yol kasım aralık 2008 sayı 15
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
Ergenekon ve SoS
M. Sinan
Çatı Partisi Üzerine
Bolivya Ei Alto’daki
Mahalle Konseyleri
EMILY A CHTENBERG
Marksizm ve GelecekMert Büyükkarabacak
Altın Taht’ta Oturmuş DilenciAyşe Tansever
Kıvılcımlının lirasının Güncel AnlamıFikret Kızıltan
PolitikTutumumuz
veÖrgütsel
Hedeflerimiz
✓ slSerbest Pasar31 Tanrısı Kullarını Çarpıyor
Mehmet Yılmazer
* Kriz ve AIternatnffQ<sr
Hareketimizin Tarihindeki 78 Kopuşmalarına Bir BakışSelim Kırali
fe@rin®M. Özgür
S İ Y A S İ D E R G İ Kasım-Aralik 2008 Sayı: 15
3 YOLPolitik Tutumumuz ve Örgütsel Hedeflerimiz
13 M.SİNANErgenekon ve Sol: Aslında Ne Tartışıldı
16 M. YILMAZER“Serbest Pazar’’ Tanrısı Kullarını Çarpıyor
25 M. ÖZGÜR Kriz ve Alternatifler Üzerine
35 SELİM KIRALİ Türkiye: Yeni Bir Krize Doğru mu?
41 MUZAFFER KAYAKapitalizm, Kriz: Olasılıklar, Olanaklar- Sunum
46 PANELTürkiye’de Politik Durum ve Sol
71 YOLÇatı Partisi Üzerine
75Solun Dili Üzerine
77Marksizm ve Gelecek: Bir İpucu Arayışı
84 M. YILMAZER Emperyalizmin Bilinçaltı 92 AYŞE TANSEVER
Altın Tahta Oturmuş Dilenci 112 AYŞE TANSEVER
Yaz Ayları ve Geri Çağırma Referandumu 123 EMILY ACHTENBERG
Bolivya, El Alto’daki Mahalle Konseyleri- çeviri 128 AYŞE TANSEVER
Devrim İçinde Yeni Devrim 137 FİKRET KIZILTAN
Kıvılcımlı’nın Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler149 SELİM KIRALİ
Anılar, Deneyler, Dersler
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal,
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Adres: Keçihatun Malı. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32
Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 e-posta: [email protected] Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26
İstanbul Tel: 0212 565 17 74
Düzen İçi Saflaşmaların Ötesinde
Politik Tutumumuz ve Örgütsel Hedeflerimiz
İçinde Bulunduğumuz Dönemin
Temel Özellikleri
İçinde bulunduğumuz dönemin başlıca i- ki temel özelliği öne çıkıyor. İlki; uzun yıllar gölgede kalan sınıf mücadelesi, henüz oldukça cılız da olsa, üstündeki ölü toprağını atıyor. Tersanelerdeki işçi ölümlerinin, sigorta ve emeklilik yasalarındaki çalışan kitlelerin geleceğini yok eden değişimlerin, en son yaşanan 1 Mayıs olaylarının ve “tarımda iflasın” ortaya çıkarmakta olduğu tepkiler bu değişimin işaretleridir. Suyun yüzüne çıkan bu tepkilerin altında ise uzun yılların birikimi yatmaktadır. Özellikle 1990 sonrası dünya ve Türkiye’de yaşanan değişimler, çalışan kitlelerin kazanılmış haklarının neoliberalizmin aç gözlülüğüyle yağmalanması anlamına geliyordu. Bu yağmalama pek çok yanıltıcı propaganda ile bugüne dek örtülebildi. Ancak artık yalan denizi bitti!
Dünya ekonomik krizi Amerika’da bir fı- nans krizi olarak patlak vermiş olsa da, aslında neoliberal politikaların dünya ölçüsündeki bir krizidir. Daha önceleri tek tek ü lk e lerd e y aşan an krizler, Uzak Doğu, Rusya, Brezilya ve Türkiye’de olduğu gibi, aslında dünya finans kapitalinin bıı ülkelerdeki mali sistemleri kendine boyun eğdirme operasyonlarıydı. Yaşanan kriz ise neoliberal ekonomi politikaların dünya ölçüsünde
bir krizidir. Bu kriz bütün yönleriyle Türkiye’ye de dalga dalga yansımaktadır.
Neoliberalizmle dünyada ve elbette Türkiye’de de kapitalizm “gelişti” . Ancak ne pahasına? Artık rakam bile vermeye gerek yoktur, bu çok açık bilinen bir gerçektir. Çok küçük bir azınlık, geniş çalışan kitlelerin yoksullaşması pahasına büyük servetler biriktirdi. Türkiye’de de son yirmi yılda arka arkaya dev alışveriş mağazaları açılıyor, tüketim kredilerinde ve kredi kartlarında patlama yaşanıyor. Öte yandan bütün büyük kentler nasıl geçindiği bilinmeyen büyük yoksullar deniziyle kuşatılmıştır. Servet birikiminin yarattığı kutuplaşma ve uçurum derinleşiyor. Ancak doymak bilmeyen neo- liberalizm hala çalışan kitleler için kemer sıkmaktan başka bir politika üretememiştir ve mantığı gereği üretemez. Artık bu sıkma ve sıkıştırmaların sınırına gelip dayanılmış- tır. 1 Mayıs öncesi sendikalar “cesaretli” a- çıklamalar yaptılarsa, bu onların cesaretinden çok yoksulların yıllardır biriken öfkesinin artık su yüzüne çıkmaya baş- lamasındandır. Yeni dönemin en temel özelliği sınıflar mücadelesinin yeniden suyun yüzüne çıkmasıdır. Fakat bu mücadelenin hangi yollardan yürüyeceğini kimse bilmiyor. I960’lı yıllarda yükselen mücadele benzeri beklentiler, yanılgılara yol açabilir.
Politik Tutumumuz ve Örgütsel Hedeflerimiz
Bugünlerde sınıf mücadelesi yeni kıpırtılar yaşarken, öte yandan “68 kuşağının mücadelesi” yeni bir güncellik kazanıyor. 68 kuşağının mücadele ruhunu yeniden kazanmak ve kuşanmak ne kadar önemliyse, günümüzün bambaşka koşullarını kavramak da o ölçüde önemlidir. İşçi sınıfının mücadelesi bugünün koşullarında tüm yoksulların, işsizlerin de dili ve yüreği olamazsa ve sadece maddi yoksunlukların zemininde kalmayıp toplumsal çürümenin yarattığı moral yıkım ve yozlaşmaya karşı da bayrağını yükseltemezse, daha yeniden yükselirken yalnızlaşmaya mahkûmdur. 1 Mayıs, unutturulmaya çalışılan sınıf mücadelesine bir sempati ağının oluşmakta olduğunun işaretlerini vermiştir.
Bu krizi sadece ekonomi politikalarla sınırlı görmek yanıltıcı olur. ABD frnans kapitali, dünya ölçüsündeki yağmasını “uluslararası terörle mücadele” paravanı arkasında gizledi. Fakat bu paravan artık yırtılıyor. Buradan yeni dönemin ikinci temel özelliğine gelinir. Bu soyguna paravan belki de en koyu bir şekilde Türkiye’de inşa e- dilmiştir. “Bölücü teröre karşı” köpürtülen şovenizm, neoliberal politikaların sonucu eski devletçiliğin erimesiyle yükselen liberal siyasal İslama karşı laiklik, son yirmi yılın sürekli gündemde duran gerilimleri oldu. Bu gerilim hattından egemen zümreler arasında sonunda iki farklı strateji ortaya çıktı. Ulusalcılar ve liberal siyasal İslam çatışması tüm politika gündemini belirler hale geldi. Herhangi bir konudaki gerilim, Kürt sorununda yaşanan bir olay ve hatta son 1 Mayıs’ta olduğu gibi işçilerle hükümetin karşı karşıya gelmesi, hep bu ana saflaşmanın prizmasından geçirilerek gürültülü medya aracılığıyla toplumsal bilince yansıtılıyor.
Düzenin uzun yıllardır yarattığı bu saf
laşma halklar aleyhine belli sonuçlar üretmiştir. Bu gerilimler toplumda adeta bir “a- kıl tutulmasına” yol açmıştır. Bundan öteye, “toplumsal muhalefet” neredeyse “laikliğin” ve “ülkenin bütünlüğünün” savunulmasına' indirgenmiş, daha da ötesi ortaya, kökeni 80 öncesi devrimci hareketlere dayanan, oldukça yaygın bir “ulusal sol” hareket çıkmıştır. Böylece zaten sorunlu olan Kürt ve Türk halklarının siyasal ittifakı, bu “akıl tutulmasıyla” önemli ölçüde engellenmiştir.
Yaşadığımız günlerde egemen zümreler arası çatışmanın bilinçleri karartan kara propagandasında bazı önemli kırılmalar yaşanmaktadır. Hava ve kara harekâtının dramatik bir biçimde sonuçlanması şovenizm bariyerini zayıflatacaktır. Ulusalcılar ve siyasal İslam arasındaki laiklik üzerine çatışma, ekonomik krizin yükseldiği ve yoksulluğun tepe noktalarına tırmandığı günümüzde etki ve anlamını kaybetmektedir. Laiklik karın doyurmuyor, öte yandan “türban özgürlüğü” en yaşamsal haklarını kaybeden geniş çalışan kitleler için bayağı bir politik oyun olarak algılanmaya başlanıyor. Tutulan aklilar ve ruhlar son gelişmelerle kendi gerçek problemlerini dile getirmekte daha cesaretli olabiliyor. Düzenin yıllardır kullana geldiği politik araçlar: bir yandan şovenizm, laiklik öte yandan siyasal İslam'ın mağdur rolü oynaması ve “türban özgürlüğü” son gelişmelerle artık kesin bir yıpranma ve tıkanma noktasına gelmiştir. Egemen siyaset, güç merkezlerinin de aktif olarak sürece dâhil olmasıyla yeniden şekillendirilecektir. Yeni dönemin diğer temel özelliği de budur. Bu yeniden şekillenme sürecinde, bugüne kadar bilinçleri katılaştıran saflaşmalar ve öne çıkartılan hedeflerde kaçınılmaz kaymalar ve çarpılmalar yaşanacaktır. “Bölücü- lük”-“tek vatan, tek devlet” ve “laiklik”-“irtica” eksenlerinde gerilen poli-
yol
tik o rtam d a , egemen siyasetin yeniden şekillenme sürecinde olayın doğası gereği bir karmaşa kaçınılmazdır. Yirmi yıla yakındır “akıl tutulmasr’yla donuklaşan bilinçlerin a- çilıp, biraz özgürleşmesi için yaşanacak bu “karmaşa” tarihsel bir rol oynayabilir. Zorlu karmaşık bir sürece giriliyor. Yeniden kıpırdanan halk hareketi için riskler ve fırsatların at başı gideceği bir dönemin eşiğindeyiz.
Düzen İçi Gerilinılerin Yarattığı
Taktik Kuşatma
Özellikle 90’lı yıllar sonrası dünya ve Türkiye’deki önemli değişimlerin kavranması ve bu koşullara uygun strateji ve taktik geliştirilmesi geciktikçe, kaçınılmaz bir sonuç olarak Türkiye Devrimci Hareketi kendini tekrara dönüşen eylemlerle kısırlaşmaya başladı. Konumuz pratik mücadele olduğu için bunun taktik mücadele alanındaki somut etkilerini ele alacağız. Bu konuda sınırları çok keskin olmasa da taktik zeminin yitirilmesiyle sonuçlanan üç aşamadan söz etmek mümkündür.
90’iı yılların sonundaki ölüm oruçları, Devrimci Hareketin siyasal gündemi etkileyen son taktiği oldu. Gündemi etkilemesine rağmen bu taktik aslında aynı zamanda Devrimci Hareketin taktik kısırlaşmasının da bir dışa vuruşuydu. Daha önceleri yeterince etkin olmasa da “Kürt Hareketi’yle ittifak”, “toplumsal çürümeye karşı taktikler”, “halk meclisleri” ve 1 Mayıs 1996’da işçi hareketinden ve varoşlardan taşan öfkenin meydanlara yansıması taktik kısırlaşmaya gelmeden politik gündemde etki yaratan mücadele biçimleri oldu. Fakat 90’larm sonu ve iki binlerin başı taktik kısırlaşmanın bütün işaretlerini veriyordu. Son ölüm oruçları bunun en sancılı ilanı oldu.
Bu birinci aşamadan sonra Devrimci Ha
reketin kendi gündemini kaybetmesi geldi. Taktikler neredeyse belli takvimlerde eylemliliklere geriledi. Umutsuzluk ve yılgınlık yaratan kendini tekrarların sembolü sık yapılan ancak bir anlam ifade etmeyen toplu “basın açıklamaları” oldu.
Gündem kaybının hemen arkasından düzenin taktik kuşatması geldi. Düzen içi ulusalcılar ve siyasal İslam gerilimi her yöne yayılmaya başladı. İş sadece bu kadarla kalsa fazla sorun olmayabilirdi. Ancak sol içinde ulusalcı etki gittikçe güçlenmeye başladı. Perinçek ve partisi tarihsel geleneğiyle zaten bilinen bir olguydu. Fakat ulusalcılık sadece İşçi Partisi ile sınırlı kalmadı, çeşitli tonlarda devrimci hareket içinde yaygınlaştı. Bugün artık Kürt sorunu ve siyasal İslam’a tavır konularında “ulusalcılar’Ta büyük paralellikler taşıyan bir “ulusal sol” hareket vardır. Bu siyasal yapılar, taktiklerinin ana doğrultusuyla Kemalist-ulusalcı stratejinin doğrudan veya dolaylı zemininde davranıyorlar. Taktik hatları düzen içi gerilimin dışına çıkamıyor. Siyasal İslam’ı “destekleyen” nasıl bir liberal-aydın hareketi varsa, “ulusalcı strateji”ye paralel giden bir “sol hareket” de vardır. Bunun elbette i- deolojik temelleri vardır. Düzen içi egemen zümrelerin gerilim hattından üreyen bir taktik zeminle sınırlı kalan bu siyasal eğilimler sonuç olarak düzenin taktik kuşatmasının i- çindedirier. Bu niyet ve isteklerden öteye böyledir.
Sonuç olarak, Devrimci Hareketin taktik kısırlaşmayla başlayan hikâyesi, kendi gündemini kaybetmesi ve düzenin taktik kuşatmasıyla sonuçlanmıştır. Son büyük moral veren 1 Mayıs eylemleri bile bu gölgeyi taşımıştır. Bu tür kuşatmalar Devrimci Hareketin başına ilk kez gelmiyor. Tarihimizde benzer örnekler vardır.
27 Mayıs öncesi gelişen öğrenci olayları,
d ü ze n iç i g e r ilim in had safhaya çıktığı ortamda hız aldı. Menderes ve DP “irticayı” temsil ediyordu. CHP’ye karşı “hürriyet” parolasıyla yola çıkan DP son günlerine doğru sendikaları kapatmaya başlamıştı. O zaman “ulusalcılar” yoktu. O günlerde CHP’nin başını çektiği eğilim “devletçi” sıfatıyla nitelendiriliyordu. 27 Mayıs cumhuriyet tarihindeki “en demokratik” anayasayı yarattığı için o dönem gençlik hareketleri bu olaydan etkilenmiştir. Yine hem kapitalizmin gelişmesi hem de yeni kanunların açtığı yoldan, işçi hareketi yavaş yavaş kıpırdamaya başlamıştı. Tarihin bir alayı gibi 1961’de Tiirk-İş’in Saraçhane’deki ilk büyük eylemi “komünizmi tel’in (lanetleme)” mitingi oldu.
