metafİzİk İnkÂrin edebiyat ve düşünce dergisi · metafİzİk İnkÂrin edebiyat ve...
TRANSCRIPT
edebiyat ve düşünce dergisiMETAFİZİK İNKÂRIN
RASYONALTESİ
VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN
1 ŞİİRİ VEYA
NÂZIM'IN EKSİK ÇİVİSİ
mehmet doğan
KADAVRA METODOLOJİSİ
VE ŞİİRİN ÖLÜMÜ
dr. ali öztürk
BİR ŞAİR, BİR BİLGE, BİR
YÖNETMEN:
ROBERT BRESSON
bülent özdaman
SİNEMA ÖNCESİ SİNEMA
abdullah şahin
KOMÜNİST GELİYOR, KAÇIIIN!
serkan sevinç
BARAN ÇAÇAN:“Durup durup susan, sessizce
ölen insan
kesin daha güzeldir.”
(söyleşi)
HARF İNKILABININ
GÖTÜRDÜKLERİ -II-
burak bir
ŞİİR VE DEVLET –III-
(KARAC'OĞLAN)
cundullah fidan
EVSİZLER EVİ
M. Mansur Acuner
(söyleşi)
VİCDAN HAREKETİ
Gökçe Değirmen(söyleşi)
mehmet sami, hatice aydın, nihan gencer, mustafa kadir çelik,
gül tanrıverdi, zehra aktaş, cihat karaman, burak yıldız,
enes malikoğlu, turgay demir, uğur demirkıran, ayfer sümer,
gülhan tuba çelik, betül taştekin, zeki altın, tan doğan,
ismail denizhan, cengiz zorbey, selman emre, muhammet efe,
idris selici, enes diriğ, muhammet çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(2)
Sevgili Okurlar
Kim olduğunuza dair hiç bir fikrimiz yok ama yine de
özlüyoruz sizi. Sizden ne haber diye soracak olursanız yok
bişi. Nesnelere bakıp esniyoruz. Yürüyoruz sokakların
kimseye kalmadığı saatlerde. Kendimizi size tavsiye
etmiyoruz, kendimiz diye bir şey var mı o da belli değil
zaten. Tavsiye etmiyoruz, çünkü etrafa tehlike saçan
mutluluklar var cebimizde. Yoo, martılara simit falan da
atmıyoruz, kim dolduruyor sizi böyle? Bilye oynar mısınız?
Gelin gelin, “tabure yokuşlarında”, “palmiye altlarında”,
zulümlerden korunmuş fakat kendine zulmedenlerden
korunamamış sahillerde yürürüz hep beraber. Tuzu kurular
gibi konuşur, nanik yaparız uzak ülkelere.
Her ne kadar mevsim kış da olsa bizim kırılıp toz haline
geldiğimizi söyleyenler karın üstümüzü örteceği
konusunda haklı gözüküyorlar. Şimdi eğer biz taş tozuysak
hangi toprağa karılalım diye düşünmüyoruz. Rüzgârın
savurduğu yerlere gidip otağ kuracak da değiliz. Tek bir şey
sadece: Kar suyuyla beslenecek vakte kadar ayakta
kalabilmek. Her ne kadar aynalara çiçek atıyorsak da, bizi
karanlık pencerelerden uzanıp alanlar da biliyor ki,
vazgeçmeyiz gülümsemekten.
Umudumuz sizsiniz! İyi de kimsiniz siz? Merhaba. Dönüp
gitmeyin, yüzünüz çok güzel.
At gibi gözleriniz.
Çek bi salata.
-edebiyat ve düşünce-
aralık-ocak-şubat2014-2015
sayı:15
genel yayın yönetmeni:cihat karaman
yayın ekibi:mustafa kadir çelik
serkan sevinçali yaşkın
muhammet çelik
ön kapaktaki resim:dilay hut
iletişim:twitter.com/sehrengizdergi
facebook.com/sehrengiz.dergisisehrengizdergisi.wordpress.com
yazışma:[email protected]
0 (530) 775 63 780 (530) 641 78 84
istanbul
o katı duvara tosladım başım dönüyor habire
yoksuzum, ağaçları bildim, çimenleri, çiçekleri
kokusuna bayıldığın sümbülleri
çiftliğin kapısındaki o köpekleri gördüm
duvara renk veren boya bir horozun suskun sesi
bakınca anımsadım ortancaları yol boyu
çocukken ne uzun tutmuşlardı gözlerimi
ortancalardan bir kaç tuğla duvarın orta yerinde
senin de payın öyle azımsanamaz duvarda
her şeyden bir parça gözümün takıldığı
aldım serptim yere senli günlerde
ne kadar hasretliğin varsa içinde damıttım
seni bildim, söyledim de nedir yokluğun
o katı duvara tosladım başım dönüyor habire
tüm bu dışarılar senincundullah fidan
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(3)
şimdi şu ipten musallada
yatan afganlı
türkü söylese kalkıp
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
şimdi diyorum
şu denizden atlar çıksa
yeleleriyle
dizilseler şuraya
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
şimdi şu sarışın kız
hatta bütün sarışın kızlar
hatta bütün zeki sarışın kızlar
gelse dese ki
seviyoruz hepinizi
yine de
hiçbirimiz unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben ve gönlüm
ve ellerim ve gözlerim
ve Elif
ellerim bakıyorum Elif'in elleri
gözlerim bakıyorum Elif'in gözleri
sözlerim Elif'in sözleri
yine de hiçbirimiz
unutmayız Elif'i
hiçbirimiz
yani ben yani Elif
yani Elif'in elleri
yani gözleri
en Elif'siz şiirmehmet sami
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(4)
Şairler nala benzer; bir çivileri eksik
olduğunda tıngırdayabilirler. Bilinçdışı tarihin bir
mi-l-adı olarak Kuzey Kore Ağlama Festivali, bizi
şiirle hakikat arasındaki sarkaçta can çekişen
gerçeklere doğru bir yolculuğa sevk edebilir.
Kuzey Kore liderinin (Kim Yong-il) ölümü
(irrasyonel şok) dolayısıyla gördüğümüz şeyler,
(en azından sosyoloji ve felsefe ilmi için) modern
tarihin bütün buutlarıyla yargılanmasını bir
zorunluluk haline getirmiştir.
Aydınlanma zamanlarından beri Garb'ın
geri kalan dünyaya dayattığı zihnî paradigma,
insanın “yetersebep / yeterşart / güçbende”
olduğu temeline matuftu. Buna göre insan, kendi
ontolojisinin sebep ve mahiyetini bi le
epistemolojisinin zihin kaynaklı raflarından
öğrenebilirdi. Tanrıya ve Tanrı adına parsel kapmış
mahfillere savaş açacak cesareti olsa insanın,
daha doğrusu insan şöyle bir gücünün ve
yapabileceklerinin farkına varsa; iş tamamdı.
Bu zihnî paradigma, temelde insana
rasyonel-ampirik bir “logos”undan başka bir şeyi
olmadığını söylüyordu. Aslında insan da pekâlâ
bunun farkındaydı; fakat bunu dile getirecek
cesaret ve bu yetiyi harekete geçirecek sosyo-
politik-kültürel zeminden mahrumdu.
Rasyonalizm, aydınlanma, pozitivizm ve
son kertede bilimsel sosyalizm denilen zihniyet
kalıbı; maddenin, metaın; insanın her türlü
istihsal ameliyesi ve tüketimi için bir başat unsur
olarak kabul görmesinde muvaffak oldu. Aslında
bu mekanik devrimin en gelişmiş Garb
memleketlerinde olmasını salık veren sözü edilen
fikrin kuramcıları, hiç tahmin etmedikleri bir
hadise ile karşılaştılar: devrimin proleter çığlığı,
zavallı Rus steplerinden ve Çin'in gariban
köylerinden yankılandı. Modern felsefe ve
sosyoloji için ilk “dakka bir gol bir” hadisesi budur.
II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde,
Garb'ın patinaj içre felsefesi çok pragmatik ve
sözde iktisadi bir zemine taalluk ettiğine
inandırılan iki farklı kola ayrıldı; sosyalizm ve
kapitalizm. Pasifik ötesine geçen güç dengesiyle
Amerika kapitalist bloğun patronajını devralırken,
Rusya da (o zamanlar SSCB) sosyalist bloğun reisi
olarak tarih sahnesine çıktı (Doğu-Batı). Patronlar
kendi aralarında belli kaideler etrafında bir
hinterlant çerçevesi belirlediler ve buna göre
hemen her ülke bu bloklardan birinin çatısında
olmakla güvende olabilirdi.
Tü r k i ye , b i l i n e n ve b i l i n m eye n
sebeplerden mütevellit Amerikan kulübüne üye
oldu ve bu üyelik yine bilinen ve bilinmeyen
sebeplerle bugün de devam etmektedir. Fakat
bazı memleketler bu üyelik işini fazlaca ciddiye
aldıklarından kimisi iç savaşlara bile maruz
bırakılabildi. Kore, bunlardandı mesela. Patlayan
Kore iç savaşında patronlar kendi mezheplerine
ve meşreplerine yakın olanlara önce silah ve
malzeme yardımı sağladı, sonra bizzat savaşa
dâhil olarak ve diğer kulüp üyelerini de kavgaya
Metafizik İnkârın Rasyonalitesi ve Kuruyan Kimjongillerin
1 Şiiri veya
Nâzım'ın Eksik Çivisi
mehmet doğan
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(5)
sokmak suretiyle bu işin ne kadar mühim
olduğunu gösterme fırsatı bulmuş oldular.
II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde Ruslar
bizden boğazları alma tehdidinde bulununca
Türkiye de gemisini can havliyle NATO paktına
demirlemişti. Samimiyetimizi göstermek için de
1950'deki Kore Savaşı'na 4500 kişilik bir tugay
gönderivermiştik. Neticede 724 şehidimiz oldu,
2068 askerimiz yaralandı ve 234 askerimiz de esir
düştü.
Birinci cihan harbinden hemen sonra
yeniden şekillenen memleketimiz, ikinci cihan
harbine dek aynı politik kadroların egemenliğinde
kalmıştı. Politik kudret kendi elleriyle Garblaşma
faaliyetlerine girişmişti. Türkiye için tek yol
öngörülüyordu: Garb. Ancak Garb'ın yolu ikiye
çatallanmıştı ve Nazım gibi şairler başta olmak
üzere, memleketin birçok kalem kelâm erbabı bu
sapağın Rus tarafında durmayı tercih etmişti.
Bunda sosyalist evrenin İslâm'ın iktisadi
mefkûresine olan paralellikleri de tesirli olmuş
mudur, bilinmez. Fakat Arap coğrafyasında bu
yöndeki tesirlerin (Baas gibi) nelere kadir
olduğunu beraberce görme fırsatımız oldu.
20. Asrın hemen başında şekillenen bu
Garbî ayrılığın ve aykırılığın tam olarak
neresindeydik? Esasen meselenin bizi alakadar
eden bir tarafı yoktu. Dolayısıyla en rasyonel
biçimde şunu ileri sürmek olasıdır: memleket
entelektüelleri arasında vuku bulacak bu türden
bir fikri ayrılık, sadece politik ve iktisadi bir
yaklaşıma istinat etmelidir. Dolayısıyla nihai
kertede memleket için olmalıdır. Fakat hiç de böyle
olmadı. Tartışma ve çatışma giderek Türkiye'nin
kimin paryası payandası olduğu / olması lazım
geldiği / olacağı… noktasına gelip dayanmıştı.
Nâzım Hikmet ve arkadaşları (Kemal
Tahir'i de anmalı ama o bu kulvardan pek uzakta,
tartışmanın sakilliğinden pek münezzehti) 1938
yılında zindana kondular ve yıllarca orada
b ı rak ı ld ı lar. Naz ım' ın neredeyse şahs i
diyebileceğimiz kadar ileri giden nefretinin
muhatabı olan-olacak Adnan Menderes
başbakanlığı, bir genel afla Nazım'ı azad etti ve o
da Moskova'ya hicret! etti. Arkası yarını
biliyorsunuz…!
İşte Nazım Hikmet bu esir askerlerimizin
Kore'de tutuldukları kampı 1952'de ziyaret etmişti
ve "General Klark'ın piyade eri Veli oğlu Ahmet"
şiirinin hikâyesi budur. Nâzım, Kore cenneti için
kaleme aldığı şiirde şöyle diyordu:
general klarkın piyade eri Veli oğlu Ahmet (1)
"hani bahar sabahları vardır Ahmet çıkarsın evden
karşında bir müjde gibidir dünya
işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için her sabah
her akşam her gece memleket
söz hürriyetindi
toprağı bölüşmüştüler demiryolları
altın gümüş kömür ovada yağmur
dağda rüzgâr deniz bulut
güneş çocuk bahçeleri hastaneler okullar ve fabrikalar
milletindi bahtiyardılar
kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet"
İnsan gerçekten duygusallaşıyor. Yeni
epikçilere göre neo epik, duyguculara göre lirik,
senaristlere göre dramatik ve yazıldığı çağın
şartları düşünüldüğünde bu şiirin pastoral … bir
şiir olduğu ileri sürülebilir. Fakat bana kalırsa şiirin
belirgin tarafı gerçek ve sürreel bir “trajedi”
unsurunu havi olmasıdır. Çünkü böylesinde bir
idea evrenine kurşun sıkan “Ahmet” bile olsa,
affedilebilir değildir. Sonra “Ahmet”'in cehaleti,
bilinçsizliği, ne yaptığının farkında olmazlığı…
“trajik” unsurun paralel evrenleri gibi çoğalıp
gitmede.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(6)
Trajediye yeterince zaman verdiğinizde
ortaya çıkan komedi görülesidir. Bir şair, Kore
cenneti, babadan oğla devreden komünülke,
ölüm ve ağlama seansları…
Bu şiir yazılırken Nâzım'ın evrensel lideri
Stalin hâlâ yaşıyordu (bir yıl sonra ölecek). (2) Yani
“Gün Ortasında Karanlık” da yazılıyordu. Belki
Stalinizmin bir diğer kurgusal temsili olan 1984 de,
Orwell'ca yazılıyordu.
Nâzım'ın büyülü, “yalnız ve güzel”
kalemiyle sözünü ettiği Sovyet Cenneti ve
hinterlandı için acaba Koestler ne düşünüyordu?
Acaba Kravçenko neden oradan “kızıl cehennem”
diyerek kaçmıştı? Kim İl-sung, ölüm, Kim Jong-il,
ölüm, Kim Jong-un; iyi ki ölüm vardı…
Nükleer silahları bulunan ve halkının bir
kısmı açlık ve sefaletle boğuştuğu için BM gıda
programında olan Kuzey Kore'nin ölen diktatörü
Kim Jong-il ile bir tren seyahati gerçekleştirmiş
Rus diplomat Pulikovsky'nin dediğine göre; (3)
“Kim Jong-il'in sofrasında her gün mutlaka bir taze
ıstakoz bulunurmuş. En az 10 kadeh şarap içermiş
ve dijestiv olarak da Hennessy VSOP konyağı
tercih edermiş.”
Biz insanlar için altmış yıl bir ömür, çok
uzun bir vakit. Fakat şiirler için böyle diyemeyiz.
Bazı şiirler zaten ölüdürler, bazıları zamanla ölür;
bazıları ölümsüzdür, bazı şiirlerin de bir ömrü olur.
Bazı şiirlerin ise, ölü veya diri, lahitini veya yerini
daima bilmek lazımdır. Nâzım'ın bu şiiri
bunlardandır. Sebep?
Çünkü şiir bizim evimizdir. Bizler,
vatanımızı ve şiirimizi muhafaza etmek için
gâvurların kendi aralarındaki kavganın bir
cephesinde şairlerini ve bir cephesinde de
askerlerini savaştırmış olanlarız. Şairimizin ve
askerimizin içinde bulunduğu “gaflet!” ne
şairimizin köhnemiş dünya görüşlerinden birine
taraftar olması ne de askerimizin dünya
patronlarının emriyle cephelerde bulunmuş
olmasıdır; asıl felaket şairimizle ordumuzun -
milletimizin- her ne suretle olursa olsun karşı
karşıya gelmiş olmasıdır. Bizim şairimiz Kore
askerlerimiz için hemen hiç şiir yazmadı. Ama
Nâzım Kore için yazmıştı. Bu şiirin semeresi Kuzey
Kore, askerimizin kahramanlığının semeresi ise
Güney Kore oldu. İkisi de övünülecek bir şey değil,
fakat idea mumunun hayat güneşi altında eridiğini
ve Nâzım'ın eksik çivisini görmezden gelemeyiz.
..........................................................
(1) Şiirin imlâ ve noktalamalarına bendeniz müdahale ettim.
(2) Garb'ın 2 yolu da çıkışsız ve fakat onun Batı yakası en
azından insan fıtratına bir fırsat sunmuş ve hatta bu sebeple
mânevî! baharatları olduğu gerekçesiyle tenkit de edilmiştir.
Sek rasyonel olduğu ileri sürülen Doğu cephesi ise, bir
mistifikasyon koepsi. Dünyadan başka dünya yok diyorlar,
sonra da ölüyorlar. Ölüme ağlamak “ne garip çelişki anne”…
(3) Barlas, Sabah'taki köşesinde kaleme almıştı…
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(7)
Robert Bresson, Fransız yönetmen… Kendisine has bir üslûbu ve stili olan bu yönetmen; sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin, sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz. Bresson, sinema tarihçileri ve eleştirmenleri tarafından minimalist bir yönetmen olarak tanımlanır. Ama Bresson'un öyle ya da böyle bir sinema ya da sanat akımına dâhil olmak gibi bir derdi yoktur. Sadece kendi gözünden görüneni araya hiçbir bozucu faktör katmadan aktarmaya çalışır o kadar. Bu ve daha birçok farklı yönüyle Robert Bresson bugün Türkiye'de Nuri Bilge Ceylan dahil olmak üzere birçok yönetmene örnek olmuştur. Hatta bu yazı da konu edeceğimiz, Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar filminin müziğinin Kış Uykusu filminde kullanıldığını varsayarsak etkisinin ne denli derin olduğunu düşünebiliriz… Usta yönetmen sinema tarihinde çoğu başyapıt sayılacak on dört filme imza atmıştır. Mesela Andrey Tarkovski Bresson'un 'Bir Taşra Papazı'nın Güncesi' filmini sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak görür… Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. Enver Gülşen'e göre bu durum: 'Eksilterek çoğalan ve çoğaltan bir yönetmen' olarak tanımlanıyor. Kadrajına aldığı doğa ve insanı, bütün fazlalıklarından sıyırıp ruhsallığa erişen kapıları açar. Bresson'un kamerasının ucundaki hayat çok sadedir. Bütün filmlerinde rastlantılar, birbiriyle ilişkisiz gibi görünen birçok detay, ancak çok dikkatli bakan
gözlerde bir anlam ifade eder. Zira onun sinemasındaki hiçbir detay fazlalık olarak yer almaz. İnsanın kaderi ile rastlantı ve detayların ilişkisi, filmlerin sadeliği içinde kendisine bir yer açar. Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmendir Bresson. Bu yönüyle Türkiye sinemasında Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un da izdüşümü olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncu Bresson fimlerinde cansız bir model gibidir. Bresson oyuncularına kendi tabiriyle 'Model' der. İlk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunu, filmlerinde ruhsallığı yakalamak için yaptığını söyler. Oyuncular, duygusal atraksiyonları yüzünden bu ruhsallığa katılamıyorlar, diyor. Bresson'a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak d u y g u s a l l ı ğ ı n u z a ğ ı n d a v e ' ü s t ü n d e ' gerçekleşebilir. Duygusallık ona göre, ruhsallığın önüne set vuran bir engel gibidir. Enver Gülşen bu noktada şabloncu bir sinema mantığı kuran Hollywood sinemasını örnek gösterir. Bu konuyu biraz daha derinleştirecek olursak, Bresson filmlerini izlemeyi kolaylaştıracak hiçbir kandırma ya da fazlalığa bel bağlamaz. Duygusallığın, cinselliğin ve diğer tüm 'coşkulu' görünümlerin, ruhsallığın önüne perde olduğunu düşünür ve sinemasındaki ana amacın bu perdeleri kaldırmak olduğunu söyler. Böylelikle, Bresson sinemasının izleyicisi, kendisine hazır verilen ve amacı bir estetik ajitasyon yapmak olan filmlere baktığından farklı bir şekilde bakmak
bir şair, bir bilge, bir yönetmen:
robert bressonbülent özdaman
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(8)
zorundadır onun filmlerine. Çünkü hiçbir şey hazır verilmez Bresson filmlerinde. İzleyicisinin bakışı ve o bakışın filmin sürecine katılması çok önemlidir. Bresson sinemasında abartı ve gösterişte bulunmaz. Bresson enteresan bir şekilde kendi sinemasına bir sansür de uygular. Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuk-lardaki bu tutumluluk Bresson'un, hayatı nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle kavrama isteğinden kaynaklanır. Bresson, hayatın ve insanın özündeki ruhu, ancak duygunun üstüne ve ötesine varılınca anlaşılabilecek bir ruhsallığı amaçlar. Bu yüzden kendi amacına u laşmakta araç o larak kullanabilecekleri hariç diğer her şeyi 'sansürler'. Bu yüzden oyuncular 'duygusuz' birer model gibidirler. Enver Gülşen'in yaptığı çok önemli bir tespit vardır, burada onu zikretmeyi çok önemli görüyorum: ‘Bresson'un sadeliği birçok açıdan, bizim geleneğimizde, özellikle Yunus Emre gibi mutasavvıfların şiirlerindeki sadeliğe benzer. Bresson'da Koca Yunus gibi erik dalında üzüm yedirir bizlere. Erik Dalında üzüm ne arar diye düşünmeyiz. Çünkü onun getirdiği mekân ve zamanın bütün sadeliği içinde, hayatın tüm kökleri tek bir ana kökte birleşmektedir. Bresson seyircisi, bu ana bağlantıyı göremezse ve onun filmlerini kimi kuramların 'açıklamaları' paralelinde izlemeye kalkarsa görüp görebileceği, yürürken ellerini kollarını oynatmayan kimi adam ve kadınların garip görüntüsü olacaktır ancak.' K i m i s i n e m a e l e ş t i r m e n l e r i n i n , Bresson'un 'minimalist sinema kuramı' böyle buyurduğu için böyle bir biçim seçtiğini düşünmeleri ve kendi kategorilerine Bresson'u sığdırmaya çalışmaları, bağlantıları görebilecek bir göz ve gönüle sahip olamamalarındandır büyük oranda. Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrı'nın adını dahi anmaya gerek duymadan, O'nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için, tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini, salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebepleriyle, yani Tanrı'yı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabalarıyla birlikte anlam kazanırlar. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Bresson'a kulak verecek olursak : 'Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem, açıklamaya kalkmadan sadece bir şeyleri hissetmeye çalışır ve
hissettiğimi yakalamaya çalışırım… Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekânı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!' böyle diyen bir yönetmen için, seçtiği biçimin bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır. Filmlerinde ayrıca dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilebilen bir stile sahiptir. ' Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol.' Diyerek hayatın bir kere oluşmuş bir hâlini aktarmak ister Bresson. Hayatın tekrarlanamazlığını… ‘Sanat, tekrarlanamaz olanı tekrarlana-maz bir biçimde aktarmak iştiyakı.' Bresson'un sanatı, izleyicisini sadece onlara görünen hakikat parçaları aracılığıyla birleşen kökleri keşfe çıkarmak. Bresson filmlerinde görünenler de böyledir. Her izleyici, onun filmlerinde ânı ve sadece kendisinin gördüğü şeyleri hisseder. Çünkü kendi hayatıyla iç içe geçmiştir film görüntüleri. Bu yüzden tekrarlanamaz olandan, kendi hayatındaki tekrarlanamazlara ulaşır seyirci. Yönetmen hakkında son olarak şunları söyleyelim: Bresson, doğa ve hayatın sadeliğini aktarmaya çalışırken, rastlantıların kader ile ilişkisine özel önem verir. Bu anlamda Bresson sinemasın da nesnelerin ve onların, kişilerin yaptıklarıyla olan ilişkisinin özel bir yeri vardır. Sinematograf Üzerine Notlar adlı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama aslında 'hareketli olan' filmlerden bahseder. Hareket, dışarıdaki koşuşturmacalarda değil insanın içinde kopan fırtınalardadır. Bresson, filmleri normalde yavaş ilerledikleri halde, insanoğlunun kadim problemlerine eğildikleri için, beraberlerinde çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar Bütün Bresson filmleri tek bir filmin parçaları gibi görünürler. Hangi filmini ele alırsanız alın, o filmin bitişik olduğu bir başka filmi ve Bresson'un hayat ve algısında tamamladığı bir yeri vardır. Bresson'da arayışın, umut beklentisinin sonuçsuz kalması ve başarısızlıkla noktalanması başat izleklerden birisidir. Umutları tükendiği ya da bir amaç, bir ilke için intihar eden gençlerin arayışındaki başarısızlık ile kutsal kâseyi bulamayanların başarısızlığı paralel bir şekilde değerlendirilirse modern insanın kabz halini
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(9)
anlamak için Bresson filmleri bir çıkış noktası olabilir. Bresson bir şair ve hakikat peşinde koşan bir bilgedir. Ve modern insanın arayışının başarısızlıkla sonuçlanmasından oldukça müteessirdir. ‘'İnsanlar paraya tapıyorlar. Kimsenin Tanrı'yı bildiği, düşündüğü yok… Bütün dünya daha kötüye ve gitgide daha acımasız bir noktaya gidiyor…'' Bresson gitgide daha acımasız, daha vurdumduymaz, daha materyalist olan bir dünya da yaşamaktan acı duymaktadır. Onun filmleri, materyalist, acımasız ve ruhsallığından arınmış dünyanın bir tasviridir. Ancak tasvirle yetinmez o. Bütün bağları çözüp ruhsallığımızla karşı karşıya bırakabilecek bir imkânı da araştırır filmlerinde. 'Düşünmek korkunç bir düşmandır!' derken kast ettiği şey insanı, paraya ve materyalizme teslim eden 'düşünmeyi unutmuş düşünmektir'. Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni tarafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer bir kadere yürüyen Marie'nin hayatı anlatılır. Yine tipik Bresson soru ve sorunlarıyla… Bresson'un Dostoyevski ile ilişkisi bilinir. Ancak O, Dostoyevski'yi standart bir yönetmenin çektiği gibi uyarlamaz. Nasıl ki Yankesici filmi Suç ve Ceza'nın standart dışı bir uyarlamasıysa, Rastgele Balthazar da Budala'nın oldukça değişik bir uyarlası olarak görülebilir. ***Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz edilen” ve Marie ile Jacques'in çocukluk anılarına eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar. Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi” denebilecek insanların da vurdumduymaz-lıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla.Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan çıkış ve kurtuluş yolu nedir? Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu bencillikleri yüzünden Balthazar'a ve diğer insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına
çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen Balthazar'da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin sessiz bir tanığıdır. Marie'nin hayatını daha 15 yaşındayken bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin sembolleri gibidirler. Bresson'un diğer önemli filmlerinin olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve koruyuculuğuna sığınan ve ölümü o koyun sürüsünün içinde karşılar. Huzurunu yitirmiş, acımasızlık ve bencillik içinde bütün erdemlerini unutmuş insanlık için, kurtuluş umudunu, Balthazar'ın ölümündeki teslimiyetinde bulur Bresson. Balthazar'ın ölüm karşısındaki tutumu bir ermişinki gibidir. Prens Mişkin'in Hz. İsa'nınkine benzeyen tevekkülünü bir eşeğe yükler Bresson. İnsanlıktan umudunu kesmiş gibidir ve tüm insanlığa bir eşeği örnek gösteriyordur adeta. Bresson'un Balthazar'ın sığınması için koyun sürüsünü seçmesi önemlidir. Zira koyun metaforu rastgele seçilmiş gibi görünmemektedir. Paradjanov'un Sayat Nova filminde, bir rahibin ölümü anında içeriye doluşan koyunlar gibidir Balthazar'ın sığındığı koyunlar. İncil'de çoğu yerde 'kuzu' olarak adlandırılır Hz. İsa. Belki de Bresson, merhametsizlik, acımasızlık ve materyalizm karşısına iman ve teslimiyeti çıkarıyordur bu şekilde. Dünya sinemasının kendine has, kopya edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de 9 0 d a k i k a d a i n s a n l ı k t a r i h i o l a r a k değerlendirilebilir.
