d'işçi sayı:8
DESCRIPTION
Diş Hekimliği Öğrencilerinin Resmi FanziniTRANSCRIPT
DİŞ HEKİMLİĞİ ÖĞRENCİLERİ (DHÖ)
MÜCADELENİN NERESİNDE?
DHÖ olarak uzunca bir süredir, ‘’sermaye için değil halkın ihtiyaçları için
hekimlik yapacağız’’ diyerek çıktığımız yolda, varlığımızı aşan bir
mücadele pratiğine henüz erişemedik. Ancak ‘’varlığımızı aşma’’
noktasının bir adım gerisindeyiz, emin adımlarla ilerlediğimizi de hesaba
katarsak iyi bir noktada olduğumuzu söyleyebiliriz.
Yakın zamanda almış olduğumuz karar doğrultusunda, Diş Hekimleri
Odası bünyesinde, temel politikalarımızı orada bir hegemonya
oluşturacak netlikte savunma ve bunu, odanın temel politikası haline
getirmek amacını da taşıyarak, çalışmaya başladık.
Geleneksel meslek odası pratiği hepimizin malumu, yavaş işleyen karar
mekanizmaları, bütünü görmekten çoğu zaman uzak, nafile ayrıntılara
takılan uzun toplantılar, 2+2=4 demenin dahi uzunca savunulması
sonucunda ‘’karar’’ altına alındığı kurullar vb. sorunlar tüm odalarda
mevcut. Seçimlerde hatırı sayılır bir kalabalık ile İDO öğrenci kolu
komisyonuna girdik ancak politika yapma becerisi bakımından epeyce
vakit kaybettik. Bu sorun sadece meslek odasının veya odalarının
bürokratik karakteri ile açıklanamaz, bir süre bizim de atalet içerisinde
olmamız, savunduğumuz parasız, nitelikli, halk için sağlık hizmeti, savaşa
karşı barış, kliniklerde emek mücadelesi politikalarımızın hayata
geçirilmesini geciktirdi. Ancak disiplinli, düzenli işleyen bir yapı halinde
ilerlediğimiz şu günlerde, bardağımızın dolu tarafı subjektif değil objektif
olarak da etkisini gösteriyor. Atalet sürecimizi atılım ile üzerimizden attık
ve diş hekimliği öğrencilerinin ‘’acil’’ gördüğümüz problemlerini, bir
talepler listesi halinde oluşturduk. Aslında yer çekimini yeniden
keşfetmedik ancak bu sorunları doğru-somut talepler ile çözme
irademiz, bir keşif kadar değerli bizim için. Kliniklerde verdiğimiz emeğin
karşılığını almak, emek sürecinde sağlık güvence hakkımız ve tedavi
materyal yükünü sırtımızdan atma isteğimiz, acil talepler listemizi
oluşturdu. Bu talepler İDO öğrenci komisyonu'nun ortak iradesi olarak bir
kampanya konusu haline getirildi ve kararlar alındı. Diş hekimliği
öğrencileri haklarını bilecek ve artık susmayacaklar!
Biliyoruz ki bu sorunlar dünden yarına çözülmeyecek ama şunu da
biliyoruz ki ancak ve ancak bizim irademiz bu sorunları çözecek. Bunun
için ‘’artık ayağa kalkıyoruz’’ diyeceğimiz bir forum düzenliyoruz. 11
Mayıs'ta Çapa'da düzenleyeceğimiz bu forum, İstanbul'dan bütün
fakültelere, oradan büyüyen talepleri de yanına katarak memleketin
bütün kliniklerine ilerleyecek bir mücadele meşalesi olacak. Güvenceli
çalışma, emeğimizin karşılığını almak en temel hakkımız. Birleşirsek
kazanırız, birleşeceğiz ve kazanacağız!
Armenak Bakırcıyan
VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE DİŞ HEKİMLİĞİ
ÜZERİNE
2015 yılı verilerine göre Türkiye'de eğitim veren kırk diş hekimliği fakültesi
bulunmaktayken bunlardan dokuzu vakıf üniversitesi bünyesinde eğitim
veriyor. Geçmişten bugüne diş hekimliği öğrencilerinin yaşayageldiği
sorunlar hepimizin malumu. Bu yazıda aşina olduğumuz sorunlara vakıf
üniversitelerinde eğitim gören diş hekimliği öğrencilerinin
perspektifinden bakalım istedik.
Vakıf üniversitelerinde var olan temel sorunlardan birincisi ve belki de en
büyüğü sermaye sorunsalıdır. Diş hekimliği fakültelerinin bağlı olduğu
vakıf üniversitelerinde yönetimlerin ekseriyeti hastaları müşteri, doktora
ve diş hekimliği öğrencilerini de emeği sömürülecek kaynaklar olarak
görüyor. Birçok anabilim dalında staj süreleri staj puanlarını
tamamlamak için yetersiz kalırken diğer anabilim dallarında da
stajyerler hiçbir dayanağı olmaksızın, tamamlamaları gereken
puanlardan çok daha fazlasından sorumlu tutuluyor, fazladan
çalıştırılıyor. Bu durumlar da kendi sorununu doğuruyor ve diş
hekimi yardımcıları, temizlik personelleri ve stajyerler çalışma saatlerinin
sarkması sorunuyla karşı karşıya kalıyor. Öğrenciler kişisel zamanlarından
hatta teorik derslerinden zaman çalıp hasta tedavi etmek
mecburiyetinde kalıyor. Mesleği hasta tedavi etmek olan diş hekimleri
için ‘’mecburiyet’’ tabirinin neden kullanıldığı sorusu akıllara gelebilecek
bir sorudur. Bu sorunun iki cevabı var. Birincisi, karşılığı olmadan sarf
edilen bir emek söz konusu. İkincisi ise hasta tedavi etmenin, vakıf
üniversitesindeki karşılığının hasta eritmek olması. Nitelikten çok niceliğe
önem veriliyor. Gelen hastayı ne olursa olsun geri çevirmeme anlayışıyla
hareket ediliyor.