1965’ler sonrası dünya olaylarının da etkisiyle Devrimci Hareket sırf egemen zümreler arasındaki gerilim alanından çıkıp sosyalizme yöneldi. Ancak o zaman bile a- ğır basan yönü “anti-emperyalist” ve “ulusal kurtuluşçu”ydu. Dünyada bir sosyalist sistemin var olduğu ve ulusal kurtuluş savaşlarının canlı olarak devam ettiği bir dönemde bu etkilenmeler doğaldı. Hiçbir siyasal hareket henüz doğum aşamasında i- ken eskiyle bir “göbek bağı” olmadan dünyaya gelememiştir. 12 Mart faşizminden sonra hızla güçlenen Devrimci Hareket hem halk içinde yaygın bağlar kurmaya ve hem de sancılı yollardan da olsa Kemalizm’den ve ulusal kurtuluşçuluktan kopuşmaya başlamıştı. Fakat düzen bu kopuşmanm bedelini hemen ağır bir biçimde ödetme yoluna çıkmıştır. Böyle bir nitelik sıçramasının eşiğinde düzen, Devrimci Hareketin üzerine örgütlü sivil faşist milisleri sürdü. 12 Eylül faşist darbesine kadar devrimci mücadele taktik olarak neredeyse faşist çetelerle çatışma alanına sıkıştırıldı. Bu sıkışmadan çıkış için son moment hareketin zirveye tırman
.... Politik Tutumumuz ve Örgütsel Hedeflerimiz
dığı 1977 vüiydı. Bu gerçek leşti ri lem ey in - ce hemen tüm devrimci yapılar bu zaman a- ralığmda (1978-79) bölündü ve krize girdi. Bu sürecin hemen ardından 12 Eylül faşizminin gelmesi ve darbeye karşı hemen hiçbir direncin ortaya çıkmaması rastlantı değildir. Taktik kuşatmayla yorulan devrimci hareket darbe ile ezildi.
Bugünkü tabloya baktığımızda geçmişle bazı kaba benzerlikler görülebilir. Ancak bu benzerlikler tümüyle yüzeyseldir. Egemen zümreler arasındaki gerilim, eskinin tipik izlerini taşısa da -“laiklik-irtica çatışması”- duruş noktaları oldukça farklılaşmıştır. İslâmî köken taşıyan AKP neo-liberal politikaların yürütücüsüdür. Onun karşısında artık maddi temelleri olan bir “devletçi” çizgi yoktur. “Ulusalcılar” AB ve ABD’nin bazı taleplerine direnç göstererek eriyen devletçiliğin imtiyazlarını korumaya çalışıyorlar.
Öte yandan, devrimci hareket ne 1960’h yıllardaki gibi dünyadaki gelişmelerden de etkilenerek bir doğuş dönemindedir ne de 1970Ti yıllar sonrası yaygınlaşmasının bir bedeli olarak düzen tarafından faşist saldırılarla yapıldığı gibi kuşatma, yorma ve ezme taktiği altındadır. 1980 sonrası düzen süreklileştirdiği baskısıyla sol hareketi başlıca iki yöne sürmeye çalıştı. 12 Eylül’ün hemen sonrasında radikal kökenlerinden koparmak ve solu liberalleştirmek, düzenin sol üzerindeki operasyonlarında esas tercihi oldu. Ancak 1990’h yılların sonlarına doğru bu operasyona ulusal bir sol yaratma tercihi de ilave edildi. Böylece solun hem Kürt Hareketi ile bağı engellenecekti, hem de siyasal İslam’a karşı bu zeminde bir sol, düzenin iç dengeleri açısından kabul edilebilirdi.
Bugün en genel anlamda sol siyasal zemin açısından oldukça ilginç bir moment yaşanıyor. 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde sol öylesine ezildi ki, bugün “yumuşak” an-
vol
t
I Í :1iÉfyrw® -iti«■ ;i
lamda bile solun düzen içinde bir savu- nucusu-takipçisi yoktur. 1974 yıllarındaki, “Karaoğlan” olarak simgeleşen Ecevit’in liderliğindeki CHP ölçüsünde bir sol duruşu, bugün onun sözde mirasçısı üç partinin her hangi birinden beklemek ölü gözünden yaş beklemeye eşdeğerdir. Aynı şeyi mevcut sendika konfederasyonları için de söylemek hatalı olmaz. Öte yandan, yoksullar açısından belli ölçülerde “umut” olan AKP yıpranıyor, neoliberal politikaların etkileri yığınlar tarafından acı acı yaşanıyor. “Kömür dağıtan” AKP, sosyal sigortalar, yeni vergi kanunları ve zamlarla yığınların zaten boş olan ceplerine elini atmaya başlamıştır. Bu gerçekler sol bir politika i- çin genel bir zemin hazırlamaktadır. Ancak bunun bugün düzen içinden de dışından da bir “sahibi” yoktur. CHP’nin yolu tıkaması nereye kadar etkili olabilir? Genel politik gidişte sola doğru bir kayma ve açılım olabilir mi? Düzen egemenleri arasındaki iç gerilim, doğrudan veya dolaylı yollardan bu açılımın sınırlarını çizmeye çoktan soyunmuştur: AKP iktidarına karşı, “laik” ve Kürt Hareketi’nden uzak duran ve hatta “düşman” bir sol!
Dün 60’lı yılların hemen öncesi ve sonrasında yaşandığı gibi devrimci hareketin düzen içi gerilimlerin etki alanında kalmasıyla, bugünkü gerilimlerin etkisi altına girmesi a- rasında büyük bir fark vardır. Dün yeni doğan hareket, hem Türkiye’de sınıflar savaşının yükselmesi hem de dünyadaki gelişen mücadele nedeniyle sosyalizme doğru yönelme şansı taşıdı ve bunu belli ölçülerde gerçekleştirdi. Hatta dünya ve Türkiye ölçüsünde gelişen devrimci hareketin gücü geleneksel devletçi CHP’yi bile önce “ortanın solu”na, Ecevit’le birlikte “demokratik sola” doğru adeta arkasından zorla itekledi.
Yani kendisi politik ortamın gerçeklerinden etkilenen devrimci hareket, aynı zamanda kendisi de ortamı etkileme gücünü gösterdi. Bugün, böyle bir gücü yok! Güçlü bir doğuş yaşamıyor, yıllardır yaşadığı yıpranmışlığm içinden hala çıkamamıştır. Böyle dengelerde siyasal İslam sol liberalleri etkilerken, ulusalcılar da kendi uzantıları olarak bir ulusal sol alan yaratmışlardır.
Bu etkilenmelerin anlamı ne olabilir? Neden tarihimizden gerekli dersler çıkartı lam ı- yor? Ders çıkartmak sırf “akıl” işi olsa çok kolay olurdu. Olaya böyle bakılamayacağı açıktır. Son yirmi yılda devrim bilincinde ve moral değerlerde oluşan büyük erozyon sorunun en genel cevabıdır. Elbette her siyasi eğilimin kendi tarihinden gelen “miras” da vardır. Ancak esas nedeni, bütün bunların yanında, düzenin yarattığı kuşatmanın etkilerinde aramak gerekiyor. Bir yandan şovenizmin öte yandan siyasal İslam'ın kitlelerle ilişki kurmakta yarattığı tıkanma, “ulusal sol” tarafından tek yönlü aşılmaya çalışılıyor. Her zaman olduğu gibi yine sol aynı zeminde birbiriyle yarışa giriyor, siyasal İslam’dan etkilenen geniş kitleleri onlara bırakarak! Bu taktik yöneliş solu fazla büyütmez, “laik” kitleler içinde çeşitli siyasetlerin güç dağılım tablosunu değiştirebilir. Ecevit, 70’li yılların ortalarında geleneksel “sağ oyların” sınırlarını “toprak işleyenin su kulla-
J D
Politik Tutumumuz ve Örgütsel Hedeflerimiz
nandır!” diyebildiği için aşabildi. Ancak bu dediğine kendisi de pişman olduğu için çok dramatik bir biçimde eriyip gitti. Devrimci hareket ise “stratejik” tercihlerinin yanında kitlelerin somut sorunlarıyla buluşabildiği ölçüde büyüdü. Bu noktada düzenin büyük taktik kuşatması işlemeye başladı, yıpranma ve yorulmanın olgunlaştığı noktada 12 Eylül vurdu.
Bugün genel olarak sol hareket bir yükseliş içinde değildir. Buna karşılık düzen içi gerilimin açık bir kuşatması altındadır. Bir yükselme olasılığım bu gerilim hattının içinde kalarak sağlayamaz. Böyle bir yöneliş e- ninde sonunda bu kutuplaşmanın gerçek sahiplerinin değirmenine su taşır. Neolibe- ralizmin üzerine iyice yapıştığı siyasal İslam’a ve “laiklik” çığlığından öteye gidemeyen “ulusalcı stratejiye” karşı, bunların ufkunu aşan bir taktik zemini inşa etmek gerekiyor:
Neoliberalizmin ve AB uygulamalarının görünüşte bazı yanılgılar yaratsa da çalışanların aleyhine olduğu,
Siyasal İslam’ın insanların dini- moral değerlerini görünüşte öne çıkartmasının ne “özgürlük” ne de “yoksulların korunması” anlamına geldiği,
Ulusalcıların “anti-Amerikancılığının” ve “Bağımsız Türkiye” söylemlerinin halkların iktidarı olmadan boş bir paroladan öteye gidemeyeceği, ö- zellikle bugünün dünyasında böyle olduğu,
Laiklik tartışmalarının bir prensip tartışması değil, egemen zümreler arasında bilek güreşinden öteye anlamı olmadığı deşifre edilmelidir.
“Ulusalcı strateji” savunucularının açıklamalarında sık sık “ilti
caya karşı” bir “toplumsal harekef’in yaratılmasından söz edildiği biliniyor. Cumhuriyet mitingleri bu kapsamda eylemlerdi. Yakın gelecekte yine bu kapsamda bir öğrenci hareketi yaratılmaya çalışılabilir. Yaklaşan dönemde kitlelerin tepki ve öfkelerini uygun taktik ve parolalarla bu iki kutbun dışına taşımak gerekiyor.
Çalışanların örgütlenme haklarının çok sınırlı olduğu, özgürlüklerin mevcut anayasanın ünlü “ama”ları arasında kaybolup gittiği; Kürt Halkının en meşru taleplerinin hala şiddetle reddedildiği; işsizliğin, hatta artık açlığın dayanılmaz noktalara tırmandığı; bunların bir sonucu tüm insani değerlerin aşınıp toplumsal çürümenin, yozlaşmanın kol gezdiği bir toplumda, kitlelerin tüm bu sorunlara sahip çıktığı bir kanal yaratılmalıdır.
Kısa vadeli yönelimimiz
ne olmalı?
Hareketimiz zorlu bir süreçten geçiyor. Krizin yarattığı tempo kaybı ve “yorgunluk” hala atılabilmiş değil. Uzun süredir aynı a- lanlarda ve hemen hemen aynı kişilerle sınırlı kalan ilişki ağı hızla genişletilmelidir. Yeni ilişkilere ulaşmak, güç biriktirmek, a- tılması gereken acil ve en öndeki adımdır. Bir siyasal hareketin yeni ilişkilere genişle-
yol
mesi onun aslında en doğal yönelişidir. Ancak öyle dönemler yaşanabilir ki, ilişkilerde daralma ve bozulmalar harekette sürekli kendini tekrarlayan sorunlar üreten bir ortam yaratır. Böyle zamanlarda yeni ilişkilere açılmak, hareketin genel ortamım hızla taze güçlerle beslemek, çok özel bir anlam taşır. Böyle bir dönemden geçiliyor ve bu görevin üstesinden gelmek için yeni ilişkilere kararlı bir enerjiyle açılmak gerekiyor. Her yeni ilişki, hem harekete güç verecek, hem de hareketin sorunlarına başka açılardan bakma fırsatı yaratacaktır. Hareketimizin 1 Mayıs’taki enerji, coşku ve cesareti yeni bir genişleme için temelin olduğunu, ancak bu görevin kendiliğinden, her günkü alışkanlıklarla değil, özel olarak bilince çıkartılıp, vurguların bu noktaya yığılarak yapılmasını gerektiriyor.
Hareketimizi de içine alan Devrimci Hareketteki taktik kısırlaşmadan söz ettik. Devrimler mücadelesi deneylerinin gösterdiği gibi, taktikler, hele gündelik taktikler, bir kaç kişinin “düşünüp” bulmasıyla ortaya çıkmamış, genellikle yığın ilişkilerinin i- çinden çıkıp gelmiştir. Farklı halk kesimlerinin gündelik yaşama tepkileri iyi algılandığında, bunun içinden yaratıcı taktik üretmek mümkündür. Ancak bunun için ilişki ağı büyütülmek ve onlardan gelen tepkilerinden yaratılan taktiklerle bu ilişki ağı daha üst siyasal bir seviyede şekillendiril- melidir.
İlişki ağının genişletilmesinde gençlik i- lişkilerine öncelik verilmelidir. Eylül sonrası dönem genç kuşakları apolitikleştirmek için büyük gayret gösterdi. Bunu belli ölçülerde de başardı! Ancak tarih bilincini tü
müyle silmek mümkün değildir. Ayrıca bir toplumda sorunlar büyüyor ve gerilimler birikiyorsa gençlik bunları en erken açığa vuran toplumsal bir kesimdir. Yavaş yavaş kendini ortaya koyan işaretler, gençlikteki apolitikleşmenin yerini yeni bir politikleşmeye bırakmaya başladığını gösteriyor.
Öte yandan, ilişki ağının genişletilmesinde kıpırdanan işçi hareketi de yeni olanaklar ortaya koyuyor. 1 Mayıs’a kadar biriken o- laylar ve 1 Mayıs, hükümetin ilk iktidar döneminde yarattığı “umutların” kitlelerin katında tükenmekte olduğunun çok açık kanıtıdır.
Sonuç olarak, yeni bir döneme giriliyor. Bir yandan dini değerleri de öne çıkartarak “yoksulların umudu” rolünü oynayan iktidar bu konuda bugüne kadarla iktidarların kuralım bozmayarak geniş kitleleri hayal kırıklığına uğratırken; öte yandan düzen içi gerilim egemen siyasete yeni bir şekil vermek için tırmanmaktadır. Devrimci Hareket önemli bir konaktadır. Düzen, iktidar partisinden kopan yığınları yeni gerilim kutuplarına yönlendirmek için çoktan yola koyulmuştur. Bu kritik politik kopma, değişim ve yeni “umut” arayışları sürecinde Hareketimiz büyük bir hızla yeni ilişki ağları yaratmalı ve aynı zamanda bunun vereceği enerjiyle taktik yaratıcılığını güçlendirmeli- dir.
Gelecek günler hareketimiz açısından ö- nemli riskler ve büyük fırsatlar barındırıyor. Tazelenmiş umutlarla ve gençliğin enerjisiyle devrim ve sosyalizm mücadelesinin bağımsız hattını yaratacağız.
- D
Ekonomik Kriz ve Politik Durum
İ ki gelişme politik gündemin ön sıralarına tırmandı: Kürt sorunu ve Erge- nekon davası. Yakın dönemde siyasal
ortama damgasını vuran irtica laiklik veya siyasal İslam ulusalcılık gerilimi son gelişmelerin arkasında artık bir sahne dekoru gibi duruyor.
Ergenekon davasından ‘demokrasi’ bekleyenlere fazla söylenecek bir söz yok. Bu davanın yarattığı gürültü ile yaratacağı sonuçlar dağın fare doğurmasından öteye olmayacaktır. Halkların, çalışanların sözünün olmadığı bir düzende bir dava ile demokrasi gelmez. Ancak davanın medyada sürekli yer alacağı farklı yorumlara uğrayacağı açık. Davanın sınırları hükümet ile genelkurmay arasındaki ‘uzlaşmayla’ baştan çizilmiştir. Bakalım davanın seyri sırasında bu sınırlar aşılabilecek mi?
Kürt sorununda yaşanan son gelişmeler artık sorunun ‘askeri önlemlerle’ çözümlenemeyeceğinin en çarpıcı kanıtı olmuştur. Ancak ufukta ‘siyasal çözüm’ yönünde bir gelişme görünmüyor. Ankara’nın Irak Kürt Federe yönetimiyle daha kapsamlı ilişkiler kurmaya razı olması bu yönde gelişmelere yol'açar mı sorusu akla gelebilir. Bu olasılık çok zayıf görünüyor. Bu görüşmelerde Ankara’nın başlıca amacı Irak’ın kuzeyinde PKK’nin varlığım sona erdirmektir. Bu hedefe ulaşılamazsa, bu durum Kürt sorununda yeni bir aşamaya denk düşecektir. O zaman
li ardeşük
— --- __JAnkara’nın beklentilerinin büyük bölümü tükenmiş olacaktır. Bu noktadan bakıldığında Kürt sorunu aynı zamanda bir bölge sorunudur. Bugün bölgede en fazla söz sahibi ise Amerika’dır.