.......................................Kaynaklar:Bresson, Robert (1986). Sinematograf Üzerine Notlar.(çev.
Nilüfer Güngörmüş).İstanbul: Nisan Yayınları
Gülşen, Enver (2011). Hakikatin Sineması.İstanbul. Külliyat
Yayınları
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(10)
Modern dünya görüşü cesede indirgenmiş
bilgi üzerinden dünyayı yorumlayıp kurguladı. Canı
çıkarılmış, ruhu reddedilmiş, hakikati dışlayan
ontolojik yaklaşımları esas alan bir epistemolojiyi
benimsedi, modern dünya görüşü. Esasen bu denli
hakikatli kullanılan ontoloji kelimesinin özünde
bile “ölü gerçeklik” metaforu vardır. Çünkü modern
dünya görüşü mekanize olmuş bir evren anlayışına
dayalı olarak, insan ve tüm beşeri üretimleri de
uyarlayarak, bilgiyi geliştirmeyi ve yargıyı
sonuçlandırmayı esas aldı.
Bu Batı'ya ve onun ürettiklerine bir
süreliğine büyük üstünlükler sağladıysa da esasen
tüm medeniyeti içten içe tahrip eden araçların
serpilmesine de yol açtı. Buna bağlı olarak da her
insani gizem, estetik ve sanat tahrip oldu, yok
olmadıysa da öldü. Belki sanat daha çok konuşulur
ve üzerinde daha çok araştırma yapılır oldu; ama
bu onun varlığına ivme katamadı ve onun gelişip
yücelmesini temin edemedi. Böylece eskilerin
miadı doldu ve ortada yeni/büyük bir istihsal da
yok.
Bu meselenin vuzuha kavuşturulması
bağlamında ele alınması mümkün misallerden biri,
belki de en çarpıcı olanı, “şiirin ölümü” teorisidir.
Haldun'un, yaklaşık on beş yıl önce, biz
henüz üniversite talebesiyken bana sual ettiği
noktaya dönebiliriz:
“Bu kadar edebiyat fakültesi var, ama pek şair
çıkmıyor, neden?”
Bu soruya şimdi –daha erken de olsa-
cevap vermek istiyorum. Diyorum ki bu
üniversiteler tamamen yukarıda bu bahsi geçen
modern metodolojiyi benimsediler. Buna bağlı
olarak da şiirin bilgisine ilişkin eskilere nazaran çok
daha fazla şey biliyoruz. Ama bu teknik bilgi ve
yaklaşım, “şiirin kadavrasına operasyon” çekmeye
benziyor. Ruhu ve estetiği, duyarlılığı ve gizi, sözü
ve özü imha edilmiş; parçalanmış, nabzı
durdurulmuş bir hâl, bir şiir üzerine enerji sarf
edilmiştir, kadavradan şiir, bu sebeple şair çıkmaz,
çıkamaz.
Hâl böyle olunca bir şiirin hangi dönemde,
hangi saiklarla, hangi tekniklerle yazıldığını; kime
ait olduğunu, kullandığı araç ve dil aparatlarını da
bilebiliyorsak, belki de şiir tarzlarına göre
mükemmel bilgisayar programları tasarlamanın
zamanı gelmiştir. Gerçekte ise şiiri bilemiyor, ona
yolculuk edemiyoruz. Çünkü kadavradan çıkan her
şiir peşinen “cân”sız oluyor.
kadavra metodolojisi ve şiirin ölümü
dr. ali öztürk
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(11)
02.01.2005 12:25:54 zamanı geri çevirme yeteneği varmış
02.01.2005 12:26:21 2. katta tanıştık. Tabii benim 6. katta da dostlarım var.
Orda bi davet vardı katılmam gereken
02.01.2005 12:26:32 loopback jack'i çok sevdim, bırakmak istemedim onu da davet ettim
02.01.2005 12:26:50 ama 2. kattan 6. kata çıkınca biraz basınçtan derisi döküldü
02.01.2005 12:27:21 sonra yemek çok güzel, her yer ışıklarla dolu etrafta uçuşan ışıklar hepsi 6. kattaki
dostlarımın bizim cansız sandığımız canlıları
02.01.2005 12:27:36 loopbackjack burayı çok sevdi kendini burada sevdirmek istedi
02.01.2005 12:27:45 konuştu anlattı anlattı
02.01.2005 12:28:09 anlattıkları güzeldi ama biraz kendini yalanladı
02.01.2005 12:28:45 o anda yandan bir 6. kat dostu soru yöneltti loopbackjacke
"sen kendinle tanıştın mı" diye
02.01.2005 12:28:52 o anda loopback jack panikledi
02.01.2005 12:29:03 bu soruyu hiç beklememişti
02.01.2005 12:29:07 yapılacak tek şey vardı
02.01.2005 12:29:17 ama yapamadı
02.01.2005 12:29:31 loopback jack soruyu soranın kafasını ısırarak parçaladı
02.01.2005 12:29:38 kızgınlığını dizginleyemedi
02.01.2005 12:29:49 sonra ben anı geri sarabilirim dedi
02.01.2005 12:29:55 anı geri sardığını sandı
02.01.2005 12:30:03 6. kata hiç çıkmamıştı
loop back jack nihan gencer
Yağmur kararsızlığını uçurtma uçuyor diye örtsek hem uçurtma üşür, hem uçurum büyür.
Gemileri yakalım da boşluğuna yüzenin ayaklarının altındaki hava kabarsın,
gözler kapalıyken Sevinçse, aşağı bakınca DÛ$
Geçmiş olsun sakınılan göze batmış çöpe ve ayaklar kanamı$ Uçurum yaralarına
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(12)
mustafa kadir çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(13)
Kim kıvrılsa yanına böğürtlen çıkıntısı
Sana yakın durmalıyım
Yakın durmalıyım sana
Baktıkça daha da güzelleşiyor yüzün
Nedir öksürüğünde sakladığın ovultular
Çağlasın ağıtlar bırak
Çağlayınca yerini bulur
Eteğinde sevinir çocuklar
Sokaklarım seninle avunur
Duruyor mudur hala dilinde iskele çığlıkları
Kamburunda beslediklerin yerli yerinde midir?
Buruşuk yüzlere de gizlenebilir sevinç
Sabahları gülerek uyanırız kal
Baharlanır çocuklarımız
Yüzünde halkım yaşar istersen
Gecikme
Ölürken kucaklanabilecek kadınlar gördüm
benim bir mağaram varsarkıtları sizsiniz dikitleri bizve akşam olduğundabir bütündür orda kalplerimiz
yutarak birbirini tanrının diktiği elbiseleri yırtarakyıkılır kocaman bir uğultu olurgirer çıkarız dünyaya sıkışan pencerelerimizdengirer çıkarız züleyhanın baktığı kuyulara
ter kokularıyız birbirimizin, biliriz kimin soluğu kimin boğazındaparmak uçlarıyla birlikte dudakların da ateşlendiği bir harbin ortasındakim kimi yağmalıyor biliriz
belki bilmeyiz etlerin doğrandığı bayramlardameteliksiz yiğitler gelir etyemez poşetleriylebelki gelir patlatırlar işkembeleri hançerden elleriylekokoreç dükkanlarında oturur bekleriz acıları getirin deriz, getirin sularısuları boğanların aşklarından olma bazı acılar ebulehebin elleridir, bilmeyizdalaşma havarileriyiz çünkü hepimiz okunaksız yüzleriyiz birbirimizingireriz aceleye getirilmiş uzantılarından, sakallarından tutarız kentlerimizio kentler ki kapıları mendil satan çocukların aşklarıdır, açılmamıştırsöyle bana, oralar da öyle midir, söylenmemiş sözler gibi inatçıyeni bir yutkunma mıdır her doğan günsiz de girer misiniz o kapılardan her sabahsizi de indirirler mi atlardan, kıskanarak saçlarınızı rüzgârdansümükleriniz hep birbirinizin ceketlerinde midirsizin de ağızdan ağza dolaşan rahimleriniz midir umutlar
çabuk tanrılar var edildi çabuk kadınlarşizofren balıklar acele ısırıklar
bizim buralarda iki gün üst üste mutlu olmak, fotoğraf çekmeye yeltenmek sayılır askeri bölgeyiyasaktır, geçmişin aydınlığına çekilmekten korkarız, ölüleri sayarız düğünden döndüğümüzdebu yüzden öfke ve şehvet iki gerekli şeydir içimizdene var ki tetiği çekilmiş silahta kurşun neyse, kesilmiş damarda kan, boşlukta tohumölüm haberinden sonra yüzler neyseertesi günümüz öyle öksüz ve bir başına, öyle serseridonumuza kadar alıp gittiğinde kazananlar, biz yürekliyizdir savaşa yenideno kendini bilmez ukala tortularımızla, dondurma elimizde haykıracağız:daha bitmedi, daha bitmedi!daha törenlere katılacağız hep birliktekravatlar gibi sıkarak kendi boğazımızı ellerimizlepastaya batırılmış yüzlerimizleuyurgezerler halinde caddelerden meydanlara yürüyüpve sanırım intihar temalı marşlar eşliğindeintihar temalı direklere tırmanacağız
ben daha çok sayıklardım da durdu çenembir de baktım ki eklem yerlerimde İngilizce
artislik akıyor paçalarımızdan
muhammet çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(14)
hep birlikte yalnız ve kelepir, kullanılmayan arka odalarıyız mutluluğunöylece hiçbir yere gidemeyen, tıkanıp kalan, yığıntılardan bir dünyakusursuz kahramanlarız, haklıyız hep birliktehaklıca sıkılan ümükleriyiz durağanlığın öfkeden gıcırdayan dişlerihesabını sorup duruyoruz birbirimize sağ kalan yanlarımızınbir sağa bir sola dönüyoruz önemliymişçesine yönlervar mıyız yok muyuz belli değil, su muyuz petrol mübir yok olma provası olarak mı varız yoksaşişirilmiş büyük balonlarız belkibatacak iğnemizi bekleyen
biri devrim der demezdiken diken olan tüylerimizlehep birlikte yalnız ve gönülsüzbulaşık yıkamaktayızbilmem yemeği kim yedi ve biz neden bulaşıkhanedeyiz
bizde ilk şiirini yazmanla kanaat önderi olman arasındaki mesafeyandı ve sevgilim türkçesi olmayan bir şey olmamı istedi benden
öyle ya, dünyada hiçbir şey engellenemez: olmalıdır her şeybir aile bozulmalıdır asmalıdır baba kendiniyamulmalıdır bir çocuğun o güzel ağzıbir savaş sürmelidir mesela birçok savaş daha sürmelive domuzlar kadeh kaldırmalıdır: şerefe!soyunmalıdır insan ama az biraz da tütün basılmış yaralarıylakaygan ipekler altından ansiklopediler neşretmelidirinsan böyle demeli, ilham söğüşlemelidir ve daha nelerel etek öpmeler seğirtip şemsiye tutmalar ayetler eşliğindepeygamber öldürmekle eşdeğer övünçlerimiz veya biz aparmak diyelim bunabiz daha birçok şey demeyi öğrendiğimizde, kaçmayı öğrendiğimizde musluklar bozuluncasu düşmanlarıyla ittifak dâhil, kabul ettiğimizde her şeyi ve onay üstüne onayne bulursak yediğimizde ve ellediğimizde dünyanın ellenmemesi gereken yerleriniher şey olmalıdır dediğimizde, döl fabrikası olmalıdır abanmalıdır ağızlarımız aklaakla akıl vermelidir insan dediğimizdebirazcık canını yakabilir miyim matmazel, birazcıkallah göstermesin, allah göstermelidir birazcıkgörmediysen gözlerini çıkar bir daha bakellerini savur kurtul ayaklarından, söndür ışıkları bir daha bakinsan kurtulmalıdır karanlığından
kuyudan yusuf çeken adamı düşündünüz mü hiçkim bilir öptünüz belki de öptünüz müher gün yusuf çekiyoruz kuyulardanve satıyoruz köle pazarlarında
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(15)
çabuk yoruluyoruz hayal kurarken bile çabuk elbiseler giyip çıkarıyoruz hep aynı elbiselerkarnımda bir şişkinlik bir baş dönmesi derslerde bir yığılma ve haberleryani elimizden gelmeyenler, müslüman olmanın çağdaş tanımı yaniyüzüme bakma derim bakma üzülürsün yüzüm yüz değil köseleyüzüm çiğköfte dürüm sigara üstüne sigara dünyayı kurtaramayıncapeçete büyüklüğünde kalbi olanlar dünyayı kurtaramaz, kurtaramayıncaher şey biraz daha hiçbir şey olurkenbakılmaması gereken yerlerine bakıyorum dünyanınsonra şeytana kanıyorum çabuk çabuk ellerimledur diyorum sonrabir yol var yürümem gereken biliyorum erteliyorum hep ödevler faturalarfakat bu ödevleri veren kim, bu taksitler neredenve daldırmışım ellerimi dünya balına, nedençıkarıp atamıyorum interneti ciğerlerimden
çok ciddi şeyler bunlar, yeminleayıptan ayıpsızlığa umuttan umutsuzluğa ciddi şeylerbakır renginde ve keten sertliğindesen serin ol ben pişerim ey perdelerin içinden sıyrılıp düşeney kaşlarını bile okşadığım sevgililerhiç yaşanmamış anlardan bir koleksiyon belkişuraya, beceriksizliğinden kurumuş saksıların üstüne hemenevde dursa huysuzluk eden futbol oynadığını zanneden bir taşa otursasade bir sevmek işte, o da bir kuru ekmekkurumuş eski bir pizza, kauçuktan bir köşe, endişene yediği belirsiz bu adamlarınaraba süremez, bisikletten düşse yüzemez, yoldan karşıya geçemez küfürbaz eder şoförleripara ne işe yarar bilmez ama istesen beş kuruş vermezörselenmiş kirpi tıraşlarıyla birer falsodur iş görüşmeleri
ne gibi sevmiştik insanlarıelmanın kurdu sevmesi gibi
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(16)
soğuk bıçaklar kesti
balat gülüşlerini
eline sığmadı deniz
koştu sular
bazı sabah
aynanın içinde kalıyor gün
kendi gözlerini tutamadan
basamakta eski bir dil
babilde unutulan
ertelenmiş sözlüğün takvimi
asıldı duvara
ve açıldı mevsimin cebi
içinde ağzıkara hattatlar
gölgen pencere için, sesin kış
günü eskiten taburede
yapraklar şarkını söylerken
kırmızı bakışlı bir vazgeçiş
topluyor yorgun eteğini
yabancı herifler üstünden
denizini öptüğüm yağmur
martılarca huysuz, anladım
uykulu ve tedirgin bir mezar
latin alfabesi doğuran, duvarında
'ali ayşeyi sevmiyor'
bazı sabah
aynanın ötesine açılıyor gün
kayboluyor eşik
duyuluyor bütün ölü kelebekler
soğuk bıçaklar geçti
balat gülüşlerinden
etine sığdı deniz
sustu sular
iyi bakın
falcınızdır aynalar
Balat'a Baladgülhan tuba çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(17)
Uyanır uyanmaz hayata bağırdığımız
O şarkılarda
Bütün çocuklar kar kaplıymış:
içimin tatil şekli !
Acılarıma tuz yetiştirememekten kopsun kıyamet
İş dönüşü kösnül saçlarımın telleri
telgrafın ellerinde
Az kelimelerle özleyedurayım a a annemi
Yorganımın son sayısı çıktı
Pazar günlerinde bile okuldan tiksinme
mesaimdeyim. Hal-i pürmelalimdeyim. Ahkam-ı sabr ile e e evlad olunmak!
Konu olduğum kurşunlar ve
kurban bayramları
havada asılı mahallemi sigara paketim olarak
görüyorum
cama kızlar devriliyor tahsilli
-benim gülünç üniversitelerim
Kederin kız yüzüne çeyiz diye düşmekten
iğneyle nakış
etle tırnak
nasıl yorgunsa öyle
bahtiyarlanırım şimdi
sabır hükümlerizehra aktaş
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(18)
“Şimdiye kadar sinemanın tek bir [<kesin>] tanımını bulabilmiş değilim.” (1) Bu sözler Godard'ın D.W.Griffith ile başlayan sinemanın kendisiyle bittiğini iddia ettiği Abbas Kiyarüstemi'ye ait. (2) Bu konuda şüphesiz Kiyarüstemi ne ilktir ne de son olacaktır. Hiçbir geleneksel sanattan el almadan, tabir yerindeyse babasız doğan sinemanın henüz ne olduğu tam olarak ortaya konulamamıştır. Sinemanın başladığı nokta olarak ele alınan Lumiere Kardeşler'in sinema tanımıyla bugünün sinemacılarından herhangi birinin yaptığı tanım arasında dağlar kadar fark olabileceği gibi başka birisiyle birebir paralel olması da ihtimal dahilindedir. Sinemanın ne'liği mevzusunun tafsilatlarını şimdilik ileriki yazılara bırakalım.
Sinemanın ilk dönemi ele alınırken ağırlıklı olarak iki isim zikredilir: Lumiere Kardeşler ve George Melies. Lumiereler'in çektikleri ortalama bir dakikalık görüntüler her ne kadar belgesel nitelikleriyle Melies'in filmlerinden ayırt edilmiş olsa da filmlerde görünen karakterler filme alındıklarının bilincinde olmaları ve ona göre davranmaları itibariyle bu filmleri tam olarak belgesel olarak ele almamızı engelliyor. (3) Fabrikadan çıkan işçilerin davranışlarını bir tarafa bıraksak bile (Sinemanın Osmanlı'daki pratiğine çok yakın bir şekilde –ki 1896'da i lk f i lm gösterimlerini yapan Galatasaray'daki meyhaneye giden insanlar bir baloya gidercesine takıp takıştırmaktaydılar.)
kadın işçilerin kullandıkları giysiler ve bilhassa şapkaları bu pratiği bir ayin mesabesinde ele aldıklarını göstermektedir. Aynı zamanda bir sihirbaz olan Melies'i kendisinden önceki sinemacılardan ayıran temel nokta kamera ile sihri birleştirmesi ve imkansızı (İnsan gözünün zaaflarından yararlanarak) imkanlı hale getirmek için sinemayı kullanmasıdır. Dolayısıyla bilimkurgu sinemasının temellerini atar. Sinema tarihinde sinemanın imkanını göstermesi dolayısıyla adından övgüyle bahsedilen Melies aslında ahlaki bir tercih yapmış ve kendince doğru olan yolu seçerek henüz yatağını bulamamış sinema ırmağına çok farklı bir yatak açmıştır.