Dahası, yönetimin hekimlik nosyonu
olmayan, genellikle de hekim dahi
olmayan bireylere emanet edilmesi ,
hasta mağduriyetlerine ve hekim
adaylarının bu mağduriyetlerden
sorumlu tutulmasına sebebiyet
veriyor. Hasta sağlığı ve hekimlik etiği
yerine vitrine, yani hastaneden çok
şirket gibi işleyen bu sağlık
kurumlarının içi doldurulamayan reklam politikalarına önem verilerek
hasta potansiyelinin artırılması amaçlanıyor. Hasta memnuniyetini esas
almaktan uzak tutumları bu balon potansiyelin devamlılık sorunları
yaşamasına neden olurken olası bir problemden ironik bir şekilde
hekimler, hekim adayları sorumlu tutuluyor ve ne yazık ki hastane
yönetimi hekimin, stajyerin yanında tutum sergilemiyor.
Vakıf üniversitelerinde preklinik, klinik ve laboratuvarlarda donanım ve
imkanların devlet üniversitelerinden daha iyi vaziyette olduğu
yadsınamaz bir gerçekliktir. Hatta bu gerçeklik pratik uygulamaların bu
denli yoğun olduğu diş hekimliği bölümünde öğrencilerin tercihlerini
etkilemektedir. Ancak hala çoğu vakıf üniversitesinde beklentiler
karşılanamıyor. Örneğin; fantom laboratuarları ağır aksak işliyor, solak
öğrencilere ergonomik çalışma imkanı sağlanmıyor, solak ünitler tahsis
edilmiyor.
Öğrencilerin karşılaştığı bir diğer sorun da birçoğu henüz birkaç yıllık
eğitim deneyimine sahip olan fakültelerde sistematikleşememiş eğitim
programlarıdır. Her sene farklı bir işleyişle karşılaşan öğrenciler
adaptasyon sürecinde zorluk yaşıyor. Envanter edinme, okulun anlaştığı
laboratuvar dışındaki bir laboratuvarla çalışamama da genel şikayetler
arasında.
Tüm bu aksaklıklarla mücadele etmeye çabalayan vakıf üniversitesi
öğrencileri toplumdaki özel okullu algısını yıkmaya da çabalıyor.
Yalnızca para ile kaydolunan bir okulda okumadıklarını, üniversite
sınavlarına girip belli bir başarı elde ederek bu okullarda okumaya hak
kazandıklarını, derslerini para karşılığı değil de tüm diş hekimliği
öğrencileri gibi çalışarak geçtiklerini, devlet üniversitesindeki öğrenciler
kadar meslek bilgisi ve deneyim sahibi olduklarını anlatmaya uğraşıyor.
Bahsedilen sorunların bir örneklem olduğu düşünülürse, üniversiteye
adım attığımız ilk andan itibaren emek mücadelesine başlayan birer
sağlık çalışanı ve hekim adayı olarak sorunlarımızın duyulmasını, yankı
bulmasını, anlaşılmayı ve hakkımızın teslimini talep ediyoruz. Bizlerle
benzer sorunları yaşadığını bildiğimiz tüm vakıf üniversitesi öğrencilerini
de sessizliğe gömülmek yerine hak ve emeklerine sahip çıkmaya davet
ediyoruz.
Lyl ve Frida
AHTIM OLSUN YÜREKLERİ AĞIRLAŞSIN DİYE
İYİCE TABUTUMUN İÇİNDE TEPİNECEĞİM
Kadın olmak aya gidilen zamanda okuma yazma bilmemektir. Gece
sokağa çıkmaktan çekinmek, laf atıldığında utanıp tersleyememek,
dayak yediğinde ‘’yine ne yaptım’’ deyip kendini koruyamamaktır.
Boğaz tokluğuna dünyayı doyurmak, silip süpürmek ve yeniden
doyurmak, her gün ne pişireceğini düşünüp başka şey düşünemez hale
gelmektir. Kadın olmak günde 24 saat hizmet verip ‘’çalışıyor musunuz’’
sorusuna cevap aramaktır. Canını dişine takıp meslek edindiğinde yine
bütün ev işlerinden sorumlu tutulmak, ev kadınlığından sıyrılamamak, ne
patrona ne kocaya yaranmaktır.
Biz kadınlar ölsek, tecavüze uğrasak, tacize uğrasak, gülsek bile
suçlanabilmekteyiz. ‘’Her gün 3 kadın öldürülüyor‘’ cümlesini çok uzun
zamandır kullanıyoruz. Her geçen gün bu cümle yakıcılığını kaybediyor.
Ve her gün geçtikçe öldürülen/katledilen kadın arkadaşlarımızın isimleri
sayfalara sığmıyor. Bu cins kırımını, 3. sayfa haberlerine indirgemekte
direten patriyarka ise iki yüzlü bir şekilde çüzüm bulurmuşcasına
davranıyor. Ve kadınların ‘’kadın cinayetleri politiktir’’ haykırışının
duymazdan gelmeye çalışıyor.
Eskiden süre gelen bir düşünce olan, sosyo ekonomik düzeyi düşük
kırsalda yaşayan kadınların şiddet gördüğü ve erkeklerin şiddet
uyguladığı yanılsaması günümüzde kadın örgütlerinin yaptığı
araştırmalar tarafından al aşağı edilmiştir. Her meslek gurubu ve
statüden kadın şiddete uğramaktadır. Ve ayrımsız bütün erkekler hali
hazırda birer potansiyel şiddet failidir.
