilinmez. Fakat Arap coğrafyasında bu

yöndeki tesirlerin (Baas gibi) nelere kadir

olduğunu beraberce görme fırsatımız oldu.

20. Asrın hemen başında şekillenen bu

Garbî ayrılığın ve aykırılığın tam olarak

neresindeydik? Esasen meselenin bizi alakadar

eden bir tarafı yoktu. Dolayısıyla en rasyonel

biçimde şunu ileri sürmek olasıdır: memleket

entelektüelleri arasında vuku bulacak bu türden

bir fikri ayrılık, sadece politik ve iktisadi bir

yaklaşıma istinat etmelidir. Dolayısıyla nihai

kertede memleket için olmalıdır. Fakat hiç de böyle

olmadı. Tartışma ve çatışma giderek Türkiye'nin

kimin paryası payandası olduğu / olması lazım

geldiği / olacağı… noktasına gelip dayanmıştı.

Nâzım Hikmet ve arkadaşları (Kemal

Tahir'i de anmalı ama o bu kulvardan pek uzakta,

tartışmanın sakilliğinden pek münezzehti) 1938

yılında zindana kondular ve yıllarca orada

b ı rak ı ld ı lar. Naz ım' ın neredeyse şahs i

diyebileceğimiz kadar ileri giden nefretinin

muhatabı olan-olacak Adnan Menderes

başbakanlığı, bir genel afla Nazım'ı azad etti ve o

da Moskova'ya hicret! etti. Arkası yarını

biliyorsunuz…!

İşte Nazım Hikmet bu esir askerlerimizin

Kore'de tutuldukları kampı 1952'de ziyaret etmişti

ve "General Klark'ın piyade eri Veli oğlu Ahmet"

şiirinin hikâyesi budur. Nâzım, Kore cenneti için

kaleme aldığı şiirde şöyle diyordu:

general klarkın piyade eri Veli oğlu Ahmet (1)

"hani bahar sabahları vardır Ahmet çıkarsın evden

karşında bir müjde gibidir dünya

işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için her sabah

her akşam her gece memleket

söz hürriyetindi

toprağı bölüşmüştüler demiryolları

altın gümüş kömür ovada yağmur

dağda rüzgâr deniz bulut

güneş çocuk bahçeleri hastaneler okullar ve fabrikalar

milletindi bahtiyardılar

kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet"

İnsan gerçekten duygusallaşıyor. Yeni

epikçilere göre neo epik, duyguculara göre lirik,

senaristlere göre dramatik ve yazıldığı çağın

şartları düşünüldüğünde bu şiirin pastoral … bir

şiir olduğu ileri sürülebilir. Fakat bana kalırsa şiirin

belirgin tarafı gerçek ve sürreel bir “trajedi”

unsurunu havi olmasıdır. Çünkü böylesinde bir

idea evrenine kurşun sıkan “Ahmet” bile olsa,

affedilebilir değildir. Sonra “Ahmet”'in cehaleti,

bilinçsizliği, ne yaptığının farkında olmazlığı…

“trajik” unsurun paralel evrenleri gibi çoğalıp

gitmede.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(6)

Page 7: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Trajediye yeterince zaman verdiğinizde

ortaya çıkan komedi görülesidir. Bir şair, Kore

cenneti, babadan oğla devreden komünülke,

ölüm ve ağlama seansları…

Bu şiir yazılırken Nâzım'ın evrensel lideri

Stalin hâlâ yaşıyordu (bir yıl sonra ölecek). (2) Yani

“Gün Ortasında Karanlık” da yazılıyordu. Belki

Stalinizmin bir diğer kurgusal temsili olan 1984 de,

Orwell'ca yazılıyordu.

Nâzım'ın büyülü, “yalnız ve güzel”

kalemiyle sözünü ettiği Sovyet Cenneti ve

hinterlandı için acaba Koestler ne düşünüyordu?

Acaba Kravçenko neden oradan “kızıl cehennem”

diyerek kaçmıştı? Kim İl-sung, ölüm, Kim Jong-il,

ölüm, Kim Jong-un; iyi ki ölüm vardı…

Nükleer silahları bulunan ve halkının bir

kısmı açlık ve sefaletle boğuştuğu için BM gıda

programında olan Kuzey Kore'nin ölen diktatörü

Kim Jong-il ile bir tren seyahati gerçekleştirmiş

Rus diplomat Pulikovsky'nin dediğine göre; (3)

“Kim Jong-il'in sofrasında her gün mutlaka bir taze

ıstakoz bulunurmuş. En az 10 kadeh şarap içermiş

ve dijestiv olarak da Hennessy VSOP konyağı

tercih edermiş.”

Biz insanlar için altmış yıl bir ömür, çok

uzun bir vakit. Fakat şiirler için böyle diyemeyiz.

Bazı şiirler zaten ölüdürler, bazıları zamanla ölür;

bazıları ölümsüzdür, bazı şiirlerin de bir ömrü olur.

Bazı şiirlerin ise, ölü veya diri, lahitini veya yerini

daima bilmek lazımdır. Nâzım'ın bu şiiri

bunlardandır. Sebep?

Çünkü şiir bizim evimizdir. Bizler,

vatanımızı ve şiirimizi muhafaza etmek için

gâvurların kendi aralarındaki kavganın bir

cephesinde şairlerini ve bir cephesinde de

askerlerini savaştırmış olanlarız. Şairimizin ve

askerimizin içinde bulunduğu “gaflet!” ne

şairimizin köhnemiş dünya görüşlerinden birine

taraftar olması ne de askerimizin dünya

patronlarının emriyle cephelerde bulunmuş

olmasıdır; asıl felaket şairimizle ordumuzun -

milletimizin- her ne suretle olursa olsun karşı

karşıya gelmiş olmasıdır. Bizim şairimiz Kore

askerlerimiz için hemen hiç şiir yazmadı. Ama

Nâzım Kore için yazmıştı. Bu şiirin semeresi Kuzey

Kore, askerimizin kahramanlığının semeresi ise

Güney Kore oldu. İkisi de övünülecek bir şey değil,

fakat idea mumunun hayat güneşi altında eridiğini

ve Nâzım'ın eksik çivisini görmezden gelemeyiz.

..........................................................

(1) Şiirin imlâ ve noktalamalarına bendeniz müdahale ettim.

(2) Garb'ın 2 yolu da çıkışsız ve fakat onun Batı yakası en

azından insan fıtratına bir fırsat sunmuş ve hatta bu sebeple

mânevî! baharatları olduğu gerekçesiyle tenkit de edilmiştir.

Sek rasyonel olduğu ileri sürülen Doğu cephesi ise, bir

mistifikasyon koepsi. Dünyadan başka dünya yok diyorlar,

sonra da ölüyorlar. Ölüme ağlamak “ne garip çelişki anne”…

(3) Barlas, Sabah'taki köşesinde kaleme almıştı…

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(7)

Page 8: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Robert Bresson, Fransız yönetmen… Kendisine has bir üslûbu ve stili olan bu yönetmen; sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin, sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz. Bresson, sinema tarihçileri ve eleştirmenleri tarafından minimalist bir yönetmen olarak tanımlanır. Ama Bresson'un öyle ya da böyle bir sinema ya da sanat akımına dâhil olmak gibi bir derdi yoktur. Sadece kendi gözünden görüneni araya hiçbir bozucu faktör katmadan aktarmaya çalışır o kadar. Bu ve daha birçok farklı yönüyle Robert Bresson bugün Türkiye'de Nuri Bilge Ceylan dahil olmak üzere birçok yönetmene örnek olmuştur. Hatta bu yazı da konu edeceğimiz, Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar filminin müziğinin Kış Uykusu filminde kullanıldığını varsayarsak etkisinin ne denli derin olduğunu düşünebiliriz… Usta yönetmen sinema tarihinde çoğu başyapıt sayılacak on dört filme imza atmıştır. Mesela Andrey Tarkovski Bresson'un 'Bir Taşra Papazı'nın Güncesi' filmini sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak görür… Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. Enver Gülşen'e göre bu durum: 'Eksilterek çoğalan ve çoğaltan bir yönetmen' olarak tanımlanıyor. Kadrajına aldığı doğa ve insanı, bütün fazlalıklarından sıyırıp ruhsallığa erişen kapıları açar. Bresson'un kamerasının ucundaki hayat çok sadedir. Bütün filmlerinde rastlantılar, birbiriyle ilişkisiz gibi görünen birçok detay, ancak çok dikkatli bakan

gözlerde bir anlam ifade eder. Zira onun sinemasındaki hiçbir detay fazlalık olarak yer almaz. İnsanın kaderi ile rastlantı ve detayların ilişkisi, filmlerin sadeliği içinde kendisine bir yer açar. Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmendir Bresson. Bu yönüyle Türkiye sinemasında Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un da izdüşümü olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncu Bresson fimlerinde cansız bir model gibidir. Bresson oyuncularına kendi tabiriyle 'Model' der. İlk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunu, filmlerinde ruhsallığı yakalamak için yaptığını söyler. Oyuncular, duygusal atraksiyonları yüzünden bu ruhsallığa katılamıyorlar, diyor. Bresson'a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak d u y g u s a l l ı ğ ı n u z a ğ ı n d a v e ' ü s t ü n d e ' gerçekleşebilir. Duygusallık ona göre, ruhsallığın önüne set vuran bir engel gibidir. Enver Gülşen bu noktada şabloncu bir sinema mantığı kuran Hollywood sinemasını örnek gösterir. Bu konuyu biraz daha derinleştirecek olursak, Bresson filmlerini izlemeyi kolaylaştıracak hiçbir kandırma ya da fazlalığa bel bağlamaz. Duygusallığın, cinselliğin ve diğer tüm 'coşkulu' görünümlerin, ruhsallığın önüne perde olduğunu düşünür ve sinemasındaki ana amacın bu perdeleri kaldırmak olduğunu söyler. Böylelikle, Bresson sinemasının izleyicisi, kendisine hazır verilen ve amacı bir estetik ajitasyon yapmak olan filmlere baktığından farklı bir şekilde bakmak

bir şair, bir bilge, bir yönetmen:

robert bressonbülent özdaman

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(8)

Page 9: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

zorundadır onun filmlerine. Çünkü hiçbir şey hazır verilmez Bresson filmlerinde. İzleyicisinin bakışı ve o bakışın filmin sürecine katılması çok önemlidir. Bresson sinemasında abartı ve gösterişte bulunmaz. Bresson enteresan bir şekilde kendi sinemasına bir sansür de uygular. Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuk-lardaki bu tutumluluk Bresson'un, hayatı nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle kavrama isteğinden kaynaklanır. Bresson, hayatın ve insanın özündeki ruhu, ancak duygunun üstüne ve ötesine varılınca anlaşılabilecek bir ruhsallığı amaçlar. Bu yüzden kendi amacına u laşmakta araç o larak kullanabilecekleri hariç diğer her şeyi 'sansürler'. Bu yüzden oyuncular 'duygusuz' birer model gibidirler. Enver Gülşen'in yaptığı çok önemli bir tespit vardır, burada onu zikretmeyi çok önemli görüyorum: ‘Bresson'un sadeliği birçok açıdan, bizim geleneğimizde, özellikle Yunus Emre gibi mutasavvıfların şiirlerindeki sadeliğe benzer. Bresson'da Koca Yunus gibi erik dalında üzüm yedirir bizlere. Erik Dalında üzüm ne arar diye düşünmeyiz. Çünkü onun getirdiği mekân ve zamanın bütün sadeliği içinde, hayatın tüm kökleri tek bir ana kökte birleşmektedir. Bresson seyircisi, bu ana bağlantıyı göremezse ve onun filmlerini kimi kuramların 'açıklamaları' paralelinde izlemeye kalkarsa görüp görebileceği, yürürken ellerini kollarını oynatmayan kimi adam ve kadınların garip görüntüsü olacaktır ancak.' K i m i s i n e m a e l e ş t i r m e n l e r i n i n , Bresson'un 'minimalist sinema kuramı' böyle buyurduğu için böyle bir biçim seçtiğini düşünmeleri ve kendi kategorilerine Bresson'u sığdırmaya çalışmaları, bağlantıları görebilecek bir göz ve gönüle sahip olamamalarındandır büyük oranda. Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrı'nın adını dahi anmaya gerek duymadan, O'nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için, tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini, salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebepleriyle, yani Tanrı'yı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabalarıyla birlikte anlam kazanırlar. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Bresson'a kulak verecek olursak : 'Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem, açıklamaya kalkmadan sadece bir şeyleri hissetmeye çalışır ve

hissettiğimi yakalamaya çalışırım… Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekânı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!' böyle diyen bir yönetmen için, seçtiği biçimin bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır. Filmlerinde ayrıca dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilebilen bir stile sahiptir. ' Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol.' Diyerek hayatın bir kere oluşmuş bir hâlini aktarmak ister Bresson. Hayatın tekrarlanamazlığını… ‘Sanat, tekrarlanamaz olanı tekrarlana-maz bir biçimde aktarmak iştiyakı.' Bresson'un sanatı, izleyicisini sadece onlara görünen hakikat parçaları aracılığıyla birleşen kökleri keşfe çıkarmak. Bresson filmlerinde görünenler de böyledir. Her izleyici, onun filmlerinde ânı ve sadece kendisinin gördüğü şeyleri hisseder. Çünkü kendi hayatıyla iç içe geçmiştir film görüntüleri. Bu yüzden tekrarlanamaz olandan, kendi hayatındaki tekrarlanamazlara ulaşır seyirci. Yönetmen hakkında son olarak şunları söyleyelim: Bresson, doğa ve hayatın sadeliğini aktarmaya çalışırken, rastlantıların kader ile ilişkisine özel önem verir. Bu anlamda Bresson sinemasın da nesnelerin ve onların, kişilerin yaptıklarıyla olan ilişkisinin özel bir yeri vardır. Sinematograf Üzerine Notlar adlı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama aslında 'hareketli olan' filmlerden bahseder. Hareket, dışarıdaki koşuşturmacalarda değil insanın içinde kopan fırtınalardadır. Bresson, filmleri normalde yavaş ilerledikleri halde, insanoğlunun kadim problemlerine eğildikleri için, beraberlerinde çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar Bütün Bresson filmleri tek bir filmin parçaları gibi görünürler. Hangi filmini ele alırsanız alın, o filmin bitişik olduğu bir başka filmi ve Bresson'un hayat ve algısında tamamladığı bir yeri vardır. Bresson'da arayışın, umut beklentisinin sonuçsuz kalması ve başarısızlıkla noktalanması başat izleklerden birisidir. Umutları tükendiği ya da bir amaç, bir ilke için intihar eden gençlerin arayışındaki başarısızlık ile kutsal kâseyi bulamayanların başarısızlığı paralel bir şekilde değerlendirilirse modern insanın kabz halini

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(9)

Page 10: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

anlamak için Bresson filmleri bir çıkış noktası olabilir. Bresson bir şair ve hakikat peşinde koşan bir bilgedir. Ve modern insanın arayışının başarısızlıkla sonuçlanmasından oldukça müteessirdir. ‘'İnsanlar paraya tapıyorlar. Kimsenin Tanrı'yı bildiği, düşündüğü yok… Bütün dünya daha kötüye ve gitgide daha acımasız bir noktaya gidiyor…'' Bresson gitgide daha acımasız, daha vurdumduymaz, daha materyalist olan bir dünya da yaşamaktan acı duymaktadır. Onun filmleri, materyalist, acımasız ve ruhsallığından arınmış dünyanın bir tasviridir. Ancak tasvirle yetinmez o. Bütün bağları çözüp ruhsallığımızla karşı karşıya bırakabilecek bir imkânı da araştırır filmlerinde. 'Düşünmek korkunç bir düşmandır!' derken kast ettiği şey insanı, paraya ve materyalizme teslim eden 'düşünmeyi unutmuş düşünmektir'. Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni tarafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer bir kadere yürüyen Marie'nin hayatı anlatılır. Yine tipik Bresson soru ve sorunlarıyla… Bresson'un Dostoyevski ile ilişkisi bilinir. Ancak O, Dostoyevski'yi standart bir yönetmenin çektiği gibi uyarlamaz. Nasıl ki Yankesici filmi Suç ve Ceza'nın standart dışı bir uyarlamasıysa, Rastgele Balthazar da Budala'nın oldukça değişik bir uyarlası olarak görülebilir. ***Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz edilen” ve Marie ile Jacques'in çocukluk anılarına eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar. Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi” denebilecek insanların da vurdumduymaz-lıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla.Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan çıkış ve kurtuluş yolu nedir? Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu bencillikleri yüzünden Balthazar'a ve diğer insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına

çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen Balthazar'da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin sessiz bir tanığıdır. Marie'nin hayatını daha 15 yaşındayken bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin sembolleri gibidirler. Bresson'un diğer önemli filmlerinin olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve koruyuculuğuna sığınan ve ölümü o koyun sürüsünün içinde karşılar. Huzurunu yitirmiş, acımasızlık ve bencillik içinde bütün erdemlerini unutmuş insanlık için, kurtuluş umudunu, Balthazar'ın ölümündeki teslimiyetinde bulur Bresson. Balthazar'ın ölüm karşısındaki tutumu bir ermişinki gibidir. Prens Mişkin'in Hz. İsa'nınkine benzeyen tevekkülünü bir eşeğe yükler Bresson. İnsanlıktan umudunu kesmiş gibidir ve tüm insanlığa bir eşeği örnek gösteriyordur adeta. Bresson'un Balthazar'ın sığınması için koyun sürüsünü seçmesi önemlidir. Zira koyun metaforu rastgele seçilmiş gibi görünmemektedir. Paradjanov'un Sayat Nova filminde, bir rahibin ölümü anında içeriye doluşan koyunlar gibidir Balthazar'ın sığındığı koyunlar. İncil'de çoğu yerde 'kuzu' olarak adlandırılır Hz. İsa. Belki de Bresson, merhametsizlik, acımasızlık ve materyalizm karşısına iman ve teslimiyeti çıkarıyordur bu şekilde. Dünya sinemasının kendine has, kopya edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de 9 0 d a k i k a d a i n s a n l ı k t a r i h i o l a r a k değerlendirilebilir.

.......................................Kaynaklar:Bresson, Robert (1986). Sinematograf Üzerine Notlar.(çev.

Nilüfer Güngörmüş).İstanbul: Nisan Yayınları

Gülşen, Enver (2011). Hakikatin Sineması.İstanbul. Külliyat

Yayınları

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(10)

Page 11: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Modern dünya görüşü cesede indirgenmiş

bilgi üzerinden dünyayı yorumlayıp kurguladı. Canı

çıkarılmış, ruhu reddedilmiş, hakikati dışlayan

ontolojik yaklaşımları esas alan bir epistemolojiyi

benimsedi, modern dünya görüşü. Esasen bu denli

hakikatli kullanılan ontoloji kelimesinin özünde

bile “ölü gerçeklik” metaforu vardır. Çünkü modern

dünya görüşü mekanize olmuş bir evren anlayışına

dayalı olarak, insan ve tüm beşeri üretimleri de

uyarlayarak, bilgiyi geliştirmeyi ve yargıyı

sonuçlandırmayı esas aldı.

Bu Batı'ya ve onun ürettiklerine bir

süreliğine büyük üstünlükler sağladıysa da esasen

tüm medeniyeti içten içe tahrip eden araçların

serpilmesine de yol açtı. Buna bağlı olarak da her

insani gizem, estetik ve sanat tahrip oldu, yok

olmadıysa da öldü. Belki sanat daha çok konuşulur

ve üzerinde daha çok araştırma yapılır oldu; ama

bu onun varlığına ivme katamadı ve onun gelişip

yücelmesini temin edemedi. Böylece eskilerin

miadı doldu ve ortada yeni/büyük bir istihsal da

yok.

Bu meselenin vuzuha kavuşturulması

bağlamında ele alınması mümkün misallerden biri,

belki de en çarpıcı olanı, “şiirin ölümü” teorisidir.

Haldun'un, yaklaşık on beş yıl önce, biz

henüz üniversite talebesiyken bana sual ettiği

noktaya dönebiliriz:

“Bu kadar edebiyat fakültesi var, ama pek şair

çıkmıyor, neden?”

Bu soruya şimdi –daha erken de olsa-

cevap vermek istiyorum. Diyorum ki bu

üniversiteler tamamen yukarıda bu bahsi geçen

modern metodolojiyi benimsediler. Buna bağlı

olarak da şiirin bilgisine ilişkin eskilere nazaran çok

daha fazla şey biliyoruz. Ama bu teknik bilgi ve

yaklaşım, “şiirin kadavrasına operasyon” çekmeye

benziyor. Ruhu ve estetiği, duyarlılığı ve gizi, sözü

ve özü imha edilmiş; parçalanmış, nabzı

durdurulmuş bir hâl, bir şiir üzerine enerji sarf

edilmiştir, kadavradan şiir, bu sebeple şair çıkmaz,

çıkamaz.

Hâl böyle olunca bir şiirin hangi dönemde,

hangi saiklarla, hangi tekniklerle yazıldığını; kime

ait olduğunu, kullandığı araç ve dil aparatlarını da

bilebiliyorsak, belki de şiir tarzlarına göre

mükemmel bilgisayar programları tasarlamanın

zamanı gelmiştir. Gerçekte ise şiiri bilemiyor, ona

yolculuk edemiyoruz. Çünkü kadavradan çıkan her

şiir peşinen “cân”sız oluyor.

kadavra metodolojisi ve şiirin ölümü

dr. ali öztürk

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(11)

Page 12: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

02.01.2005 12:25:54 zamanı geri çevirme yeteneği varmış

02.01.2005 12:26:21 2. katta tanıştık. Tabii benim 6. katta da dostlarım var.

