sty-Üsküdar gazetesi

16
Şişli İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş- kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs- tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa- yanların hikayeleri üzerinden anla- maları; İstanbul’un dünya ve Avru- pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme- leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece sa- vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina- nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in- sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ- rencileriyle beraber saha çalışmala- rı gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula- nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar- dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek- leştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, So- kağımdan Tarih Yazıyorum proje- sinin bir ürünüdür ve Üsküdar’da gerçekleştirilen çalışmalardan mey- dana gelmiştir. Gazeteyi hayata ge- çiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan üniversite öğrencileri ve Üsküdar’daki Hacı Sabancı Anadolu Lisesi, Halide Edip Adıvar Lisesi, Özel Surp Haç (Tbre- vank) Lisesi’nin öğrencileridir. Gazetede okuyacağınız yaşamöykü- leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol- duğu röportajlardan yine kendileri- nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si- tesine girmeniz yeterli olacaktır. Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe ve Üsküdar gazetele- rinin ardından diğer ilçelerde yapı- lacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşacak. Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi- yaret edebilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar… Uğur Elhan & Pınar Eriç • “İkinci sınıfla birlik- te Latin alfabesine geçiş yaptık” »3 • “Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bah- çeydi” »4 • “İş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti” »5 • “Üsküdar’da din, etnik kökenden kaynaklanan bir hoşgörüsüzlüğe rast gelmedim” »6 • “Dostluklar, komşuluk- lar çok güzel ama eskiler- de, eski insanlarda...” »7 • “Burası kadar beni mut- lu eden başka bir yer yok” »10 • “Amigo’yu, Duduka’yı ta - nımayan Kuzguncuklu değil - dir” »10 • “Yemekler günlük yapılır tel dolaplarda saklanırdı” »11 “Bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır” »11 • “Beş nesil Üsküdarlıyım: dedem, babam, ben, oğ- lum ve torunum” »12 • “Macuncu geldiği zaman mani söylerdi uzun uzun” »14 • “Çok cefakar olması la- zım insanların birbirleri- ne” »15 İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider... İletişim [email protected] [email protected] İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org www.genchayat.org Sokağımdan Tarih Yazıyorum Üsküdar Gazetesi Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi... Sayı: 07

Upload: sty-ghv

Post on 12-Mar-2016

285 views

Category:

Documents


11 download

DESCRIPTION

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla ve Habertürk'ün ana sponsorluğundan gerçekleşen Genç Hayat Vakfı'nın Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin Üsküdar Gazetesi

TRANSCRIPT

Şişli

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş-kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs-tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa-yanların hikayeleri üzerinden anla-maları; İstanbul’un dünya ve Avru-pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme-leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir.

Tarih denilen olgunun sadece sa-vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina-nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in-sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ-rencileriyle beraber saha çalışmala-rı gerçekleştirmektedir.

Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula-nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar-

dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek-leştirmekteler.

Elinizde tuttuğunuz bu gazete, So-kağımdan Tarih Yazıyorum proje-sinin bir ürünüdür ve Üsküdar’da gerçekleştirilen çalışmalardan mey-dana gelmiştir. Gazeteyi hayata ge-çiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan üniversite öğrencileri ve Üsküdar’daki Hacı Sabancı Anadolu Lisesi, Halide Edip Adıvar Lisesi, Özel Surp Haç (Tbre-vank) Lisesi’nin öğrencileridir.

Gazetede okuyacağınız yaşamöykü-leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol-duğu röportajlardan yine kendileri-nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si-tesine girmeniz yeterli olacaktır.

Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe ve Üsküdar gazetele-rinin ardından diğer ilçelerde yapı-lacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşacak.

Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi-yaret edebilirsiniz.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar…

Uğur Elhan & Pınar Eriç

• “İkinci sınıfla birlik-

te Latin alfabesine geçiş

yaptık” »3

• “Üsküdar’ın beşte biri

vardı, beşte dördü bah-

çeydi” »4

• “İş sıkıntısı, insanları

merkeze, büyük şehirlere

sevk etti” »5

• “Üsküdar’da din, etnik

kökenden kaynaklanan

bir hoşgörüsüzlüğe rast

gelmedim” »6

• “Dostluklar, komşuluk-

lar çok güzel ama eskiler-

de, eski insanlarda...” »7

• “Burası kadar beni mut-

lu eden başka bir yer yok”

»10

• “Amigo’yu, Duduka’yı ta-

nımayan Kuzguncuklu değil-

dir” »10

• “Yemekler günlük yapılır

tel dolaplarda saklanırdı”

»11

• “Bu yakanın bir

Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü

vardır” »11

• “Beş nesil Üsküdarlıyım:

dedem, babam, ben, oğ-

lum ve torunum” »12

• “Macuncu geldiği zaman

mani söylerdi uzun uzun”

»14

• “Çok cefakar olması la-

zım insanların birbirleri-

ne” »15

İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider...

İletiş[email protected]@genchayat.org

İnternet Adresiwww.sokagimdantarihyaziyorum.org

www.genchayat.org

Sokağımdan Tarih YazıyorumÜsküdar Gazetesi

Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...

Sayı: 07

Projenin Amacı: Ergenlerde sivil toplum, sosyal sorumluluk, gönüllülük bilincinin oluşturulması ve geliştirilmesi ile sosyal, kültürel ve spor etkinliklerinin insan geli-şimine katkısının ve öneminin anlaşılması.

Proje Uygulama Yöntemi: Eğitim-öğretim yılının birinci dönemi kapsamında ergen-lere temel iletişim becerileri aktarılmakla birlikte; ikinci dönem uygulamasında ise yardımlaşma, hizmet, sosyal sorumluluk modüllerinin aktarımı ile öğrenciler bu konularda bilgilendirilmektedir. Ardından sivil toplum ve sosyal hizmet alanında uy-gulama yapan öğrenciler, öğrendiklerini yaşayarak pekiştirmektedirler.HAY Projesi kapsamında uygulama ya-pan tüm okullara, öğretmenlerine ve öğrencilerine Genç Hayat Vakfı olarak teşekkür ederiz.

Proje uygulamamız önümüzdeki eğitim-öğretim yılında da devem edecektir.

HAY Projesi kapsamında uygulama ya-pılan okullar;

• Bala Hatun İ.Ö.O

• Hürriyet İ.Ö.O.

• Recaizade Ekrem İ.Ö.O.

• Çapa Anadolu Öğret-men Lisesi

• Güner Akın Lisesi

• Hasköy İ.Ö.O

• Melahat Öztoprak İ.Ö.O.

• Esenler Çok Programlı Lisesi

• Aksoy İ.Ö.O

İletişim:

[email protected],[email protected] .

Üsküdar

012

İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek

Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer

Sorumlu Müdür: Uğur Elhan

Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel

Yönetim Yeri: Genç Hayat VakfıKoru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbulTel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89

Basıldığı Yer: Ciner Matbaası

Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00

Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım…

Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi gereken değerimizdir. Ancak günümüzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının bü-yüğü denilen genç bugününü de yaşamayı hak etmektedir. Vakıf kuruluş gerekçelerimizde, vizyon ve misyonumuzda ve gerçekleş-tirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Hayat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır.

Gençlerin tehlikelere karşı korunmasının yanı sıra kişisel olarak kendilerini tanımalarına, potansiyellerinin ortaya çıkmasına ve ön-lerinin açılmasına imkân vermek gerekmektedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inan-maktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen hedefler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençliğin kendi so-rumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da değişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, gençler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler. Gençlerle temas halinde olan ve onla-rın yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı birimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmek-tedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm toplumda farkındalık yarat-ma çalışmalarına devam edilecektir. Vizyonumuz

Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel düşünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, in-san haklarına saygılı bireyler olarak yetişmeleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıklarından sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir toplumsal dönüşümü ger-çekleştirmek.

Misyonumuz

Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin:

•Kendini tanımada

•Ötekini tanımada

•Farklılıklarla bir arada yaşamada

•Potansiyelini açığa çıkarmada

•Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada

•İnsan hakları ve demokrasinin içsel- leşmesinde

•İletişim ve empati kültürünün yerleşmesinde

Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bilinç oluşturmak, bu dönüşümün devamlılığını sağlamak için politika-lar üretilmesine bir sivil toplum kuruluşu olarak destek vermektir.

Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.

Genç Hayat Vakfı tarafından yürütül-mekte olan Doğru İletişim Projesi (DİP), 11–18 yaş grubu ergenlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklarla bir arada yaşama kültürünün ve bilincinin gelişme-si ve onlara temel iletişim becerilerinin kazandırılması amacıyla oluşturulmuş-tur. Ergen ve ebeveynlerde davranış deği-şimi elde edilmesiyle aileden başlayarak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulma-sı yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamalarıyla ergenlerin kendi-lerini ve “öteki” diye nitelendirdiklerini tanıma ve “biz” olabilme konularında becerileri artırılırken; ebeveynlere de ço-cuklarını bu dönemde daha çok destekle-yebilmeleri için bilgi ve beceri aktarımın-da bulunulmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusun-da ilköğretim ve ortaöğretim kurumları ile belediyelerin gençlik, kültür ve top-lum merkezleri, sosyal hizmetlerin ilgi-li bölümleri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarında uy-gulanan Doğru İletişim Projesi, bu sene-nin Mayıs ve Haziran aylarında ağırlıklı olarak Fatih ilçesinde uygulandı. Fatih’te Karagümrük İlköğretim Okulu, Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi, Kocamustafapa-şa Lisesi ve Edirnekapı İlköğretim Okulu uygulama yapılan okullar oldu. Fatih dı-şında Beyoğlu ilçesinde bulunan Hasköy İlköğretim Okulu da DİP uygulaması yapılan okullar arasında yer aldı. Uygu-lama kapsamında verilen seminerlerin

ardından, ergenler ve ebeveynler gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde em-pati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme beceriler ile farklılıklarla bir arada yaşa-ma konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler.

Doğru İletişim Projesi kendini geliştire-rek ve yenileyerek önümüzdeki süreçte de ergenlerle ve ebeveynlerle buluşmaya devam edecektir.

İletişim:

[email protected]@genchayat.org

Hayata Dair Bir Keşif: HAY

Doğru İletişim Projesi

HAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor...

01

Üsküdar

3

Turgut Çağlayan 1921 yılında Fatih Kıztaşı’nda doğmuş. Hukukçu olan babası bir yalı alıp Kuzguncuk’a yer-leştiklerinde 3 yaşındaymış. Çocuk-luğu, gençliği, bütün hayatı Üsküdar Kuzguncuk’ta geçen Turgut Çağla-yan, bizimle o günlere ait anılarını paylaştı.

O zamanlar evlerde kayıkhane var-dı

Ben 1921 senesinde Fatih Kıztaşı’nda doğdum. Ben 3 yaşımdayken Kuzguncuk’tan yalı alıp, buraya yer-leşmişiz. Annemin babası Mahmut-paşa Kadısıymış, ilk İslam hukuku, fıkıh dediklerinde yetişmiş bir adam. Onun ve teyzemin katkılarıyla almış-lar yalıyı. Çok güzel yalıydı. Çok en-teresan çünkü eşi benzeri yoktu, öyle bir yalı yok boğazda; kesme taş rıh-tım ve bina denize doğru çıkmış. Ön kısmından, penceresinden balık tu-tuyorsunuz. Önü deniz, istersen ba-lıklama denize atlarsın, pencereden, balkondan atla. Canımız isteyince, yalıda yemek olmayınca at kılların-dan olta yapıp, izmarit tutardık. Ba-lıklar daha güzeldi o zamanlar, daha çeşitliydi, şimdi o balık yok boğazda. Benim için çok üzüntülü bir olaydır yıkılması. Demokrat Parti zamanın-da istimlak edildi. Şimdi olmuş ol-saydı o tarihe geçecek bir evdi. Ya-lının denize çıkıntısı vardı, sandallar yanaşırdı altına. Şimdi evlerde garaj var değil mi? O zaman evlerde kayık-hane vardı. Kayıkla gidip gelinirdi. Bizim bu yalıda da kayıkhane vardı zamanında. Sonra tabii bir de kayık-çımız vardı bize yardım eden. Vapur iskelelerinde epey sandal bulunurdu. Araba otomobil bulunur ya taksi du-rağında, o zaman sandal bulunurdu. Özel karşıya geçirirdi. Hemen ora-dan tramvayla Eminönü’ne gidilir falan, böyleydi eskiden yaşam.

İlkokulu bitirdiğim sene “kayıkhane-ye git bakalım ne var” dediler. İndim kayıkhaneye bir baktım bot duruyor. Tam ben ilkokulu bitirdiğim zaman, şöyle böyle 11-12 yaşındaydım. En-teresan bir şey, sabahı nasıl ettiğimi hatırlamıyorum. Sabah oldu, dayan-dık suya indirdik. Bir yerlere giderler-se mesela, Beylerbeyi, Çengelköy’e, büyüklerin akrabaları otururlardı. Bazen onları götürürdüm ben. Bir kişi iki kişi falan. Onlardan para al-mazdım. Başkasından para alırdım. Rahmetli dayım vardı. Ekseri vapur kaçırırdı Kuzguncuk’tan. Vapurdan başka vasıta olmayınca, bağlısınız vapura. Kaçırdıktan sonra artık şey düşünmeniz lazım en kolayı buradan Ortaköy’e geçer, Ortaköy’den Bebek Eminönü tramvayları vardı. Onun iş-

yeri Eminönü’nde idi. Onu ben geçi-rirdim karşıya. O zaman da en güzel para 25 kuruştu. 25’lik manda gözü derlerdi, koskocaman paraydı yani. O zaman 1 liradan fazlaydı, geniş büyük. Onunla neler alınmazdı ki! Gayet iyiydi, bana 25 kuruş verirlerdi bayılırdım.

İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesi-ne geçiş yaptık

1927 senesinde ilkokula başladım. 1927’de Kuzguncuk’ta ilkokul yoktu. Rumların vardı, Ermenilerin vardı, bizim yoktu. Ben o sene birinci sınıfın ilk 6 ayında Nakkaştepe’deki şimdi öğretmenler evi olan taş mektebe git-tim. 6 ay kadar sonra Kuzguncuk’ta ilkokul açıldı ve tekrar buraya geldik. Okul açıldığında sıra falan yoktu, pencere içlerine otururduk. Yaklaşık bir sene sonra sıralar geldi. O sırala-rın olmayışını, sıraların gelişini unu-tamam. Kuzguncuk’ta ilkokul sina-gogun bahçesindeydi. Eskiden Alyas diye bir okul varmış Fransızca ted-risat yapan, orayı vermişler maarife. O okul daha sonra sinagogun bahçe-sinden Marko Paşa Köşkü’ne taşındı. Ben sinagogun bahçesindeki ilkokul-da okudum. Kızım Marko Paşa’da-ki ilkokulda okudu. Bir gün Marko Paşa Köşkü’nde ilkokula ait bir top-lantı vardı. Muhtar Bey beni de çağır-dı. Gittik oraya herkes bir haber, yani kimse evveliyatını bilmiyor. Ben “biz buradan mezun olmadık, sinagogun bahçesinde okuduk” deyince, Muh-tar bey eski kayıtlara bakıp “doğruy-muş” dedi. Kuzguncuk’ta ilkokulun şöyle bir özelliği vardı: sınıfta 20-30 kişiysek onun yirmisi gayrimüslimdi. Bizim bu köyde zaten çok azdı. Hali vakti yerinde olanlar çocuklarını Galatasaray’a gönderirlerdi. O za-manlar Galatasaray Üniversitesi olan yer eskiden Galatasaray ilkokuluydu. İlkokul için bile oraya gönderirlerdi. Rum ve Musevi çocuklar bir araday-dık. Kendi okulları olmasına rağmen bizim okula gelirlerdi. Birinci sınıf-tayken öğretmenler yeni alfabeyi öğ-renmeye gittiler. Birinci sınıftayken eski yazı da öğrendim. İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık.

Daha Haydarpaşa bile açılmamıştı o senelerde

Ortaokulu ve liseyi Kabataş’ta bitirdim. Okula gitmek için Kuzguncuk’tan vapura binerdik. O zamanlar vapur 3 kuruştu. Akşam üstü beş arkadaş vapuru bekleme-den sandalla geçerdik Kuzguncuk’a. 3 kuruş beş arkadaş 15 kuruş verir-dik sandalcıya, bizi karşıdan buraya getirirdi. Tekrar boş döner giderdi. O zaman başka vasıta yoktu bizim gençliğimizde, sizin şimdiki gibi çevir arabayı atla git yoktu. Yani mecbur-sun ya sandala ya da vapura binecek-sin. Kuzguncuk iskelesinde insanların vapuru bekledikleri alan üçe bölün-müştü. Bir taraftan Müslüman ka-dınlar, bir taraftan erkekler, ortadan da gayrimüslimler binerdi vapura. Yani haremlik selamlık ve karışık. Beylerbeyi tarafı erkeklerin, Üsküdar tarafı kadınların, ortası da gayrimüs-limlerindi. O iskele hala durur öyle. Bir de o zamanlar “avdet azimet” vardı. Yani biletler gidiş-dönüş ola-rak alınırdı. Ben bilhassa bayılırdım bilet alırken avdet azimet diye söyle-meye. Tarih atar verir, vapurun içeri-sinde de kontrol memuru vardı, o da onları kontrol ederdi. Bunların hepsi şirket-i Hayriye zamanındaydı. Va-pur Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Arnavutköy yapardı. Arnavutköy’de vapurdan inerdik. Aktarma yapar-dık, vapur alır bizi Ortaköy’e getirir-di. Başka mektep yoktu daha Hay-darpaşa bile açılmamıştı o senelerde. Haydarpaşa Lisesi dahi yoktu. Şimdi bütün bu yol boyunca arkadaş olur-duk tabii herkesle. Kız arkadaşları-mız da olurdu. Bizim zamanımızda

Ermeni, Rum kızlarıyla daha kolay arkadaş olunurdu tabii. Daha kolay konuşurdunuz. Bizim Türk kızlarının komşusu, abisi, amcası vardır. Kızar-lar mızarlardı. Küçük bir halk ocağı vardı mesela. Halkevi derlerdi, orada tiyatro falan da yapardık bazen kendi kendimize. Orada konuşmalar falan olurdu. Fakat bu 46’da ikinci cihan harbinden sonra, işte bu havalar de-ğişmeye başladı. İşte partiler falan kurulmaya başlandı, değişti yani ha-valar. O halkevi, küçük bir binaydı. Fakat biz onun birinci katında dipte, ufak bir sahne yapmıştık. Kendi ara-mızda orada oyunlar oynardık. Ben de piyeslerde falan oynadığımı hatır-lıyorum.

Bekçibaşı Baruh Efendi, doktor Bi-zanti, Eczacı Yabay ve pastacı Mın-gır Efendi

Mesela Kuzguncuk’un enteresan ta-rafı, o senelerde bekçilerin başının Musevi olmasıydı. Kuzguncuk’ta o zamanlar polis teşkilatının bir yanını da bekçiler oluşturuyordu. Bekçibaşı Musevi Baruh Efendiydi. Ve Rama-zanda da Baruh Efendi Müslüman ailelerinin evinin önünde davul ça-lardı, gece sahur davulu. Enteresan bir adamdı ama. Mesela o zamanlar, 1940’lı seneler evvelinde, Türk dok-tor yoktu Kuzguncuk’ta. Musevi bir doktorumuz vardı: Bizanti. Bizanti hem kadın doktoru hem dahiliyeci hem de hariciyeci; hem kesici hem doğramacı… her şeydi. Bir gün de-demin yalısına geldi. Ben kuş palazı olmuşum, sandalla geçerken üşütmü-şüm boğazımı. Benim yattığım oda sobalı sıcak bir oda, Bizanti paltoyla geldi oraya. Teyzem paltosunu istedi, çıkarmadı. Dedi ki “efendim Fayka Anacığım yeminliyim çıkarmam”. Ne yemini? Biz de şaşırdık. Meğersem onun başından bir vaka geçmiş. O zaman tiftikten yapılan paltolar var. Gayet kıymetli bir palto yaptırmış, bir Musevi ailesine doğuma gitmiş. Girdiği zaman da paltosunu çıkart-mış asmış. Derken doğum bitiyor, çı-kıyor dışarı “palto” diyor. Palto yok. Meğersem doğumdan 15 lira para istiyormuş. Adam da Bizanti’nin pal-tosunu komşusuna rehin verip para almış Bizanti’ye vermek için. Bizanti paltosuz kalmış. Sonra tabii parayı vermiş paltoyu kurtarmış. Mesela ec-zacımız da Musevi’ydi: Yabay. Pas-tacımız vardı o zamanlar Ermeniydi: Mıngır Efendi. Bir pasta 5 kuruştu o zamanlar. Kuzguncuk’ta o zamanlar medeniyetler ittifakı vardı. Herkes iç içeydi, birbirine saygı gösterirdi. Kuzguncuk’ta çarşıda boylu boyuna oturan insanlar, gece geç saatlere ka-dar, kızlar, çocuklar herkes dolaşır gezer. Başka bir yere gidemezsiniz, sinema yok tiyatro yok muhitte. Yal-nız ama halk birbirine kaynaşmış va-ziyetteydi. Kimsenin kimseye düşman olarak baktığını hatırlamıyorum ben. Bu böyle 50’li yıllara kadar devam etti. İkinci cihan harbinden önce ve sonra gidenler çok oldu. Ayrıca 6-7 Eylül’den sonra da giden çok oldu. İki defa büyük muhaceret oldu, İsrail kuruldu. Buradaki Museviler de ya-vaş yavaş gitmeye başladılar.

Kilise bahçesinde ayinin bitmesini bekler Serkiz’i alıp top oynamaya giderdik

Çocukluğumda gençliğimde ve iler-leyen yıllarda hep Kuzguncuk’tay-dım. Hayatım Kuzguncuk’ta geçti. Çocukluğumda birçok Rum, Ermeni ve Musevi arkadaşım oldu. O za-manlar, 11-12 yaşımdayken onlarla top oynardık. Futbol derken çocuk takımlarıydı yani. Bizim bek oy-nayan Serkiz diye bir arkadaşımız vardı. Serkiz Ermeni kilisesinde zan-goçtu. Çanı çalardı. Biz onu giderdik ayin bitinceye kadar beklerdik kilise bahçesinde. Bizi oturturdu kenara, ayin sırasında tütsü yakardı. Onun

işinin bitmesini beklerdik, ayakları da yetişmezdi zavallının çanı çeker, gider gelirdi. Ayin biter onu da alır giderdik top oynamaya. Top oyna-mak için Arapzade’ye falan, yuka-rı çıkardık. Kuzguncuk’a Cambaz Ali oynardı. Yürürdü, bir de yanın-da trampetle davul getirirlerdi. Ben hemen başladığım zaman, belli bir yerden ses geliyor, hadi çoluk çocuk herkes toplanırdı oraya. Şimdiki sağ-lık ocağının olduğu arsalarda. Şimdi oralar hep apartman. Eskiden çoğu yer arsaydı. Kuzguncuk’un içersinde bile top oynardık. Orası önce sinema oldu, sonra da dükkanlar falan ya-pıldı. Yani hiçbiri yerinde kalmadı. Mesela burada Boğaziçi apartmanı var. Boğaziçi apartmanının olduğu yerde de top oynardık. Beylerbeyi sahasına da giderdik top oynamaya. Beylerbeyi’ne gitmek için ya vapura bineceksin o zaman ya da yayan gi-deceksin. Biz sarayın altındaki tünel-den geçerdik. Ondan sonra çıkınca sahadaydık. Top oynamaya giderken Yahudi çocuklar pek fazla katılmaz-dı bize. Yahudiler zaten küçük yaştan itibaren, hepsi iş hayatına atılırlardı. O bizdeydi, oğlum işte okuluna git fi-lan, onlar hemen çıraklığa giderlerdi. Her yerde çalışırlardı.