Yine 22 mart gecesi bir kadın öldürülmüştür. 20 yaşında bir üniversite
öğrencisi olan Gülay Bursalı kendisine cinsel saldırıda bulunmaya çalışan
iki erkekten kurtulmaya çalışırken kendini 10. kattan atmışıtır. Ve
ölümünün ardından yaşananlarsa daha da trajik bir hal almaya
başlamıştır. Ne yazık ki insanların birçoğunun aklına gelen ilk soru,
‘’tecavüze uğrayarak mı yoksa ’tertemiz, namuslu’ mu öldü’’ olmuştur.
‘’Namusuna düşkün’’ acılı babası cıkıp bir acıklama yapmış ve ‘’kızım
annesinden doğduğu gibi gitti’’ şeklinde bir beyanda bulunmuştur.
Hangi kadının arkasından ne kadar üzüleceğimizi bile dayatan
patriyarkaya karşı ailesi ‘’çaresizce’’ bir savunmaya geçmiştir.
İstanbul Aydın Üniversitesin’de İAÜ Kadın Dayanışmasının da arkadaşları
Gülay’ın ölümünün ertesi günü düzenlediği anmaya da, okul yönetimi
çeşitli bahaneler ile engel olmaya çalışmıştır. Kadın arkadaşlarının
yapmak istediği anmaya yine benzer kaygılar ile Gülay’ın ‘’ne kadar
namuslu’’ olduğuna karar veremedikleri için izin vermeyen okulun tavrı
üzerine kadın arkadaşları anmalarını dışarıda gerçekleştirilmiştir. Bu
seferde anmaya bir gurup faşist erkek tarafından saldırı
gerçekleştirilerek anma terörize edilmeye çalışılmıştır.
Bu yaşananlar ne ilk ne de son, benzeri olaylar dizisidir. Kadınların
ölürken bile kategorize edilişinin en güzel/acı örneğini geçen sene yakın
zamanlarda yaşamıştık. Özgecan Aslan’ın ölümünden sonra hepimiz
çok üzülmüş sokaklara dökülmüştük. Elbette ki sahiplenmeliydik
Özgecan’ı. Ardından melek denilmişti. Katili için idam cezasının geri
gelmesini talep edenler bile olmuştu.
Özgecan’ın katledilmesinden kısa bir süre sonra bir kadın daha
öldürülmüştü; Hüsne Aslan. Erkek arkadaşı tarafından arabayla ezilerek -
öldüğünden emin olmak adına tekrar arabayla üsütünden geçilip
kafası ezilmiştir- öldürüldü. Ve bu sefer, o milyonlar sokağa dökülmemişti.
Facebook paylaşımları yapıp vah vah demişti bağzıları. Bir kısmı
öncesinde katiliyle birlikte bira içtiklerini gösteren, fotoğraflar karşısında
yazık olmuş diyip çevresindeki kadınlar için oluşturduğu ‘’olumsuz’’
örnekler listesine eklemişti. Çok az insan bir insan öldü demiş ve aynı
Özgecan’da yaşadığı o öfkeyi ve acıyı duymuştu.
Biz iyi biliyoruz ki patriyarka biz kadınları kategorize ederek birbirimize
karşı bizi ötekileştirmektedir.
‘’Makbul’’ kadın ,
‘’uygunsuz’’ kadın diyerek
biz kadınları ayrıştırmayı
amaçlıyor. Kendi kalıpları
içinde olmayan sınırlarda
yaşam hakkımız olmadığını dayatıyor. Ancak yapılan araştırmalar
gösteriyorki öldürülen kadınların bir çoğu yıllardır kulağımızı tırmalayacak
şekilde, sürekli söylenen ‘’evinin kadını çocuklarının anası’’ olan
kadınlardır. Şiddet failleri de ‘’aile babası’’ olan erkeklerdir.
Bütün bu kadınlar ‘’öle dursun’’, patriyarka katillerden önce kadınları
yargılamaktadır. Önce kadının, sonra ölüm şeklinin iffetini yargılıyor ve
buna göre ölümüne üzülüp üzülmememizi, sahiplenip
sahiplenmememize karar veriyor. Sistemin yapılan cins kırımını
meşrulaştırmak için kullandığı en güçlü silahtır kadınları kategorize
etmek. Çünkü bu kategorize edişiyle kadın dayanışmasının saflarını
parçalamaya çalışmaktadır. İffetli kadınlar ile iffetsiz kadınlar arasına
engeller koyarak; bir tarafı çemberin içinde diğer tarafı da çemberin
dışında katletmektedir.
Ancak biz kadınlar artık çemberin içinde ya da dışında yer almak yerine
zincirin kendisi oluşturuyoruz. Biliyoruz ki özel olan politiktir. Nevin’den,
Çilem’e erkek şiddetine karşı kadınlar kendi hayatlarını savunmakta
kararlıdır. ‘’Kadının direnişi kadına mirastır.’’ Bedenlerini ağırlaştıranların,
yürekleri ağırlaşsın diye tabutunun içinde tepinen tüm kadınların ahtına
sözümüzdür: Kadınlar özgürleşecek ve dünya yerinden oynayacak!
Lilith
YENİ DEĞİL BU ANLATILAN HİKAYE
Kapitalist dünya düzeninin hırıltılı soluğu, yakın bir gelecekte tarihe
karışacağının işaretidir. Lenin’in deyimiyle ‘’kapitalizmin en yüksek ve
son aşaması’’ büyük bunalımlarına her gün bir yenisini ekliyor. Ortadoğu
coğrafyasında gidilmek istenen savaş bu mevcut bunalımı aşma
girişimidir. Tabi emperyalistler tüm bunları yaparken emekçi sınıflar boş
durur mu? Emekçi halklar özgün şartlarda ve farklı biçimlerde
mücadelelerini yükseltiyor. Amerika kıtasında yaşanan gelişmeler
(Güney Amerika’da anti-kapitalist birliklerin güçlenmesi, ABD’de
Sanders’ın bir ‘’umut ışığı’’ olarak görülmesi vb.), Avrupa’da özellikle
Fransa, İspanya ve Yunanistan’da yaşanan ve hayatı belli bir süre
durdurabilecek denli etkili grevler ve protestolar, Ortadoğu’da
kaynayan kazan ve ezilen halkların özgürlük mücadeleleri.