Meşhur bir hikaye vardır. Lumiere Kardeşler Grand Cafe'de (1895-Paris) halka açık ilk gösterimlerini yaptıkları zaman yaşandığına inanılan bir tür şehir efsanesi... Trenin Gara Girişi filmini izleyen ilk seyircilerin korku içinde çığlıklar atarak kaçıştıkları anlatılır. Oysa Lumiereler'den önce de sinema vardı. Onların tek farkı Edison'un Kinematoskop isimli makinesiyle başaramadığı aynı anda birden fazla insanın filmi izlemesine imkan sağlamalarıydı. (4) Bunun yanında sinemanın icadından önce yaklaşık bir asır boyunca insanlar göz aldatmacasına dayanan görselliklerle içiçeydiler. Diaroma, panaroma vb. gibi isimlendirilen bu görsel imajlar başlarda el çizimi resimler vasıtasıyla göz aldatmacaları yapmaktaydılar,
sinemanın dünü:
sinema öncesi sinema
abdullah şahin
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(19)
daha sonraları fotoğrafın icadıyla beraber bunlara fotoğraf lar la oluşturulan göz aldatmacaları da eklenmiştir. Tüm bunların görsel pratiklerin sinemayla ortak noktası bunlara bakan/izleyen insanları şaşırtmasıydı.
Sinema ilk yıllarında (keşfin bugün bilinen manasının dışında) uzun bir keşif aşaması geçirmiştir. Bugünkü gibi genellikle bir popüler k ü l t ü r a r a c ı o l a r a k ç e r e z n i y e t i n e kullanılmaktaydı. Sinema salonu diye bildiğimiz mekanların açılması ancak yapımcıların bu işte para olduğunu görmesiyle oldu. Öncesinde sirklerde, sihirbaz gösterileri vb. gibi programlarda iki program arası seyircinin can sıkıntısını geçiştirmek için kullanılıyordu filmler.(5) Zaman geçtikçe perdenin büyüsünün asıl programlardan daha fazla ilgi çektiğini farkeden yapımcı lar tamamen f i lmler yayınlamaya dayalı programlar düzenlemeye başladılar ve sinema endüstrisi diye bir şeyden söz edilmeye başlandı. Bu noktaya kadar sinemanın ne olduğu hala belirsizliğini koruyordu; ta ki David Wark Griffith'in edebi eserleri sinemaya uyarlamaya başlamasına kadar. Griffith öncesi filmlerde kamera tek bir açıdan (sanki tiyatro sahnesini izleyen seyirci gibi) olayları göstermekteydi. Griffith farklı açılardan çekimler yaparak bunları bir mantık çerçevesinde birleştirmek vasıtasıyla hikaye anlatımına başladı ve gittikçe film süreleri daha da uzadı. Her ne kadar Griffith yaptığı bu yenilikten dolayı yere göğe sığdırılamasa da, henüz yatağını bulamamış bu sinema ırmağını yazılı eserlerin oluğuna yönlendirdiği için sinema icadına bir tür engel olmuştur diyebiliriz. Bugün hala sinemada bakir alanlardan söz edenler olduğu gibi, sinemanın bizatihi kendisini diğer sanatlardan ayırmaya çalışanların asıl amaçları da Griffith'in sinemaya verdiği bu zararı izale etme çabasıdır.
Şimdilik bu kadar kâfidir diye düşünmekteyim. Bir sonraki yazımızda sesin icadı öncesinde sinema ortamını, namı diğer sessiz sinema dönemini ele almayı planlıyorum. Niyetim dergimizi bir fikir teatisi zemini olarak kullanmak ve sonraki yazıları olursa sizlerden gelecek soruların (kendimce bulabildiğim) cevaplarını ihtiva edecek bir şekilde oluşturmaktır. Son olarak her sayı ele aldığımız konu ile alakalı o konuyu aydınlatacak bir ya da birkaç film ismi
zikretmek iyi olacaktır. Sinema öncesi dönemi anlatan Werner Nekes'in 1986 yapımı Film before film isimli belgesel çalışması ilk filmimiz olsun.
....................................( 1 ) J e a n - L u c N a n c y – F i l m i n A p a ç ı k l ı ğ ı (Kiyarüstemi'yle söyleşi) – Küre Yayınları s.95
(2) Godard, Kiyarüstemi'nin Yakın Plan filminden sonra sarfettiği bu sözlerden daha sonra vazgeçtiğini beyan ettiğini de eklemek gerek.
(3) Şimdilik yüzeysel gittiğimiz için belgesel bir sinemanın imkanı meselesine girme imkanımız yok ama kısaca şu noktaya işaret etmek faydalı olacaktır: Eline kamera alan bir kişinin “belge” olarak ele alacağı şahsı/nesneyi/olayı filme alırken kamerayı koyması için sonsuz nokta/açı vardır ve nihayetinde bir tercih sonucu kamera belli bir noktaya sabitlenir. Bu noktadan kayıt alınmaya başlandığı anda öznellik devreye girer.
(4) Edison'un Kinematoskop'unda aynı anda sadece tek bir kişi filmi izleyebilmekteydi. (5) O zamanlarda filmler birkaç dakikadan ibaretti.
* sorularınızı derginin maili olan [email protected] adresine gönderebilirsiniz
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(20)
Sonbahar yağmurlarının şiddetle dövdüğü bir
kasabada yaşıyordu. Sabahları bir yağmurlukla
evden çıkar işe öyle giderdi. Ve yine o mutat
günlerden birinde, yağmur şiddetle evinin
çatısını dövüyordu. Tanelerin sesiyle uykusu
kaçmıştı. Yastıktan başını kaldırdı. Bu sabah diğer
sabahlara nazaran erken kalkmıştı. Bu, vaktinde
yatmaktan mı yoksa yağmurun şiddetinden mi,
bilemedi. Sadece kalktı ve gardırobun açık
kapısına asılı garip yamalı desenli bornozunu
ropdöşambır niyetiyle giydi. Daha sonra
birbirinden ayrı tersyüz olmuş ve ayaktan
fırlatılarak çıkartılmış olduğu anlaşılan terliklerini
giydi. Odadan çıkmaya yeltenmişti ki yatağının
baş uçundaki saat çalmaya başladı. Saate baktı.
Elinin yakınında olan bir yastığı sinirli bir şekilde
çalan saate fırlattı: “Lanet şey, zamanında çalsan
şaşardım zaten, yarım saat erken!” Saat, üzerine
atılanla susmuştu. Bulunduğu yerin hemen
yakınlarında bir yerde birkaç parçası dağınık
halde duruyordu. Yanı başındaysa dün giymiş
olduğu gri kravat duruyordu. Hemen ilerisinde
siyah bir çorap, onun yanında halının üzerinde
büyük bir meyve suyu lekesi, uzağında yılan gibi
kıvrılmış şarj cihazı… Köşede camın yanındaki
masanın üzerinde açık kalmış kalın kitaplar ve
soluk vişneçürüğü renginde karton dosya içinde
evraklar vardı. Bir de yarım bırakılmış çay…
Odadan çıkıp lavaboya gitti, aynada suratına
baktı, hafif bir tebessümden sonra: “bu ne, ne bu
halin, üzerinden tır geçmiş gibi!” Ellerini yüzüne
getirdi. Parmakları ile makas alıyor gibi yaptı,
başparmaklarıyla yanaklarını çekince garip bir
ses geldi. Sonra yanaklarını bırakıp ellerini iki
yana açtı, dönüp iki yanağına kuvvetli bir tokat
çarptı. Çok fena acımıştı (bu hareketi sabah
mahmurluğundan ayılmak için yapmıştı ama
dozu biraz fazla olmuştu, canı çok acımıştı):
“Ooof manyaksın be oğlum, ne yapıyorsun, altı
üstü bir dava, kaybedersin kazanırsın, kendini
böyle yeme.” (Az önce kendini hırpalayan adam
şimdi aynada kendisine öğüt veriyordu.)
Yüzüne son defa su çarpıp havlu ile kurulandı.
Aynaya baktığında iki yanağında az önceki
şamarın parmak izleri çıkmıştı. Elini yüzüne
götürdü, kabarmıştı yüzü. Kendi kendine:
“Oğlum iki saat sonra mahkemede hâkim
karşısında savuma vereceksin, şu haline bak!”
Dedesi Adalet bakanlığından emekli olmuştu.
Babası hukuk fakültesinde öğretim görevlisiydi.
Kendisi hukuk fakültesi okumuş avukat olmuştu.
Dedesine kalsa bakanlıkta müsteşarl ık
bekliyordu, oğlu olamadı, bari torunu olsun
istiyordu. Bu yüzden hukuk okumuştu. Ve şimdi
hatır gönül ilişkileriyle yapılan bir avukatlık vardı
elinde. Aynaya baktı tekrar, kızarık bir yüz… Kenar
raftaki kremle yüzünün alevini bir nebze dindirdi.
portrecihat karaman
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(21)
Mutfağa doğru yollandı. Çevrede tanınmış olan
dedesinin büyük vesikalık portresinin önünden
geçiyordu. O, kendisi için çok önemli ve saygı
duyulması gereken karakterde bir insandı. Evde
yalnız yaşadığından, çoğu zaman onunla
dertleşir, konuşur, hasbihal ederdi. Morali
yerinde olduğu zaman dedesine Tevfik Bey diye
seslenir, canı sıkkın olduğundaysa Rıza Bey diye
söylenirdi. Sıra dostlarına geldiği zamansa,
Ahmet Tevfik Rıza Sultanoğlu diye tanıtırdı onu.
Şimdi önünden geçiyordu işte... “Ulan Rıza Bey,
yine çanağa ters bastık iyi mi!” diye söylendi eli
hala kabarmış suratında kremli bir halde
gezinirken. Mutfağa girmişti. Hemen bir tava
çıkardı. Sonra vazgeçti. Dolaba yöneldi, pratik bir
şey aradı, bir domates çıkardı. Tezgâha koydu ve
bıçağı eline aldı. Yok, gene boş verdi, bıçağı
olduğu yere koydu. “Ooo kim hazırlayacak bunu
şimdi. Dışarıdan bir simit alırım daha iyi. O zaman
hemen hazırlanmam lazım.” dedi ve mutfaktan
çıktı. Hemen odasına geçip üstüne bir şeyler
giymek için dolaba baktı, iyi kötü bir şeyler
uydurup giyindi, aynanın karşısında kendine
baktı. Yüzündeki kabarık izi görünce hayıflandı:
“Ulan Rıza Bey, ne anormal adammışsın!” diyerek
kendine kızar gibi aynada yansıyan dedesine
kızdı. Dedesine kızmasının sebebi, vakti
zamanında işler yolunda ve kasabanın en varlıklı
ailesiyken dedesinin tek çocuğu olan babasına
kızıp malını mülkünü hibe etmesiydi. Dedesine
göre ne oğlundan ne de torunundan bir hayır
gelmezmiş. Adam eski zaman adamı, Almanya
görmüş, dünyaya bakış tarzı çok farklı. Oğlu
okumayı seviyordu ama aynı zamanda da çiftçi
olmak istiyordu. Zorla okul okudu bu yüzden. O
da Avrupa görmüştü. Döndüğünde üst düzey bir
karşılama yapmışlardı onun için. Daha sonra
babam kasabadaki eve geçmiş, ağaçları aşılamış,
tarlayı ekmiş, hayvan almış, derken dedemin
gelmesiyle büyük bir arbede yaşanmış. Sonra ben
dünyaya gelmişim. Dedem babamı zor da olsa
ikna etmiş. Babam da onu ikna etmiş,
üniversitede hoca olmuş. Mütevazı bir adammış
babam. Hal böyle olunca dedem kızmış. Kendi
isteği olmayacaksa hiç kıymeti olmaz malın
mülkün demiş. Varını yoğunu vakıflara hibe
etmiş. Benim için arkadaşları onu uyarmış “bak
torunun var belki o istediğin gibi olur” demişlerse
de kabul etmemiş dedem. Üstelik “benden böyle
bir çocuk çıktıysa onu çocuğunu tahmin bile
edemezsiniz” deyip hibe etmiş bütün malını. İşte
bir tek bu bina kalmış ondan geriye. Babam da
zaten o kadar düşkün değildi mala mülke.
Duvardaki porteyi olduğu yerde bırakarak kapıyı
dışarıdan kapattı.
Portedeki ihtiyar her seferinde gülerdi bu veledin
söylenerek çıkışlarına. Ama hak da verirdi çoğu
zaman o manidar bakışıyla. Çünkü bilirdi
kafasından geçen her hinliği. Çok garip bi poz
vermişti bu çerçeveyi dolduran portre. Hani bi
tarafı çok şaşkın diğer tarafı olacaklardan
haberdar gibi. Saçları taranmış fakat bıyıkları
dağınık, ayakta dikelmiş, üstünde üniformadan
bozma bir kaban, kolları geçirilmemiş, iki el de
içerde ve burulmuş vaziyette başparmakları ile
beldeki kemere tutunmuş, dirsekleri kalkık bir
kabadayı gibi, haliyle üzerindeki kaban kabarmış
ve avını yakalayıp kaçan kartalın çırpacağı kanat
gibi duruyordu. Uzaktan farklı okunurdu bu
portre, yakından başka. İşte böyle bir şey Ahmet
Rıza Tevfik Sultanoğlu.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(22)
--- Yarın iş var mı?
--- Elbette var.
--- Hayırdır? Ne zamandır resmi tatil günlerde
çalışmaya başladınız?
--- Yarın 1 Mayıs! Komünistlerin bayramı.
Müslümanların değil ki...
--- Hıı… Yani 29 Ekim, 23 Nisan, 1 Ocak yılbaşı vs.
tatil yaptığınız diğer resmi günler Müslümanların
öyle mi?
--- Eee… şeyy… Şimdi şöyle bir durum var. Yani
mesele, asıl mevzu…
Açıklanamayan, açıklanamayacak durumlar…
Sorunun muhatabı aile şirketinin ortak
bireylerinden biri.. İmam-Hatip okullarında
öğrenimini sürdürmüş, zamanında İmam-Hatip
okullarındaki yasağa rağmen taviz vermediği için
yüksek öğrenim isteğini gerçekleştirememiş,
kendini birçok konuda farklı görüşlerinin olduğuna
ikna ederek son on yılın şartlarına ayak uydurmuş
bir insan. Şirketin kurucusu olan babası, birtakım
zorunluluklardan dolayı ilkokul okumayıp, bir süre
Kuran Kursunda okuduktan sonra çocuk yaşta
başladığı iş hayatında zirveye yükselerek
çocuklarına bıraktığı şirketin ardından Doğu
Karadeniz Bölgesi sahilinde yaptırdığı villada
hayatını idame ettiriyor. Kendisi çevresi tarafından
'hoca' olarak takdim edilir ve naçizane görüşüm
kendi 'son derece iyi koşullarıyla' beraber büyük
bir saygı görür.
Toplumun büyük bir kesiminde zor ekonomik
şartlardan dolayı eğitimini öteleyerek ayakta
durma adına küçüklüğünden itibaren erken iş
hayatına giren insanlar mevcut, tabi bir de bu
insanlardan faydalanan patronlar... Bu patronların
toplumun bilgi eksikliğinden faydalanarak üç beş
dini vecibeyi yapmasıyla beraber maddi
koşullarının da iyi olmasının verdiği saygınlık, her
hareketlerinin sorgusuzca kabul görmelerine
neden oluyor. Son zamanlarda ekonomi ve
iletişimde yaşanan gelişmelerin önceki yıllara göre
daha iyi olması insanların daha özgürce
düşünmelerini sağlamış ve bu da sorunlu
zihniyetteki patronların sahasını tehdit etmiş ve
onlara ciddi bir şekilde düşman olmuş durumda.
Zor koşullarda çalışıp, hak ettikleri ücretleri
alamayan işçilerin, inançlarını Hıristiyanlık gibi
sadece ruhani olarak algılamaları sonucu
maalesef devranın böyle dönmesi kaçınılmaz bir
hal aldı. Buna karşılık, işverene, işçilerin hak
ettikleri şartlar ile mevcut şartlar ne zaman
hatırlatılsa, parayı bilgiden önde tutan anlayışla
'para sahibinin' yetkin kişi olarak görülmesi
sonucu ön plana yine onun haklılığı çıkar ve bu
durum işverenin kendis ine bu şart lar ı
hatırlatanları azarlamasıyla sonuçlanır. Menfî
şartlar söz konusu olduğunda kafasındaki yarım
birtakım dini bilgilerden yola çıkarak işçileri her
şartta sömüren patron, kendi zararı söz konusu
olduğunda muhatabına pespaye bir şekilde
'komünist, gavur ya da radikal' gibi suçlamalar
y a p a ra k ke n d i n i s a v u n u r. S ö m ü r g e y i
'masumlaştıran' patronlarımız daha çok para
k a z a n m a y o l u n d a i s t e d i k l e r i d ü z e n i
olağanlaştırırken, düzenlerine çomak sokacak
uyarıları da eskilere ait yöntemlerle örtbas etme
çabası içerisinde bulunuyorlar. Ne gariptir ki
yaşadığımız 2000'li yıllarda bile 1940-50
yıllarındaki gibi 'komünist' suçlamalarını yapan
esprili patronlarımız hâlâ yaşıyor. Örneğin, asgari
ücret konusunda 'devletimiz böyle buyurmuş'
diyerek devletine imân eden patron, resmi tatil
günlerinde 'Onlar bizim değil, başkalarının tatili'
diyerek kendince zararını örtmeye çalışır. Aynı
patron, işçisine zaten az olan asgari ücreti ya
geciktirerek ya da hiç vermeyerek üstüne uzun
tatil günlerinde millete nazire yaparcasına şehir
dışı aile tatillerinde 'yaşayamadığı' hayatını
yaşamaya çalışır.
Bu algıların geride kaldığını görmek sanırım dünya
döndükçe imkânsız gibi. Bilhassa birtakım 'dini'
sembollerle elindeki gücü sorumsuzca kullanmak,
yapabildikleri en iyi iştir.
Komünist geliyooor kaçıııın?!..serkan sevinç
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(23)
“Sanalda kan paylaşmak”, “hiçbir savaşta bulunmamak” ve “çatışma görüntülerini izleyip buna şaşıran bir geyik bile olamamak” nasıl bir çıkmaza sokuyor insanı? Bu, “gerçekten de hiçbir şey!” midir? “Günahı çokça kötülemenin sebebi / onu işlemeye yeteneksiz oluşun olmasın?” gibi itiraflar seni çok fazla gerçekçi yapmıyor mu? Ya da “biz sayın kelimeler eğleşme düşkünleri / hiçbir yere gitmeyen bir rezil olarak” dizelerini ele alırsak, şiirinin bu kısımlarına, biraz kendi halkı için yeterince bir şey yapamayan birinin hayıflanması, biraz da naif bir özeleşti diyebilir miyiz?
Bazen “söz”ün çok değersiz olduğunu hissediyorum. Bazı insanlara “söz” verildi ama işte namlusu sözün sahibine dönük. Namlusunu dosdoğru çevirip kınayıcı olan ise kınadığı şeye bulanıyor. Ve bu gerçekten de hiçbir şeydir. İnsanı rahatsız eden bir hiçbir şey. Peki hiçbir şey olduğunu itiraf etmeyenler? Söz'ün verilmediği, durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir. Çoğu şiirimde “ben” öznesini tokat manyağı yaparken herhalde başka lar ı koltuklarının yumuşaklığına dokunup rahatlıyor. Genel bir ben'den bahsediyorum bazı şiirlerimde.
Günahla ilgili dizeler şiirdeki kurmaca kişiyi çok gerçekçi yapıyor. Bu dizeleri sadece birey üzerinden ele almak yetersiz. İnsanların çoğu bir cehennem övücüsü olmaya başlamış, tüm
yapamadıklarının verdiği acıyla. Büyük zulümler işlememiş kendi halinde bir kâfirin cehennemde yanacak olmasından çoğunluğun duyduğu huzur, belki de yeteneksiz oluşundan kaynaklı. Biraz günah işleyebilme gücü ve imkânı olsa kimbilir durulacaktır, dinginleşecektir.
Günahı övmek de fazla yetenekten olabilir. Bu elbette çok gerçekçi.
Demek rezillik de şairi naiflikten kurtaramıyor. Hayıflanmaktan çok daha sert bir şey, hiçbir şey yapmamak. Çok rahatsız edici. Beni çok rahatsız ettiğini söyleyerek ya da özeleştiri yaparak bundan sıyrılamayacağım. Özeleştiri insanı kurtarmıyor.
Kitabın başındaki Dostoyevski alıntısı “Alçağın biri alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı vardır.” sözü beni biraz teskin eder diye düşünmüştüm. Özeleştirinin avunulacak tarafı pek yok gibi.
“Öyle zamanlarda da yazılan şiir / bizi kurtaracak kadar büyük ve suçsuz değil” demişsin. Genelde şairlerde gördüğümüz, şiiri ve şairi yüceltme, dolayısıyla kendine bundan pay çıkarma iken sende daha farklı bir duruşla karşılaşıyoruz. Bazen şiiri
Baran Çaçan:“Durup durup susan, sessizce ölen insan
kesin daha güzeldir.”
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(24)
“iflah olmaz bir tatmin kavmi”nin “bomboş bir hayatın üzerine boşalması” veya “nefsinin bayrağını her zaman göndere” çekmek olarak görüyorsun. Sence şiirden büyük ne var?
Şiir insanı olduğundan daha iyi gösteriyor. Yani dil, iyi kullanılırsa insanın asıl özünden daha büyük olur. Bir tür büyü ve yanılsama tarafı var şiirin. O büyü tozları dibe çöktüğünde insanın asıl kalıbı daha iyi görünebilir. O kalıp gerçekten güzel olabilir ama makyaj ile daha göz alıcı. Buna ihtiyacımız var fakat.
Kendi köşesinde sessizce yaşayıp ölen insan şiirden daha büyük geliyor bana. Onlara (varsa öyle birileri) büyük saygı duyuyorum. Konuşmak, yazmak da bazı zamanlarda insanı rahatsız ediyor. Güzelliği tescillenen veya benimsenen her şey en son kendini bir yapmacıklıkta ve samimiyetsizlikte buluyor. Övgünün devamı için kendini daha abartılı tekrarlayan güzellik, öğrenilmiş güzellik, ustalaşmış güzellik… Zayıf noktalarımız çok.
Şair kötülüğe komşudur.
Şairler yeryüzünün ihtiraslı, kirli, aşağılık insanlarının önemli bir kısmı. Ya da tersi. Bu uç duygular ve durumlar olmasaydı şair de olamazlardı herhalde. İlk kısmı daha ağır basıyor bana göre. Şair kötülüğe komşudur. Şairler dünya nimetleriyle en sert hesaplaşan kişiler. Boğucu ihtiraslar. Bilgelik devri çoktan bitti ama işte herkese kendini hor görebilme yeteneği verilmedi. Bu, dünyanın önemli bir boşluğunu dolduruyor. Bir taraftan, başkasından sömürülen sıvılarla özgüven depoları dolduruluyor. Aşağılık komplekslerinin önüne bir set çekmek için başkalarının kompleksleri alaycı sözler ve bakışlarla gösteriliyor. Aşağılık kompleksini iyi saklayabilen insana bu yüzden özgüvenli insan diyoruz.