Eğer ölen kişi zenginse cenazesi ya-vaş yavaş, fakirse hızlı hızlı giderdi mezarlığa

Şu anda İsmet’in yeri denilen yerde 40’lardan evvel Kiryako diye bir bey vardı, gazinocu. Ki buraya Yahya Kemal, Faruk Nafiz falan, içki içme-ye yemek yemeye gelirlerdi. Şimdi postane olan yerde, Kilisenin altında Diyane diye birisi vardı. Onun meka-nında da ortada bilardo falan vardı. Bir kağıt oynardınız, yanında yemek yerdiniz, içki içerdiniz, bilardo oy-nardınız. Gazino terbiyesi derlerdi. Böyle enteresan bir şey vardı. Şimdi öyle yerler kalmadı İstanbul’da. Bu gazinolara kadınlar gitmezdi, yalnız panayırdan panayıra. Kuzguncuk’ta panayır olurdu, kilise günleri. Me-sela o gün, Rum kilisesinin günü olur. O gün o duyduğunuz gazinolar hepsi masa çıkartırlardı dışarıya ve orada erkek kadın yemekler yenir-di, Kuzguncuk’un içerisinde, panayır dedikleri gün. O gün, o kiliseye me-sela Beyoğlu’ndan ziyarete gelirlerdi Rumlar. Tabii orada mum dikip bir şeyler bırakıyorlardı kiliseye, bizim adaklarımız gibi. Musevilerin de si-nagog günleri oluyordu. Ayrıca dü-ğünleri cenazeleri olurdu sinagogda. Mesela çok enteresan bir şey anlata-yım. Şimdi Musevilerin mezarlarına meşatlık deniyordu. Şimdi o zaman başka vasıta yok, sandalla gelirdi ce-naze karşıdan. Uzun siyah sandalları vardı kürekle gelir yanaşır. Üzerinde mortocular vardı. Mortocular gelir askılarını takarlar, cenazeyi dört ta-rafından tutarlar, çarşının içerisinden cenaze giderdi. Omuzlarına askıları takar omuz hizasında taşırlardı cena-zelerini. Çok enteresan bir şey vardı. Çarşı içinden geçerken eğer ölen kişi zenginse cenazesi yavaş yavaş, fakirse hızlı hızlı giderdi mezarlığa.

40’lı yılların öncesinden kimse kal-madı

Bir de tek atlı arabalar vardı. O da

Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne. Şimdi aynı yerlerde arabadan geçilemiyor. At arabaları Üsküdar’a 20-25 kuru-şa götürürlerdi. Bir tane taksisi var-dı Avni Bey’in, Üsküdar’da iskelede dururdu. Çok büyük merasimdi o geçerken. İtfaiye çok hoştu, Üsküdar itfaiyesi. O zamanlar yangın olduğu zaman itfaiyeciler arabanın yanında oturuyorlar. İtfaiyenin yeri, şimdiki Mithatpaşa Kız Enstitüsü’nün kar-şısında bir yerdeydi. Oradan çıkar itfaiye paldır küldür, buradan sesini duyardım. Zaten yollarda araba yok ama onlar yine de çıngır çıngır çan-larını çalarlardı. Bir de üstelik, onun sesiyle ne kadar at mat varsa hepsi koşar kaçardı. Tabii yangını sön-düremezlerdi. Valla yanıp bitikten sonra kendi kendine sönüyordu. İşte İcadiye Yangını, Arapzade Yangını. Bütün mahalle bir gecede bitti. Bura-daki, boğazdaki yalılar da teker teker ya yok oldu ya da el değiştirdi. Bu anlattığım devirden, 40’lı yılların ön-cesinden kimse kalmadı. Eski komşu-luklar da kalmadı, Rumlar Ermeniler de eskisi gibi çok fazla değiller.

Unutulan asker

İlk askerliğimi Gelibolu yarımadasın-da yaptım. Orada havadan indirme-ye karşı dağlarda günlerce bekledik. 1943-45 seneleri arasında ikinci ci-han harbi bittikten sonra yaptım as-kerliğimi. Çünkü o zamanlar 1 sene ya da 6 ay askerlik yoktu, 2 veya 2,5 sene sürüyordu. Unutulan asker! 1977-78’de bir daha gittim. Gene Ruslar bir şey çıkarmışlardı onun için. Alemdağ’da yaşlılardan bir ta-bur oluşturdular. Bana bölük komu-tanlığı payesi verdiler. Çünkü o süre zarfında, terfi etmişim üsteğmenliğe kadar benim haberim yok. Uzun sene kalıyorsun, bilmeyeceksin.

Biz herkesin istediği gibi sükunet is-tiyoruz

Hayran olduğumuz tabii enteresan çok güzel insanlar vardı. Mesela bizim mahallede Nazım Hikmet’in annesi vardı, ressam bir hanım. Dünyanın en güzel kadınlarından bir tanesidir o, tam Osmanlı güzeli, beyaz, kumral bir hanım. Sonra onun teyzesi vardı, Sahra Hanım diye. Şevket Bozan’ın eşi, o da çok bakımlı ve fevkalade bir hanımdı. Yani tam Osmanlı sarayına uygun insanlardı. Nazım Hikmet de gelir kalırdı burada teyzesinde. Ali Fuat Cebesoy da Kuzguncukludur. Babası İsmail Fazıl Paşa, Atatürk’ün Selanik Ordu Komutanı olan. Yani onun zamanında Atatürk ile ikisi Kuzguncuk’a gelirler, babalarına git-meden evvel ufak ufak içerlermiş. İşte Cemil Molla vardı, en son çıkanlar-dan. Sonra meşhur bu Mehmet Ali Paşa vardı, beyaz köşkün sahibi.

Valla ben cumhuriyet’in ilanından evvel doğdum, Allah nasip etti, bu günlere kadar geldim. Bütün devirleri yaşadım. Kuzguncuk’ta 40’lı seneler ve öncesi çok güzeldi. 50 senesinden sonra hayat değişiyor İstanbul’da ve Kuzguncuk’ta. 60 senesi ihtilal, 70 senesi ihtilal, 80 ihtilal… O eski komşuluklar, eski günler yok artık. Biz herkesin istediği gibi sükunet is-tiyoruz.

“İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık” Hatice Aslı Bilen (20)Gamze Bal (14)Cemile Subaşı (15)Semiha Koç (15)Esra Çekinmez (14)Kardelen Çamur (14)

Röportaj

Turgut ÇAğLAYAn / Memur

İstimlak edilen yalı

Ali Kocatepe, 1934 Kayseri doğum-lu. Ailesi 1946 yılında İstanbul’a gelir. Askere gittikten sonra ailesi İstanbul’a taşınmıştır. Kendisi de teskereyi aldıktan sonra 1955’te Üsküdar’a gelmiştir. Üsküdar’a gel-dikten sonra, aşağı yukarı 15 sene Sultantepe’de oturmuş, 35 sene de Fıstıkağacı’nda oturmuştur. Şimdi de Zeynep Kamil’de oturmaktadır. Ali amca taş ustasıdır ve üç erkek çocuk babasıdır. Çocuklarından biri elektronik mühendisi, diğeri dalgıç ve diğer çocuğu da İstanbul Üni-versitesi İletişim Fakültesini bitir-miş fakat ne yazık ki kalp ameliyatı geçirmiş ve babasıyla birlikte yaşa-maktadır. Bağkur’dan emekli oldu-ğunu söyleyen Ali amca “üç kuruş maaş alııyoruz, Allah bereket versin geçiniyoruz” demektedir. Karadavut Camisi’nin o güzel avlusunda, mis kokulu güllerin, ağaçların yanında, şiir gibi kent olan istanbul’u biraz da Ali amcadan dinleme şansı bulduk. Ali amca, bizi geçmişin sırlı köşele-riyle buluşturdu.Yeni Cami’nin önünde, ‘bit pazarı’ derlerdi, pazar vardı

Şimdi benim esas annem Kayserili-dir, babam doğma büyüme İstanbul-lu. İşgalde, Kuleli’de okurmuş. Am-cam da subaymış, bahriye subayı, Kocatepe Gemisi’nde. Bizim de so-yadımızı babam Kocatepe almış. De-nizden, bahriyeden subay seçiyorlar-mış. Tabii o zaman Arabistan bizim elimizde, ta oralara asker gidiyor, subay gidiyor. Amcamı da alıyorlar Bağdat’a gönderiyorlar. Bağdat’ta sevkiyat komutanıymış. Babaannem ile dedem vefat etmiş. Şeyde, karşı-da Feriköy mezarlığında yatarlar. Babam da abisi orada şehit olunca, İstanbul’da işgal olunca, okuldan kaçmış, Anadolu’ya geçmiş arkadaş-larıyla. Babam o zaman küçükmüş, üçüncü sınıf. Ortadan alıyorlarmış o zaman. Ortayı yeni bitirmiş, lise-ye geçmiş, bir yaş daha büyüklerini almışlar babamı geri göndermişler. “Oğlum ufaksın” demişler “milli mücadeleye gireyim” demiş o da. Ondan sonra İstanbul’a gelmişler. Buralar o zaman işgal olduğu için biraz da o zaman durumları anlat-mayayım, boşver, bazı kötü durum-lar olmuş buralarda. İşte insanlar… ekmek yok, şey yok her şey azmış. Ondan sonra babama nasip olmuş, gitmiş Kayseri’den evlenmiş. 1934’te ben dünyaya geliyorum. Ondan son-ra ‘46’da buraya geliyoruz. ‘40’ta fa-lan Alman harbi patladı. Sonradan geldi işte, ‘46’da geldi. 6 ay sonra da ben geldim. Elimde bir çantayla geldim, çamaşırım vardı, başka bir şeyim yoktu. 6 ay sonra da annemi, kardeşlerim var, böyle iki üç tane daha kardeşim vardı, onları getirdik. Orada bir katı yatağıyla, bir tence-reyle işte yiyecek pişirecek şeyler fa-lan onlar geldi. Şimdiki gibi öyle kol-tuk kanepe yok. Rahmetlik babam, yumurta sandığından sedir yapardı. Onun üstüne annem de şilte yapardı, onun üstünde otururduk. Başka da öyle bir şey almazdık. Yıllarca onla-rı kullandık. Tabii çocuk yaşta ba-bamın yanına girdim, sanatı öğren-dim. Ondan sonra babama yardım ederdim. İşte askerden gelince de, ‘55-‘56’da geldim, 57’de bu cami iş-leri oldu. Cami işlerine girdim. ‘84’e kadar cami işleriyle uğraştım. Bir de 56 model Chevrolet vardı, işte boş kaldığım zaman da Chevrolet’yle buralarda taksicilik yapardım. Onu da sattım işte, işi de bıraktım şim-di. Bağkur’dan da emekli oldum. Konut edinmede kimsenin desteği olmadı Allah’tan başka. Kendi ba-şıma bir daire aldım oturuyorum. Fıstıkağacı’nda almıştım işte o dai-reyi, 35 sene orada oturdum. Orayı

sattım şimdi, Zeynep Kamil’de daire aldım, orada oturuyorum 13 senedir de. Akrabalarım falan çoktu bura-da, hemşerilerim çoktu zamanında. Çoğu öldü şimdi çocukları da ta-nımam artık. Diyorum ben buraya geleli 65 sene oldu. Üsküdar’a geldi-ğim zaman bu Üsküdar meydanında binalar vardı, orada park vardı. Şu Üsküdar iskelesinin karşısında bir çeşme var büyük, o çeşme bu mey-dandaydı. Onu yıktılar oraya aldılar. Oradan tramvay dönerdi Kadıköy’e, Bağlarbaşı’na. Üsküdar-Bağlarbaşı,

Üsküdar-Kadıköy tramvayları vardı. Ondan sonra oraları yıktılar, başka büyük parklar yaptılar oraya. Şimdi orayı da yıktılar işte tünel geçecek karşıya. Oralar da devamlı istimlak edilmek üzere. Onun üstünde Yeni Cami var. Şuradaki Yeni Cami’nin önünde, ‘bit pazarı’ derlerdi, pazar vardı. Eski kervansaraylar vardı ora-da. Bu kervansarayları falan yıktılar. Oradaki dükkanları, bu belediye bi-nasının olduğu yer boşluktu, oralar bahçeydi, oraya yaptılar. Sonradan onları dağıttılar. Orayı da şimdi be-lediye binasını yaptılar, Üsküdar’ın yani. Onun karşısı da hamamdı. Mi-mar Sinan Hamamı derler oraya. O hamam yıkıktı, virandı. Zamanında demek bakımsızlıktan yıkılmış. Ben çocukken saklambaç oynardık onun içinde, saklanırdık falan. Sonradan işte Demokrat Parti’den sonra bu-rayı satmışlar, satan adam da bina yapmak istedi. Anıtlar Kurumu mü-sade etmedi tabii, eski eser olduğu için. Aynısını Mimar Sinan’ın yap-tığı şekilde yapmak üzere müsade ettiler. Adam tabii almış zamanın-da, tapulu, Halk Parti zamanında, İsmet Paşa’nın zamanında Atatürk öldükten sonra. Ondan sonra şim-di orası, içerisi pazar oldu, çarşı oldu. Bunlar işte. Tramvaylar vardı burada, buralar sırayla dükkandı, bir katlı dükkanlar vardı. Buraları yıktılar. Bu Karadavut Cami’sinin evveliyatı kiliseymiş. Fatih Sultan Mehmet’in paşalarından Kara Da-vut Paşa daha İstanbul’u almadan, burayı işte Türklerin eline geçtiği zaman Fatih’ten müsade almış ve bu kiliseye kubbeleri ilave etmek sure-tiyle minarelerle falan camiye çevir-miş. Burada evler vardı. Cami böyle harap virandı. Sonradan işte Allah razı olsun Menderes geldikten son-ra, işte buralar 1957’den sonra faa-liyete geçti. Tamir oldu falan filan, ibadete açıldı.

Mimar Sinan bunları nasıl yap-mış…

Esasen ben taşçıyım. Hiç kimse bana yardımcı olmadı. Eski bina-ların, bu camilerin, eski eserlerin

başlıklarını, minarelerini, altında o püsküllerini, yani taş işlerini, sütun-ları her şeyi ben yapardım. Kılıcalı Cami’sinde ustabaşıydım 1957’de. Bu Yeni Cami’nin ustabaşısı ölmüş-tü. Oraya ustabaşı olarak geldim. 1957’de falan restore ettik oraları. ‘58’de, ‘59’da vakıflardan bize bel-ge verdiler, eski eser yapabilir diye-rekten. İş almaya başladık. Karşıki iskelenin karşısındaki cami Mihri-mah Cami’dir. İskele Cami diye ge-çer ama, esas Mihrimah Cami’dir. Yani Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Hanım namına ba-bası yaptırmış orayı. Onun da ko-cası şey, biliyorsun belki, bilmiyor-sun Rüstem Paşa. Rüstem Paşa’nın bir camisi de Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın ilerisinde var. Onu da Rüstem Paşa kendisine yaptırmış. Bir cami de Edirnekapı’da var. Tam Edirnekapı’dan çıkarken solda bir cami var, o da Mihrimah Cami’dir. O da Mihrimah Sultan’ın camisidir. Bu camilerin çok restore işlerini yap-tım ben. Ondan sonrada işte ‘60’ta falan kardeşim Amerika’daydı. Bana bir araba getirdi oradan. Bir araba gönderdi ‘56 model araba. İhalele-re gitmek için almıştım. Bir arkadaş dedi ki “ya buna taksi plakası al.” Taksi plakası aldım ona. Sonra işim olmadığı zamanlar dolmuşculuk ya-pardım, Üsküdar ile Kadıköy ara-sında. Durum böyle işte. Yani ben eski eser işleri yaptım, vakıflarda ça-lıştım, ‘84’te de artık usta bulunmaz oldu. Çeşitli işler var burada, mesela alçı işi var, her adam yapamaz. Taşçı bile olsa, her adam başlık yapamaz. Başlıklar püsküllüdür süslüdür. O süslü başlıkları falan her usta yapa-maz. Tabii biz onları yapardık, şim-di onların da ustası kalmadı artık. Şimdi çoğunu betondan yapıyorlar, bilmem minareleri bile betondan ya-pıyorlar. Mimar Sinan bunları nasıl yapmış, bu taşların hepsini birbiri-ne kenetlemiş. Hem zıvana koymuş hem de kenet vurmuş. Kurşunla on-ları doldurmuş, ne kadar zelzele olsa da minare sallanır ama yıkılmaz. Niye yıkılmaz? Çünkü bu kenetler bu taşları tutuyor. Kenetler kurşunla donduğu için, kurşunun içinde boş-luk yapıyor, sallanabiliyor. Ama be-ton minare ne kadar sağlam da olsa bir an gelir fırtınaya veya zelzeleye dayanamaz, küt diye kırılır gider. Ama bu minareler ne kadar şey olsa dayanır. Yıkılsa bile böyle pilav gibi yığılır kalır sağa sola, devrilmez. O beton minareler küt diye devrilir gi-der. O işleri yaptım, ‘84’ten sonra usta bulunmaz oldu. İşler de söndü tabii. Bir ara durduydu, gene baş-lamış tek tük işler Allah razı olsun. Vakıflar gene yaptırıyor işte eserler ama eskiden çok büyük camiler fa-aliyete geçmişti. Sultan Ahmet’ten başla Fatih Cami’si, ondan sonra Süleymaniye Cami’si, işte o Kılıcalı Cami’si, bunlar büyük camiler. Bun-ların çoğunda iş yaptık yani. Şimdi de ‘84’ten beri emekli oldum, oturu-yorum işte.

Elli sene sonra tanıştık burada yine

Çocukluğumu Sultanahmet’te geçir-dim. 11 yaşından 20 yaşına kadar Sultanahmet’teydim. Askere gittim işte, askerdeyken izine gelmiştim. Oturduğumuz ev satılmıştı, babam dedi ki “oğlum buradan çıkacağız.” “Nereye gideceğiz” dedim. “Heral-de Üsküdar’a taşınırız” dedi. Ben askerdeyken buraya taşınmışlar. O zamandan beri Üsküdar’dayım. Val-la çocuklukta Sultanahmet’te otu-rurduk, orada güzel bir park vardı. İki tane park var. İşte Dikilitaş der-ler. Ta Mısır’dan gelmiş çok eski bir tarihte. Onun bu tarafındaki parkta

da bir çeşme var. Ona Alman çeşme-si derler. O çeşmeyi de babamdan duyardım. Bazı aylarda, bazı gün-lerde o çeşmelerden şerbet akıtırlar-mış, şerbet dağıtırlarmış. O parkta zaten diğer günler çalışırdık. Biz yedi kardeşiz. En büyükleri bendim. Ba-bama yardımcı olurdum, çalışırdım. Pazar günleri de o parkta arkadaş-larla otururduk çayırlarda. İşte o za-manlar konserler olurdu. Gazinolar vardı, işte Çakıl vardı Yenikapı’da. Kumkapı’da başka bir gazino vardı, Ahırkapı’da başka bir gazino vardı. Buralarda konserler olurdu. Gülha-ne Parkı’nda birkaç sene devam etti, şenlikler olurdu. Ben çocuktum o zamanlar işte. Oralarda eğlencelere giderdik. Topkapı Sarayı bize yakın, devamlı Pazar günleri hava soğuk olursa öyle saraya girerdim, her ta-rafını gezerdim oraların. O zaman ucuzdu da. Bir 50 kuruş verirdim her tarafını gezerdim, akşama kadar gez. Valla çocukluk arkadaşlarımın hepsinin ayrı ayrı işleri vardı. Di-yorum ya işte askere kadar Sulta-nahmet’teydik. Askerden geldikten sonra onları da bir daha göremedim. Onlar başka yerlere gitmişler, biz bu tarafa geldik. Onun için pek fazla görüşemedim onlarla. Tesadüf, Gül-hane Parkı’nın karşısında morg var. Morgun üstünde değirmen taşı ya-pardık biz. Karşıda bir bakkal vardı. Geldi oturdu, şurada konuşurken “nerede oturuyorsun?” “Sultanah-met” “Neresinde?” Ben de eskiden

orada oturuyordum falan derken 50 sene sonra tanıştık burada yine. Ta-nımadım, nereden tanıyacağım, 50 sene olmuş. Tesadüf, burada karşı-laştık.

O zaman ayrımcılık yoktu

O zaman ayrımcılık yoktu. Yalnız babam annem şunu söylerdi: “Oğ-lum hırsızlık yapma, namussuzluk yapma, kötü adamların yanına git-me, içki içenin yanına gitme, sigara içenin yanına gitme.” Başka yönden ondan konuşma demezdi. Biz de Allah’a şükür içki içmedik, sigara içmedik. Ama kimseyle de kötü ol-madık yani. Baktım mesela içkici, gitmezdim yanına. Çok içkici arka-daşım da vardı yani. “İçme” der-dim, içerdi. Ben ondan yavaş yavaş ayağımı elimi çekerdim. Şu etnik kökenli mökenli yok. Ben çocukken Sirkeci’de çok Yahudi vardı, Ebu Sulh caddesi var, orada Yahudi çok-tu. Yahudi çocuklarıyla da oynar-dık, hiç öyle bir kavgamız bir gürül-tümüz yoktu.