Bu mevcut bunalım iki majör olguyla sonlanabilir: 3. bir emperyalist
savaş ya da toplumsal bir alt-üst oluş! Bu muhtemel olgulardan
hangisinin gerçekleşeceğini belirleyecek olan sınıf bilinci ve
enternasyonalizmdir. Eğer işçi sınıfına enternasyonalist bir sınıf bilinci
aşılanmazsa 1930’ların Almanya’sı, İtalya’sı vücut bulur. Korkut
Boratav’ın dediği gibi krizlerden faşizmin galip çıkma olasılığı sosyalizm
kadar fazladır. Bahsettiğimiz bu sınıf bilinci toplumsal alt-üst oluşları
tetikleyebilecek olaylara (Tekel, Gezi, büyük metal grevi vb.) örgütlü bir
müdahalede bulunmakla aşılanır. Tüm bunları takiben mevcut
çelişkilerin kendini alt-üst edip yeni çelişkileri doğurması kaçınılmazdır.
Bütün dünyada yaşanan toplumsal gelişmeler kapitalist düzenin
yaşlandığını ve daha fazla hareketi kaldıramayacağını göstermiyor mu
sizce de?
Hal böyleyken mevcut düzen eleştirisi
yapmakla kalmayıp mücadelemize
yöneltilen bazı eleştirilerden yola
çıkarak bu konuları netleştirelim.
Bunlardan ilki halk arasında süregelen
‘’bu düzen böyle gelmiş, böyle gider’’
tavrıdır. Asla! Bu düzen böyle gelmedi
ve belki yaşadığımız süre içinde
sosyalist üretim tarzının bir bileşeni
olamayacağız fakat bu düzen böyle
gitmeyecek! Bir diğer husus da özellikle
Amacımız gelir
adaletsizliğini düzeltmek
değildir, emekçilerin her
gün ve her saat emek
güçlerini satmak zorunda
olduğu bu düzenin
itrahıdır.
hakim sınıftan yöneltilen Sovyetler Birliği’nin çöküşü ‘’kanıtı’’dır. Bu sığ
düşünceli insanlara göre Sovyetlerin çöküşü sosyalizmin nihai yenilgisidir.
Bunlara verilecek cevap basittir. Bu konuda tarihin maddeci
diyalektiğiyle düşünmek yeterli olacaktır. Bolşevik devrimi ve Sovyetler
örneği, kapitalist dünya düzeninin istenmeyen çocuğudur ve kürete
edilmiştir. Tıpkı köleci toplumda icat olunan buharlı makineler gibi. Peki
günümüze baktığınızda köleci toplum mu görüyorsunuz yoksa buharlı
makineler mi? Geçmişin istenmeyen çocukları zamanı geldiğinde tüm
dünyada hakimiyet kuracaktır.
Amacımız gelir adaletsizliğini düzeltmek değildir, emekçilerin her gün ve
her saat emek güçlerini satmak zorunda olduğu bu düzenin itrahıdır. Ve
bunu ancak çalışan ve çalışmayan işçilerin çaresizlik içindeki eli bir
yumruk haline geldiğinde başaracağız.
Lvovski
PİYASACI STAJYERLER KUMPANYASI
Bir diş hekiminin fakülteyi kazanması, eğitim süreci, mezuniyeti ve
‘piyasaya’ girişi birbirini takip eden bir savruluştur. Peşisıra siz farkında
olmadan bir süreç başlar ve siz de o sürecin içinde kendinizi
kaybedersiniz. Birçoğu, bu gelişmelerin karakterlerinde meydana
getirdiği değişimi fark etmez bile. Öyle doğal bir süreçtir ki bu, zaten
insanoğlu salt madde/maddiyat için dünyaya gelmiştir. Hayatı boyunca
rekabet peşini bırakmayacak ve o da bu yarışta, bu büyük yarışta, hiç
geri düşmemeye çalışacaktır. Bu da tabi ki doğal yollarla değil türlü
entrikayla, stratejiyle ve sen tatlı sona ulaşırken birilerinin hayatını
karartmayı göze almakla olacaktır.
Bu süreç okula adım attığımız günden beri işliyor. Her şey o ilk yenilgiyi
almamızla başladı tabi ki. Bize satın almamız için dayatılan ve satın
alacağımız yerin dahi belli olduğu, eğitimimiz için ‘olmazsa olmaz’
materyalleri gidip aynı gün satın aldık. Fiş satın almazsak da cüzi bir
miktarda kârlı olacağımızın da öğretildiği, toplamda milyarlar eden bu
alışverişin sonucunda elbette kârlı olan bizdik! Laboratuvarlarımıza geri
döndük ve eğitimimize kaldığımız yerden devam ettik, ‘’dönemeseydik
ne olurdu’’nun azıcık (!) endişesiyle.
İkinci senemizde bu sefer ayağımıza gelmeye başladı ilerde sıkça ilişki
kuracağımız büyük şirketlerin aracıları. Biz tabi ki bu fırsatı kaçıramazdık
ve ilerde kendi kliniğimizde de kullanacağımız malzemeleri -daha
sonrasında sıklıkla olacağı gibi- yine satın aldık. Ucuzuna kaçabilirdik bu
ürünlerin ama kaçmadık! Çünkü biz o plastik kafalara en iyi hizmeti
sunmak için vardık. Durmadık, devam ettik.