Müthiş temiz, kurtarmış şiirler yazılıyor. Şiirlerinde kendi hayatlarına dair insani tek bir zayıflık, bir günah, bir düşkünlük, bir kirlilik, bir boyun eğiş görünmüyor. Temiz şiir, yani sahte şiir. Bir de gerçek hayatta sinikken, “halk”a yüksek bir yerden seslenmek var.
“Death metal söylüyor halkına ihtiyarlar” dediğin bir şiirde, bir tarafta bir başkan “sonsuzyıl marşı” çalıyor ve “acıyı kalori olarak kullanıyor mikrofonlar için”, diğer tarafta “şeyh said'den kalma kırık dökük atların” koştuğu Kürdistan toprakları… Şiirleri
yazarken kendini, bahsettiğin bu halkın neresinde hissediyorsun?
Korunaklı kısmında. Kürdistan coğrafyasının korunaklı kısmında hissediyorum kendimi. Ben bıçak için değilmişim. Ben onlar kadar bıçkın değilmişim. Ve artık bu huzursuzluktan bahsetmek de beni huzursuz ediyor. Ben Türkiye'de zavallı bir memurum. Bu, kendime yaptığım kötülüklerden biri.
Kitaptan sonraki şiirlerimde artık bu kadar rahat bu mevzular üzerine şiir yazamıyorum. Zayıf bünyeler s iyaset in korkunç taraf lar ın ı kaldıramıyor.
Şiirinde Ermeniler, Aleviler, Kürtler, devlet, memur, kamusal, halk, savaş gibi kelimeler var ama yine de bu durumu politik şiir diye adlandıramıyoruz. Çünkü propaganda yoluyla değil göndermeler ve ironilerle iç dünyanı şiire yansıtıyorsun. Diğer yandan piyasada bol miktarda keyfi yerinde şiirler mevcutken, senin yazdıkların derdi olan bir şiir olarak karşımıza çıkıyor. Son zamanlarda birçok genç şairin kitabı çıkıyor ve hepsi hakkında uzun uzadıya tanıtım yazıları yazılıyor. Peki, derdi olan şiirlerin azınlıkta kaldığı günümüzde, yazdıklarının edebiyat çevrelerinde pek konuşulmamasını nasıl yorumluyorsun?
B u n u n p o l i t i k ş i i r d i y e a d l a n d ı r ı l ı p adlandır ı lmayacağı konusunda bir şey demeyeceğim. Propaganda ise şairden şiiri uzaklaştırır. Propaganda yapan şiir mi politik oluyor? Onu siyasi partiler hunharca yapıyor zaten. Propagandadan kasıt devrimci ve yüksek bir ses, bir eda ise utanırım yüksek ve gürül gürül konuşmaktan. Ben en alttan konuşuyorum. Büyük halk kitlesi içinde bile doğru dürüst olamamak'tan bahsediyorum. Tam ortasında olmak ve aralarındayken boyum da kısa olmasın isterdim.
Keyfi yerinde şiirler yazmıyorum çünkü şiir dert olmadan bana gelmiyor. Gelsin isterdim; tatlı, ışıltılı şiirler yazmak isterdim. Derdi, sıkıntıyı da tatlı tatlı anlatmak isterdim. O yüzden bazı şair arkadaşların o tatlı-karanlık yeteneklerine özeniyorum. O yetenek maalesef bende yok. “Keyfi yerinde şiir” derken kast ettiğin sivri zekâ ile şımartılmış alaycı şiirse iyi ki ondan uzağım. Benim şiirim geniş zekâlı bir şiir.
İlk kitaplar hakkında çok fazla “uzun uzadıya tanıtım yazıları” yazıldığını pek görmedim. İlgisizliğe alıştırmalı kendini genç şair; yoksa ilginçlikler yapacaktır.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(25)
Bu sorudan maksat kendi şiirim hakkında bir özeleştiri yapmaksa şöyle diyebilirim: Dilin yeni verimlerini çağdaşlarım kadar çok aramıyorum. Halbuki çağdaşlarımın önemli bir kısmı daha deneysel bir şiir yazıyor. Dilde yeni imkânlar arıyor.
Daha berrak bir anlam ve daha berrak bir söz, benim için daha önemli. Şimdilik.
“Ekmeğin fazla olduğu yerde Allah tüketiliyor / hiç olmadığı yerde de tüketiliyor” veya “örtüyorum dindar ve asabi dedelerden / kalma kamalarımı” ya da “kurganlarında arabeskrep söyleyen vaizlerin sesi daha bir yayık” gibi dizeler var şiirinde. Ve “unutma: her acıya bir saniye yavşamalısın en fazla / bu, yeter kurtulmuşlar'dan olmaya!” dizesiyle sağlam bir ironi yapıyor ve dindar muhafazakâr toplumu resmediyorsun belki de. Diğer yandan herkesin çatlayacak kadar cüretkâr olduğu bir ortamda, cüretkârlığını “şathiye” olarak nitelemekle bir anlamda yine “naif”liğini ve metafizik bakışındaki sınırları koruyorsun. O zaman sence “din” neden “demir”dir? Tanrının elleri kalbinde yani “İslam'ın ilerisinde” geziyor, nasıl? Bu anlamda şiirindeki metafizik arka planı da merak ediyoruz. Din, kapitalizm ve ulus devlet politikaları arasında sen ve şiirin ne durumdasınız?
Dindar muhafazakâr çevreler eleştiriye karşı büyük bir bağışıklık kazandılar. Bu bağışıklığı kazandıran şey güç. Allah'ın fazla olduğu bu bünyeyi hangi eleştiri mikrobu sarsabilir ki… Kutsal korkulukları var onların.
Din müthiş bir tehdit coğrafyası sunuyor bize ve tersi bir af coğrafyası da. Paradokslar var. Mizacım ise suçluluğa daha yatkın. O yüzden tehditleri daha çok hissediyorum. “İslam'ın ilerisi”ne g itmeden suçluluktan ve tehdit lerden sıyrılamıyorum. “Allah kulunun zannı üzerinedir.” sözüne davranan insan ruhunun hilesi ve fazla iyimserlik… Allah bizim nankör, bencil ve kirli yaratıklar olduğumuza dair bize ders mi vermek istedi? Onun bize ders vermeye ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Belki kendimizi tanımamızı istedi. Benim, dinlerin sınırlarından çıkabilen bir Allah inancım var. Metafizik bilmiyorum, tasavvufi şiirleri seviyorum.
Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk
geldik.
Şiirim kapitalizmin sarmaşıkları içinde, dinin
çizgisinin silindiği sınırlarda, ulus-devlet hapishanesinde yazılıyor. Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk geldik. İyi etiketleri yakaya yapıştırmak için ucuz sloganlar kullanılıyor. Kapitalizmin sarmaşıklarından kurtulamadan bu konuda özellikle şiirlerde rahat bir şey söyleyemem herhalde. Kapitalizm büyük balık mı? Çünkü din de midesinde duruyor. En azından dini argümanları iyi kullanan Akp iktidarını düşünürsek. Ulus-devlet politikaları arasında ise şunu diyebilirim: Özerk Rojava Anayasası çok güzel.
Biliyoruz ki hepimiz “kemiklere saygı duruşuna kalkan” öğrenciler olduk sıralarda, sen de bu sıralardan geçtin muhakkak. Ayrıca “büyürken hep korkutan bir dindedem” demişsin bir dizende. Çocukluğunun “yuvarlak anları”, “bir öğrenci trafik kazası olup ölmüştü lisedeyken” gibi anları veya daha başka türlü çocukluk anları şiirini besler mi? Çocukluğundaki dünya ile şu an öğrencin olan çocukların dünyası arasında değişen nedir sence?
Ç o c u k l u k a n ı l a r ı ş u a n d a k i h ayat ı m ı karıştırabiliyorsa şiirime giriyor. Çocukluk anılarının bir nostalji olarak şiirime sızmasına izin vermemeye çalışıyorum. Çünkü nostalji, bir şair zaafıdır, zor zamanlarda yükseltilen bir slogandır. Turgut Uyar klişeye slogan diyor.
Şu anki çocuklar kötülükle daha hızlı ve kolay karşılaşabiliyorlar. Aşklarla ve uyuşturucularla da. Kötülük etmeyi de çabuk öğreniyorlar. Mutluluğu kendi arkadaşlarına karşı bir silah olarak kullanabiliyorlar. Sosyal medyada sahip oldukları hesaplarının da etkisiyle bazıları daha gömülecek bazıları daha yükselecek. Asosyal tipler çoğalacak. Fireler olacak.
Çocuklardan saygı beklemek devri bitti. Her kibre misliyle karşılık veriyorlar. Hatta daha fazlasını. Biz daha “utangaç” ve “mahcup”tuk sanki. Utangaçlığı ve mahcupluğu şu anda da koruyoruz anlamına gelmiyor bu.
“Devrim” dâhil tüm kelimelerin “nişanlı” ve “kocaman” olduğu bir coğrafyada sen neden “kocaman kelimelerle konuşmuyorsun”, kocaman kelimelerle konuşanlar kimler? Bu yüzden mi dedin: “yerlere sürt kayalıklarını kibrin”?
Şehir merkezinde, bilgisayar başında, seni görmekten sıkılmış bir odada; bankamatik kartları, faturalar, resmi evraklarla kocaman
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(26)
kelimelerle nasıl konuşulabilir ki? Aldığım nefes, bir dağ başının nefesi değil.
Kendimi anlamaya ve düzeltmeye çalışıyorum. Devrim diyorsan yasaların tamamen dışına çıkmalısın. Bazı yasalar çerçevesinde devrim yapmaya çalışmak ama iyi bir kariyer getirebilir.
Kimler mi kocaman kelimelerle konuşuyor. Politik klişeleri süslü ambalajlara koyup satanlar ve öylece şöhret sahibi olanlar. Sonra şöhretle yetinmeyip büyük ve derin halk kitlesine öğüt verme hakkını kendinde bulanlar.
Dursun Göksu bir yazısında şöyle diyor: “Bir süre sonra fabrikasyon bile olabilecek bir şiir dökümü çıkabilir karşımıza. Böyle bir sorunla karşılaşabilir Çaçan.” Sen böyle bir tehlike öngörüyor musun? Yine aynı yazısında Göksu şöyle demiş: “Şehirli biri vardır şiirlerinde. Şehirli biri yani bireyci.” Bu bir suçlama mıdır yoksa yazdıklarının şehirli ve bireyci olduğunu kabul ediyor musun?
Şiirdeki kaderim hakkında öngörüde bulunamam.
Ama ben şiirde kendimi “kazıcı”lardan sayıyorum.
Ayrıntıcıyım. Birbirine akraba bazı ayrıntıları
bulup çıkarıyorum. O ayrıntılar biterse elbette
yeni bir rezerv arayışına beni iteleyecek mizacım.
Çok şey söyleyebilmek için kendi hayatımdan
kopamam. Çok şey söylemek bazen insanı
gerçeklikten ve samimiyetten koparıyor.
Birbirine gönülden bağlı bir topluluk zaten büyük bir şiirdir.
Elbette yazdıklarım şehirli bir bireyin şiirleri.
Zaten bir cemaat yani topluluk içinde
olduğumuzu kim söyledi? Hepimiz çoktan
dağıldık. Birbirine gönülden bağlı bir topluluk
zaten büyük bir şiirdir. Öyle bir topluluk olsaydı
günümüzdeki gibi şiirler yazılmazdı. Şiirler
bilgelikle dolu olurdu.
“Orda” işaret zamirinin birçok yerde sıkça tekrarladığını görüyoruz. İşaret ettiğin orası bizim ne kadar uzağımızda? Zarifoğlu'nun dediği gibi “orası neresi burası bir adam”?
Orda, aşağıda. Orası, aşağı. “Dünyanın Alçak Kısımları”. “Bir dağın çarpıklığını bir sevinç sanarak” baktığımız her yer orda'dır. Ya da şöyle: “Orda bir köy var uzakta / O köy sizin köyünüzdür.” dizelerinden bile uzağı “orda”dır. Şiirlerdeki “orda” işaret zamirinin neresi olduğu bu zamirin kullanıldığı şiirlerden kolayca çıkarılabilir.
Başlıklar şiirlerle uyumlu, gayet bütünlüklü şiirler. Dizeler arası geçişler hiç rahatsız edici değil. Bu dikkatimizi çekti. Şiirdeki işçiliğe olan inancını merak ediyoruz. İşçilik süresine ve şiirin bitişine nasıl karar veriyorsun?
Çok da emek verilmeyen (buna bilinçaltı emeği diyebiliriz), kendiliğinden gelen o ilk taslak (ilham mı diyelim buna bilmiyorum), bende küçük bir taslak oluyor. Gerisine günlerce düşünmek ve kafa patlatmak kalıyor. Ben şiiri kısa sürede bitiremiyorum. 3-4 ayımı alıyor bir şiiri bitirmek. Ve klişe olacak ama şiir hiç bitmiyor; karar veriliyor bittiğine.
Şiir daha sıcakken, yani daha yeni yazılmışken bana direkt güzel gelen yerler oluyor. Ama sonra bu d ize lerde b ir b i t yeniğ i o lduğunu tecrübelerimden çıkardım. Şiir daha sıcakken bana güzel gelen yerleri varsa çok büyük ihtimalle o yerler başka bir şairden etkilenip yazdığım yerler oluyor. Tabi yazarken bunun farkında değilim. Sonradan bu yerleri çıkarıyorum.
Yeni yazılan şiir ilk okunduğunda yazarına yabancılık hissi vermiyorsa başka şairden büyük bir etkilenme vardır o şiirlerde.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(27)
'Eğer bir ülkede yönetici olsaydım, şüphesiz
öncelikle dili düzeltirdim' der Konfüçyüs. Toplumların
hafızalarını oluşturan dil, onları arzu ettiği ölçüde
yönlendirmek ve yönetmek isteyen yöneticilerin
daima 'önem verilmesi gerekenler' hususunda birinci
sırada yer alır.
Toplumsal hayatta yapılması muhtemel
değişiklikler-yenilikler ve topluma ait olan
özdeğerlerin dönüştürülmesi, bir nevi dilin, sahip
olduğu kelimelerin de değiştirilip- dönüştürülmesi
manasını taşır. Zira halkın, inandığı ve korumacı
davrandığı değerler hususunda, zıttı inkılâplarla
reddiyeye zorunlu tutulması, elde olan tüm
argümanlarla yenilik getiren kesime büyük eleştirileri
de beraberinde getirir.
Burada, 'Yapılacak büyük çaplı sistem
değişikliği yahut kanun ve inkılâplar için neden dil
üzerinde oynanması gerekir?' sorusunun, kendi içinde
taşıdığı iki cevap ortaya çıkıyor; Birincisi, toplumun,
kutsal addetdiği değerler konusunda –haklı olarak-
savunmacı davranması ve bu davranışın 'dil' aracıyla
yenilik karşıtı argümanlar geliştirmesinin aynı zamanda
da güçlü eleştiriler getirmesinin, insanları da bu
noktada toplamasının önünü kesmek amacı taşır.
İkinci olarak; 'Yöneticilerin, topluma
indirgemeci-toptancı bir anlayışla getirdiği yeniliklerin
ruhuna müşahhas, onu en iyi şekilde ifade edip,
yayabilecek olan yeni bir iletişim kanalının
oluşturulması; yani dilde form değişikliği yapılarak,
inkılapların topluma daha kolay intişar etmesini
sağlamak' amacı söylenebilir. Bu da yeni nesillerin
farklı kurallar, reformize edilen dil ve yeni bir
müfredatla yetiştirilmesini sağlar. Yani, eski kültürü,
baltalanmış değerleri, başkalaşıma uğratılan toplumu
görmemiş olan 'yeni neslin', itiraz etmesi için de bir
sebep kalmaz! Bu bağlamda da, yeni sisteme karşı
durabilecek olan tek kuşağın kırılma dönemini gören
ve yaşayan insanlardan ibaret kalacağını söylemek
mümkün.
18. yüzyılda başlayan ve takip eden iki yüzyıl
boyunca devam eden kırılma süreci, 1928'in
yaşanacağının bir işaretçisi ve açık delilini
oluşturuyordu şüphesiz…
1923 yılında cumhuriyetin ilan edilmesiyle
birlikte Kemalizm, toplumun kodlarına olan
uyuşmazlığını gidermek adına, ülkenin her alanına ve
ülkede yaşayan her bireye nüfuz etmeliydi, kendini bir
şeki lde kabul ett irmel iydi . Toplumun dini
müessesinden, eğitim faaliyetlerine, kılık kıyafetinden,
kültürel faaliyetlerine hatta lisanına ve harflerine
kadar süngüyle de olsa hayata geçirilmeliydi, öyle de
oldu.
1920'de kabul edilen Misak-ı Milli'yle birlikte
devletin resmi politikası ve halkın tasavvur anlayışı
değiştirilmiş, saltanatın kaldırılmasıyla birlikte padişah
ve sülalesinin sürgün edilmesi, toplumun genelinde
soğuk duş etkisine neden olmuştu. 1924 yılı geldiğinde
ise sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yanındaki
Müslümanlar 1300 yıll ık hilafet makamının
kaldırılmasına acı bir şekilde şahit olmuştu.
Bunun yanında Kemalist ideolojinin dayanak
noktası olan sekülerizm; tekke ve zaviyelerin
kaldırılması, şapka kanunu-kılık kıyafette değişiklik,
takvim, saat ve ölçülerde yapılan değişiklikler, tevhid-i
tedrisat kanunu, medreselerin kapatılması, şerri
hukukun kaldırılması gibi kanun ve değişikliklerle
Müslüman topluma darbe üstüne darbe indirdi.
İslam'ın hayat alanının tamamından silinmesi
projesi, eğitimin tekelleşmesi yani sekülerize edilerek
laiklik üzerinden gerçekleştirilmesi harf inkılâbını da
beraberinde getirdi. Türkçenin sadeleştirilmesi, eğitim
öğretim için gerekliliği ve okuma-yazma oranının da bu
yeni devrimle (!) artacağı kılıfıyla 1 Kasım 1928
tarihinde 1353 sayılı 'Yeni Türk Harflerinin Kabul ve
Tatbiki Hakkındaki Kanunu'nun kabul edilmesiyle harf
inkılâbı hayata geçti. Böylelikle 900 yıl boyunca
kullanılan alfabe, yerini Latin alfabesine bıraktı.
Burada tarihe karışan şey sadece Osmanlı
alfabesi değildi. Harf İnkılâbıyla beraber kökleriyle,
yüzlerce yıllık külliyatıyla bağları kesilen toplum, ulus
devletin 'tek tip insan modeli' anlayışıyla birlikte
bireyciliğe adım atarak sahip olduğu 'ümmet'
kavramını da yitirdi.
Zira, kullanılan dil, alfabe ve kelimelerin ifade
ve anlamları, toplumun sahip olduğu kültüründen,
geçmişinden bir ruh taşır. Taşıdığı mana bakımından bir
özelliği, safiliği bulunur. Kur'an ve diğer ilahi metinler
dahi toplumun sahip olduğu dil üzere inmiştir.
Abdurrahman Arslan'ın dediği gibi, 'Her peygamber,
kendisi ile birlikte getirdiği mesajı, kavmine
ulaştırırken, aynı zamanda o kavmin diline ilişkin
kavramları sekülerlikten ayıklayarak tevhidi
oluşturmak için yeniden inşa etmiş olur' der.
Bu durum, kullanılan dil ile yaşanılan din
arasındaki bağın önemini gözler önüne seriyor.