Türkiye’nin Washington ile en büyük sorunu bölgede soyunacağı rolde odaklaşıyor. ABD Türkiye’yi bölge stratejisine çekmek i- çin uzun zamandır Ankara üzerinde baskı yapıyor. Bu baskılar henüz bir sonuca ulaşmış değildir. Washington ve Ankara arasındaki ilişkide yeni bir zorluk Kafkaslarda yaşanmıştır. ABD, Gürcistan üzerinden bölgeye bir müdahaleyi denedi, ancak Rusya’nın tepkisi oldukça sert oldu. Dünyada enerji sorunu devam ettikçe, Ortadoğu ve Kafkaslar sıcak bölge olarak kalmaya devam edecektir.
Bu sorunların hepsinin üzerine şimdi bir kâbus gibi dünya ekonomik krizi çökmüştür. Bu kriz sıradan bir borsa krizi olmadığı için
UO
yol
dünyadaki her şeyi etkileyecektir. ABD’nin dünya güç dengelerindeki yeri, uygulanan e- konomi politikalar, AB’nin durumu ve Ba- tı’îı merkezlerle üçüncü dünya ülkelerinin ilişkisi bu krizden etkilenecektir. Bu etkinin en şiddetli yaşanacağı ülkelerden birisi de Türkiye olacaktır. Tıpkı Amerika gibi büyüle borçlarla ekonomisini döndüren Türkiye’yi, borsa balonunun şişip patlamasından öteye gerçek bir ekonomik kriz bekliyor. Hatta beklemekten öteye kriz kapıya dayanmıştır. Bu krizin başlıca üç alanda etkileri olacaktır.
İlki hiç şüphesiz siyasal alanda olacaktır. Neoliberal politikaların halkı acıtacağı dönemin gelmekte olduğunu bir süredir söylüyoruz. Erdoğan hükümeti 2001 krizi sonrası ekonomik kısmi düzelmenin üzerine kurulmuştu ve bugüne kadar bu durumun kredisini yeterince kullandı. Sağlık sistemindeki köklü değişim ve ard arda gelen zamlarla bu güzel günlerin geride kaldığının işaretleri yaşanırken beklenen dünya ekonomik krizi bütün şiddetiyle patladı.
Gelecek günler AKP hükümetinin bu krizde iyice yıpranacağı günler olacaktır. AKP’yi artık ne Ergenekon davası kurtarabilir ne de devlet imkânlarıyla kömür dağıtımı gibi uygulamalar. AKP'nin hala göz dolduran bir alternatifinin olmaması politik tabloda büyük bir belirsizlik yaratıyor olsa da, siyasal İslam’ın bu iktidar döneminin o- nun aynı zamanda yoğun yıpranma yılları o- lacağı artık kesinleşmiştir.
Düzen partilerinin durumu bir kenara, yaklaşan süreçte çalışan yığınların politika sahnesine kendi üsluplarıyla çıkmaları olasılığı artmaktadır. İşçi- lerin her an işyerinin kapsmın önüne konulma tehdidi, yoksulların toplumsal çürümeye terk edilişinin yarattığı öfke, önümüz- deki günlerde örgütlü mücadele seviyesine yükselebilir.
Ekonomik krizin etkisi ikinci olarak ekonomi politikalarında olacaktır. Neoliberal politikalar dünyada çökerken Türkiye’de uygulanabilirliği kaçınılmaz bir şekilde sorgulanacaktır, Fransa devlet başkanı Sar-
AD
Ekonomik Kriz ve Politik Durum
kozy’nin son yaptığı açıklama ilginçtir. ‘U- lusal fon oluşturup önemli sanayilerin yabancıların ellerine geçmesi engellenmelidir’ diyen Fransa devlet başkanı aslında neolibe- ralizmin sonunu resmen ilan etmiş oluyor. Öte yandan cumhurbaşkanı Giil de Körfez sermayesine Türkiye’ye yatırım yapması i- çin çağrıda bulundu. Eğer dünya ekonomik krizinin Türkiye üzerindeki etkisinin bu yoldan azaltılabileceği hayal ediliyorsa bu büyük bir yanılgı olur. Krizin ekonomide yaratacağı diğer bir sonuç ise, sanayi büyük ölçüde dışjbankalara borçlu olduğu için, kriz derinleştikçe işletmelerin el değiştirmesi o- lacaktır. Bu süreçte özellikle Anadolu kaplanları bir kez daha kediye dönebilir.
Krizin belki de en önemli etkisi bölge dengeleri üzerinde olacaktır. Krizin etkisiyle uluslararası finans kapitalin Türkiye üzerindeki pençesi daha fazla sıkılırsa, ABD politikaları karşısındaki ayak sürçmelerin sonuna gelinebilir. Bu konu elbette ABD başkanlık seçimlerinin sonucuna bağlıdır. Fakat kim başkan olursa olsun bölgede yakın dönemde ABD politikalarında köklü bir değişim olasılığı çok zayıftır. Krizin yarattığı tahribatlar sonucunda Türkiye bölgede bugüne kadar ABD politikalarına koyduğu mesafeyi koruyabilecek midir?
Sonuç olarak, yaşanan büyük kriz nedeniyle dünya egemenlerinin konumlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldıkları bir ortamda bu konu Türkiye egemenleri i- çin fazlasıyla geçerli olacaktır. Dünyada ve elbette bölgede yaşanacak önemli güç kaymaları Türkiye iç politikasına doğrudan yansıyacaktır. Yakın dönemde yaşanan siyasal İslam ve ulusalcılar arasındaki gerilim daha fazla mı derinleşecek, yoksa farklı boyutlara mı girecek bunu krizin derinliği belirleyecektir. Egemen zümreler pozisyonlarını ye
niden konu mİ andırmaya çalışacaktır. Bu yeterince anlaşılır. Fakat bu tabloda çok önemli bir güç şimdilik ortada görünmüyor. Bu da krizden en derin bir şekilde etkilenecek olan çalışan kitlelerdir.
* * * * * *
AKP iktidarının bugüne kadarki dönemi bu iktidarın şanslı günleriydi. Bu dönem artık kesinlikle kapanıyor. Çalışan kitleler ve yoksullar bu iktidara belli ölçüde umutla baktılar. Sadece onlar değil, liberal aydınlar da AKP’nin demokratikleşmede önemli bir şans olacağını sürekli savundular. Artık krizin yerinden oynatacağı taşların yeniden di- zileceği bir döneme giriliyor. Bu noktada işçi sınıfı ve yoksul halk kitleleri boşa çıkan u- mutlannı politik bir davranışa yükseltme yoluna çıkmalıdırlar. Yersiz beklentilerin ve hatta bu iktidarın oldukça iyi uyguladığı sadaka dağıtımının sonuna gelindi. Politik ortamın son beş yılma güçlü bir şekilde damgasını vuran siyasal İslam ve ulusalcı geriliminde bir tarafa yaslanmak işçiler ve yoksul halk kitleleri için hiçbir gelecek vaat etmiyor. Ya sadaka kültürü ile çürütülmek veya şovenizmin esiri olmak alın yazısı değildir.
Egemen zümreler kriz içinde telaşla kendilerini kurtarmaya çalışırken bunu kaçınılmaz bir şekilde çalışan kitlelerin ceplerine ellerini atarak yapıyorlar. Bu hep böyle olmuştur. Bir kere daha aynı yoldan yürümek zorunda değiliz. Ne siyasal İslam'ın sadakası, ne de ulusalcılığın insanlık dışı şovenizmi çalışan kitlelere bir gelecek vaat ediyor. Çalışan kitlelerin ve yoksulların bu saflaşma dışında üçüncü bir politik cephede saf tutması ve örgütlü mücadelesini yükseltmesi tek doğru yoldur.
Ergenekon ve SolAslında Ne Tartışıldı
Ergenekon davasının ne olup olmadığı ile ilgili değerlendirmelerimizi daha önce yapmaya çalıştık.
Operasyonun, ABD aracılığıyla gerçekleşen AKP-Ordu ittifakının ürünü, Avrasyacı ekibin -ki 2001 Newroz’u ve özellikle de 1- rak’ın işgali sonrasında oldukça aktif bir rol oynamıştı- tasfiye edilmesi amacına dönük olduğunu ve sadece bununla sınırlı olduğunu -derin bir temizlenme söz konusu olmadığını- tespit etmiştik. Davanın ilk günlerinden bugüne yaşanan gelişmeler yeni bir. tespiti gerektirmiyor.
Şu kadarını söylemekle yetinelim biz, solun bu davanın taraflarından biri olabileceğini, mesela eğer gerçekten derin devletle hesaplaşma yaşanacaksa bunun.ancak sol ve Kürt hareketi davaya müdahil olursa gerçekleşebileceğini söylüyoruz. Şu ana kadar pek böylesi bir tutum geliştirilemedi. Bunda “AKP’nin maşası olmayalım” tereddütleri de rol oynadı ama -ki aslında operasyonda AKP’ye temel özne rolü biçmek gibi bir o- kuma hatasından kaynaklı da bir göriiştür- solun meseleye etkin bir biçimde müdahale edememesi ideolojik ketumluğundan ziyade örgütsüzlüğünden ve mecalsizliğinden kaynaklandı. Özellikle Alevi kesimlerin en azından bir kısmının da süreci “AKP’nin laiklere saldırısı” olarak okumuş olması, bu zayıflığın etkenlerinden biri olması da ihtimaldir.
............ •M. Sinan
Fakat solun meseleye olumlu ya da olumsuz kapsamlı ve eylemli bir müdahale gerçekleş- tiremeyişi büyük oranda kendi zayıflığından- dır.
Ama durum pek böyle okunamayınca, bu sefer liberal ve sosyalist kesimler arasında çok enteresan bir başka tartışma yaşandı. Solu neredeyse salt “Hatırla Sevgili” çerçevesinde biliyor ve algılıyor gibi görünen bu kesimler, sosyalistleri Deniz’lerden beri darbeci olmakla, bu sebepten gönüllerini Erge- nekon’a yatırmakla suçladılar. Bu ülkede 12 Mart ve 12 Eylül gibi en vahşi iki askeri müdahalenin doğrudan kurbanı olan sosyalist hareket, darbecilere sempati duyuyormuş gibi gösterilmeye çalışıldı. Solun ne kadar milliyetçi, ilkel olduğuna dair daha önceleri genelde egemen medya tarafından yaratılmaya çalışılan imge bu şekilde, bu sefer de liberaller tarafından üretilmeye çalışıldı. Bir kesim, özellikle üniversite gençliğinin bir bölümü üzerinde etki göstermiş olabilir.
Bizce işin bu seviyede bir hesaplaşmaya dönüşmüş olması oldukça ilginçtir. Çünkü bir süre sonra artık Ergenekon çetesiyle ilgili haberlerin adım adım ortadan kalktığı dönemde dahi solun Ergenekon üzerinden eleştirisi hummalı bir şekilde devam etmekteydi. Ergenekon operasyonu bir süre sonra sosyalistlere dönük bir operasyona evrildi.
*D
.... Ergenekon ve Sol: Aslında Ne Tartışıldı
Bu operasyonun psikolojik sebepleri üzerinde durulabilir. Yıllardır sol tarafından sivil toplumcu, uzlaşmacı, AB’ci, pasif, etkisiz, eylemsiz olmakla eleştirilen kesimler bir anda kendilerini operasyonu gerçekleşti- renlerle özdeşleştirip solu atalet halinde olmakla, Ergenekon’u gizli bir tasvip içinde olmakla eleştirir hale geçtiler. Etkin özne olma ruh hali, biraz da yıllardır cevaplanama- yan eleştirilerin hesabını sorma arzusu ile birleşüıce gerçek bir furya yarattı. Bu son dönemde “Ergenekon ve sol” yazısı yazmamış bir solcu ya da liberal kalmamıştır herhalde. Liberaller böylece aslında kendilerini gerçek “devrimci” gibi kodlayan bir dili ü- retebildiler. Bu arada gerçek öznenin kim olduğu artık önemini yitirmişti.
Liberal eleştirilerin en yoğun şeklide ÖDP’nin bir kanadına yapılmış olması da altı çizilmesi gereken bir durum. Ufukçular-O- ğuzhancılar bölünmesinde Ufuk Uras’ın söz konusu liberal kesimlerle daha içten ve gerçek bir bağı olduğu biliniyor. A. İnsel gibi kimi liberal sol yazarlar, seçimler sonrasında Derin ÖDP’den bahseden yazılar yazarak O- ğuzhan Müftüoğlu’nun temsil ettiği Dev- YoLcuları oldukça öfkelendirmişti. Dünyanın en kötü manşetlerini bulma şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Birgiin gazetesinin artık meşhur diyebileceğimiz “Yesinler birbirlerini” başlığı da liberallere oldukça iyi bir malzeme sununca eleştiriler yağmur oldu yağdı. Bu eleştirileri de ÖDP’nin pozisyonundaki kaymaya dayalı tepkilerin önemli bir etken olduğu belirtilebilir. 1996’larda ÖDP, tam bir sol reformasyonu çağrıştıran, liberallere de oldukça sıcak gelen bir duruşa sahipti. Geleneksel solla arasına duvarlar örmeye çalışmaktaydı. Solu liberalleştirme misyonunu üstlenmiş görünüyordu. Oysa bugün durum oldukça farklı. 2007 seçimlerinde Ufuk Uras’ın çıkışını “solun AKP’si
yaratılmak isteniyor” diye değerlendiren DY kesimi -büyük oranda DTP ile aynı kare i- çinde görülmekten kaynaklı bir rahatsızlığın sonucu olarak yapılan bu değerlendirmenin her şeye rağmen %100 yanlış olduğu da söylenemez- kendini hızla geleneksel sol bir söyleme doğru çekti. Bu durumun kendisi liberaller açısından bir kayıp olarak okunmuş olmalıdır. Dolayısıyla liberallerin tartışmalarında soldan kastettik- leri, genelde bu DY olmuştur. Bu kesimin -DY- Kürt hareketi ile arasına mesafe koymaya gayret ederken, daha işçici ve AKP’nin günahlarını devletin günahlarından büyük gören bir dil geliştirdiğini düşünürsek, liberal eleştirilerin kimi doğrulan içerdiğini varsayabiliriz. Fakat hedef göstermeksizin, solun tümüne yönelik eleştirilerin, zaten çok ciddi ideolojik, politik, örgütsel sıkıntılar içinde olan sosyalist hareketi, sivil toplumculuğa ikna etmek amacı güttüğünü görmemek ciddi bir eksiklik olur.
Aslında liberallerle aramızdaki tüm tartışma şu noktada kilitlendi? Ergenekon’u, derin devleti tasfiye etmek için AKP ile ittifak yapılabilir miydi yoksa solun, ezilenlerin temsilcisi olarak kendi sesini üretmesi bir zorunluluk muydu? Liberallerin yazılarında solu bir şey yapmamakla eleştirmeleri aslında büyük oranda AKP’yi açıkça desteklememek, sürece var olduğu biçimiyle katılmaktan imtina etmek tavırlarından kaynak- lıydı. Çok açık bir şekilde itilmek istediğimiz nokta Ergenekon’u AKP’nin - ve Ahmet Altan’m- anlamamızı istediği gibi anlamamız ve “temiz devlet”i yaratma mücadelesinde AKP'ye destek verme duruşuydu. Bu tutum AKP'nin solculara ve laikliğe karşı bir şey yapmadığı konusunda halkın mütereddit kesimlerine de -özellikle Alevilere- verilmiş genel bir mesaj üretecekti.
Oral Çalışlar, solun kendi dilini, platfor-
yol
munu yaratma projesinin olmayacak duaya âmin demekten başka bir şey olmayacağım ifade ettiği röportajında, AKP’nin demokrasi cephesinin hegemon gücü olarak görülmesi gerektiğini açıkça beyan etti. Tarafın olağanüstü iddialı “ 1923’te kuruldu 2008’de temizleniyor” başlığı da bu fikriyatı örme peşindeydi.