En hijyenik koşullarda çekilmiş ve aynı hassasiyetle çamaşır suyunda
saklanmış dişleri toplamaya başladık bir sonraki sene. Burada hatamızı
kabul etmeliyiz ki bulaşıcı hastalık riskinin devam ettiğini o dişlere
dokunduktan çok sonra öğrenmiştik. Yine de olsun dedik, eğitim aşkı
dedik. Kanalları açtık, genişlettik, doldurduk. Yetmedi, yetemedik aynı
dişten on tane genişleştik. Kimi zaman kendi odalarımızı enfekte ettik.
Yine yetemedik, yaz okullarına kaldık. Tabi bu sırada her bir diş için
malzeme satın almaya devam ettik. Neticede bir hastanın çekilmiş olan
Tabi ki bundan biz
sorumluyduk, yeni
malzemeler satın
aldık çünkü biz
bunun için vardık!
dişlerinde başka bir hastada kullandığımız aletleri
kullanamayız değil mi? At çöpe.
Bulaşıcı hastalıklar için aşılanmayı akıl ettiğimiz
dönemdeyse çoktan hasta bakmaya başlamıştık
ve sağlık alanında gelişmiş olduğunu iddia eden bir
üniversitenin, yine üniversite gelirine katkı sağlayan öğrencilerini
aşılamayı nasıl unuttuğuna anlam veremedik. Olsun, aşılandık ve
devam ettik. Yeni malzemeler satın aldık çünkü laboratuvardaki
malzemelerimizi kliniğe sokamazdık. Tabi ki bundan biz sorumluyduk,
yeni malzemeler satın aldık çünkü biz bunun için vardık!
Mezuniyete bir kala her şey bu ironik haliyle yerinde duruyor. Piyasaya
hazırlanan diş hekimleri, iyi etmek dışında her şeyi yapıyor. Para
kazanamadığımız halde performansa dahil edilip yaptığımız tedavilerin
sayısı, puanı yarıştırılıyor. Hipodroma dönen kliniklerde ne yaptığını
bilmeyen stajyerler kaynıyor. İnsanlar derdine çare bulmak için geliyor
ancak bu sistem içerisinde ne alacakları düzgün bir hizmet var ne de
iyileşme ihtimalleri ama tüm bunların yanında sağlık sistemini bir kez
olsun eleştirmeyi denemiyorlar. Tek eleştirdikleri sağlık çalışanları.
Bizim bu denli paracı hekim olacak oluşumuz, zengin olma hayalleriyle
eğitilmemiz ve kapitalizmin kurallarına göre çalışmak zorunda
olduğumuz gerçeğine maruz bırakılmamız karakter değişiminde büyük
rol oynuyor. ‘Kuralına göre oynamayı’ tercih eden arkadaşlarımız
oldukça fazla. Tüm bu olumsuzlukların yanında mücadele azmimizi
bırakmamak için direniyoruz. Ağız sağlığının sosyo-ekonomik farklılıklarla
orantılı olduğu gerçeğine istinaden mücadele alanlarımızı bunun
doğrultusunda oluşturmaya çalışıyoruz. Herkesin eşit ve kaliteli sağlık
hizmeti alması mümkün, bunu gerçekleştirmek için mücadele edecek
hekimlerin yetişmesi umuduyla.
Persona Non Grata
DİŞÇİ Mİ DİŞ HEKİMİ Mİ YETİŞİYORUZ?
Diş hekimliği fakültelerinde bize öğretilen başlıca şey dişçi değil diş
hekimi olmamız gerektiğidir. Hocalarımızın hemen hemen her ders
üstüne basa basa hatta bazı asistanlarımızın bile kliniklerde öğrencilere
söylediği, ‘’biz dişçi değil diş hekimiyiz ve ona göre davranmalıyız’’
sözüdür. Peki sizce fakültemizde bize verilen öğretim, klinik stajlarda
öğrencilere ve asistan öğrencilere sağlanan imkânlar bizi nasıl bir hekim
olmaya yönlendirir? Hocalarımızın ağızlarından düşürmediği bu sözün
ama fakülte hastanelerinde ama dışardaki kliniklerde gerçek hayata
geçirilmesi ne kadar müsait durumda? Kısacası biz diş hekimi olmaya mı
yoksa dişçi olmaya mı yönlendiriliyoruz?
Günümüzün bilimsel teknolojilerin ilerleme hızı oldukça yüksek ve çeşitli
meslek gruplarının bu teknolojilerden yararlanma oranı da yüksek.
İlerleyen bilimle bu bilimi kullanan mühendisler yaptıkları makinelerle
çeşitli meslek gruplarına büyük katkıda bulunuyorlar. Diş hekimliğini de
bu meslek gruplarından bir tanesi olarak sayabiliriz.
Bir hastanın ağız-diş sağlığının en iyi şekilde korunması, varsa
tedavilerinin yapılması, gelişen teknolojiyle önemi artan estetiğin
sağlanması bu teknolojiye en iyi şekilde ayak uydurmayla paraleldir.
Gelişen teknolojiyi öğrenmek, uygulamak, ülkemize getirip fakültelere
kazandırmak ve bilimsel yöntemlere göre en iyi şekilde tasarımlanmış
laboratuvarlarda öğrencileri eğitmek öğretim görevlilerinin başlıca işi
olmalıdır.