Batılı düşünce/laik yaşam/seküler hayat
uğruna bir gecede toplumu cahil bırakan Kemalizm,
eğitimde yapılan onca kanun değişikliğine rağmen, -
Harf İnkılâbının Götürdükleri IIburak bir
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(28)
eğitime gerektiği şekilde ehemmiyetin verilmemesi ve
gerekli yardımların yapılmaması sonucu- iddia ettiği
gibi eğitimli, okur-yazar değil, tam tersi bir manzarayla
karşılaştı. İnkılâbın olumlanması adına, çarpıtılan okur-
yazar oranları bir yana, kanunun kabulünden sonraki 7
senelik süreçte okuma yazma öğrenenler toplam
nüfusun ancak yüzde 10'una tekabül ediyordu. Bu minvalde Ayşe Hür'ün, Derin Tarih Dergisi'nde kaleme aldığı yazıdaki savunduğu görüş, inkılâbın iddia ettiği amaç ile ortaya çıkan sonuç eksenindeki gerçekliği açıklamak adına önemli bir yer tutuyor. Hür, 'Kemalist modernleşme hamlesinin köşe taşlarından biri olan 'Harf Devrimi' toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmeye yaradı’ Peki Kemalizm sevdalısı inkılâp savunucuları, toplumun kaderini ateşe atan bu Kemalist Devrimi hangi istatistikî değerlerle haklı çıkarıyor, bu uygulamanın başarılı olduğunu neye dayanarak savunuyor? Harf İnkılabı, Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1928'de Arap Harfleri'ni kötüleme, Latin harflerini millileştirme ve övme konulu –sık sık alkışlarla kesile- konuşmasının ardından kabul edildi. Kazım Karabekir'in, 'İslam Âlemini parçalamak isteyenlerin ortaya att ığ ı bir f ik ir ' o larak değerlendirdiği harflerin değişimi talebi aslında 1860'lara kadar uzanıyordu. Alfabenin aynı kalması, bazı kuralların reforme edilmesinin istemiyle başlayan ve 1928'e uzanan süreçte, yenilikçi aydınların değişim talebi önceleri itibar görmedi. 20. yüzyıla gelindiğinde ise savaş zamanında, askeri raporların gecikebileceği ve bu durumun savaşın kaderini olumsuz yönde etkileyebileceği düşüncesiyle, harflerin değişimine toptan karşı çıkılmamakla beraber bu talep'zamansız' olarak nitelendirilmişti. Nihayetinde ise muasır medeniyetler seviyesini (!) hedefleyen; seküler, modern ve indirgemeci-toptancı bir anlayışla hareket eden Kemalizm zincirinin, önemli halkalarından biri olarak telakki edilen harf inkılabı gerçekleşti. Peki harf inkılabı hangi gerekçelerle zaruri kabul edildi, neden gerçekleşmeliydi? 20 yüzyı l ın başında hortlayan Arap Düşmanlığı, Doğu'nun gerici olarak nitelendirilmesi-izlerinin toplumdan silinmesinin gerekliliği ve alfabeyi kolaylaştırarak 'cehaletin' ortadan kalkması, harf değişiminin gerekliliğinin nedenleri olarak ortaya koyuluyordu. Çünkü dönemin zihin algısına göre, ortada bir cehalet vardı; bu cehaletin nedenlerinden biri de Arap harflerinin zor olmasıydı. Araştırmacı-Yazar Mehmed Niyazi ise Derin Tarih'te yer alan makalesinde, okuma yazma oranlarının düşüklüğünün harflerin zorluğuna bağlanamayacağını şu satırlarla aktarıyor; 'Biz, okuma-
yazma oranının düşüklüğünü harflerin zorluğuna bağlayamayız. Okul yoktu, savaşlardan başımızı kaldıramadık. Son yüzyıla bakarsak; 1897'de Tselya Harbi, 1911'de Trablusgarp Harbi, 1912-13'te Balkan Harbi, 1914-18'de Cihan Harbi, 1919-22'de İstiklal Harbi… Peki ne zaman çocuğunu okutacaksın? Hangi parayla köylere okul yapacaksın?’ Büyük reform olarak nitelendirilen ve okuma yazma oranlarının büyük ölçüde arttığı şeklinde inkılabın başarılı olduğunu kanıtlamak isteyenlere nazaran, Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet kitabında ortaya koyduğu istatistikler harf inkılabının acı gerçeğini gözler önüne seriyor; '1927-1935 yılları arasında okuma yazma bilmeyen 11 milyon 544 bin kişiden, yalnızca 1 milyon 347 bin kişi okuma yazma öğrenmiştir.' Kaldı ki, 1950 yılındaki okuma-yazma oranlarının dahi, 1895'teki okuma yazma oranlarına yaklaşamamıştı. 'Milli' kılıfıyla pazarlanan Latin harflerinin, harflerin değişimi sürecisince çokça dillendirildiği gibi milli bir amaç güdülmediğini, Mustafa Armağan iki karşılaştırma yaparak açıklıyor; 'Madem bir Türk alfabesi aranıyordu, neden İsrail'in 2 bin yıl önceki İbrani hurufatına döndüğü gibi, milli alfabe olan Göktürk harflerine dönülmedi de, Latin harfleri tercih edildi?’ Armağan'ın iki harf değişimi üzerinden sorduğu sorudan da anlaşılacağı gibi amaç, 'Yüce Türk ulusuna yakışan milli bir alfabe' falan değildi. Zira, İsrail 2 bin yıl öncesine dönerek geçmişi restore etmeyi tercih ederken, Mustafa Kemal, 1928 yılı geldiğinde geçmişi yıkmayı tercih etti. 900 yıllık külliyatı ortadan kaldırmayı tercih eden M. Kemal, 1928'deki Latin darbeden sonra, bir dizi sıkı önlem almayı da ihmal etmedi. Arapça ve Farsça'nın okullardan ders olarak kaldırılmasıyla başlayan yıkım tedbirleri, imam-hatip okullarının kapatılması ve eski yazının gazete, dergi ve kitaplar basımında yasaklanmasıyla devam etti. Eğer iddia edildiği gibi 'Arap harfleri, terakkiye maniydi, kalkınmanın gerçekleşmesi için de Latin harfleri gerekliydi' savunması gerçeği yansıtsaydı; Rusya, İsrail, Japonya ve Çin kalkınma ve ilerlemeyi sağlayamamış ülkeler sınıfında mı değerlendirilecekti? Harf İnkılâbı zorbalığının öncül ve ardıl inkılap-uygulamalarına bakıldığında amaç ne milli bir alfabeye duyulan istek ne kalkınmaya duyulan özlem ne de okur-yazar oranının yükseltilmesiydi… Modernizmin ilmek ilmek işleneceği yeni bir ülke, yeni bir ulus tahayyül ediliyordu. Yaşamın her alanında İslam'dan arındırılmış bir toplumu amaçlayan zihniyetin asıl isteği ise; Müslüman toplumun, 900 yıllık İslam külliyatıyla olan bağının kesilmesiydi. Köklerinden koparılan toplumun -suni ideolojilerin aşılanabilir kıvama gelmesi için de- okuyamaz, düşünemez hale getirilmesiydi, başarılı da oldular…
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(29)
şiir ve devlet -III- (karac’oğlan)
cundullah fidan
Şiirin devletle ilişkisini Karacaoğlan üzerinden açıklamaya ve bu sayede devletin halk şiiri içinde nasıl yer edindiğini görmeye çalışacağım. Bu da bize halkın devleti nasıl konumlandırdığını gösterecektir diye umuyorum.
Ömrüm uzun eyle Bari HüdaHamd ü sena şükür etmek isterimÇalışıp kazanıp nefis taamlarDişlerim var iken yemek isterim.
Açıldı dehanım söyler zebanlar
Sana muhtaç bunca şahlar gedalar
Al yeşil hırkalar türlü libaslar
Böylece münasip giymek isterim
Bir küheylan at ver istemem eşekÜstü Kaplan postu tek olsun öşekKuş tüyünden yastık yumuşak döşekKeçeler içinde yatmak isterim
Bir güzel isterim ahu bakışlıGerdanı bir karış benli nakışlıİnci dişli olsun hem kara kaşlıBoynuna sarılıp yatmak isterim
....
Şiirde Karac'oğla'nın arzusunun dünya nimetlerine yönelik olduğu oldukça açık ve tüm bu nimetleri en başta ona ömür ve hayat bahşeden Bari Hüda'dan talep etmesi ise kaçınılmaz. Haliyle bu türden bir a r z u n u n d i l e ge l i ş i a n ca k d u a o l a ra k nitelendirilebilir.
Peki, bunun devletle ilişkisi nerede? Bu sorunun yanıtı için önce bir sanat eseri olarak halk şiirinin neyi gösterdiğini belirlememiz gerekiyor. Şu kesin gösterilen de eserin kendisi. Eserde bir dua ve arzunun ifadesi var. Yaşama ve dünya nimetlerine dair bir arzu bu ve onları teker teker sayarak Karac'oğlan arzusunu en açık dille ifade ediyor. Ve;
Karac'oğlan der ki böyle kalaydımZahir batın muradıma ereydimOl gün dahi cemalini göreydimHakk'ın didarını görmek isterim
sözleriyle şiirini bitiriyor. Haliyle Karac'oğlan'ın asıl arzu ettiği Hakkın didarını görmektir ve göstermektir. Hakkın didarının tüm dünya nimetleriyle bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz ve biliyoruz ki (bir kaç kıta öncesinden) "Yedirdin içirdin hepsi de yalan" mısrasıyla ifade bulan da bu nimetlerden başkası değil. İşin ilginç tarafı Karac'oğlan “böyle” kalmak istemektedir. "Böyle" yani şiiri söylerken onun duasına bir ses olarak imkan sağlayan o mekanda kalmaktan başka neyi arzuladığını bize söyleyebilir ki? Nimetleri yalan olarak nitelendirmesi, üstelik hala böyle kalmayı arzulaması, bir tezattır. Hatta kıtanın tamamına baktığımızda bunu pekâlâ görürüz:
Yedirdin içirdin hepsi de yalanAhir ömrümüzü ederler talanBu sözüm dinleyip nasihat alanİşidip tutanı duymak isterim
Azrail göğsüme çöktüğü zamanÖyle bilin halim perişan yamanBülbülün kafesten uçtuğu zamanCesedimi kabre koymak isterim
Burada da kendi hayatının faniliğini de ardından vurgulaması öncesinde kendisini dinleyip nasihat alacak birilerini duyma arzusuyla çelişir gözükmektedir. Madem tüm bunlar yalan ve yalan olan şeyin arzusunun izhar ettiği bir ifadeden kim ne nasihat alabilir ya da almalıdır. Bu durumda Karac'oğlan almamız gereken nasihatin bu fani ve yalan olan dünya nimetlerinden aynı şekilde yiyip, içip faydalanmamız ve buna başkaları için de imkân sağlamamızdır. Çünkü artık seslendiği Bari Hüda değil, tam olarak onun sözlerinden nasihat alabilecek başka fanilerdir.
Haliyle Karac'oğlan şiirinde, dünya nimetleri, bu nimetlerin faniliği, bu nimetlerin Hakk ile olan ilişkisini açıklar ve bizim bu nimetlerden nasiplenerek Hakkın cemalini en azından zahiri olan kısmını görmemizi ve başkalarının ömrünü de talan etmememizi ister. Karac'oğlan hem bir yaşamın işleyiş şeklini gösterir, onun yüzünden peçesini arzusuyla kaldırır, hem bir nasihat verir.
Şiirde peçesi kaldırılan devletin asli anlamından başka bir şey değildir, bir döngü (toplum ve bireysel yaşamın döngüsü) ve nimet olarak devlet.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(30)
fabrikasyon gömleğin altında hesapsız bir beden tekayaküstünde b itki n
viral girmiyorum milenyum çocuğuyuz. burda anlaşalım
bacakomuza birleşen milletlere sıcak su gerek yoksa biliysn
yavşaklaşma meyili olanlara ayrı bi gıcığım ar
sızlanmayın işe yaram.az kırmızı kabloyu kesmeyin eter
varsayımsal meteorem düşünlüyorum ünce olar dersem
düşünce acımaz aksine kan basıncı + bir miktar y.ara
çoğacayip iletişişimimizin esi kısık parlaklığı da +rırsan
eziyet ediyorlar eğlenceyeçin sadomazo değilim
komşun açsa bahçesindeki çimenler daha yeşil
daha emniyette değiliz prozağım azdı bak. az daha unutuyodum
montajlıyoruz şeysi basit bi kurgu aslınca. hiçyok.varhep
hani benim de bodrum katlarındaki teyzelere kumanda pili almışlığım çok
öbürleniyorum-dünyadan saptıkça kendime-sırra kadem atlıyom
sardı yine esraar bak almasın saklı soyunaşalım
trapez kırıl dımtıs cıstak puğulu kark bana küven gark sana puna lark
klostrohobikim senden alıp veremediğim çokoy
çarpıtırım böyle s.özcükleri cuk şöyle otururları
katl(a[nla)dım zırhımı yedek canım da var aduket.
ki saklanırım da olmaz ama sakinleşemem fakat hırslanırım sanki
teslim olmak yok intihardan medet umamam
kırmızı ışıkta yolcu indiren otobüs şoförleri topumuzu kesemez
turizizm tutmadı turistler bağrınca anlamıyo
sazım [ ] sözümü demeye yar.alıp.aran.tez gül tablasında
lanet olasıca pislik seni aşşağlık piç kurusu adi domuz kıç yalayıcısı
bir ad anmışlığım var onu sana aldanıyorum önümarkamyanımyöremebe
ka.andırmıyorumuz ke.estirmiyorumuz ka.aldırmıyorumuz ke.emirmiyorumuz
hayra hayret hayrat hayırburak yıldız
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(31)
kör göllere dökmemi istemedin suyumu ve uyumu leylâk muştumu ondandır önümde eğildin kırmızılar güllere varanda
ben toprak olmayı becerebilsem sürünürdün bana sürülürdün usulca kuzunu bi gece kurban verdin romaya kırmızılar şaraba varanda
bi gün belki gelirim çömleğime ak ak yuyup saçlarını mormor sererim ki her biri gotik bi aura omuzlarına kırmızılar çamura varanda
edebsiz putlarını yonttuğun yerler dokunduğun yerler dokunulduğun gök gülüşkıran hüznüne habire keman kırmızılar şaire varanda
kırda bi yel değirmeni çizerim bir yunak çalakalem bi dudak berisine o suya kırk defa seni çizerim kırmızılar kevire varanda
kalk bana tarhana pişir âhumsadaka şiirdendir
cinlerarası diyalog başladığındahani saçların leylî olur koşardı
vâizler banker olduğundaağzın nokta olur cim karnını eşerdi
şunların politik sırrıklara divan duran şiiriidrâk değil âhum idrar haznesine düşerdi
o vakıt gamın gamzen vur sasıya gâvuraseher yediği haltı kuşluk yine aşerdi
o vakıt kalk kilise boylarından kelle getirekağu tasta kem bedduâ pişirdi
kalk bana ezogelin pişir sevdiğiminfâk başaktır
çorba gazel
kırda bi yelmehmet doğan
mehmet doğan
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(32)
Suheyb'in İstanbul'a gelmesine yirmi dakika vardı. Havaalanından semte geçmesi ise yarım saati bulurdu. Yaklaşık bir saat beklemeleri gerekiyordu. Ne yapalım diye düşünürken kendilerini çay ocağında oturuyorken buldular. Meydanın başındaki ilk mekânlardan biri olan dayı'nın yeri serin bir yerdi. Aslında buranın adı Nostalji Cafe'ydi ama kimse bu ismi kullanmıyordu. Hatta mekanın sahipleri bile ne zaman sorsak bu ismin oraya sonradan gelip giden müşteriler tarafında konulduğunu söyler. Mekân hem kahvehane-çayocağı hem de tarihi bina olduğundan geleneksel kültürü andıran bir yapıya benziyordu. Yavaş yavaş soğuyan hava onları kaldırıma attıkları masadan kaldırtıp içeri geçmeye mecbur bıraktı. Kalabalık dağılır dağılmaz en köşeye kuruluverdiler. Oturdukları yerin hemen bitişiğinde bir cafe daha vardı. Aralarındaki mesafe yarım metre vardı yoktu. Her iki tarafa oturan herhangi biri aralarındaki şeffaf brandadan dolayı karşı karşıya derin bir konuşmanın içerisindeymiş gibi oluyorlardı. O akşam derbi maç olduğunu bilselerdi orada iki dakika bile durmazlardı. Çünkü maç olduğu zamanlar meydanın gürültüsü çekilecek gibi değildi.
Bera: “E madem oturduk bari maça bakalım arkadaşlar. Serkan zaten geldiğinden beri izliyor.”
Çakırcalı: “Evet ya bence de.”
Hep birlikte karşı cafenin duvara gömülü geniş ekranlı birkaç led televizyonlarından birine bakmak için sandalyelerini ters çevirerek arkalarına döndüler fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. İki mekânı ayıran şeffaf naylon brandadan rahatsız olan ama başka da bir çözüm üretemeyen cafenin sahibi ekranı oradan kaldırtmıştı.
Gıynaş gülerek: “Adam bize resmen defolup gidin diyo ya la.”
Cundi: “Geçenlerde de renkli perde çektirmişti bu tarafa biz izlemeyelim diye. Aristoteles zannediyor kendini pezevenk.”
Burak: “Abi nasıl bir utanmaz heriftir bunlar ya!”
Oğuz: “Şişt. Beyler kızlar karşımıza oturdu. Kızları izliycez artık. Zaten diğer ekranlar da küçük gösteriyor.”
Kızlar şeffaf brandadan kendilerine doğru bakan altı erkeğin karşısına oturup maç izlemeye başladılar. Ara ara dayı'nın mekânındakilerle göz göze geldiklerinde birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı. Estetik olsun diye dar kotun üzerine formasıyla aynı renkleri çağrıştırıcı bir başörtüsü giymiş olan ve davranışlarıyla kendini fanatik ilan eden kız diğer arkadaşlarına hafifçe eğilerek:
“Şunlar var ya. Burada hep maçı bedavaya getiriyorlar. Çayı da ucuzmuş. Maço bunlar kızım. Yakışıklılar da ama. Anlayamıyorum bunları bir türlü. Alla ya!”
Söyledikleri pek duyulmuyordu ama mimik ve hareketleriyle dalga geçtikleri her hallerinden belliydi. Lahmacun yerken zaman zaman sırtlarını onlara dönüp “sefiller açsınızdır da siz şimdi” der gibi dudaklarını yalarken göz teması kurmayı ihmal etmiyorlardı. Bu durumun farkına varan Gıynaş arkadaşlarıyla anlaşarak onlarla oyun oynamaya başlamıştı bile. Boynunu bükmüş, dilini hafif dışarı çıkarmış melül melül kızın elindeki lahmacuna bakıyordu. Kızcağız önce ne yapacağını bilemedi. Ağzı tıka basa doluydu. Daha sonra lahmacunu “ister misin” der gibi arada hiçbir engel yokmuşçasına uzatarak kafa hareketiyle “al hadi al” dedi. Bunu gören diğerleri hep birlikte ayağa kalkarak “bana da bana da” dediler. İki üç dakikalık iletişim krizi sonrası kızlar olayın ne olduğunu çözmüş gibiydiler. İki tarafın müşterileriyse maçı bırakmış iki grubun aralarında geçen sessiz sinemanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dayının mekânındakiler yeni bir karar aldılar ve maçın duraksadığı anda hepsi birlikte ayağa kalkarak 'goool' diye bağırmaya başladılar. Ses sadece bulundukları yerde değil meydanın her yerinde yankı bulmuştu. Bütün gözler onların üzerindeydi. Anlamak için baştan aşağı süzmeli bakışlar, öfkeliler, meczup zannedenler… Ve niye kahkaha attığını bilmeyen kızlar… Cevap verene kadar kimsenin üzerlerinden bakışlarını çevirmeyeceğini anladılar ve yine tek bir ağızdan suçlu bir çocuk edasıyla:
“Şaka yaptııık, şaka yaptıık, şaka, şaka”
diye meydandan çıkarak bu eylemi ülkenin her
yerinde yapmak için antlaşıp dağıldılar.
şeffaf branda
mustafa kadir çelik
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(33)
Nereden çıktı bu fikir, neden ihtiyaç hissettiniz böyle bir
şey yapmaya, kaç kişisiniz?
Bu fikrin çıkışında üç sebep bulunmaktadır. İstanbul
Evsizler Evi Derneğinin kurucu grubu olarak
birbirimizi 4-5 yıldır tanıyorduk. Arkadaşlarımızdan
Filiz Işıker iki yıl önce İstanbul Şehir Üniversitesinde
'Evsizler' üzerine yüksek lisans yapmaya başladı.
Kendisi arkadaş grubumuzda bu konuyu gündeme
taşıdı. Diğer yandan, kışın soğuk havalarda özellikle
İstanbul'da ölen insanlar ve devlet kurumlarının
sadece -4 derece hava sıcaklığında evsizleri spor
salonlarına toplaması vicdanımıza sığan bir şey
değildi. Bu da bizi böyle bir dernek kurmaya
yöneltti. Dernek yönetim kurulunda yedi kişiyiz.
Tabi ki bağışçılarımızın sayısı çok daha çok.
Devlet, belediye veya özel kuruluşlar evsizlere yeterli
imkân sağlamıyor mu?
Türkiye'de bütün şehirlere yayılı bir evsizlik
problemi yok. Öncelikle bunu belirtmemiz
gerekiyor. Büyük şehirlerde öne çıkan bu probleme
karşı devlet, hava sıcaklığı -4 derece olduğunda 3
günlüğüne evsizleri spor salonlarında misafir
ediyor. Bu bilgiyi haberlerden rahatça elde
edebilirsiniz. Mevcut durumda 'özel' evsizler evi
olmasından ziyade devletin en düşük maliyetlerle
bu işi sahiplenmesi çok daha makul olacaktır.
“Evsizler Evi” nedir, ne tür imkânlar barındırıyor? Hangi
tür evsizlerle ilgileneceksiniz?
Evsizler Evi, yıl boyunca evsizlere kucak açacak bir
evdir. Evimizde şartlar son derece standart ve
yeterlidir. Evimiz 100 metrekare bir bina katında
kiralık olarak bulunuyor. İki öğün yemek belediyeler
tarafından sağlanacak. Duş-wc imkanı mevcut.
Isıtması elektrikle sağlanmaktadır. Mümkün
mertebe muhtaç insanlara kucak açacağız. Öncelikli
olarak bağımlılık yapan maddeleri kullanmayan
insanlara öncelik vermeye çalışacağız. Bir insan
düşünün: Ailesinden bir şekilde ayrılmış ve işinde
iflas etmiş. İşte evsizler evi, bu insanın hayata tekrar
tutunabilmesi için ona bir yıllık fırsat sağlayıp bütün
standart giderlerinin karşılanacağı bir mekândır.
Evsizler evi, belediyenin uygulamalarından farklı
olarak 365 gün boyunca açık olacaktır. Evsizler
Evinde yıllık barınma ihtiyacı, günlük iki öğün yemek
ihtiyacı, kıyafet ihtiyaçları karşılanacaktır.
“Evsizler Evi” hakkında Muhammed Mansur Acuner'le..
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(34)
Bu çalışmanızın İstanbul'daki evsizler için yeterli
olmayacağı açık, peki başka evler de açılacak mı?
Evsizler evi açmak tamamen sorumluluk alacak
insanlar ve nakit akışının düzenli yapılmasına
bağlıdır. Böyle bir çalışma yaparak insanları bu
konuda daha organize davranmaları hususunda
cesaretlendirmek istiyoruz. Çünkü zaten birileri
ufak tefek yerel şeyler yapıyor. Bu çabalar bir parça
organize edilirse verimli sonuçlar alınıp daha fazla
insanın ihtiyacı karşılanabilir.
Bu işe giriştiğinizde ne gibi olumsuzluklarla
karşılaştınız?
Kiralık ev bulmak gerçekten zor. Genelde müstakil
ev bulmaya çalıştık. Fakat bu durumda kiraların
yüksekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldık. Kalan
kısmına, özellikle kıyafet ve eşya yardımı,
çevrenizdeki insanlar yardımcı oluyor.
Sizin dışınızdaki insanlar bu konuda ne yapabilirler?
İnsan, tek başına yaşaması mümkün olmayan,
organize olarak yaşaması gereken bir varlıktır. Bu
anlamda, evsizler konusunda da organize olunmalı.
Biz bu anlamda güzel bir adım attığımızı
düşünüyorum. Eğer Türkiye'deki insanlar tek
başlarına bir çalışma içine giriyorsalar, onlardan rica
ediyoruz, 3-5 arkadaşlarıyla organize bir çalışmada
bulunsunlar.
Sizin dışınızda bu çalışmayı yapanlar da var, onlarla
irtibat halinde misiniz?
Şefkat-Der, bu meseleyle uzun zamandır ilgilenen
bir dernek. Hayrettin Bulan Bey'i yaklaşık olarak bir
yıldır tanıyor ve ona muhabbet besliyoruz. Kendisi
derneğimizin kuruluş aşamasında tecrübelerini
bizimle paylaştı ve işimizi ciddi anlamda
kolaylaştırdı. Kendisine teşekkür ediyoruz ve sürekli
irtibat halinde bulunuyoruz.
***
Evsizler Evi için iletişim bilgileri:
evsizlerevi.org
twitter.com/evsizlerevi
facebook.com/istanbulevsizlerevi
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(35)
I. İmbroz için
Ve kaçarken yerliler
Gereği düşünüldü.
Zarif suçlar işlemiştin
Her acıya bir muadil getirttin
Oracıkta kurdun obanızı
Çulu çaputu serip kurumamış kanın ve tozun üstüne
Öyleyse
Kurarken kentlerini
yanına al
bolca şek bolca şüphe
Kolhoz ve de toprak…
Adları kaldı yalnız: hun!
Kalanlara üzülmediler desem
Gittiler artlarını alarak önlerine: hun!
Acıya illa ölüm katışmaz
Kaçmak acının en korkunç hali: hun!
Dört tilmiz bir mektepte:
Yorgo- belki de ilkinin ismi
Nikolos- belki de ikincisi
Stelyo- olabilir üçüncüsü
Sonuncusu kız: Helena olması muhtemel.
Milliyetçil yerlerimi aldırdım
Sizin olan ne varsa öperek alnıma (1)
öperek alnıma (2)
öperek alnıma (3) koyup teslim ediyorum.
Al ve kabul et! Hun!
ütopya için öneriler
enes malikoğlu
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(36)
-sayabilir miyim sokağın karanlığını,
kaç tane eder gölgemden?-
1.
Sızılarından sevdirir kendini su,
Seninse çağlayandır ya sesin
Yaşatan ve öldüren hep aynı hicaz
Bu fasıl başka fasıl, yüzün hüznümün şirazesidir.
2.