Orda bi davet vardı katılmam gereken

02.01.2005 12:26:32 loopback jack'i çok sevdim, bırakmak istemedim onu da davet ettim

02.01.2005 12:26:50 ama 2. kattan 6. kata çıkınca biraz basınçtan derisi döküldü

02.01.2005 12:27:21 sonra yemek çok güzel, her yer ışıklarla dolu etrafta uçuşan ışıklar hepsi 6. kattaki

dostlarımın bizim cansız sandığımız canlıları

02.01.2005 12:27:36 loopbackjack burayı çok sevdi kendini burada sevdirmek istedi

02.01.2005 12:27:45 konuştu anlattı anlattı

02.01.2005 12:28:09 anlattıkları güzeldi ama biraz kendini yalanladı

02.01.2005 12:28:45 o anda yandan bir 6. kat dostu soru yöneltti loopbackjacke

"sen kendinle tanıştın mı" diye

02.01.2005 12:28:52 o anda loopback jack panikledi

02.01.2005 12:29:03 bu soruyu hiç beklememişti

02.01.2005 12:29:07 yapılacak tek şey vardı

02.01.2005 12:29:17 ama yapamadı

02.01.2005 12:29:31 loopback jack soruyu soranın kafasını ısırarak parçaladı

02.01.2005 12:29:38 kızgınlığını dizginleyemedi

02.01.2005 12:29:49 sonra ben anı geri sarabilirim dedi

02.01.2005 12:29:55 anı geri sardığını sandı

02.01.2005 12:30:03 6. kata hiç çıkmamıştı

loop back jack nihan gencer

Yağmur kararsızlığını uçurtma uçuyor diye örtsek hem uçurtma üşür, hem uçurum büyür.

Gemileri yakalım da boşluğuna yüzenin ayaklarının altındaki hava kabarsın,

gözler kapalıyken Sevinçse, aşağı bakınca DÛ$

Geçmiş olsun sakınılan göze batmış çöpe ve ayaklar kanamı$ Uçurum yaralarına

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(12)

Page 13: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

mustafa kadir çelik

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(13)

Kim kıvrılsa yanına böğürtlen çıkıntısı

Sana yakın durmalıyım

Yakın durmalıyım sana

Baktıkça daha da güzelleşiyor yüzün

Nedir öksürüğünde sakladığın ovultular

Çağlasın ağıtlar bırak

Çağlayınca yerini bulur

Eteğinde sevinir çocuklar

Sokaklarım seninle avunur

Duruyor mudur hala dilinde iskele çığlıkları

Kamburunda beslediklerin yerli yerinde midir?

Buruşuk yüzlere de gizlenebilir sevinç

Sabahları gülerek uyanırız kal

Baharlanır çocuklarımız

Yüzünde halkım yaşar istersen

Gecikme

Ölürken kucaklanabilecek kadınlar gördüm

Page 14: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

benim bir mağaram varsarkıtları sizsiniz dikitleri bizve akşam olduğundabir bütündür orda kalplerimiz

yutarak birbirini tanrının diktiği elbiseleri yırtarakyıkılır kocaman bir uğultu olurgirer çıkarız dünyaya sıkışan pencerelerimizdengirer çıkarız züleyhanın baktığı kuyulara

ter kokularıyız birbirimizin, biliriz kimin soluğu kimin boğazındaparmak uçlarıyla birlikte dudakların da ateşlendiği bir harbin ortasındakim kimi yağmalıyor biliriz

belki bilmeyiz etlerin doğrandığı bayramlardameteliksiz yiğitler gelir etyemez poşetleriylebelki gelir patlatırlar işkembeleri hançerden elleriylekokoreç dükkanlarında oturur bekleriz acıları getirin deriz, getirin sularısuları boğanların aşklarından olma bazı acılar ebulehebin elleridir, bilmeyizdalaşma havarileriyiz çünkü hepimiz okunaksız yüzleriyiz birbirimizingireriz aceleye getirilmiş uzantılarından, sakallarından tutarız kentlerimizio kentler ki kapıları mendil satan çocukların aşklarıdır, açılmamıştırsöyle bana, oralar da öyle midir, söylenmemiş sözler gibi inatçıyeni bir yutkunma mıdır her doğan günsiz de girer misiniz o kapılardan her sabahsizi de indirirler mi atlardan, kıskanarak saçlarınızı rüzgârdansümükleriniz hep birbirinizin ceketlerinde midirsizin de ağızdan ağza dolaşan rahimleriniz midir umutlar

çabuk tanrılar var edildi çabuk kadınlarşizofren balıklar acele ısırıklar

bizim buralarda iki gün üst üste mutlu olmak, fotoğraf çekmeye yeltenmek sayılır askeri bölgeyiyasaktır, geçmişin aydınlığına çekilmekten korkarız, ölüleri sayarız düğünden döndüğümüzdebu yüzden öfke ve şehvet iki gerekli şeydir içimizdene var ki tetiği çekilmiş silahta kurşun neyse, kesilmiş damarda kan, boşlukta tohumölüm haberinden sonra yüzler neyseertesi günümüz öyle öksüz ve bir başına, öyle serseridonumuza kadar alıp gittiğinde kazananlar, biz yürekliyizdir savaşa yenideno kendini bilmez ukala tortularımızla, dondurma elimizde haykıracağız:daha bitmedi, daha bitmedi!daha törenlere katılacağız hep birliktekravatlar gibi sıkarak kendi boğazımızı ellerimizlepastaya batırılmış yüzlerimizleuyurgezerler halinde caddelerden meydanlara yürüyüpve sanırım intihar temalı marşlar eşliğindeintihar temalı direklere tırmanacağız

ben daha çok sayıklardım da durdu çenembir de baktım ki eklem yerlerimde İngilizce

artislik akıyor paçalarımızdan

muhammet çelik

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(14)

Page 15: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

hep birlikte yalnız ve kelepir, kullanılmayan arka odalarıyız mutluluğunöylece hiçbir yere gidemeyen, tıkanıp kalan, yığıntılardan bir dünyakusursuz kahramanlarız, haklıyız hep birliktehaklıca sıkılan ümükleriyiz durağanlığın öfkeden gıcırdayan dişlerihesabını sorup duruyoruz birbirimize sağ kalan yanlarımızınbir sağa bir sola dönüyoruz önemliymişçesine yönlervar mıyız yok muyuz belli değil, su muyuz petrol mübir yok olma provası olarak mı varız yoksaşişirilmiş büyük balonlarız belkibatacak iğnemizi bekleyen

biri devrim der demezdiken diken olan tüylerimizlehep birlikte yalnız ve gönülsüzbulaşık yıkamaktayızbilmem yemeği kim yedi ve biz neden bulaşıkhanedeyiz

bizde ilk şiirini yazmanla kanaat önderi olman arasındaki mesafeyandı ve sevgilim türkçesi olmayan bir şey olmamı istedi benden

öyle ya, dünyada hiçbir şey engellenemez: olmalıdır her şeybir aile bozulmalıdır asmalıdır baba kendiniyamulmalıdır bir çocuğun o güzel ağzıbir savaş sürmelidir mesela birçok savaş daha sürmelive domuzlar kadeh kaldırmalıdır: şerefe!soyunmalıdır insan ama az biraz da tütün basılmış yaralarıylakaygan ipekler altından ansiklopediler neşretmelidirinsan böyle demeli, ilham söğüşlemelidir ve daha nelerel etek öpmeler seğirtip şemsiye tutmalar ayetler eşliğindepeygamber öldürmekle eşdeğer övünçlerimiz veya biz aparmak diyelim bunabiz daha birçok şey demeyi öğrendiğimizde, kaçmayı öğrendiğimizde musluklar bozuluncasu düşmanlarıyla ittifak dâhil, kabul ettiğimizde her şeyi ve onay üstüne onayne bulursak yediğimizde ve ellediğimizde dünyanın ellenmemesi gereken yerleriniher şey olmalıdır dediğimizde, döl fabrikası olmalıdır abanmalıdır ağızlarımız aklaakla akıl vermelidir insan dediğimizdebirazcık canını yakabilir miyim matmazel, birazcıkallah göstermesin, allah göstermelidir birazcıkgörmediysen gözlerini çıkar bir daha bakellerini savur kurtul ayaklarından, söndür ışıkları bir daha bakinsan kurtulmalıdır karanlığından

kuyudan yusuf çeken adamı düşündünüz mü hiçkim bilir öptünüz belki de öptünüz müher gün yusuf çekiyoruz kuyulardanve satıyoruz köle pazarlarında

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(15)

Page 16: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

çabuk yoruluyoruz hayal kurarken bile çabuk elbiseler giyip çıkarıyoruz hep aynı elbiselerkarnımda bir şişkinlik bir baş dönmesi derslerde bir yığılma ve haberleryani elimizden gelmeyenler, müslüman olmanın çağdaş tanımı yaniyüzüme bakma derim bakma üzülürsün yüzüm yüz değil köseleyüzüm çiğköfte dürüm sigara üstüne sigara dünyayı kurtaramayıncapeçete büyüklüğünde kalbi olanlar dünyayı kurtaramaz, kurtaramayıncaher şey biraz daha hiçbir şey olurkenbakılmaması gereken yerlerine bakıyorum dünyanınsonra şeytana kanıyorum çabuk çabuk ellerimledur diyorum sonrabir yol var yürümem gereken biliyorum erteliyorum hep ödevler faturalarfakat bu ödevleri veren kim, bu taksitler neredenve daldırmışım ellerimi dünya balına, nedençıkarıp atamıyorum interneti ciğerlerimden

çok ciddi şeyler bunlar, yeminleayıptan ayıpsızlığa umuttan umutsuzluğa ciddi şeylerbakır renginde ve keten sertliğindesen serin ol ben pişerim ey perdelerin içinden sıyrılıp düşeney kaşlarını bile okşadığım sevgililerhiç yaşanmamış anlardan bir koleksiyon belkişuraya, beceriksizliğinden kurumuş saksıların üstüne hemenevde dursa huysuzluk eden futbol oynadığını zanneden bir taşa otursasade bir sevmek işte, o da bir kuru ekmekkurumuş eski bir pizza, kauçuktan bir köşe, endişene yediği belirsiz bu adamlarınaraba süremez, bisikletten düşse yüzemez, yoldan karşıya geçemez küfürbaz eder şoförleripara ne işe yarar bilmez ama istesen beş kuruş vermezörselenmiş kirpi tıraşlarıyla birer falsodur iş görüşmeleri

ne gibi sevmiştik insanlarıelmanın kurdu sevmesi gibi

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(16)

Page 17: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

soğuk bıçaklar kesti

balat gülüşlerini

eline sığmadı deniz

koştu sular

bazı sabah

aynanın içinde kalıyor gün

kendi gözlerini tutamadan

basamakta eski bir dil

babilde unutulan

ertelenmiş sözlüğün takvimi

asıldı duvara

ve açıldı mevsimin cebi

içinde ağzıkara hattatlar

gölgen pencere için, sesin kış

günü eskiten taburede

yapraklar şarkını söylerken

kırmızı bakışlı bir vazgeçiş

topluyor yorgun eteğini

yabancı herifler üstünden

denizini öptüğüm yağmur

martılarca huysuz, anladım

uykulu ve tedirgin bir mezar

latin alfabesi doğuran, duvarında

'ali ayşeyi sevmiyor'

bazı sabah

aynanın ötesine açılıyor gün

kayboluyor eşik

duyuluyor bütün ölü kelebekler

soğuk bıçaklar geçti

balat gülüşlerinden

etine sığdı deniz

sustu sular

iyi bakın

falcınızdır aynalar

Balat'a Baladgülhan tuba çelik

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(17)

Page 18: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Uyanır uyanmaz hayata bağırdığımız

O şarkılarda

Bütün çocuklar kar kaplıymış:

içimin tatil şekli !

Acılarıma tuz yetiştirememekten kopsun kıyamet

İş dönüşü kösnül saçlarımın telleri

telgrafın ellerinde

Az kelimelerle özleyedurayım a a annemi

Yorganımın son sayısı çıktı

Pazar günlerinde bile okuldan tiksinme

mesaimdeyim. Hal-i pürmelalimdeyim. Ahkam-ı sabr ile e e evlad olunmak!

Konu olduğum kurşunlar ve

kurban bayramları

havada asılı mahallemi sigara paketim olarak

görüyorum

cama kızlar devriliyor tahsilli

-benim gülünç üniversitelerim

Kederin kız yüzüne çeyiz diye düşmekten

iğneyle nakış

etle tırnak

nasıl yorgunsa öyle

bahtiyarlanırım şimdi

sabır hükümlerizehra aktaş

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(18)

Page 19: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

“Şimdiye kadar sinemanın tek bir [<kesin>] tanımını bulabilmiş değilim.” (1) Bu sözler Godard'ın D.W.Griffith ile başlayan sinemanın kendisiyle bittiğini iddia ettiği Abbas Kiyarüstemi'ye ait. (2) Bu konuda şüphesiz Kiyarüstemi ne ilktir ne de son olacaktır. Hiçbir geleneksel sanattan el almadan, tabir yerindeyse babasız doğan sinemanın henüz ne olduğu tam olarak ortaya konulamamıştır. Sinemanın başladığı nokta olarak ele alınan Lumiere Kardeşler'in sinema tanımıyla bugünün sinemacılarından herhangi birinin yaptığı tanım arasında dağlar kadar fark olabileceği gibi başka birisiyle birebir paralel olması da ihtimal dahilindedir. Sinemanın ne'liği mevzusunun tafsilatlarını şimdilik ileriki yazılara bırakalım.

Sinemanın ilk dönemi ele alınırken ağırlıklı olarak iki isim zikredilir: Lumiere Kardeşler ve George Melies. Lumiereler'in çektikleri ortalama bir dakikalık görüntüler her ne kadar belgesel nitelikleriyle Melies'in filmlerinden ayırt edilmiş olsa da filmlerde görünen karakterler filme alındıklarının bilincinde olmaları ve ona göre davranmaları itibariyle bu filmleri tam olarak belgesel olarak ele almamızı engelliyor. (3) Fabrikadan çıkan işçilerin davranışlarını bir tarafa bıraksak bile (Sinemanın Osmanlı'daki pratiğine çok yakın bir şekilde –ki 1896'da i lk f i lm gösterimlerini yapan Galatasaray'daki meyhaneye giden insanlar bir baloya gidercesine takıp takıştırmaktaydılar.)

kadın işçilerin kullandıkları giysiler ve bilhassa şapkaları bu pratiği bir ayin mesabesinde ele aldıklarını göstermektedir. Aynı zamanda bir sihirbaz olan Melies'i kendisinden önceki sinemacılardan ayıran temel nokta kamera ile sihri birleştirmesi ve imkansızı (İnsan gözünün zaaflarından yararlanarak) imkanlı hale getirmek için sinemayı kullanmasıdır. Dolayısıyla bilimkurgu sinemasının temellerini atar. Sinema tarihinde sinemanın imkanını göstermesi dolayısıyla adından övgüyle bahsedilen Melies aslında ahlaki bir tercih yapmış ve kendince doğru olan yolu seçerek henüz yatağını bulamamış sinema ırmağına çok farklı bir yatak açmıştır.

Meşhur bir hikaye vardır. Lumiere Kardeşler Grand Cafe'de (1895-Paris) halka açık ilk gösterimlerini yaptıkları zaman yaşandığına inanılan bir tür şehir efsanesi... Trenin Gara Girişi filmini izleyen ilk seyircilerin korku içinde çığlıklar atarak kaçıştıkları anlatılır. Oysa Lumiereler'den önce de sinema vardı. Onların tek farkı Edison'un Kinematoskop isimli makinesiyle başaramadığı aynı anda birden fazla insanın filmi izlemesine imkan sağlamalarıydı. (4) Bunun yanında sinemanın icadından önce yaklaşık bir asır boyunca insanlar göz aldatmacasına dayanan görselliklerle içiçeydiler. Diaroma, panaroma vb. gibi isimlendirilen bu görsel imajlar başlarda el çizimi resimler vasıtasıyla göz aldatmacaları yapmaktaydılar,

sinemanın dünü:

sinema öncesi sinema

abdullah şahin

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(19)

Page 20: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

daha sonraları fotoğrafın icadıyla beraber bunlara fotoğraf lar la oluşturulan göz aldatmacaları da eklenmiştir. Tüm bunların görsel pratiklerin sinemayla ortak noktası bunlara bakan/izleyen insanları şaşırtmasıydı.

Sinema ilk yıllarında (keşfin bugün bilinen manasının dışında) uzun bir keşif aşaması geçirmiştir. Bugünkü gibi genellikle bir popüler k ü l t ü r a r a c ı o l a r a k ç e r e z n i y e t i n e kullanılmaktaydı. Sinema salonu diye bildiğimiz mekanların açılması ancak yapımcıların bu işte para olduğunu görmesiyle oldu. Öncesinde sirklerde, sihirbaz gösterileri vb. gibi programlarda iki program arası seyircinin can sıkıntısını geçiştirmek için kullanılıyordu filmler.(5) Zaman geçtikçe perdenin büyüsünün asıl programlardan daha fazla ilgi çektiğini farkeden yapımcı lar tamamen f i lmler yayınlamaya dayalı programlar düzenlemeye başladılar ve sinema endüstrisi diye bir şeyden söz edilmeye başlandı. Bu noktaya kadar sinemanın ne olduğu hala belirsizliğini koruyordu; ta ki David Wark Griffith'in edebi eserleri sinemaya uyarlamaya başlamasına kadar. Griffith öncesi filmlerde kamera tek bir açıdan (sanki tiyatro sahnesini izleyen seyirci gibi) olayları göstermekteydi. Griffith farklı açılardan çekimler yaparak bunları bir mantık çerçevesinde birleştirmek vasıtasıyla hikaye anlatımına başladı ve gittikçe film süreleri daha da uzadı. Her ne kadar Griffith yaptığı bu yenilikten dolayı yere göğe sığdırılamasa da, henüz yatağını bulamamış bu sinema ırmağını yazılı eserlerin oluğuna yönlendirdiği için sinema icadına bir tür engel olmuştur diyebiliriz. Bugün hala sinemada bakir alanlardan söz edenler olduğu gibi, sinemanın bizatihi kendisini diğer sanatlardan ayırmaya çalışanların asıl amaçları da Griffith'in sinemaya verdiği bu zararı izale etme çabasıdır.

Şimdilik bu kadar kâfidir diye düşünmekteyim. Bir sonraki yazımızda sesin icadı öncesinde sinema ortamını, namı diğer sessiz sinema dönemini ele almayı planlıyorum. Niyetim dergimizi bir fikir teatisi zemini olarak kullanmak ve sonraki yazıları olursa sizlerden gelecek soruların (kendimce bulabildiğim) cevaplarını ihtiva edecek bir şekilde oluşturmaktır. Son olarak her sayı ele aldığımız konu ile alakalı o konuyu aydınlatacak bir ya da birkaç film ismi

zikretmek iyi olacaktır. Sinema öncesi dönemi anlatan Werner Nekes'in 1986 yapımı Film before film isimli belgesel çalışması ilk filmimiz olsun.

....................................( 1 ) J e a n - L u c N a n c y – F i l m i n A p a ç ı k l ı ğ ı (Kiyarüstemi'yle söyleşi) – Küre Yayınları s.95

(2) Godard, Kiyarüstemi'nin Yakın Plan filminden sonra sarfettiği bu sözlerden daha sonra vazgeçtiğini beyan ettiğini de eklemek gerek.

(3) Şimdilik yüzeysel gittiğimiz için belgesel bir sinemanın imkanı meselesine girme imkanımız yok ama kısaca şu noktaya işaret etmek faydalı olacaktır: Eline kamera alan bir kişinin “belge” olarak ele alacağı şahsı/nesneyi/olayı filme alırken kamerayı koyması için sonsuz nokta/açı vardır ve nihayetinde bir tercih sonucu kamera belli bir noktaya sabitlenir. Bu noktadan kayıt alınmaya başlandığı anda öznellik devreye girer.

(4) Edison'un Kinematoskop'unda aynı anda sadece tek bir kişi filmi izleyebilmekteydi. (5) O zamanlarda filmler birkaç dakikadan ibaretti.

* sorularınızı derginin maili olan [email protected] adresine gönderebilirsiniz

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(20)

Page 21: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Sonbahar yağmurlarının şiddetle dövdüğü bir

kasabada yaşıyordu. Sabahları bir yağmurlukla

evden çıkar işe öyle giderdi. Ve yine o mutat

günlerden birinde, yağmur şiddetle evinin

çatısını dövüyordu. Tanelerin sesiyle uykusu

kaçmıştı. Yastıktan başını kaldırdı. Bu sabah diğer

sabahlara nazaran erken kalkmıştı. Bu, vaktinde

yatmaktan mı yoksa yağmurun şiddetinden mi,

bilemedi. Sadece kalktı ve gardırobun açık

kapısına asılı garip yamalı desenli bornozunu

ropdöşambır niyetiyle giydi. Daha sonra

birbirinden ayrı tersyüz olmuş ve ayaktan

fırlatılarak çıkartılmış olduğu anlaşılan terliklerini

giydi. Odadan çıkmaya yeltenmişti ki yatağının

baş uçundaki saat çalmaya başladı. Saate baktı.

Elinin yakınında olan bir yastığı sinirli bir şekilde

çalan saate fırlattı: “Lanet şey, zamanında çalsan

şaşardım zaten, yarım saat erken!” Saat, üzerine

atılanla susmuştu. Bulunduğu yerin hemen

yakınlarında bir yerde birkaç parçası dağınık

halde duruyordu. Yanı başındaysa dün giymiş

olduğu gri kravat duruyordu. Hemen ilerisinde

siyah bir çorap, onun yanında halının üzerinde

büyük bir meyve suyu lekesi, uzağında yılan gibi

kıvrılmış şarj cihazı… Köşede camın yanındaki

masanın üzerinde açık kalmış kalın kitaplar ve

soluk vişneçürüğü renginde karton dosya içinde

evraklar vardı. Bir de yarım bırakılmış çay…

Odadan çıkıp lavaboya gitti, aynada suratına

baktı, hafif bir tebessümden sonra: “bu ne, ne bu

halin, üzerinden tır geçmiş gibi!” Ellerini yüzüne

getirdi. Parmakları ile makas alıyor gibi yaptı,

başparmaklarıyla yanaklarını çekince garip bir

ses geldi. Sonra yanaklarını bırakıp ellerini iki

yana açtı, dönüp iki yanağına kuvvetli bir tokat

çarptı. Çok fena acımıştı (bu hareketi sabah

mahmurluğundan ayılmak için yapmıştı ama

dozu biraz fazla olmuştu, canı çok acımıştı):

“Ooof manyaksın be oğlum, ne yapıyorsun, altı

üstü bir dava, kaybedersin kazanırsın, kendini

böyle yeme.” (Az önce kendini hırpalayan adam

şimdi aynada kendisine öğüt veriyordu.)