Üniversite hastanelerinde yapılan tedavilerin başarıya ulaşması için
malzemenin de iyi olması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Bu malzemelerin
sağlanması hele hele 3. basamak tedavi hizmeti veren üniversitelerde
eksiksiz olmalıdır. Cerrahi, endodonti, periodontoloji gibi kliniklerde
tedavinin başarısı ve enfeksiyondan dolayı oluşabilecek
komplikasyonların önüne geçebilmek amacıyla ortamın dezenfeksiyonu
ve antisepsinin önemi büyüktür. Bu kliniklerin, cerrahi ameliyat sahasının
temizliğine özen gösterilmelidir. Bu kliniklerin pis olması, kötü kokması
kesinlikle kabul edilemez.
Yapılan dolguyu,
kanal tedavisini,
protezi bir üretim
olarak ele alırsak bu
üretim ilişkisinde
yeri işçi olan diş
hekimi öğrencisi ve
asistan öğrencilerin
emeğinin
sömürüldüğü
aşikardır.
Bizim fakülteye (İstanbul Üniversitesi Diş Hek. Fak.)
baktığımızda ise maalesef bunların hiç birini
göremiyorum. İyi olarak sanırım kliniğin temizliğine
ve çapraz enfeksiyona dikkat konusunda en iyi
periodontoloji kliniğini bir de diş hekimlerinin
yerinin sadece muayenehane olmadığını,
koruyucu yöntemlerin önemine dikkat çeken ve
önemli bilgileri halka ulaştırmak gerektiğini
gösteren Toplum Ağız-Diş Sağlığı dersini ve staj
uygulamasını örnek gösterebilirim.
Kliniğe çıkma ve orada doğru işi yapabilmenin
temelini oluşturan preklinik eğitimi ise Çapa’da
hâlâ çalışmayan ünitlerle, tur motorlarıyla
yapılıyor. Mevcudundan fazla öğrenci alan bu
dezenfeksiyondan yoksun temizliğin t’si olmayan
preklinikte ünitlerin bazılarının bozuk olması, tükürük emicisinin
çalışmaması nedeniyle aynı ünitte 2 hatta bazen 3 öğrenci çalışıp
meslek öğrenmeye çalışıyor. Maksimum 15 öğrencinin girebileceği alçı
laboratuvarına 45 öğrenci girip yapılan işin iyi olması bekleniyor. Üstüne
üstlük güzel hayallerle geldiği diş hekimliği fakültesinde var olan korkunç
usta-çırak ilişkisinden psikolojik olarak da nasibini alan öğrencinin
hayatını fakülte cehenneme çeviriyor. Yozlaşmış bir preklinik eğitiminden
kliniğe geçen öğrenciyi daha büyük sorunlar bekliyor.
Teorik derslerde bize verilen eğitimin değeri güncellenmiş diş hekimliği
bilgilerine göre az olması, eldiven, maske, bardak gibi elzem
malzemelerin bile bazen kliniklerde bulunmayışı ve öğrencinin sırtına
yıkılmaya çalışılması; hem derslerde dikkat etmemiz gereken noktaları
anlatıp bu noktalara dikkat etmenin bizi hekim yapacağını söyleyen
hem de sanki dalga geçer gibi biz size bunları öğretiyoruz ama sakın
uygulamayın dercesine biz öğrencilerden yüksek puan istenmesi bize,
‘’biz size diş hekimliği öğretiyoruz ama siz dişçi olun’’ yolunu gösteriyor.
Hasta baktığı için her türlü bulaşıcı hastalığı kapma riski bulunan diş
hekimi ve asistan öğrencilerin sigortasının olmaması, emeğinin karşılığı
alamaması, yaptığı işin öğretim görevlisi tarafından kontrol edilmemesi,
öğretim görevlilerinin sadece pratik sınavlarda meydanda olması en
büyük sorunlarımız gibi. Diş hekimi öğrencisi mesleği öğrenmek ve
becerisini geliştirmek için kliniğe çıkıyor. Tedavi kliniğini ele alalım: Yaptığı
işi kim kontrol ediyor? Yaptığı işin iyi olması için ustasından(öğretim üyesi
ya da orada olan doktordan) öneri alıyor mu? Üniversitenin, kendisine
gelen hastaya uygun gördüğü malzeme gerçekte ne kadar uygun?
İstenilen puanların çokluğundan, direkt gelirlerin artırılmasının
hedeflenmesi, asistanların iş yükünün fazla olması haliyle bu önemli
noktaları es geçtiriyor.
Yapılan dolguyu, kanal tedavisini, protezi bir üretim olarak ele alırsak bu
üretim ilişkisinde yeri işçi olan diş hekimi öğrencisi ve asistan öğrencilerin
emeğinin sömürüldüğü aşikardır. İstenilen yüksek puandan ötürü
öğrencinin bir an önce işi bitirmek adına özensiz dolgu yapması,
öğrenciden işi kaliteli yapması değil kısa sürede çok hasta bakmasının
istenilmesi bir de tedavi kliniğinin pişkin pişkin gelirlerimizi artırdık demesi
fakültenin bir diş hekimi değil dişçi yetiştirdiğinin göstergesi.
Öğrencinin gençliğinin sömürüyle geçmesi, psikolojisinin bozulması,
mutsuz olması, malzemelere giden paranın haddi hesabının olmaması,
klinikte yaptığı işin bir öğretim görevlisi tarafından kontrol edilmemesi bu
yüzden de nasıl bir iş çıkarttığını bilmemesi; bu okuldan mezun olsa da
dışarda kendi hastalarına iyi ve yerinde tedavi yapması nasıl
beklenebilir? 5 yılda verilmeyen çağdaş diş hekimliği ve teknolojiyle ilgili
öğretimin, öğretim görevlileri tarafından okuldan mezun olunduğunda
seminer adı altında para karşılığında verilmesi ve kullanılan teknolojik
aletlerin çağ dışı olması artık bu sömürüden payını alanların birlik olması
gerektiğini gösteriyor.
Diş hekimi öğrencisi ve asistanlar emeği sömürülen, sigortasız bir işçidir.