Bak!
yine yüz küsürüncü kez serseri, mayın ve buğdaysın aynı toprakta
dünya durmadan diriliyorsa baharın ırmaklar gibi
buluttan şelaleden
falandan filandan görünmüyorsan
yaşarsan sonra yine gel,
teselliymişçesine sevinelim göğün bir yere gitmeyişine
gözlerimden okursan güneşin hikayesini, tamam artık.
3.
hatırlamışken,
gözlerime destanlar saçılsın
anneyi hatırlatır türküler saçılsın yüzüme benim
vedalara kurulmuş bütün saat kuleleri ve meydanlar
ulusal kanal alt yazıları dahil.
4.
bir gün vardın sen
ben sana koşamıyordum
bilmem kaç milyon defa küçültülmüş şehirler de vardı
ben sana…
şehirler sarmıştı etrafımı sonra.
bir gün vardın sen
üstelik dünya, zulmüyle meşhur
İstanbul bile
güzel macera.
bir cayma vaktinde söylenen şiir
turgay demir
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(37)
günün yarısı gereksiz şeyleri düşünerek kalan yarısı
da bu gereksiz şeyleri konuşarak bitiyor topluma
sıkışmış birisi olarak insanın uzun süreli olarak
susması gerektiğini savunuyorum lakin gelin görün
ki dostlarım insanlar yoğun bir gevezelikle
yaşamaya devam ediyor.. bence anneler
çocuklarıyla çocuklar da anneleriyle konuşmalı,
gerisi boş.. insan susmalıdır, bana inanmıyorsan
ona sor, hadi sor
konuşmak yakışıyor bazı insanlara, bunu inkâr
edecek değilim ama siz de bana bunların siyasete
bulanmış kişiler olduğunu söylemeyin lütfen bunu
savunmayın politikacılar susması gerekenlerin ilk
sırasında yer alır bir şarkı dinliyorum çok güzel
kimin söylediği ya da nerede söylediği ve ne
anlattığı konusunda bir fikrim yok ama konuşmak
yakışıyor bu insana ben bunu sevdim
ve hala aynı şarkı çalıyor gecede
biri birine yangın oluyor diğeri ona rüzgar
tozlu raflara yaslanmış gibi hissediyorum kendimi
şarkı bitiyor üstümden silkeliyorum hüznü
olan oluyor anlıcan
insan garip akılsız bir varlık hocam (sen üstüne
alınma) bazen bir hatıra beliriyor gözünde aynı şeyi
tekrar görüyorsun bitmiyor bir daha görüyorsun..
tanrı insana hatıraları ve istemediği şeylerle başa
çıkabilsin diye iki şeyi daha armağan etmiş: zaman
ve unutmak.. insan güzelleri eziyor hocam bu
yüzden papatyaların üstünden yürüyüp
yapraklarını yoluyoruz.. sürekli mutsuz takılanlar
var hocam sürekli dünya başıma yıkıldı havası var
insanlarda sorunları ne? bir filmde gördükleri
karakterin sevgilileri olmayışı mı ya da
sevgilisinden ayrılmış olması mı kredi kartı limiti mi
bitmiş yoksa soralım mı hocam neden bu kadar
depresifsiniz diye? dövebilirler mi bizi? sormadık..
saat 02:07 İsa'nın doğumundan 2014 yıl sonra bir
de onun öncesinden ve sonrasından sonra..
s o n u ç ta g ü n l e rd e n ça rş a m b a h o ca m . .
unutmuyoruz.. bazen küfür iyi oluyor takma
kafana..
sevecektik ve mutlu olacaktık her şey çok basitti
aslında diyecek pek de bir şey bulamıyorum
açıkçası o kadar sorun bu kadar sessizlik saçma
geliyor susuyorum sürekli olgunluktan şikayetçi
insanlar görüyorum ''olgun değil ya, olgun
düşünemiyor, birazcık olsun olgunluk'' eh ama
sıktınız ya.. kusursuz kadınlar kusursuz erkekler
hepsinin canı cehenneme.. 6 ay 15 gün 21 saattir
saçlarımı kestirmedim.. kendimi 24 saatlik
ömrünün ilk yarım saatinde intihar etmiş kelebek
gibi hissediyorum.. saat olmuş gece 04:00 falan
b e n i m d ü ş ü n d ü k l e r i m e b a k ke n d i m e
katlanamıyorum.. başımı soğuk suya sokuyorum
bekliyorum öyle hava sıcak olmasına rağmen
soğuk suyu sevmiyorum soğuk su belki de sadece
içilmek içindir denizlere büyük ısıtıcılar atılsın biz
sevmiyoruz soğuk suyu modern dünya böyle bir
şeye fırsat veriyor değil mi soğuk sevenleri
umursama.. kafamı kaldırıyorum bir şaşkınlık..
nefes almak güzel bir şey tatlı bir his.. saçlarımı
savurup tekrar soğuk suya daldırıyorum kafamı..
ne kadar düşünürsem insanlık o kadar kurtulacak..
çok düşünmeye çalışıyorum ve sonuç olarak hiç bir
şey düşünemiyorum.. toparlanmam lazım böyle
olmaz bu işler saçlarımdaki suya dokunmadan
bekliyorum halıya dökülüyor damlalar annem
burada olsa kızardı zaten annem olmadığı için
böyle bir şey yapıyorum.. daha önce Pascal acaba
kafasını soğuk suya soktu muydu?
bütün yatları yatırcazuğur demirkıran
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(38)
ruh ve saçlarımdan düşen damlalar ne garip
şeyler.. ruh görünmüyor konuşulmuyor ama
saçlarımın uzun olması benim efendi ya da serseri
olduğumu ortaya koyuyor.. saç saygıyı peşinde mi
sürüklüyor? saclarımın ucuna saygı çiçekleri
bağlıyorum.. bir düğünde gelinin annesine veririm
belki.. kafamı kuruluyorum acaba Dostoyevski de
saçlarını böyle kurulayıp sigara yakıyor muydu öyle
bir şey yapıyorsa kızarım inşallah yapmamıştır..
yapmamış olsun ki bu yazının yazılar içinde bir yeri
olsun..
aşık olmuştum sarhoştum bir elimde adını bile
merak etmediğim bir kitap diğerinde kısa
parlament yürüyordum varoş mahallemizde
ceplerimde ufak ufak taşlar vardı bazen çıkarıp
oynardım insanların görmemesi gerekiyordu ve
cebimdeki cisimle yaşım uygun olmalıydı bazı
abiler söylemişti.. sarhoştum taşlara ve kalbime
baktım yerleri cebim değildi ya da sevdiğim kişinin
kafasına isabet etmeli beni mutlu etmeyecekti bir
karar verdim: taşları cebime değil kalbime
koydum..
insan ilk gördüğü denize atlamalı kardeşim içinden
geliyorsa.. “aman olur mu öyle şey cebimde para
var telefon var parayı geç telefon var bu telefon kaç
para biliyor musun sen” dememeli.. insan ilk
gördüğü denize rahat hissedecekse atlamalı sonra
çıkıp “oh be deniz varmış” demeli.. bana çok taş
lazım çünkü çok insan var..
insan bayat çay satan yerlerde “yeter lan bize
içirdiğiniz bayat çaylardan gına geldi bu düzene
son veriyoruz” demelidir insan budur insan ses
çıkarmalıdır insan kötüdür insan iyidir insan
umursamazdır insan yalancıdır insan vardır ve
kıyamete kadar olacaktır (yumruğumu ağzına
yemek ister misin) insan çocuğunu sokağa
yollamalı “git ve dayak ye” demelidir.. daha çok taş
lazım çok fazla konuşan var.. bu ne lan bu ne..
kendimi Süleymaniye Camisi'nde Nike ayakkabıya
secde ederken buldum.
(hakkındır gül)
konu başlığı: çekirdek istiyorum mümkünse tuzlu
olsun.. bana öyle bakma çocuk şiir falan okumam
ben bu bünyenin bu beynin sana kazandıracağı pek
bir şey yok.. kaybeden kişiyim ben evet ben oyum
d ü ş ü n ü yo r u m b i ze ya l a n s öy l eye n l e r i
düşünüyorum gitmeyecek olanları düşünüyorum
gidenleri düşünüyorum.. neler yapıyorum acaba
evet çocuk seni ben öldürdüm.. bana bakma kadın
tecavüzüne ben sebebiyet verdim.. kardeş biraz
ağır konuşmuyor musun? bak ya ülke menfaatini
baltalıyorsun kes sesini bakayım.. ölmediniz
sanırım biraz çabuk ölün ölümünüzü görmek
unutmamıza sebep olacak
ne olmaz çocuklarmışsınız siz
müslüman mısınız?
iyi iyi alışkınız.
bak gene birisini kırdım insanları kırıyorum seni de
kırdım gece gece kendimi bile kırıyorum bakma
bana öyle
aa çikolata veriyor bana canım annem kimseye
söyleme ben çikolata severim çocuklar duymasın
ben onlar yerine kendime yeterince küfrediyorum
zaten kendimi aşağılık hissediyorum sende de
oluyor mu bu? kaybettim sanırım henüz ne
kaybettiğimi bilmiyorum ama sanırım kaybettim..
sana da oluyor mu bazen koşmak istiyor insan
koşunca dertlerin geride kalacak sanıyorsun..
olmuyor mu?
nasıl istersen.
evet beyefendi buyrun fişiniz..
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(39)
Biz seninle gece gündüz
Beyazı böldük ikiye.
Sözümüze yazıldık.
Arkasında kaldık bazen
Kalabalık sözlerin...
Bulut çalgısı kendi tellerinden
Duyurdu bana sesini
Kanarken yıllar
Camlar batarken denize
Sahil boyuydu yalnızlık
İleride eylül rüzgârına yüzenler
Biz çok yakındık esmeye.
Çay içerken gördüm seni
Düş kahvelerinde...
düş kahveleri
betül taştekin
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(40)
Kim bilir
Bilinmez bir sokak lambasında yanandım
bu şehrin belki de ben
Sisliydi hava,
Bulanıktı su,
Kirliydi toprak
neredeydim
ayfer sümer
ayağımda geziniyor karınca sürüsü
üç kişilik ölüm marşında toplanınca sagu
yere düşmüş asasını arıyor İsa
mezarda avuçladığım kabir azabıyla
kaç kapısını araladım belki de
inandığım hüzünlü sonbahar yapraklarının
hani geceden serilmişti ya üzerimize
kaderin sırtımızdaki yırtılan örtüsü
oysa sen ne güzel demiştin
ağzında ölüm taşıyan sihirbaz sürüsüne
ifritlerin sözcüleri arasındayken
bir başka kutsallıkla yıkarken saçlarını
unutmuşsun saatin zamana olan yenilgisini
törelerin, ayinlerin ve hüzünlerin
gözlerdeki serinliği kaldı ellerinde.
şimdi nerede tutunduğumuz o ilk asa
merhamet, kurşun sesi
savaşta ezilen kutsal onurumuz
petrol, dolar, altın ve yara...
üç kişilik ölüm marşı
zeki altın
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(41)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(42)
Tehdit etmek hala yapılacak bir şey var
demektir. Onları öldürmemin bir anlamı vardı.
Şimdi siz yaptığım şeyin hiç bir önemi
olmadığını söylüyorsunuz. Bu bana kalbimin
kırılmasından çok daha fazla acı veriyor. Neden
beni vurmuyorsunuz.
“The Rover” filminden
tan doğan
ö l m e k
metin demirtaş'a
bir martı süzülecek en mor buluttan en köpüklü yemavi
damağına yapışacak bir zerre tuz
ne yüzmek geçecek içinden ne dalmak ve ne çıkmak karaya
birden kucaklayacak yüzyıllar boyu kafaya taktığın
saracak saracak sımsıkı yüreğini usunu
kanaya kanaya kalacaksın kollarında - huzurlu
bağdaş kuracak sol yanağındaki ne bir gamze gülücük
ne dağılacak saçların ne de gözlerin kapanacak
hani o hep titreyen ürkek ellerin var ya
yitik tenime tırnak tırnak geçecek:
ağlayacaksın
böyledir köz
ölümden beter
ve o yorgun bedenin o kuşun son tüyünde
o yorgun ruhunla harmanlanacak
son soluğunu kaptırmamak için bir akbabaya
kızıl ölümüneına gizleneceksin -
işte son liman son sandal tek kürek
korkacak korkacak korkacaksın
ve bir sabahı bir serüveninceeylül yaprak
bir başka yerde bir başka zaman
-er ya da geç-
uyuyacaksın
böyledir böyledir ürperti
sen de anlayacaksın
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(43)
“Her şeyin uğruna hareket ettiği bir hikâye vardır.
İnsanlar, melekler, kuşlar, küçük karıncalar… Size
anlatacağım hikâye yeryüzünün en ezeli ve en
uzun masalı.”
Bu cümleleri ve bu cümlelerin buruşuk, kara tenli
sahibi Servan amcayı hiç unutmadım. Kasabaya
okul açılmasından üç veya dört yıl evveldi.
Yaklaşık otuz küsur yıl olmuş Servan amcanın
atının nalı çıkıp bizim köyde misafir olalı.
Servan amca babamla yaşıt gibi gözükürdü.
Başındaki puşi alnına dökülüyordu. İlk
gördüğümüzde korkmuştuk ondan. Yemek
yemek için sofraya oturduğumuzda onu izlemeye
başladık. Biz çocuklar, onun ağır ağır yemek
yemesini iz lemekten, çorbamızı içmeyi
unutmuştuk. Neden bilmiyorum ama o yemekten
sonra içimde hiçbir korku kalmamıştı Servan
amcaya dair…
Beldeye giden ana yol köyün hemen altında
bulunduğundan, yabancı insanlara alışkındık.
Misafirler için o günlerde her zaman yer
bulunurdu. Üç gün süren sonbahar yağmurunda
onu dayımların evi misafir etmişti. Bütün köy
yağmurla güneşin hikâyesini, gaz lambalarının
altında üç gün boyunca dinledi…
“ İnsanların, hayvanların ve meleklerin anılmadığı
zamanlarda güneş hükmedermiş her şeye. Var
olanların cümlesi ona itaat edermiş. Dünyaysa
onun egemenliğinde olan bir çölmüş. Ama başka
gezegenlere su taşıyan bir yıldız dünyaya çarpmış.
Çarpınca bütün su damlaları dünyaya savruldu.
Bu durum tabi ki güneşin hoşuna gitmemişti.
Ardından güneş, yeryüzüne dağılmış su
damlalarını yok etmek ve tekrar her şeyi eski
haline döndürmek için başlamış dünyayı yakmaya.
Fakat bir türü başaramıyormuş dünyadaki suyu
yok etmeyi. Ne zaman onları yok etmek istese
sular yükseliyor, damla olarak tekrar dünyaya
düşüyormuş. Çünkü suyla tanışan dünya
damlaları seviyor, gitmelerine izin vermiyormuş…
Dünyanın da sevdiği bu su damlaları ne zaman
yeryüzüne düşse hemen eşlerini ve arkadaşlarını
bulup onlarla birleşiyor, güneşin kendilerini yok
etme isteğinden habersiz bir şekilde yaşamaya
devam ediyormuş. Dünyadaki damlaları yok
edemeyeceğini anlayan güneş de, suyu
parçalamak istemiş. Dünyanın derinliklerindeki
ateşi ve emrindeki rüzgârı kullanarak başlamış
önce… Dağları yükselten güneş, suların
birlikteliğini bozmuş, emrindeki rüzgârla da
kendisine amade çölleri ortaya çıkarmıştı. Ta ki
bütün suların birleşemeyeceğini düşündüğü
zamana kadar…
Sık sık onları ısıtarak yükseltir ve uzak yerlere
bırakırmış güneş. Yeryüzüne inen damlalar hemen
eşlerini, arkadaşlarını arayıp birleşirmiş. Bu
durum binlerce yıl boyunca böyle devam etmiş, ta
ki damlalardan biri kaybolana kadar…
Kaybolan bu damla, Sevi isimli küçük bir damlanın
eşiymiş. Sevi, yine bir yağmur sonu yeryüzüne
düştüğünde eşini aramış, ama etrafında yokmuş.
Başka damlaların yanına gitmiş, sormuş ama hiç
kimse bu damlayı görmemiş. Nehirlere katılıp
dağları geçip, bütün dünyayı gezmesine rağmen
onu, hiçbir yerde bulamamış. Koca dünya da yalnız
kalan bir tek oymuş.
Güneş bir gün onu tekrar yükselttiğinde bir taşın
üzerine düşmüş. Düştüğü taşın hemen yanında
küçük bir su birikintisi görmüş. Kendini küçük su
birikintisinin içine bırakmaya hazırlanırken suyun
üzerinde bir şey fark etmiş. Kocaman pürüzsüz bir
su damlası adeta dans ediyormuş suyun üstünde.
kayıp damlalarismail denizhan
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(44)
Başını havaya kaldırdığında, bunun suyun üzerine
yansıması vuran ay olduğunu görür görmez aya
çarpılmış. Ay'ın, kaybettiği eşinin de içinde olduğu
kocaman bir damla olduğunu düşünmüş. Tüm
gücüyle ona ulaşmaya çalışmış ama yapamamış.
Hemen arkadaşların yanına gidip durumu onlara
anlatıp ayı göstermiş onlara. Ay'ı gören her su
damlası tutulmuş onun parıltılı çehresine. Bütün
su damlaları can atıyormuş, ona dokunmak için…
Aya ulaşmanın yolunu düşünmeye başlamışlar.
Sevi: “güneş” demiş; “Güneş onu bizden
koparıyor. Güneş ne zaman gelse o kayboluyor.”
Sevi'ye hak veren bir avuç damla Ay'ı
kendilerinden kopartan güneşi yok etmek için ant
içmişler…
Bu bir avuç damla ne zaman yağmur olup yere
düşse hemen etrafındaki damlalara durumu
anlatmaya başlamış, “Güneşin suları ayırdığını,
parçaladığını ve yok etmek istediğini” Bazıları
gülmüş bu asi su damlalarına, “Biz ne yapabiliriz ki
koca güneşe karşı” diye. Birçoğu da korkmuş
güneşi yok etme yeminini duyunca: “Onu
kızdırırsak hepimizi yakar” demiş ve kaçmışlar.
Ama Ay'ı hangi su damlasına göstermişlerse hepsi
hayran kalmış bu eşsiz güzelliğe…
Derken güneş, bu bir avuç asinin planlarından
haberdar olmuş. Bu asi damlaları büyük bir çölün
içine hapsetmiş. Asileri tanıyan diğer damlalar,
onları aramaya koyulmuş ve bu yolculukta
arkadaşlarının anlattıklarını düşünmüşler. Gece
karanlığı her çöktüğünde Ay'a bakıp onların orada
olduğunu düşünmüşler. Ay'a her baktıklarında da
daha fazla seviyorlarmış onu…
Sürekli Ay'ı izlemek isteyen damlalara güneş izin
vermiyor, geldiği gibi suları dağıtıyormuş çok
uzaklara. Bir avuç damlanın Ay'a olan aşkı önce
nehirleri, sonra denizleri ve okyanusları kuşatmış.
Güneş iyice öfkelenmeye başlamış. Emrindeki
rüzgârla Ay'a âşık olan kim varsa çöllerin içine
gömmeye kalkmış. Çöllere sürgün edilen damlalar
birbirlerini bulmaya başlamışlar. Sürgün edilen bu
damlalar Sevi'nin liderliğinde çölün içerisinde
birleşmişler. Dışarı çıkarlarsa ne yapacaklarını
düşünmüşler. Yüzyıllarca içerde konuşmuşlar.
Sayıları yılar geçtikçe sürekli artmış içerde. Ama
bir türlü hapsedildikleri topraktan dışarı
çıkamıyorlarmış. Ta ki bir gün çölde annesiyle
yalnız kalan bir bebek topuğunu toprağa vurana
kadar…
Toprakta bir gedik açılmış ve bu su damlaları koca
bir çağlayan olarak dışarı fışkırmışlar. Güneşin en
büyük hâkimiyetinden biri olan çölü böylece sular
ele geçirmiş. Fakat o günden sonra bir avuç asi
damlayı bir daha hiç kimse görmemiş.
Asi damlalarına ulaşabilmek için yeryüzünün tüm
suları güneşle savaşmaya başlamış. Güneş tüm
gücüyle yeryüzünü ısıtıyor onları havalandırıyor
yere çarpıyormuş. Sularsa havadayken şimşekler
çakıp, dünyadaki dağları yıkmaya çalışıyor, Sel
olup kendilerine çekilmiş setleri devirmek için
hücum ediyormuş. Ve sonunda Ayı dünyaya
çekmeyi başarmışlar. Ay onlara yaklaşınca dev
okyanuslar hep beraber kendilerini ona
itiyorlarmış. Yeryüzünün bütün damlaları bir gün
aya dokunacaklarına inanmış ve yemin etmiş. İşte
bu güne kadar bu savaş böyle devam etmiş. Ama
hala o bir avuç su damlasından haber alınmamış.”
Her yağmur yağdığında Servan amcanın bu
hikâyesi gelirdi aklıma. Otuz küsur yıldır Servan
amcayı ve kayıp yağmur damlalarını düşündüm.
Servan amca o damlaları bulmak için düşmüştü
yola. Ona, bunun sadece bir masal olduğunu
söylediklerinde. “En başta dedim ya Herkesin
uğruna yürüdüğü, yaşadığı, savaştığı ve öldüğü bir
hikâye vardır” demişti.
Bugün haberleri izlediğimde öylece kalakaldım.
Televizyondaki kadın “Ay'da su bulundu” diye
seviniyordu. Servan amcaysa ölmüştü, bunu
bilmiyordu…
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(45)
yeni şafak gazetesi'nin internet sitesindeki bir
karikatür muhafazakar bir ailenin din algısını
konu ediniyor. yeni doğan çocukları için ne kadar
akîka kurban edeceklerinde tereddüt eden genç
evliler soluğu imamın yanında alıyor. hocanın
odasından ayrılan müsteftî gencimiz hocanın
zahiri ilmine bir "maşeallah" çekiyor. ne güzel,
bilmediğini bir bilene soruyor! karikatürün ikinci
faslında aynı romantik çiftimiz çayları eşliğinde
okudukları bir kitapta geçen hadis hakkında
konuşuyor. er kişi hadisin manasından biraz
kuşkulanıyor olmalı ki hadis'in “biraz garip gibi”
olduğunu söylüyor hatun kişiye. o da bir "hımm"
çekerek yakışıklı prensini tasdik ediyor. soluğu
yine hocaefendi'nin yanında alıyorlar tabi.