Yüzüne son defa su çarpıp havlu ile kurulandı.

Aynaya baktığında iki yanağında az önceki

şamarın parmak izleri çıkmıştı. Elini yüzüne

götürdü, kabarmıştı yüzü. Kendi kendine:

“Oğlum iki saat sonra mahkemede hâkim

karşısında savuma vereceksin, şu haline bak!”

Dedesi Adalet bakanlığından emekli olmuştu.

Babası hukuk fakültesinde öğretim görevlisiydi.

Kendisi hukuk fakültesi okumuş avukat olmuştu.

Dedesine kalsa bakanlıkta müsteşarl ık

bekliyordu, oğlu olamadı, bari torunu olsun

istiyordu. Bu yüzden hukuk okumuştu. Ve şimdi

hatır gönül ilişkileriyle yapılan bir avukatlık vardı

elinde. Aynaya baktı tekrar, kızarık bir yüz… Kenar

raftaki kremle yüzünün alevini bir nebze dindirdi.

portrecihat karaman

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(21)

Page 22: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Mutfağa doğru yollandı. Çevrede tanınmış olan

dedesinin büyük vesikalık portresinin önünden

geçiyordu. O, kendisi için çok önemli ve saygı

duyulması gereken karakterde bir insandı. Evde

yalnız yaşadığından, çoğu zaman onunla

dertleşir, konuşur, hasbihal ederdi. Morali

yerinde olduğu zaman dedesine Tevfik Bey diye

seslenir, canı sıkkın olduğundaysa Rıza Bey diye

söylenirdi. Sıra dostlarına geldiği zamansa,

Ahmet Tevfik Rıza Sultanoğlu diye tanıtırdı onu.

Şimdi önünden geçiyordu işte... “Ulan Rıza Bey,

yine çanağa ters bastık iyi mi!” diye söylendi eli

hala kabarmış suratında kremli bir halde

gezinirken. Mutfağa girmişti. Hemen bir tava

çıkardı. Sonra vazgeçti. Dolaba yöneldi, pratik bir

şey aradı, bir domates çıkardı. Tezgâha koydu ve

bıçağı eline aldı. Yok, gene boş verdi, bıçağı

olduğu yere koydu. “Ooo kim hazırlayacak bunu

şimdi. Dışarıdan bir simit alırım daha iyi. O zaman

hemen hazırlanmam lazım.” dedi ve mutfaktan

çıktı. Hemen odasına geçip üstüne bir şeyler

giymek için dolaba baktı, iyi kötü bir şeyler

uydurup giyindi, aynanın karşısında kendine

baktı. Yüzündeki kabarık izi görünce hayıflandı:

“Ulan Rıza Bey, ne anormal adammışsın!” diyerek

kendine kızar gibi aynada yansıyan dedesine

kızdı. Dedesine kızmasının sebebi, vakti

zamanında işler yolunda ve kasabanın en varlıklı

ailesiyken dedesinin tek çocuğu olan babasına

kızıp malını mülkünü hibe etmesiydi. Dedesine

göre ne oğlundan ne de torunundan bir hayır

gelmezmiş. Adam eski zaman adamı, Almanya

görmüş, dünyaya bakış tarzı çok farklı. Oğlu

okumayı seviyordu ama aynı zamanda da çiftçi

olmak istiyordu. Zorla okul okudu bu yüzden. O

da Avrupa görmüştü. Döndüğünde üst düzey bir

karşılama yapmışlardı onun için. Daha sonra

babam kasabadaki eve geçmiş, ağaçları aşılamış,

tarlayı ekmiş, hayvan almış, derken dedemin

gelmesiyle büyük bir arbede yaşanmış. Sonra ben

dünyaya gelmişim. Dedem babamı zor da olsa

ikna etmiş. Babam da onu ikna etmiş,

üniversitede hoca olmuş. Mütevazı bir adammış

babam. Hal böyle olunca dedem kızmış. Kendi

isteği olmayacaksa hiç kıymeti olmaz malın

mülkün demiş. Varını yoğunu vakıflara hibe

etmiş. Benim için arkadaşları onu uyarmış “bak

torunun var belki o istediğin gibi olur” demişlerse

de kabul etmemiş dedem. Üstelik “benden böyle

bir çocuk çıktıysa onu çocuğunu tahmin bile

edemezsiniz” deyip hibe etmiş bütün malını. İşte

bir tek bu bina kalmış ondan geriye. Babam da

zaten o kadar düşkün değildi mala mülke.

Duvardaki porteyi olduğu yerde bırakarak kapıyı

dışarıdan kapattı.

Portedeki ihtiyar her seferinde gülerdi bu veledin

söylenerek çıkışlarına. Ama hak da verirdi çoğu

zaman o manidar bakışıyla. Çünkü bilirdi

kafasından geçen her hinliği. Çok garip bi poz

vermişti bu çerçeveyi dolduran portre. Hani bi

tarafı çok şaşkın diğer tarafı olacaklardan

haberdar gibi. Saçları taranmış fakat bıyıkları

dağınık, ayakta dikelmiş, üstünde üniformadan

bozma bir kaban, kolları geçirilmemiş, iki el de

içerde ve burulmuş vaziyette başparmakları ile

beldeki kemere tutunmuş, dirsekleri kalkık bir

kabadayı gibi, haliyle üzerindeki kaban kabarmış

ve avını yakalayıp kaçan kartalın çırpacağı kanat

gibi duruyordu. Uzaktan farklı okunurdu bu

portre, yakından başka. İşte böyle bir şey Ahmet

Rıza Tevfik Sultanoğlu.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(22)

Page 23: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

--- Yarın iş var mı?

--- Elbette var.

--- Hayırdır? Ne zamandır resmi tatil günlerde

çalışmaya başladınız?

--- Yarın 1 Mayıs! Komünistlerin bayramı.

Müslümanların değil ki...

--- Hıı… Yani 29 Ekim, 23 Nisan, 1 Ocak yılbaşı vs.

tatil yaptığınız diğer resmi günler Müslümanların

öyle mi?

--- Eee… şeyy… Şimdi şöyle bir durum var. Yani

mesele, asıl mevzu…

Açıklanamayan, açıklanamayacak durumlar…

Sorunun muhatabı aile şirketinin ortak

bireylerinden biri.. İmam-Hatip okullarında

öğrenimini sürdürmüş, zamanında İmam-Hatip

okullarındaki yasağa rağmen taviz vermediği için

yüksek öğrenim isteğini gerçekleştirememiş,

kendini birçok konuda farklı görüşlerinin olduğuna

ikna ederek son on yılın şartlarına ayak uydurmuş

bir insan. Şirketin kurucusu olan babası, birtakım

zorunluluklardan dolayı ilkokul okumayıp, bir süre

Kuran Kursunda okuduktan sonra çocuk yaşta

başladığı iş hayatında zirveye yükselerek

çocuklarına bıraktığı şirketin ardından Doğu

Karadeniz Bölgesi sahilinde yaptırdığı villada

hayatını idame ettiriyor. Kendisi çevresi tarafından

'hoca' olarak takdim edilir ve naçizane görüşüm

kendi 'son derece iyi koşullarıyla' beraber büyük

bir saygı görür.

Toplumun büyük bir kesiminde zor ekonomik

şartlardan dolayı eğitimini öteleyerek ayakta

durma adına küçüklüğünden itibaren erken iş

hayatına giren insanlar mevcut, tabi bir de bu

insanlardan faydalanan patronlar... Bu patronların

toplumun bilgi eksikliğinden faydalanarak üç beş

dini vecibeyi yapmasıyla beraber maddi

koşullarının da iyi olmasının verdiği saygınlık, her

hareketlerinin sorgusuzca kabul görmelerine

neden oluyor. Son zamanlarda ekonomi ve

iletişimde yaşanan gelişmelerin önceki yıllara göre

daha iyi olması insanların daha özgürce

düşünmelerini sağlamış ve bu da sorunlu

zihniyetteki patronların sahasını tehdit etmiş ve

onlara ciddi bir şekilde düşman olmuş durumda.

Zor koşullarda çalışıp, hak ettikleri ücretleri

alamayan işçilerin, inançlarını Hıristiyanlık gibi

sadece ruhani olarak algılamaları sonucu

maalesef devranın böyle dönmesi kaçınılmaz bir

hal aldı. Buna karşılık, işverene, işçilerin hak

ettikleri şartlar ile mevcut şartlar ne zaman

hatırlatılsa, parayı bilgiden önde tutan anlayışla

'para sahibinin' yetkin kişi olarak görülmesi

sonucu ön plana yine onun haklılığı çıkar ve bu

durum işverenin kendis ine bu şart lar ı

hatırlatanları azarlamasıyla sonuçlanır. Menfî

şartlar söz konusu olduğunda kafasındaki yarım

birtakım dini bilgilerden yola çıkarak işçileri her

şartta sömüren patron, kendi zararı söz konusu

olduğunda muhatabına pespaye bir şekilde

'komünist, gavur ya da radikal' gibi suçlamalar

y a p a ra k ke n d i n i s a v u n u r. S ö m ü r g e y i

'masumlaştıran' patronlarımız daha çok para

k a z a n m a y o l u n d a i s t e d i k l e r i d ü z e n i

olağanlaştırırken, düzenlerine çomak sokacak

uyarıları da eskilere ait yöntemlerle örtbas etme

çabası içerisinde bulunuyorlar. Ne gariptir ki

yaşadığımız 2000'li yıllarda bile 1940-50

yıllarındaki gibi 'komünist' suçlamalarını yapan

esprili patronlarımız hâlâ yaşıyor. Örneğin, asgari

ücret konusunda 'devletimiz böyle buyurmuş'

diyerek devletine imân eden patron, resmi tatil

günlerinde 'Onlar bizim değil, başkalarının tatili'

diyerek kendince zararını örtmeye çalışır. Aynı

patron, işçisine zaten az olan asgari ücreti ya

geciktirerek ya da hiç vermeyerek üstüne uzun

tatil günlerinde millete nazire yaparcasına şehir

dışı aile tatillerinde 'yaşayamadığı' hayatını

yaşamaya çalışır.

Bu algıların geride kaldığını görmek sanırım dünya

döndükçe imkânsız gibi. Bilhassa birtakım 'dini'

sembollerle elindeki gücü sorumsuzca kullanmak,

yapabildikleri en iyi iştir.

Komünist geliyooor kaçıııın?!..serkan sevinç

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(23)

Page 24: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

“Sanalda kan paylaşmak”, “hiçbir savaşta bulunmamak” ve “çatışma görüntülerini izleyip buna şaşıran bir geyik bile olamamak” nasıl bir çıkmaza sokuyor insanı? Bu, “gerçekten de hiçbir şey!” midir? “Günahı çokça kötülemenin sebebi / onu işlemeye yeteneksiz oluşun olmasın?” gibi itiraflar seni çok fazla gerçekçi yapmıyor mu? Ya da “biz sayın kelimeler eğleşme düşkünleri / hiçbir yere gitmeyen bir rezil olarak” dizelerini ele alırsak, şiirinin bu kısımlarına, biraz kendi halkı için yeterince bir şey yapamayan birinin hayıflanması, biraz da naif bir özeleşti diyebilir miyiz?

Bazen “söz”ün çok değersiz olduğunu hissediyorum. Bazı insanlara “söz” verildi ama işte namlusu sözün sahibine dönük. Namlusunu dosdoğru çevirip kınayıcı olan ise kınadığı şeye bulanıyor. Ve bu gerçekten de hiçbir şeydir. İnsanı rahatsız eden bir hiçbir şey. Peki hiçbir şey olduğunu itiraf etmeyenler? Söz'ün verilmediği, durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir. Çoğu şiirimde “ben” öznesini tokat manyağı yaparken herhalde başka lar ı koltuklarının yumuşaklığına dokunup rahatlıyor. Genel bir ben'den bahsediyorum bazı şiirlerimde.

Günahla ilgili dizeler şiirdeki kurmaca kişiyi çok gerçekçi yapıyor. Bu dizeleri sadece birey üzerinden ele almak yetersiz. İnsanların çoğu bir cehennem övücüsü olmaya başlamış, tüm

yapamadıklarının verdiği acıyla. Büyük zulümler işlememiş kendi halinde bir kâfirin cehennemde yanacak olmasından çoğunluğun duyduğu huzur, belki de yeteneksiz oluşundan kaynaklı. Biraz günah işleyebilme gücü ve imkânı olsa kimbilir durulacaktır, dinginleşecektir.

Günahı övmek de fazla yetenekten olabilir. Bu elbette çok gerçekçi.

Demek rezillik de şairi naiflikten kurtaramıyor. Hayıflanmaktan çok daha sert bir şey, hiçbir şey yapmamak. Çok rahatsız edici. Beni çok rahatsız ettiğini söyleyerek ya da özeleştiri yaparak bundan sıyrılamayacağım. Özeleştiri insanı kurtarmıyor.

Kitabın başındaki Dostoyevski alıntısı “Alçağın biri alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı vardır.” sözü beni biraz teskin eder diye düşünmüştüm. Özeleştirinin avunulacak tarafı pek yok gibi.

“Öyle zamanlarda da yazılan şiir / bizi kurtaracak kadar büyük ve suçsuz değil” demişsin. Genelde şairlerde gördüğümüz, şiiri ve şairi yüceltme, dolayısıyla kendine bundan pay çıkarma iken sende daha farklı bir duruşla karşılaşıyoruz. Bazen şiiri

Baran Çaçan:“Durup durup susan, sessizce ölen insan

kesin daha güzeldir.”

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(24)

Page 25: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

“iflah olmaz bir tatmin kavmi”nin “bomboş bir hayatın üzerine boşalması” veya “nefsinin bayrağını her zaman göndere” çekmek olarak görüyorsun. Sence şiirden büyük ne var?

Şiir insanı olduğundan daha iyi gösteriyor. Yani dil, iyi kullanılırsa insanın asıl özünden daha büyük olur. Bir tür büyü ve yanılsama tarafı var şiirin. O büyü tozları dibe çöktüğünde insanın asıl kalıbı daha iyi görünebilir. O kalıp gerçekten güzel olabilir ama makyaj ile daha göz alıcı. Buna ihtiyacımız var fakat.

Kendi köşesinde sessizce yaşayıp ölen insan şiirden daha büyük geliyor bana. Onlara (varsa öyle birileri) büyük saygı duyuyorum. Konuşmak, yazmak da bazı zamanlarda insanı rahatsız ediyor. Güzelliği tescillenen veya benimsenen her şey en son kendini bir yapmacıklıkta ve samimiyetsizlikte buluyor. Övgünün devamı için kendini daha abartılı tekrarlayan güzellik, öğrenilmiş güzellik, ustalaşmış güzellik… Zayıf noktalarımız çok.

Şair kötülüğe komşudur.

Şairler yeryüzünün ihtiraslı, kirli, aşağılık insanlarının önemli bir kısmı. Ya da tersi. Bu uç duygular ve durumlar olmasaydı şair de olamazlardı herhalde. İlk kısmı daha ağır basıyor bana göre. Şair kötülüğe komşudur. Şairler dünya nimetleriyle en sert hesaplaşan kişiler. Boğucu ihtiraslar. Bilgelik devri çoktan bitti ama işte herkese kendini hor görebilme yeteneği verilmedi. Bu, dünyanın önemli bir boşluğunu dolduruyor. Bir taraftan, başkasından sömürülen sıvılarla özgüven depoları dolduruluyor. Aşağılık komplekslerinin önüne bir set çekmek için başkalarının kompleksleri alaycı sözler ve bakışlarla gösteriliyor. Aşağılık kompleksini iyi saklayabilen insana bu yüzden özgüvenli insan diyoruz.

Müthiş temiz, kurtarmış şiirler yazılıyor. Şiirlerinde kendi hayatlarına dair insani tek bir zayıflık, bir günah, bir düşkünlük, bir kirlilik, bir boyun eğiş görünmüyor. Temiz şiir, yani sahte şiir. Bir de gerçek hayatta sinikken, “halk”a yüksek bir yerden seslenmek var.

“Death metal söylüyor halkına ihtiyarlar” dediğin bir şiirde, bir tarafta bir başkan “sonsuzyıl marşı” çalıyor ve “acıyı kalori olarak kullanıyor mikrofonlar için”, diğer tarafta “şeyh said'den kalma kırık dökük atların” koştuğu Kürdistan toprakları… Şiirleri

yazarken kendini, bahsettiğin bu halkın neresinde hissediyorsun?

Korunaklı kısmında. Kürdistan coğrafyasının korunaklı kısmında hissediyorum kendimi. Ben bıçak için değilmişim. Ben onlar kadar bıçkın değilmişim. Ve artık bu huzursuzluktan bahsetmek de beni huzursuz ediyor. Ben Türkiye'de zavallı bir memurum. Bu, kendime yaptığım kötülüklerden biri.

Kitaptan sonraki şiirlerimde artık bu kadar rahat bu mevzular üzerine şiir yazamıyorum. Zayıf bünyeler s iyaset in korkunç taraf lar ın ı kaldıramıyor.

Şiirinde Ermeniler, Aleviler, Kürtler, devlet, memur, kamusal, halk, savaş gibi kelimeler var ama yine de bu durumu politik şiir diye adlandıramıyoruz. Çünkü propaganda yoluyla değil göndermeler ve ironilerle iç dünyanı şiire yansıtıyorsun. Diğer yandan piyasada bol miktarda keyfi yerinde şiirler mevcutken, senin yazdıkların derdi olan bir şiir olarak karşımıza çıkıyor. Son zamanlarda birçok genç şairin kitabı çıkıyor ve hepsi hakkında uzun uzadıya tanıtım yazıları yazılıyor. Peki, derdi olan şiirlerin azınlıkta kaldığı günümüzde, yazdıklarının edebiyat çevrelerinde pek konuşulmamasını nasıl yorumluyorsun?

B u n u n p o l i t i k ş i i r d i y e a d l a n d ı r ı l ı p adlandır ı lmayacağı konusunda bir şey demeyeceğim. Propaganda ise şairden şiiri uzaklaştırır. Propaganda yapan şiir mi politik oluyor? Onu siyasi partiler hunharca yapıyor zaten. Propagandadan kasıt devrimci ve yüksek bir ses, bir eda ise utanırım yüksek ve gürül gürül konuşmaktan. Ben en alttan konuşuyorum. Büyük halk kitlesi içinde bile doğru dürüst olamamak'tan bahsediyorum. Tam ortasında olmak ve aralarındayken boyum da kısa olmasın isterdim.

Keyfi yerinde şiirler yazmıyorum çünkü şiir dert olmadan bana gelmiyor. Gelsin isterdim; tatlı, ışıltılı şiirler yazmak isterdim. Derdi, sıkıntıyı da tatlı tatlı anlatmak isterdim. O yüzden bazı şair arkadaşların o tatlı-karanlık yeteneklerine özeniyorum. O yetenek maalesef bende yok. “Keyfi yerinde şiir” derken kast ettiğin sivri zekâ ile şımartılmış alaycı şiirse iyi ki ondan uzağım. Benim şiirim geniş zekâlı bir şiir.

İlk kitaplar hakkında çok fazla “uzun uzadıya tanıtım yazıları” yazıldığını pek görmedim. İlgisizliğe alıştırmalı kendini genç şair; yoksa ilginçlikler yapacaktır.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(25)

Page 26: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Bu sorudan maksat kendi şiirim hakkında bir özeleştiri yapmaksa şöyle diyebilirim: Dilin yeni verimlerini çağdaşlarım kadar çok aramıyorum. Halbuki çağdaşlarımın önemli bir kısmı daha deneysel bir şiir yazıyor. Dilde yeni imkânlar arıyor.

Daha berrak bir anlam ve daha berrak bir söz, benim için daha önemli. Şimdilik.

“Ekmeğin fazla olduğu yerde Allah tüketiliyor / hiç olmadığı yerde de tüketiliyor” veya “örtüyorum dindar ve asabi dedelerden / kalma kamalarımı” ya da “kurganlarında arabeskrep söyleyen vaizlerin sesi daha bir yayık” gibi dizeler var şiirinde. Ve “unutma: her acıya bir saniye yavşamalısın en fazla / bu, yeter kurtulmuşlar'dan olmaya!” dizesiyle sağlam bir ironi yapıyor ve dindar muhafazakâr toplumu resmediyorsun belki de. Diğer yandan herkesin çatlayacak kadar cüretkâr olduğu bir ortamda, cüretkârlığını “şathiye” olarak nitelemekle bir anlamda yine “naif”liğini ve metafizik bakışındaki sınırları koruyorsun. O zaman sence “din” neden “demir”dir? Tanrının elleri kalbinde yani “İslam'ın ilerisinde” geziyor, nasıl? Bu anlamda şiirindeki metafizik arka planı da merak ediyoruz. Din, kapitalizm ve ulus devlet politikaları arasında sen ve şiirin ne durumdasınız?

Dindar muhafazakâr çevreler eleştiriye karşı büyük bir bağışıklık kazandılar. Bu bağışıklığı kazandıran şey güç. Allah'ın fazla olduğu bu bünyeyi hangi eleştiri mikrobu sarsabilir ki… Kutsal korkulukları var onların.

Din müthiş bir tehdit coğrafyası sunuyor bize ve tersi bir af coğrafyası da. Paradokslar var. Mizacım ise suçluluğa daha yatkın. O yüzden tehditleri daha çok hissediyorum. “İslam'ın ilerisi”ne g itmeden suçluluktan ve tehdit lerden sıyrılamıyorum. “Allah kulunun zannı üzerinedir.” sözüne davranan insan ruhunun hilesi ve fazla iyimserlik… Allah bizim nankör, bencil ve kirli yaratıklar olduğumuza dair bize ders mi vermek istedi? Onun bize ders vermeye ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Belki kendimizi tanımamızı istedi. Benim, dinlerin sınırlarından çıkabilen bir Allah inancım var. Metafizik bilmiyorum, tasavvufi şiirleri seviyorum.

Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk

geldik.