Bu sisteme karşı, hastanenin artık gerçekten bir ‘’hastane’’ olması için,
hak ettiği eğitimi, sigortasını, maaşını alabilmesi için, çağımız diş
hekimliğinde kullanılan teknolojik aletleri kullanmayı ve uygulamayı
fakültede öğrenmesi için kısacası dişçi değil diş hekimi olabilmesi için işçi
sınıfı saflarında örgütlenmekten ve bu gidişe hep birlikte dur demekten
başka çaresi yoktur.
Stürmer 61
İKİ KANALİZASYON, TEK ÇUKUR
İki Şehrin Hikayesi şöyle başlar: ‘’Tüm zamanların en iyisiydi, tüm
zamanların en kötüsüydü.’’ Dickens’ın zamanlarının aksine ‘’iyi
zamanlar’’a epeydir hasretiz. Kötü ve daha kötü arasında salınıyoruz.
Aslında güzel Haziran’ımızı yaşayalı da çok olmadı hani, 7 Haziran
dediğin ise daha dün. Bir yılgınlık yazısı değil elbette amacım fakat
hepimizde malum şok etkisinin, karanlık demeyeyim de ‘’iyisizlik’’ halinin
bir bıkkınlığı mevcut. Vaziyet raporunu verdiysek devam edelim.
Zafer Açıkgözoğlu’nu hatırlayacaksınızdır. İ.Ü. Çapa Tıp Fakültesinde
taşeron işçi olarak çalışırken kendisine zorla kanalizasyon temizliği
yaptırılmış, bunun sonucunda hastalanıp karaciğer yetmezliğinden 28
yaşında hayatını kaybetmişti. ‘’Hayatını kaybetti’’ derken yanlış
anlaşılmasın; bazılarının utanmadan kader, fıtrat diye tanımladığı bu
ölümler düpedüz cinayettir. En temel korunma önlemlerini bile almayan,
işçinin sağlığını, hayatını hiçe sayarak
çalıştıran bu barbarlar her gün başka
başka cinayetler işleyerek toplumsal
bir kanser olan hanedanlıklarını
büyütmeye devam ediyorlar.
Öte yandan geçtiğimiz günlerde, ana
akım medyada da epeyce yer bulan
bir intihar olayı yaşandı İstanbul’da.
Yaklaşık üç yıl önce eşi ve üç çocuğuyla Suriye’deki savaştan kaçıp
gelen 36 yaşındaki Amir Hattab rögar kapağını açıp kendini
kanalizasyona bırakarak intihar etti. Haber, okuyan herkeste, belki
başka çıkarımlara götürecek, başka yorumlar yaptıracak olsa da kişide
benzer hisler ve duygulanımlar oluşturmuştur diye tahmin ediyorum;
biraz irkilme, biraz garipseme, epey anlamdıramama ve birtakım başka
hoş olmayan şeyler.
Zafer Açıkgözoğlu, ölmeden kısa bir süre önce kendisinin öldükten iki
gün sonra unutulacağını söylüyordu. Tıpkı diğer iş cinayetleri gibi.
Kendisini bu konuda hayal kırıklığına uğrattığımız için memnunuz. Ama
aslında haklıydı, sınıfının sözcülüğünü yaptığı için. Zafer’i unutmadık, ya
diğer binlercesini, Soma’yı, Ermenek’i, Torunlar’ı? Kaç hesap biriktirdik?
Amir’in de bize söyleyecek şeyleri vardı elbet. Büyük ihtimal pek medeni
Avrupa’nın, hoşgörü diyarı Anadolu’nun o yaldızlı boyalarının nasıl
döküldüğünden bahsederdi. Bugün mülteci düşmanlığı yapanların iki
sene sonra Doğu Avrupa sınırlarında geçiş izni bekleme ihtimalinden ve
bu durumun absürtlüğünden dem vururdu belki, kim bilir?
Peki, bu iki olayın birbiriyle alakası ne? Her ne kadar aralarında bir
bağlantı yokmuş gibi gözükse de ikisini birleştiren bir şey var; bir çukur. Bu
metaforu kullanıyorum çünkü iktidara yakıştırılan sıfatları tek tek
sıralamak istemiyorum (siz tabi ki bir yönüne özellikle vurgu yapmak
isteyebilirsiniz; hırsız, katil, yalancı, talancı vb). Birbirleriyle alakasızmış gibi
gözüken bu iki olay da bu ‘’çukur’’un toplumun neredeyse her kesimine
mümkün bulduğu her cepheden açmış olduğu savaşın sonuçlarından
bazıları. Bir yandan emeğe topyekün bir saldırı (diş hekimleri de bundan
bağımsız değil; ödenmeyen ya da geciken maaşlar, özellikle yeni
mezunların eskiye nazaran çok kötü şartlarda çalıştırılması, kısmi özerklik
alanlarının –muayenecilik- bitmeye yüz tutması vs) ve ardı arkası
kesilmeyen iş kazaları, cinayetleri, diğer yandan Ortadoğu’dan
Avrupa’ya tüm dünyayı kana bulayan cihatçı katillerle aktif bir işbirliği,
bu işbirliğinin yansıması olarak Kürdistan’da yaşanan katliamlar, kadına
yönelik şiddet, çocuk tecavüzleri, yükselen ırkçılık... Çürümenin
örneklerini arttırmak mümkün. ‘’İşte burası dibi’’ diye düşündükçe sürekli
yanılıyoruz çünkü.