Burada güzele ‘keleş’ derler

Bizim zamanımızda, bizim gençliği-mizde plaj vardı ama plajlarda ha-nımlar diz kapağına kadar kapalıydı. Göğsü kapalı, sırtı birazcık omuzla-rına doğru açıktı. Alt taraf kapalıy-

dı. Hatta ayrıca Moda’da kadınların plajı ayrıydı. Buralarda öyle yavaş yavaş uzundu, ondan sonra yavaş yavaş kısaldı ondan sonra da, şimdi de pantolona döndü iş. Bizim zama-nımızda kızlarla falan konuşturmaz-lardı. Babaları razı olursa, akra-ban falan olursa konuşursun yolda molda. Başkasıyla hiç yolda, parkta şurada burada konuşamassın, öyle sohbet edemessin. Ben kahveye git-mem. Yok meyhane dedim ya işte, ben öyle kötü yerlere gitmem. İçkili yerlere gitmem. Sonradan işte sigara da içmediğim için, kahvede de çok sigara migara içildiği için... Yaşlı ol-duğumda da gitmezdim. Gençliğim-de zaten gitmedim. Parklara, açık havalı yerlere giderdim. Çocukları-mı falan alırdım tatil günleri, İstan-bul dışına götürürdüm, denizlere gö-türürdüm. O zaman Bostancı falan oralar boştu. Yani Tuzla’ya kadar oralar hep boştu. Hep oralara gider-dik. Şile’ye götürürdüm, Tarabya’ ya götürürdüm. İşte böyle yerlere çocuklarımı alıp götürürdüm. Ko-muşuluk eskiden vardı. Komşu çok, yani akraba gibi komşular birbirle-rinin derdine koşarlardı, birbirlerine yardımcı olurlardı. Şimdi dört dai-reli bir yerde oturuyorum. Ne onlar beni tanıyor on senedir ne ben onları tanıyorum. Komşuluk öldü. Hiç öyle bir şey yok artık, bitti dayanışma. Zaten bizim dinimizde var o oğlum. Gücün yetiyorsa sadaka vereceksin, ilk önce yakınlarına vereceksin. Ya-

kında mahallede fakirler varsa on-lara yardım ederdik. Şimdi yok öyle bir şey, eskiden vardı. Fakiri fukara-yı bilirdin. Şimdi fakir diyorsun sen-den zengin çıkıyor. Çünkü belediye-den alıyor, kaymakamlıktan alıyor, bilmem nereden alıyor, elli yerden alıyor. Kömürleri geliyor, bilmem neleri geliyor. Eskiden öyle bir şey yoktu. Ancak etrafındaki halk elin-den geldikçe yardım ederdi. Mesela şimdi bak burada akrabalarım vardı, onlar öldü. Öldü derken çocukları var ama hepsi yolda görür selam ver-mez. Ben 76 yaşındayım, ben selam veririm o zaman konuşur. Sen mese-la büyük olarak saygı göster ben de sevgi göstereyim, bitti bu. Sevgi say-gı bitti. Şimdi her yerde öyle, yalnız İstanbul’da değil. Ben buraya geldi-ğim zaman çocuktum diyorum ya 11- 12 yaşlarında, 17 yaşında kah-veye giremezdim. Resmen şöyle ge-çerken bir kahveye oturup da bir çay içemezdim, yapamazdım. Orada bir yaşlı “niye oturuyorsun oğlum bura-da, kalk, burada senin işin yok, git parkta otur” derdi. Kahvede oturt-mazlardı. Biz de onları sayardık.

Tramvaylar vardı, benden birkaç yaş büyük oldu mu, hanım olsun erkek olsun hemen kalkar yer verirdik. Şimdi biniyorum, ben 76 yaşında-yım, 15 yaşında 13 yaşında pencere-den dışarı ağızlarını açıp bakıyorlar,

Üsküdar

014

Ali KOCATEPE / Taş Ustası

Hümeyra Bişgin (24)Göktuğ Taşan (16)

Röportaj “Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bahçeydi”

Salacak Sahili

01

Üsküdar

5

görmezden geliyorlar. Saygı kalktı, terbiye kalktı. Ben şu yaşımda ha-mile kadını göreyim hemen kalka-rım, hamile genç de olsa hamiledir. Ona bir saygı göstermeli. Ben kalkar saygımı gösteriririm. Ben biniyorum sağolsun bazı hanımlar daha iyi şu devirde, genç hanımlar kalkıyor yer veriyor, erkek delikanlılar affedersin yer vermiyor. Onun için yani derdi-miz çok, inşallah iyi olur.

Eskiden beri parti şeyleri vardı, ama ben tabii onlarla pek ilgilnemezdim. Seçim zamanı oyumu gider atar-dım. Diğer zamanlar hiçbir partinin parti binasına yahut bilmem nesine gitmezdim. Gençliğimde hiç ilgilen-medim, şimdi de ilgilenmiyorum. Se-çimden seçime oy zamanı gidip oyu-mu atıyorum. Grev her gün oluyor buralarda. Her gün göruyorsun işte, her gün bir yerden bir grev çıkıyor. Ama bizim çalışıtığım yerde yahut ben zaten serbest çalışırdım, benim çalıştığım yerde benim çocuklarımın çalıştığı yerde bir grev olmadı. Grev her gün oluyor buralarda.

Üsküdar’da ulaşım için eskiden tramvay vardı; otobüs, dolmuş, tak-si yoktu. İlk işte, beş taksi vardı, arabalı vapurda yatardı dört tanesi, bir tanesi benimdi, beşinci taksi. Beş tane taksi vardı, bunlar hiç yoktu, tramvay gider tramvay gelirdi. Hele saat 10’dan akşam 4’e kadar falan üç beş kişiyle gider gelirdi o tram-vaylar, şimdi otobüsler de dolmuşlar da yollar da doldu. Tramvay vardı başka bir şey yoktu. 1950’den bir sayım yaptılar 900.000 bile çıkma-dı İstanbul’un nüfusu. Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bah-çeyidi. Camiler desen eski camiler belli o zaman, elli cami varsa şimdi

200 tane cami oldu. Camiler falan yapıldı. Üsküdar’ın her muhitinde, Allah’a şükür, camiler yapıldı. Evler yapıldı, apartmanlar yapıldı, çoğal-dı. Yani binalar çoğaldı, eskiden bu kadar yoktu. Buralar bile boştu hep. Yangınlık yeriymiş, ben ona yetiş-medim ama babam söylerdi, “yandı buralar” derdi. Babam İstanbul’da doğma büyüme olduğu için bilirdi. Seferberlik zamanında yakmışlar. İstanbul’u yakmışlar; karşıyı yak-mışlar, Üsküdar’ı yakmışlar. Yuka-rıda Yeni Mahalle var, orası Rum mahallesi, Ermeni mahallesiymiş,

oraları yakmışlar falan. Hep bir yan-gınlık yeriydi buralar. Sonra sonra doldu. O zamanki devirde şimdiki aldığın maaşın beşte birini de alsan bugünkünden daha rahat daha ferah geçinirdin. Çünkü sabır vardı, sela-met vardı, bereket vardı. Şimdi aldı-ğının bereketini göremiyorsun. Har vuruyor harman savuruyor. Eskiden tutum da vardı. Tutum oluduğu için

aldığı para bereketleniyordu. Şim-di har vurup harman savuruyorlar, onun için zor, geçim zor şimdi.

Kültür nispeten değişti tabii. Benim annem kapalıydı. Annem buraya geldi gene kapalıydı ama burada doğan kardeşleri oldu, kızkardeşle-ri oldu. Okula gittiler okuldan çık-tılar derken tabii buraya uydular. Kültürümüz tabii nispeten değişti. Bizim inancımıza göre Allah diyor ki kadınlar kapansın. Başını örtsün, ayakları açık, eli açık, yüzü açık ola-bilir. Ama kolunu açsın, göğsünü

açsın, bacağını açsın, bunlar bizim oralarda yoktu. Şimdi buralarda öyle açıldı artık, televizyonlar çoğal-dı, bilmem neler çoğaldı, yani kül-tür olarak böyle diğer kültürlerimiz aynı ama bazı kelimeler duyuyorum hayret ediyorum. Bu diyorum bizim kelimelerimiz ama… mesela ‘gadanı alıyım’ derler, yani senin derdini ala-yım. Mesela anneannemin ismi Ayşe

idi. “Ayşe abla ne keleşte damadın var” diyorlarmış, babam da sinirle-niyormuş, ulan benim nerem keleş diye. Orada güzele ‘keleş’ derler me-sela. Sonradan bir şey varmış, bu-radan tanıdığı bir adam ona demiş ki “ya yeğenim bana keleş diyor.” “Dayı” demiş “burada güzele keleş derler.” Mesela babam da öğreniyor keleşi, kızmıyor artık.

Düğünler aynı. Bizim orada düğün-lerimiz davulla zurnayla olurdu. Burada da çalgıyla oluyor, dans-la oluyor. Biz tabii dans etmiyoruz ama çocuklarımız torunlarımız uyu-yor. Benim bu yaştan sonra uyacak halim yok ama gidiyorum. Gençler öteki odada, salonda neyse eğleni-yorlar, dans ediyorlar, oynuyorlar gülüyorlar. Bayramlarda bizim işte gençlerimiz, akrabalarımız, yakın-larımız gelmiyorlar. Bazısı geliyor bazısı telefonla bayramlaşıyor. Eli-ni öperim, gözünü öperim falan fi-lan. Eskiden bilhassa kendi giderdi, kendi konuşurdu ama şimdi burada malum denk gelmek zor oluyormuş. Telefonla bayramlaşıyoruz.

Ali kocatepe Bey’in anlatımıyla ta-rihte bir adalet sahnesi…

Belki de biliyorsunuzdur, Fatih mahkemesi vardır sokağın karşısın-da. Fatih Sultan Mehmet karşıya camisini yaptırırken, bir mimara şey yapıyor. Sütunlar uzun diye mima-rın elini kestiriyor. Adam tabii hıris-tiyan olduğu için hükümdara da bir şey diyemiyor, başlıyor ağlamaya sızlamaya. O zamanki komşuları, müslüman komşuları diyorlar ki “ya niye ağlıyorsun?” “Ne yapayım eli-mi kesti, iş yapamıyorum, geçinemi-yorum” “Sen de git kadıya şikayet

et” diyorlar. “Kadı efendi” diyor, “padişah caminin ustasıydım, sütun uzun diye biraz kestim o da benim elimi kesti” diyor. “Şimdi çalışamı-yorum, çoluğum çocuğum var, ge-çinemiyorum, ondan şikayetçiyim.” “Tamam oğlum, otur” diyor. Padi-şaha haber gönderiyor, falan gün gel mahkemen var diye. Ona da diyor fa-lan gün gel buraya diye. Geliyorlar, adam gelmiş tabii oturuyor orada. Padişah da geliyor, Rum’un yanına oturmak istiyor ama Kadı “kalk” di-yor. “Niye” diyor. “Olmaz” diyor, “sen davalısın, o davacı” diyor. “O oturur. Peki diyor padişah da “nedir suçum?” diye soruyor. “Niye kestin bu adamın elini” diyor kadı. O da diyor ki “benim camimin direğini kesmiş, kısaltmış, ben de onun elini kısalttım.” “Tamam peki o caminin taşı dünyada başka yok mu, bulun-maz mı?” “Bulunur.” “Peki şimdi bunun eli gitti, bunun eli bulunur mu?” E bulunmaz. “Bulunmazsa işte sen suçlusun, taş bulunur, başka bir taş yaptırsaydın. Niye elini kes-tin bunun, şimdi ne yiyecek ne içe-cek çoluğu çocuğu. Suçlusun.” “İyi suçluysam” diyor “hazineden buna bir maaş bağlarım geçinir.” “Yok” diyor “hazine senin babanın malı değil.” Kendi aldığın maaşından buna bir miktar para ayıracaksın.” “Olur” diyor. O zaman kadı kalkı-yor “sağol padişahım” diyor. Padi-şah da diyor ki “e Kadı efendi, eğer ki burada beni haklı çıkarsaydın, bu kılıcımla bu kafanı vuracaktım” di-yor. Kadı efendi de “ey Padişahım, sen de beni padişahım diye dinle-meseydin” diyor, “ben de bu han-çeri alıp karnına sokacaktım” diyor. “Tamam” diyor ve o adama ölene kadar maaş bağlıyor, kendi maaşın-dan adama para veriyor.

Demokrasi Meydanı

1929 doğumlu M. Nuri Akduman Üsküdar’da doğmuş ve eşi ile de hayatlarının geri kalanını da orada geçirmeye karar vermiş. Deniz Ast-subayı emeklisi olan Nuri Bey bize gençliğini, spor ve müzik aşkını ve tabii ki hayatını büyük memnuniyet-le yaşadığı Üsküdar’ı anlattı. Onun hatırladıklarına da güler yüzlü eşi eklemeler yaptı ve bizi daha da mut-lu etti. Harem Salacak’ın artık soy ismi gibi olduğunu söyleyen Nuri Akduman bizle Üsküdar’da geçen hayatı ile ilgili çok güzel anılarını paylaştı.

Çok güzel fasıllar yapardık

Harem Salacak gençliğimin başlan-gıcı olmuştur. Sonra arkadaşlarımla genişlettik çerçevemizi... Şekip Ay-han Özışık, bestekâr, Avni Anıl ar-kadaşım bir mahalle çocuklarıydık. Hatta musiki cemiyetlerine iştirak ettik, o bilhassa Şekip Ayhan Özışık beni her tarafa götürdü. Annem de ud çalardı, annemden ders aldı. On-larla çok güzel bir hayatım olmuştu. Hep bizim hayatımız sporla ve iyi arkadaşlık ilişkileri içinde geçmişti. Ben de def çalardım, Şekip ile bera-ber gittiğimizde. O ud çalardı. Çok güzel fasıllar yapardık. Üsküdar’da mesela halkevinde musiki cemiyet-leri hareket halindeydi. Gençleri eğitirlerdi ve bu kadronun içine alır-lardı. Güzel şeyler geçirdik o zaman. Hayatımız çok iyiydi hakikaten, karı koca Araplar hizmet ederdi bize. Se-limiye hamam sokakta, Çiçekli’de çok güzel bir hayatımız oldu. O günlerimi hep yad ederim. Ve onun için bu Üsküdar’ı terk etmem, ana-

rım onları o geçirdiğimiz günleri. O Arap kişiler bizim bir numaralı kurtarıcımız oldu. Her sıkıntımızda onlar gelir bize, aileye destek olur-lardı. En sonunda ailesinin hanımı bizim evde babam rahatsızlandıktan sonra vefat etti. Biz sıkıntının içine düştük. O bize geldi. Beyi başka yere gitmişti. Bize yardımcı oldu. O da bizim evde aksi gibi bey babamın vefatından 13 gün sonra o hanım da vefat etti. Babamın ölümü benim elimdedir. 1944, 12. ayın 31’inde sabah 5’e 5 kala vefat etti. Böyle bir psikolojik duruma da girdim ben, okuldan da ayrıldım. Bu sefer iş ha-yatı oldu. Arkadaşım vardı o beni bi işe koydu. Çalışmaya başladım. 5 sene, 4–5 sene okuldan ayrıldım. O zaman da babam vefat etti aile-yi ben geçindirmek zorundaydım iş bakımından. O oturduğumuz şaha-

ne evde, bir odasında oturmak mec-buriyetinde kaldık. Lambalar söndü elektrik yakamadık. Acı günlerimiz oldu. Ben dedim ki “anneciğim çok sıkıntıda olmamıza rağmen ben bunu yapamayacağım, okumak isti-yorum.” Neticede tekrar okula kayıt oldum. İlkokula tekrar kaydoldum. İlkokuldan sonra ortaokula geçtim. Ortaokulda tekrar kaydoldum 4-5 sene sonra. ilk önce Üsküdar 1. oku-lunda şey yaptım, tahsilimi. Ondan sonra kendimi toparladım, sınıfta mümessil falan oldum. Beni büyük olduğum için yaşım çok geçtiği için verdiler. Sınıfta kalmadan ilkokulu tekrardan bitirdik. 5 sene ara ver-dikten sonra. Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. Haydarpaşa Lisesi’nde 4 seneye çıktı o tedrisat. Ona artık tahammülümüz kalmadı, maddi se-bep. Bu sebeple gene iş hayatına… Fakat bu arada da gizli gizli askeri okullarda falan imkânlar aradım, gi-reyim diye. Nitekim deniz astsubay okuluna müracaat ettim. Orada o sı-kıntılı hali de atlattıktan sonra ham-dolsun okula kaydımızı yaptırdık, deniz astsubay okuluna. Öylelikle astsubay olarak yetiştim. Mezun oldum. Bu tahsil arasında avukat-ların yanında, üç avukatın yanında hizmet gördüm. Yani sekreterlik, yani kâtiplik deniliyordu eskiden. Kâtip. Birisi İstanbul baro reisi Ali Haydar Özkent, Atıf Yonsel, Enver Elbir diye çok kıymetli avukatların yanında katiplik yaptım. Sonradan ben okula girdim bu arada. Dedim affedersiniz ben ayrılmak istiyorum, okula gireceğim falan. Beni evlat gibi seviyorlardı. Kardeşini getir dediler bana. Yok dedim kardeşim yapamaz bu işi. Ondan sonra başka bir arka-daşımı götürdüm, Kemal diye bir ar-kadaşımı, o hizmete devam etti. Bu arada da işte bu şeyi okul hayatıyla

çalışma hayatını böyle bir şekilde düzenledim. En sonunda astsubay okuluna girdim.

Üsküdar’ın o ilk zamanları daha böyle kendine gelme zamanınday-mış.

Evlere davetiye olurdu, haftanın günlerinde. Gelirlerdi babam, arka-daşları. Üst kısımda kışsa soba ya-kar, etraf düzenlenir falan. Biliriz ki geceleri musiki şeyi var. Ekipler gelirdi, sevgili arkadaşları gelirdi babamın. Hatta biz onlara hizmet ederdik. Git al gel götür şeklinde. Çok ahenkli olurdu evvelden. Bu şekilde böyle şeyler olurdu. Daya-nışma. Aile toplantıları bu şekilde olurdu ve zevk duyardık. Herkes birbirini tanırdı, böyle 8, 10 katlı daireler yoktu. Tahta evlerdi. Aşağı evlerde kaç kişi vardır, kimdir, hasta mıdır, sağ mıdır, herhangi bir prob-lemi var mıdır tanırdınız. En yakın şeyiyle, hüviyetiyle tanırdınız. Ama şimdi bilemiyorsunuz. Bir apart-mandaki insanları bile tanıyamıyor-sunuz. Göçler başlayınca o samimi ahenk kayboldu. Kişiler birbirini tanımaz oldu ama kimseyi şey yap-mıyorum. Ben tüm insanları sevi-yorum, kim olursa çok seviyorum. Ama yetişme tarzı vardır, benliği vardır, uygulaması vardır. Bunlar çok olunca karıştı birbirine. İntibah zorlaştı kişilerle. Onun için mecbu-ren kopuluyor. Samimi gördüğünüz, iyi gördüğünüz yere yöneliyorsunuz. Öyle bir ilişki var. Genel olarak bugün benim de tahminim yani bu sıkıntı, çalışma sıkıntısı, iş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti. İstanbul da böyle şeylerin içinde olduğu için mecburen o va-tandaşlarımız da geldi. Akrabası ge-liyor onu çağırıyor. O geliyor kapı-

cılığa, diğerini çağırıyor. Bu sebeple buranın havası değişti. Ama bu kı-namak bakımından demiyorum. Bu intibah meselesi…

Üsküdar’ın efeleri vardı

Kıvırcık Muzaffer, Arap Yaşar. Arap Yaşar denilen insan dev gibi bir insan. Çok iyi insan, kalbi pırlan-ta gibi, kimseye ziyanı olmaz ziyan verenlere ziyan verdirirdi. Kim ziyan gördü kimden gördü onu mimler-di, söyleyin ona böyle onu bertaraf ederdi. O hadise öyle bir şey. Yaşar abimizi gördüğümüz zaman hem se-vinirdik hem de korkardık. Çünkü jilet atıyordu göğüslerine. Sokağa çıktığı zaman böyle kanlar içinde. Ondan herkes çekinir korkardı. Kı-vırcık Muzaffer başka, o da ayrı, saçları kıvırcıktı. Onlar sokağa çık-tıkları zaman, gördüğümüz zaman çok şey yapıyordu ki, gençliğe daha adım atarken onlardan çok çeki-nirdik ama çok da severdik onları. Çünkü doğru insanlardı, kimsenin hakkını yemek istemez, yedirtmez-lerdi de.

Harem Salacak benim yuvam

En güzel hatıralarımı oralarda ya-şadım. Küçüklüğüm orada geçti. Harem’de çifte kayalar vardı. Hatta başım yarıktır, atladım taşa çarp-tım. Üsküdar’da benim zamanımda tramvay çalışırdı. Tramvay Aktar Faik vardı çarşının içinde. Tram-vay yolunun tam yanında dükkânı vardı. Yani tramvay sizi sıkıştırdı-ğı zaman yolda, arkanızda Aktar Faik’in dükkânı, önünüzde tramvay sürtünerek geçecek durumda olur-du, böyle sanki asker gibi dururduk tramvay geçerdi.

Yasemin Özkut (19)Yeliz Güner (16) Büşra Gökdeniz (16)Çise Aker (16)

Röportaj

Nuri AKDUMAN / Emekli Deniz Astsubayı

“İş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti”

Üsküdar

016

Ali Saçak 80 yaşında, 1955’ten bu yana Üsküdar’da ikamet etmek-te. Memuriyet dolayısıyla geldiği Üsküdar’da yarım asırdan fazla-sını devirmiş. Bize evinin kapısını açarak, değişen ve değişmeyen tüm yönleriyle Üsküdar’ı anlattı.

Herkes çok geç televizyon sahibi oldu

Adım Ali Saçak, 1930 Kahraman-maraş doğumluyum. 4 oğul, 7 to-run sahibiyim. 6 çocuklu bir ailenin en büyüğüyüm. Babam dokumacı-lıkla uğraşırdı. Evimizin alt kıs-mında küçük bir dokuma tezgâhı bulunurdu. İlkokulu bitirince ayakkabıcılık yapmaya başladım. Askerlikten sonra, imtihanlara gir-dim ve İstanbul’da polislik okulu-nu kazandım. İstanbul’a ilk gelişim öyle başlar. 1955 senesinde ailem-le birlikte memuriyet dolayısıyla İstanbul’a geldim. Üsküdar’da, meydana yakın Eski Mahkeme Arkası sokağının üst sokağı olan Gülfem Hatun sokağına yerleş-tim. Aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde göreve başladım. Ben eşimden kısa bir müddet önce gelip, evi tuttum. Gülfem Hatun camisinin bitişiğinde ahşap bir bi-nada, iki odalı, mutfaklı, banyolu, müstakil bir biçimde yapılmış bir daire idi. Daireyi tutunca mem-lekete haber gönderdim. Babam, eşim ve kız kardeşimi alıp eşyaları-mızı kamyona yükleyip İstanbul’a getirdi. Uzun müddet de getirdiği-miz bu eşyaları kullandık, haliyle daha sonra onları da değiştirdik. Buraya geldiğimizde hemen hemen hiç hemşerimiz yoktu. İlk komşu-larımızdan Konyalılar vardı. Çok iyi insanlardı kendileri. Üsküdar bit pazarında yerleri vardı, ticaret-le uğraşırlardı. Sık sık birbirimize gider gelirdik. Onun dışında pek bir tanıdığımız yoktu. İlk oturdu-ğumuz yer hülasa ticaret merkezi gibi bir yerdi. Halkı daha çok es-naftı, memur pek az bulunurdu. Daha sonra 1957 senesinde Gül-fem Hatun sokağından ayrıldık ve şimdi de ikamet etmekte olduğum Dönmedolap sokağına geldik. Tek odası olan bir ahşap eve yerleştik. Tek odalıydı ama genişti. Başka oturacak yer pek yoktu. Her taraf istimlâk olmuştu. Çoğu yer inşaata veriliyordu. Ev bulmak iyice zor-laşmıştı. Dönmedolap sokağı da olduğu gibi ahşap evlerden oluş-maktaydı. Aynı eve beraber polis-lik yaptığımız meslekten arkada-şım ve hemşerim M.K. ile taşındık. O da ailesiyle evin diğer bölümü-nü kiraladı. Uzun yıllar beraber aynı evde oturduk. Binaenaleyh bu oturduğumuz evin bitişiğinde Emin Efendi’nin evi vardı. Oraya polis arkadaşımla beraber taşın-dık. Bir kısmında onlar, bir kıs-mında biz oturmaya devam ettik.