Şiirim kapitalizmin sarmaşıkları içinde, dinin

çizgisinin silindiği sınırlarda, ulus-devlet hapishanesinde yazılıyor. Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk geldik. İyi etiketleri yakaya yapıştırmak için ucuz sloganlar kullanılıyor. Kapitalizmin sarmaşıklarından kurtulamadan bu konuda özellikle şiirlerde rahat bir şey söyleyemem herhalde. Kapitalizm büyük balık mı? Çünkü din de midesinde duruyor. En azından dini argümanları iyi kullanan Akp iktidarını düşünürsek. Ulus-devlet politikaları arasında ise şunu diyebilirim: Özerk Rojava Anayasası çok güzel.

Biliyoruz ki hepimiz “kemiklere saygı duruşuna kalkan” öğrenciler olduk sıralarda, sen de bu sıralardan geçtin muhakkak. Ayrıca “büyürken hep korkutan bir dindedem” demişsin bir dizende. Çocukluğunun “yuvarlak anları”, “bir öğrenci trafik kazası olup ölmüştü lisedeyken” gibi anları veya daha başka türlü çocukluk anları şiirini besler mi? Çocukluğundaki dünya ile şu an öğrencin olan çocukların dünyası arasında değişen nedir sence?

Ç o c u k l u k a n ı l a r ı ş u a n d a k i h ayat ı m ı karıştırabiliyorsa şiirime giriyor. Çocukluk anılarının bir nostalji olarak şiirime sızmasına izin vermemeye çalışıyorum. Çünkü nostalji, bir şair zaafıdır, zor zamanlarda yükseltilen bir slogandır. Turgut Uyar klişeye slogan diyor.

Şu anki çocuklar kötülükle daha hızlı ve kolay karşılaşabiliyorlar. Aşklarla ve uyuşturucularla da. Kötülük etmeyi de çabuk öğreniyorlar. Mutluluğu kendi arkadaşlarına karşı bir silah olarak kullanabiliyorlar. Sosyal medyada sahip oldukları hesaplarının da etkisiyle bazıları daha gömülecek bazıları daha yükselecek. Asosyal tipler çoğalacak. Fireler olacak.

Çocuklardan saygı beklemek devri bitti. Her kibre misliyle karşılık veriyorlar. Hatta daha fazlasını. Biz daha “utangaç” ve “mahcup”tuk sanki. Utangaçlığı ve mahcupluğu şu anda da koruyoruz anlamına gelmiyor bu.

“Devrim” dâhil tüm kelimelerin “nişanlı” ve “kocaman” olduğu bir coğrafyada sen neden “kocaman kelimelerle konuşmuyorsun”, kocaman kelimelerle konuşanlar kimler? Bu yüzden mi dedin: “yerlere sürt kayalıklarını kibrin”?

Şehir merkezinde, bilgisayar başında, seni görmekten sıkılmış bir odada; bankamatik kartları, faturalar, resmi evraklarla kocaman

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(26)

Page 27: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

kelimelerle nasıl konuşulabilir ki? Aldığım nefes, bir dağ başının nefesi değil.

Kendimi anlamaya ve düzeltmeye çalışıyorum. Devrim diyorsan yasaların tamamen dışına çıkmalısın. Bazı yasalar çerçevesinde devrim yapmaya çalışmak ama iyi bir kariyer getirebilir.

Kimler mi kocaman kelimelerle konuşuyor. Politik klişeleri süslü ambalajlara koyup satanlar ve öylece şöhret sahibi olanlar. Sonra şöhretle yetinmeyip büyük ve derin halk kitlesine öğüt verme hakkını kendinde bulanlar.

Dursun Göksu bir yazısında şöyle diyor: “Bir süre sonra fabrikasyon bile olabilecek bir şiir dökümü çıkabilir karşımıza. Böyle bir sorunla karşılaşabilir Çaçan.” Sen böyle bir tehlike öngörüyor musun? Yine aynı yazısında Göksu şöyle demiş: “Şehirli biri vardır şiirlerinde. Şehirli biri yani bireyci.” Bu bir suçlama mıdır yoksa yazdıklarının şehirli ve bireyci olduğunu kabul ediyor musun?

Şiirdeki kaderim hakkında öngörüde bulunamam.

Ama ben şiirde kendimi “kazıcı”lardan sayıyorum.

Ayrıntıcıyım. Birbirine akraba bazı ayrıntıları

bulup çıkarıyorum. O ayrıntılar biterse elbette

yeni bir rezerv arayışına beni iteleyecek mizacım.

Çok şey söyleyebilmek için kendi hayatımdan

kopamam. Çok şey söylemek bazen insanı

gerçeklikten ve samimiyetten koparıyor.

Birbirine gönülden bağlı bir topluluk zaten büyük bir şiirdir.

Elbette yazdıklarım şehirli bir bireyin şiirleri.

Zaten bir cemaat yani topluluk içinde

olduğumuzu kim söyledi? Hepimiz çoktan

dağıldık. Birbirine gönülden bağlı bir topluluk

zaten büyük bir şiirdir. Öyle bir topluluk olsaydı

günümüzdeki gibi şiirler yazılmazdı. Şiirler

bilgelikle dolu olurdu.

“Orda” işaret zamirinin birçok yerde sıkça tekrarladığını görüyoruz. İşaret ettiğin orası bizim ne kadar uzağımızda? Zarifoğlu'nun dediği gibi “orası neresi burası bir adam”?

Orda, aşağıda. Orası, aşağı. “Dünyanın Alçak Kısımları”. “Bir dağın çarpıklığını bir sevinç sanarak” baktığımız her yer orda'dır. Ya da şöyle: “Orda bir köy var uzakta / O köy sizin köyünüzdür.” dizelerinden bile uzağı “orda”dır. Şiirlerdeki “orda” işaret zamirinin neresi olduğu bu zamirin kullanıldığı şiirlerden kolayca çıkarılabilir.

Başlıklar şiirlerle uyumlu, gayet bütünlüklü şiirler. Dizeler arası geçişler hiç rahatsız edici değil. Bu dikkatimizi çekti. Şiirdeki işçiliğe olan inancını merak ediyoruz. İşçilik süresine ve şiirin bitişine nasıl karar veriyorsun?

Çok da emek verilmeyen (buna bilinçaltı emeği diyebiliriz), kendiliğinden gelen o ilk taslak (ilham mı diyelim buna bilmiyorum), bende küçük bir taslak oluyor. Gerisine günlerce düşünmek ve kafa patlatmak kalıyor. Ben şiiri kısa sürede bitiremiyorum. 3-4 ayımı alıyor bir şiiri bitirmek. Ve klişe olacak ama şiir hiç bitmiyor; karar veriliyor bittiğine.

Şiir daha sıcakken, yani daha yeni yazılmışken bana direkt güzel gelen yerler oluyor. Ama sonra bu d ize lerde b ir b i t yeniğ i o lduğunu tecrübelerimden çıkardım. Şiir daha sıcakken bana güzel gelen yerleri varsa çok büyük ihtimalle o yerler başka bir şairden etkilenip yazdığım yerler oluyor. Tabi yazarken bunun farkında değilim. Sonradan bu yerleri çıkarıyorum.

Yeni yazılan şiir ilk okunduğunda yazarına yabancılık hissi vermiyorsa başka şairden büyük bir etkilenme vardır o şiirlerde.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(27)

Page 28: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

'Eğer bir ülkede yönetici olsaydım, şüphesiz

öncelikle dili düzeltirdim' der Konfüçyüs. Toplumların

hafızalarını oluşturan dil, onları arzu ettiği ölçüde

yönlendirmek ve yönetmek isteyen yöneticilerin

daima 'önem verilmesi gerekenler' hususunda birinci

sırada yer alır.

Toplumsal hayatta yapılması muhtemel

değişiklikler-yenilikler ve topluma ait olan

özdeğerlerin dönüştürülmesi, bir nevi dilin, sahip

olduğu kelimelerin de değiştirilip- dönüştürülmesi

manasını taşır. Zira halkın, inandığı ve korumacı

davrandığı değerler hususunda, zıttı inkılâplarla

reddiyeye zorunlu tutulması, elde olan tüm

argümanlarla yenilik getiren kesime büyük eleştirileri

de beraberinde getirir.

Burada, 'Yapılacak büyük çaplı sistem

değişikliği yahut kanun ve inkılâplar için neden dil

üzerinde oynanması gerekir?' sorusunun, kendi içinde

taşıdığı iki cevap ortaya çıkıyor; Birincisi, toplumun,

kutsal addetdiği değerler konusunda –haklı olarak-

savunmacı davranması ve bu davranışın 'dil' aracıyla

yenilik karşıtı argümanlar geliştirmesinin aynı zamanda

da güçlü eleştiriler getirmesinin, insanları da bu

noktada toplamasının önünü kesmek amacı taşır.

İkinci olarak; 'Yöneticilerin, topluma

indirgemeci-toptancı bir anlayışla getirdiği yeniliklerin

ruhuna müşahhas, onu en iyi şekilde ifade edip,

yayabilecek olan yeni bir iletişim kanalının

oluşturulması; yani dilde form değişikliği yapılarak,

inkılapların topluma daha kolay intişar etmesini

sağlamak' amacı söylenebilir. Bu da yeni nesillerin

farklı kurallar, reformize edilen dil ve yeni bir

müfredatla yetiştirilmesini sağlar. Yani, eski kültürü,

baltalanmış değerleri, başkalaşıma uğratılan toplumu

görmemiş olan 'yeni neslin', itiraz etmesi için de bir

sebep kalmaz! Bu bağlamda da, yeni sisteme karşı

durabilecek olan tek kuşağın kırılma dönemini gören

ve yaşayan insanlardan ibaret kalacağını söylemek

mümkün.

18. yüzyılda başlayan ve takip eden iki yüzyıl

boyunca devam eden kırılma süreci, 1928'in

yaşanacağının bir işaretçisi ve açık delilini

oluşturuyordu şüphesiz…

1923 yılında cumhuriyetin ilan edilmesiyle

birlikte Kemalizm, toplumun kodlarına olan

uyuşmazlığını gidermek adına, ülkenin her alanına ve

ülkede yaşayan her bireye nüfuz etmeliydi, kendini bir

şeki lde kabul ett irmel iydi . Toplumun dini

müessesinden, eğitim faaliyetlerine, kılık kıyafetinden,

kültürel faaliyetlerine hatta lisanına ve harflerine

kadar süngüyle de olsa hayata geçirilmeliydi, öyle de

oldu.

1920'de kabul edilen Misak-ı Milli'yle birlikte

devletin resmi politikası ve halkın tasavvur anlayışı

değiştirilmiş, saltanatın kaldırılmasıyla birlikte padişah

ve sülalesinin sürgün edilmesi, toplumun genelinde

soğuk duş etkisine neden olmuştu. 1924 yılı geldiğinde

ise sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yanındaki

Müslümanlar 1300 yıll ık hilafet makamının

kaldırılmasına acı bir şekilde şahit olmuştu.

Bunun yanında Kemalist ideolojinin dayanak

noktası olan sekülerizm; tekke ve zaviyelerin

kaldırılması, şapka kanunu-kılık kıyafette değişiklik,

takvim, saat ve ölçülerde yapılan değişiklikler, tevhid-i

tedrisat kanunu, medreselerin kapatılması, şerri

hukukun kaldırılması gibi kanun ve değişikliklerle

Müslüman topluma darbe üstüne darbe indirdi.

İslam'ın hayat alanının tamamından silinmesi

projesi, eğitimin tekelleşmesi yani sekülerize edilerek

laiklik üzerinden gerçekleştirilmesi harf inkılâbını da

beraberinde getirdi. Türkçenin sadeleştirilmesi, eğitim

öğretim için gerekliliği ve okuma-yazma oranının da bu

yeni devrimle (!) artacağı kılıfıyla 1 Kasım 1928

tarihinde 1353 sayılı 'Yeni Türk Harflerinin Kabul ve

Tatbiki Hakkındaki Kanunu'nun kabul edilmesiyle harf

inkılâbı hayata geçti. Böylelikle 900 yıl boyunca

kullanılan alfabe, yerini Latin alfabesine bıraktı.

Burada tarihe karışan şey sadece Osmanlı

alfabesi değildi. Harf İnkılâbıyla beraber kökleriyle,

yüzlerce yıllık külliyatıyla bağları kesilen toplum, ulus

devletin 'tek tip insan modeli' anlayışıyla birlikte

bireyciliğe adım atarak sahip olduğu 'ümmet'

kavramını da yitirdi.

Zira, kullanılan dil, alfabe ve kelimelerin ifade

ve anlamları, toplumun sahip olduğu kültüründen,

geçmişinden bir ruh taşır. Taşıdığı mana bakımından bir

özelliği, safiliği bulunur. Kur'an ve diğer ilahi metinler

dahi toplumun sahip olduğu dil üzere inmiştir.

Abdurrahman Arslan'ın dediği gibi, 'Her peygamber,

kendisi ile birlikte getirdiği mesajı, kavmine

ulaştırırken, aynı zamanda o kavmin diline ilişkin

kavramları sekülerlikten ayıklayarak tevhidi

oluşturmak için yeniden inşa etmiş olur' der.

Bu durum, kullanılan dil ile yaşanılan din

arasındaki bağın önemini gözler önüne seriyor.

Batılı düşünce/laik yaşam/seküler hayat

uğruna bir gecede toplumu cahil bırakan Kemalizm,

eğitimde yapılan onca kanun değişikliğine rağmen, -

Harf İnkılâbının Götürdükleri IIburak bir

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(28)

Page 29: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

eğitime gerektiği şekilde ehemmiyetin verilmemesi ve

gerekli yardımların yapılmaması sonucu- iddia ettiği

gibi eğitimli, okur-yazar değil, tam tersi bir manzarayla

karşılaştı. İnkılâbın olumlanması adına, çarpıtılan okur-

yazar oranları bir yana, kanunun kabulünden sonraki 7

senelik süreçte okuma yazma öğrenenler toplam

nüfusun ancak yüzde 10'una tekabül ediyordu. Bu minvalde Ayşe Hür'ün, Derin Tarih Dergisi'nde kaleme aldığı yazıdaki savunduğu görüş, inkılâbın iddia ettiği amaç ile ortaya çıkan sonuç eksenindeki gerçekliği açıklamak adına önemli bir yer tutuyor. Hür, 'Kemalist modernleşme hamlesinin köşe taşlarından biri olan 'Harf Devrimi' toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmeye yaradı’ Peki Kemalizm sevdalısı inkılâp savunucuları, toplumun kaderini ateşe atan bu Kemalist Devrimi hangi istatistikî değerlerle haklı çıkarıyor, bu uygulamanın başarılı olduğunu neye dayanarak savunuyor? Harf İnkılabı, Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1928'de Arap Harfleri'ni kötüleme, Latin harflerini millileştirme ve övme konulu –sık sık alkışlarla kesile- konuşmasının ardından kabul edildi. Kazım Karabekir'in, 'İslam Âlemini parçalamak isteyenlerin ortaya att ığ ı bir f ik ir ' o larak değerlendirdiği harflerin değişimi talebi aslında 1860'lara kadar uzanıyordu. Alfabenin aynı kalması, bazı kuralların reforme edilmesinin istemiyle başlayan ve 1928'e uzanan süreçte, yenilikçi aydınların değişim talebi önceleri itibar görmedi. 20. yüzyıla gelindiğinde ise savaş zamanında, askeri raporların gecikebileceği ve bu durumun savaşın kaderini olumsuz yönde etkileyebileceği düşüncesiyle, harflerin değişimine toptan karşı çıkılmamakla beraber bu talep'zamansız' olarak nitelendirilmişti. Nihayetinde ise muasır medeniyetler seviyesini (!) hedefleyen; seküler, modern ve indirgemeci-toptancı bir anlayışla hareket eden Kemalizm zincirinin, önemli halkalarından biri olarak telakki edilen harf inkılabı gerçekleşti. Peki harf inkılabı hangi gerekçelerle zaruri kabul edildi, neden gerçekleşmeliydi? 20 yüzyı l ın başında hortlayan Arap Düşmanlığı, Doğu'nun gerici olarak nitelendirilmesi-izlerinin toplumdan silinmesinin gerekliliği ve alfabeyi kolaylaştırarak 'cehaletin' ortadan kalkması, harf değişiminin gerekliliğinin nedenleri olarak ortaya koyuluyordu. Çünkü dönemin zihin algısına göre, ortada bir cehalet vardı; bu cehaletin nedenlerinden biri de Arap harflerinin zor olmasıydı. Araştırmacı-Yazar Mehmed Niyazi ise Derin Tarih'te yer alan makalesinde, okuma yazma oranlarının düşüklüğünün harflerin zorluğuna bağlanamayacağını şu satırlarla aktarıyor; 'Biz, okuma-

yazma oranının düşüklüğünü harflerin zorluğuna bağlayamayız. Okul yoktu, savaşlardan başımızı kaldıramadık. Son yüzyıla bakarsak; 1897'de Tselya Harbi, 1911'de Trablusgarp Harbi, 1912-13'te Balkan Harbi, 1914-18'de Cihan Harbi, 1919-22'de İstiklal Harbi… Peki ne zaman çocuğunu okutacaksın? Hangi parayla köylere okul yapacaksın?’ Büyük reform olarak nitelendirilen ve okuma yazma oranlarının büyük ölçüde arttığı şeklinde inkılabın başarılı olduğunu kanıtlamak isteyenlere nazaran, Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet kitabında ortaya koyduğu istatistikler harf inkılabının acı gerçeğini gözler önüne seriyor; '1927-1935 yılları arasında okuma yazma bilmeyen 11 milyon 544 bin kişiden, yalnızca 1 milyon 347 bin kişi okuma yazma öğrenmiştir.' Kaldı ki, 1950 yılındaki okuma-yazma oranlarının dahi, 1895'teki okuma yazma oranlarına yaklaşamamıştı. 'Milli' kılıfıyla pazarlanan Latin harflerinin, harflerin değişimi sürecisince çokça dillendirildiği gibi milli bir amaç güdülmediğini, Mustafa Armağan iki karşılaştırma yaparak açıklıyor; 'Madem bir Türk alfabesi aranıyordu, neden İsrail'in 2 bin yıl önceki İbrani hurufatına döndüğü gibi, milli alfabe olan Göktürk harflerine dönülmedi de, Latin harfleri tercih edildi?’ Armağan'ın iki harf değişimi üzerinden sorduğu sorudan da anlaşılacağı gibi amaç, 'Yüce Türk ulusuna yakışan milli bir alfabe' falan değildi. Zira, İsrail 2 bin yıl öncesine dönerek geçmişi restore etmeyi tercih ederken, Mustafa Kemal, 1928 yılı geldiğinde geçmişi yıkmayı tercih etti. 900 yıllık külliyatı ortadan kaldırmayı tercih eden M. Kemal, 1928'deki Latin darbeden sonra, bir dizi sıkı önlem almayı da ihmal etmedi. Arapça ve Farsça'nın okullardan ders olarak kaldırılmasıyla başlayan yıkım tedbirleri, imam-hatip okullarının kapatılması ve eski yazının gazete, dergi ve kitaplar basımında yasaklanmasıyla devam etti. Eğer iddia edildiği gibi 'Arap harfleri, terakkiye maniydi, kalkınmanın gerçekleşmesi için de Latin harfleri gerekliydi' savunması gerçeği yansıtsaydı; Rusya, İsrail, Japonya ve Çin kalkınma ve ilerlemeyi sağlayamamış ülkeler sınıfında mı değerlendirilecekti? Harf İnkılâbı zorbalığının öncül ve ardıl inkılap-uygulamalarına bakıldığında amaç ne milli bir alfabeye duyulan istek ne kalkınmaya duyulan özlem ne de okur-yazar oranının yükseltilmesiydi… Modernizmin ilmek ilmek işleneceği yeni bir ülke, yeni bir ulus tahayyül ediliyordu. Yaşamın her alanında İslam'dan arındırılmış bir toplumu amaçlayan zihniyetin asıl isteği ise; Müslüman toplumun, 900 yıllık İslam külliyatıyla olan bağının kesilmesiydi. Köklerinden koparılan toplumun -suni ideolojilerin aşılanabilir kıvama gelmesi için de- okuyamaz, düşünemez hale getirilmesiydi, başarılı da oldular…

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(29)

Page 30: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şiir ve devlet -III- (karac’oğlan)

cundullah fidan

Şiirin devletle ilişkisini Karacaoğlan üzerinden açıklamaya ve bu sayede devletin halk şiiri içinde nasıl yer edindiğini görmeye çalışacağım. Bu da bize halkın devleti nasıl konumlandırdığını gösterecektir diye umuyorum.

Ömrüm uzun eyle Bari HüdaHamd ü sena şükür etmek isterimÇalışıp kazanıp nefis taamlarDişlerim var iken yemek isterim.

Açıldı dehanım söyler zebanlar

Sana muhtaç bunca şahlar gedalar

Al yeşil hırkalar türlü libaslar

Böylece münasip giymek isterim

Bir küheylan at ver istemem eşekÜstü Kaplan postu tek olsun öşekKuş tüyünden yastık yumuşak döşekKeçeler içinde yatmak isterim

Bir güzel isterim ahu bakışlıGerdanı bir karış benli nakışlıİnci dişli olsun hem kara kaşlıBoynuna sarılıp yatmak isterim

....

Şiirde Karac'oğla'nın arzusunun dünya nimetlerine yönelik olduğu oldukça açık ve tüm bu nimetleri en başta ona ömür ve hayat bahşeden Bari Hüda'dan talep etmesi ise kaçınılmaz. Haliyle bu türden bir a r z u n u n d i l e ge l i ş i a n ca k d u a o l a ra k nitelendirilebilir.