Sosyalist hareket, bir fikir hareketi, iktidarı hedeflemeyen bir kolektif akıl olarak davranıp AKP’ye el vermeli miydi? İşte tam da böylesi bir kavrayışla AKP’yle girilebilecek bir rezonans- AB meselesinde de benzer bir tuzak söz konusuydu, ÖDP o dönem bütünüyle AB makinesine kolunu kaptırmış görünüyordu, hangi ÖDPTiyle konuşsak aslında AB’nin o kadar da kötü olmadığına dair edebiyat dinliyorduk- ideolojik tasfiyeye ve solun kendisini gerçek, anlamda gerek- sizleştirmesiyle sonuçlanacak bir duruma yol açardı. Zaten örgütlü hayatın dışında, kendini “akıl” üreterek sosyal hayatı düzenleyebilme pozisyonunda gören ağabeylerimizin bu yola sapması şaşırtıcı olmasa gerektir. - B.Oran’ın seçimlerden bu yanaki politik a- çılımı, beni de “keşke destekleseydık”den “iyi ki desteklemedik” noktasına getirdi. Hele ki “Marksizm’de emperyalizm yok, AB devlet değil ki nasıl emperyalist olsun” değerlendirmeleri gereksiz bir özgüvenin insanı orijinal olma hevesiyle nerelere sürükleyebileceğinin içler acısı örnekleri ol- du.-
AKP’nin süreçteki pozisyonunun yanlış okunması üzerinden bir tartışma yapıldığını yeniden vurgulamak gerekiyor. Ki bahsedildiği gibi AKP köklü bir temizliğe kalkışmış, demokrasi mücadelesi vermeyi göze almış, Kürt sorununda demokratik çözüme meyletmiş olsa bile kendi zeminimizi oluşturmadan
girilecek böylesi bir rezonans yıkıcı sonuçlar yaratırdı. Sorun bugün solun net, bilinir, toplumda karşılığı olan bir programa sahip bulunmayışıdır. Buhatyaratılamadan, bağımsız çizgiyi yaratmak hassasiyeti komnmazsa yıkıcı sonuçlar ortaya çıkar, derinleşir.
Fakat bir apolitik tutumdan da bahsetmeden geçmemek lazım. Politik arenada ana istasyonlar iyi kötü var olduğundan (liberaller, AKP, ulusalcılar vs.) sol, bir taktik açılım geliştirdiğinde sürekli bir “kimin etki alanına düşeceğiz?” korkusu yaşamaktan siyaset yapamaz hale gelmektedir zaman zaman. Kendi taktik hedeflerini netleştirdikten, kendi yapmak istediklerini belirgin ve bilinir hale getirdikten sonra kimi alanlarda birilerininkine yakın bir pozisyona düşmek bizi ürkütmemeli. Hayat, böylesi zorlukların, karışıklıkların sayesinde hayat olabiliyor. Hiçbir politik tutum geliştiremeyen, her söylediği sözü orijinal kılmak adına sürekli kılı kırk yaran ve bir sürü de gereksiz söz daha eden, bu arada bütün momentleri kaçıran bir solun cazibe merkezi olabilmesi imkânsızdır.
Önümüzdeki dönemde solun temel görevinin ezilenlerin ortak mücadele programını ve platformunu yaratmak olduğunu düşünenlerin önünde uzun ve zorlu bir yol var. Şu anda dışarıdan çok ütopyacı konumda görünüyor olabiliriz. Yaşamın her alanının parsellendiği, herkesin aslında bir yerlere örgütlenmiş olduğu bir dönemde böylesi bir zemin yaratmak mümkün müdür? Onun kesin cevabını vermek imkânsız ama bizim de bu yolda, bir saniye geri düşmeden çalışmaya devam edeceğimiz de en azından o kadar kesin.
J D
“Serbest Pazar” Tanrısı Kullarını Çarpıyor
Mehmet Yılmazer J
Geçen yıl işaretlerini veren finans krizi büyüyüp derinleşiyor. Artık krizin 1929 bunalımı ile kar
şılaştırılmasına gerek yok. Onun kadar şiddetli olduğu anlaşıldı, ancak ne ölçüde derinleşeceği henüz belli değil. Her ekonomik krizi tetikleyen bir olay vardır, ancak krizin kapsamı ve anlamı sırf o olguyla açıklanamaz. “İpotek krizi” olarak başlayan son kriz Amerika’nın en büyük “yatırım bankaları”nı yere serdi. Finans krizi artık mürekkep lekesi gibi bir yandan dünyaya yayılırken, diğer yandan “gerçek ekonomi”ye sıçrıyor.
Kriz “yatırım bankaları’Yım batışı ile başladı. Amerikan kapitalizmi bu bankalara böyle fiyakalı bir isim vererek onların gerçek yüzünü örtmüştür. Bu sözde bankalar aslında sırf spekülasyonla yaşayan mali kurululardır. Amerikalı ekonomist P. King- man bu sisteme haklı olarak “gölge bankacılık” demiştir. Piyasaya kredi verirken karşılık bulundurmak zorunda değildir bu bankalar. Amerika bu yeni sistemiyle uzun yıllar çok öğiinmüştü. Çok “esnek”, “hızla para yaratabilen” bu sistem, piyasalara sürekli yeni “ürünler” sürerek “yaratıcılığını” kanıtlamıştı. Bu batan devlerin kredi kaldıracı l ’e 26’dan l ’e 80’e kadar değişmektedir. Seksen dolarlık kredinin bankadaki karşılığı sadece bir dolardır. “Esnek” bir şekilde para yaratan bu sistem saadet günlerin
de şişmiş, ancak böyle mutlu günler sonsuza kadar devam edemeyeceği için sonunda balon patlamıştır.
Şişmenin boyutlarıyla ilgili birkaç veri tablonun dehşetini ortaya koyabilir. Dünya Gayri Safı Hâsılası yaklaşık 60 trilyon dolardır, ancak küresel ekonomideki borç miktarı 700 trilyon doları bulmuştur. Borsa uzmanı Max Keiser bu durumu şöyle yorumluyor: “Kuşaklardır borç alınan para ile yaşamış olan İngiltere ve Amerika için bu kriz bir kıyamet günü senaryosudur.” (Max Keiser, Al Cazira Web, 15.09.08) Anglo-Sakson kapitalizmi (İngiltere ve Amerika), neolibe- ralizmi dünyaya dayatan iki temel aktördür. Üretim temelinde mevzi kaybettikçe bu ekonomiler spekülasyona kaydılar. Londra ve New York borsaları dünya parasının kabesi haline geldi. Yıllardır böyle yürününce gelinen nokta inanılmaz bir mali spekülasyon ve borç batağı olmuştur.
Öte yandan, bu borçların niteliği neolibe- ralizmin karakterinden dolayı değişmiştir. “1980’de finans sektöründeki borç miktarı finans dışı sektördeki borçların onda biriydi, şimdi yarısı seviyesine ulaşmıştır” (The E- conomist, Wall Street’s Crisis, , Mart 19, 2008). Böylece finans sektörü gerçek ekonomi aleyhine hızla büyümüş ve sermaye kaynaklarını kendine çekmiştir.
yol
Spekülasyonun ekonomiyi nasıl sardığının bir diğer önemli kanıtı “şirket kârlarının kaynaklaradır. 1980’de Amerikan firmalarının kârlarının %10’u finans sektöründen geliyordu, 2007’de bu oran zirve yapmış %40’a çıkmıştır (The Economist,What went wrong, Mart 19,2008). ABD firmalarının kârlarının yarısına yakını mali spekülasyonlardan gelmektedir. “ 1994 ve 2000 arasında ABD’de finans sektörünün kârları ikiye katlandı. Bu yıllarda finans sektörü, şirket kârlarındaki yükselişin %75'ini meydana getirdi; bu oran 2000 ve 2003 arası daha yükselerek %80’e çıktı.” (Robert Went, The Deep Structure of the Present Moment) İki binli yıllarda kârlardaki yükselişin yüzde 80’i finans o- yunlarından gelmektedir. Üretimle uğraşmak yerine finans oyunlarındaki “yaratıcılığı” arttırmak çok daha kolay bir yol olmuştu. E- konomideki kanser tümörü son yirmi beş yılda sürekli büyümüştür.
Bu kanserleşmenin bir başka yönü de vardır. Kârların %40’nın geldiği finans sektöründe çalışanlar, tüm özel sektör çalışanlarının sadece %5’i kadardır. Bu rakam kârların nasıl gerçek üretimden ve artı-değerden koptuğunun en iyi kanıtıdır. Bu aynı zamanda Amerikan firmalarında yöneticilerin çılgın ücretlerini de açıklar. Şimdi bunlar yuttukları büyük paralarla süper lüks yaşamlarına devam ederken, ABD hâzinesi batağı vatandaşlara nasıl yükleyeceğinin hesabım yapıyor. Buna da “kurtarma operasyonları” deniyor.
Sonuç olarak, krizin ilk dalgası Amerikan “gölge bankacılığını” yani mali spekülasyon alanındaki dev kurumlan yere serdi. Krizin
“gerçek ekonomiye” sıçrayıp sıçramayacağı tartışılıyor. Bu konuda uzman ve usta spekülatör Soros “daha şiddetli dalganın yolda” olduğunu açıkladı.
ABD, 1980’de Reagan yönetimiyle birlikte neoliberal politikalara hız vermiştir. Bu politikaların ilk çarpıcı sonucu 1987’deki borsa çöküşü olmuştur. Dow Jones indeksi bir günde %22,6 düştü, bu 1914 Aralığındaki düşüşten beri en büyük düşüştü. Bu çöküşe “kara Pazartesi” dediler. Ancak bu borsa çöküşü gerçek ekonomiye sıçramadı. Neoliberal ekonomi uygulamalarının heııüz çok i- tibarlı olduğu bu süreçte başlıca iki nedenle kriz gerçek ekonomide derin bir durgunluk yaratmadan atlatıldı; sadece mali spekülasyondaki köpük havaya uçtu. İki temel nedenden birisi, Sovyetlerin çöküş sürecine girmesi ve Amerikan ekonomisine güvenin yüksek noktalarda olmasıdır. İkincisi, “yeni ekonomi”nin (informatik teknolojisi) gelişme aşamasında olmasıdır. Bu süreçte Amerika informatik sanayinde hızlı atılmalar yaptı. Sonunda kapitalizmin hastalığı aşırı yatırım ve üretimden büyük umutlar bağlanan “yeni ekonomi” de kurtulamaymca Amerikan ekonomisi 2001 ’de NASDAQ indeksinin çöküşüyle gerçek krize girdi. “Yeni ekonomi”nin ABD ekonomisine verdiği hız on yıldan biraz fazla sürdü ve bu parıltılı dönem 2001 kriziyle kapandı.
17)
“Serbest Pazar” Tanrısı Kullarını Çarpı-
Bugünkü fínans krizinden Amerikan ekonomisinin 1987'deki gibi kısa sürede çıkması mümkün görünmüyor. Neoliberal politikalar çok derinleşmiştir. Tekel kârlarının %40T fînans oyunlarından sağlanır hale gelmiştir. 1980’lerin ortalarında finans spekülasyonlarından kârlar henüz %12 seviyesindeydi. Öte yandan, özellikle 2000 yılından itibaren ABD’nin “süper güç” olmadığı her geçen gün yem bir olayla kanıtlanmaktadır. Irak savaşı Amerika’yı batağa sürüklerken, Çin ve Rusya, hatta Hindistan ve Brezilya bu dönemde gelişmiştir. Finans alandaki krizin gerçek ekonomiye yayılması kaçınılmaz görünüyor, bugünden öngörüle- meyecek olan durgunluğun ne kadar zaman süreceğidir.
Amerikan Ekonomisi, Finansa
Kaymanın Bedelini Ödüyor
Kapitalizm, kendi gelişim tarihi boyunca önemli yapısal değişimlere uğramıştır. Her yapısal değişim onun devresel krizlerinin de başkalaşmasına yol açmıştır. Klasik devresel krizler 19.yüzyılda yaşanmıştır. İlk büyük bunalımla (1873-93) krizler klasik yapısından çıkmıştır. Yaşanan krizin yapısını ve o- lası sonuçlarını görebilmek için Amerikan ekonomisinin 70’ 1 i yıllar sonrası yaşadığı değişimin niteliği ne göz atmak gerekir.
1970 derin başlarında Amerikan ekonomisinde iki önemli değişim aynı anda yaşanmaya başladı. Birisi, kapitalizmin yeni bir evresine, “informatik çağı”na giriliyordu. Kitlesel üretim yapan fabrika kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine geçiliyordu. İkincisi, Amerikan ekonomisi koşulların zorlamasıyla finansa kaymaya başlamıştı. 1973 yılı, ünlü “petrol krizi” kapitalizmin “altın çağı’Tım sonu oldu. Keynes ekonomisi uygulamaları terk edilmeye neoliberal e- konomi uygulamalarının ilk filizleri şekillenmeye başladı. Amerika’nın rakipleri, o dönemler Japonya ve Almanya, klasik liretim alanında Amerika’yı sıkıştırmaya başladılar. Sovyetler de çökecek gibi görünmüyordu. Dünya liderliği masraflı bir işti. Üstelik 11. Dünya Savaşından beri “A- merikan tipi yaşam tarzı” herkesin düşüydü. Amerika bu düşü sürdürmek zorundaydı. Bütün bu koşulların sonucu Amerika zahmetli üretimden kâr yerine daha zahmetsiz finans spekülasyonlarına yöneldi. Bütün e- konomi felsefesi hızla değişmeye başladı.
Bunu en güzel Melman anlatır: “Birkaç yıl önceye kadar, ülkenin en büyük tersanesinin genel yöneticisi gemi yapımı üzerine uzmanlaşmış uzun ve başarılı bir kariyere sahip bir mühendisti. O emekliye ayrıldıktan sonra, iş dünyasının itibarlı okullarından birisi olan Masters of Business Administration (MBAs)’dan mezun olan ardılı, parlak ekibiyle birlikte yönetime.geldi. Bu yeııi ekibin hemen hemen ilk işi yönetime ve teknik bölüme bir mektup yollamak oldu. Anahtar cümle şöyleydi: ‘Yönetime gemi yapmak i- çin gelmediğimizi herkese hatırlatmak isterim. Buraya para yapmak için geldik.’ (Seymour Melman, Profits Without Production, 1983, s.54) “îş dünyasının bu itibarlı o- kulu” MBA’lar 1960’larm sonrasından itibaren hızla yaygınlaştı. Bu okullar fi-
yol
nans’dan para kazanmanın felsefesini ve yollarım öğretiyordu. “Gemi yapmak değil, para yapmak” önemliydi! Amerikan ekonomisinin 1970’li yıllardan itibaren fı- nans oyunlarına yönelmesini bu “anahtar cümle” gerçekten çok güzel özetliyor. Amerikan ekonomisi havacılık, silah ve uydu sistemleri dışında hemen tüm alanlarda rakiplerine mevzi kaybederken; doların dünya parası olması ve elbette Amerika’nın da kapitalist sistemin amiral gemisinin kaptanı olmasının verdiği çok sağlam avantajlarla rinansa yöneliyor, üretim zahmetinden kurtularak paradan para yapmanın bütün yaratıcı yollarım bulmaya çıkıyordu. Bu çıktığı yoldan bugünlere kadar geldi.
Amerikan ekonomisinin 1,970’li yıllarda bu rota değiştirmesinin nedeni .elbette onun “öznel” tercihi olmaktan öteye bir kapsama sahiptir. Yoksa tek başına Chicago okulunun marifeti değildir. Kapitalizmin tarihine baktığımızda bunun dünya ölçüsünde kapitalist gelişmenin bir kuralı olduğu anlaşılır.