Bu arada tabii çocuklarımız dün-yaya geldi. 1970 senesinde bugün de hala oturmaya devam ettiğim apartmandaki dairemize taşındık. 40 senedir de burada oturmakta-yım. Bu sokaktaki komşularımız tamamen bu sokağın yerlisi ol-duklarından buradaki komşuluk ilişkilerimiz daha iyi gelişti. Sık sık birbirimize gider gelirdik. Mese-la, bu sokağa televizyonun gelişi nispeten daha geç bir tarihte ol-muştur. Herkes çok geç televizyon sahibi oldu. Ben Almanya’da yaşa-yan kardeşime televizyon için sipa-riş vermiştim. İlk televizyonumuza bu vesile ile sahip olduk. Akşam-ları komşularımız da sık sık gelir birlikte televizyon izlerdik.

Suhulet, Mudanya, Çardak ve Tramvay

Üsküdar’ı çevre olarak düşüne-cek olursak, Üsküdar meydanı bit pazarıydı. Biraz denize yakın kesiminde arabalı vapur iskele-si vardı. Arabaların binebilmesi fazla büyük olmayan bir alandan müteşekkil idi. Arabalı vapurlar, Üsküdar-Kabataş arasında yaya, taksi ve kamyon taşırdı. Suhulet, Mudanya ve Çardak isimlerinde yandan çarklı nakliye gemileriydi bu vapurlar. Sonra bunlara Ka-ramürsel isminde bir vapur daha ilave edildi. Daha sonraları ise iptidai usulde Fransız yapımı Kız-kulesi, Kasımpaşa gibi daha lüks ve modern arabalı vapurlar filoya dâhil oldu. Zamanında Üsküdar vapur iskelesi tamamen ahşaptı. Bina eskiydi. Sonradan o ahşap görünümlü iskele kaldırıldı. Ye-rine beton direkler dikilmek su-retiyle şimdiki iskeleler yapıldı. Bina, turnikeler, gişeler yenilendi. Çok daha güzelleşti. Üsküdar-Ka-dıköy arasında devamlı elektrikli tramvay çalışırdı. Tramvay Üs-küdar vapur iskelesinden başlar, Kadıköy’e devam ederdi. Yine bir diğer tramvay da Üsküdar’dan Çamlıca’ya Fıstıkağacı üzerinden gider gelirdi. Çamlıca’nın ismi geçmez, Kısıklı diye tabir edilirdi. Meydandaki bit pazarı daha sonra tamamen kaldırıldı. Arabalı va-pur iskelesine arabalar için tahsis edildi. Yine iskeleye yakın tarihi Mimar Sinan’ın eseri olan hamam vardır. O hamam, dış yüzeyi tama-men dükkânlarla kaplı olduğu için hamam işlevini sürdüremez olmuş ve dükkânlardan hamam görün-tüsü de tamamen kaybolmuştu. Zamanla Mimar Sinan hamamı-nın etrafındaki dükkânlar kaldı-rıldı, hamam meydana çıkarıldı. Binaenaleyh zamanla tramvay da kaldırıldı, yerine otobüsler geti-rildi. Eski dükkânların hepsi ipti-dai usulde yapılmış dükkânlardı, hemen hiçbirinde bir modernlik yenilik yoktu. Zamanla özellikle 1970 sonrasında, dükkânlar da kendini yenilemeye, modernleş-meye başladılar. Genellikle ima-lat yapan mağaza pek görünürde yoktu. Halen devam etmekte olan balıkçı çarşısı vardı. Yine bugünkü yerindeydi ama o zamanlar üstü kapalı değildi. Yıllarca aynı yerin-de hizmet vermeyi sürdürdü. Yine, Üsküdar’da Yeni Cami’nin biraz ilerisinden başlayıp Kuşkonmaz Cami’nin oraya kadar devam eden muazzam Tekel binaları vardı. Reji binaları olarak lanse edilirdi. Kadınlar da buralara çalışmaya gi-derler, buradan emekli olurlardı. Oturduğumuz binanın sahibinin kayınvalidesi de buradan emekliy-di. Daha sonraları bu binalar yı-kıldı, kaldırıldı, yerine bambaşka faaliyette bulunan yerler yapıldı.

Ekalliyet

Üsküdar’da Kuzguncuk, Bağlarbaşı ve Harem’in üst kısımlarında gay-rimüslim nüfus ikamet etmekteydi. Bugün de ikamet ederler ama nis-peten daha az sayıdadırlar. Benim bulunduğum merkezde ise pek gay-rimüslim tebaa bulunmazdı. Esnaf-tan da pek gayrimüslim olmazdı, gerçi genellikle Türk isimlerini kul-landıktan, kimin ekalliyetten olup olmadığı çok da bilinmezdi. Benim bildiğim, oturduğumuz sokağın bi-timine bir Ermeni kalaycı gelmişti, kendini tabiatıyla neşretmiş, öyle tanınmış ve sevilmişti, hala yerin-de işlerini büyütmüş halde devam etmektedir. 1955 6-7 Eylül sıra-larında, Atatürk’ün Selanik’teki evine tecavüz bahanesi ile çıkan olaylar önce Beyoğlu’nda başla-mış, Üsküdar’a da sıçramıştı. Gö-revden döndüğüm zaman Üsküdar meydanında bütün dükkân camları indirilmiş, mallar ortalığa saçılmış, caddeler kumaşlarla kaplanmıştı. Bir Atatürk’ün evine saldırıyı kı-nayıp kırıp dökenler, bir de kırıp dökme sonrasında çapulculuk ya-panlar vardı. Ekalliyet büyük mad-di zarara uğramıştı. Daha sonra devlet, zararları tek tek belirleyip, ekalliyetin zararının karşılaşmış-tı. Onlar da eski yerlerinde uzun bir süre daha devam etmişler ama daha sonra birer birer kapatmış-lar, kimisi de gitmişti. Ekalliyetten bize, kendi bayramlarında boyalı yumurta veren, kek dağıtan çok olurdu. Bizim bayramlarımızı da takip eder, kutlarlardı. Bu hususta bize göre nispeten daha saygılı ve hareketliydiler.

Öğrenciler kemik toplardı

Üsküdar neredeyse tamamına ya-kın olmak üzere ahşap binalardan oluşmaktaydı. Ahşap binalar öyle pek Boğaz’da yahut karşı tarafta gördüğünüz gibi şatafatlı değiller-di. Güzel, bakımlı ahşap binalar Şemsipaşa ve Harem’in üst kısımla-rında ya da Çiçekçi’de bulunurdu. İşlemeli, oyalı, boyalı ahşap binalar vardı ama şimdi pek nadir bulun-maktalar. 1970 sonrasında ise hızlı

bir inşaat sektörü girdi Üsküdar’a. Hızla apartmanlar yükselmeye baş-ladı, Üsküdar’ın çehresi değişime uğradı. Üsküdar belediye binası mesela eskiden Doğancılar’day-dı, şimdiki yeri 30 sene öncesinde yapıldı. Sadece binalar değişmedi tabii yollar yapılırken bazı mezar-lıklar iptal edildi, tahrip edilmiş olanların yerine parklar yapıldı. Bu mezarlıklar kaldırılırken ortaya pek çok kemik çıktı, tıp fakültesi öğrencileri gelip bu kemikleri top-larlardı ya da anne babaları onlar için toplardı. Çocuklarım da aile dostumuzun oğlu için kemik top-lamışlardı. Evimizin önünde tahrip olmuş mezarlık bir alan vardı. Ço-cuklar burayı top sahası gibi kul-lanırdı. Sonra belediye mezarlığı iptal etti ve yerine çocukların rahat rahat oynayacağı bir park inşa etti. Torunlarım da o parkta oynayarak büyüdüler.

Şemsipaşa’da şenlikler düzenlenir-di

Üsküdar’da eskiden Salacak plajı bulunmaktaydı. Salacak plajı dışa-rıdan fazla rağbet görmemekle bir-likte, hemen hemen Üsküdar’a ce-vap veriyor, ihtiyacını karşılıyordu. Kadın-erkek ayırt etmeden karışık, denize girilirdi bu plajlardan. Yine sahilde tarihi Kuşkonmaz Cami’nin bitişiğinde Şemsipaşa bulunmakta-dır. Şemsipaşa’da yaz mevsiminde bütün bayram şenlikleri yapılır-dı. İçerde envai çeşit oyuncaklar, salıncaklar, helvacılar, şekerciler bulunurdu. Gazinomsu bir yeri de vardı. Burada pek de tanınmamış sıradan ses sanatkârları sahne alır, konukları eğlendirirdi. Biz de yaz

akşamları sıklıkla buraya gelir, hem ferah havasından hem de eğlence-sinden istifade ederdik. Gülhane’ye giriş 25 kuruşken, Şemsipaşa’ya giriş 10 kuruştu. Sahil boyunca da birkaç gazino bulunurdu, program-larını duyardım ama gitmezdim. Öyle pek ünlü değil sıradan ses sanatkârları sahne alırdı. O dönem için gazino bir memur için lükse giriyordu. Yine Üsküdar’da kapalı ve yazlık olmak suretiyle pek çok sinema bulunmaktaydı. Bunlardan

en ünlüsü Sunar Sineması’ydı. Si-nema pek revaçtaydı. Kadınlar, gençler sıklıkla sinemaya giderdi, ben görevim dolayısıyla gitmeye pek fırsat bulamazdım. Gündoğu-mu caddesinde de bir yazlık sine-ma bulunur, yaz akşamları dolup taşardı. Açık havada sinema pek keyifli olurdu lakin bunlardan hiç-biri kalmadı. Bugün Üsküdar mer-kezde doğru dürüst sinema bile bulunmamakta ne yazık ki. Diğer yandan Doğancılar’da Müsahipza-de Celal Sahnesi bugün bile hizmet vermektedir, yıkılıp yeniden yapıl-mıştır. Eski Sunar sineması civa-rında Emin Ongan Musiki Cemi-yeti bulunmaktadır. Emin Ongan, Üsküdar’ın tanınmış simalarından idi, pek sevilir, hürmet edilirdi. İkinci oğlum, hanımının Halil Rüş-tü İlköğretim Okulu’nda öğrencisi idi. Üsküdar’da pek çok dergâh ol-duğu doğrudur. Bunlardan birine bizzat kendim tesadüf gelmiştim. Ramazan ayında, teravih namazı için cami cami dolaşırdım. Farklı camilere gitmeye gayret ederdim. Bir keresinde Fıstıkağacı civarla-rında, iptidai usulde yapılmış, ma-ğaramsı bir tekkeye rast gelmiştim. Duvarlarında eski alfabeyle yazılar yazılmış, hiçbir modernlik kisvesi taşımayan yerlerdi. Birtakım zatlar burada ders verirmiş, daha sonra akıbeti ne oldu bilmiyorum. Üskü-dar kaymakamlığından aşağı inince de orada bir Mevlevihane bulun-maktadır. Zannedersem bugün de halen açıktır. Karacaahmet’teki cem evi eskiden de bulunmaktay-dı, bugün de halen faaldir. Hatta cem evinin bitişiğine ilave bir yer daha yapıldı. Bu yerin yapılmasına Erdoğan’ın belediye reisliği döne-minde çok karşı çıkıldı, yatırları ve mezarlar bozulacak diye ama Ale-viler hükümete karşın galip geldi. Mezarlar başka yerlere nakledildi. Üsküdar’da geçmişte din, etnik kö-kenden kaynaklanan bir hoşgörü-süzlüğe rast gelmediğim gibi, 6-7 Eylül dışında, bugün de bu tutu-mun devam ettiğine inanıyorum. Üsküdar’da herhangi bir siyasal örgütlenme de pek gözle görülme-miştir. Memuriyet yıllarımda istih-barat birimindeydim. Çelik yelek, Thompson’la görev yapardık. Ge-len ihbarlar doğrultusunda baskın-lar düzenler, yasaklı yayınları top-lar, icap ederse kişileri tutuklardık. Uzun yıllar bu görevi icra ettim. Yerimiz Eminönü’nde Sansaryan handaydı. Göreve oradan çıkardık. O dönemde ben 1975’te emekli oluncaya dek Üsküdar için böyle bir görev verilmedi. Sonrasında da pek duymadım açıkçası. 80 darbesi ise Üsküdar’a sokağa çıkma yasağı dışında pek bir şey yapmadı. Halk artık olan bitenin bir iktidar mü-cadelesi olduğunu kanıksamış, her şeye alışmıştı.

Hüdayi Yolu

Üsküdar’la ilgili eski bir hikâye burada ikamet etmiş Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri üzerinedir. Bu zat haftanın belli günlerinde Sulta-nahmet ve Eyüp’e giderek görevini yapar, geri Üsküdar’a dönermiş. Lakin bir gün fena bir fırtına kop-muş İstanbul’da. Deniz yolculuğu sırasında ona eşlik edenler, pek git-mek istememişler, korkmuşlar. An-cak zat yılmamış ve yola koyulmuş. O fırtınada, zatın gittiği taraflar süt liman kesiliyor, azgın dalgalar kayboluyormuş. Zat görevini ya-pıp, tekrar o süt liman olan yoldan geri dönmüş. O yola ondan sonra Hüdayi yolu denmiş, fırtınalı hava-larda tek durgun kısım bugün bile orasıymış.

Seda Saçak (22)

Röportaj

Ali SAÇAK / Emekli

“Üsküdar’da din, etnik kökenden kaynaklanan bir hoşgörüsüzlüğe rast gelmedim”

01

Üsküdar

7

1956’da İstanbul’da doğan Nilgün Zühre Bayraktar, Üsküdar’ın yerli-lerinden. Kendisinin özlem ve mut-lulukla andığı çocukluğuna, güzel günler geçirdiği gençliğine, heyecan ile başlayan evliliğine ve şu an sür-dürmekte olan hayatına Üsküdar şahitlik etmiş. Birçok anısının mer-kezinde Üsküdar konumlanmakta ve hala belki de yeni şeyler tecrübe etmesine tanık olmaktadır.

Bizim mahallemiz Ermeni ve Rum mahallesiydi

Çocukluğumda bu çevre çok güzel-di. Yerleşim yine güzeldi, sen bilir misin bilmiyorum ama küçük küçük evler vardı. İnsanların birbirine say-gısı vardı. Mesela bizim mahallemiz Ermeni ve Rum mahallesiydi. Burası öyleydi, zaten kiliselerden de bellidir ama o kadar güzel bir dostluk vardı ki, saygınlık vardı ki arada, aileler birbirlerine giderdi, gelirdi. Tepsiyle börekler yapılırdı. O ona verir, o ona verirdi. Şimdi kapını açıyorsun kom-şu seni tanımıyor, sen komşuyu tanı-mıyorsun. Hiçbir şey kalmadı, bilmi-yorum saçma mı geliyor ama doğru yani bunları yaşadık biz. Bizim ma-hallemiz Ermeni, Rum mahallesiydi. Mesela dostluklarımız gerçekten çok çok güzeldi. Onlar Ramazanda bizle-re saygı duyarlardı. Hakikatten saygı duyarlardı. Bayramımızı kutlarlardı. Onların da Paskalyaları vardı. Biz çok güzel büyük bir dostluk içinde geçiriyorduk. Ta ki işte bu düzen bo-zulana kadar. İnan, yemin ediyorum bak, ben çok memmundum. Çok çok memmundum. Hatta benim rahmet-li babam da Kurtuluş’ta çalışıyordu. Ermenilerin içinde çalışıyordu. Er-meni dostları o kadar çoktu ki baba-mın da. Burada annem öyle... Çünkü her nereye baksan Ermeni mahalle-siydi burası. Kilisenin çanları çalardı.

Bizim eğlencemiz radyoydu

Benim oturduğum sokaktaki bina-lar tek katlıydı, iki katlıydı. Gördü-ğünüz gibi çok eski binadır, elli yılı aşmış bir binadır. Altı daire var, üç katlı. Evlerin içine gelecek olursanız, evlerin içinde tabii ki böyle lüks falan yoktu, nerede o zaman lüks. Divan vardı. Koltuğu olabilene ne mümkün. Çok güzel böyle bir radyomuz vardı, herkes radyonun başında piyes din-lerdi. Onları dinlerdik, onlarla mutlu olurduk. Yıllar sonra bir televizyon olayı çıktı. Bir komşumuz vardı bu-rada, Ermeni. O almıştı. Berç amca. Çok güzel de anlaşırdık onlarla. He-pimiz onlarda toplanırdık, arkadaş-lar, çocuklar falan. İstiklal marşı ile başlardı ve İstiklal marşı ile de kapa-nırdı televizyon. Hepimiz ayağa kal-

kardık, öyle büyük bir heves vardı ki televizyona. İşte bir gün Eurovision olacak, gençlik zamanlarımda, ay nasıl ağlıyorum Eurovision’u sey-retmem gerek. Ben müziği de çok seviyorum. Annem gitti televizyon aldı, Allah’ım ne kadar mutlu oldum anlatamam. Siyah beyaz tabii ki o zaman televizyonlar. O televizyon olayı bile bambaşkaydı. Haftada iki gün yayın yapardı. Salı-Cuma idi, hiç unutmam, oraya giderdik. Kom-şuya gittiğimiz zaman, çekirdekler, bir şeyler alırdık, ne kadar mutluy-duk ya. Bir birliktelik, dediğim gibi... Yani bir insan düşünebiliyor musu-nuz, şimdiki devirdeki bir insan... Ne kadar çeker ki o kadar çoluk çocuğu. İnsanlar yığılırdı küçücük bir odaya, küçücük bir eve. Dediğim gibi işte radyolu zamanlarımız vardı. Bizim eğlencemiz radyoydu.

Güzel dostluklar vardı, komşuluk-lar vardı

Arkadaş gruplarımız vardı. Tabii ki herkesin olduğu gibi arkadaş grubu vardı. Ama şu anki gibi değil, me-sela, bir alışveriş merkezi yoktu. O yoktu bu yoktu ama biz de haddi-mizi bilirdik. Yine pikniğimize gider-dik, bir yere bir şeye giderdik yani. Eğlenceler yapılırdı. Daha çok aile içi, kuzenler, yeğenler... Benim kızım da var, oğlum da var. Ben çocukla-rımı devamlı telefonla arıyorum. Bir şey mi oldu bir şey mi olacak, her an o korku içindeyim ama bizim zama-nımızda öyle değildi ki. Ne bileyim aileler birlikte olurdu, sokaklarda oturulurdu, çaylar içilirdi ya. Çok çok güzeldi ya, yani çok güzeldi ger-çekten. Ben ondan bundan şikayet-çiyim demiyorum. Yani kültür işte. Farklı şey... Bahçe vardı en azından, yeşil alan çoktu. Güzel dostluklar vardı, komşuluklar vardı, aile iliş-kileri çok güzeldi, aile birlikteliği vardı, ne bileyim bir anneanne, bü-yükanne vardı ama şimdiki zamanda bunlar maalesef kalmadı herhalde. Ben de diyorum ki kalmamasının tek sebebi teknolojinin ilerlemesinden ileri geliyor. Hani bir telefon ola-yı çıktı, bir cep telefonu olayı çıktı, bayramda seyranda… Ne bileyim bizim çocukluğumuz bambaşkaydı. Ama yine de bir sevinç vardı. Yani bayramlara karşı bir sevinç vardı. Ne bileyim, bir yere gittiğimiz zaman bir güzellik vardı. Yani her şey çok çok güzeldi. Sevgi doluyduk, saygı vardı. Her şeyden öte saygı vardı. Ne bile-yim şimdiki zamanın çocukları gibi aileden birisi çıkıp gitsin ev tutsun da ayrı otursun olayı falan mümkün mü, çalışmak mümkün mü! Ben o kadar çok çalışmak istiyordum ki... Yani ben hakikaten bak, yani aile ça-lıştırmıyordu.

Herkes birbirinin yardımına koşar-dı

Herkes birbirinin yardımına koşar-dı. Evde ne pişse herkes birbirine verirdi. Ne bileyim, gece mesela bir hastalık oldu, bir şey oldu hiç çekin-

meden insanlar birbirinin kapısını çalardı. Dostluk vardı. Şimdi öyle mi? Kimse kimseye koşmuyor, yani kimse kimseye gitmiyor. Tabii ki o dostluklar falan her şey çok güzeldi. Bizim komşumuz vefat etti, çocuk-luğumdan beri tanıyorum, bir anne gibi yani. Sokaklara kadar yemekler serilirdi, gelene gidene, uçan kuşa yemek dağıtılırdı. Yapsınlar şimdi bakayım, kim kime yapıyor Allah aş-kına. Ama oturmuş insanlar. Mesela bizim bu bina çok eskidir ve aile gi-biyiz artık. Yani herkes birbirini ta-nıyor. Mesela benim üç numaradaki komşum benim kapımı gece üçte de çalar ikide de çalar. Ben de giderim ona, elinde kahveyle “hadi Nilgün abla kahve içelim”, “tamam.” Uyku-dan da kalksam bak, düşünebiliyor musun samimiyet derecesini? Ben yatıyorum kadın geliyor bana diyor ki “kalksana niye yatıyorsun, kahve yaptım” diyor, böyle yapıyor düşün. Şimdi git de bir komşunun kapısını çal bakayım yapabiliyor musun onu, sopayla kovalar, yok. Yani o dost-luklar güzel ya. Hasta oldun mu ne bileyim bir çorbanı gelir kaynatır, pişirir, e benim bir işim olsa koşa-rım, rica ederim hemen birlikte hal-lederiz, onun olsa öyle... Yani dost-luklar, komşuluklar çok güzel ama eskilerde, eski insanlarda. Şimdi bak ben karşımdakini tanımıyorum, şu binadakini tanımıyorum.