Peki, bunun devletle ilişkisi nerede? Bu sorunun yanıtı için önce bir sanat eseri olarak halk şiirinin neyi gösterdiğini belirlememiz gerekiyor. Şu kesin gösterilen de eserin kendisi. Eserde bir dua ve arzunun ifadesi var. Yaşama ve dünya nimetlerine dair bir arzu bu ve onları teker teker sayarak Karac'oğlan arzusunu en açık dille ifade ediyor. Ve;

Karac'oğlan der ki böyle kalaydımZahir batın muradıma ereydimOl gün dahi cemalini göreydimHakk'ın didarını görmek isterim

sözleriyle şiirini bitiriyor. Haliyle Karac'oğlan'ın asıl arzu ettiği Hakkın didarını görmektir ve göstermektir. Hakkın didarının tüm dünya nimetleriyle bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz ve biliyoruz ki (bir kaç kıta öncesinden) "Yedirdin içirdin hepsi de yalan" mısrasıyla ifade bulan da bu nimetlerden başkası değil. İşin ilginç tarafı Karac'oğlan “böyle” kalmak istemektedir. "Böyle" yani şiiri söylerken onun duasına bir ses olarak imkan sağlayan o mekanda kalmaktan başka neyi arzuladığını bize söyleyebilir ki? Nimetleri yalan olarak nitelendirmesi, üstelik hala böyle kalmayı arzulaması, bir tezattır. Hatta kıtanın tamamına baktığımızda bunu pekâlâ görürüz:

Yedirdin içirdin hepsi de yalanAhir ömrümüzü ederler talanBu sözüm dinleyip nasihat alanİşidip tutanı duymak isterim

Azrail göğsüme çöktüğü zamanÖyle bilin halim perişan yamanBülbülün kafesten uçtuğu zamanCesedimi kabre koymak isterim

Burada da kendi hayatının faniliğini de ardından vurgulaması öncesinde kendisini dinleyip nasihat alacak birilerini duyma arzusuyla çelişir gözükmektedir. Madem tüm bunlar yalan ve yalan olan şeyin arzusunun izhar ettiği bir ifadeden kim ne nasihat alabilir ya da almalıdır. Bu durumda Karac'oğlan almamız gereken nasihatin bu fani ve yalan olan dünya nimetlerinden aynı şekilde yiyip, içip faydalanmamız ve buna başkaları için de imkân sağlamamızdır. Çünkü artık seslendiği Bari Hüda değil, tam olarak onun sözlerinden nasihat alabilecek başka fanilerdir.

Haliyle Karac'oğlan şiirinde, dünya nimetleri, bu nimetlerin faniliği, bu nimetlerin Hakk ile olan ilişkisini açıklar ve bizim bu nimetlerden nasiplenerek Hakkın cemalini en azından zahiri olan kısmını görmemizi ve başkalarının ömrünü de talan etmememizi ister. Karac'oğlan hem bir yaşamın işleyiş şeklini gösterir, onun yüzünden peçesini arzusuyla kaldırır, hem bir nasihat verir.

Şiirde peçesi kaldırılan devletin asli anlamından başka bir şey değildir, bir döngü (toplum ve bireysel yaşamın döngüsü) ve nimet olarak devlet.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(30)

Page 31: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

fabrikasyon gömleğin altında hesapsız bir beden tekayaküstünde b itki n

viral girmiyorum milenyum çocuğuyuz. burda anlaşalım

bacakomuza birleşen milletlere sıcak su gerek yoksa biliysn

yavşaklaşma meyili olanlara ayrı bi gıcığım ar

sızlanmayın işe yaram.az kırmızı kabloyu kesmeyin eter

varsayımsal meteorem düşünlüyorum ünce olar dersem

düşünce acımaz aksine kan basıncı + bir miktar y.ara

çoğacayip iletişişimimizin esi kısık parlaklığı da +rırsan

eziyet ediyorlar eğlenceyeçin sadomazo değilim

komşun açsa bahçesindeki çimenler daha yeşil

daha emniyette değiliz prozağım azdı bak. az daha unutuyodum

montajlıyoruz şeysi basit bi kurgu aslınca. hiçyok.varhep

hani benim de bodrum katlarındaki teyzelere kumanda pili almışlığım çok

öbürleniyorum-dünyadan saptıkça kendime-sırra kadem atlıyom

sardı yine esraar bak almasın saklı soyunaşalım

trapez kırıl dımtıs cıstak puğulu kark bana küven gark sana puna lark

klostrohobikim senden alıp veremediğim çokoy

çarpıtırım böyle s.özcükleri cuk şöyle otururları

katl(a[nla)dım zırhımı yedek canım da var aduket.

ki saklanırım da olmaz ama sakinleşemem fakat hırslanırım sanki

teslim olmak yok intihardan medet umamam

kırmızı ışıkta yolcu indiren otobüs şoförleri topumuzu kesemez

turizizm tutmadı turistler bağrınca anlamıyo

sazım [ ] sözümü demeye yar.alıp.aran.tez gül tablasında

lanet olasıca pislik seni aşşağlık piç kurusu adi domuz kıç yalayıcısı

bir ad anmışlığım var onu sana aldanıyorum önümarkamyanımyöremebe

ka.andırmıyorumuz ke.estirmiyorumuz ka.aldırmıyorumuz ke.emirmiyorumuz

hayra hayret hayrat hayırburak yıldız

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(31)

Page 32: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

kör göllere dökmemi istemedin suyumu ve uyumu leylâk muştumu ondandır önümde eğildin kırmızılar güllere varanda

ben toprak olmayı becerebilsem sürünürdün bana sürülürdün usulca kuzunu bi gece kurban verdin romaya kırmızılar şaraba varanda

bi gün belki gelirim çömleğime ak ak yuyup saçlarını mormor sererim ki her biri gotik bi aura omuzlarına kırmızılar çamura varanda

edebsiz putlarını yonttuğun yerler dokunduğun yerler dokunulduğun gök gülüşkıran hüznüne habire keman kırmızılar şaire varanda

kırda bi yel değirmeni çizerim bir yunak çalakalem bi dudak berisine o suya kırk defa seni çizerim kırmızılar kevire varanda

kalk bana tarhana pişir âhumsadaka şiirdendir

cinlerarası diyalog başladığındahani saçların leylî olur koşardı

vâizler banker olduğundaağzın nokta olur cim karnını eşerdi

şunların politik sırrıklara divan duran şiiriidrâk değil âhum idrar haznesine düşerdi

o vakıt gamın gamzen vur sasıya gâvuraseher yediği haltı kuşluk yine aşerdi

o vakıt kalk kilise boylarından kelle getirekağu tasta kem bedduâ pişirdi

kalk bana ezogelin pişir sevdiğiminfâk başaktır

çorba gazel

kırda bi yelmehmet doğan

mehmet doğan

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(32)

Page 33: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Suheyb'in İstanbul'a gelmesine yirmi dakika vardı. Havaalanından semte geçmesi ise yarım saati bulurdu. Yaklaşık bir saat beklemeleri gerekiyordu. Ne yapalım diye düşünürken kendilerini çay ocağında oturuyorken buldular. Meydanın başındaki ilk mekânlardan biri olan dayı'nın yeri serin bir yerdi. Aslında buranın adı Nostalji Cafe'ydi ama kimse bu ismi kullanmıyordu. Hatta mekanın sahipleri bile ne zaman sorsak bu ismin oraya sonradan gelip giden müşteriler tarafında konulduğunu söyler. Mekân hem kahvehane-çayocağı hem de tarihi bina olduğundan geleneksel kültürü andıran bir yapıya benziyordu. Yavaş yavaş soğuyan hava onları kaldırıma attıkları masadan kaldırtıp içeri geçmeye mecbur bıraktı. Kalabalık dağılır dağılmaz en köşeye kuruluverdiler. Oturdukları yerin hemen bitişiğinde bir cafe daha vardı. Aralarındaki mesafe yarım metre vardı yoktu. Her iki tarafa oturan herhangi biri aralarındaki şeffaf brandadan dolayı karşı karşıya derin bir konuşmanın içerisindeymiş gibi oluyorlardı. O akşam derbi maç olduğunu bilselerdi orada iki dakika bile durmazlardı. Çünkü maç olduğu zamanlar meydanın gürültüsü çekilecek gibi değildi.

Bera: “E madem oturduk bari maça bakalım arkadaşlar. Serkan zaten geldiğinden beri izliyor.”

Çakırcalı: “Evet ya bence de.”

Hep birlikte karşı cafenin duvara gömülü geniş ekranlı birkaç led televizyonlarından birine bakmak için sandalyelerini ters çevirerek arkalarına döndüler fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. İki mekânı ayıran şeffaf naylon brandadan rahatsız olan ama başka da bir çözüm üretemeyen cafenin sahibi ekranı oradan kaldırtmıştı.

Gıynaş gülerek: “Adam bize resmen defolup gidin diyo ya la.”

Cundi: “Geçenlerde de renkli perde çektirmişti bu tarafa biz izlemeyelim diye. Aristoteles zannediyor kendini pezevenk.”

Burak: “Abi nasıl bir utanmaz heriftir bunlar ya!”

Oğuz: “Şişt. Beyler kızlar karşımıza oturdu. Kızları izliycez artık. Zaten diğer ekranlar da küçük gösteriyor.”

Kızlar şeffaf brandadan kendilerine doğru bakan altı erkeğin karşısına oturup maç izlemeye başladılar. Ara ara dayı'nın mekânındakilerle göz göze geldiklerinde birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı. Estetik olsun diye dar kotun üzerine formasıyla aynı renkleri çağrıştırıcı bir başörtüsü giymiş olan ve davranışlarıyla kendini fanatik ilan eden kız diğer arkadaşlarına hafifçe eğilerek:

“Şunlar var ya. Burada hep maçı bedavaya getiriyorlar. Çayı da ucuzmuş. Maço bunlar kızım. Yakışıklılar da ama. Anlayamıyorum bunları bir türlü. Alla ya!”

Söyledikleri pek duyulmuyordu ama mimik ve hareketleriyle dalga geçtikleri her hallerinden belliydi. Lahmacun yerken zaman zaman sırtlarını onlara dönüp “sefiller açsınızdır da siz şimdi” der gibi dudaklarını yalarken göz teması kurmayı ihmal etmiyorlardı. Bu durumun farkına varan Gıynaş arkadaşlarıyla anlaşarak onlarla oyun oynamaya başlamıştı bile. Boynunu bükmüş, dilini hafif dışarı çıkarmış melül melül kızın elindeki lahmacuna bakıyordu. Kızcağız önce ne yapacağını bilemedi. Ağzı tıka basa doluydu. Daha sonra lahmacunu “ister misin” der gibi arada hiçbir engel yokmuşçasına uzatarak kafa hareketiyle “al hadi al” dedi. Bunu gören diğerleri hep birlikte ayağa kalkarak “bana da bana da” dediler. İki üç dakikalık iletişim krizi sonrası kızlar olayın ne olduğunu çözmüş gibiydiler. İki tarafın müşterileriyse maçı bırakmış iki grubun aralarında geçen sessiz sinemanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dayının mekânındakiler yeni bir karar aldılar ve maçın duraksadığı anda hepsi birlikte ayağa kalkarak 'goool' diye bağırmaya başladılar. Ses sadece bulundukları yerde değil meydanın her yerinde yankı bulmuştu. Bütün gözler onların üzerindeydi. Anlamak için baştan aşağı süzmeli bakışlar, öfkeliler, meczup zannedenler… Ve niye kahkaha attığını bilmeyen kızlar… Cevap verene kadar kimsenin üzerlerinden bakışlarını çevirmeyeceğini anladılar ve yine tek bir ağızdan suçlu bir çocuk edasıyla:

“Şaka yaptııık, şaka yaptıık, şaka, şaka”

diye meydandan çıkarak bu eylemi ülkenin her

yerinde yapmak için antlaşıp dağıldılar.

şeffaf branda

mustafa kadir çelik

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(33)

Page 34: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Nereden çıktı bu fikir, neden ihtiyaç hissettiniz böyle bir

şey yapmaya, kaç kişisiniz?

Bu fikrin çıkışında üç sebep bulunmaktadır. İstanbul

Evsizler Evi Derneğinin kurucu grubu olarak

birbirimizi 4-5 yıldır tanıyorduk. Arkadaşlarımızdan

Filiz Işıker iki yıl önce İstanbul Şehir Üniversitesinde

'Evsizler' üzerine yüksek lisans yapmaya başladı.

Kendisi arkadaş grubumuzda bu konuyu gündeme

taşıdı. Diğer yandan, kışın soğuk havalarda özellikle

İstanbul'da ölen insanlar ve devlet kurumlarının

sadece -4 derece hava sıcaklığında evsizleri spor

salonlarına toplaması vicdanımıza sığan bir şey

değildi. Bu da bizi böyle bir dernek kurmaya

yöneltti. Dernek yönetim kurulunda yedi kişiyiz.

Tabi ki bağışçılarımızın sayısı çok daha çok.

Devlet, belediye veya özel kuruluşlar evsizlere yeterli

imkân sağlamıyor mu?

Türkiye'de bütün şehirlere yayılı bir evsizlik

problemi yok. Öncelikle bunu belirtmemiz

gerekiyor. Büyük şehirlerde öne çıkan bu probleme

karşı devlet, hava sıcaklığı -4 derece olduğunda 3

günlüğüne evsizleri spor salonlarında misafir

ediyor. Bu bilgiyi haberlerden rahatça elde

edebilirsiniz. Mevcut durumda 'özel' evsizler evi

olmasından ziyade devletin en düşük maliyetlerle

bu işi sahiplenmesi çok daha makul olacaktır.

“Evsizler Evi” nedir, ne tür imkânlar barındırıyor? Hangi

tür evsizlerle ilgileneceksiniz?

Evsizler Evi, yıl boyunca evsizlere kucak açacak bir

evdir. Evimizde şartlar son derece standart ve

yeterlidir. Evimiz 100 metrekare bir bina katında

kiralık olarak bulunuyor. İki öğün yemek belediyeler

tarafından sağlanacak. Duş-wc imkanı mevcut.

Isıtması elektrikle sağlanmaktadır. Mümkün

mertebe muhtaç insanlara kucak açacağız. Öncelikli

olarak bağımlılık yapan maddeleri kullanmayan

insanlara öncelik vermeye çalışacağız. Bir insan

düşünün: Ailesinden bir şekilde ayrılmış ve işinde

iflas etmiş. İşte evsizler evi, bu insanın hayata tekrar

tutunabilmesi için ona bir yıllık fırsat sağlayıp bütün

standart giderlerinin karşılanacağı bir mekândır.

Evsizler evi, belediyenin uygulamalarından farklı

olarak 365 gün boyunca açık olacaktır. Evsizler

Evinde yıllık barınma ihtiyacı, günlük iki öğün yemek

ihtiyacı, kıyafet ihtiyaçları karşılanacaktır.

“Evsizler Evi” hakkında Muhammed Mansur Acuner'le..

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(34)

Page 35: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Bu çalışmanızın İstanbul'daki evsizler için yeterli

olmayacağı açık, peki başka evler de açılacak mı?

Evsizler evi açmak tamamen sorumluluk alacak

insanlar ve nakit akışının düzenli yapılmasına

bağlıdır. Böyle bir çalışma yaparak insanları bu

konuda daha organize davranmaları hususunda

cesaretlendirmek istiyoruz. Çünkü zaten birileri

ufak tefek yerel şeyler yapıyor. Bu çabalar bir parça

organize edilirse verimli sonuçlar alınıp daha fazla

insanın ihtiyacı karşılanabilir.

Bu işe giriştiğinizde ne gibi olumsuzluklarla

karşılaştınız?

Kiralık ev bulmak gerçekten zor. Genelde müstakil

ev bulmaya çalıştık. Fakat bu durumda kiraların

yüksekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldık. Kalan

kısmına, özellikle kıyafet ve eşya yardımı,

çevrenizdeki insanlar yardımcı oluyor.

Sizin dışınızdaki insanlar bu konuda ne yapabilirler?

İnsan, tek başına yaşaması mümkün olmayan,

organize olarak yaşaması gereken bir varlıktır. Bu

anlamda, evsizler konusunda da organize olunmalı.

Biz bu anlamda güzel bir adım attığımızı

düşünüyorum. Eğer Türkiye'deki insanlar tek

başlarına bir çalışma içine giriyorsalar, onlardan rica

ediyoruz, 3-5 arkadaşlarıyla organize bir çalışmada

bulunsunlar.

Sizin dışınızda bu çalışmayı yapanlar da var, onlarla

irtibat halinde misiniz?

Şefkat-Der, bu meseleyle uzun zamandır ilgilenen

bir dernek. Hayrettin Bulan Bey'i yaklaşık olarak bir

yıldır tanıyor ve ona muhabbet besliyoruz. Kendisi

derneğimizin kuruluş aşamasında tecrübelerini

bizimle paylaştı ve işimizi ciddi anlamda

kolaylaştırdı. Kendisine teşekkür ediyoruz ve sürekli

irtibat halinde bulunuyoruz.

***

Evsizler Evi için iletişim bilgileri:

evsizlerevi.org

[email protected]

twitter.com/evsizlerevi

facebook.com/istanbulevsizlerevi

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(35)

Page 36: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

I. İmbroz için

Ve kaçarken yerliler

Gereği düşünüldü.

Zarif suçlar işlemiştin

Her acıya bir muadil getirttin

Oracıkta kurdun obanızı

Çulu çaputu serip kurumamış kanın ve tozun üstüne

Öyleyse

Kurarken kentlerini

yanına al

bolca şek bolca şüphe

Kolhoz ve de toprak…

Adları kaldı yalnız: hun!

Kalanlara üzülmediler desem

Gittiler artlarını alarak önlerine: hun!

Acıya illa ölüm katışmaz

Kaçmak acının en korkunç hali: hun!

Dört tilmiz bir mektepte:

Yorgo- belki de ilkinin ismi

Nikolos- belki de ikincisi

Stelyo- olabilir üçüncüsü

Sonuncusu kız: Helena olması muhtemel.

Milliyetçil yerlerimi aldırdım

Sizin olan ne varsa öperek alnıma (1)

öperek alnıma (2)

öperek alnıma (3) koyup teslim ediyorum.

Al ve kabul et! Hun!

ütopya için öneriler

enes malikoğlu

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(36)

Page 37: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

-sayabilir miyim sokağın karanlığını,

kaç tane eder gölgemden?-

1.

Sızılarından sevdirir kendini su,

Seninse çağlayandır ya sesin

Yaşatan ve öldüren hep aynı hicaz

Bu fasıl başka fasıl, yüzün hüznümün şirazesidir.

2.

Bak!

yine yüz küsürüncü kez serseri, mayın ve buğdaysın aynı toprakta

dünya durmadan diriliyorsa baharın ırmaklar gibi

buluttan şelaleden

falandan filandan görünmüyorsan

yaşarsan sonra yine gel,

teselliymişçesine sevinelim göğün bir yere gitmeyişine

gözlerimden okursan güneşin hikayesini, tamam artık.

3.

hatırlamışken,

gözlerime destanlar saçılsın

anneyi hatırlatır türküler saçılsın yüzüme benim

vedalara kurulmuş bütün saat kuleleri ve meydanlar

ulusal kanal alt yazıları dahil.

4.

bir gün vardın sen

ben sana koşamıyordum

bilmem kaç milyon defa küçültülmüş şehirler de vardı

ben sana…

şehirler sarmıştı etrafımı sonra.

bir gün vardın sen

üstelik dünya, zulmüyle meşhur

İstanbul bile

güzel macera.

bir cayma vaktinde söylenen şiir

turgay demir

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(37)

Page 38: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

günün yarısı gereksiz şeyleri düşünerek kalan yarısı

da bu gereksiz şeyleri konuşarak bitiyor topluma

sıkışmış birisi olarak insanın uzun süreli olarak

susması gerektiğini savunuyorum lakin gelin görün

ki dostlarım insanlar yoğun bir gevezelikle

yaşamaya devam ediyor.. bence anneler

çocuklarıyla çocuklar da anneleriyle konuşmalı,

gerisi boş.. insan susmalıdır, bana inanmıyorsan

ona sor, hadi sor

konuşmak yakışıyor bazı insanlara, bunu inkâr

edecek değilim ama siz de bana bunların siyasete

bulanmış kişiler olduğunu söylemeyin lütfen bunu

savunmayın politikacılar susması gerekenlerin ilk

sırasında yer alır bir şarkı dinliyorum çok güzel

kimin söylediği ya da nerede söylediği ve ne

anlattığı konusunda bir fikrim yok ama konuşmak

yakışıyor bu insana ben bunu sevdim

ve hala aynı şarkı çalıyor gecede

biri birine yangın oluyor diğeri ona rüzgar

tozlu raflara yaslanmış gibi hissediyorum kendimi

şarkı bitiyor üstümden silkeliyorum hüznü

olan oluyor anlıcan

insan garip akılsız bir varlık hocam (sen üstüne

alınma) bazen bir hatıra beliriyor gözünde aynı şeyi

tekrar görüyorsun bitmiyor bir daha görüyorsun..

tanrı insana hatıraları ve istemediği şeylerle başa

çıkabilsin diye iki şeyi daha armağan etmiş: zaman

ve unutmak.. insan güzelleri eziyor hocam bu

yüzden papatyaların üstünden yürüyüp

yapraklarını yoluyoruz.. sürekli mutsuz takılanlar

var hocam sürekli dünya başıma yıkıldı havası var

insanlarda sorunları ne? bir filmde gördükleri

karakterin sevgilileri olmayışı mı ya da

sevgilisinden ayrılmış olması mı kredi kartı limiti mi

bitmiş yoksa soralım mı hocam neden bu kadar

depresifsiniz diye? dövebilirler mi bizi? sormadık..

saat 02:07 İsa'nın doğumundan 2014 yıl sonra bir

de onun öncesinden ve sonrasından sonra..

s o n u ç ta g ü n l e rd e n ça rş a m b a h o ca m . .

unutmuyoruz.. bazen küfür iyi oluyor takma

kafana..

sevecektik ve mutlu olacaktık her şey çok basitti

aslında diyecek pek de bir şey bulamıyorum

açıkçası o kadar sorun bu kadar sessizlik saçma

geliyor susuyorum sürekli olgunluktan şikayetçi

insanlar görüyorum ''olgun değil ya, olgun

düşünemiyor, birazcık olsun olgunluk'' eh ama

sıktınız ya.. kusursuz kadınlar kusursuz erkekler

hepsinin canı cehenneme.. 6 ay 15 gün 21 saattir

saçlarımı kestirmedim.. kendimi 24 saatlik

ömrünün ilk yarım saatinde intihar etmiş kelebek

gibi hissediyorum.. saat olmuş gece 04:00 falan

b e n i m d ü ş ü n d ü k l e r i m e b a k ke n d i m e

katlanamıyorum.. başımı soğuk suya sokuyorum

bekliyorum öyle hava sıcak olmasına rağmen

soğuk suyu sevmiyorum soğuk su belki de sadece

içilmek içindir denizlere büyük ısıtıcılar atılsın biz

sevmiyoruz soğuk suyu modern dünya böyle bir

şeye fırsat veriyor değil mi soğuk sevenleri

umursama.. kafamı kaldırıyorum bir şaşkınlık..

nefes almak güzel bir şey tatlı bir his.. saçlarımı

savurup tekrar soğuk suya daldırıyorum kafamı..

ne kadar düşünürsem insanlık o kadar kurtulacak..