Kapitalizmin gelişim tarihinde sanayiden rinansa kaymayı önce Hollanda, sonra da İngiltere yaşamıştır. 1970’li yıllarda sıra Amerika’ya gelmişti: “Bu ikinci düşünce, belli bir kapitalist gelişmenin olgunlaşma semptomu olarak Braudel’in ‘mali (fınansal) yaygınlaşma’ nitelemesini içerir. Hollanda’nın 18. yüzyılın ortasında ‘Avrupa’nın bankeri’ olmak için ticaretten çekilmesi, böyle bir çekilme, tekrarlanan dünya sistemi eğilimidir. Aynı eğilim daha önce 15. yüzyılda, Cenova kapitalist oligarşisi ticaretten bankacılığa döndüğünde İtalya’da yaşandı. Hollanda’dan sonra, eğilim, 19. yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında, aşırı para sermaye arzı yaratan ‘sanayi devriminin harika atılımı’ sonunda İngiltere tarafından tekrarlandı.
“Fordizm-Keynesyenizm denen aynı ölçüde harika atılımdan sonra, AQD sermaye
si 1970’ler ve 1980’lerde aynı yolu izledi.” (Arrighi, alet. M. Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.208)
Hollanda ve İngiltere’nin egemenliklerinin zirvesinde rinansa yönelmelerinin en tipik sonucu “sanayisizleşme” olmuştur. Daha doğrusu bu alanda rekabet güçlerini kaybetmişlerdir. “Finansa kayma, ne Hollanda’da ne de İngiltere’de topyekûn bir çöküş getirmemiştir, ancak yakaladıkları tarihi fırsatı- kapitalist dünyada öncülük-tiiketmeleri sonucunu doğurmuş, finansa kayarak geçici olarak kâr oranlarını yükseltmişler, ancak liretim temelli rekabet yetenekleri de çok zayıflamıştır. Bu gelişmede ilginç bir paradoks saklıdır. Finans alanına ağırlık verebilmek i- çin, henı o günün en güçlüsü olmak ve aynı zamanda büyük bir para sermaye birikimine sahip olmak gerekir; ancak kârlılığı yükseltmek için yapılan bu büyük manevra sonuçta konum kaybıyla sonuçlanmaktadır. Çünkü kapitalist sistem bir bütün olarak sürekli devinen ve yenilenen üretim yeteneğine sahiptir, bu güç sonunda para sermayeyi tahtından etmektedir. Ancak bu ediş ya da bu devasa rekabet, insanlığa ve sistemin kendisine büyük bedellere mal olmaktadır.” (M. Yıima- zer, ay. S.210)
Şimdi “konum kaybetme” sırası Amerika’da, bu yeterince açık. Ancak bu insanlığa nelere mal olacaktır, bunu bugünden bilebilmek mümkün değil. Hollanda’nın 18.yüzyılın ortasında, Ingiltere’nin 20. yüzyılın başında yaşadığını Amerika 21. yüzyılın başında yaşamaya başladı. ABD, finans spekülasyonlarıyla neoliberal uygulamalardan en fazla yararlanan ülke oldu. Fakat 1970’i başlangıç olarak alırsak kırk yıla yakın finans alanında yaşadığı urlaşma artık tüm bünyeyi hasta etmiştir.
Amerika’nın konumunun elbette Hollanda ve İngiltere’den farklı bir yanı vardır. Ra-
19)
“Serbest Pazar” Tanrısı Kullarını Çarpı-
kipierine göre o kadar büyüktür ki, bu devasa ekonominin hacmine yakın bir rakip ekonomi, bir tek ülke olarak, hala ortada yoktur. Ancak bu durum onun güç ve konum kaybetmekte olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çok büyük bir ekonomi olduğu için ve muazzam silahlarla donanmış olduğundan, güç dengelerinde ABD aleyhine kaymanın bugüne kadar olmadık ölçüde etkileri-dünya kapitalist sistemi için kıyamet etkileri-olması kaçınılmazdır.
Büyük Bunalımlar ve
Son Bunalım
Amerikan ekonomisinin yaşadığı son bunalımın derinliği henüz tam olarak ortaya çıkmasa da çöküşün büyük olduğu yeterince ortaya çıkmıştır. Öncekilerle karşılaştırıldığında yaşanan bunalım için neler öngörülebilir?
Kapitalizm üç “büyük” bunalım yaşamıştır. İ lk i,1873—93 arasında yaşanmıştır. İkincisi, kapitalizmin bilincinde en çok yer etmiş olan ünlü 1929-39 bunalımıdır. Üçünctisü, uzun krizsiz yıllardan sonra gelip çatan 1973-83 bunalımıdır. Büyük bunalımlar aynı zamanda dünya kapitalizminde önemli dönüm noktalarına ve yapısal değişimlere denk düşmüştür.
İlk büyük bunalım kapitalizmin ünlü serbest rekabetçi döneminin sonuna işaret ediyordu. Artık ekonomide tekeller oluşmuş, hatta emperyalist pazar savaşları başlamıştı. Bu bunalımın “büyük” olması uzunluğundan geliyordu. Klasik devrese! krizler gibi üç-beş yılda gelip geçmemişti. Bunun bazı nedenleri vardır. Tekeller yeni doğmuş henüz gürbüz yapılar olarak krize karşı direnç gösterdiler. Serbest rekabetçi dönemin orta boy işletmeleri gibi batışa boyun eğmediler. Talep daralmasına karşı üretimi kısıp fiyatları bir seviyede tutarak ani çöküşlerin önüne
geçmeyi denediler. Kapitalizmde yapısal değişim krizlerin işleyişinde de değişimlere yol açmış oluyordu.
Ancak krizin sürünmesinde bir başka neden daha vardı. O yıllarda işçi sınıfının mücadelesi oldukça yük- selmiş, enternasyonali yaratmış, hatta Paris Komünü deneyine sahip hale gelmişti. Kriz sırasında sınıf mücadelesi gerilemedi ve keskin ücret düşüşlerine büyük dirençler gösterebildi.
Bir diğer neden, bu krizle Engels’in dediği gibi “dünya ekonomisindeki İngiliz egemenliğinde ilk kırılma” yaşanıyordu. Fransa, Amerika ve Almanya, İngiltere’nin rakipleri olarak sivriliyorlardı. Son olarak, 1890’larda kapitalizm büyük bunalımdan çıkmış olsa da, sorunlar derinliklerde birikmeye devam ettiği için, bunun ardından I. Dünya Savaşı gelip çatmıştır.
İkinci büyük bunalım çok keskin yaşandığı için kapitalizmin bilincinde özel bir yer edinmiştir. Tekelci ekonomik yapı daha derinleşip güçlenmiş, Amerikan kapitalizmi “değişebilir parça üretimi” ve Taylorizmle kitle üretimine geçerek İngiltere’yi iyice zorlayan bir güce erişmiştir. Dev tekeller krize direndikçe bunalım uzatmalı hale gelmiştir. Öte yandan, bu krizde yeni bir rekabet biçimi olarak para değerlerinin devalüe edilmesiyle ülkeler arası topyekûn şiddetli bir rekabet yaşanmıştır. Bir de, kriz başlayınca bütün ülkeler gümrük duvarlarını yükselterek kapitalizmin kutsal tanrısı pazarı parçalayarak yok etmiştir. Bu nedenle pazar tanrısının gazabı müthiş olmuştur. Kapitalistlerin 1929 büyük bunalımından çıkarttıkları en önemli ders budur: Kriz patlak verince pazar parçalanmamaiıdır!
Yine bıı krizin uzun sürmesinin nedeni dünya kapitalist ekonomisi orkestra şefini kaybetmiş, İngiliz liderliği çok zayıf düş-
yol
Profits as Percent of GDP
F in a n c e M an u fac tu rin g
müştiir. Ancak Amerika henüz liderliği alacak ölçüdegiiçlenmemiştir. Dünya ölçüsünde krizi yönetebilecek bir güç yoktur.
Krizi şiddetlendiren bir diğer neden, ilk büyük bunalımda olduğu gibi işçi sınıfı mücadelesinin önemli mevziler kazanmışolmasıdır. Artık Sov- yetler Birliği vardır ve sömürge dünyası ayağa kalmıştır. Bu krizin hemen öncesinde, kriz sırasında ve hemen sonrasında çok önemli sınıf mücadeleleri yaşanmış, yenilen işçi devrimlerinin ardından faşizm dünya sahnesine çıkmıştır.
1929 büyük bunalımı kapitalizmin tarihinde başka önemli bir değişime daha damgasını vurmuştur. Adam Smith’in klasik ekonomi politikası çökmüş, devletin ekonomiye yoğun müdahalesiyle Keynes döneminin ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu büyük bunalım da, ilki gibi, yeni bir dünya savaşının yolunu döşemeden edememiştir.
1973—83 krizi ilk ikisi gibi şiddetli yaşanmamıştır. Ancak kapitalizmin krizsiz altın çağından sonra gelmesi ve onun krizlerden kurtulduğu kuruntularını yere sermesi ve bazı önemli yapısal değişimlere yol açması nedeniyle önemlidir. Petrol şokuyla tetiklenen kriz aslında kapitalizmin temel kriz nedeni olan kâr oranlarındaki düşme zemininde birikmekteydi. Amerika’nın kapitalist dünya egemenliği bu krizle, tıpkı 1870’lerde İngiltere’nin başına geldiği gibi ilk kırılmaya uğruyordu. Güçlü rakipleri Japonya ve Almanya, Amerikan mallarını pazarlardan kovmaya başlamıştı. 70’li yılların ortaların
daki kriz Amerika’nın dünya ekonomisindeki egemenliğinin sınırlarını ortaya çıkarması nedeniyle önemlidir.
Bu krize karşı tekelci ekonomiler yine bildik dirençlerini gösterdiler. Üretim kapasitelerini düşürerek fiyatları korumaya çalıştılar. Aynı zamanda 1940’Iarm sonlarından beri gelişmiş olan “refah devletlerinde” işçi sınıf güçlü örgütlenmeler yaratmış, Sosyalist Sistemin varlığının etkisiyle de oldukça önemli haklar elde etmişti. 1973-83 krizi sırasında klasik krizlerde görülen ücretlerde düşme yaşanmadığı gibi, işçi sınıfı mücadelesiyle ücretleri yükseltti. Bu çemberi kapitalizm enflasyonu körükleyerek aşmaya çalıştı. Bilindiği gibi bu yıllarda enflasyon dünya ölçüsünde kapitalizmin derdi haline geldi. Böylece düşük kapasite ile çalışarak kâr o- ranlarmı zayıflatan sermaye bileşimine karşı enflasyonla hızlı amortisman sağlanıyor, hem de işçi ücretleri kemiriliyordu.
Bu kriz kapitalist ekonomide iki önemli değişimle birlikte yaşandı. îlki. Amerika’nın öncülüğünde fabrika kapitalizminden bilgi- hizmet kapitalizmine geçiştir. “înformatik çağı” da denilen bu süreç kapitalizmde ö- nemli bir yapısal değişim anlamına geliyor-
21}
“Serbest Pazar” Tanrısı Kullarını Çarpı
dır Öte yandan, tekelci devlet kapitalizmini yaratmış olan Keynes ekonomisi terk ediliyordu. Ekonomide devlet lanetlenirken yeniden serbest pazar tanrısına övgüler yükselmiş, para hareketlerini sınırlayan anlaşmalar tek tek ortadan kaldırılmaya başlamıştı. Doların altınla bağı koptu, para kurları serbest bırakıldı. Bu dönem Amerikan ekonomisinin fınans spekülasyonuna sistemli o- larak yöneldiği yıllar oldu. Bilindiği gibi yönelişlerin sonucu 1980’li yılların başlarından itibaren Amerika ve İngiltere’nin öncülüğünde neoliberal ekonomi politikaların pratiğe geçirilmesi oldu. 1973 kriziyle çıkılan yolun 2008’de sonuna gelinmiş gibi görünüyor.
Son Bunalım
Son bunalım “ikili”-gerçek ve sanal ekonomi- hale gelen Amerikan ekonomisinin fi- nans yanım vurdu. Dev finans kurumlan ya batıyor ya da “devletleştiriliyor”. Basında “Amerika’ya sosyalizm geldi” esprileri bile
yapılıyor. Amerikan ekonomisinin yaşadığı değişim ve bunalımların tarihinden hareketle, yaşanan krizin saçaklı ayrıntılarından öteye dünya ekonomisi için ne anlama geldiğine bakalım.
Amerikan maliye bakanlığı, ülke tarihinin en büyük “kurtarma operasyonuna” hazırlanıyor. 700 milyar doların ayrıldığı bu operasyonla değersizleşen kâğıtların alımı ve yeniden değerlendirilmesi sağlanacaktır. Elbette yürürse! Neden bu kâğıtlar batışa bıra- kılamıyor? Batan veya devletin el koyduğu yatırım bankalarındaki bu kâğıtların alıcıları başlıca Çin, Japonya, Petrol zengini Arap Ülkeleri ve Rusya’dır. Amerikan ekonomisine sürekli her yıl 600 milyar doların üzerinde sermaye girmesi gerekiyor ve Amerika’yı başlıca bu sayılan ülkeler finanse etmektedir. Eğer değerli kâğıtların paçavraya dönmesine Amerika izin verirse bunuıı anlamı Amerikan ekonomisine sermaye girişinin durması demektir. Zaten Çin ve Rusya, büyük batışlar başlayınca rezervlerinin
yol
bileşimini değiştireceklerini açıkladılar, O- lay bu yönde derinleşirse doların dünya parası olmasının sonuna gelinir. Bu da Amerikan ekonomisinin büyük gürültülerle çöküşü demektir.
Öte yandan, bu değerli kâğıtların içeriden en büyük alıcısı Emeklilik Fonları’dır. İki binli yılların başlarında bu fonlardaki kaynakların toplamı 13 trilyon dolar seviyesindeydi. Bu “durgun para havuzları” Amerikan ekonomisinin finansa yönelmesiyle en büyük borsa aktörleri haline geldiler. Bunların elindeki kâğıtların batışına göz yumulsa A- merikan vatandaşlarının geleceği yok olacaktır. ABD yönetimi bu kadar büyük bir riski göze alamazdı. Netice olarak, vatandaşlarının geleceğini batırmamak için Maliye Bakanlığı, bugün onların cebine el atmayı daha uygun görmüştür. Bu operasyonun etkilerini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Geçici olarak krizin şiddetini yavaşlatsa bile sorun daha derinleşerek geleceğe ertelenmiş olur.
Bu paranın kaynağı Amerikan hâzinesi olduğuna göre cepleri yanacak olan “amerikan vergi miikellefleri”dir. Öte yandan, böyle operasyonların yaratacağı “ahlaki zarar” da (“moral hazard”) büyük tartışmalar yaratmıştır. Eğer neoliberal ekonomide hala bir ahlak varsa gerçekten batışa yol açanların ö- düllendirilmesi anlamına gelecek bu kurtarma operasyonları ekonominin dokusunu iyice çürütecektir. Amerika’nın önünde iki yol vardır: ya bugün çöküşün bütün sonuçlarına katlanmak, ya da daha şiddetlenmiş o- larak geleceğe ertelemek. Büyük kurtarma operasyonuyla ikinci yol seçilmiş görünüyor. Ancak olayın diğer muhatapları, yani Amerikan değerli kâğıtlarını satın alanların bu o- perasyona güvenmeleri gerekiyor. Aksi durumda bu operasyon geri tepecektir.
Bugün büyük bir kriz içine giren kapita
lizmin en büyük şansı işçi sınıfı hareketinin çok zayıflaması, hatta bir çöküş içinde olmasıdır. Büyük bunalımların tarihinin gösterdiği gibi her üçünde de krizi sancılı, uzatmalı ve şiddetli hale getiren olgulardan birisi güçlü sınıf mücadelelerinin olmasıdır. Bilindiği gibi sosyalizmin çökmesi ve kapitalizmdeki yapısal değişim işçi sınıfı örgütlenmelerinde büyük gerilemeler yaratmıştır. Bugün bir büyük krizin içinde kıvranan kapitalizmin bu “şansı” ona nasıl bir avantaj sağlayacak, bunu bilemiyoruz. Pervasızlığını ve küstahlığını arttırabilir. Belki bu kez tarih tersinden yazılır. Yaşanan kriz zayıf düşen işçi sınıfı mücadelesine yeni, büyük bir ivme verir.