Senet eskiden insanların ağzından çıkan sözdüDaha sağlıklıydık ya, mesela yiye-ceklerimiz olsun, her şeyimiz olsun daha doğaldı. Bostanlar vardı, tepe-ler vardı, koşardık, oynardık. İnanır mısınız o zamanlarda yediğimiz etin lezzetini, kokusunu şu anda alamı-yorum bile. Yemeklerimiz daha lez-zetliydi, böyle McDonalds’lar yoktu. Nerede McDonalds olacak! Bir tane hipermarket açılmıştı, bakkalları-mız vardı ya. Bakkalımız vardı. Her mahallenin bakkalı vardı. E eskiden konfeksiyonlar bile yoktu. Terziler vardı. Evde dikiş dikerlerdi. Unutu-yorum işte, çok şey var da, eskiden tabii... Konfeksiyon çıktı, terziler öldü. Marketler, hipermarketler çık-tı, bakkallar öldü. Yani insanlar aç kaldı, hırsızlık da işsizlikten oluyor. Bahçeli evler vardı. Evin içinde tuva-let falan yoktu. Benim anneannemin evi öyleydi. Tuvaleti dışarıdaydı. Bahçesi vardı. Hep meyve ağaçla-rıyla doluydu. Ama genelde öyleydi zaten, çok eskisinden bahsedersen. E Üsküdar desen, Üsküdar çok güzel-di. Çok ferahtı. Yollar genişti, açıktı. Mesela herkes birbirini tanıyordu. Kefilsiz bir şey alabiliyordun. Tabii kart mart da yoktu yani. Senet... Se-net bile yapmazdı insanlar ya. Senet olayı yoktu. Senet eskiden insanla-rın ağzından çıkan sözdü. Değil mi? Ağzından çıkan söz senetti. Çünkü tedirgin olurdu. Kaç kişiydik ki? Bir-birimizi bilen insanlardık yani.

Evlilikler daha uzun sürüyordu

Bir de şey vardı bizde mesela, hani

tanımadığın insana kız verilmezdi, aynı memleketten olacaksın. Evlilik-ler daha uzun sürüyordu ama şimdi farklı evlilikler yapılıyor, farklı şeyler oluyor, pat diye boşanmalar oluyor. Bizde o yoktu ki ya. İnsanlar zaman-la... Biz neler yaşadık, neler çektik. Ne bileyim şimdi görüyorum, evle-nenleri, gençleri görüyorum. Hiçbir şeyi beğenmiyorum, ha beğendiğim de var, yok değil. Şimdiki nişanlılar gibi, sözlüler gibi elimiz elimize değ-mezdi ki ya. El ele tutuşamazdık biz. Yani o kadar temiz bir sevgi vardı ki... Zaman zaman kuaföre giderim çocuklar dalga geçer benimle, derler ki “Nilgün abla yine eskiyi anlatı-yor.” Biz sizin gibi mesajlaşmıyor-duk ki cırt cırt cırt. Telefon yoktu ki bir kere. Bir özlem vardı. Şimdi alı-yorlar, mesaj çekiyorlar mesela... E benim nişanlım, tabii yan binada bi-rini sevmiştim, o da eşim oldu. Onu sevdim, evlendik ve çok güzel sevgi yaşadık ya biz öyle kafelere gidelim, oralara gidelim, sinemaya gidelim, nerede... Ne mümkün!..

Erkek her zaman bir adım önde gi-der, kadın bir adım arkada gider

Çok eskiden, evin kadını evin hanı-mıydı; erkek, evinin ekmeğini kaza-nır getirirdi. Erkek-kadın ilişkilerin-de desem erkeklerin sözü geçerdi, şimdi kadınlar... Yani erkeklerin tabii ki sözü geçerdi, bir saygınlık vardı, hani derler ya eskiden, erkek her zaman bir adım önde gider, ka-dın bir adım arkada gider. Yani bir saygınlık vardı. Eşine gideceğin yeri söylerdin, eşin gittiğin yeri bilirdi. Neden bilirdi biliyor musun? Herkes

birbirini tanırdı. Çıktığın yer aynı, alışveriş yaptığın yer aynı, yani bü-yük gibi görünen yer aslında küçük ama şimdi o kadar çok insan doldu ki esnafı değişti, o değişti bu değişti, insanlar birbirini tanımıyor, insanlar birbirinin kim olduğunu bilmiyor. Babam asla anahtar kullanmazdı, annem kapıyı açardı. Annem baba-mın geliş saatinde komşuya gitmez-di. Eşime kapıyı ben açardım çünkü kadın evde erkeği beklerdi.

Saygılı giyim vardı

Giyim desen, giyim saygı çerçevesi içindeydi. Böyle kotlar motlar, blue jeanler nerede o zaman. Herkes, de-diğim gibi, ben bile yani o yaşımı ha-tırlarım, ayakkabımla çantam aynı olacak, mümkün değil çıkaramaz-sın; ayıplarlardı insanlar birbirini. Aaa bak çantası, ayakkabısı... Yani saygılı giyim vardı. İnsanlar kendine saygı duyardı başta, giyineceğim, çı-kacağım saçım-başım her şeyim dört dörtlük olacak ki öyle dışarı çıkar-dık. Hatta bana derlerdi “sen bakka-la giderken bile, yani kaşın gözün ye-rinde gidersin.” Ya o kendime olan

saygımdan, o benim kendime olan saygım. Şimdi nerede?.. Takıyorlar altlarına bir şey, bir penyeydi, oydu buydu çıkıyorlar. He çıkıyordular derken onu ben de yapmaya başla-dım, rahatlık olarak görüyorum. E zaten insanlar öyle, ben şimdi öyle eski devirdeki gibi giyinsem ayakka-bım, çantam... Biz çok güzel giyini-yorduk ya, eteğimizi, her şeyi uyum içinde giyiyorduk. Ben öyle giyinsem, buradaki insanlar garipser bu kadın nereye gidiyor der. Vallahi der. Der. E ben de zamana uydum, ben de ta-mam kotumu giyiyorum, sırasında ben eşoftmanımla gidip geliyorum ama eskiden Allah korusun onu pija-ma yerine koyarlardı gidemezdin ki.

Bahçede gece mantılar açılırdı sa-hurda

Yeşil alan kalmadı. Yeşil alanımız yok. Nefes alamıyoruz. Eski Üskü-darlılar nerede biliyor musun? Gü-neyde, göç ediyor. Yaz gelsin, işte bir ay sonra hatta gidecektim git-medim. Marmaris’e gideceğim. Ne yapacağım ki ben burada? Gidece-ğim oraya. Ne yapacağım. Yeşille, sen doğayla iç içesin. Eskiden yeşil-lik vardı, bilmem ne vardı. Bahçeler vardı, insanlar bahçelerde otururdu. E hatırlarım, Zeynep Kamil’deki evi-mizde, bahçede gece mantılar açılırdı sahurda. Şeyde, ramazanda. Böyle koca tepsi... Ta evden bahçenin dibi-ne kadar çardağa gidilirdi. Komşular bile çıkar gelirdi yani. Sahur beraber yapılırdı. Ne kadar güzeldi. Şimdi bir ekmeğin eksik olsa, gidip de bir kapı çalıp birinden isteyemezsin. Müm-kün değil ya, utanırım ben.

Biz de uyduk birazcık, yalan mı?

Geçenlerde yengem dedi ki bana “Üsküdara gidelim, çay içelim.” İnan gitmem çocuklar. Üsküdar’a gitmem, cadde tarafına giderim. Bakmayın ben elli dört yaşındayım ama giderim. Gittim, anam inanır mısınız, yemin ediyorum arkadaşlar, elimdeki çantamı böyle tuttum ha. Ya eşkıya tipli insanlar, değişik deği-şik insanlar, bizim zamanımızda öyle şeyler yoktu ki biz kısacık eteğimizi giyerdik başını çevirip bakan yoktu. Annemi hatırlarım çocukluğumda. İstanbul’un kaliteli, nezih hali... An-nem şöyle eldivenini takmadan çık-mazdı. Eldiveni, çantası, ayakkabısı hepsi bir bütün olacak, bir kibar. O da insana saygıydı. Hani ben size nasıl kabul edeceğim dedim, kusura bakmayın dedim kıyafetimden do-layı, çünkü biz böyle görmedik ki... Bizde bir misafir geleceği zaman ve-yahut da bir insanla karşılaşacağımız zaman ilk intiba, görünüş çok önem-lidir, çok çok önemlidir ama şimdi öyle yok ki paldır küldür her şey... Biz de uyduk yani açıkçası... Biz de uyduk birazcık, yalan mı? Öyle.

nilgün Zühre BAYRAKTAR / Ev hanımı

Oğuzhan Dursun (22)Çağla Mert (16)Berna Mert (15)

Röportaj “Dostluklar, komşuluklar çok güzel ama eskilerde, eski insanlarda...”

Üsküdar’ın eski görünümü

Beylerbeyi Sarayı

Üsküdar

8

9

Üsküdar

Üsküdar

0110

Türkan Bal 1978 yılında 22 yaşın-dayken doğup büyüdüğü Ankara’dan Hamamcılar ailesine gelin olarak ge-lir. O tarihten itibaren Beylerbeyi’nde yaşıyor olmak onun için önemli bir dönüm noktası olur. Memurluğu bı-rakan Türkan Hanım, kendisi için yabancı olan bu hamamcılık mesleği-ne o kadar çok bağlanır ki hala eşinin kardeşleriyle beraber Tarihi Beylerbe-yi Hamamı’nı eskiden kopmadan tüm orijinalliğini muhafaza ederek işlet-mektedir.

Hani şu köprüden geçiyorum ya, “oh be” diyorum

Üsküdar Beylerbeyi, komple böyle düşünürsem, yani 30 seneye yakın

seneye yakındır buradayım. O zaman bana daha çok hoş gelmişti. Şimdi de-ğişti, böyle kalabalıklaştı, o orijinalli-ğini kaybetti. Mesela ben ilk geldiğim zaman, bu aşağıda deniz kenarında böyle balıkçılar falan vardı, balık ku-ruturlardı, asarlardı; tekneler falan vardı. Yollar Arnavut kaldırımıydı, şimdiki kadar yoktu. Arada sırada bir dolmuş otobüs geçerdi. Benim çok ho-şuma gitmişti. O zamanlar işte devlet memuruydum, emekli sandığında çalı-şıyordum. Bir anda, hani işten ayrılıp da buraya girdim. Hamamcılık bana çok yabancı olan bir olaydı önceleri, ben burada nasıl yaşarım diye düşü-nüyorsun. Ama şimdi de buradan ay-rılırsam nasıl yaşarım diye düşünüyo-rum. Ya çok nezih bir yer Beylerbeyi. İstanbul’un neresine gidersem gideyim burası kadar beni mutlu eden başka bir yer yok. Yani bir yere giderim, kar-şıya giderim veyahut da işte İstanbul dışına çıkarım falan, dönerken bir an önce hani şu köprüden geçiyorum ya “oh be” diyorum, böyle sanki yayla havası. Gerçekten baktığımda Anado-lu yakası, bu Üsküdar’dan tut Şile’ye Beykoz’a kadar olan yerler bana yay-layı hatırlatır. Böyle temiz bir havası var yani; İstanbul’un en kirli hava za-manında bile bu tarafın havası çok gü-zeldi. Beni etkileyen şeyler işte en çok bunlardı.

Bir tarafta denize giriliyor plaj var, bir tarafta mısırlar kaynatılıyor

Beylerbeyi’nde üç tane açık hava sine-ması vardı. Filmler gelir, biz o açık si-nemasına giderdik. Sahilde otururduk. Mesela şurada işte şimdi şey oldu, Tahir’in Bahçesi oldu, o zamanlar çok hoş bir gazinoydu, çakıl taşları vardı altta. O eski tahta sandalye-ler, masalar vardı. Gece saat 1’lere 2’lere kadar tüm Beylerbeyililer orada otururduk, çayımızı içerdik. Acıkan oradan midye yerdi. Çok meşhurdu midyecisi, Zafer diye, yaşıyorsa hala Allah sağlık versin. Orada otururduk,

sinemalara giderdik, spor kulübü var Beylerbeyi’nin, orada toplanırdık. Hala da toplanırlar. Her sene gelenek-sel yapılan bir yüzme yarışması vardı boğazda. Bu yakadan karşı yakaya Beylerbeyili gençler yüzme yarışı ya-pardı falan; karşıya geçerlerdi, oradan bu tarafa. Eskiden gidilen yerlerde ilk sırada Doğanay vardı, şimdi değişti ismi. Ayrıca, bu Çubuklu’da bir res-toran, Hasır mıydı valla hala duruyor galiba, orası vardı. Ya o zamanlar çok şeyi yoktu. Benim geldiğim zamanlar gazinolar vardı, Maksim falan vardı, ayda bir kere eşimle giderdik, grubu-muz vardı. 15-20 kişilik, ailecek gö-rüştüğümüz, eşimin arkadaşları falan gazinoya giderdik. İşte hangi sanatçı Maksim’e geldiyse, o ayın yeni sanat-çısı kimse, ona yer ayırtılırdı, gidilirdi. Küçüksu’da o zamanlar mısırlar falan kaynatılırdı, hatta denize de girilirdi. 32 sene önce falan giriliyordu. Şimdi tabii girilmez ama o zaman çok ho-şuma gitmişti, çok enteresan gelmişti bana. Bir tarafta denize giriliyor plaj var, bir tarafta mısırlar kaynatılıyor.

Hamamımız yandı

Benim hamam yandı. Büyük bir afet-ti. Evet, çok büyük, camiyle birlik-te yandı. Ondan sonra, şu yanda bir yalı vardı, orası şimdi otel oldu. Yalı eskimişti, herhalde restorasyonunu yapamadılar veya imkan yoktu, sat-mak istediler mi orayı bilemiyorum. Orada yangın çıktı. O yangın hepimi-zi sardı. Sanırım 1983 veya 1983’tür, hatta televizyonda çıktı, gazetelerde yazdı. Hamam, cami, caminin kub-besi olduğu gibi yandı. Ondan sonra, birçok yerden askeri itfaiyeler falan geldi. Sabaha kadar zor söndürdüler, hatta ertesi gün öğlene kadar. Büyük bir yangındı, evet, yani benim hatır-ladığım. Tabii ki maddi manevi zarar verdi ama komşularımız sağ olsunlar çok büyük destek oldular. Bir hafta on gün boyunca evimize akın akın geçmiş olsuna geldiler.

Beylerbeyi’nin olmazsa olmazları…

Valla Beylerbeyi’nde olmazsa olmaz-lardan, balık olmazsa olmazdır, balık restoranları da öyle. Beylerbeyi’nin çok güzel bir ilkokula ihtiyacı var, çünkü o okul gerçekten hitap etmiyor, çok güzel bir lise yaptılar, evet çok güzel oldu ama aynı kalitede güzel bir ilkokula ihtiyacı var, yani ilköğretime ihtiyacı var Beylerbeyi’nin. İlkokul de-miyorum artık. Ondan sonra, çocuk-ların spor yapabileceği, rahatça oyna-yabileceği güzel bir mekâna ihtiyaçları var.

Beylerbeyi’nde farklı dinler…

Çengelköy’de kiliseler var, Kuzguncuk’ta kiliseler var. Biz bile gi-diyoruz onlara. Mesela şey, ne diyorlar onlara, çocuklar vaftiz oluyor mesela. Madamın torunu vaftiz olduğu zaman biz de gitmiştik. Cenazelerine de gidi-yoruz. E farklı, çok samimi görüştüğü-müz arkadaşlarımız var. Annesi Rum vefat etti. Kadın, kocası Türk ama kendisi Rum, dönmemiş. Ondan son-ra vefat etti. Onun ailesi kendi gele-neklerine göre defnetmek istedi. Oğlu, kızı işte kendi bildikleri gibi Fatiha du-alarını okudular. Kuzguncuk’ta defne-dildi, mesela oraya da gittik. Tabutun başında biz Fatiha’mızı okuduk, onlar ne okudular bilemiyorum. Yani birçok din var, tabii olmaz olur mu? Bizim, benim Alman arkadaşım var, çok sa-mimiyiz, 25 yıldır tanışıyoruz. Çok da güzel, enteresan bir şey. Arkadaşıma dedim ki “gel Emma bir kahve içelim” birlikte bir yerden geliyoruz, “a yok” dedi “saat 2’de mevlide yetişeceğim, yıkanmam lazım”. Ben de şimdi yı-kanmam lazım deyince abdest alacak zannettim. Dedim “sen Müslüman mı oldun? Ne zaman oldun?” “Yok” dedi “ama hani mevlide giderken ab-dest almıyor musunuz? Ben de” dedi “öyle yapacağım”. Bak, düşün Alman ne kadar saygılı ama o öyle düşündü ya, Allah katında o abdestini almıştır.

Ne kadar saygı gösteriyor içinde ya-şadığı topluma. Şimdi ben bu insanı niye ayırayım ki? Yani ne münasebet. E hep yabancı bütün yiyeceklerimiz falan, ithal yiyecekler var. Peynirini kim yapıyor biliyor muyuz? Alevi mi-dir, Kürt müdür, Türk müdür, Yahudi midir? Kimin yaptığını biliyor muyuz, bilmiyoruz değil mi? Alıp, yiyoruz. E bunu yiyorsan kardeşim, beni niye ayırıyorsun o zaman. Benim aklımda olmayan şeyi, benim aklıma niye so-kuyorsun? Amerikalısı var, Rum’u var, Ermeni’si var müşterilerim içinde de. Mesela bir Rum hanımı bana gelir, mesela bir şeyler alır gelir, ben de çayı koyarım, otururum, içeriz. Ben ona gi-derim. Yani böyle ilişkilerimiz tabii ki var ama hiç de aklıma gelmez, onların da aklına gelmiyor. Bizi, beni ilgilen-dirmiyor.

Yanıma masa koyardı inat ederdim bankta otururdum

Aşağıda bir tane kahvehane var. Çok eski, Beylerbeyi’nin en eski kahveha-nesidir orası. Tüm restoranlar çok pahalı şu an. Eskiden Beylerbeyi hal-kı olarak aşağıya iner, orada güzel bir çay içerdik. Veyahut da içmeyiz ama her gün ineriz, yani en azından bank-lar var oturacağımız. Orada otururuz, dinlenir deniz havasını alırız, çocukla-rımız oynar, evimize geliriz. Ama şim-di öyle bir lüksümüz yok bizim. Aşağı-ya indiğimiz zaman mutlaka bir yerde oturacaksın, ama şimdi oraya o para-yı, günlük 10-15 TL verebilen insan var, veremeyen var yani. Ben Allah’ın her günü orada 15 TL çay parası ver-mek zorunda değilim yani. 15 TL’yi aylığa vurduğum zaman belki benim mutfak masrafım çıkıyor. Belediyeden bir sıkıntımız var bu anlamda. Şimdi belediyeye ait olan, halka ait olan yer-lere de masalar konuldu, kapatıldı. Biz banklarda otururduk, inat ederdik. Gelirdi yanıma masa koyardı adam.

Abdullah Topaloğlu 1954 senesinde Kuzguncuk, Simitçi Tahir sokakta dünyaya gözlerini açmış. Ailesi sem-te 73 sene önce yerleşmiş. 56 senelik Kuzguncuklu olan Topaloğlu, eski-den bu yana semtte çok şey değişmiş olsa da Kuzguncuklu olmakla gurur duyuyor. Çocukluk ve gençlik yıl-larını Kuzguncuk’ta geçirmiş olan Abdullah Bey, bize dünden bugüne Kuzguncuk’u anlattı.

Ayakkabı dayandıramazdı anne-miz

19.10.1954 İstanbul doğumlu-yum. Kuzguncuk’ta doğdum. Kuzguncuk’ta yetiştim. Ailem Kuzguncuk’a, Aya Kapısı tabir et-tiğimiz Haliç’ten gelmişler. Çeş-me Meydanı’nda oturmuşlar, Beylerbeyi’nde oturmuşlar. En son buraya, 73 sene önce Kuzguncuk’a gelmişler. Ben Kuzguncuk Simitçi Tahir sokakta doğdum. Gözümü ilk orada açtım. Oturduğum mahalle-de, daha doğrusu sokakta beş Türk haneydik biz. Karşımız madam Dora, madam Sara, madam Perla; yani Yahudilerle, Rumlarla hep bir arada olan bir mahallede, sokakta gözümü açtım. Onlarla Müslüman veya gayrimüslim ayrımı olmadan oynadık, büyüdük, yetiştik, birlikte okula gittik. Benim doğduğum ev de üç katlı eski bir Rum evidir. İçinde kuyular vardı, güzel, altta hamam-ları vardı. Yani, o evler şimdi tabii ya bozuldu ya yıkıldı ya da el değiş-tirdi. Kalmadı artık, pek nadir var... Benim akranım ve benim gibi çocuk-larla burada, mahalle aralarında top oynardık. Ayakkabı dayandıramaz-dı annemiz. Giderdik annemizden habersiz tabii, “Nesim Amca bana ayakkabı vereceksin”. O zamanlar da raf ayakkabı vardı. Bizde mar-ka falan yoktu. Bir onun beden tipi vardı, bir de top tipi vardı raf ayakkabılarının. “Annenin haberi var mı?” derdi. İki buçuk lira mıydı öyle bir şeydi. “Var Nesim Amca” derdik. Ayağıma verirdi ayakkabıyı giyerdim, çeker, koşa koşa giderdim top oynamaya. Benim tüm arka-daşlarım da oradan o ayakkabıları

temin ederdi. Annemiz taksit taksit öderdi. Gayrimüslim Nesim Amca, Allah rahmet eylesin. Onun ayakka-bılarıyla büyüdük.

Hala eskiyi yaşatmak için çaba gös-terirler

Kuzguncuk birçok dinin bulunduğu bir yer. Şimdi, yani gayrimüslim ta-bir ettiğimiz Rum’u, Yahudi’si, Er-meni’sinin çoğu Kuzguncuk’tan göç etmiş vaziyette, fakat eskiden daha fazla onların bulunduğu bir yerdi. Biz Türk olarak burada azınlıktık, azdık. Rum kilisesi, Yahudi sina-gogu çok var. Yani, bu belli ediyor zaten gayrimüslimlerin burada daha fazla ikamet ettiklerini, daha faz-la yerleşim alanı olduklarını. Hiç birbirimize kırılmadık, birbirimizi hiç incitmedik. Onlar bizim Müs-lümanların ramazanlarına hürmet ederler, biz de onların Hamursuz bayramlarına hep hürmet ederdik. Birbirimize karşı hep saygılıydık. Buradan İstanbul’a gidip vapura bi-nen kimseler, herkes birbirini tanır, oradan yani herkes birbirini ismiyle lakabıyla hatırlardı. Şunu da ilave edeyim, 1955 senesinde gayrimüs-limlere karşı biliyorsunuz 6-7 Eylül hadisesi olmuştur. İstanbul’un her tarafında gayrimüslimlerin mallarını talan etmişlerdir, evlerini basmışlar-dır, dükkanlarını yağmalamışlardır. Fakat Kuzguncuk’ta o kadar çok gayrimüslim olduğu halde hiçbir olay, hiçbir kargaşa, hiçbir yağma-lama, hiçbir şey olmamıştır. Burada camiyle beraber Ermeni kilisesi var aynı avluda, aynı bahçe içinde, du-var duvara. Ramazanda aşağıdaki sinagog her zaman Müslümanları

yemeğe davet eder, iftara davet eder, böyle bir şey vardır, hala eskiyi ya-şatmak için çaba gösterirler.