çok düşünmeye çalışıyorum ve sonuç olarak hiç bir

şey düşünemiyorum.. toparlanmam lazım böyle

olmaz bu işler saçlarımdaki suya dokunmadan

bekliyorum halıya dökülüyor damlalar annem

burada olsa kızardı zaten annem olmadığı için

böyle bir şey yapıyorum.. daha önce Pascal acaba

kafasını soğuk suya soktu muydu?

bütün yatları yatırcazuğur demirkıran

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(38)

Page 39: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

ruh ve saçlarımdan düşen damlalar ne garip

şeyler.. ruh görünmüyor konuşulmuyor ama

saçlarımın uzun olması benim efendi ya da serseri

olduğumu ortaya koyuyor.. saç saygıyı peşinde mi

sürüklüyor? saclarımın ucuna saygı çiçekleri

bağlıyorum.. bir düğünde gelinin annesine veririm

belki.. kafamı kuruluyorum acaba Dostoyevski de

saçlarını böyle kurulayıp sigara yakıyor muydu öyle

bir şey yapıyorsa kızarım inşallah yapmamıştır..

yapmamış olsun ki bu yazının yazılar içinde bir yeri

olsun..

aşık olmuştum sarhoştum bir elimde adını bile

merak etmediğim bir kitap diğerinde kısa

parlament yürüyordum varoş mahallemizde

ceplerimde ufak ufak taşlar vardı bazen çıkarıp

oynardım insanların görmemesi gerekiyordu ve

cebimdeki cisimle yaşım uygun olmalıydı bazı

abiler söylemişti.. sarhoştum taşlara ve kalbime

baktım yerleri cebim değildi ya da sevdiğim kişinin

kafasına isabet etmeli beni mutlu etmeyecekti bir

karar verdim: taşları cebime değil kalbime

koydum..

insan ilk gördüğü denize atlamalı kardeşim içinden

geliyorsa.. “aman olur mu öyle şey cebimde para

var telefon var parayı geç telefon var bu telefon kaç

para biliyor musun sen” dememeli.. insan ilk

gördüğü denize rahat hissedecekse atlamalı sonra

çıkıp “oh be deniz varmış” demeli.. bana çok taş

lazım çünkü çok insan var..

insan bayat çay satan yerlerde “yeter lan bize

içirdiğiniz bayat çaylardan gına geldi bu düzene

son veriyoruz” demelidir insan budur insan ses

çıkarmalıdır insan kötüdür insan iyidir insan

umursamazdır insan yalancıdır insan vardır ve

kıyamete kadar olacaktır (yumruğumu ağzına

yemek ister misin) insan çocuğunu sokağa

yollamalı “git ve dayak ye” demelidir.. daha çok taş

lazım çok fazla konuşan var.. bu ne lan bu ne..

kendimi Süleymaniye Camisi'nde Nike ayakkabıya

secde ederken buldum.

(hakkındır gül)

konu başlığı: çekirdek istiyorum mümkünse tuzlu

olsun.. bana öyle bakma çocuk şiir falan okumam

ben bu bünyenin bu beynin sana kazandıracağı pek

bir şey yok.. kaybeden kişiyim ben evet ben oyum

d ü ş ü n ü yo r u m b i ze ya l a n s öy l eye n l e r i

düşünüyorum gitmeyecek olanları düşünüyorum

gidenleri düşünüyorum.. neler yapıyorum acaba

evet çocuk seni ben öldürdüm.. bana bakma kadın

tecavüzüne ben sebebiyet verdim.. kardeş biraz

ağır konuşmuyor musun? bak ya ülke menfaatini

baltalıyorsun kes sesini bakayım.. ölmediniz

sanırım biraz çabuk ölün ölümünüzü görmek

unutmamıza sebep olacak

ne olmaz çocuklarmışsınız siz

müslüman mısınız?

iyi iyi alışkınız.

bak gene birisini kırdım insanları kırıyorum seni de

kırdım gece gece kendimi bile kırıyorum bakma

bana öyle

aa çikolata veriyor bana canım annem kimseye

söyleme ben çikolata severim çocuklar duymasın

ben onlar yerine kendime yeterince küfrediyorum

zaten kendimi aşağılık hissediyorum sende de

oluyor mu bu? kaybettim sanırım henüz ne

kaybettiğimi bilmiyorum ama sanırım kaybettim..

sana da oluyor mu bazen koşmak istiyor insan

koşunca dertlerin geride kalacak sanıyorsun..

olmuyor mu?

nasıl istersen.

evet beyefendi buyrun fişiniz..

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(39)

Page 40: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Biz seninle gece gündüz

Beyazı böldük ikiye.

Sözümüze yazıldık.

Arkasında kaldık bazen

Kalabalık sözlerin...

Bulut çalgısı kendi tellerinden

Duyurdu bana sesini

Kanarken yıllar

Camlar batarken denize

Sahil boyuydu yalnızlık

İleride eylül rüzgârına yüzenler

Biz çok yakındık esmeye.

Çay içerken gördüm seni

Düş kahvelerinde...

düş kahveleri

betül taştekin

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(40)

Kim bilir

Bilinmez bir sokak lambasında yanandım

bu şehrin belki de ben

Sisliydi hava,

Bulanıktı su,

Kirliydi toprak

neredeydim

ayfer sümer

Page 41: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

ayağımda geziniyor karınca sürüsü

üç kişilik ölüm marşında toplanınca sagu

yere düşmüş asasını arıyor İsa

mezarda avuçladığım kabir azabıyla

kaç kapısını araladım belki de

inandığım hüzünlü sonbahar yapraklarının

hani geceden serilmişti ya üzerimize

kaderin sırtımızdaki yırtılan örtüsü

oysa sen ne güzel demiştin

ağzında ölüm taşıyan sihirbaz sürüsüne

ifritlerin sözcüleri arasındayken

bir başka kutsallıkla yıkarken saçlarını

unutmuşsun saatin zamana olan yenilgisini

törelerin, ayinlerin ve hüzünlerin

gözlerdeki serinliği kaldı ellerinde.

şimdi nerede tutunduğumuz o ilk asa

merhamet, kurşun sesi

savaşta ezilen kutsal onurumuz

petrol, dolar, altın ve yara...

üç kişilik ölüm marşı

zeki altın

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(41)

Page 42: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(42)

Tehdit etmek hala yapılacak bir şey var

demektir. Onları öldürmemin bir anlamı vardı.

Şimdi siz yaptığım şeyin hiç bir önemi

olmadığını söylüyorsunuz. Bu bana kalbimin

kırılmasından çok daha fazla acı veriyor. Neden

beni vurmuyorsunuz.

“The Rover” filminden

Page 43: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

tan doğan

ö l m e k

metin demirtaş'a

bir martı süzülecek en mor buluttan en köpüklü yemavi

damağına yapışacak bir zerre tuz

ne yüzmek geçecek içinden ne dalmak ve ne çıkmak karaya

birden kucaklayacak yüzyıllar boyu kafaya taktığın

saracak saracak sımsıkı yüreğini usunu

kanaya kanaya kalacaksın kollarında - huzurlu

bağdaş kuracak sol yanağındaki ne bir gamze gülücük

ne dağılacak saçların ne de gözlerin kapanacak

hani o hep titreyen ürkek ellerin var ya

yitik tenime tırnak tırnak geçecek:

ağlayacaksın

böyledir köz

ölümden beter

ve o yorgun bedenin o kuşun son tüyünde

o yorgun ruhunla harmanlanacak

son soluğunu kaptırmamak için bir akbabaya

kızıl ölümüneına gizleneceksin -

işte son liman son sandal tek kürek

korkacak korkacak korkacaksın

ve bir sabahı bir serüveninceeylül yaprak

bir başka yerde bir başka zaman

-er ya da geç-

uyuyacaksın

böyledir böyledir ürperti

sen de anlayacaksın

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(43)

Page 44: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

“Her şeyin uğruna hareket ettiği bir hikâye vardır.

İnsanlar, melekler, kuşlar, küçük karıncalar… Size

anlatacağım hikâye yeryüzünün en ezeli ve en

uzun masalı.”

Bu cümleleri ve bu cümlelerin buruşuk, kara tenli

sahibi Servan amcayı hiç unutmadım. Kasabaya

okul açılmasından üç veya dört yıl evveldi.

Yaklaşık otuz küsur yıl olmuş Servan amcanın

atının nalı çıkıp bizim köyde misafir olalı.

Servan amca babamla yaşıt gibi gözükürdü.

Başındaki puşi alnına dökülüyordu. İlk

gördüğümüzde korkmuştuk ondan. Yemek

yemek için sofraya oturduğumuzda onu izlemeye

başladık. Biz çocuklar, onun ağır ağır yemek

yemesini iz lemekten, çorbamızı içmeyi

unutmuştuk. Neden bilmiyorum ama o yemekten

sonra içimde hiçbir korku kalmamıştı Servan

amcaya dair…

Beldeye giden ana yol köyün hemen altında

bulunduğundan, yabancı insanlara alışkındık.

Misafirler için o günlerde her zaman yer

bulunurdu. Üç gün süren sonbahar yağmurunda

onu dayımların evi misafir etmişti. Bütün köy

yağmurla güneşin hikâyesini, gaz lambalarının

altında üç gün boyunca dinledi…

“ İnsanların, hayvanların ve meleklerin anılmadığı

zamanlarda güneş hükmedermiş her şeye. Var

olanların cümlesi ona itaat edermiş. Dünyaysa

onun egemenliğinde olan bir çölmüş. Ama başka

gezegenlere su taşıyan bir yıldız dünyaya çarpmış.

Çarpınca bütün su damlaları dünyaya savruldu.

Bu durum tabi ki güneşin hoşuna gitmemişti.

Ardından güneş, yeryüzüne dağılmış su

damlalarını yok etmek ve tekrar her şeyi eski

haline döndürmek için başlamış dünyayı yakmaya.

Fakat bir türü başaramıyormuş dünyadaki suyu

yok etmeyi. Ne zaman onları yok etmek istese

sular yükseliyor, damla olarak tekrar dünyaya

düşüyormuş. Çünkü suyla tanışan dünya

damlaları seviyor, gitmelerine izin vermiyormuş…

Dünyanın da sevdiği bu su damlaları ne zaman

yeryüzüne düşse hemen eşlerini ve arkadaşlarını

bulup onlarla birleşiyor, güneşin kendilerini yok

etme isteğinden habersiz bir şekilde yaşamaya

devam ediyormuş. Dünyadaki damlaları yok

edemeyeceğini anlayan güneş de, suyu

parçalamak istemiş. Dünyanın derinliklerindeki

ateşi ve emrindeki rüzgârı kullanarak başlamış

önce… Dağları yükselten güneş, suların

birlikteliğini bozmuş, emrindeki rüzgârla da

kendisine amade çölleri ortaya çıkarmıştı. Ta ki

bütün suların birleşemeyeceğini düşündüğü

zamana kadar…

Sık sık onları ısıtarak yükseltir ve uzak yerlere

bırakırmış güneş. Yeryüzüne inen damlalar hemen

eşlerini, arkadaşlarını arayıp birleşirmiş. Bu

durum binlerce yıl boyunca böyle devam etmiş, ta

ki damlalardan biri kaybolana kadar…

Kaybolan bu damla, Sevi isimli küçük bir damlanın

eşiymiş. Sevi, yine bir yağmur sonu yeryüzüne

düştüğünde eşini aramış, ama etrafında yokmuş.

Başka damlaların yanına gitmiş, sormuş ama hiç

kimse bu damlayı görmemiş. Nehirlere katılıp

dağları geçip, bütün dünyayı gezmesine rağmen

onu, hiçbir yerde bulamamış. Koca dünya da yalnız

kalan bir tek oymuş.

Güneş bir gün onu tekrar yükselttiğinde bir taşın

üzerine düşmüş. Düştüğü taşın hemen yanında

küçük bir su birikintisi görmüş. Kendini küçük su

birikintisinin içine bırakmaya hazırlanırken suyun

üzerinde bir şey fark etmiş. Kocaman pürüzsüz bir

su damlası adeta dans ediyormuş suyun üstünde.

kayıp damlalarismail denizhan

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(44)

Page 45: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Başını havaya kaldırdığında, bunun suyun üzerine

yansıması vuran ay olduğunu görür görmez aya

çarpılmış. Ay'ın, kaybettiği eşinin de içinde olduğu

kocaman bir damla olduğunu düşünmüş. Tüm

gücüyle ona ulaşmaya çalışmış ama yapamamış.

Hemen arkadaşların yanına gidip durumu onlara

anlatıp ayı göstermiş onlara. Ay'ı gören her su

damlası tutulmuş onun parıltılı çehresine. Bütün

su damlaları can atıyormuş, ona dokunmak için…

Aya ulaşmanın yolunu düşünmeye başlamışlar.

Sevi: “güneş” demiş; “Güneş onu bizden

koparıyor. Güneş ne zaman gelse o kayboluyor.”

Sevi'ye hak veren bir avuç damla Ay'ı

kendilerinden kopartan güneşi yok etmek için ant

içmişler…

Bu bir avuç damla ne zaman yağmur olup yere

düşse hemen etrafındaki damlalara durumu

anlatmaya başlamış, “Güneşin suları ayırdığını,

parçaladığını ve yok etmek istediğini” Bazıları

gülmüş bu asi su damlalarına, “Biz ne yapabiliriz ki

koca güneşe karşı” diye. Birçoğu da korkmuş

güneşi yok etme yeminini duyunca: “Onu

kızdırırsak hepimizi yakar” demiş ve kaçmışlar.

Ama Ay'ı hangi su damlasına göstermişlerse hepsi

hayran kalmış bu eşsiz güzelliğe…

Derken güneş, bu bir avuç asinin planlarından

haberdar olmuş. Bu asi damlaları büyük bir çölün

içine hapsetmiş. Asileri tanıyan diğer damlalar,

onları aramaya koyulmuş ve bu yolculukta

arkadaşlarının anlattıklarını düşünmüşler. Gece

karanlığı her çöktüğünde Ay'a bakıp onların orada

olduğunu düşünmüşler. Ay'a her baktıklarında da

daha fazla seviyorlarmış onu…

Sürekli Ay'ı izlemek isteyen damlalara güneş izin

vermiyor, geldiği gibi suları dağıtıyormuş çok

uzaklara. Bir avuç damlanın Ay'a olan aşkı önce

nehirleri, sonra denizleri ve okyanusları kuşatmış.

Güneş iyice öfkelenmeye başlamış. Emrindeki

rüzgârla Ay'a âşık olan kim varsa çöllerin içine

gömmeye kalkmış. Çöllere sürgün edilen damlalar

birbirlerini bulmaya başlamışlar. Sürgün edilen bu

damlalar Sevi'nin liderliğinde çölün içerisinde

birleşmişler. Dışarı çıkarlarsa ne yapacaklarını

düşünmüşler. Yüzyıllarca içerde konuşmuşlar.

Sayıları yılar geçtikçe sürekli artmış içerde. Ama

bir türlü hapsedildikleri topraktan dışarı

çıkamıyorlarmış. Ta ki bir gün çölde annesiyle

yalnız kalan bir bebek topuğunu toprağa vurana

kadar…

Toprakta bir gedik açılmış ve bu su damlaları koca

bir çağlayan olarak dışarı fışkırmışlar. Güneşin en

büyük hâkimiyetinden biri olan çölü böylece sular

ele geçirmiş. Fakat o günden sonra bir avuç asi

damlayı bir daha hiç kimse görmemiş.

Asi damlalarına ulaşabilmek için yeryüzünün tüm

suları güneşle savaşmaya başlamış. Güneş tüm

gücüyle yeryüzünü ısıtıyor onları havalandırıyor

yere çarpıyormuş. Sularsa havadayken şimşekler

çakıp, dünyadaki dağları yıkmaya çalışıyor, Sel

olup kendilerine çekilmiş setleri devirmek için

hücum ediyormuş. Ve sonunda Ayı dünyaya

çekmeyi başarmışlar. Ay onlara yaklaşınca dev

okyanuslar hep beraber kendilerini ona

itiyorlarmış. Yeryüzünün bütün damlaları bir gün

aya dokunacaklarına inanmış ve yemin etmiş. İşte

bu güne kadar bu savaş böyle devam etmiş. Ama

hala o bir avuç su damlasından haber alınmamış.”

Her yağmur yağdığında Servan amcanın bu

hikâyesi gelirdi aklıma. Otuz küsur yıldır Servan

amcayı ve kayıp yağmur damlalarını düşündüm.

Servan amca o damlaları bulmak için düşmüştü

yola. Ona, bunun sadece bir masal olduğunu

söylediklerinde. “En başta dedim ya Herkesin

uğruna yürüdüğü, yaşadığı, savaştığı ve öldüğü bir

hikâye vardır” demişti.

Bugün haberleri izlediğimde öylece kalakaldım.

Televizyondaki kadın “Ay'da su bulundu” diye

seviniyordu. Servan amcaysa ölmüştü, bunu

bilmiyordu…

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(45)

Page 46: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

yeni şafak gazetesi'nin internet sitesindeki bir

karikatür muhafazakar bir ailenin din algısını

konu ediniyor. yeni doğan çocukları için ne kadar

akîka kurban edeceklerinde tereddüt eden genç

evliler soluğu imamın yanında alıyor. hocanın

odasından ayrılan müsteftî gencimiz hocanın

zahiri ilmine bir "maşeallah" çekiyor. ne güzel,

bilmediğini bir bilene soruyor! karikatürün ikinci

faslında aynı romantik çiftimiz çayları eşliğinde

okudukları bir kitapta geçen hadis hakkında

konuşuyor. er kişi hadisin manasından biraz

kuşkulanıyor olmalı ki hadis'in “biraz garip gibi”

olduğunu söylüyor hatun kişiye. o da bir "hımm"

çekerek yakışıklı prensini tasdik ediyor. soluğu

yine hocaefendi'nin yanında alıyorlar tabi.

(çaylar muhtemelen soğuyor bu arada) hocamız

ise cevaben hadisin zayıf olduğunu ve dolayısıyla

hadise temkinli yaklaşmaları gerektiğini salık

veriyor. (salık olmadı ama neyse. gereksinim'den

iyidir. ) hoca ikinci kez "maşeallah"a gark oluyor.

varan 3'te ise romantik çiftimiz hayallerindeki

evin ilanını görüyorlar. kredi için hoop tekrar

hocanın yanındalar. “olmaz” diyor hocamız, “bu

faizdir, geri durasız!” çiftimiz ise hocaya

güvenmediklerini ve bu soruyu bir başkasına

daha sormaları gerektiğini söylüyorlar.

aslında karikatürün yaratıcı bir mesaj verdiği

filan yok. pragmatist mütedeyyin müslümana

giydiriyor sadece. herkesin bildiği sıradan şeyler

yani. hiç anlamam ama çizimler filan da hak

getire hani. hoca hocaya benzemiyor bir defa.

menopoza girmiş hemşire sanırsın. kaldı ki

hocaya gitmek diye bir şey mi kaldı kardeşim,

googlemak diye fiil bile türemişken. olmadı

ararsın; sorarsın. olmadı, mail atarsın. (ama chat

yapma) ayrıca hocaya soru sorarken kilisevari

masalara karşılıklı oturmak da ne oluyor? cık

beğenmedim arkadaş! neyse konu bu değil.

konu, faiz müessesesini dolaylı yoldan eleştiren

bu karikatürün faiz müessesesinin reklamlarına

yer veren bir gazetede yayınlanması da değil.

hakeza hocayı tebrik sadedinde maşallah çeken

figüranların bu duygularını “maşeallah” diyerek

dile getirmeleri de değil. aslında konu bu

olabilirdi, zira sanatçımız burada bildiğin çam

devirmiştir. “neden?”i şu ki "maşeallah" diye bir

fiil-fail cümlesi yok. yani 'mâşe' diye bir fiil yok.

en azından dağarcık'ta yok. lisânu'l-arap'ta var

mı dersin? Bilmem bir bakıver sen.

neyse buraya da takılmayalım şimdi. zira bu furûi

bir mesele bir yerde. asıl mesele şu: bu üç

seanslık karikatürün hadisle alakalı olan ikinci

bölümünde hadis'in anlamından şüphelenen

hazret, hadis'in sübütünun sıhhatine dair olan

endişelerini izhar ederken hadisin “biraz garip”

olabileceğini söylüyor. belli ki karikatüristin

hadis literatürüne dair behresi yok! çünkü bir

defa “garip hadis” zayıf hadis demek değildir.

sonra 'biraz garip' ne demektir yahu! internetten

okuduğun bir habere yorum mu yapıyorsun. ne

demek 'biraz garip'. garip olan kendinsin de

haberin yok artiz!neyse uzatmayalım hadi. ve

"gul garîbun mâ revâ râvin fekat” diyelim,

geçelim. öte yandan bir hadisin sözlük anlamını

garip bularak sıhhatinden şüphe izhar etmek ise

modernist bir kafanın ürünüdür. sanatçı

kardeşimin yerinde olsam bunun yerine genç

çifleri el ele tutuştururdum! sahi diyorum bak,

öyle yapardım. hem tanımadığım yolda yürümek

zorunda kalmaz hem de zorlama bir genç

muhafazakar tipleme ortaya koymazdım.

zülfü yâre dokundur

cengiz zorbey

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(46)

Page 47: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

tamam, hazret, “ben garip'i terim anlamıyla

değil, sözlük anlamıyla kullandıydım” diyebilir.

hayır diyemez! ayrıca ne var bunda kardeşim,

sanatçı adamın hadis usulü bilmesi mi gerekir?”

de deme! saçmalama yani! tabi ki bilmesi lazım!

konu da bu ya zaten. şimdi asıl söyleyeceğimiz

şeye gelelim ve evvela eserden müessire

çevirelim kadrajı: sanatçıya. şunu teslim

etmeliyiz ki dini kaygıları olan bir kimsenin güzel

sanatlarla iştigal etmesi ne de güzeldir. kaldı ki

mütedeyyin, muhafazakar insanların bu ilgisi

günden güne artmakta. bunu takdir ediyoruz.

iktisadın önündeki istanbul duvarı kalktı nasıl

olsa. sanat ve kültürün önündeki ankara duvarı

da yıkılıyor yavaş yavaş. kemalist kardeşler halay

da biraz yer açacaksınız nâçâr. muhafazakar

insanların sanata gebelik dönemindeyiz zahir.

günahsız bir gebelik dönemi bu. (işte bak

ayşa'bla, iyi'ye iyi diyoruz, güzel'e de güzel iyi

mi!) "neden mütedeyyin insanlar kültür-sanatta

nal topluyorlar"mış. ulan nedeni mi var, adamı

kasabasına, şehrine hapsettin bu güne değin.

sonra kalkmış bize maval okuyorsun. hele dur.

dahası var. sinemada, sanatta, belki biraz

felsefede kıpırdanmalar başladı. yok yok

felsefede başlamadı, şaka. mimaride de öyle.

kubbeyi diyorum bilge mimar, yerden alacağız

almasına da ah şu toki aklı olmasa. (bu hızla

gidersek yeni bir fiil armağan edeceğiz arkadan

gelenlere: tokilemek: “insan kokmayan şehir

inşa etmek” v.s. manasına. beğenmediysen sen

uydur bir tane. ama uydur.)

bu madalyonun bir yüzü. diğer yüzüne gelince.

muhafazakar dünyadaki bu 'ayaklanma' çarpık

bir beden ortaya çıkartacak gibi. muhafazakar bir

entelektüeli dinden ayrı düşünebilmen mümkün

müdür sen söyle. hayır değildir. ameli

boyutundan olmasa da teorik boyuttsn ayrı

düşünemezsin. ve tabi ki medeniyetten de.