Sonuç
Sonuç olarak, yaşanan bunalımdan mevcut haliyle bazı önemli sonuçlar çıkmaktadır. îlki, Amerika, dolar egemenliğine güvenip daha önceleri Hollanda ve İngiltere’nin yürüdüğü yoldan giderek üretim yerine fmans oyunlarında para yapmanın sonuna gelmiş, fınans ekonomisi çökmüştür. Bu aynı zamanda neoliberal ekonomi politikalarının çöküşü anlamına gelir. Serbest pazarın, kuralsızlaştırmanın, özelleştirmenin yüceltildiği ekonomi politikaların ömrü 1973 btiyrik krizini başlangıç alırsak, otuz yıldan biraz fazla sürmüştür. Böylece kapitalizm Sosyalizm yıkılırken övgüler düzdüğü bu sistemin çökmesiyle ideolojik olarak da büyük bir yara almıştır. Şimdi Amerikan mali piyasalarının tartışmasız en büytik-devasa aktörü-spekülatörii Amerikan devletidir. Nereden nereye!
Amerikan fmans sisteminin çöküşünün i- lcinci önemli sonucu, doların dünya rezerv parası olarak rolünün bitme olasılığıdır. ABD bütün gücüyle bu alın yazısını ötelemeye çalışıyor. Ancak doların bir kez rengi uçmuştur.
23)
Üçüncü sonuç: Amerika’nın tek kutuplu bir dünya kurma hayali İrak savaşı ile Ortadoğu’nun çöl fırtınalarının arasında kayboldu. Yaşanan ekonomik kriz bunu bir kez de kendi diliyle kanıtlıyor. İngiliz egemenliğindeki ilk kırılma 1870’lerde yaşanmış, bunun kesinleşmesi bir yetmiş yıl almıştı. Amerika’nın egemenliğindeki ilk kırılma olan 1970’lerden beri bir kırk yıl geçti. Bu bunalımla süreç yeni bir derinlik kazanmıştır.
Son olarak, neoliberal ekonomi politikalar iflas ettiğine göre dünya kapitalizmi yeniden bir Keynes ekonomisi dönemine girer mi? Kapitalizmde devletin aktif müdahaleci olduğu ve “kurallı” bu dönem iki büyük felaketin, 1929 bunalımı ve Tl. Dünya savaşıyla yaşanan yıkımdan sonra yaşanabilmiştir. Üstelik kapitalizmin yıkımından sadece bir moloz yığını kalmamış bir Sosyalist Sistem doğmuştur. Ve Keynes ekonomisine geçiş kapitalizm içinde iki büyük uzlaşmayla mümkün olmuştur. Kapitalist merkezler bir liderin öncülüğünde (Amerika) kendi aralarında uzlaşmış ve çılgın rekabetin yarattığı yıkımı asgariye indirmek için kurallar koymuştur. Bretton Woods anlaşmaları budur. 1- kincisi ve en az ilki kadar önemli, kapitalizm işçi sınıfıyla “refah devletleri” aracılığıyla ıızlaşmıştır.
Dünyanın mevcut dengelerinde bugünkü bunalım, böyle iki büyük uzlaşma yaratabilir mi? Kesinlikle hayır! Kapitalist dünya i- çinde 1950’ler Amerika’sı ölçüsünde güçlü bir lider yoktur. Ayrıca kapitalist dünya kabaca batı ve doğu olarak, onların deyimiyle
...... Kriz ve Alternatifler Üzerine................
“demokratik kapitalist devletler” ve “otoriter sistemler” olarak parçalanmıştır. ABD yükselen bir güç değil, devasa borçlan ile dünya birikmiş sermayesini kendine çekme telaşında olan irtifa kaybeden bir güçtür. Ö- te yandan, işçi sınıf ve çalışan kitleler kapitalizmi uzlaşmaya zorlayacak bir güçte değildir. Kapitalizm bunu iyi bildiği için o- nun tüm kazanılmış haklarını, kâr oranlarım yükseltebilmek için her yolla kemirmeye devam ediyor.
Bu nedenlerle bugünün dünyasında Keynes ekonomisinin temelinde yattın iki büyük uzlaşma mümkün değildir. Sonuçta yaşanan kriz güç merkezleri arasındaki rekabeti, çatışmayı kaçınılmaz bir şekilde yükseltecektir. Eğer bu kriz önceki büyük bunalımlar seviyesinde derinleşirse bu tüm kapitalist dünya için bir felaket senaryosuna dönüşebilir. Amerika devasa borçlarıyla bugün ya da ötelenmiş olarak yarın, bir kâra delik gibi dünya sermayesini kendine çekmeye çalıştıkça dünya kapitalizmini yeniden uçurumun kenarına getirebilir.
Kapitalizmin tarihinin gösterdiği gibi, büyük bunalımlardan “alman tedbirlerle” ancak bir ölçüde çılcılabiliyor, bu büyük bunalımlardan sonra kapitalizmin yolu iki kez dünya savaşlarına çıkmıştır.
Kapitalizmi, yücelttiği serbest pazar tanrısı bir kez daha çarpmıştır. Sıra dünya yoksullarının kapitalizmi çarpmasına geliyor!
Başka Bir Ekonomi Mümkün
Kriz ve Alternatifler ÜzerineW M . Özgür
Firmalar arası rekabet, toplumsal kesimler arası adaletsizlik, spekülasyon ve kriz üreten kapitalizmin
alternatifi olmadığım söylemek insan hayal gücüne ve yaratıcılığa büyük sınırlar koymak ve adaletsizliğe boyun eğmek demek. Krize karşı dayanışmalar, mücadeleler, yardımlaşmalar (işyeri komitesi, mahalle yardımlaşma sandığı, işyerlerinde hukuki davalar açma, zamlara karşı direniş, ücretsiz izne karşı eylem, destek grevi...) geliştirmek gerekirken; bir yandan da alternatif politikaları geliştirmek ve tartışmak gerekmekte. Daha onurlu, daha adil, sömürülmeden ve sömürmeden yaşanan hayatlar isteyenler olarak, alternatiflerimiz olduğunu biliyoruz. Bu yazıda alternatif politikaların neler olacağını tartışmak istiyoruz.
Alternatif İhtiyacı
Yıllardır fınans sektörüne yaslanarak krizlerini çözmeye çalışan kapitalizm çok sayıda kriz yaratmıştı. Grabel’den alıntılarsak, önce Şili, Arjantin, Uruguay 1970’lerdeki finansal serbestleştirmelerin ardından kısa denebilecek sürelerde finansal çöküntü ile karşı karşıya kaldılar. Ardından Rusya, Nijerya, Kore, Tayland, Jamaika, Endonezya, Meksika, Türkiye (2001) bu krizleri yaşadı. Şimdi dc fi- nans alanında başlayan kriz ise tüm ülkeleri etkilemekte. Unutmadan söyleyelim, finansal hizmetler ve kredilendirme faaliyeti, kriz
ler olmasa bile, zaten kendi başına güçsüz ve yoksul kesimlerin daha çok bedel ödediği bir mekanizmayı ifade eder. Finans negatif ayrımcı bir sistemdir. Zaten yoksul olan “riskli” diye daha çok faizle borç bulabilir hatta bir de haciz riskini göze alır, hasta olan daha pahalı sağlık sigortası yaptırır, evi depreme dayanıksız olan daha yüksek deprem sigortası primi öder.
Bu kez kriz ABD’de başladı, tüm dünyayı etkiliyor. Artık iyice gördük ki ABD’nin liberal uygulamalarım, fınans piyasalarının derinliğini ve güvenilirliğini öve öve bitiremeyen liberal bakışın ufku buraya kadar. Kapitalist küreselleşmenin krizlerine alternatif politikalar önerilemedi. Gazete yazıları hala krizin anlaşılması ve olası etkileri üzerine yoğunlaşmış durumda. Bunda tabi ki krizin boyutlarının dahi daha tam hesaplanamamasının da payı var. Zira sermaye için nereden nasıl para kazanıldığından daha önemli olan sermaye birikimidir. Karlan yükseltip ücretleri kısıp insanlara “size borç verelim” deyip ikinci kez sömürmüş olursunuz. Bunu da kapitalizmin i- çindeki şirketler ve sermayeler arası rekabet anlayışı ile yaparsanız sonuç bugünkü gibi o- lur.
Irak savaşı ABD’nin bazılarının gözündeki “demokrasi havarisi” görüntüsünü yıkmıştı, şimdi kapitalistler için sorun daha da büyük, kapitalizmin en büyük ekonomisi kri-
V)
Kriz ve Alternatifler Üzerine
ze girdi ve bu tüm piyasaları etkiliyor. Evet, artık alternatiflerden konuşmak gerek, hem de yüksek sesle.
Ancak Türkiye’de hükümetin önerileri ise kapitalizmin tabulannı korumak için temel insani değerlerin bile yolc sayılması olarak görülebilir: Maliye bakanının “Parayı nasıl kazanmış olursanız olun ülkeye getirin, hesap sormayacağız....yasa hazır.” demesi ya da daha önce eski Cumhurbaşkanı'ndan geri dönen Orman Yasası’nın yeniden çıkarılarak orman ve turizm arazilerinin sermayeye kaynak olarak sunulması gündemde. Sermayedarlara vergi indirimleri ve kaynaklar da sırası geldikçe uygulanacak. Liberallikten başka ve halkın parasıyla banka kurtarmaktan başka çözüm üretemeyen sistem, şimdi uyuşturucu, kara para, kadın ticareti paralarını bile sorgu- lamasız, “helal para” “yasal para” kabul edecek.
Kalıcı kazanımlar için, tüm emeğiyle geçinenler've ezilenler hareketlerin kapitalizmi aşmayı hedeflemeleri gerekiyor. Bunun için güçlü toplumsal hareketlere başta emekçiler olmak üzere çeşitli/farklı adalet ve özgürlük taleplerinin ortak bir hareketine ihtiyaç var.
Aslında her zaman atılacak adımları, uygulanacak politikaları çatışan sınıflar ve hareketler arasındaki politik güç dengeleri belirliyor. Devlet iktidarının kimde olduğu, demokratik biçimlenip biçimlenmediği, kapitalist iktidarın merkezinde hala devletler olduğu için ö- nemli. Bu açıdan bugünden biz çalışanlar içi “şu politika uygulanmalıdır” demek çoğu zaman soyut kalıyor, kalacaktır. Fakat yine de neoliberal, özelleştirmeci, metalaştırıcı politikaları aşarken toplumsal hareketlerin çeşitli politika aşamalarını ve farklı alternatifleri/he- defleri hatırlaması, akimda tutması önemlidir. Bugün neoliberalizme ve kapitalizme karşı güncel talepler ile kalıcı stratejilerin köprüsü ve uyumu böyle sağlanabilir.
Evet, Kriz Bir Fırsat,
Adalet ve Eşitlik Fırsatı
Alternatif ekonomik politikalar neyi hedef- lemelidir? Birinci olarak ekonomik adaletsizliği ve eşitsizlikleri mümkün olduğunca azaltılmasını hedeflemelidir. Bununla bağlantılı olarak insanların işyerlerinde ve diğer a- lanlarda hayatlarım etkileyecek konular ve kararlarda daha çok söz sahibi olmalarının yolunu açan politikalar olmalıdır. Yani ekono
mik adalet, işbirliği ve ekonomik demolerás i yönünde kriz bir fırsattır ama ancak güçlü bir hareket yaratılabil- diğinde. İşten atılan, maaşı kesilen, haksızlığa uğrayan insanlar olarak dayanışma arttırılabildiğinde sonrasında da devlet politikalarım burjuvaların değil çoğunluğu oluşturan emek- çilerin, işsizlerin, hayatın yükünü çeken kadınların, en çok ezilen kesimlerin yönlendireceği güce gelinebildiğinde.
yol
Dünyada pek çok ülke alternatif ekonomik politikaların çeşitli örneklerini kriz dönemleri başta olmak üzere çeşitli dönem- lerde parça parça vermiş durumda. Kriz dönemlerinde, örneğin 1990’ların Asya krizinde Asya ülkelerince istikrar ve krizden korunma adına uygulanan sayısız ve uzun süreli uygulamalar, politika bütünlüğü içinde kapitalizmi aşmanın bazı adımlan olarak tasarımlanabilir. Ö- te yandan Venezüella’nın ve bir ölçüde Bolivya ve Ekvador’ıın geliştirmeye çalıştığı uygulamalar da 21 .yy sosyalizmine giden yolun emekçiler, işsizler, dışlanan kesimler için kalıcı haklar kazanmanın önemli adımları. Burada tamamen uygulanmış yöntemlerden örnekler vermeye, bu örnekleri hatırlamaya, derlemeye çalışacağız. Türkiye için bu aşamada ayrıntılı çalışmaların ve modellemele- rin olmaması bizim için şu aşamada bir dezavantaj.
Borçlan Ödememek ve Ötelemek
Devlet düzeyinde borçları yeniden değerlendirmek, başta üretken alanlara gitmeyecek olanlar olmak üzere borçları uzun vadeli ve daha düşük değerli kağıtlarla değiştirmek mümkündür. Arjantin’in 2001 yıllında 100 milyar dolar borcu ödemeyeceğini bildirmiş, 2004 yılında da 80 milyarlık borç azaltma o- perasyonu yapmıştı. Bankalar (hem yerli hem yabancı), emeklilik kuruluşları ve AvrupalI bireysel yatırımcıların, ellerine geçen uzun vadeli borç senetlerini kabul etmek dışında başka seçenekleri kalmamıştı. Tabi ki Arjantin’deki çok büyük halk hareketlerini düşünürsek bunun rastlantı olmadığını söyleyebiliriz. Dış borçlar için radikal bir borç silme daha mümkün iken, içerde belli bir miktarın üzerinde elinde borç kâğıdı bulunanlarının borçlarının ödenmemesi meşru bir taleptir.
Sermaye Hareketlerinin
Denetlenmesi: Yabancı Yatırımlar
Serseri mayın gibi dolaşarak ülkeden ülkeye giden sıcak para ve diğer yatırım hareketleri denetlenmelidir. Şirketler alacakları her türlü dış borca karşı borcun belirli bir oranında -örneğin Şili’de 92-98 arasında %30 oranında uygulanan- faizsiz karşılık bulundurma şartı veya borç vergileri konabilir. Yerli şirketlerin aldığı kredilerin düzeyine ve faiz o- ranlarma da üst sınırlar konmalıdır. Yabancı kredilerin kullanım alanlarında toplumsal denetim gereklidir. Asya krizinde yabancı banka kredilerin pek çok sektördeki balonu şişirdiği ve finanse ettiği biliniyor. Şirket projelerinin her çeşit döviz kredisi ile değil, belirli sınırlar içindeki bir vade ve/veya döviz bileşimi olan yabancı kredilerle finanse edilmesi gerekmektedir.
Örneğin Japonya, Kore, Tayvan belli sektörlerde Doğrudan Yabancı Yatmmlara(DYY) izin vermişken, belli sektörlerde doğrudan yatırımları %50 ile kısıtlamıştır. Yatırımlar planlar çerçevesinde seçici politikalarla denetlenmelidir. Ayrıca bu yatırımlardan elde edilen karların ülke dışına çıkartılması yasaklanabilir. Yatırımlarda, istihdamı arttırma, e- kolojik etkileri azaltma, üretimde yerli girdi kullanma zorunluluğu, teknoloji transferine i- lişkin denetimler, teknolojik yenilik zorunluluğu, kamusal fikirsel mülkiyet ve kamusal patent zorunlulukları getirilmesi önemlidir. Venezüella yönetimi, Çin ve Hindistan ile yaptığı ticaret anlaşmalarında, petrol sektöründe ticaret yapacak bu ülkelerin firmalarının Venezüella’da belli yatırımlar yapma ve sanayiyi geliştirecek sermaye mallan ithal etme şartları koşmuştur.
Sermaye Hareketlerinin
Denetlenmesi-II:Portföy Yatırımları
(Hisse Senedi Alımları vs.)