Her taraf teneke yığını oldu

Eskiden burada yazlık sinema var-dı iki tane. Her yerde olmayan bir şey. Yukarıda Altıner Sineması, aşağıda da Nur Sineması... Bütün o zamanki gençliğin, o zamanki Kuz-guncuk halkının en büyük eğlencesi bu yazlık sinemalardı. Yani, bu yaz-lık sinema her semtte o zaman çok yoktu. Bizim Kuzguncuk’umuzda iki tane yazlık sinemamız vardı. İşte, sinemalarda oturmalar, arkadaşlık falan... Pastanelerde oturmalar, be-raber denize girmeler... Üç tane bos-tan vardı burada eskiden. Herkes sabahları erkenden bostana gider, bostandan sebzesini alırdı. Öyle çok güzeldi çocukluğumda, taze taze... Yani istediğiniz kiloya kadar fa-sulye alabilirdiniz, fasulyeyi toplar getirir, domatesi toplar getirirdi-niz. İşte, öteki türlü mahalle bak-kalları fırınlar, hep aynı. Yukarıda bizim Dereboyu tabir ettiğimiz bir yer vardı, şöyle, o Dereboyu’ndan İcadiye’ye çıkan yol yoktu. Kil top-raktı bizim çocukluğumuzda, şimdi sağlık ocağının olduğu yer. Yani, İcadiye’ye bir yol yoktu buradan. Sonradan yapıldı o yol. Onun üst tarafında, bir gecekondulaşma oldu. Biz oraya Sivas mahallesi deriz, es-kiden çocukluğumuzda gecekondu olduğu için. Tabii, Sivaslılar olduğu için bir de. Ama pek gecekonduya müsait bir alanı olmadığı için onla kaldı, o kadar. Ne bir Beylerbeyi’nin üstü, ne bir Çengelköy’ün üstü gibi Kuzguncuk’un arazisi. Bu cadde

benim çocukluğumda Arnavut kal-dırımıydı. Burada bir tane araba yoktu. Sokakların hiçbir tanesinde yoktu. Burada daha eskiden benim babamın anlattığına göre Üsküdar’a faytonlar gidermiş. Faytonla ulaşım olurmuş. Bir de iskelesi vardır, is-keleden vapurla, eski kömürlü va-purlarla ulaşım varmış. Sonradan arabalar çoğaldı. En zenginin bile Kuzguncuk’ta arabası yoktu. Ara-baya kimse rağbet etmiyordu. Şimdi arabaya bir rağbet var görüyorsu-nuz, her taraf teneke yığını oldu.

Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir

Burada herkes kendine “ben Kuz-guncukluyum” der ama ben onun Kuzguncuklu olup olmadığını bili-rim. Derim ki “Sen Amigo’yu tanır mısın?” “Duduka’yı tanır mısın?” Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan benim için Kuzguncuklu değil-dir. Çünkü 50 sene önce olan bir şeydir bu. Benim çocukluğumda, Dereboyu’nda Amigo vardı, bir de Duduka vardı. Biz bunların peşleri-ne giderdik, ikisi de biraz meczuptu, yani akıl sağlıkları yerinde değildi. Biz çocuktuk, bir şeyler verirdik on-lara, satardık, para verirdi, ne bulur-sa toplardı Amigo. Duduka da öyle meczup bir kadındı. Amigo, insan-ların sırtlarındaki ellerindeki şeyleri taşırdı para karşılığı. Biz bunlarla böyle takılırdık. Peşlerinden gider-dik. İşte, biraz önce de söyledim ya, 20 sene olmuş, 10 sene olmuş, ben Kuzguncukluyum diyenler var. Ben bunu kabul etmiyorum. Ben diyo-rum ki: Amigo’yu, Duduka’yı tanı-mayan Kuzguncuklu değildir.

Ayşegül Abut (24)Göksun Rüya Işık (15)Sertan Deniz Saygılı (15)Büşra Şensoy (17)Umut Yiğit Özdoğan (16)

Röportaj

Betül Okçu (20)Miraç Bekçi (16)Funda Gezer (14)Emre Akpınar (16)İrem Dağcı (14)

Röportaj

Türkan BAL / Hamamcı

Abdullah TOpALOğLU / Şoför

“Burası kadar beni mutlu eden başka bir yer yok”

“Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir”

01

Üsküdar

11

Saygı sevgi kalmayınca her şey bi-tiyor

Mahallede yardıma muhtaç insan ol-duğu zaman herkes yardıma koşar. Mesela okula gidemiyor işte, çocu-ğun önlüğü yoksa komşular birleşip onurunu kırmadan alırlardı, bir de onur kırmamak da çok önemli yar-dım yaparken, yani sağ elin verirse sol elin görmeyecek gibi düşünülürdü eskiden. Ama şimdi insanlar dinini, namazını, abdestini, yardımını yani her şeyini sanki gösterişmiş gibi ya-par duruma geldiler. Aslında yaptığı-mız her şeyi Allah’ın bilmesi önemli yani, değil mi? Bizimle Allah arasın-da olması lazım. Şimdi gösteriş ola-rak yapılıyor, bilmiyorum ne derece sevap oluyor. Eskiden bildirmeden, hediye kabulünde onur kırmadan yardımlar o türlü yapılırdı. Bir cena-ze olduğunda komşular yemek taşır-dı. Başsağlığına gitmek için üç gün geçirilmezdi. Çok zaman geçirmeden gidilirdi, acıyı sürekli tazelememek için. Evlenecek birisi olduğunda her-kes bir ucundan tutar yardım ederdi. Taşınan biri olduğunda herkes yar-dım ederdi. Birlik vardı, sevgi vardı. Seversen her şeyi severek yapıyorsun. Onlar kalmadı artık. Saygı, sevgi kal-mayınca her şey bitiyor. Kredi kartı falan yoktu. Herkes bütçesine göre yaşardı. Herkes yorganına göre ayak uzatırdı. Yamardı giyerdi ama temiz-di insanlar. Çoraplar yamanırdı, ya-mamak ayıp değildi. Sökükler diki-lirdi. Şimdi her şeyi atıyoruz, atmak diye bir şey yoktu. Her yer Allah’ın

yeri, kiliseye gidip biz de bir dua okuyabiliyoruz, çünkü yalvarmamız Allah’a oluyor, yani mekanın önemi yok, orası da bir ibadethane. Onlar da peygamberlere yalvarıyor. Cena-zeleri olurdu giderdik. İnsanlar hep birbirine karşı saygılı ama din ayrımı yoktu. Eskiden beri salon falan pek tutulmazdı, nişan sünnet gibi şeyler evlerde yaşanırdı ve tabii bu gece on ikiden sonraya da sarkabilirdi, işte masa ihtiyacı mı var, tabak ihtiyacı mı var, karşılıklı karşılardık ve on ikiden sonra uzayacaktır diye özür dilerdik birbirimizden. Şimdi tepe-mizdeki insan sizi saymadan gürültü yapabiliyor. Saygı ve sevgi olmaması çok kötü.

Kiliseyle cami yan yanadır

Capitol’ün orada oturdum evlen-dikten sonra, bir de Kuzguncuk’ta. O kadar güzel ki, mesela kiliseyle

cami yan yanadır. Yani herkes gider rahatlıkla; kiliseye giden kiliseye, ca-miye giden camiye. İbadetini yapar, kimse kimseye karışmaz ve çıktık-larında birbirleriyle selamlaşırlardı. O kadar güzeldi yani, hala da yan yanadır. Şimdi Sünni bir ayrım var, ama o zaman öyle bir ayrım yoktu, yani birinin adını anarken başına bir sıfat olarak işte Ermeni Ahmet, Mu-sevi Mehmet, Alevi Hüseyin… öyle bir şey yoktu ki; yani işte o Ahmet’ti öbürü Artin’di, öbürü bilmem kimdi; çok eski değil yani, son birkaç yıldır. Ama neden sonra bu kadar ayrım oldu, insanlar düşman oldu! Üç di-nin mensupları orada kardeş kardeş yaşıyorlar, yani birbirlerini tehdit unsuru olarak görmüyorlar.

Kalabalık olunca düzen değişti

Kanlıca’da sinemalar vardı, topluca giderdik. Kanlıca dediğimiz köşkle-rin olduğu yerdi. Her isteyen sine-maya gidiyordu. Kadın matineleri oluyordu, Zeki Müren’e giderdik kız arkadaşlarla. Kavga falan çık-mazdı. Toplu olarak hareket etmek semte bağlı. Hemşerilikle alakalı. Fıstıkağacı’nda farklı insanlar yoktu. Göçle oluşmuş bir semt değildi. Bu konuşmayı Ümraniye’de yapsaydık daha farklı şeyler anlatılırdı. Kadın-lar hamamı vardı Bostancı’da, sade-ce hanımlar orada yüzerdik. Salacak plajı vardı. Artık yok orası, yollar yapıldı, değişiklik yapıldı, evler ya-pıldı ve trafiğin yönü değiştirildi. Kalabalık olunca düzen değişti. Ço-cukluğumda cenazeler beni çok etki-lemişti; Fevzi Çakmak’ın cenazesine gitmiştik, tüm çocukları Gülhane parkına götürmüşlerdi. Açık araba-larla selamlamışlardı herkesi. Ço-cukluğuma ait güzel bir anıdır o da. Karlı kış günlerinde anneler, gençler,

erkekler toplanır Vefa’ya boza içme-ye giderdik. Kayarak, düşerek boza içmeye giderdik. Leblebi atardık. Sobalarda mısır kestane pişirirdik. Soğuk havalarda “booozaa” diye bağırılması çok hoşumuza giderdi. Yoğurtçular geçerdi, herkes bir iki kilo istediği kadar alırdı. Sütleri kay-natırdık, mikroplar ölsün diye. Tam taşacakken üflerdik, mikrop iyice kırılsın diye. Sokaklarda hava gazı lambaları vardı. Teker teker yakılırdı hepsi. Her yer bomboştu ve her şey doğaldı. Eskiden yüksek binalar yok-tu, mevsimleri mevsiminde yaşardık. Şimdi bu binalar havayı da etkiliyor. Mevsimleri mevsiminde yaşayamıyo-ruz. Her şeyi mevsiminde yerdik. Kı-şın domates olmazdı. Şimdi her şey hormonlu.

Artık her şey maddi ama insanlar mutlu değil

Yardımlaşma çok daha fazlaydı. Herkes kendi olanaklarıyla evde ya-

pabildiğini yapardı. Lüks tüketim bu kadar fazla değildi. İnce çoraplar he-men atılmazdı, çekilirdi. Bir zaman öyle giyilirdi. Saçımızı evde sarardık. Elbise diken evinde kendi dikerdi. Şimdi gençler evlendiklerinde her şeyleri tamam oluyor. Biz evlendik-ten altı sene sonra buzdolabı almış-tık. O zaman telefon yoktu. Eşim sabahtan “bugün evde dur, dolap ge-lecek” dediğinde yaşadığım mutlulu-ğu anlatamam. Gazozlar yumurtalar alıp yerleştirmek için hazırlamıştım. Çok mutlu olmuştum. Yemekler günlük yapılırdı, tel dolaplarda sak-lanırdı. Geceleri yemeğimiz soğukta dursun diye balkona çıkarırdık. Kar-puzlar kuyulara sarkıtılırdı. Evlerde sarnıçlar vardı. Eskiden karlık denen ortası oyuk büyük yassı bir dama-cana şeklinde şeyler vardı. Ortası-na kiloyla aldığımız buzu koyardık. Öylelikle soğuk su içerdik. Çocuk-luğumda annem kömür ütüsüyle ütü yapardı. Mangalın külü içine konur-du. Ütü yaparken açılır çamaşırlara dökülürdü. Tekrar yıkanırdı. Şartlar çok zordu. Çamaşırlar kolalanırdı. Annem bana “sen de öğren” derdi. Çamaşır makinesi, televizyon yok-tu. Ama çok mutluydu insanlar. Aksaray’da otururken üç tarafımız bostandı. Çok sağlıklı şeyler yiye-rek büyüdük. Meyveler, sebzeler... Hava kirli değildi. Hormon yoktu. Tavuklar gezinerek yumurta yapar-lardı. Sağlıklı büyüdük, sevginin say-gının olduğu bir ortamda. Artık her şey maddi ama insanlar mutlu değil. Mutluluğu insanların kendi içinde yaşaması güzel. Mutluluk kalmadı. Mutlu değil insanlar, çok zengin ama intihar ediyor, çıkış yolu bulamıyor. Her şey var mutluluk yok. 10 tane dolap var belki ama içinden bir şey alıp pişirmek zor geliyor insanlara.

Hatice Akpınar (25)Didem Köse (16) Başak Arslan (16)

Röportaj

Sevgi ERGENÇ / Ev hanımı

“Yemekler günlük yapılır tel dolaplarda saklanırdı”

Sarkis Kavak, Erzincan’ın Ilıç ilçesi-nin Altıntaş köyünde iki çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1944 yılında dünyaya gelir. Sekiz yaşın-da babasını kaybetmesi ile birlikte Anadolu’nun çetin yaşam koşulları içerisinde aile geçimini abisi ile üst-lenmek durumunda kalırlar. On altı yaşına kadar Erzincan’da yaşamaya devam ettikten sonra 1960 yılında bir zanaat öğrenip aileye daha fazla kat-kı sunmak için İstanbul’a, Üsküdar’a yarleşir. Uzun yıllar işçi olarak çalış-tıktan sonra kendi fabrikasını açar ve kısa zamanda büyür. Ancak hayat hep bu kadar kolay değildir, yaşadığı bazı üzücü olaylar, abisinin hanımı-nın talihsiz bir hastalığa yakalanması ve bu duruma daha fazla dayanama-ması, neticesinde fabrikasını kapat-mak zorunda kalır. Bu süre içerisinde çeşitli emlak işleriyle ilgilenmeye baş-lar. Sarkis amcanın bir kızı var ve bu kızından da bir torunu. Sarkis amca klarnet çalmayı çok seviyor ancak şu anda bir rahatsızlıktan dolayı klarne-tinden ayrı kalmak zorunda kalmış. Ve son olarak Sarkis amca tam bir İstanbul aşığı, 50 yıldır İstanbul’a ba-kışını şu şiirle özetliyor adeta:Bakıyorum Çamlıca’nın tepesinden İstanbul’aAkıyor boğazın suları dökülüyor Marmara’yaÇok cömertsin, ev sahipliği yapmışsın nice imparatorluklaraTarihe mâl olmuşsun yalılar ve mü-zelerinle.

İstanbul’un güzel Bağlarbaşı…

Arkadaşlarımız vardı... İcadiye’de oturuyordular. Özdemir vardı, Nev-zat vardı. Ve şu yol, affedersiniz, sa-kalar su satarlardı o zaman damaca-nalarla. Tomruk diye bir yer vardı: bizim İzzetpaşa Köşkü, Çamlıca’nın orada ve buradan yaya gitmek için otlar bu boy, böyle... Bu yolu ge-çemezdiniz. Bu gümüş yolunu im-kansız öbür tarafa geçemezdiniz. Çünkü benim buradaki arkadaşla-rım İstanbul çocuğu olduğu için çok korkuyorlardı. Yılanlar vardı. Yon-caların üzerinden böyle böyle gidi-yordu. Beni zoraki sokuştururlar, o böğürtlenlerin içerisine giderdim. E bir Anadolu çocuğu hani, 16 yaşın-da gelmişiz buraya giderdim, orada erikler vardı, sahipsiz erikler. O erik-leri böyle koynumuza doldururduk, gelirdik. Kapanırdılar üstümüze. O erikler... “oğlum buraya getirdim, işte hep beraber yiyeceğiz falan...” Böyle, o kadar güzel, tatlı... Üskü-dar veya Bağlarbaşı gerçekten çok değerli yerlerdi. Üsküdar’da Hacı Baba diye bir yer vardı. Türkiye’ye ilk defa langırt gelen yerdi. Gider-dik orada langırt oynardık çocuk-ken. Şemsi Paşa’sı vardı, efendim şeyi vardı, Balaban’ı vardı, Salacak’ı vardı, Kız Kulesi vardı. Ve hemen yanı da bayanlar ve erkekler, sözde ayrı gibi, böyle ortaya bir borular koymuşlar. İşte, bayanların bir ta-rafta plajları vardı, erkeklerin bir tarafta... Kavga, gürültü diye hiç-bir şey yoktu. İç içe yaşardık, ayrı gayrı diye bir şey bilmezdik. O va-purlarla gittiğimizde birinci mevki, ikinci mevki vardı. Tramvay vardı. Tramvay Üsküdar’dan kalkıyor-du Kısıklı’ya, Kısıklı’dan buradan geliyordu, Kadıköy’e. İnsanlar da ne kadar inançlı, ne kadar güveni-

lir... Dürüstlük, düzgünlük varmış. Biz çocuktuk, gençtik. Hani talebe süksesi vererek, halbuki biz işçiyiz, çalışıyoruz. Efendim, İstanbul’un güzel Bağlarbaşı’nda Topak Pasaj dediğimiz yer. Futbol sahası, orada çok güzel maçlar olurdu, Göztepe maçları gibi. İşte Taksim maçı var-dı. Taksim Kulübü vardı. Bağlarbaşı Kulübü vardı güzel. Rahmetli bizim Şeref enişte vardı. O antrenörlülüğü-nü yapardı.

Bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır

Bir Sunar Sineması vardı, bir de Bi-zim Sinema diye bir sinema vardı. Gerçekten biz, o sinemalara gitti-ğimizde o kadar zevk alırdık ki, o kadar keyif alırdık ki… Hiç kimse kimseyi incitmez, sessiz şaka, şen-lik, muhabbet. O kadar güzeldi ki... Şimdi belediyenin yapmış olduğu

bir bina var: orası eskiden bir açık pazardı, bit pazarı diye tabir ederler-di, gariban ve orta halli aileler gider tüm ev eşyalarını oradan temin eder-lerdi. E Üsküdar’ın Çiftlik diye çok güzel bir sineması vardı, Çiftlik. Ve burada çok güzel bir Neşe Gazino-su vardı ve karşıda bir çay bahçesi vardı. Yüz küsur yıllık ağacı kestiler, şimdi parti binasının yerini yaptılar. Bakın Allah’ın işine bakın, ben onla onu kıyaslamam ama o yüz küsur yıllık çam ağacı kesilip oraya dikilen binanın sahibi vuruldu, daha bina bitmeden. Şimdi bizim bir de yukarı-da Millet Bahçesi vardır: Tayyip be-yin evine yakın bir yerdir, bu millet bahçesine giderdik. Çok güzel piknik yapardık. Aynı zamanda bizim bu Bağlarbaşı subay lojmanlarının yeri bütün ağaçlıktı, ve bütün Avrupa ya-kasından bu Asya yakasına pikniğe gelirlerdi. Ve akşama kadar orada yer içer ne yapar yaparlar, fakat git-tikleri zaman yerde bir çöp dahi bul-mazdın. Böyle bir temizlik... Yukarı Altunizade’ye şu yoldan öbür tarafa geçtiğiniz zaman, üç-dört tane böyle eski tarihi ahşap bina vardı. Bir tane beton yoktu, ve burası da 50 yıl önce ahşap binaydı, Toros bey isminde biri otururdu. Burada yangın olduğu için çok iyi biliyordum, çünkü kar-şıda oturuyordum bir ahşap bina-da. Rahmetli teyzemin kızı vardı, e onunla, onun yanında barındım bir-kaç yıl. Ondan sonra rahmetli anne-mi getirdim, İcadiye’de oturduk, yani buralardan ayrılmadık. Üsküdar’ı ne kadar tarif etmeye kalksam eksik yerleri olmakla birlikte Üsküdar çok güzel bir yerdi. Yani bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır.

Gülmesini unuttuk

Eskiden gramofonlar vardı, böyle af-

federsin sahibinin sesi gramofonlar vardı, o kulpla çevirirdik, onu götü-rür üstüne koyardık, Hamiyet Yüce-ses, Şerif İşli, Necati Tokyar, “bak-mıyor çeşmi siyah” dediği zaman, affedersin Sarayburnu’ndan dinler-dim burada çaldığı zaman. Böyleydi İstanbul yani. O eski güzellikleri ben çok arıyorum, şimdi arkadaşlarımız-la bir yere giderdik, bir sinemaya, dünyanın en mutlu insanları olurduk biz. Az paramız vardı çok mutluy-duk, gülmesini biliyorduk, kardeşim ne kadar çok paran, ne kadar bil-mem neyin var... Gülmesini unuttuk. Kötü niyet olamamakla birlikte hep kızları kendi kanatlarımızın altında muhafaza etmeye çalışırdık. Bakar mısın bu güzelliğe, inanır mısın en ufak bir kötü düşünce yok. Çünkü niye... Felsefe şuydu: “mahallendeki kızları kendi muhafazana almayıp da ona kötü gözlen bakarsan o de-likanlı benim için sıfırdır” ve biz o şekil devam ettik. Hayatımızda ha arkadaşın oldu mu, e olur, tabii ki olur. Yani o komşu kızlarının hari-cinde arkadaşın yok muydu, vardı. Arkadaşımız vardı, giderdik sinema-ya ama o kızın anası babası onu bize emanet etmişti. Bakar mısın gene zihniyete... Hafta içi pek komşuluk şeyi olmazdı, Avrupa gibiydi. Daha çok cumartesi günleri olur, pazar günleri öbürsü gün robot gibi kalk-tığından buradan Kuzguncuk’a iner-din. Orada küçük bir vapur gelirdi Beykoz’dan, toplardı Kasımpaşa’ya giderdi. Dolapdere’ye kadar yürür-dük oradan, fabrikaya giderdik. Komşuluk münasebetlerimiz çok çok güzeldi. Düğünler çok çok gü-zel olurdu, çok güzel düzgünlükler vardı. Şu Neşe gazinosundan millet çıkardı... herkeste güzel bir sevinç vardı, adeta yüzlerinden sevinç oku-nurdu.