(çaylar muhtemelen soğuyor bu arada) hocamız
ise cevaben hadisin zayıf olduğunu ve dolayısıyla
hadise temkinli yaklaşmaları gerektiğini salık
veriyor. (salık olmadı ama neyse. gereksinim'den
iyidir. ) hoca ikinci kez "maşeallah"a gark oluyor.
varan 3'te ise romantik çiftimiz hayallerindeki
evin ilanını görüyorlar. kredi için hoop tekrar
hocanın yanındalar. “olmaz” diyor hocamız, “bu
faizdir, geri durasız!” çiftimiz ise hocaya
güvenmediklerini ve bu soruyu bir başkasına
daha sormaları gerektiğini söylüyorlar.
aslında karikatürün yaratıcı bir mesaj verdiği
filan yok. pragmatist mütedeyyin müslümana
giydiriyor sadece. herkesin bildiği sıradan şeyler
yani. hiç anlamam ama çizimler filan da hak
getire hani. hoca hocaya benzemiyor bir defa.
menopoza girmiş hemşire sanırsın. kaldı ki
hocaya gitmek diye bir şey mi kaldı kardeşim,
googlemak diye fiil bile türemişken. olmadı
ararsın; sorarsın. olmadı, mail atarsın. (ama chat
yapma) ayrıca hocaya soru sorarken kilisevari
masalara karşılıklı oturmak da ne oluyor? cık
beğenmedim arkadaş! neyse konu bu değil.
konu, faiz müessesesini dolaylı yoldan eleştiren
bu karikatürün faiz müessesesinin reklamlarına
yer veren bir gazetede yayınlanması da değil.
hakeza hocayı tebrik sadedinde maşallah çeken
figüranların bu duygularını “maşeallah” diyerek
dile getirmeleri de değil. aslında konu bu
olabilirdi, zira sanatçımız burada bildiğin çam
devirmiştir. “neden?”i şu ki "maşeallah" diye bir
fiil-fail cümlesi yok. yani 'mâşe' diye bir fiil yok.
en azından dağarcık'ta yok. lisânu'l-arap'ta var
mı dersin? Bilmem bir bakıver sen.
neyse buraya da takılmayalım şimdi. zira bu furûi
bir mesele bir yerde. asıl mesele şu: bu üç
seanslık karikatürün hadisle alakalı olan ikinci
bölümünde hadis'in anlamından şüphelenen
hazret, hadis'in sübütünun sıhhatine dair olan
endişelerini izhar ederken hadisin “biraz garip”
olabileceğini söylüyor. belli ki karikatüristin
hadis literatürüne dair behresi yok! çünkü bir
defa “garip hadis” zayıf hadis demek değildir.
sonra 'biraz garip' ne demektir yahu! internetten
okuduğun bir habere yorum mu yapıyorsun. ne
demek 'biraz garip'. garip olan kendinsin de
haberin yok artiz!neyse uzatmayalım hadi. ve
"gul garîbun mâ revâ râvin fekat” diyelim,
geçelim. öte yandan bir hadisin sözlük anlamını
garip bularak sıhhatinden şüphe izhar etmek ise
modernist bir kafanın ürünüdür. sanatçı
kardeşimin yerinde olsam bunun yerine genç
çifleri el ele tutuştururdum! sahi diyorum bak,
öyle yapardım. hem tanımadığım yolda yürümek
zorunda kalmaz hem de zorlama bir genç
muhafazakar tipleme ortaya koymazdım.
zülfü yâre dokundur
cengiz zorbey
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(46)
tamam, hazret, “ben garip'i terim anlamıyla
değil, sözlük anlamıyla kullandıydım” diyebilir.
hayır diyemez! ayrıca ne var bunda kardeşim,
sanatçı adamın hadis usulü bilmesi mi gerekir?”
de deme! saçmalama yani! tabi ki bilmesi lazım!
konu da bu ya zaten. şimdi asıl söyleyeceğimiz
şeye gelelim ve evvela eserden müessire
çevirelim kadrajı: sanatçıya. şunu teslim
etmeliyiz ki dini kaygıları olan bir kimsenin güzel
sanatlarla iştigal etmesi ne de güzeldir. kaldı ki
mütedeyyin, muhafazakar insanların bu ilgisi
günden güne artmakta. bunu takdir ediyoruz.
iktisadın önündeki istanbul duvarı kalktı nasıl
olsa. sanat ve kültürün önündeki ankara duvarı
da yıkılıyor yavaş yavaş. kemalist kardeşler halay
da biraz yer açacaksınız nâçâr. muhafazakar
insanların sanata gebelik dönemindeyiz zahir.
günahsız bir gebelik dönemi bu. (işte bak
ayşa'bla, iyi'ye iyi diyoruz, güzel'e de güzel iyi
mi!) "neden mütedeyyin insanlar kültür-sanatta
nal topluyorlar"mış. ulan nedeni mi var, adamı
kasabasına, şehrine hapsettin bu güne değin.
sonra kalkmış bize maval okuyorsun. hele dur.
dahası var. sinemada, sanatta, belki biraz
felsefede kıpırdanmalar başladı. yok yok
felsefede başlamadı, şaka. mimaride de öyle.
kubbeyi diyorum bilge mimar, yerden alacağız
almasına da ah şu toki aklı olmasa. (bu hızla
gidersek yeni bir fiil armağan edeceğiz arkadan
gelenlere: tokilemek: “insan kokmayan şehir
inşa etmek” v.s. manasına. beğenmediysen sen
uydur bir tane. ama uydur.)
bu madalyonun bir yüzü. diğer yüzüne gelince.
muhafazakar dünyadaki bu 'ayaklanma' çarpık
bir beden ortaya çıkartacak gibi. muhafazakar bir
entelektüeli dinden ayrı düşünebilmen mümkün
müdür sen söyle. hayır değildir. ameli
boyutundan olmasa da teorik boyuttsn ayrı
düşünemezsin. ve tabi ki medeniyetten de.
(bedri bey kızmasınlar efendim, dinin yerine inşa
ediyor değiliz medeniyeti!) medeniyet dediğin
zaman ise bir ilim anlayışından ve bu ilmin
hikmetle beraber ete kemiğe bürünmesinden
(gelenek) bahsetmek durumundayız. (bir de
gelenekselcilik vardı değil mi. yahu neden hala
kimse muhkem bir reddiye yazmaz ha bu
gelenekselciliğe anlamış değilim. muhkem bir
reddiye dedik, mugalata değil. du bakalım.) şu
halde bir kimse ağzını yaya yaya medeniyet veya
muadili kelime-kavramları kullanıyorsa bu
medeniyetin kodlarına, medeniyeti medeniyet
yapan tecrübelere bî-gâne kalmamalıdır.
kalamaz. bu şu demektir: kendini muhafazakar
bir aidiyyet üzerinden tanımlıyorsan hatta bırak
muhafazakarı bu coğrafyada entelektüel
vadiden hissedar olduğunu söylüyorsan şayet
mesleğin ne olursa olsun (velev ki karikatürist ol)
bir kavramlar silsilesinden haberdar olmak
durumundasın. hayır durumunda değil,
zorundasın. aristo'dan bu yana ilimleri tasnif
etme adeti var bilirsin. bunu yaparken ilimlerin
kronolojik listesini vermek değil adamın derdi.
her ne kadar bu bir tasnif olsa da bir yönüyle
tertip de var yani. İşte bak mar'aşî ne diyor:
tertîbu'-ulûm. (demek ki sadece şair çıkmıyor
maraş'tan) ilimlerin de bir tertibi vardır ve bir
hiyerarşisi kısacası kardeş. (“sümme” diyorum
“yüfîdu't-tertîb” ) daha açık söyleyeyim dur.
şimdi sen medeniyet havariliği yapacaksın ya,
kudemâdan ve kadim eser ler imizden
bahsedeceksin ya hani. yapma diyorum işte.
önce otur tilmiz ol, pantolonun ütüsünü boz hele
bir. yahu bu ne iştir arkadaşım, adamın oğlu üç
t a n e m ü t e ke l l i m i n i s m i n i y a n l ı ş s ı z
söyleyemezken, üç tane kelam kitabını say desen
kafayı kuma gömecekken ehl-i sünnet müdafii
vasfıyla şia'ya giydiriyor. bırak şia'yı ve
argümanlarını tanımayı doğru düzgün maturidî-
eşarî bir kelam kitabı bile okumadan senin
neyine ehl-i sünnet'i müdafaa ve senin neyine
şia'ya reddiye! ne kelamı akide bile okumadan
akide. zemelkâni kalkıp tokatlasa seni haksız mı
şimdi yani.
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(47)
tabi bu bireysel çıkışların yeşerten ortamlar var
ki asıl onlardan bahsetmek lazım. son
zamanlarda edebiyat merkezli üsler oluştu.
haydi hoşlandığın tarzla söyleyelim: mahfiller.
sosyal medyada aforizma kulesinden vecizeler
yumurtlayarak aklı sıra takipçilerinin aklını alan
kerameti kendinden menkul üç-beş müteşairin
başını çektiği bu tür gruplara dahil olan
muhafazakar gençler bir süre sonra havari
moduna girmeye başlamadalar. ne yapıyor peki
bu hizipler ve bu hiziplerin yancıları kızlar,
oğlanlar. sanat adına, felsefe adına, usul adına,
furû adına ne yapıyorlar bu medeniyet
muştucuları. herif eline almış gazali'nin bilmem
hangi tercüme eserini etrafındaki sözde
üdebâya ahkam kesiyor. yahu gazali kalksa
yüzüne tükürecek şaşkın herif! evvela sen hele
bir anlamaya çalış bakalım bu adam ne diyor
diye. ne usul bilirsin, ne hadis bilirsin, ne fıkıh
bilirsin, ne kelam bilirsin ne mantık bilirsin ne
münazara, ne de felsefe! bu ne cürettir, bu ne
had bilmezliktir. namazda imameti sahih
olmayacak herifler önder olmuşlar iyi mi. biraz
gündemi takip ederek ve biraz da artistlik laflar
twitleyerek kalkmış üç beş tane masum dimağ
üzerinden kendini pazarlamak mı oldu riyaset.
bekri mustafa, ruhuna rahmet! bir başkası ise
sarılmış yedi güzel adama adeta puttan helva
yapmada. fetişizm siyasette mi var sanıyordun
sadece. sana ustad olma demiyorum, üstad yine
ol. ama evvela oku, anla, fehmet.. özetle; bakışı,
anlayışı, kavrayışı estetize etmek bir yana
körelten bu tür hizipler kanaatimce muhafazakar
genç kuşağın önündeki en büyük engeldir. nefse
bir parça hoşluk veren bu tür ortamlar sâlikinin
heybes ine h ikmet yer ine at göz lüğü
k o y m a k t a d ı r l a r. s ı ğ l ı k v e c e h a l e t
pompalamaktadırlar. hey güzelim, sana
diyorum, zihnin iğdiş ediliyor farkında değilsin!
tabi enseyi de karartmanın bir anlamı yok. iyi
şiirler de çıkmıyor değil, tıpkı iyi şairler gibi.
çıkıyor çıkmasına ama bir molla kasım gelip de
karşılıksız bir iyilik yapmasa değil mi! bak gitti
tüm elindeki putların. mahfil düşmanı değiliz
kardeşim. nigar hanım'a hürmet eder, İbnu'l-
emin'in elini öperim. tamam sustum. kameraya
bakıyor ve mutlu oluyoruz. ne de olsa at
pazarında yakışıklı kızlarımız ve güzel
erkeklerimiz müdakkik nazarlarla ilim tahsil
etmedeler. haklıydın sen sevgilim, bir başkadır
şam'da aşk..
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(48)
Soğuk bir Akşehir gecesi. Hava kararmış.
Vatandaş evinde diz i nöbeti tutuyor.
İstanbul'dan yeni gelmişim. Benimki ufak bir
kaçamak. Başı var sonu yok. Rutin bir yalnızlık
heyulası içimde büyüyor. Standart yalnızlıkları
bilirsiniz. Düz bir çizgi gibidir. Ben de aynı
durumdayım.
Hikaye yazmak geçiyor aklımdan. Şöyle dünyayı
sallayacak bir senaryosu olsun. Yer yerinden
oynasın falan. “Kendine gel Selo” diyorum, boş
hayaller kumkuması olmak sana yakışmıyor.
Kanallar arasında zap yapma fikri fena değil.
Kumandayı alıyor ve dünyayla tüm bağlarımı
koparmak istiyorum. Aslına bakarsanız
televizyon müptelası bir insan değilimdir. Ayda
yılda bir Kurtlar Vadisi denk gelirse izlerim. Ha bi
de Avrupa Kupası maçlarının maksimum otuz
dakikası. Hepsi bu kadar.
Haber bültenlerinden odaya sızan karamsar
havayı bir anons darmadağın ediyor. Duruyor ve
dikkat kesiliyorum. “Yasemin” diyor sunucu.
Yasemin mi? Evet Yasemin… Hayatımda bir
Yasemin tanıdım. O vakit ilkokulda öğrenciydim.
Doksanların başı olsa gerek. Aynı sırada
otururduk. Uzun ve ipek gibi saçları vardı. Nasıl
başarırdım bilmem, derslerde sessizce saç
tellerine dokunurdum. Hissetmezdi ya da bana
numara çekerdi.
Biliyorum şu an Yasemin'in akıbetini merak
ediyorsunuz. Nerededir ne yapar gerçekten
hiçbir bilgim yok. Lisede kendisiyle bir kez daha
aynı sınıfa düşmüştük. Okulun kuytu bir
köşesinde, öğle arası erkek arkadaşlarımdan
b i r i y l e s e v i ş i r ke n g ö rd ü m o n u . Pe k
önemsemedim tabi. İlkokulda saç tellerine
dokunmak haricinde hiçbir duygusal bağımız
olmadı çünkü. Aslında bu vakayı duygu
kategorisine sokmak belki de aşka hakarettir.
Aşka hakaret edilmez değil mi? Bana sorarsanız
aşk hakareti değil ihaneti hakediyor. Bir
dostumun dediği gibi, sonuçta her aşk
tamamlanmış aşktır.
Ha ne diyordum? Yasemin evet… Sunucu
Yasemin dedi. Sonra Tunus dedi, sonra
Muhammed Bouazizi dedi, devrim dedi, isyan
dedi, ateş dedi.
Zeynel Abidin Bin Ali denen kırk yıllık diktatör
İzmir marşı eşliğinde Suudi Arabistan'a kaçarken
arkasından öylece bakıyordum. Bir tufan
geliyordu. Hissediyordum. Hiç kimsenin
beklemediği bir anda ilahi bir el barajın
kapaklarını var gücüyle açmıştı. Artık geriye
dönüş yoktu. Hissediyordum ve o ilahi ele
tutunmak istedim bir an. Zaman durdu. Tunus'ta
Yasemin çiçekleri açıyordu. Gülümsüyordum.
Aklıma Kudüs geliyordu, Gazze geliyordu, ne
yalan söyleyeyim bir de Golan geliyordu. Aradan
birkaç ay geçmişti ki, Mısır'da yeni çiçekler açtı.
Sonra Bingazi tüm devrimci duygularıyla beni
selamladı. O ele tutunmuştum, kalp atışlarım
hızlanıyordu. Çıkardığım derginin kapağına
“Unutma, Allah'ın da bir planı var” yazma
bahtiyarlığına erişirken dilime Suriye dolandı.
Ufak bir kâğıda “Bekle bizi Golan beklemediğin
her yerde” yazdım ve uçak yapıp uzay boşluğuna
fırlattım.
Bu cep hikâyesini 4 yıl sonra yine bir Akşehir
yolunda yazıyorum. Tarih 3 Ekim 2014. Golan'da
muhalifler neredeyse tamamen hâkimiyet
kurmuş. Peki, ben bunu niye yazdım? Maksat
yeşillik olsun. Koyu yeşil.
yaseminselman emre
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(49)
Ne de güzelsin.
İsmin çocuk olmalı…
Ellerinde bir incirkuşu
Kanadı onarılmalı.
Sevinçle koşuyorsun.
Bakışıyorlar ardından-
Sokağın seyrek kanatlıları.
Zülfün ne de güzel
Serpiliyor ardından
Yıldızlar dağılıyor
Gece onarılıyor olmalı.
Sabah'ın ilk toprak kokusu
Süratle gelen o su,
Yağmur seni bulmuş olmalı.
idris selici
sabahın ilk çocuğu
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(50)
sıkma canını takma kafana
ay yükseliyor borsa düşüşte
altın fırladı bozmasaydık keşke
koltuğunun altında rübab-ı şikeste
o kadar şanslı ki piç her attığı düşeş be
sigara sekiz lira, zıbanadan çıktı artık
kestane yine ateşte, yarık
buralardan geçti mi biri, arık
kavruk, kıvrak ve kıvırcık
tepesinde, belki, yeşil bir sarık
sapanlaşan ayrımın sağında
kemikleşen et
gibi durmakta
sağlamlamakta ama hasta
zarlar dönmekte
düşeş be, her attığı piç o kadar şanslı ki
rübab-ı şikeste altın da, koltuğu
keşke bozmasaydık fırladı, altın
düşüşte borsa yükseliyor, ay
takma canını sıkma kafana
bozukluk
muhammet efe
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(51)
muhammed ali üzen
Bugün key i fs i z günümdey im ça l ı şmak istemiyorum. Masamda bir yığın iş var onlar bana, ben onlara bakıyorum. Elim kolum kırılmış gibi, eve gidip dinlenmek istiyorum. İzin almayı düşünüyorum fakat şimdiye kadar izin kullanmadım. Şefim aksi bir kadın, kolayına izin vermez. Bu yüzden cesaretim kırılıyor. Başım önümde çalışır gibi yapıyorum. Ama yok, çalışamıyorum içimde garip bir huzursuzluk var çıkıp gitmek istiyorum. Bütün cesaretimi toplayıp izin almak için, Şahika hanımın odasına gidiyorum. Kapıyı çalıp giriyorum kahvesini yudumluyor. Bana bakıp sert bir şekilde ne istediğimi soruyor. Zor belâ birkaç kelimeyle izin istiyorum. Önce uzun uzun bakıyor yüzüme sonra “tamam izinlisin” diyor.
Odadan çıktığımda, kalbim duracakmış gibi çarpıyor izin istemek ne zormuş. Derince soluklanıyorum Şahika Hanım vazgeçmeden çıkmalıyım. Hemen masamı topluyorum çantamı aldığım gibi çıkıyorum.
—Oh dünya varmış, temiz hava iyi geldi.
Otobüs durağına gidebilmek için üst caddeye çıkmalıyım. En kestirme yolu seçiyorum iki apartman arasından açılmış dar sokaktan geçiyorum. Köşeyi döndüğümde karşı caddede durak görünüyor öğlen saatinde bile kalabalık. Karşıdan karşıya geçiyorum. Duraktayım, kalabalığın arasından otobüsün numarasını rahat görmek için, kaldırımda beklemeye başlıyorum. Ne zaman otobüs beklesem gelmez ama bakıyorum otobüs geliyor.
—Şanslı günümdeyim herhalde, kesinlikle şanslı günümdeyim. Yoksa Şahika Hanım hayatta izin vermezdi.
Baktım otobüs çok kalabalık değil, tıklım tıklım olmayınca bir otobüs boş bile geliyor büyük şehirde yaşayanlara. Oturacak bir yer bulurum ümidiyle hemen biniyorum i ler lemeye başlıyorum “boş bir yer var mı?” diye bakınıyorum.
—Orta kapının ilerisinde var. Biri oturmadan ulaşmalıyım.
Neyse ki benden önce biri yetişmedi. Otobüsün hareket etmesiyle koltuğa savruluyorum. Yanımdaki kadının omuzuna çarpıyorum. Özür dileyerek gülümsüyorum, kadın da, “olur böyle şeyler” deyip gülümsüyor. Etrafıma şöyle bir bakınıyorum ayakta birçok insan var ama içlerinden biri gözüme takılıyor. Karşımda ayakta duran kırmızı mantolu kadın, sarı saçları mantosunun omuzlarına dökülmüş. Gözlerim ona takılı kalıyor ama kadının haberi yok dışarıya bakıyor. Baktıkça kırmızı beni içine çekiyor.
Hayatımda hiç kırmızı bir şey kullanmadım. Oysa karşımda duran bu kadına, ona ait bir renkmiş gibi yakışmış. Gözlerim, kırmızıya dalıyor yok dalmıyor sanki rengin içinde eriyor. Sandıktan çıkan mektup gibi beni içine çekiyor, baktıkça rengin içinde kayboluyorum. Birden ilkokula yeni başladığım günlere gidiyorum.
Babam masanın başında oturmuş bana sesleniyor.
—Leylâ gel bakalım yanıma otur.
Benim için de yanına sandalye hazırlamış bekliyor. Gidiyorum, eliyle “otur” işareti yapıyor. Usulca oturup babamı seyrediyorum. Öğretmenim gibi dikdörtgen kartonlar kesiyor. Bana dönüp,
—Şimdi sana yeni fişler hazırlayacağım. Bunların üzerinde çalışacaksın anlaştık mı?
—Anlaştık baba.
—Çalıştıktan sonra beraber tekrar edeceğiz.
—Tamam.
—Güzel. Başlayalım o halde.
Babam dolma kalemini çıkarıyor mürekkep şişesinin kapağını açıyor. Dolma kalemine mürekkep dolduruyor sonra şişenin kapağını kapatıp itinayla kenara koyuyor.
Dikdörtgen kesilmiş küçük kartona yazmaya başlıyor. Onu dikkatle seyrediyorum. Kalemden çıkan renk beni şaşırtıyor. Öğretmenimi, bu
kırmızıgül tanrıverdi
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(52)
renkte yazarken görmemiştim. Kırmızı mürekkep, babamın yazısıyla ne kadar güzel görünüyor. Aynı öğretmenim gibi çok güzel yazıyor. Hayranlıkla babamı seyrediyorum. Yazmayı bitirip bana dönüp gülümsüyor.
—Hadi oku bakalım.
—Çok güzel.
—Anlamadım ne güzel?
—Yazın çok güzel baba, kırmızıyla çok güzel gözüküyor.
Babam gülümsüyor.
—Şimdiden kaytardın bakıyorum.
—Tamam, okuyorum “Ali top at”, oldu mu?
—Oldu aferin, artık yeni f iş lerin oldu arkadaşlarınla beraber çalışırsınız.
—Kırmızı fişler çok güzel. Ben de senin güzel yazabilecek miyim?
—Tabi yazacaksın.
Dalıp gidiyorum o günlere, oysa hayatım boyunca babam gibi güzel yazamadım. Bir akşam beni yanına çağırıp, artık başka evde oturacağını ama hiçbir zaman beni bırakmayacağını söylediğinde, çocuk kalbimin duracak gibi olduğunu kimseye söylemedim.
Pencere önünde gizli gizli gelmesini beklediğimi de söylemedim. Giderken bana verdiği dolma kaleme hiç dokunamadım. İçinde kurumuş kırmızı mürekkebiyle bekleyen dolma kaleme…
Otobüsün fren yapmasıyla kendime geliyorum. Camdan dışarı baktığımda evime yakın durağı geçmişim. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyorum. Kırmızı mantolu kadının yanına geldiğimde,
—Oturmak isterseniz yer boşaldı.
Kadın yavaşça ilerleyip kalktığım yere oturuyor. Düğmeye basarak otobüsün durmasını bekliyorum durağa gelince kapı açılıyor fakat tam inecekken parmağıma bir şey batıyor. Aceleden
bakmıyorum indikten sonra bakıyorum ki birkaç damla kan parmağıma yayılmış. Çantamdan mendil çıkarıp siliyorum başka zaman olsa mikrop kapar mı? Diye umursardım ama bugün umursamıyorum. Gökyüzüne bakıp içime derin bir nefes çekiyorum fakat düşünceliyim. Hafifçe yağmur atıştırmaya başlıyor, bugün içimde kabaran bu sıkıntı işten kaçarcasına çıkışım, otobüste bu kadına rastlayışım, inerken parmağımın kanaması sanki uyarı gibi geliyor. Birden karar veriyorum eve gidince ilk işim yıllardır sakladığım dolma kalemi çıkarmak ve artık babamla ve kırmızı renkle olan dargınlığıma son vermek…
Yağmurun yağmasına aldırış etmeden eve doğru yürümeye devam ediyorum. Eve vardığımda çantamı ve paltomu kenara fırlatıp odama geçiyorum. İyice ıslanmış olmama rağmen üşütüp hasta olurum kaygısı taşımıyorum. Heyecanla kitaplığımın alt çekmecesinde yıllardır bakmadan sakladığım kutuyu çıkarıyorum. Kutu toz içinde güzelce silip açıyorum. Babamdan gelen mektuplara ve dolma kaleme bakıyorum.