27j
Kriz ve Alternatifler Üzerine
Krizlerde portföy yatırımı denen tahvil ve hisse senedi yatırımları hızla ülkeden uzaklaşır. Sanılanın aksine hem yerli hem yabancı yatırımcılar bunu yaparlar; sadece yabancı yatırımcılar değil. 1994 Meksika, 1997 Asya, 2001 Türkiye krizleri bu anlamda anılabilir. Ani PY girişleri de PY çıkışları kadar sıkıntı yaratabilmektedir zira döviz kurları ve ihracat üzerindeki etkileri biliniyor. Yerli bankaların ve büyük firmaların açık döviz pozisyonlarının denetlenmesi, yabancı bankaların yerli para cinsinden mevduatları ve borçlanmaları üzerine kısıtlamalar, bir yıldan kısa vadeli yurt içi para piyasası bonolarının yabancılara satışının yasaklanması 1990’larm ortalarında Malezya’da uzun süre uygulanmıştı. Yabancı portföy yatırımının(PY) hisse senedi piyasası toplam değerine oranı sınırlanabilir.
Bunun ötesinde türevler gibi bilanço dışı şirket faaliyetleri, bu tip önlemlerde fark edilemeyeceği için engellenmeli, devletçe yasaklanması doğru olacaktır. Hindistan türev işlemlerini çok ciddi oranlarda kısıtlamaktadır. Şili’de DYY ve PY yapmak için 1 yıl yerleşik olma koşulu uygulanmıştır; yani 1 yıldır o ülkede bulunmayan bir şirket bir anda gelip yatırım yapamaz, ya da tahvil, hisse senedi piyasalarına girip alım-satım yapamaz. Şili’de devlet, emeklilik fonları yöneticilerinin varlıklarının %12 sinden fazlasını yurtdışı yatırımlarda kullanmasını yasaklamıştır.
Sermaye Hareketlerinin
Denetlenmesi III:
Konvertibilite Kısıtlamaları
Konvertibilite yerli paranın yabancı paraya hiçbir kısıtlama olmadan çevrilebilmesi anlamına geliyor. Büyük miktarlar için kısıtlamalar getirilebildiği gibi Hindistan, Tayvan ve Çin’in hala uyguladığı gibi sermaye piyasası işlemleri yapmak için yani yabancıların var
lıkları DYY ve PY biçiminde alması için dövize çevrilemez, sadece cari işlemlerde yani uluslar arası ticari faliyet ve içerde elde edilen karların çıkarılması için dövize çevirmeye i- zin uygulanmaktadır.
1998 krizi sırasında Çin ve Malezya farklı ölçülerde de olsa yerli paranın uluslararası transferine, uluslar arası piyasalarda alınıp satılmasına ve ülke dışında tutulan paranın dövize çevrilmesine kısıtlamalar getirmiştir. Malezya yerleşik olmayan şirketlerin aldıkları hisse senetlerini 1 yıl geçmeden satmasını yasaklamıştır. Dany Rodrik, Malezya’nın bu önlemlerle krizi daha ucuz atlatabildiğim, istihdam ve ücretlerdeki düşüşlerin küçük olmasından çıkartılabileceğini belirtir. Asya krizinden sonra Çin, 100 bin doları aşan döviz işlemlerine kısıtlamalar getirmiş, ulusal ve u- luslararası şirketlerin ülkeye para sokup çıkarmasını zorlaştıran kurallar getirmişti. Çinli yatırımcılar bu kısıtlamalardan dolayı yurtdı- şma doğrudan PY yapamamaktaydı. Aynı çerçevede yabancı para cinsinden yasadışı mevduat tutan Çinli şirketler cezalandırılmıştır. Hintli bankalar yasal engeller nedeniyle döviz cinsinden mevduat kabul etmeyip ve kredi verm em ekteydi. Çin ve Hindistan krizden böyle korunabiİdiler ve bu uygulamaların bir kısmı halen devam etmekte.
Bankaların Kontrol Edilmesi
Uzun süreli bir kalkınma programı için gerekli finansman uzun vadeli olmalıdır. Devlet banka kredilerini etkilemek için vergi sistemini kullanabilir. Uluslar arası yatırım bankaları kurmak, sektörel hedefler belirleyerek bankaları bu sektörlere yönlendirmek gerekecektir. Bankaların ellerinde tuttukları varlık çeşidine göre farklılaşan zorunlu karşılıklar tutma zorunluluğu -merkez bankasında- konabilir. Böylece bu oranlarla oynanarak belirli piyasalardaki balonları söndürmek mümkündür. Venezüella’da bankaların kredi-
yol
leri belirli sektörlere kanalize etmelerini sağlamak için kurallar konmuştur. Faiz oranlarını kontrol edebilmek ve planlı bir kredilendirme sağlayabilmek için banka yönetim kurullarına hükümet temsilcisi atama zorunluluğu getirilmiştir. Kritik önem ve büyüklükteki bankaların toplumsal denetime geçmesi veya toplumsallaştırılması/ kamusallaştırılması ekonominin genel kontrolü açısından önemlidir. Sendikaların ve çalışanların bu alandaki düzenlemelere doğrudan katılımı sağlanmalıdır. Şirketlere yönelik olarak IBM, Siemens, Bosch, Microsoft gibi uluslar arası şirketlerin vergi ödememek için geliştirdiği yöntemler ve transferler ciddi yaptırım ve denetimlere bağlanmıştır.
Acil Fonlar ve Kaynaklar:
Savaş, İşsizlik Fonu, Vergiler
İşsizlik fonunda şuanda birikmiş olan ve son düzenleme ile bir kısmı sermayeye verilmekte olan 35 milyar YTL; hem demokratik hem de ekonomik olarak vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak, “Kürt illerindeki savaş için ayrılmış ve harcanan paraların kesilmesiyle” edinilecek kaynak ve tasarruflar; servetten ve banka hesaplarından bir kereliğine alınacak artan oranlı servet vergisi; ödenmeyecek borçlar kısa dönemde kaynak yaratma aracı ve adalet sağlama aracı olabilir. Yıllardır sermayeden vergi alınmayıp borç alınmıştır. Şirketlere verilen ve verilmekte olan teşvikler, ayrıcalıklar, vergi indirimleri ve muafiyetleri yeniden değerlendirilmelidir. Mesela Doğu illerine çok büyük teşviklere rağmen yatırım gitmemesi dikkate değer. Tüm ülke çapında KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsü) uygulamaları ve istihdam arttırıcı yatırımlar gündeme gelmelidir. Aşırı fınansal yük getiren borçlanma ile yapılmış metro, toplu u- laşım, otoyol, belediye hizmetleri gibi
hizmetlerin borçlan bu hizmetleri ucuzlatmak için mülkün olduğunca uzun vadeye yayılma- lı, gerektiğinde kapatılmalıdır.
Enflasyon saplantısı değil
tam istihdam hedeflemesi
Neoliberal politikalarda kamu harcamalarım kısma, enflasyonla aşırı mücadele ve bütçe açığı saplatısı sorunlu para politikalarına yol açmaktadır, yaşam standartlarını ve büyüme alternatiflerini düşürmektedir. İşsizlikten çok enflasyondan çekinir işverenler. Zira işsizlik işçinin pazarlık gücünü düşürürken, enflasyon yatırımların değersizleşmesi tehlikesini barındırır. Devrevi krizler işsiz sayısını arttırdığında işçiler ucuza çalışmayı kabul eder ve kapitalistlerin yeniden tatlı günleri başlar.
Ö.Onaran’ın iyi ifade ettiği gibi enflasyon değil tam istihdam hedefti makro politikalar gereklidir. Merkez bankasının para politikaları da bu çerçevede olacak şekilde yürütülmek durumunda büyümeyi öncelemek durumundadır. Bu söylendiğinde enflasyona karşı fiyat kontroller gündeme gelecektir. İşsizlik sorunun çözmek için eğitim, sosyal güvenlik ve sağlık gibi hizmet alanları hem yaşam standardını doğrudan ve uzun vadede
29J
Kriz ve Alternatifler Üzerine
WEU-- TİERE G°ES THE. UBGH®3RHoot>-
yükselten hem de günümüz teknolojisine düşünüldüğünde daha çok istihdam olanağı tanıyan alanlar olarak yatırım amacıyla öncelenebilir. İkinci olarak alternatif teknoloji politikası planlan çerçevesinde belirlenecek kilit sektörlere yönelik kamusal yatırımlardır.
Kamulaştırma, Ucuzlatma
Önemli sektörlerdeki çeşitli işletmelerin topluma geri kazandırılması önemlidir. Bu işletmeler şu tip farklı işletmelerdir; İşverenin kapatıp gittiği işletmeler, tehdit olarak üretimi kestiği işletmeler, katma değeri çok yüksek, çevreye ve doğaya tahribatı yüksek, emekçilerin yoğun kazalara, daha yoğun sömürüye uğradığı, stratejik önemi olan işletmeler ve bankalardır. Bu kuruluşların toplumsallaştırılması, işçi ve devlet kontrolüne geçirilmesi - örneğin uzun vadeli bonolar aracılığı ile veya zor yolu ile- yapılabilir. Yıllardır Türkiye’de devlete yüksek faizle borç vererek semiren pek çok banka topluma gerçekte borçludur ve borçlanmaya devam etmektedir. Venezüella ve Bolivya petrol ve doğalgaz şirketlerini yeni anayasalarının verdiği yetki ile yeniden topluma kazandırdılar, böylece devasa gelirler özel ellere değil halka yönlendirilebiliyor. Türkiye’ye giren tüm petrolü işleyen TÜP- RAŞ'm, en temel ihtiyaçları sunan Türk-Tele- kom’un, kritik enerji dağıtım şirketlerinin topluma hizmet ve genel ekonomik kontrol i
çin için kamulaştırılması, halka verilen hizmetlerin özel karlar ve aşırı dolaylı-dolaysız vergilerden kurtarılarak acilen ucuzlatılması ö- nemlidir. Cep telefonu hizmeti ve internet teknolojisinin yaygın kullanımı göz önüne alındığında vergi, fahiş fiyat ve karlardan kurtarılması acil bir talep ve ihtiyaçtır
Metalaşan Alanlarda Yolsuzluk
ve Rantı Engellemek
Kentsel rant, imara açılan araziler, turizm bölgeleri ve yeni metalaşan diğer alanlar yolsuzluk, tanıdık kayırma, rüşvet ve ‘yolunu bulma’nm yoğun yaşandığı alanlardır; bu tip alanlarda bu durum her yıl geçerli rayiç belirlenmesi, ciddi rant vergilendirmesi yanında halkın karar süreçlerine doğrudan ve açık katılımı ile engellenebilir. Hükümet düzeyinden belediye meclis üyelerine kadar u- zanan çıkar ve rant mekanizmaları kırılmalıdır.
Yoksullara hizmet edecek toplumsal mülkiyeti olan toptancı marketleri ve dağıtım ağları kooperatifleri kurmak tüketim alanında temel maddelerin spekülasyonu ve fiyat artışlarını engellediği gibi yeni iş imkânları da yaratacaktır. Kamusal hak olarak sağlanması hedeflenecek eğitim, barınma, konut, sağlık, ulaşım alanlarında fiyat denetimleri sağlamanın -sadece yasaklarla sağlamak maliyetli ve zordur- bu sayede kolaylaşması beklenmelidir. Tesadüf ki ABD’de ev alımlarındaki mortgage kredilerinin başı çektiği kriz sürerken, Ekvador’daki yeni anayasayı onaylayan Ekvador yurttaşları, sağlık ve barınmayı devletin sağlaması gereken bir hak olarak tescil- lediler.
Enformel sektörde
formei kooperatiflere
yol
Venezuela halk ekonomisi bakanlığının yaptığı gibi sosyal dışlamayı önleyen, enfor- mel sektöre sızarak kooperatifleşmeyi, toplumsal üretime ve yaşama katılımı arttıran projelerin uygulanması önemlidir. Toplumsal mülkiyet ve kollektif girişimlerin ve kooperatiflerin desteklenmesi, iç piyasanın zenginleştirilmesi, tarımsal üretimin çeşitli ölçeklerde canlandırılması temeldir. Tam istihdam uygulamaları bunu sağlamak için yöntemlerden biri olarak maaş düşürmeden haftalık iş süresinin kısaltılması ve örneğin 35 saate indirilmesi, dengeli iş yapısının yaratılması uygulamaları hedeflenmelidir. Bugünden yapılacak geçimlik ücret, iş güvencesi, bütün çalışanların kesin kayıtlı olması talebi bu yöndeki adımların ilkidir.
Türkiye’de işçilerin yarıya yakını kayıtsız çalışmaktadır. Kayıt dışı çalışmayı azaltmak merkezi yönetim desteği ile mal ve hizmet ü- reten her türlü kooperatifin ve işçi örgütlerinin etkinliğini arttırmak gerekmektedir. İnşaat gibi sektörlerde emekçi örgütlerinin, demeklerinin ve sendikaların ilk elden acilen desteklenmesi, yasalarla da önlerinin açılması gereklidir. Kooperatiflerin fiziksel ve toplumsal alt yapılarını geliştirmeleri, kredi ve teknik yardıma kolaylıkla ulaşmaları konusunda desteklenmesi gereklidir. Ne ölçüde bütünleşmiş bir ekonomi yaratılacağı planlanarak bunun bir fonksiyonu olarak küçük ve orta ölçekli işletmeler desteklenebilir.
Demokratik bir Alternatif
“Doğrudan üreticiler tarafından denetlenen bir ekonomi”, katılımcı bütçe, alternatif temsil ve katılım biçimleri geliştirmek gerekiyor. Burada hükümetlerin işlevi, toplumsal hareket ve örgütlenmenin önünü açarak toplumun karar alma mekanizmalarına katılımı önündeki engelleri kaldırmak bir yandan da hayatın her alanına katılımını sağlamak olmalıdır. Toplumsal hareketlerin önünü açan, sendika-
iarda taban inisiyatifini yaşam alanlarında halk inisiyatifini geliştiren, işçileri ve Türkiye’de çok bulunan genç işsizleri yerel kararlara ve üretim yönetimine katan bir anlayış planlanabilir. Arçelik fabrikası üretimini kapatıp Çin’e taşınmak istiyorsa, yasalar Venezüella Venapal da birkaç yıl önce yapıldığı gibi %49 işçi, %51 devletin olacak şekilde “toplumsallaştırmaya” yani fabıikayı yeniden toplumsal mülkiyetle işletmeye almaya izin veren yasalar olmalıdır.
Dünya’dan Kopuş Değil
Kendi kendine yeterlilik ve “tek ülkede sosyalizm” şeklinde sunulan küresel ekonomik sistemden tamamen kopulması (de-lin- king) yaklaşımının aşırı maliyetli ve verimsiz olacağı açıktır. Böyle bir deneme ciddi bir hata olacaktır. Çok zor ve uzun süren bir birikim dönemini gerektirir ve bu dönemde temel üretim ve tüketim mallarının bir kısmından vazgeçmek gerekecektir.
Başka Ülkelerin Emekçileri ile
Rekabet Değil Adil Ticaret
Kapitalizm ülke emekçilerini birbiri ile rekabet ettirerek her ülkedeki emeği denetim altına almaya çalışıyor. “Burada çok ücret istersen, Romanya’ya giderim, Çin’e giderim” demekte. Dünya ile rekabet ve verimlilik adına büyük kapitalist ekonomilerle yarış edecek sektörlerde üretim yapmak üzere tasarlanmış gelişme stratejileri önemli olsa da aslında zamanla çok sayıda az-gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkenin aynı pazarlara girmesi ile zaten sınırlı olan talep doymaktadır. Bu açıdan bu stratejiler risklidir. Uluslar arası dayanışmalar, mümkün olduğunca adil ticari i- lişkiler, alternatif politikalar geliştirmeye çalışan ülkeler vc toplumsal hareketlerle dayanışmalar, bölgesel işbirlikleri geliştirmek gerekmektedir. Uluslar arası ölçekte dengeli ve adil bir işbölümü yaratılmasına çalışmak,
ID
başka ülke emekçilerini eşitsiz ticari ve üretim ilişkileri ile sömürmemek gerekiyor. Örneğin, eşitsiz bir ticari ilişkide; gelişmiş ülkenin karşı tarafın üretkenliğini -daha çok- geüştirecek bir ticaret ilişkisine girmesi zor- lanmalıdır, bu Uluslararası anti-damping yasası gibi bir kural olabilir. Ortak kalkınma bankaları, kapitalist ileri ülkelere ve emperyalist yaklaşımlara karşı ortaklıklar kurmak önemli olmaktadır. Bugünden acilen yapılabilecek olan ise sermayenin hareketliliği karşısında ve bunun yarattığı rekabetçi baskılara karşı emek koordinasyonunu uluslararası e- mek dayanışmasını oluşturmaya çalışmaktır.