Yakup Öztürk (19)Avedis Talaslıoğlu (15) Arda Ceheryan (15)Karolin Ablay (16)Nadin Abanolyan (15)

Röportaj

Sarkis KAVAK / Emekli

“Bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır”

Üsküdar

0112

Cevdet Amca 60 yıldır Üsküdar sa-kini, genç yaştan itibaren berberlik yaptığı ve gerçek bir Üsküdarlı oldu-ğu için bize anlatacak çok güzel anı-ları vardı ve bunları bizlerle paylaştı. Cevdet Amca genç yaşta ailevi ve maddi sebepler yüzünden iş hayatına atılmak zorunda kalmış bir amcamız. En çok dert yandığı şey ise maalesef Üsküdar’ın geçmişteki ilerlemişliğini sürdürememesi ve uzun yıllardır ye-rinde saymasından dolayı duyduğu rahatsızlık. Bize yangın arazisinin niye yangın arazisi olduğunu, ne-redeyse kimsenin bilmediği sıradan bir numara zannettiği 12 numaranın Kadıköy için önemini, Ermenileri, Rumları dışlayamayacağını, bunun sebebini ve kendi yaşanmışlıklarını Üsküdar ilçesiyle harmanlayarak an-lattı

Bu ahenk bozuldu artık

Beş nesil Üsküdarlıyım. Dedem, ba-bam, ben, oğlum ve torunum. Do-ğum tarihim ise 1950. valla çocukken çocukluğumuzu biz zaten yaşama-dık. İlk mektebi bitirdik. Bu berber-lik mesleğine atıldık çünkü o zaman okuyamadık, neden okuyamadık, sağlık durumları müsait olmadığı için paramız yetmiyordu annemi-zin babamızın. Dolayısıyla mesleğe atıldık işte bu mesleği öğrendik onu yaptık. Eğlencemizde işte herkesin olduğu gibi çocukluk arkadaşlarımız

vardır ki hala devam ediyor; haftada bir, ayda bir buluşuruz, tabii aramız-dan göç edenler oldu, Allah rahmet eylesin. Çocukluğumda işte otur-duğum evin önü bostandı, uçurtma uçururduk misket oynardık, tabii şimdi inşaat alanından bırak uçurtma uçurmayı, misketi yere koyacak yer yok. O zaman top oynardık ama top denilen şey yoktu, vardı da biz oy-nayamazdık, kâğıttan top yapardık ipe bağlayıp onunla tatmin olurduk böyle. Üsküdar’da çocukluğumuzda şimdiki sahil yolu Harem iskelesinin orada Atatürk’ün büstünün olduğu yerde bayram yeri vardı. Lunapark vardı orada, eğlenilirdi. Tatil ve Pa-zar günleri efendim bir Salacak pla-jımız vardı, oraya giderdik yazın. Kı-şınsa dediğim gibi işte eğlence yerleri lunapark vardı, Şemsipaşa Lunapar-kı. Normal olarak bazen sinemaya giderdik, sinemalarımız vardı, kapalı sinemalarımız, sonra onlar yazlık oldular. Öyle bir eğlencemiz vardı, tabii günden güne bu ahenk bozuldu artık, siz buna göç deyin ne derseniz deyin. Sonra Üsküdarlının sevdiği sembol bir bey vardı. Genelkurmay başkan yardımcılığına kadar gelmişti bu bey, emekli oldu bundan iki sene evvel falan öldü Hüsamettin Seven-gül diye bir paşamız vardı ki bütün Üsküdar hangi Üsküdarlı’ya sorsanız tanımamasına imkân yoktur. Ben onu örnek almışımdır, dürüstlüğüy-le, her şeyiyle.

Kadıköy otobüslerinde neden 12 ya-zar bilir misiniz?

Herkes ekmek derdine düşmüş aç-lıktan, yani bilmem ama o zamanlar mesela babamız derdi ki ‘sakın bir daha top oynamaya gitme, çalışa-caksın eve ekmek getireceksin.’ Ama şimdi de bilhassa oğlum kızım oku-masın da spora versinler, değil mi? Neden? onda para var ama bir şey unutuldu, o zamanki ahlakla şimdiki ahlak yok. Hangi camia olursa olsun, öyleydi. Şimdi bizim bahçe içinde bir evimiz vardı babadan kalma, ben hiç bilmem zelzelede kaçtığımı, deprem-de. Neden, bugün diyorlar ya deprem adam öldürmez bina öldürür, ondan işte. Yani bizim evimiz bahçe için-de müştemilat, tahta binaydı. Tahta binada ne olursa olsun çiviler böyle çıkar yine aynı yerine gelir. Çok çok o tahta kalas düşer kafana. O öldür-mez, onun için yani. O binalar o ev-ler yok, eskiden siz tabii bilmezsiniz, apartman çocuğu derlerdi. Çok az bina vardı sonradan döndü işte, az parası olana milyoner dediler. Bizde televizyon yoktu, neden yok ki tele-vizyon, bir radyomuz vardı evde. Al-

lah rahmet eylesin babam yumrukla çalıştırıyordu. Yani nereden nereye geldik. Niyazi Bey lokanta var ya onun kapısı benim dükkânımdı... Vapur iskelesi tahta bina, şimdiki gibi değil şeyler. Vapur veya arabalı

vapurdan çıkanlar işinden herhangi bir evine dönüşte geç kalanlar ara-ba tutardı. Orada da iskelede 7 tane eski model, ‘48 model deriz araba-lar vardı. Her adam araba tutamaz, para falan yok. Para altın. Bilmiyo-rum şeyi gezdiniz mi siz, Topkapı Sarayı’nı? Orada şimdi şeyin kafta-nını dikkat ettiniz mi bilmiyorum to-puzlu kaftanını okudunuz mu? Sim altın, simlidir kaftanı. O zaman para yok ama padişahlar da harcayacak para bulamıyorlar artık, o kadar ki kaftanını altın simden yaptırmış. Üs-küdar’daki evlerde bizim gibi, yani kimi bahçesine işte iki tane üç tane kazık alır, domates, hıyar diker bi-çer, şimdi dışarıdaki köylüler yapı-yor. Şu belediye binası olduğu yer karakoldu, Üsküdar Karakolu’ydu. Tahta basamaklı oradan bu tarafa doğru gelirken burası açık araziydi, karşı taraf tarlaydı, ekerler biçerler-di. Şuna özellikle yazın çok dikkat edin. Şimdi tramvaylara yetişme-diniz, otobüsler Kadıköy otobüsle-rinde numara vardır, 12 yazar bilir misiniz neden? Numara verirler hep-sine. Kadıköy tramvayında da 12 yazardı Kadıköy-Üsküdar. Kadıköy o zamanlar Üsküdar ile beraber köy-dü ve kadılıkla idare edilirdi. Kadıya

diyorlar ki “ya artık buraya bir isim koyalım. Ne koyalım?” “Valla biz sizi çok seviyoruz” diyorlar kadıya, yani şimdiki savcı diyelim hâkim diyelim her şeye o bakar. “Kadıköy koyalım” diyorlar. “Tamam” diyor

“kadı koyalım ama benim bir ayrı-calığım olsun, onu nasıl yapalım” diyorlar. Onu da diyor “kaç tane ev bana bağlı Kadıköy’de.” O zaman Üsküdar da dâhil çok azınlık. Çok azdı ev yani, hepsinin de işte kiminin damı akar kiminin ne bileyim bir şeyi kırıktır, kiminin oluğu vardır oluğa su akmaz. Hep bunlar parasızlıktan işte 12 tane ev varmış. “12 ev size bağlı diyorlar.” “Tamam, 12 numa-rasını verin” diyor, “benim Kadıköy olduğum belli olsun” diyor.

Üsküdarlı, gerçek Üsküdarlı çok ya-kındır

Erkeklerin toplandığı yerlere gidi-yordum da o zaman erkek ayrımı kız ayrımı kadın ayrımı yoktu. Erkek-ler Üsküdar’da geri kalmış, hala da bana göre geri, yani bu öyle bir şey ki erkekler çalışmaktan kadınlarını bir yere götüremiyorlar ki. Bir bey-nelmilel Şemsipaşa Lunapark’ı vardı, oraya götürüyorlardı. İşte denize gi-ren hanım kızlar gibi başı açık. Çok yerde Üsküdar’da başı açıkla kimse konuşmaz gibi bir şey var. Neden? Neden ama onun nedeninin cevabı-nı o da veremiyor. Birisi diyor ki “ya durum böyle gösteriyor böyle gidiyo-ruz.” Ama nedeni var. Niye neden. Bilgisizlikten. Normal bir dükkâna bakın misal diyorum yani karşıdaki dükkâna gidin. Sizi kabul etmezler. Ama onlar Üsküdarlı değil. Gerçek Üsküdarlı bunu yapmaz. Parasız ge-zenler vardı, aralarında yine cebin-den bir şey biriktirir toplarlar duru-mu iyi olmayan arkadaşa verirlerdi. İşte Üsküdarlı budur. Gittiğiniz Üs-küdarlıya dikkat edin. Tamam, ben de tanıyorum 20 senelik 30 senelik Üsküdarlı var burada. Ben susuyo-rum onların yanında. Çünkü ben bir şey söylediğim zaman tanımayacak-lar onlar, bilemeyecekler. Tamam, gene söylüyorum herkese saygım var benim. Herkes haddini bilecek. Üs-küdarlı, gerçek Üsküdarlı çok yakın-dır, kati suretle evine çok bağlıdır. Elhamdülillah hamd olsun, ben en azından belki de onlardan daha fazla bağlıyım. Bilmem onu cenab-ı Allah bilir. Ama ben bu şeye karşıyım. Di-yeceğim yani bu, gittiğiniz Üsküdarlı kati suretle gerçek Üsküdarlıysa din ayrımı yapmaz. Üsküdar’da azınlık-tı çoktu. Zaten Ermeniler falan yeni

gelmişlerdi. 6-7 Eylül hadiseleri doğ-mak üzere, büyük bir emare gösteri-yorlar, adamlar zaten çekiniyorlar. Azınlık korkuyorlar çocuğundan, evinden, barkından, Rumeliler daha yeni gelmişler… Ermeni, Rum hadi-

sesinden ötürü bazıları kaçtılar işte, memleketlerine gittiler ki bana göre hiçbirinin kabahati yoktu. Ama tabii bu büyük bir siyasetti yani. Ama ne getirdi, hiçbir şey, ne götürdü bir şey götürmedi, bilhassa çok böyle geri kafa getirdi.

Yangın arsası

Şurada yangın arsası deriz, çevik kuvvetin karşısında, orada yangın oldu. Bir haftaya yakın sürdüydü yangın. Ama o zamanki teknikle şimdiki teknik ayrı, o zamanlar tu-lumbacılar vardı. Denizden oraya su taşıyacak, dökecek, söndürecek, tekrar denize gidip gelerek söndürü-yorlardı, onun için uzun sürdü ve adı da öyle kaldı o arsanın… Yangından sonra yardım edilebilirdi. Manevi, madden değil de manevi. Yani ne bi-leyim ben iki gün gider birisi evine alırdı mağduru, iki gün birisi yeme-ğini verirdi, iki gün üç gün başka bir komşu çamaşırını yıkardı, çamaşır makinesi hak getire o zaman yok ki, yardımlaşma böyle olurdu. Çünkü Üsküdarlı’da para yoktu. Onun için o zamanlar bir ilkokulu bırak, orta-okulu bitirenler şey olmuştu, biz çok okumuş gözüyle bakardık. Ama Üs-küdarlı hakikaten yani kalben dinine de bağlıdır.

Bir yaşlı berber ustamız vardı

Şimdiki imkânlar olsa bu dayanışma Üsküdar’ı daha farklı yerlere geti-rirdi diyorum. O zamanki dayanış-ma, yani şimdiki dayanışma olsaydı daha farklı bir yere gelirdi. Şimdi her imkân var ya. Bir yaşlı berber usta-mız vardı. Yani tabii gencim o za-man, Üsküdar’da üç dört tane banka var, herkes karşıda çalışıyordu. İşte vapura yetişmek isteyen vardı da, işte ben başımı kaşıyamazdım sabah-ları. Ona gönderirdim. Allah rahmet eylesin. O da “ben biliyorum” der-di “beni kolluyorsun yaşlıyım diye, bana kimse tıraş olmuyor diye.” O da bana meşrubat göndermeye çalı-şırdı ya da ne bileyim bir şey gönder-meye çalışırdı. Dayanışma bu. Ama bu söylediklerim burada yok, yani burada derken burası için demiyo-rum, Üsküdar’da bulamazsın. Bulsan da azınlık…

Sertan Deniz Saygılı (15)Hande Arslan (15) Gülşah İşçioğlu (15)Emre Uzun (15)Yağız Döner (15)

Röportaj

Cevdet ATEŞ / Berber

“Beş nesil Üsküdarlıyım: dedem, babam, ben, oğlum ve torunum”

Kuleli Askeri Lisesi

Şemsipaşa

01

Üsküdar

13

Senem Hanım babasının işlerinden dolayı Konya’da doğmuş. 2 yaşın-dayken İstanbul, Üsküdar’a gelmiş. Dedeleri doğma büyüme Üsküdar-lı. Çekirdek ailede büyümüş Senem Hanım; anne, baba, bir kız kardeş ve abisi. Annesi Arnavutluk’tan gelme. Babası müteahhit, annesi ev hanımıymış. Mithat paşa Kız Mes-lek Lisesi’nde öğrenimini bitirmiş.

Biz ufak çekirdek bir aileydik. Ba-bam, annem, bir abim, bir kız kar-deşim, bir de ortanca benim. Babam müteahhit olduğu için İstanbul’da doğmadım ama iki yaşında bu-raya gelmişim. Nüfus kağıdımda Konya yazar benim, ama babamın dedeleri doğma büyüme Üsküdar-lı. Annem Arnavutluk’tan gelme. İki yaşında babasıannesi ölüyor, teyzesi büyütüyor annemi. Zeynep Kamil’de, annem orada oturuyor, Toptaşı’nda da babam oturuyor. Yani kökenimiz bu, onun için bir-kaç kuşak İstanbullu oluyorum babaya bakarsanız. Eskiden böyle apartmanlar falan yoktu. Hep tek katlı, iki katlı evler vardı, beton. Tek katlı evler ve iki katlı evler de sırf bahçeliydi. Bugün çarşıda satı-lan meyvelerin hepsi bahçelerimiz-de vardı. Bahçelerimize çiçek dik-tiriyorduk. Şu anda ben eski yerimi arıyorum. Eski zamanımı arıyo-rum. Hayatımızda birçok değişim oldu, daha bir sosyalleşti insanlar falan ama o şekilde kalsaydı kom-şuluğumuz, dostukluklarımız daha bir başka olurdu. Mesela bizim oturduğumuz yerde Rumlar vardı, o kadar güzel bir komşuluğumuz vardı ki o kadar olur yani. Bir kere

kimse kimsenin hakkında bir tek kelime konuşmazdı, herkes birbi-rinin dinine saygılıydı. Dediğim gibi şimdiki yaşantılarla o andaki oradaki yaşantılar çok daha fark-lıydı. Mesela bizim yanımızda bir Manika vardı. Manika Abla deriz biz gündeliğe gelirdi. Annemin ve bizim elbiselerimizi dikerdi. Ev işle-rini yapar ufak tefek işlerini bırakır ondan sonra biz tamamlardık.

Renk renk macunlar vardı

Eskiden balıkçılar vardı, bunlar sırtında tablalar yoğurtçularla bir-likte çıkarlardı. Kavun, karpuz, sebze bunları da, küfeciler vardı, Üsküdar’dan alırdı o yokuşu çıkar-dı Bağlarbaşı’na kadar kavun kar-puz veyahut sebze neyse onları sa-tan küfeciler vardı. Dondurmacılar vardı dondurmacılar da gene askılı veyahut el arabasıyla giderdi, iki çeşidi vardı biri limonlu biri kay-maklı, kenarında buzlar külahlara koyardı onları satardı. Macuncular vardı. Renk renk macunlar vardı, istediğin kadar çubuklar, beş ku-ruşluk, on kuruşluk, üç kuruşluk ne kadar istersen macun sarıp ve-rirdi. Baston vardı, onu almak için para biriktirirdik. Çünkü diğerle-rine göre çok pahalıydı. Macuncu geldiği zaman bir de mani söylerdi uzun uzun. Tek tek alalım derdim ben kızlara, tek tek alalım da her seferinde bir tane mani söylesin diye. Çünkü hepsini birden alınca bir tane söyleyip gidiyordu.

Bağlarbaşı’nda boş arazi vardı oraya cambaz gelirdi

Annem bizi Beşiktaş’a götürürdü babamı karşılamaya, biz hepimiz güzel giyinirdik, annem de giyinir-di. Ondan sonra vapura binerdik. Beşiktaş’ta bir park vardı, orada otururduk iskelede babamı bek-lerdik. Sonra bizi Salacak’ta lu-naparka götürürlerdi. Lunapark vardı orada. Şemsipaşa’da luna-park vardı, oraya giderdik. Son-ra Bağlarbaşı’nda boş arazi vardı cambaz gelirdi oraya. Ak Parti’nin şimdiki boş arazisine cambaz ku-rulurdu, mescidin oraya da ge-lirdi cambaz. Ta aşağıya Zeynep Kamil’e gelirdi. Semiha Yankı ge-lirdi. O zaman küçüktü Semiha Yankı. Semiha Yankı’nın babası cambazdı. Alırdı eline değneği şar-kısını söylerdi ‘kabağı da boynuma takarım sağıma da soluma da ba-karım’ diye. Yer hareketlerini de Semiha Yankı yapardı o zamanlar. Adam tenekeyle telin üstünde yü-rürdü zıplaya zıplaya. Daha sonra-da Bağlarbaşı’na Lunapark yapıldı ama o çok sonra. Yani eğlence yer-

lerimiz Üsküdar’ın deniz kenarla-rıydı. Bir de yazlık Çırağan Sinema-sı vardı. Oraya da İsmail Dümbüllü gelirdi. Meşhur komik adam. Orası dolardı gündüz. Orada her cumar-tesi bir tiyatro vardı, Karagöz oy-natırlardı koşar giderdik bakmaya. Ramazanlarda Karagöz Hacivat oynatırlardı. Toprak pasajının ol-duğu yerde, oralarda 3 tane yazlık sinema vardı.

Şimdiki gençleri ben çok şanssız görüyorum…

Şimdiki gençleri ben çok şanssız görüyorum, gerçekten çok şanssız görüyorum. Çünkü bizim yaşadığı-mız çocukluk daha saf, daha böyle kabuğundan çıkmamış, yozlaşma-mıştı. Daha bir dürüstlük vardı o zaman. Şimdiki gençlere yazık, üzülüyorum bizim yaşadıklarımızı yaşamadılar, yaşayamadılar. Bir anda doğuyor çocuk apartman dairesine. Hadi apartman çocuğu. Ne bahçesi var ne bir şeyi var. Bir parka çıkacak, o da annesi götürür mü götürmez mi? Şu yönden şanslı ama, çocuk doğmadan odası ha-zırlanıyor. Yatağıydı, yorganıydı, cibindiriğiydi. Bizim zamanımızda tavana iki tane burgu yapılırdı, ip indirirdik, çingene salıncağı yapı-lır çocuk orada sallanırdı. Bizim odamız, özel odamız yoktu. Evler büyüktü ama hane kalabalıktı. 2 kız kardeş biz bir arada yatardık. Bir yatağımız vardı, karyolada iki-miz yatardık, iyi olduğumuz zaman

yan yana yatardık, kavga ettiğimiz zaman ayak-uçlu yatardık, yastık koyardık. Bizim iki kardeşe işte bir dolabımız vardı, o kadar yani, öyle fazla bir lüksümüz yoktu yani. Çünkü babam öyle şeylere değer vermezdi, öyle eşyaymış, oymuş buymuş. Eskiden divanlar vardı, karşılıklı iki divan. İki tane de kol-tuk vardı uzun, böyle şimdi Fransız tipi dedikleri koltuklar yani.

Sahurda ışıkları yanardı…

Ramazanlarda davulcu geçerdi. Uyandırırdı herkesi, o da mani söylerdi, kalkmayan olursa ışığını görmeden gitmezdi, böyle ‘dın dın dın’ demiri varsa demire vururdu. Hıristiyanların evinin önünde kati-yen çalmazdı. Ama ramazanda sa-hurda hepsinin ışığı yanardı, hepsi kalkardı, öyle bir saygıları vardı. O zaman radyo yoktu. İftar zamanı da herkes Çinili Cami’ye bakardı, ışık ne zaman yanacak diye. Sahur-da da pilav, makarna, üzüm hoşafı mutlaka olurdu. Annem kalkardı erkenden taze pilav yapardı, börek-ler kızartırdı oruç tutulacak diye. İftarda herkes değişik değişik şeyler yapardı. Mesela açma börek bilen-ler açmayı yapardı, güzel dolma sa-ranlar dolmayı yapardı, hazır tatlı alınmazdı, hep evde tatlılar yapı-lırdı, kalburabastı falan. Onlar hep bizim evde yapılırdı. Herkes kendi evinde iftarını yapardı ama iftara çağırma olayı çok olurdu.

6-7 Eylül Olayları…

Gerek Ermeniler, gerek Rumlar ol-sun bir kere Bağlarbaşı muhitinde Rum ve Ermeni çoktu. 6-7 Eylül-den sonra kaçtı hepsi, satan oldu, örgütlenmeler olunca Rumların evini zaten biliyorlar, camları falan kırıldı, işyerleri yağmalandı, evleri taşlandı, kiliseleri, okulları, mağa-zaları yağmaladılar. Tüm kumaş-ları falan yerlere saçtılar. Avizeler kırıldı. Hükümet hepsini ödedi ama…

Sokak lambaları hava gazlıydı…

Okula giderken tahta çantayla gi-derdik. Tahta çanta artık tahta bavulun küçüğünü düşün, tahta-dan yapılmış onlarla giderdik. O zaman adidas falan arama. Daha ışıklar gelmemişti o zamanlar, mumlarla… Sokak lambaları hava gazlıydı, onun tutuşturucusu vardı, düğmesini açıp tutardı alevini onu yakardı, o ışık verirdi. O zaman idari lambası derlerdi. Onu merdi-ven başına koyarlardı, affedersin tuvalete falan kalktığın zaman ışık olsun diye bunu alır gider tuvalete gelir. Esas lambalar büyüktü, nu-mara vardı onlarda, iki numara üç numara dört numara beş numarası vardı, büyük, onun havası daha bü-yüktür, fitili daha geniştir o daha çok yanar. İdari lambası gece için böyle loş bir ışık versin diye. Bek-çiler dolaşırdı geceleri sokaklarda.

Şeyma Yalçın (20) Yiğithan Konak (16)Selahattin Kaplan (16)

Röportaj

Senem KÜÇÜKYILMAZ / Ev hanımı

“Macuncu geldiği zaman mani söylerdi uzun uzun”

Üsküdar

0114

Farsça “ulak”, anlamına gelen “Eskudari” kelimesinden türedi-ği de düşünülen Üsküdar adının, Roma döneminin askeri birlik-lerden olan Scutarii ve buradaki Skutarion Kışlası’ndan geldiği dü-şüncesi yaygındır. Bizanslılarca Hrisopolis (Altınşehir) olarak ad-landırılan Üsküdar, 12. yy’dan iti-baren Skutarion olarak tanınmaya başlamıştır. IV. Haçlı Seferi ile İstanbul’a gelen Geoffroy de Ville-hardouin, Histoire de la conquête de Constantinople (İstanbul’un Zaptının Tarihi) adlı kitabında bu semt için “Escutaire” sözcüğünü kullanmış ve bu sözcük Fransız-ca kaynaklarda sık sık tekrarlan-mıştır. Skutarion ismi zamanla Üsküdar’a dönüşmüştür.

İlçeye adını, güneybatı kesimdeki eski iskele yerleşmesi verir. Günü-müzde hemen hemen Selman Ağa, İnkılap, Gülfem Hatun ve Rumi Mehmet Paşa mahallelerini içine alan bu tarihsel yerleşmeye Üskü-dar denir.

Bazı kaynaklara göre, Moda Burnu’nda oturan Halkedonlular teknelerini MÖ 7. yy’da Üsküdar kıyısında bulunan tersanelerde inşa ediyorlardı. Adının, Yunanca Skutarion (Skytarion) ya da La-tince Skutari’nin (Scutari) zaman-la değişime uğramasıyla bugünkü halini aldığı sanılır. Semt MÖ 5. yy’da kıyıdaki yerleşim bölgesini surla çeviren Atinalılar dönemin-den ve hatta daha da önceden beri önemli bir ulaşım ve konaklama merkeziydi. Boğaz’ın iki yakası arasındaki ulaşımda tarih boyun-ca büyük önem taşıdı. Bizantion ve Konstantinopolis’i ele geçirmek amacıyla değişik dönemlerde do-ğudan gelen farklı güçlerin düzen-ledikleri saldırılar sırasında hep askeri üs olarak kullanıldı.