Başa, zamanların en kötüsüne dönelim. Herhalde tarihte en çok
sorulmuş ve yine herhalde daha epeyce sorulacak olan soruyu bir kez
de bu momentin güncelliğinde hatırlayalım; ne yapmalı? Yanıtı bu
yazının da D’işçi’nin de boyunu fersah fersah aşar hak verirsiniz ki. Ama
en azından sisi dağıtabilecek işaret fişekleri çakmak da hepimizin biraz
görevi. Görevi çünkü artık seçme şansımızın olmadığı zamanlardan
geçiyoruz. Yükselen faşist ve gerici dalga hepimizin kapısında kendisini
hissettiriyor. Tarihsel örnekler fazlasıyla ortalıkta dolanıyor bu aralar,
tekrarlamaya lüzum yok. Lakin başka zamanlarda ama yine benzer
dalgalara göğüs germiş Rosa’nın kulaklarını çınlatmadan da
bitirmeyeceğim; ya bu barbarlığa boyun eğip günlerimizi derin bir
sindirilmişlikle geçireceğiz ya da güzel Haziran’ımızda ‘’al sana
gündem’’ dediğimiz gibi tarihe tekrar sahip olacağız. Seçim bizim.
Epimetheus
BAŞLIKSIZ BİR YAZI
İnsanoğlu olarak ‘’biz neyiz’’, ‘’yaşam amacımız nedir’’; belki bu
sorulardır temelde bize hayatı sorgulatan, felsefenin temelini atan ve
yaşam felsefesi dediğimiz tanımı oluşturan. Bunu biraz daha özele
indirgeyip sağlık emekçileri üzerinden tartışalım. Giydiğimiz beyaz önlük
neyi temsil eder, bizler niçin yaşarız, çaba gösteririz, emek harcarız?
Sağlık emekçileri grubunun üyesi olan diş hekimlerinin toplumdaki her bir
bireyin yaşamını daha kalite hale getirmek için emek harcadığı şüphesiz
tartışılmaz. Ancak kişilere nitelikli hizmet vermek için ne kadar nitelikli bir
eğitim aldığımız soru işaretidir. Artan kontejanlar ve işlevsiz bir sağlık
sisteminin sorunlarının yansıdığı okullarda aldığımız eğitim birçok defa
tartışma konusu olmuş, çözüm üretilmesinde aciz kalınmıştır. Üniversite
yerleştirme sisteminden başlayan hatalar zinciri okullarda da devam
etmekte, haliyle de topluma yansımaktadır. Ülke şartlarını da düşünerek
konuşursak birçok kişinin geleceğini oluştaracak meslek seçiminde ilk
düşündüğü şeyler sistemsel kaynaklı sorunlara dayanmaktadır. Kimi
zaman üniversite sürecinde başlayan memnuniyetsizler hem kişiye hem
de topluma zarar vermektedir. Bizler olabildiğince mesleğimizin benliğini
iyi anlamalıyız kanaatindeyim ve daha sonra hep ‘’daha nitekli eğitim
alabiliriz’’ sorusunu kafamızın içinde dolaştırıp bunun için mücadele
etmeliyiz. Böylelikle kazanan hep halk ve halkın bir paçası olan bizler
olacağızdır.
Sadece mesleki bilgiler değil yetiştiğimiz, büyüdüğümüz ve yaşamımıza
devam edeceğimiz toplumdan olabildiğince uzaklaştırılan bizlerin
bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz bir topluma ne kadar iyi hizmet
edebileceğimiz de tartışma konusudur. Toplumu sosyoekonomik, kültürel
ve psikolojik olarak tanımadan onlara sağlık hizmeti sunmak eksik
kalacaktır, yetersiz olacaktır. Toplumun yaşadığı sorunlar sağlığını
olumsuz yönde etkileyecektir ve onun iyileşme sürecinde de bizler dahil
olacağızdır; sorunu bilmeden de toplumu daha sağlıklı bir hale getirmek
neredeyse imkansızdır.
Peki insanlara sağlık hizmeti sunarken bizlerin de sağlıklı olması gerekmez
mi? Daha iyi bir hizmet için bizlerin de sağlıklı olması hizmetin kalitesini
artırmaz mı? Öğrencilik yıllarımızda bizlere dayatılan emek sömürüsüne
göz yummak, sonucunda da klinik stajlarda olabildiğince bencilleştirilen
pragmatist bir yaklaşıma bürünmemizi sağlayan bir sistemde bizler ne
kadar sağlıklı olabiliriz? Toplumsal olaylardan kendini soyutlayan bir
öğrenci topluluğu haline getirilen diş hekimliği öğrencilerinden
mezuniyet sonrası nasıl sağlıklı çalışması beklenir ki? Sadece bunlar değil
kliniklerde dışlanan, horlanan, her türlü mobbinge maruz kalan
öğrencilerin kendisinde başlayan sağlıksızlık haliyle halka da yansımaz
mı? Bilgi edinme yolları kısıtlı olan ve edindiği bu bilgileri pratiğe
dökmekte sıkıntı yaşayan biz öğrencilerin bu sisteme adapte olduğunda
nasıl bir kimliğe büründüğünü yine kendi gözlerimizle kliniklerde
görmekteyiz. Hiç çekinmeden, korkmadan bilmeliyiz ki mezuniyet sonrası
belki de tamamımızın dönüşeceği kişi, sergileyeceği tavır her gün klinikte
karşımıza çıkmaktadır. Bizler kendimizi olabildiğince sağlıklı tutmaya
çalışsak da karşılacağımız sorunlara karşı çözüm üret(e)mememiz,
bunları tartış(a)mamamız ve en önemlisi bunları kabullenmemiz bizlerin
de çok farklı olmayacağını göstermektedir. Hep birlikte, dayanışma
içinde sorunlarımızın üstüne üstüne gidebileceğimiz yarınlara...
Bugs Bunny
‘’Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya
Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
Hayasız pençelerini kokuyla
gizleyen
Bir olgu olmayacaktır sana
Ölülerimiz toplanacaktır’’ T.U.