(bedri bey kızmasınlar efendim, dinin yerine inşa

ediyor değiliz medeniyeti!) medeniyet dediğin

zaman ise bir ilim anlayışından ve bu ilmin

hikmetle beraber ete kemiğe bürünmesinden

(gelenek) bahsetmek durumundayız. (bir de

gelenekselcilik vardı değil mi. yahu neden hala

kimse muhkem bir reddiye yazmaz ha bu

gelenekselciliğe anlamış değilim. muhkem bir

reddiye dedik, mugalata değil. du bakalım.) şu

halde bir kimse ağzını yaya yaya medeniyet veya

muadili kelime-kavramları kullanıyorsa bu

medeniyetin kodlarına, medeniyeti medeniyet

yapan tecrübelere bî-gâne kalmamalıdır.

kalamaz. bu şu demektir: kendini muhafazakar

bir aidiyyet üzerinden tanımlıyorsan hatta bırak

muhafazakarı bu coğrafyada entelektüel

vadiden hissedar olduğunu söylüyorsan şayet

mesleğin ne olursa olsun (velev ki karikatürist ol)

bir kavramlar silsilesinden haberdar olmak

durumundasın. hayır durumunda değil,

zorundasın. aristo'dan bu yana ilimleri tasnif

etme adeti var bilirsin. bunu yaparken ilimlerin

kronolojik listesini vermek değil adamın derdi.

her ne kadar bu bir tasnif olsa da bir yönüyle

tertip de var yani. İşte bak mar'aşî ne diyor:

tertîbu'-ulûm. (demek ki sadece şair çıkmıyor

maraş'tan) ilimlerin de bir tertibi vardır ve bir

hiyerarşisi kısacası kardeş. (“sümme” diyorum

“yüfîdu't-tertîb” ) daha açık söyleyeyim dur.

şimdi sen medeniyet havariliği yapacaksın ya,

kudemâdan ve kadim eser ler imizden

bahsedeceksin ya hani. yapma diyorum işte.

önce otur tilmiz ol, pantolonun ütüsünü boz hele

bir. yahu bu ne iştir arkadaşım, adamın oğlu üç

t a n e m ü t e ke l l i m i n i s m i n i y a n l ı ş s ı z

söyleyemezken, üç tane kelam kitabını say desen

kafayı kuma gömecekken ehl-i sünnet müdafii

vasfıyla şia'ya giydiriyor. bırak şia'yı ve

argümanlarını tanımayı doğru düzgün maturidî-

eşarî bir kelam kitabı bile okumadan senin

neyine ehl-i sünnet'i müdafaa ve senin neyine

şia'ya reddiye! ne kelamı akide bile okumadan

akide. zemelkâni kalkıp tokatlasa seni haksız mı

şimdi yani.

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(47)

Page 48: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

tabi bu bireysel çıkışların yeşerten ortamlar var

ki asıl onlardan bahsetmek lazım. son

zamanlarda edebiyat merkezli üsler oluştu.

haydi hoşlandığın tarzla söyleyelim: mahfiller.

sosyal medyada aforizma kulesinden vecizeler

yumurtlayarak aklı sıra takipçilerinin aklını alan

kerameti kendinden menkul üç-beş müteşairin

başını çektiği bu tür gruplara dahil olan

muhafazakar gençler bir süre sonra havari

moduna girmeye başlamadalar. ne yapıyor peki

bu hizipler ve bu hiziplerin yancıları kızlar,

oğlanlar. sanat adına, felsefe adına, usul adına,

furû adına ne yapıyorlar bu medeniyet

muştucuları. herif eline almış gazali'nin bilmem

hangi tercüme eserini etrafındaki sözde

üdebâya ahkam kesiyor. yahu gazali kalksa

yüzüne tükürecek şaşkın herif! evvela sen hele

bir anlamaya çalış bakalım bu adam ne diyor

diye. ne usul bilirsin, ne hadis bilirsin, ne fıkıh

bilirsin, ne kelam bilirsin ne mantık bilirsin ne

münazara, ne de felsefe! bu ne cürettir, bu ne

had bilmezliktir. namazda imameti sahih

olmayacak herifler önder olmuşlar iyi mi. biraz

gündemi takip ederek ve biraz da artistlik laflar

twitleyerek kalkmış üç beş tane masum dimağ

üzerinden kendini pazarlamak mı oldu riyaset.

bekri mustafa, ruhuna rahmet! bir başkası ise

sarılmış yedi güzel adama adeta puttan helva

yapmada. fetişizm siyasette mi var sanıyordun

sadece. sana ustad olma demiyorum, üstad yine

ol. ama evvela oku, anla, fehmet.. özetle; bakışı,

anlayışı, kavrayışı estetize etmek bir yana

körelten bu tür hizipler kanaatimce muhafazakar

genç kuşağın önündeki en büyük engeldir. nefse

bir parça hoşluk veren bu tür ortamlar sâlikinin

heybes ine h ikmet yer ine at göz lüğü

k o y m a k t a d ı r l a r. s ı ğ l ı k v e c e h a l e t

pompalamaktadırlar. hey güzelim, sana

diyorum, zihnin iğdiş ediliyor farkında değilsin!

tabi enseyi de karartmanın bir anlamı yok. iyi

şiirler de çıkmıyor değil, tıpkı iyi şairler gibi.

çıkıyor çıkmasına ama bir molla kasım gelip de

karşılıksız bir iyilik yapmasa değil mi! bak gitti

tüm elindeki putların. mahfil düşmanı değiliz

kardeşim. nigar hanım'a hürmet eder, İbnu'l-

emin'in elini öperim. tamam sustum. kameraya

bakıyor ve mutlu oluyoruz. ne de olsa at

pazarında yakışıklı kızlarımız ve güzel

erkeklerimiz müdakkik nazarlarla ilim tahsil

etmedeler. haklıydın sen sevgilim, bir başkadır

şam'da aşk..

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(48)

Page 49: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Soğuk bir Akşehir gecesi. Hava kararmış.

Vatandaş evinde diz i nöbeti tutuyor.

İstanbul'dan yeni gelmişim. Benimki ufak bir

kaçamak. Başı var sonu yok. Rutin bir yalnızlık

heyulası içimde büyüyor. Standart yalnızlıkları

bilirsiniz. Düz bir çizgi gibidir. Ben de aynı

durumdayım.

Hikaye yazmak geçiyor aklımdan. Şöyle dünyayı

sallayacak bir senaryosu olsun. Yer yerinden

oynasın falan. “Kendine gel Selo” diyorum, boş

hayaller kumkuması olmak sana yakışmıyor.

Kanallar arasında zap yapma fikri fena değil.

Kumandayı alıyor ve dünyayla tüm bağlarımı

koparmak istiyorum. Aslına bakarsanız

televizyon müptelası bir insan değilimdir. Ayda

yılda bir Kurtlar Vadisi denk gelirse izlerim. Ha bi

de Avrupa Kupası maçlarının maksimum otuz

dakikası. Hepsi bu kadar.

Haber bültenlerinden odaya sızan karamsar

havayı bir anons darmadağın ediyor. Duruyor ve

dikkat kesiliyorum. “Yasemin” diyor sunucu.

Yasemin mi? Evet Yasemin… Hayatımda bir

Yasemin tanıdım. O vakit ilkokulda öğrenciydim.

Doksanların başı olsa gerek. Aynı sırada

otururduk. Uzun ve ipek gibi saçları vardı. Nasıl

başarırdım bilmem, derslerde sessizce saç

tellerine dokunurdum. Hissetmezdi ya da bana

numara çekerdi.

Biliyorum şu an Yasemin'in akıbetini merak

ediyorsunuz. Nerededir ne yapar gerçekten

hiçbir bilgim yok. Lisede kendisiyle bir kez daha

aynı sınıfa düşmüştük. Okulun kuytu bir

köşesinde, öğle arası erkek arkadaşlarımdan

b i r i y l e s e v i ş i r ke n g ö rd ü m o n u . Pe k

önemsemedim tabi. İlkokulda saç tellerine

dokunmak haricinde hiçbir duygusal bağımız

olmadı çünkü. Aslında bu vakayı duygu

kategorisine sokmak belki de aşka hakarettir.

Aşka hakaret edilmez değil mi? Bana sorarsanız

aşk hakareti değil ihaneti hakediyor. Bir

dostumun dediği gibi, sonuçta her aşk

tamamlanmış aşktır.

Ha ne diyordum? Yasemin evet… Sunucu

Yasemin dedi. Sonra Tunus dedi, sonra

Muhammed Bouazizi dedi, devrim dedi, isyan

dedi, ateş dedi.

Zeynel Abidin Bin Ali denen kırk yıllık diktatör

İzmir marşı eşliğinde Suudi Arabistan'a kaçarken

arkasından öylece bakıyordum. Bir tufan

geliyordu. Hissediyordum. Hiç kimsenin

beklemediği bir anda ilahi bir el barajın

kapaklarını var gücüyle açmıştı. Artık geriye

dönüş yoktu. Hissediyordum ve o ilahi ele

tutunmak istedim bir an. Zaman durdu. Tunus'ta

Yasemin çiçekleri açıyordu. Gülümsüyordum.

Aklıma Kudüs geliyordu, Gazze geliyordu, ne

yalan söyleyeyim bir de Golan geliyordu. Aradan

birkaç ay geçmişti ki, Mısır'da yeni çiçekler açtı.

Sonra Bingazi tüm devrimci duygularıyla beni

selamladı. O ele tutunmuştum, kalp atışlarım

hızlanıyordu. Çıkardığım derginin kapağına

“Unutma, Allah'ın da bir planı var” yazma

bahtiyarlığına erişirken dilime Suriye dolandı.

Ufak bir kâğıda “Bekle bizi Golan beklemediğin

her yerde” yazdım ve uçak yapıp uzay boşluğuna

fırlattım.

Bu cep hikâyesini 4 yıl sonra yine bir Akşehir

yolunda yazıyorum. Tarih 3 Ekim 2014. Golan'da

muhalifler neredeyse tamamen hâkimiyet

kurmuş. Peki, ben bunu niye yazdım? Maksat

yeşillik olsun. Koyu yeşil.

yaseminselman emre

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(49)

Page 50: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Ne de güzelsin.

İsmin çocuk olmalı…

Ellerinde bir incirkuşu

Kanadı onarılmalı.

Sevinçle koşuyorsun.

Bakışıyorlar ardından-

Sokağın seyrek kanatlıları.

Zülfün ne de güzel

Serpiliyor ardından

Yıldızlar dağılıyor

Gece onarılıyor olmalı.

Sabah'ın ilk toprak kokusu

Süratle gelen o su,

Yağmur seni bulmuş olmalı.

idris selici

sabahın ilk çocuğu

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(50)

sıkma canını takma kafana

ay yükseliyor borsa düşüşte

altın fırladı bozmasaydık keşke

koltuğunun altında rübab-ı şikeste

o kadar şanslı ki piç her attığı düşeş be

sigara sekiz lira, zıbanadan çıktı artık

kestane yine ateşte, yarık

buralardan geçti mi biri, arık

kavruk, kıvrak ve kıvırcık

tepesinde, belki, yeşil bir sarık

sapanlaşan ayrımın sağında

kemikleşen et

gibi durmakta

sağlamlamakta ama hasta

zarlar dönmekte

düşeş be, her attığı piç o kadar şanslı ki

rübab-ı şikeste altın da, koltuğu

keşke bozmasaydık fırladı, altın

düşüşte borsa yükseliyor, ay

takma canını sıkma kafana

bozukluk

muhammet efe

Page 51: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(51)

muhammed ali üzen

Page 52: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

Bugün key i fs i z günümdey im ça l ı şmak istemiyorum. Masamda bir yığın iş var onlar bana, ben onlara bakıyorum. Elim kolum kırılmış gibi, eve gidip dinlenmek istiyorum. İzin almayı düşünüyorum fakat şimdiye kadar izin kullanmadım. Şefim aksi bir kadın, kolayına izin vermez. Bu yüzden cesaretim kırılıyor. Başım önümde çalışır gibi yapıyorum. Ama yok, çalışamıyorum içimde garip bir huzursuzluk var çıkıp gitmek istiyorum. Bütün cesaretimi toplayıp izin almak için, Şahika hanımın odasına gidiyorum. Kapıyı çalıp giriyorum kahvesini yudumluyor. Bana bakıp sert bir şekilde ne istediğimi soruyor. Zor belâ birkaç kelimeyle izin istiyorum. Önce uzun uzun bakıyor yüzüme sonra “tamam izinlisin” diyor.

Odadan çıktığımda, kalbim duracakmış gibi çarpıyor izin istemek ne zormuş. Derince soluklanıyorum Şahika Hanım vazgeçmeden çıkmalıyım. Hemen masamı topluyorum çantamı aldığım gibi çıkıyorum.

—Oh dünya varmış, temiz hava iyi geldi.

Otobüs durağına gidebilmek için üst caddeye çıkmalıyım. En kestirme yolu seçiyorum iki apartman arasından açılmış dar sokaktan geçiyorum. Köşeyi döndüğümde karşı caddede durak görünüyor öğlen saatinde bile kalabalık. Karşıdan karşıya geçiyorum. Duraktayım, kalabalığın arasından otobüsün numarasını rahat görmek için, kaldırımda beklemeye başlıyorum. Ne zaman otobüs beklesem gelmez ama bakıyorum otobüs geliyor.

—Şanslı günümdeyim herhalde, kesinlikle şanslı günümdeyim. Yoksa Şahika Hanım hayatta izin vermezdi.

Baktım otobüs çok kalabalık değil, tıklım tıklım olmayınca bir otobüs boş bile geliyor büyük şehirde yaşayanlara. Oturacak bir yer bulurum ümidiyle hemen biniyorum i ler lemeye başlıyorum “boş bir yer var mı?” diye bakınıyorum.

—Orta kapının ilerisinde var. Biri oturmadan ulaşmalıyım.

Neyse ki benden önce biri yetişmedi. Otobüsün hareket etmesiyle koltuğa savruluyorum. Yanımdaki kadının omuzuna çarpıyorum. Özür dileyerek gülümsüyorum, kadın da, “olur böyle şeyler” deyip gülümsüyor. Etrafıma şöyle bir bakınıyorum ayakta birçok insan var ama içlerinden biri gözüme takılıyor. Karşımda ayakta duran kırmızı mantolu kadın, sarı saçları mantosunun omuzlarına dökülmüş. Gözlerim ona takılı kalıyor ama kadının haberi yok dışarıya bakıyor. Baktıkça kırmızı beni içine çekiyor.

Hayatımda hiç kırmızı bir şey kullanmadım. Oysa karşımda duran bu kadına, ona ait bir renkmiş gibi yakışmış. Gözlerim, kırmızıya dalıyor yok dalmıyor sanki rengin içinde eriyor. Sandıktan çıkan mektup gibi beni içine çekiyor, baktıkça rengin içinde kayboluyorum. Birden ilkokula yeni başladığım günlere gidiyorum.

Babam masanın başında oturmuş bana sesleniyor.

—Leylâ gel bakalım yanıma otur.

Benim için de yanına sandalye hazırlamış bekliyor. Gidiyorum, eliyle “otur” işareti yapıyor. Usulca oturup babamı seyrediyorum. Öğretmenim gibi dikdörtgen kartonlar kesiyor. Bana dönüp,

—Şimdi sana yeni fişler hazırlayacağım. Bunların üzerinde çalışacaksın anlaştık mı?

—Anlaştık baba.

—Çalıştıktan sonra beraber tekrar edeceğiz.

—Tamam.

—Güzel. Başlayalım o halde.

Babam dolma kalemini çıkarıyor mürekkep şişesinin kapağını açıyor. Dolma kalemine mürekkep dolduruyor sonra şişenin kapağını kapatıp itinayla kenara koyuyor.

Dikdörtgen kesilmiş küçük kartona yazmaya başlıyor. Onu dikkatle seyrediyorum. Kalemden çıkan renk beni şaşırtıyor. Öğretmenimi, bu

kırmızıgül tanrıverdi

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(52)

Page 53: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

renkte yazarken görmemiştim. Kırmızı mürekkep, babamın yazısıyla ne kadar güzel görünüyor. Aynı öğretmenim gibi çok güzel yazıyor. Hayranlıkla babamı seyrediyorum. Yazmayı bitirip bana dönüp gülümsüyor.

—Hadi oku bakalım.

—Çok güzel.

—Anlamadım ne güzel?

—Yazın çok güzel baba, kırmızıyla çok güzel gözüküyor.

Babam gülümsüyor.

—Şimdiden kaytardın bakıyorum.

—Tamam, okuyorum “Ali top at”, oldu mu?

—Oldu aferin, artık yeni f iş lerin oldu arkadaşlarınla beraber çalışırsınız.

—Kırmızı fişler çok güzel. Ben de senin güzel yazabilecek miyim?

—Tabi yazacaksın.

Dalıp gidiyorum o günlere, oysa hayatım boyunca babam gibi güzel yazamadım. Bir akşam beni yanına çağırıp, artık başka evde oturacağını ama hiçbir zaman beni bırakmayacağını söylediğinde, çocuk kalbimin duracak gibi olduğunu kimseye söylemedim.

Pencere önünde gizli gizli gelmesini beklediğimi de söylemedim. Giderken bana verdiği dolma kaleme hiç dokunamadım. İçinde kurumuş kırmızı mürekkebiyle bekleyen dolma kaleme…

Otobüsün fren yapmasıyla kendime geliyorum. Camdan dışarı baktığımda evime yakın durağı geçmişim. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyorum. Kırmızı mantolu kadının yanına geldiğimde,

—Oturmak isterseniz yer boşaldı.

Kadın yavaşça ilerleyip kalktığım yere oturuyor. Düğmeye basarak otobüsün durmasını bekliyorum durağa gelince kapı açılıyor fakat tam inecekken parmağıma bir şey batıyor. Aceleden

bakmıyorum indikten sonra bakıyorum ki birkaç damla kan parmağıma yayılmış. Çantamdan mendil çıkarıp siliyorum başka zaman olsa mikrop kapar mı? Diye umursardım ama bugün umursamıyorum. Gökyüzüne bakıp içime derin bir nefes çekiyorum fakat düşünceliyim. Hafifçe yağmur atıştırmaya başlıyor, bugün içimde kabaran bu sıkıntı işten kaçarcasına çıkışım, otobüste bu kadına rastlayışım, inerken parmağımın kanaması sanki uyarı gibi geliyor. Birden karar veriyorum eve gidince ilk işim yıllardır sakladığım dolma kalemi çıkarmak ve artık babamla ve kırmızı renkle olan dargınlığıma son vermek…

Yağmurun yağmasına aldırış etmeden eve doğru yürümeye devam ediyorum. Eve vardığımda çantamı ve paltomu kenara fırlatıp odama geçiyorum. İyice ıslanmış olmama rağmen üşütüp hasta olurum kaygısı taşımıyorum. Heyecanla kitaplığımın alt çekmecesinde yıllardır bakmadan sakladığım kutuyu çıkarıyorum. Kutu toz içinde güzelce silip açıyorum. Babamdan gelen mektuplara ve dolma kaleme bakıyorum.

Dolma kalemi elime aldığımda düşündüğüm tek şey babama mektup yazmak. Ondan hatıra kalan bu kalemle, yine ona mektup yazmaya karar veriyorum. Hemen bir kâğıt çıkarıyorum üst çekmeceden, bir de kırmızı mürekkebim olsaydı ne güzel olurdu!

Fakat yok! Siyah mürekkebi doldurup mektubu yazmaya başlıyorum. Uzunca bir mektup oluyor yılların verdiği özlemi boşalttığım satırlar kalbimin hırçın sularını durultuyor.

Mektubu zarfa koyup hazırlandığım sırada uzun

uzun zil çalıyor. Çalıştığım için gündüz kimse

gelmezdi. Kapının deliğinden bakıyorum kimse

görünmüyor. Zil yine çalıyor otomatiğe basıp

kapıyı açıyorum. “Yanlışlıkla basılmış olmalı.”