Dolma kalemi elime aldığımda düşündüğüm tek şey babama mektup yazmak. Ondan hatıra kalan bu kalemle, yine ona mektup yazmaya karar veriyorum. Hemen bir kâğıt çıkarıyorum üst çekmeceden, bir de kırmızı mürekkebim olsaydı ne güzel olurdu!
Fakat yok! Siyah mürekkebi doldurup mektubu yazmaya başlıyorum. Uzunca bir mektup oluyor yılların verdiği özlemi boşalttığım satırlar kalbimin hırçın sularını durultuyor.
Mektubu zarfa koyup hazırlandığım sırada uzun
uzun zil çalıyor. Çalıştığım için gündüz kimse
gelmezdi. Kapının deliğinden bakıyorum kimse
görünmüyor. Zil yine çalıyor otomatiğe basıp
kapıyı açıyorum. “Yanlışlıkla basılmış olmalı.”
Tam kapıyı kapatacakken merdivenden birinin
çıktığını görüyorum. Sırtını gördüğüm kişi tanıdık
biri mi? Merdivenler bitip yüzü bana dönünce
otomatik ışık sönüyor. Lambaya doğru el
sallıyorum nihayet yanıyor. Gelen kişiyle yüz yüze
geliyoruz. Yıpranmış bu yüz çok tanıdık. Gözleri
gülüyor…
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(53)
YENİCAMİİ önünde güvercinler insanlarla iç içe…
Kimi kaygılı, kimi düşünceli, kimi yorgun
koşuşturuyor insanlar… Güvercinler pır pır uçup
konuyor kiminin ayak ucuna.
Telâşla yürüyen insanların umurunda değil
Yenicamii'nin güvercinleri. Çekilip bir köşeye
izliyorum, iskeleden böğürüp kalkan yolcu ve araba
vapurlarını, vızır vızır seğirtip koşuşturan insanları…
Bir gürültü, bir telâş ki sormayın. Piyangocular,
simitçiler, avaz avaz bağıran gezginci satıcılar!..
İlk bakışta, 'Bu ne curcuna?' diyecek oluyorsunuz,
ama diyemiyorsunuz. Yaşam kaygısının yoğunlaştığı
İstanbul'da insanlar, bu kıta kıt kavgayı yapmak
zorundalar yaşamak için!..
Bu manzaranın ardından, küçük bir olaya
odaklandım. Yirmi-yirmibeş yaşlarında sade biri,
güvercin yemi satan yaşlı kadının yanında durdu, bir
süre gelip geçenleri izledi. Sonra bir tas güvercin
yemi aldı, savurdu güvercinlere, 'Bu benim için' dedi
usulca… Bekledi, gelip geçenlerin yüzlerindeki
ifadeleri çözmek ister gibi.
Yaşlı kadına, ' Bir tas daha ver' dedi. Parasını ödedi,
aldı yem dolu tası, bekledi kuşların çoğalmasını. Bu
arada yanına yaklaştım, ' Merhaba' dedim, irkilir gibi
oldu, başını indirdi sessizce.
'Kuşları doyuruyorsun' dedim.
'Hıı öyle' dedi.
'Adak mı?'
Elmacık kemikleri kızardı, güldü bıyık altından.
'Ne bildin?'
'Attım tuttu galiba.'
Gözlerimin içine baktı. Kafasını sağa sola salladı. Zor
duyulur bir of çekti:
'Bildin valla!..' Birine söz verdim. Onun için kuşlara
yem atıyorum.'
'Nasıl yani?'
'Ya abi, ben Sivaslıyım. Geleli iki ay oldu İstanbul'a.
Tahtakale'de Milas Hanı'nda kalıyom.
Hemşerilerimin yanında. Yük çekiyom. Sivas'tan
gelirken birine…' dedi sustu. 'Allahaısmarladık'
dedim.
'Sevdalın mı?'
Yüzü aydınlandı. Gözleri doldu. 'He valla
sevdalandığım kız.'
Adını sordum.
'Demem, nene lâzım adı senin!' dedi.
'Peki söyleme, madem istemiyorsun.'
Sorgular gibi yüzüme baktı.
'Abi, sen İstanbul'da gazeteci misin yoksa?'
'Eh sayılırım.'
Başını şöyle göğe kaldırdı, iki elini vurdu birbirine.
'Vay anasına vay! Şu şansa bak' dedi.
'Haydi, neydi bu ikinci yem atışın? Söyle artık'
dedim.
Anlattı:
'Adım Murat benim, memleketim de Sivas… Ama
köyümü demem. Çıkmasın gazete de adı. Ayıp olur
sonra. Belkim küser duyarsa, dile düşürdün beni
diye. Yavukluma, İstanbul'da çalışmaya gidiyom
derken yüreğim cız etti valla… Onun da cızladı yüreği
biliyom. Ama geçim derdi, mecburi abi. Yavukluma;
İstanbul'dan bir isteğin var mı? Dedim. O da;
Televizyonda gördüğümüz İstanbul'daki kuşlu camii
var ya onun önündeki güvercinlere benim için bir tas
yem verin mi Murat? dedi. İçim bin parçaya bölündü
abi, bin parçaya valla!..'
Gözlerini kıstı. Haliç üstünde kanat çırpan martılara
baktı bir süre, gözleri dolu dolu olmuştu.
'Gençsin, delikanlısın. Bu kadar takma be Murat!'
dedim.
'Dert etmeyecem, kafamdan silecem diyom, ama
bir türlü silemiyom be abi…
Yük taşımadan da zor, bin kat zor bu iş…' dedi.
Döndü arkasını, yürüdü, uzaklaşıp kayboldu
İstanbul'un kalabalığında Sivaslı Murat…
bir eskimeyen istanbulbülent özdaman
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(54)
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(55)
çünkü ben biraz üzgünüm
haftanın günleri gibi
iliklerimde salgılanıyor zaman
yok oluyorum kırılgan bir pamuk tarlası işçisi sokuşturuluyor gövdeme ütülmüş
çocukluğumdan başlayarak yoruluyor avuçlarım onlar ki daha bahar başlangıçlarında
serin yerlerde bile terleyen hinlikleriyle bazı tehlikeli kavrayışların mayhoş geceleriydi
sarkardı adalelerden azgın kiremitler saçaklarda kar küreyen dedelerin ha düştü ha
düşecek duruşları gibiydim o vakitlerde beni de yazın o anıları olanlar zümresine çok
kayboluyorum şimdilerde kayboldukça belki daha bir alırlar beni o kadrolara bana da
başlarlar başladıkları gibi fiilimsilere o gün her şey bitirilmiş olacaktı oysa açıldı sandık
ve çıktı ortaya bütün bilmeceler ne filler vardı ki babamlar onları kuyruğuyla hortumu
arasında sıkıştırarak arz ediyorlardı yerin merkezine öyle günler de geçti madeni
paralar gibi yatardık minarelerin gölgelerinde çayırlar sulanırdı gözyaşlarıyla değilse
bile başka şeylerle ama mutlaka çiçek adları zikredilerek zülkaraneyn denirdi
belirsizliklere ama beni de şimdi yazar mısınız bir belirginleşme olsun diye size
başvurulabilir mi bu mümkün mü hadi canım ordan bende
yıldızlar kaydı ve din oldu gelen
yıldızlar yerine yerleşti ve ahlak
yıldız kümeleri ve siyaset
politik kaygılar ve yıldızlar
geceye akışlar ve atıl köşelerde duran insanlar
çatısı çalıştığım kütüphanenin
bakınca gördüğüm ne varsa onlar
her şeyler
muhammet çelik
yanı başı olmayan
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(56)
Yardımlaşma çalışmalarına seni iten ne oldu? Çok mu önemli bu çalışmalar senin için?
İnsanlığımızın tamamlanmaya ihtiyacı vardır. Çocukluk yani melaike kadar günahsız olduğumuz dönem ayrı insanlık dönemimiz ayrı diye düşünüyorum. İnsanlık dönemini insana en yaraşır şekilde atlatmak da, alçalıp insanlığın hakkını verememek de mümkün. İslam, insanlığımızı yaratılış amacımıza en uygun ve bizim de kalben hoşnut olacağımız şekilde taçlandırıyor. Herkes kendinden birçok eksik görür ve bunları kapatmaya gayret eder, tabi eğer eksik olduğuna yeterince kani ise. Ben de herkes gibi onlarca eksiğimi fark ettim ve onları kapatma yoluna gittim. Bu yolda insanlığımın eksikliğini en iyi tarif edip ona ona göre çözüm sunan şey İslam oldu. Ve Allah rızası adlı yaşam gailesine nasıl talip olurum derdi sardı, bizler dertli insanlarız, başkaları ağlarken gülemeyen, gülümsediğimiz fotoğrafların fonunda bile hep Neşet baba'nın “ah yalan dünya” şarkısı çalan insanlarız. İşte bunca dert bizi geçicilikten kalıcılığa götürüyor. Ben Allah'a giden binlerce yol olduğuna inandım ve birini seçtim; bize katılanlar da öyle. Kur'ân “salih amel işlemek ve iman…” konusuna yönelik mesajlarla dolu. İnşallah doğru yoldayızdır ve inşallah ilahi rıza eksenli bu çalışma sağlığımız elverdiğince devam
eder. Yardım edilenlerin yardıma, yardımlaşmaya ihtiyaçları var. Onlar bize değil biz onlara muhtacız. Şaşırmadan, şımarmadan, doğru yoldan sapmadan yardımlaşmayı nasip etsin Allah.
Vicdan hareketi nedir? Bildiğimiz kadarıyla sen tek başınıza hareket ediyordun, sonra bu faaliyet kurumlaştı mı?
Vicdan Hareketi bir ihtiyaç sahibi gördüğünde “Allah yardım etsin” demekle yetinmeyen, imkân dâhilindeyse hemen yardım etmeye çalışan, çünkü zaten Allah'ın yardım için kendisini o kimseyle karşılaştırdığına inanıp bu memuriyeti vazife edinen insanların hareketidir. Tek başladığım doğru ama şu anda onlarca gönüllü paslaşması ile yürütülüyor ve henüz kurumsal bir kimliğe sahip değiliz; fakat ilerleyen günler içinde inşallah bu çalışmaları da nihayete erdireceğiz. Yardımlaşma çalışmanız hangi alanlarda yoğunlaşıyor?
Hayat standartları normalin oldukça altında seyreden yani bildiğimiz yoksul, yetim, yaşlı, kimsesiz, engelli, mağdur, mazlum herkesi kapsıyor. Ve ihtiyaç duydukları şey her ne ise onu tedarik etmeye gayret gösteriyoruz. Mesela bebek bezi, beşik, bebek arabası, ilaç, erzak, gıda, giyim, soba ve muhtelif aynî yardımlar. İhtiyaç sahipleri ile yardım istenen kimseler arasında veren ve alan el değil de bir gönül bağı inşa ederek, ayrıca ev ziyaretlerinde sosyolojik tespite veya acımaya değil misafirliğe gelmiş tanışık eş dost ilişkisi kurulmasına özen gösteriyor ve buna teşvik ediyoruz.
Suriyeli mülteciler geldikten sonra zorunlu olarak bu çalışmalarında artış görüldü sanırım, mültecilerle dayanışma sürecinde neler yaşadın veya neler hissettin?
Evet, hayli belirgin bir artış görüldü. Bu süreçte birebir tespit edip şahit olduğumuz onlarca şey için hakikaten birkaç satırın kâfi gelmeyeceğini tahmin edersiniz. Ama hâlihazırda devam eden süreçteki şahitliklerimize belki ışık tutabilecek şeyleri bir iki cümle ile toparlayabilirim. Bu güne kadarki tüm
VİCDAN HAREKETİ üzerine
Gökçe Değirmen'le konuştuk...
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(57)
bildiklerimiz kuru bir ezberden başka bir şey değilmiş. Sefalet sandıklarımızı, acı sandıklarımızı vs. bir bir sorguladık. Savaş dediğimiz şeyin insan maneviyatında yaptığı tahribatın fiziksel tahribattan çok daha derin olduğu gerçeğini idrak ettik. Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da fatura en çok kadınlara ve çocuklara çıktı. Biz de ağırlığı kadın ve çocuklar olmak üzere çok sayıda sığınmacı aile üzerinde yoğunlaştırıyor ve mağduriyeti süren tüm aileler gibi onlarda da periyodik iyilik takibini sürdürmeye çabalıyoruz.
Bayramda çocuklar için topladığın şeyler onlarda nasıl karşılık buluyor, bayramı hissedebiliyorlar mı?
Bu hemen hemen her çocukta farklı bir karşılık buluyor diyebiliriz. Ortak heyecansa hepsinde gözlerin parıldaması ama kiminde daha az kiminde daha çok. Çünkü her çocuk farklı bir öykünün kahramanı gibi. Kimi çocuklar bizim toplam hayatımızda tecrübe etmediğimiz bir acıyla birdenbire büyümüş ve neredeyse bir yetişkinden daha olgun bir hale gelmiş. Alınan bayramlık vs. gibi ihtiyaçlar ne kadar güzel olsa da, ne kadar sevindirse de, en arka fonda hep biraz burukluk hâkim. Bu burukluğu en aza indirmek için ise şöyle bir yol izliyoruz: Mesela çocukların anne babası ile gizli bir işbirliği içine giriyoruz. İstediğimiz kadar iyi niyetli olsak bile sonuçta biz dışarıdan gelen insanlarız. Oysa anneler ve babalar çocukların gerçek kahramanlarıdır ve dışarıdan gelen bu ablalar abiler anne babanın alamadığı şeyi alarak o kahramanların onurunu zedelemektedir. Biz bu inançla hareket ediyoruz. Çünkü çocuk kahramansız kalmamalıdır. Ve minnet duymamalıdır bir çocuk o dışarıdan gelene. Bir mıh izi gibi belleğinde çocuk onunla büyüyecek, bir zulümdür biraz da bu. Biz o yüzden bu tip yardımlarda yardım mukabili hediye çekini veya yardımın kendisini veliye gizli şekilde ulaştırıp, çocuklarının ihtiyacını kendi imkânıyla karşılıyor tablosu oluşturuyoruz. Bunun dışında ise yardımsever abla abilerin de çocuklara gerçek bir abla abininkine yakın diyaloglar kurmasını sağlıyor ve bu diyaloglar çerçevesinde ufak tefek hediyelerle çocukların gönlünün alınmasında bir beis görmüyoruz. Bütün derdimiz incitmeden yardım etmek, veren el alan el kompozisyonu oluşturmadan misafir gibi eş dost veya akraba gibi hal hatır soruşturaraktan… Tüm çocuklar bir yana, yetimler bir yana diye düşünüyorum. Onlarla iletişimde hareketlerimize birkaç misli daha fazla dikkat ediyor ve bazen gelen yardımlarda yetim ve engelli çocuklarımızı açıkçası biraz kayırıyoruz. Giyeceğin,
papucun vb. ihtiyacın daha bir güzelini, en güzelini onlar için ayırıyoruz. Ayrıca ailelerin ihtiyacı sorulurken, mümkün olduğunca çocukların yanında yamacında konuşmuyor, kapıda veya varsa başka odada konuşuyoruz ki çocuklar etkilenmesin. Ve aile eve buyur eder, çay ikram etmek isterse, her ne kadar zahmet vermemek taraftarı isek de, o da bize minnet duygusuyla ezilmesin diye “çok seviniriz” diyerek kabul ediyoruz. Böylelikle onları daha da sevindiriyoruz.
Yardımları nasıl topluyorsunuz, insanlar size destek oluyor mu? Gelen yardımlar yeterli mi?
Her zaman yardım için bir talep gelir, tabi biz kendimiz karşılamamışsak. Talep geldikten sonra biz de kaynağın güvenirliğine kani olmuşsak, söz konusu aileyi rahatsız etmeyecek şekilde ziyaret ediyoruz. Eğer uzak bir mesafede ise o civardaki eş dost, tanıdık vasıtasıyla bu görevi tamamlıyoruz. Sonra söz konusu durumu sosyal medyada duyuruyor ve bu ailemize yardım etmeye talip var mı diye çağrıda bulunuyoruz. Yani yardımlar sosyal medya vasıtasıyla toplanıyor. İnsanlar harikulade destek oluyor. Allah hepsinden tek tek razı olsun. Her ailenin ihtiyacı kadar, hatta bazen daha fazla yardım yetiştiriliyor imdada.
Sizin gibi bireysel veya küçük bir grupla yapılan çalışmalar, yoksulluğun giderilmesi için ne kadar yararlı? Veya yeterli mi? Tam olarak ne yapılması gerekiyor sizce?
Bunu inanın biz de bilmiyoruz. Zaten yoksulluğun büsbütün giderileceği bir dünya düşleyebilmek için çok büyüdüm ve yitirdim çokça umudu ardımdaki yollarda. Tam olarak yapılması gereken diye bir
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(58)
düşüncemiz de yok ama belki herkese yetecek kadar rızıkla donatılmış bu dünyada o herkeslerden bazılarının kendi hakkıyla yetinip artık başkalarının hakkını gasp etmekten vazgeçmesi belki bir çözüm olabilir. Biraz daha kanaatkârlık, paylaşmak gibi mefhumlarda aramak gerekiyor sanırım çareyi. Öyle ki, kimseler kimselerin aslında kendisinden çaldığını çöplerde, semt pazarlarının akşam toplanma saatlerinde, yardım derneklerinde aramasın. Ama bunun için inşa edilmesi gereken bambaşka bir düzen ve kendini ıslah etmesi gereken bir topluluk gerekli belki de. Bireyin ıslahı veya ilk çocukluk yıllarından inşası olmadıkça da bunu toplum bazında bekleyemeyiz.
Devlet kurumları, belediye ve özel vakıflar bunca yardım çalışması yaparken ayrıca neden kendiniz bu işi üstlenme zorunluluğu hissettiniz?
Çok erken gençlik yıllarımdan bu yana sakini olduğum mahallemde, okulumda, meşgul olduğum işimde, gönüllüsü olduğum ya da başlattığım yardım kampanyaları oldu. İhtiyaç sahiplerine yönelik afetlerdeki yardımlar vs. Ayrıca kimi dernek ve vakıflara hep birtakım faaliyetlerinde gönüllü olmaya gayret gösterdim. Ya da yardım icap eden ailelerin yardımları için çeşitli kurum ve kuruluşlara başvurdum. Fakat bir yardımın resmiyet kazanması demek genelde ailenin o yardıma çok geç kavuşması demek oluyordu çoğu zaman, oysa durumlar hep acil oluyordu. Hastaya, yetime, yaşlıya ya da kimsesize prosedürlerden bahsetmek, inanın ona “ya evet acınız var ve oldukça büyük ama tonlarca prosedür sizin acınızdan daha büyük bir gerçek” demeyi başaramadım. Düşünsenize bir insan onurunu bir kenara koyup bir takım masalar arkasındaki takım elbiseli insanlar karşısında el pençe divan durmalar… Bir sürü sorgu sual akabinde beklenen telefonlar, yol gözlemeler, her gece başı yastığa bir umutla düşürmeler ve en sonunda da sanki fakirler için ön görülen en uygun gıdalar imzalı gibi hep aynı tip erzak kolileriyle gelen bir yardım. Kaderi olan bulgur, salça, makarna, mercimek.. Oysa o çocuklar o kolilerin içinde hep çikolata, sucuk, salam vb. çıkmasını bekliyor. Bu yüzden bizim erzak yardımımız koli veya poşetlerle değil gıda kartlarıyla oluyor. Böylece ailenin yerine karar vermemiş ve onun tercihine saygı göstermiş oluyoruz. Burada hiçbir derneğe ve vakıfa tek kelime dahi haksızlık etmek haddimiz değil, her emek saygıyı hak eder. Belki prosedür çarklarının çok oluşu ve yavaşlığı da olağan sayılabilir yer yer. Hele ki gönüllülük
hallerinde. Zira o gönüllülerin de hayat telaşeleri, maişet dertleri var. Haliyle kalan vakitlerinde bu işlere tasarruf etmeleriyle bu işleri döndürüyor olabilirler. Toparlarsak her şeye “Allah yardım etsin”, “devlet yok mu” veya “dernekelr, vakıflar görmüyor mu sanki” diyene kadar, mahalleli olarak, halk olarak birilerine topu atmadan taşın altına elimizi koymak bizimkisi.
Bu süreçte tanıştığınız ailelerle iletişiminiz devam ediyor mu? Bu bir çeşit dostluk ilişkisine dönüyor mu zamanla?
Evet, pek çoğuyla görüşüyoruz. Düğünlerine, cenazelerine, doğumlarına şahit oluyoruz. Acı tatlı çok anımız birikiyor. Hemen hemen bütün ailelerde numaramız mevcut; çaldırmaları veya mesaj bırakmaları halinde hemen dönüş yapıyoruz elimizden geldiğince. Az önce de bahsettiğim gibi veren el alan el ilişkisi değil dostluk ilişkisi kuruyoruz biz. İşin bu kısmı tam olarak bu işin bel kemiği.
Müslümanlar bu gibi konularda ne kadar duyarlı sence? Ne düşünüyorsun?
Tecrübelerimizin çoğunda biz bir sürü hassas, incelikli, yüce gönüllü insana denk geldik. İyi ki de geldik. Çünkü umut oldu her biri bize, ayrıca bu iş için cesaret verip yalnız olmadığımıza inandırdılar bizi. İhtiyaç sahiplerine de umut oldu her bir gönüllü. “Allah bizi unutmamış” denildi. Sahih bir müslümanın İslam'daki “paylaşmak” ile ilgili tüm metinlere hâkim olup hayatında onları icra etmesi, bu metinleri rafta bırakmayıp pratiğe dökmesi inanın Müslümanlığı netleştirecek, insanlığı yüceltecek bir davranıştır. Çünkü paylaşmanın verdiği mutluluk ve iç huzur hakikaten başka hiçbir şeyin verdiği mutluluğa benzemiyor.
1.
üç yüz yıl mı
yetmez biliyorum
belki doksan yıl
belki yarın
yarın yetecek hepimize
topraktan fışkıracak cesetlerimiz
ete kasa bürünecek
daha yükselirken
ve gözlerimiz açılacak
our eyes
ve kapanmayacak inerken
ve sel sel hesap
belki huzur
belki yüzümüze bakılmadan
II.
keşke su olsaydı hesapsız
bakkaldan en ucuz aldığın suydu
bi çakmak ateşin hakkına
yakacak hakkına olan her şey
kuşun mu hakkına
tutmadığın dili
para amaç değil araçtır
yediğin naneye
kokusuna topraktan fışkıracak olan naneyi
tercih ettin
şimdi ip olacak gideceğin
boynuna ya
ya karşıya
geçtiğin boğazlar kadar da kolay olmayacak
belki yarın
belki huzur
belki yüzümüze bakılmadan
mehmet sami & hatice aydın
şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015
(59)
mühlet
enes diriğ