Ulaşım, konaklama, askeri üs ola-rak yararlanılmasının yanı sıra, ticari açıdan da büyük önem taşı-yan Üsküdar, Konstantinopolis’in fethinden çok önce 1352’de Türk-lerin eline geçti. Orhan Gazi döne-minden beri Osmanlıların deneti-minde olan Üsküdar’a Türklerin geniş ölçüde yerleşmesi II. Meh-med (Fatih) dönemine rastlar.

İstanbul’un fethinden sonra, kent ile çevresinde yönetim ve yargı düzeninin kurulması sırasında iki büyük birim belirlendi. Sur için-deki kentsel alanı İstanbul Kadı-lığı temsil ediyordu. Sur dışında banliyö durumundaki Eyüp, Ga-

lata ve Üsküdar kadılıklarına ise Bilad-ı Selase deniyordu. Üskü-dar kadısı, öbür kadılarla birlikte padişah ve sadrazama bağlıydı. Anadolukavağı, Gebze, Kartal, Pendik ve Şile’de Üsküdar kadısı-nın birer naibi vardı. Beykoz Ka-zası da Üsküdar Kadılığı’na bağ-lıydı ama naibini arpalık olarak bu kazayı yöneten müneccimbaşı belirlerdi. Kandıra ve Şile kazaları

da 1581’de Üsküdar Kadılığı’na bağlandı. 1826’da İhtisab Neza-reti, 1846’da da adı daha sonra Zaptiye Nezareti olarak değiş-tirilen Zaptiye Müşirliği kurul-du. 1867’de çıkarılan Vilayetler Nizamnamesi’ne göre İstanbul’da valilik kurulmamış, bu görev Zaptiye Müşirliği tarafından yü-rütülmüştür. Bu dönemde Der-saadet ve Bilad-ı Selase, Bab-ı Zaptiye’ye bağlı değildi. 1854’te şehremaneti kurulunca İhtisab Nezareti kaldırıldı ve 1877’de Beyoğlu, İzmit, Kaza-ı Erbaa’yla birlikte Üsküdar da mutasarrıflık yapıldı. Bu mutasarrıflıklar Zap-tiye Nezareti’ne bağlıydı. Üsküdar

Mutasarrıflığı’nın Beykoz, Geb-ze, Kartal ve Şile kazaları vardı. 1918’de İstanbul Vilayeti’ne bağlı Beyoğlu ve Üsküdar mutasarrıf-lıkları, Cumhuriyet’in İlanı’ndan sonra 1924’te tüm sancaklar vi-layet yapılınca ayrı birer vilayet (il) oldular. 1926’daki yönetsel düzenlemeler sırasında Üsküdar da kaza (ilçe) yapılarak İstanbul Vilayeti’ne bağlandı.

1877’de İstanbul Şehremaneti 20 belediye dairesine ayrıldı. Bunlar-dan 4’ü bugünkü ilçe sınırları için-deydi. Anadoluhisarı ve çevresine On Dördüncü Daire, Beylerbeyi ve çevresine On Beşinci Daire, Paşali-manı ve çevresine On Altıncı Dai-re, Üsküdar ve Doğancılar çevresi-ne On Yedinci Daire adı verilmişti. 1913’te daireler kaldırıldı ve 9 şube kuruldu. Üsküdar uzun süre 1930’da adı değiştirilen İstanbul Belediyesi’nin şube müdürlüklerin-den biriydi.

Eskiden doğuda Kartal İlçesi’ne komşu olacak kadar geniş bir alanı kaplayan Üsküdar ilçesinin

görünümü, tüm ilde olduğu gibi 1950’lerden itibaren hızla değiş-meye başladı. Ülkenin çeşitli yöre-lerinden İstanbul’a yönelen göçten Üsküdar ilçesi de payına düşeni aldı. 1960’larda Çamlıca, Bulgur-lu ve daha doğudaki alanlarda hız-lı bir gecekondulaşma yaşandı. Bu yıllarda sanayi bölgesi olarak belir-lenen Ümraniye ve çevresinde gece-kondular ve gecekondu mahalleleri

oluştu. Buradaki hızlı nüfus artışı 1963’te Ümraniye’de belediye ku-rulmasını zorunlu kıldı. Boğaziçi Köprüsü’nün açılması Kadıköy’de olduğu gibi Üsküdar’da da yer-leşimi özendirdi. Otomobil edin-menin yaygınlaşmasının getirdiği ulaşım kolaylığı ilçenin İstanbul Boğazı’na bakan semtlerinde de nüfus artışına neden oldu. İlçenin 1970-1980 arasındaki yıllık orta-lama nüfus artışı yüzde 10’u aştı. Bunun nedenlerinden biri de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yol-larının geçtiği kırsal kesimde hızlı bir yapılaşma yaşanmasıydı. Bu gelişmeler Ümraniye’nin 1987’de ilçe yapılmasıyla sonuçlandı. Bu

yüzden, 1985’te 490.185 olan Üs-küdar İlçesi’nin nüfusu 1990’da 395.623’e geriledi. 2008 yılında yapılan idari düzenlemeyle, il-çenin güneydoğusundaki 3 ma-halle (Örnek, Esatpaşa ve Fetih) Üsküdar’dan ayrılarak yeni kuru-lan Ataşehir İlçesi’ne katıldı.

Kaynak: Wikipedia

Eskiden İstanbul’daki en önemli Türk yerleşmelerinden biri olan Üsküdar, Osmanlı dönemi bo-yunca büyük bir imar faaliyetine sahne oldu. O dönemin Üsküdar kasabası ve çevresi birçok külliye, cami, hamam ve çeşme gibi yapı-larla, ilçenin Boğaziçi sahilleri ise saraylar, sahilsarayları, yalılar ve köşklerle süslendi. Bunlardan baş-lıcaları:

Aziz Mahmud Hüdayi Külliyesi

Altunizade Külliyesi

Çinili Külliyesi

Eski Valide Camii

Mihrimah Sultan Külliyesi

Şemsi Paşa Külliyesi

Yeni Valide Külliyesi

Rum Mehmet Paşa Camii

Ayazma Camii

Beylerbeyi Camii

Beylerbeyi Sarayı

Adile Sultan Kasrı

Sultan Abdülaziz Av Köşkü

III. Ahmet Çeşmesi

Selimiye Kışlası

Nurbaba Tekkesi

Çamlıca Kasrı

Ahmediye Külliyesi

Şahkulu Dergahı

Kartal Ahmet Baba Tekkesi

Büyük Selimiye Camii

Bir açık hava müzesine ben-zeyen Karacaahmet Mezarlığı İstanbul’un Anadolu yakasında-ki en büyük Müslüman mezarlığı olma özelliğini yüzyıllardır koru-maktadır. Diğer bir mezarlık Bül-bülderesi Mezarlığı’dır.

Kuzguncuk’taki Ayios Panteley-mon Kilisesi ve Ayazması, gay-rimüslimlere ait Ayios Yeoryios Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi, İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Beth Yaakov Sinagogu (Kal de Abaso ya da Aşağı Sinagog ya da Büyük Sinagog) ve Kal de

Ariva (Yukarı Sinagog) adlı dinsel yapıların ilçenin bir semtinde yan yana bulunmaları ilgi çekicidir. Os-manlı döneminde ilçenin İstanbul Boğazı kıyısında birçok sahilsarayı ve yalı vardı. Yalnızca yalılardan çok az bir bölümü günümüze ka-dar ayakta kalabilmiş, yanmış ve yıkılmış olan eski yapıların yerine yeni yalılar inşa edilmiştir. Eski ya-lılardan günümüzde kısmen ya da tamamen ayakta olup görünebilen başlıcaları Kıbrıslı Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Abud Efendi Ya-lısı, Edib Efendi Yalısı, Recaizade Ekrem Bey Yalısı, Mahmud Ne-

dim Paşa Yalısı, Sadullah Paşa Ya-lısı ve Fethi Ahmet Paşa Yalısı’dır. Kız Kulesi ilçenin simgesidir.

Üsküdar, İstanbul ilinin en yeşil ilçelerinden biridir. Koruma altın-da olduğu sanılan bu yeşil alanlar kuzeyden güneye doğru sırasıyla Cemil Filmer, Kandilli Kız Lisesi, Vaniköy Rasathane, Vaniköy, Va-hideddin, Cemil Molla, Münir Bey, Fethi Paşa, Demirağ, Hüseyin Avni Paşa, Abdülmecid Efendi, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Büyükçam-lıca, Küçükçamlıca ve Adile Sultan Validebağı korularıdır.

Üsküdar ilçesindeki koruların hal-ka açık bir bölümü aynı zamanda mesire yeri özelliği taşır. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepe-lerinde yapılan düzenlemelerden sonra bu alanlar da gezi ve din-lenme açısından halkın ilgisini çekmektedir. İstanbul Boğazı kı-yısındaki semtlerde birçok balık lokantası vardır. Bunlar ve Nak-kaştepe gibi yerlerdeki manza-ra açısından zengin öbür tesisler özellikle tatil günlerinde büyük ilgi görmektedir.

Kaynak: Wikipedia

Üsküdar

Üsküdar’daki Yapılar

Kont Ostrorog Yalısı Kıbrıslı Yalısı

III. Ahmed Çeşmesi

01

Üsküdar

15

Orhan Sakaryalı, 1949 yılında İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğundan bugüne kadar Üsküdar semtin-de yaşayan Orhan Sakaryalı, Üsküdar’ın değişen yüzünü ve anı-larını bizlerle paylaştı.

Çocukluğumuzda kokadik oynar-dık

Efendim ‘49 doğumluyum, 24 Mart. Hayatım benim dolu dolu geçti kızım. Annem göçmen, Üsküp’ten. Seneler önce dedem gelmiş, babam da Rize’den gel-miş. Uzun hikaye onların bir ara-ya gelmesi. İzmir’de bulunuyor-lar, ondan sonra Ankara, sonra İstanbul’a geliyorlar. Dedem beş sene İngilizlerin elinde esir kalmış. Savaş bitiyor ondan sonra İzmir’e geliyor. Ben meydanda yokum daha, seneler önce. Babam kalkı-yor Rize’den İzmir’e geliyor, ter-zi dükkanı açıyor. Nasip, annemi görüyor. Ondan sonra Ankara, İstanbul. Çocukluğum ahşap ev-lerde, bahçeli evlerde geçti, tabii Üsküdar’ın 60 sene önceki halini düşünebilirseniz. Yollar dar, pa-ket taşlar. Çok güzel bir ahenk vardı. Efendim, sokaklarda arka-daşlarla misket oynamak, kokadik oynamak, topaç çevirmek. Çok güzel çocuk oyunlarımız vardı. Kokadik oynamak: dokuz tane ki-remiti koyuyorsun ortaya uzaktan atıyorsun dikmecesine. Kim diker-se kim yıkarsa hemen topu alıyor tekrar atıyor birisine, tekrar o ebe oluyor. Böyle bir oyundu aklım-da kaldığı kadarıyla. İnsanlarla çocukların diyalogları çok güzel, ahenkliydi. Akşamları yazlık sine-malarımız vardı, Üsküdar’ın mer-kezinde. Annelerimiz babalarımız bizi alırdı. Gereken çerezlerimizi alırdı, böyle adet olmuştu. Sine-maya gitmek bir gelenek gibiydi.

Herkes birbirine günaydın derdi

Hep Üsküdar’da yaşadım. Eskiden ulaşım için dolmuşlarımız vardı, fazla değişmedi, minibüslerimiz vardı. Yalnız ilaveten tramvayımız vardı. Üsküdar-Kadıköy-Kısıklı. Vapurlarımız vardı, kayıklarımız yine vardı. Mesela Beşiktaş motor-larında oturduğumuz vakit, dizle-rimiz birbirine değerdi, karşılıklı oturduğumuzda. Küçük kayıklar-dı, böyle büyük motorlar yoktu,

onlar sonradan geldi. Beşiktaş Kabataş, onlar ufaktı. Sonradan gelişti böyle büyük motorlar. İske-leden vapura binerdik biz, herkes günaydın derdi; birbirini tanırdı, selam verirdi. Yani eski Üsküdar halkı birbirine akşam giderken ge-lirken, sabah giderken selam verir-di. Herkes birbirini tanırdı. O ka-dar güzel bir ahenk vardı. Eskiden vardı ama şu an sahil yolu çalış-maları yüzünden mahrum kaldık; yani şu an plajımız yok. Ama Ka-dıköy yakın olması sebebiyle veya Küçüksu’nun tekrar açılması sebe-biyle ancak yaz günleri oralara ya da uzak illere gidebilme durumu var, ama Üsküdar’da yok.

Üsküdar’ımız çok güzeldi hakika-ten

Gençliğimde ben Moda’ya gider-dim, Kadıköy sahile. Bir arkadaşım vardı: Uğur. Allah rahmet eylesin, Çapa’da klinik şefiydi. Giderdik Moda’ya falan, Fenerbahçe’ye gi-derdik, içerdik biz beş arkadaş. Bizim grubumuz beş kişiydi. Ko-nuşurduk. Psikolog ya, bilinçaltı şuuraltı. Ben derdim ona: “atma atma, ben sana oynuyorum”. “Ki-şiliğimi istediğim gibi oynarım. Hokkabaz da olurum, efendi de olurum, bilmem ne de olurum kandırırım seni” der, takılırdım ona. Salacak’ta bizim bir gazino-muz vardı. Zeki Müren gelirdi, Adnan Şenses gelirdi, Nuri Sesi-güzel, Orhan Şener gelirdi. Yani eski sanatçılar gelirdi. Salacak’ın üstündeydi. Şimdi oraya hep ev falan yaptılar. Üsküdar’ımız çok güzeldi hakikaten. Onlardan eser yok tabii. Şimdi sahile sahil yolu yapıldı. Oraya ufak ufak resto-ranlar, çay bahçeleri falan yapıl-dı. Valla benim şu an arkadaşla-rımla bir cami hayatım var. Kim peygamberle komşu olduysa, kim Allah’a dost oluysa ben onlar-la görüşüyorum şu an. Onlardan daha huzurlu buluyorum kendimi. Bir insana baktığım vakit Allah’ı hatırlatacak ya da peygamberi ha-tırlatacak! Şimdiki düşüncem böy-le, ama gençliğimde öyle değildi.

Askerliğimi Kars’ta yaptım

Askerlik bana biraz şey geldi. Ankara’ya gittim, Etimesgut’a. Tankçıydım. Dağıtım oluyor, her-kesi okuyorlar. İstanbul diyor, şu diyor bu diyor, içim gidiyor. On-dan sonra bir baktım bana Kars çıktı. Kars şehrine gittim, merke-ze. Kars’ta yaptım ben askerliğimi. Bitirdim geldim. Hiçbir şey yoktu,

gayet rahattık askerlik ocağında. Öyle Kürt davası falan yoktu. Biz Kürtlerle kız da alıyorduk kız da veriyorduk; evleniyorduk. Kürt arkadaşlarım çoktu benim. Asker-lik arkadaşlarım yok da, çocukluk arkadaşlarım var, geliyor bazıları. Çoğu öldü mesela. Ama geliyorlar, delikanlılık arkadaşlarım geliyor.

Şimdi öyle komşuluk kalmadı

Biz büyüklerimizi gördüğümüz vakit, mahallenin yaşlı amcaları

kadınları olsun, fileleri alırdık he-men elinden evine kadar taşırdık. Bu zamanda öyle insan görmüyo-rum ben. Biz bunları yapardık. Komşuluğumuz çok iyiydi, hatır sorulurdu, bayramlarda gidip gel-me olurdu, bir ihtiyaç sorulurdu; çok güzeldi komşuluğumuz. Şimdi öyle komşuluk kalmadı. Oturu-yorsun apartmanda, yirmi daireli apartmanda, inan bana ondoku-zunu bile tanımadığım oluyor. Kimsenin kimseden haberi yok, isimlerini bile bilmiyorsun.

Biz düğün yapmadık

Bir ay çalıştım ama Almanya’da 8-9 ay kaldım. Haziran’da iltica hakkı istedim. O zaman bekar ola-rak işçi olabiliyorsun, öyle olunca. Almanya hayatım bitti böylece. Geldim ‘74’te Unkapanı’nda İMÇ bloklarında bir atölye dükkanı

açtım. Bir sene sürdü, çalıştık, işçilerim vardı. Bazen seyyarcılık falan yaptım. ‘81’de evlendim, görücü usulüyle. ‘85’in sonunda bir ticari taksi aldım, onu ‘89’da sattım. ‘99’da da emekli oldum. 2000 yılında da ayrıldım, geçine-medik, hanımla ayrıldık. Ben şah-sen Şişli’de kız arkadaşımla yürü-düğüm vakit, daha Üsküdar’da, Kadıköy’de öyle yürüyen kimse görmezdim. Biz çok güzel yürür-dük, eller omuzda diğer taraftan eller belden tutulmuş. O benim

omuzda, ellerde arkadan tutul-muştu ama sadece yürüme şekli öyleydi. Şimdiki gençleri görüyo-rum buse almak buse vermek... bizde öyle şeyler yoktu. O zaman muhafazakar bir kız arıyorduk. Ablam tavsiye etti, kapalı diye. Ondan sonra annem gördü, evin adresi verildi, gittim baktım kıza böyle. İstemedim daha doğrusu ama annem biraz baskı yaptı, öyle oldu ama şimdi pişmanım. Görü-cü usulü öyle oluyor kızım. Şimdi kızla erkeği bir araya getiriyorlar, bakıyorlar, birbirlerini beğeniyor-lar. Beğendikten sonra bir odaya koyuyorlar onları, konuşma fır-satı veyahut bir yere gitme fırsatı. Orada konuşuyorsun, baktın ki fikirlerin uyuşuyor, bu iş yürür, yola gider, devam eder. O zaman iş resmiyete dökülüyor, hemen ni-şan yapılıyor, ondan sonra düğün, olay bitiyor. Nişan merasimleri mesela aile arasında oluyordu, sa-londa oluyordu. İnsanların maddi durumuna bağlı. Aile arasında hı-sım akraba çağrılır. Mesela benim beş katlı pastam vardı ama biz aile arasında yaptık, düğün salonunda yapmadık. Tutmadık, fazla yıkım vermesin diye bana. Biz düğün yapmadık. Nikahtan çıktım ben, yıkım olmasın diye maddi. Bu va-ziyette. Şu anki gibi, değişmiyor yani. Ama şimdiki kızlar nasıl oluyor, düğünler nasıl oluyor, onu bilmiyorum.

İkiyi bir yapmak lazım evlilikler-de

Bir atasözü vardır, tabiri af buyur: ‘kavun değil ki altını koklayayım’ derler. Öyle bir şey oluyor ki aşık oluyorsun aşk evliliği yapıyorsun. Aşk nedir biliyor musun? Bitiyor

kuru kuru. Ama şunu öğrendim ben, ne zaman ki Allah’a dost olma gayretine girdim, aşkı çöz-düm ben. Nasıl çözdüm biliyor musun? Aşk bir malzeme, onu kul-lanmak lazım, o bir cevher. Kulla-namayan insanlar ayrılmak zorun-da. Ben bu intibaha inandım, size de tavsiye ederim. Aşkı bir cevher olarak düşün. Bir insana aşık olur-sun, sadece insana değil, herhangi bir mesleğe, herhangi bir eşyaya. Her şeyi sevebilirsin Allah için. Şimdi bir insana aşık oldun, onu

bir cevher olarak düşün. Aşktan ne olur biliyor musun? Muhabbeti düşünmen lazım, muhabbet. Aşkı oraya çevirmen lazım. Muhabbete çeviremezsen ayrılmak zorunda-sın. Karşılıklı muhabbet ne bili-yor musun? Kadın hem nar hem nurdur, yani istersen kadını ateşe de çevirebilirsin, istersen nura da çevirebilirsin. İşte aşk çevherini iyi bilen bir insan o kadını nura çevirir Allah’ın izniyle. Nura çe-virdiğin vakit de ebedi ölüme ka-dar hatta ve hatta cennette bile o eşin sana eş olur. Ben bunları öğ-rendim ama insanlar bunlardan çok mahrum çok. Niye biliyor musun? Dini bilmiyorlar, dinimizi bilmiyorlar. Muhabbete girersen eşinle, yani aşk cevherini muhab-bete çevirirsen hanımla beraber, hanımını nur yaparsın. Nurun ne olduğunu biliyorsunuz heralde. Güzellik demek ya, güzelden gü-zele, içerden içeri. Yani baktığın vakit hanımına onu insan olarak göreceksin. Yani suret var, insanın sureti var. Her bir şeyin maddesi vardır ama maddenin arkasında da manası vardır. Bir bayanın ma-nasını yakalarsan bayan da erke-ğin manasını yakalarsa, yani iki kişinin tek olması lazım. İkiyi bir yapmak lazım evliliklerde. Ben ya-pamadım, ayrıldım. Yirmi iki sene sonra ayrıldım. Ben beceremedim ama sonradan öğrendim. Bazı şeyler olmuyor, çeşitli nedenleri var. Çok cefakar olması lazım in-sanların birbirlerine karşı, sabırlı olması lazım. Tahammülü olması lazım, aşk bunu gerektiririr. Mu-habbet bunu gerektirir. İkiyi bir yaptın mı, ne kadın kalacak ne er-kek kalacak; iki insan bir olacak, yani tek olacak.

Orhan SAKARYALI / Tekstil

Hilal Savur (22)Gizem Gürsoy (15)Emre Şenol (15)Seray Yücel (16) Aslıhan Yıldırım (16)

Röportaj “Çok cefakar olması lazım insanların birbirlerine”

Mihrimah Sultan Cami

Kız Kulesi

Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi

Gönüllüleri

Ayşegül Abut Göksun Rüya Işık Sertan Deniz Saygılı Büşra ŞensoyUmut Yiğit Özdoğan

Betül OkçuMiraç Bekçi Funda Gezer Emre Akpınar İrem Dağcı

Hatice AkpınarDidem Köse Başak Arslan

Hilal SavurGizem Gürsoy Emre ŞenolSeray YücelAslıhan Yıldırım

Hümeyra BişginGöktuğ Taşan

Hatice Aslı BilenGamze Bal Cemile Subaşı Semiha Koç Esra Çekinmez Kardelen Çamur

Oğuzhan DursunÇağla Mert Berna Mert

Sertan Deniz SaygılıHande ArslanGülşah İşçioğlu Emre UzunYağız Döner

Şeyma YalçınYiğithan KonakSelahattin Kaplan

Seda Saçak

Yakup ÖztürkAvedis Talaslıoğlu Arda Ceheryan Karolin AblayNadin Abanolyan

Yasemin ÖzkutYeliz GünerBüşra GökdenizÇise Aker