Tam kapıyı kapatacakken merdivenden birinin

çıktığını görüyorum. Sırtını gördüğüm kişi tanıdık

biri mi? Merdivenler bitip yüzü bana dönünce

otomatik ışık sönüyor. Lambaya doğru el

sallıyorum nihayet yanıyor. Gelen kişiyle yüz yüze

geliyoruz. Yıpranmış bu yüz çok tanıdık. Gözleri

gülüyor…

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(53)

Page 54: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

YENİCAMİİ önünde güvercinler insanlarla iç içe…

Kimi kaygılı, kimi düşünceli, kimi yorgun

koşuşturuyor insanlar… Güvercinler pır pır uçup

konuyor kiminin ayak ucuna.

Telâşla yürüyen insanların umurunda değil

Yenicamii'nin güvercinleri. Çekilip bir köşeye

izliyorum, iskeleden böğürüp kalkan yolcu ve araba

vapurlarını, vızır vızır seğirtip koşuşturan insanları…

Bir gürültü, bir telâş ki sormayın. Piyangocular,

simitçiler, avaz avaz bağıran gezginci satıcılar!..

İlk bakışta, 'Bu ne curcuna?' diyecek oluyorsunuz,

ama diyemiyorsunuz. Yaşam kaygısının yoğunlaştığı

İstanbul'da insanlar, bu kıta kıt kavgayı yapmak

zorundalar yaşamak için!..

Bu manzaranın ardından, küçük bir olaya

odaklandım. Yirmi-yirmibeş yaşlarında sade biri,

güvercin yemi satan yaşlı kadının yanında durdu, bir

süre gelip geçenleri izledi. Sonra bir tas güvercin

yemi aldı, savurdu güvercinlere, 'Bu benim için' dedi

usulca… Bekledi, gelip geçenlerin yüzlerindeki

ifadeleri çözmek ister gibi.

Yaşlı kadına, ' Bir tas daha ver' dedi. Parasını ödedi,

aldı yem dolu tası, bekledi kuşların çoğalmasını. Bu

arada yanına yaklaştım, ' Merhaba' dedim, irkilir gibi

oldu, başını indirdi sessizce.

'Kuşları doyuruyorsun' dedim.

'Hıı öyle' dedi.

'Adak mı?'

Elmacık kemikleri kızardı, güldü bıyık altından.

'Ne bildin?'

'Attım tuttu galiba.'

Gözlerimin içine baktı. Kafasını sağa sola salladı. Zor

duyulur bir of çekti:

'Bildin valla!..' Birine söz verdim. Onun için kuşlara

yem atıyorum.'

'Nasıl yani?'

'Ya abi, ben Sivaslıyım. Geleli iki ay oldu İstanbul'a.

Tahtakale'de Milas Hanı'nda kalıyom.

Hemşerilerimin yanında. Yük çekiyom. Sivas'tan

gelirken birine…' dedi sustu. 'Allahaısmarladık'

dedim.

'Sevdalın mı?'

Yüzü aydınlandı. Gözleri doldu. 'He valla

sevdalandığım kız.'

Adını sordum.

'Demem, nene lâzım adı senin!' dedi.

'Peki söyleme, madem istemiyorsun.'

Sorgular gibi yüzüme baktı.

'Abi, sen İstanbul'da gazeteci misin yoksa?'

'Eh sayılırım.'

Başını şöyle göğe kaldırdı, iki elini vurdu birbirine.

'Vay anasına vay! Şu şansa bak' dedi.

'Haydi, neydi bu ikinci yem atışın? Söyle artık'

dedim.

Anlattı:

'Adım Murat benim, memleketim de Sivas… Ama

köyümü demem. Çıkmasın gazete de adı. Ayıp olur

sonra. Belkim küser duyarsa, dile düşürdün beni

diye. Yavukluma, İstanbul'da çalışmaya gidiyom

derken yüreğim cız etti valla… Onun da cızladı yüreği

biliyom. Ama geçim derdi, mecburi abi. Yavukluma;

İstanbul'dan bir isteğin var mı? Dedim. O da;

Televizyonda gördüğümüz İstanbul'daki kuşlu camii

var ya onun önündeki güvercinlere benim için bir tas

yem verin mi Murat? dedi. İçim bin parçaya bölündü

abi, bin parçaya valla!..'

Gözlerini kıstı. Haliç üstünde kanat çırpan martılara

baktı bir süre, gözleri dolu dolu olmuştu.

'Gençsin, delikanlısın. Bu kadar takma be Murat!'

dedim.

'Dert etmeyecem, kafamdan silecem diyom, ama

bir türlü silemiyom be abi…

Yük taşımadan da zor, bin kat zor bu iş…' dedi.

Döndü arkasını, yürüdü, uzaklaşıp kayboldu

İstanbul'un kalabalığında Sivaslı Murat…

bir eskimeyen istanbulbülent özdaman

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(54)

Page 55: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(55)

çünkü ben biraz üzgünüm

haftanın günleri gibi

iliklerimde salgılanıyor zaman

yok oluyorum kırılgan bir pamuk tarlası işçisi sokuşturuluyor gövdeme ütülmüş

çocukluğumdan başlayarak yoruluyor avuçlarım onlar ki daha bahar başlangıçlarında

serin yerlerde bile terleyen hinlikleriyle bazı tehlikeli kavrayışların mayhoş geceleriydi

sarkardı adalelerden azgın kiremitler saçaklarda kar küreyen dedelerin ha düştü ha

düşecek duruşları gibiydim o vakitlerde beni de yazın o anıları olanlar zümresine çok

kayboluyorum şimdilerde kayboldukça belki daha bir alırlar beni o kadrolara bana da

başlarlar başladıkları gibi fiilimsilere o gün her şey bitirilmiş olacaktı oysa açıldı sandık

ve çıktı ortaya bütün bilmeceler ne filler vardı ki babamlar onları kuyruğuyla hortumu

arasında sıkıştırarak arz ediyorlardı yerin merkezine öyle günler de geçti madeni

paralar gibi yatardık minarelerin gölgelerinde çayırlar sulanırdı gözyaşlarıyla değilse

bile başka şeylerle ama mutlaka çiçek adları zikredilerek zülkaraneyn denirdi

belirsizliklere ama beni de şimdi yazar mısınız bir belirginleşme olsun diye size

başvurulabilir mi bu mümkün mü hadi canım ordan bende

yıldızlar kaydı ve din oldu gelen

yıldızlar yerine yerleşti ve ahlak

yıldız kümeleri ve siyaset

politik kaygılar ve yıldızlar

geceye akışlar ve atıl köşelerde duran insanlar

çatısı çalıştığım kütüphanenin

bakınca gördüğüm ne varsa onlar

her şeyler

muhammet çelik

yanı başı olmayan

Page 56: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(56)

Yardımlaşma çalışmalarına seni iten ne oldu? Çok mu önemli bu çalışmalar senin için?

İnsanlığımızın tamamlanmaya ihtiyacı vardır. Çocukluk yani melaike kadar günahsız olduğumuz dönem ayrı insanlık dönemimiz ayrı diye düşünüyorum. İnsanlık dönemini insana en yaraşır şekilde atlatmak da, alçalıp insanlığın hakkını verememek de mümkün. İslam, insanlığımızı yaratılış amacımıza en uygun ve bizim de kalben hoşnut olacağımız şekilde taçlandırıyor. Herkes kendinden birçok eksik görür ve bunları kapatmaya gayret eder, tabi eğer eksik olduğuna yeterince kani ise. Ben de herkes gibi onlarca eksiğimi fark ettim ve onları kapatma yoluna gittim. Bu yolda insanlığımın eksikliğini en iyi tarif edip ona ona göre çözüm sunan şey İslam oldu. Ve Allah rızası adlı yaşam gailesine nasıl talip olurum derdi sardı, bizler dertli insanlarız, başkaları ağlarken gülemeyen, gülümsediğimiz fotoğrafların fonunda bile hep Neşet baba'nın “ah yalan dünya” şarkısı çalan insanlarız. İşte bunca dert bizi geçicilikten kalıcılığa götürüyor. Ben Allah'a giden binlerce yol olduğuna inandım ve birini seçtim; bize katılanlar da öyle. Kur'ân “salih amel işlemek ve iman…” konusuna yönelik mesajlarla dolu. İnşallah doğru yoldayızdır ve inşallah ilahi rıza eksenli bu çalışma sağlığımız elverdiğince devam

eder. Yardım edilenlerin yardıma, yardımlaşmaya ihtiyaçları var. Onlar bize değil biz onlara muhtacız. Şaşırmadan, şımarmadan, doğru yoldan sapmadan yardımlaşmayı nasip etsin Allah.

Vicdan hareketi nedir? Bildiğimiz kadarıyla sen tek başınıza hareket ediyordun, sonra bu faaliyet kurumlaştı mı?

Vicdan Hareketi bir ihtiyaç sahibi gördüğünde “Allah yardım etsin” demekle yetinmeyen, imkân dâhilindeyse hemen yardım etmeye çalışan, çünkü zaten Allah'ın yardım için kendisini o kimseyle karşılaştırdığına inanıp bu memuriyeti vazife edinen insanların hareketidir. Tek başladığım doğru ama şu anda onlarca gönüllü paslaşması ile yürütülüyor ve henüz kurumsal bir kimliğe sahip değiliz; fakat ilerleyen günler içinde inşallah bu çalışmaları da nihayete erdireceğiz. Yardımlaşma çalışmanız hangi alanlarda yoğunlaşıyor?

Hayat standartları normalin oldukça altında seyreden yani bildiğimiz yoksul, yetim, yaşlı, kimsesiz, engelli, mağdur, mazlum herkesi kapsıyor. Ve ihtiyaç duydukları şey her ne ise onu tedarik etmeye gayret gösteriyoruz. Mesela bebek bezi, beşik, bebek arabası, ilaç, erzak, gıda, giyim, soba ve muhtelif aynî yardımlar. İhtiyaç sahipleri ile yardım istenen kimseler arasında veren ve alan el değil de bir gönül bağı inşa ederek, ayrıca ev ziyaretlerinde sosyolojik tespite veya acımaya değil misafirliğe gelmiş tanışık eş dost ilişkisi kurulmasına özen gösteriyor ve buna teşvik ediyoruz.

Suriyeli mülteciler geldikten sonra zorunlu olarak bu çalışmalarında artış görüldü sanırım, mültecilerle dayanışma sürecinde neler yaşadın veya neler hissettin?

Evet, hayli belirgin bir artış görüldü. Bu süreçte birebir tespit edip şahit olduğumuz onlarca şey için hakikaten birkaç satırın kâfi gelmeyeceğini tahmin edersiniz. Ama hâlihazırda devam eden süreçteki şahitliklerimize belki ışık tutabilecek şeyleri bir iki cümle ile toparlayabilirim. Bu güne kadarki tüm

VİCDAN HAREKETİ üzerine

Gökçe Değirmen'le konuştuk...

Page 57: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(57)

bildiklerimiz kuru bir ezberden başka bir şey değilmiş. Sefalet sandıklarımızı, acı sandıklarımızı vs. bir bir sorguladık. Savaş dediğimiz şeyin insan maneviyatında yaptığı tahribatın fiziksel tahribattan çok daha derin olduğu gerçeğini idrak ettik. Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da fatura en çok kadınlara ve çocuklara çıktı. Biz de ağırlığı kadın ve çocuklar olmak üzere çok sayıda sığınmacı aile üzerinde yoğunlaştırıyor ve mağduriyeti süren tüm aileler gibi onlarda da periyodik iyilik takibini sürdürmeye çabalıyoruz.

Bayramda çocuklar için topladığın şeyler onlarda nasıl karşılık buluyor, bayramı hissedebiliyorlar mı?

Bu hemen hemen her çocukta farklı bir karşılık buluyor diyebiliriz. Ortak heyecansa hepsinde gözlerin parıldaması ama kiminde daha az kiminde daha çok. Çünkü her çocuk farklı bir öykünün kahramanı gibi. Kimi çocuklar bizim toplam hayatımızda tecrübe etmediğimiz bir acıyla birdenbire büyümüş ve neredeyse bir yetişkinden daha olgun bir hale gelmiş. Alınan bayramlık vs. gibi ihtiyaçlar ne kadar güzel olsa da, ne kadar sevindirse de, en arka fonda hep biraz burukluk hâkim. Bu burukluğu en aza indirmek için ise şöyle bir yol izliyoruz: Mesela çocukların anne babası ile gizli bir işbirliği içine giriyoruz. İstediğimiz kadar iyi niyetli olsak bile sonuçta biz dışarıdan gelen insanlarız. Oysa anneler ve babalar çocukların gerçek kahramanlarıdır ve dışarıdan gelen bu ablalar abiler anne babanın alamadığı şeyi alarak o kahramanların onurunu zedelemektedir. Biz bu inançla hareket ediyoruz. Çünkü çocuk kahramansız kalmamalıdır. Ve minnet duymamalıdır bir çocuk o dışarıdan gelene. Bir mıh izi gibi belleğinde çocuk onunla büyüyecek, bir zulümdür biraz da bu. Biz o yüzden bu tip yardımlarda yardım mukabili hediye çekini veya yardımın kendisini veliye gizli şekilde ulaştırıp, çocuklarının ihtiyacını kendi imkânıyla karşılıyor tablosu oluşturuyoruz. Bunun dışında ise yardımsever abla abilerin de çocuklara gerçek bir abla abininkine yakın diyaloglar kurmasını sağlıyor ve bu diyaloglar çerçevesinde ufak tefek hediyelerle çocukların gönlünün alınmasında bir beis görmüyoruz. Bütün derdimiz incitmeden yardım etmek, veren el alan el kompozisyonu oluşturmadan misafir gibi eş dost veya akraba gibi hal hatır soruşturaraktan… Tüm çocuklar bir yana, yetimler bir yana diye düşünüyorum. Onlarla iletişimde hareketlerimize birkaç misli daha fazla dikkat ediyor ve bazen gelen yardımlarda yetim ve engelli çocuklarımızı açıkçası biraz kayırıyoruz. Giyeceğin,

papucun vb. ihtiyacın daha bir güzelini, en güzelini onlar için ayırıyoruz. Ayrıca ailelerin ihtiyacı sorulurken, mümkün olduğunca çocukların yanında yamacında konuşmuyor, kapıda veya varsa başka odada konuşuyoruz ki çocuklar etkilenmesin. Ve aile eve buyur eder, çay ikram etmek isterse, her ne kadar zahmet vermemek taraftarı isek de, o da bize minnet duygusuyla ezilmesin diye “çok seviniriz” diyerek kabul ediyoruz. Böylelikle onları daha da sevindiriyoruz.

Yardımları nasıl topluyorsunuz, insanlar size destek oluyor mu? Gelen yardımlar yeterli mi?

Her zaman yardım için bir talep gelir, tabi biz kendimiz karşılamamışsak. Talep geldikten sonra biz de kaynağın güvenirliğine kani olmuşsak, söz konusu aileyi rahatsız etmeyecek şekilde ziyaret ediyoruz. Eğer uzak bir mesafede ise o civardaki eş dost, tanıdık vasıtasıyla bu görevi tamamlıyoruz. Sonra söz konusu durumu sosyal medyada duyuruyor ve bu ailemize yardım etmeye talip var mı diye çağrıda bulunuyoruz. Yani yardımlar sosyal medya vasıtasıyla toplanıyor. İnsanlar harikulade destek oluyor. Allah hepsinden tek tek razı olsun. Her ailenin ihtiyacı kadar, hatta bazen daha fazla yardım yetiştiriliyor imdada.

Sizin gibi bireysel veya küçük bir grupla yapılan çalışmalar, yoksulluğun giderilmesi için ne kadar yararlı? Veya yeterli mi? Tam olarak ne yapılması gerekiyor sizce?

Bunu inanın biz de bilmiyoruz. Zaten yoksulluğun büsbütün giderileceği bir dünya düşleyebilmek için çok büyüdüm ve yitirdim çokça umudu ardımdaki yollarda. Tam olarak yapılması gereken diye bir

Page 58: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(58)

düşüncemiz de yok ama belki herkese yetecek kadar rızıkla donatılmış bu dünyada o herkeslerden bazılarının kendi hakkıyla yetinip artık başkalarının hakkını gasp etmekten vazgeçmesi belki bir çözüm olabilir. Biraz daha kanaatkârlık, paylaşmak gibi mefhumlarda aramak gerekiyor sanırım çareyi. Öyle ki, kimseler kimselerin aslında kendisinden çaldığını çöplerde, semt pazarlarının akşam toplanma saatlerinde, yardım derneklerinde aramasın. Ama bunun için inşa edilmesi gereken bambaşka bir düzen ve kendini ıslah etmesi gereken bir topluluk gerekli belki de. Bireyin ıslahı veya ilk çocukluk yıllarından inşası olmadıkça da bunu toplum bazında bekleyemeyiz.

Devlet kurumları, belediye ve özel vakıflar bunca yardım çalışması yaparken ayrıca neden kendiniz bu işi üstlenme zorunluluğu hissettiniz?

Çok erken gençlik yıllarımdan bu yana sakini olduğum mahallemde, okulumda, meşgul olduğum işimde, gönüllüsü olduğum ya da başlattığım yardım kampanyaları oldu. İhtiyaç sahiplerine yönelik afetlerdeki yardımlar vs. Ayrıca kimi dernek ve vakıflara hep birtakım faaliyetlerinde gönüllü olmaya gayret gösterdim. Ya da yardım icap eden ailelerin yardımları için çeşitli kurum ve kuruluşlara başvurdum. Fakat bir yardımın resmiyet kazanması demek genelde ailenin o yardıma çok geç kavuşması demek oluyordu çoğu zaman, oysa durumlar hep acil oluyordu. Hastaya, yetime, yaşlıya ya da kimsesize prosedürlerden bahsetmek, inanın ona “ya evet acınız var ve oldukça büyük ama tonlarca prosedür sizin acınızdan daha büyük bir gerçek” demeyi başaramadım. Düşünsenize bir insan onurunu bir kenara koyup bir takım masalar arkasındaki takım elbiseli insanlar karşısında el pençe divan durmalar… Bir sürü sorgu sual akabinde beklenen telefonlar, yol gözlemeler, her gece başı yastığa bir umutla düşürmeler ve en sonunda da sanki fakirler için ön görülen en uygun gıdalar imzalı gibi hep aynı tip erzak kolileriyle gelen bir yardım. Kaderi olan bulgur, salça, makarna, mercimek.. Oysa o çocuklar o kolilerin içinde hep çikolata, sucuk, salam vb. çıkmasını bekliyor. Bu yüzden bizim erzak yardımımız koli veya poşetlerle değil gıda kartlarıyla oluyor. Böylece ailenin yerine karar vermemiş ve onun tercihine saygı göstermiş oluyoruz. Burada hiçbir derneğe ve vakıfa tek kelime dahi haksızlık etmek haddimiz değil, her emek saygıyı hak eder. Belki prosedür çarklarının çok oluşu ve yavaşlığı da olağan sayılabilir yer yer. Hele ki gönüllülük

hallerinde. Zira o gönüllülerin de hayat telaşeleri, maişet dertleri var. Haliyle kalan vakitlerinde bu işlere tasarruf etmeleriyle bu işleri döndürüyor olabilirler. Toparlarsak her şeye “Allah yardım etsin”, “devlet yok mu” veya “dernekelr, vakıflar görmüyor mu sanki” diyene kadar, mahalleli olarak, halk olarak birilerine topu atmadan taşın altına elimizi koymak bizimkisi.

Bu süreçte tanıştığınız ailelerle iletişiminiz devam ediyor mu? Bu bir çeşit dostluk ilişkisine dönüyor mu zamanla?

Evet, pek çoğuyla görüşüyoruz. Düğünlerine, cenazelerine, doğumlarına şahit oluyoruz. Acı tatlı çok anımız birikiyor. Hemen hemen bütün ailelerde numaramız mevcut; çaldırmaları veya mesaj bırakmaları halinde hemen dönüş yapıyoruz elimizden geldiğince. Az önce de bahsettiğim gibi veren el alan el ilişkisi değil dostluk ilişkisi kuruyoruz biz. İşin bu kısmı tam olarak bu işin bel kemiği.

Müslümanlar bu gibi konularda ne kadar duyarlı sence? Ne düşünüyorsun?

Tecrübelerimizin çoğunda biz bir sürü hassas, incelikli, yüce gönüllü insana denk geldik. İyi ki de geldik. Çünkü umut oldu her biri bize, ayrıca bu iş için cesaret verip yalnız olmadığımıza inandırdılar bizi. İhtiyaç sahiplerine de umut oldu her bir gönüllü. “Allah bizi unutmamış” denildi. Sahih bir müslümanın İslam'daki “paylaşmak” ile ilgili tüm metinlere hâkim olup hayatında onları icra etmesi, bu metinleri rafta bırakmayıp pratiğe dökmesi inanın Müslümanlığı netleştirecek, insanlığı yüceltecek bir davranıştır. Çünkü paylaşmanın verdiği mutluluk ve iç huzur hakikaten başka hiçbir şeyin verdiği mutluluğa benzemiyor.

Page 59: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

1.

üç yüz yıl mı

yetmez biliyorum

belki doksan yıl

belki yarın

yarın yetecek hepimize

topraktan fışkıracak cesetlerimiz

ete kasa bürünecek

daha yükselirken

ve gözlerimiz açılacak

our eyes

ve kapanmayacak inerken

ve sel sel hesap

belki huzur

belki yüzümüze bakılmadan

II.

keşke su olsaydı hesapsız

bakkaldan en ucuz aldığın suydu

bi çakmak ateşin hakkına

yakacak hakkına olan her şey

kuşun mu hakkına

tutmadığın dili

para amaç değil araçtır

yediğin naneye

kokusuna topraktan fışkıracak olan naneyi

tercih ettin

şimdi ip olacak gideceğin

boynuna ya

ya karşıya

geçtiğin boğazlar kadar da kolay olmayacak

belki yarın

belki huzur

belki yüzümüze bakılmadan

mehmet sami & hatice aydın

şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015

(59)

mühlet

Page 60: METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisi · METAFİZİK İNKÂRIN edebiyat ve düşünce dergisiRASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK

enes diriğ