Yeni ne söylüyoruz?
Günümüz alternatif toplumsal hareketleri ve sosyalist hareketlerinin Brezilya’dan Venezüella’ya Avrupa sosyalist solundan Türkiye sosyalistlerine kadar önemli tartışmalar ve farklı deneyimler geçirdiler. Ekoloji, kadın haklan, farklı kimliklerin kendini ifade hakkı, emekçilerin üretim ve tüketime yaratıcı katılımı, bürokrasinin sorgulanması, toplumsal katılım ve halk inisiyatifleri, modem üretimci paradigmanın eleştirisi, merkezi planlamanın sorun ve sınırları konularında önemli mesafeler hatta bir kısmında önemli örnekler verdikleri söylenebilir.
Sonuç olarak yukarıda değinilen bu önerilerin çeşitlendirilmesi, ekonomi yapısına veözgü sayısal veri plan ve modellerle destek-
---------------
......Kriz ve Alternatifler Üzerine..................
lenmesi, kitle örgütlerince geliştirilip/değiştirilip onaylanması gerekmektedir ve tabi ki son sözü “iyi öneriler” değil toplumsal hareketler söyleyecektir. Demokratik, katılımcı plana, özyönetime ve toplumsal mülkiyete dayalı bir ekonomi mümkündür.
Kaynaklar:
Chang, H-J, Grabel,I, Kalkınma Yeniden, İmge Yay.
Albo, G, Beklenmedik Devrim, Praksis 2006, Bahar Sayısı.
Petras, J, Veltmeyer, H, Globalization Un- masked, Zed Books.
Hahnel, R, Siyasal İktisadın ABC’si, Ayrıntı Yay.
Kratani, K, Transkritik, Metis Yay.Yol Dergisi, Neoliberalizmi Aşmak, Ka
sım 2006.Marx,K, Gotha Programının Eleştirisi, Sol
Yayınları.Onaran, Ö, Neoliberalizme Karşı Güncel
Taleplerden Sosyalist Stratejiye Köprü, İktisat Dergisi, sayı 461-462.
Filho, A.S, Johnson,D, Neoliberalizm-Mu- halif Bir Seçki, Yordam Yay.
Ekonomik Demokrasi ve
İşyeri Demokrasisi
Liberal yazar ve iktisatçıların yaklaşımlarında bir önemli nokta şu; kapitalizmi sorgulayan ve daha adil bir işbirliği ekonomisi öneren sosyalist yaklaşımların anti-demokra- tik ve totaliter eğilimde oldukları, olmak durumunda oldukları eleştirisi hep gündeme getiriliyor. Bu konuda sosyalistlerin -liberallere hesap vermek adına değil tabi ki ama- insanlardaki somut çekincelere karşı anlamlı görüşler ileri sürmeleri faydalı olacaktır. Daha da iyisi pratiklerle bunu gösterebilmektir. Burada ilk aklıma gelenleri tartışmak üzere not almak istedim.
yol
Bilindiği gibi özgürlük kavramının neoli- beraiier tarafından “serbest piyasa”ya indirgendiği bir dönem de yaşıyoruz. Polanyi’nin; alıntılarsak “Piyasa ütopyasının bir kenara bırakılması bizi toplumun gerçekliği ile karşı karşıya getirecektir... İktisat kuramını sözleşme ilişkileriyle ve sözleşme ilişkilerini özgürlükle eşitleyen piyasacı toplum görüşü” ile taban taban zıt bir düzenleme istemek gerekiyor. Bu anlamda ayrım çizgisi olarak farklı iktisat kuramlarının ve farklı sistemlerin göreli teknik meziyetlerini, verimliliklerini karşılaştıran bir zemine diişememek gerek.
Yukarıda değinilen liberal çerçeveden bakıldığında sol, komuta ekonomisi ve bürokrasi ile özdeşleştiriliyor. Oysa Venezüella’da, Bolivya’da, Ekvador’da, Brezilya’da Porto Allegre’de; hatta Ispanya’da 35 bin kişilik Mondragon işletmelerinde; Arjantin’de kriz döneminde işçilerce el koyulan ve ortaklaşa işletilen fabrikalarda; Topraksız Köylü Hareketlerinin işletme ve topluluklarında uygulanmaya çalışılan çeşitli katılımcı ekonomi anlayışları ve 21 .yy sosyalizmine yönelik uygulamalar liberal ufku aşan bir demokrasi, e- şitlik ve adalet arayışı örneği olarak ortaya çıkıyor. Sosyalizm adına 20.yy.’da yaşanan deneyimlerin ve sorunların ve kazanımlarının günümüzde alternatif yaratamaya çalışan ha- reketlerce ciddi sorgulamalardan geçtiğini kabul etmek gerekiyor. Ayrıca sol hareketlerin 1800’lerdeki oy hakkı mücadeleleri başta olmak üzere parlamenter demokrasi sınırları çerçevesindeki pek çok hakkı açıkça destekledikleri, bu konuda bedeller ödedikleri çok barizdir. Faşizmlere, hemen her ülkedeki faşizan uygulamalara, ulusal ve etnik baskılara karşı verilen demokrasi ve örgütlenme mücadeleleri çok açık bir biçimde sosyalist hareketlerin damgasını taşır.
Liberal düşünürler kapitalizmi muhafaza konusunda öyle kararlılar ki, para, rekabet ve
tükettirmeye dayalı sistemin eşitsizliklerini ve kaosunu görmedikleri gibi anti-demokratik ö- zünü, yarattığı savaşları, emperyalist şiddeti de görmüyorlar. Bugün sadece Ortadoğu’daki S.Arabistan, Katar, B.A.E., Irak, Afganistan, İsrail, Kuveyt’teki savaş makineleri dolu ABD üsleri neyi amaçlıyor? Yüzlerce binlerce işçinin kaderinin birkaç sermayedarın ya da profesyonel yöneticinin (“board of direc- tors”) elinde olduğu şirketlerden oluşan bir sistemin, iktisadi faaliyetlerin nimet ve külfetlerini adaletli paylaştırdığı söylenebilir mi. Çoğu zaman fiilen orada bulunmayan işveren çalışanların neyi nasıl üreteceklerine karar vermekte, üretilen artığa el koyabilmektedir. Bir işverenin elindeki bilgi, bağlantı ve kaynaklarla toplumu etkilemek, parasal gücü ile seçimleri etkileme, medyayı yönlendirme vesaire kapasitesi ile bir emekçinin kapasitesi a- rasındaki eşitsizlik karşılaştırılamaz. Bir Sabancı varisi hiç çalışmadan, yetenekli bir ustabaşından yüz binlerce kat daha çok kazanıyorsa buna adalet demek mümkiinmü. Bazıları hayat boyu yerleri süpürürken bazılarının sürekli toplantılara girip, çalışanlara hesap sorup, alternatif stratejiler üzerine düşündüğü bir iş yaşamının adil ve demokratik olduğu söylenebilirini. Makro politikalar konusunda da durum aynıdır. İşsizlikten çok enflasyondan çekinir işverenler. Zira işsizlik işçinin pazarlık gücünü düşürürken, enflasyon yatırımların değersizleşmesi tehlikesini barındırır. Devrevi krizler işsiz sayısını arttırdığında işçiler ucuza çalışmayı kabul eder ve kapitalistlerin yeniden tatlı günleri başlar.
İşi zenginleştirmek, aptallaştırıcı ve bıktırıcı bir uğraş olmasının önüne geçebilmek, ü- retilen bilgiyi dem okra tik leştireb ilm ek için kapitalizmin sınırlarım aşmak gerekmektedir. Kadm-erkek, kafa-kol emeği, genç-yaşlı, etnik aidiyet ayrımlarım sorgulayan ama bir yandan da kaba bir eşitlikçilik değil güçsüze
ı
Kriz ve Alternatifler Üzerine
arka çıkan, pozitif ayrımcılık uygulayan, kazançları mümkün olduğunca eşit paylaştıran bir katılımcı sistem konusunda günümüz sosyalizmi iddialı ve daha da iddialı olmalıdır. Belediyelerde paranın nereye harcayacağını halk belirleyebilir, yoksa ‘bal tutan parmağını yalar’ anlayışı günümüzde olduğu gibi devam edecektir. Yerel kaynakların kullanımında Rio Grande Del Sol, Porto Al- legre örneklerinde olduğu gibi önceliklerin halk tarafından belirlenmesi liberallerin ufkunda bulunmaz. Kısa Ailende Şili’sinde 370 fabrikada uygulanmaya çalışılan işçi-işveren 5+5 birlikte yönetim sisteminde, ütopik sosyalistlerin özellikle 1800’lerde Owen’in ve Fourier’in denemelerinde, 1900’lerin başında Rosa Luxemburg’un “doğrudan üretenlerin yönettiği bir sistem” tanımı üzerinden gerçekten çok önemli tartışmalarında, Lenin’in “Devlet ve Devrim”mde, Gramsci’in “işçi konseyleri” tezlerinde, Paris Komününün “seçilmiş ve geri çağrılabilir delegeler ve seçilmişlerin bir işçinin ücretinden daha fazlasını almama ilkesi” deneyimlerinde sosyalist hareketin demokrasi anlayışının gelişkinliği ifadesini bulur. Kentsel, yerel ve tüketim alanı çerçevelerinde sol uygulamalar daha çok tartışılmaya ve geliştirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Daha çok deneyim biriktirmek ve tartışmak gerekmekte elbette.
Devlet sosyalisti Lasalle’a yönelik eleştirileri Marx’m da bu tartışmaya ciddi değiniler yaptığını gösterir.
“Eğer kendi aralarında birleşmiş kooperatif topluluklar ulusal üretimi ortak bir plan dahilinde düzenleyeceklerse, yani onu kendi denetimleri altına alıp, kapitalist üretimin a-
lmyazısı olan sürekli anarşiye ve dönem dönem ortaya çıkan şiddetli sarsıntılara son vereceklerse, bu bir komünizm, mümkün bir komünizm değil de nedir baylar?”
^
Finansm ve para hareketlerinin denetimine yönelik sol-sosyalist tezlere karşı, sermaye cephesinden şu tez sunulabilir: “Serbest fi- nans daha iyidir, zira finansman ihtiyacı ekonominin daha verimli çalışmasını sağlamaktadır, bir firma daha verimli üretim sistemine geçebilmek için çeşitli borçlar almak zorundadır ve bu da finansal mekanizmalarla olur.” Evet, bu bir anlamda doğrudur, ama borsalar- da her gün gördüğümüz spekülasyonlar ve çeşitli biçimlerde/zamanlarda ortaya çıkan krizlerin maliyeti-zararı göz önüne alındığında bile bu etkiyi önemsemek ne kadar mümkündür. Ayrıca fınansallaşmanm toplumsal denetime açık olması, finansmanın ve kredinin ortadan kaldırılması demek değildir. Verimlilik açısından düşündüğümüzde ise kapitalizme kara dayalı verimlilik anlayışının çevre, insani değerler, katılım, toplumsal adalet, çalışmanın tüketiciliği ve yabancılaştııı- cılığı açılarından yeniden tanımlanması gerekir.
Konvertibilte kaldırılırsa “karaborsa olur” diyenlerin, mali açıkları “popülist politikalara”, “seçim dönemi savurganlıklarına” bağlayanlara finansal krizlerin ve istikrarsızlığın maliyetlerini ve spekülasyonların maliyetlerini, finansm kendisi için harcanan kaynakları ve kamu borcu faiz ödemelerinde finansal dönemle birlikte gerçekleşen artışı dikkate almaları gerekmektedir.
Türkiye: Yeni Bir Ekonomik Krize Doğru mu?
Selim Kırali
Kimsenin yadsıyamadığı bir gerçek yada artık çuvala sığmayan bir mızrağımız var. Türkiye ye
ni bir ekonomik krizin eşiğinde. Hangi gazeteyi açsak, birileri yaklaşan bir ekonomik krizden söz ediyor. Durum gerçekten öyle mi?
Kimi -en dipteki- insanlarımız, “krizden çıkmışmıydık ki zaten?” diye bir soru da sorabilirler. Haklıdırlar. Kriz Türkiye’de yapısal; kendi dinamikleriyle gelişememiş bir kapitalizmden kaynaklandığı için krizsiz bir Türkiye’den çok; “sığ krizli” yada “derin krizli” Tiirkiyelerden bahsetmek aslında daha yerinde olur.
Türkiye kapitalizmi tekelcileşip, devletçilik denetiminden kurtularak “rüştünü ispatladığı” 1940 Tı yılların ortalarından beri ekonomik krizler, salıncak gibi gelir, gider, gene gelir. Bu gel gitler elbette siyasi çalkantılarıyla birlikte yaşanır. Değişmeyen tek şey vardır: krizin sebebi ne kadar fînans kapital düzeni olmuşsa, bedeli de o kadar emekçi yığınlara ödetilmiştir. Bu da kimi zaman 12 Mart ve 12 Eylül açık faşist diktatörlüklerinde olduğu gibi amansız bir baskı düzeniyle mümkün olabilmiştir. Eğer yeni bir kriz geliyorsa düzen bunun yükünü de her zaman olduğu gibi yine çalışan yığınlara yüklemek isteyecektir. Bununsa yeni toplumsal ve politik gerilimlere yol
açması kaçınılmazdır. Sınıf savaşının yakın dönem seyri açısından konuyu değerlendirmeye gerek var.
Ekonomik krizi bize en iyi anlatacak o- lan rakamlardır. Bu yüzden yazımızda böyle bir saptamaya veri olabilecek rakamlara bakmaya çalışacağız.*
Türkiye ekonomisi büyüyor mu? Yani ü- retiyor, ürettiğini satıyor, yeni yatırımlarını yapıyor ve artılarıyla toplumsal, kültürel vs. gelişim de yaratabiliyor mu. Bakalım.
Ekonomik büyüme rakamları
ne durumda?
Kriz yılı 2001’de -5,7 düzeyindeki ekonomik büyüme seyri daha sonra şöyledir.
2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007-5.7 6.2 5.3 9.4 8.4 6,9 4.5
2000’li yılların başında Ecevit/DSP hükümeti döneminde açığa çıkan ağır krizle Birlikte, tamamen IMF denetiminde bir kriz programı hazırlanmıştı. Yine bu programın a- sıl uygulayıcısı olarak IMF memuru Kemal Derviş Türkiye’ye getirilmiş ve kendisine, neredeyse hükümet üstü bir yetki poziyonu verilerek işin başına geçirilmişti. Çok eski değildir anımsatın-; kitlesel işten çıkarmalarla, giderlerin/harcamaların kısılması, ücretlerin (daha da) baskı altına alınması yani işsizlik ve yoksulluk dayatılarak krizi aşma yoluna gidil-
Türkiye: Yeni Bir Ekonomik Krize Doğru mu?
inişti. Bu açıdan düzen kendi açısından başarı da sağlamış, bu yoldan kısmi bir “düzelmeye” varılabilmişti. Rakamlardan bunu okumak mümkün. Ekonomik büyüme pozitife geçmiş, 2004’tc tavan yapmış ancak daha sonraki yıllarda düzenli bir düşüşe geçmiştir. 2007’deki büyüme hızı artık 2004’ün yarısı bile değildir. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki Türkiye ekonomisindeki büyüme hız yitirmiş, inişe geçmiştir.
Enflasyondaki o pek övünülen
istikrar sürüyor mu?Türkiye ekonomisi —evet— birkaç onyıl sü
ren, kimi yıllar üç haneli enflasyon rakamlarından tek hanelilere düşmeyi başarmıştır. Ancak son veriler enflasyonda yeni bir yükseliş dönemine girildiğini göstermektedir. Son
2007 (A ııtlık ) 2008 (O cak) 2008 (Şubat) 0,22 0,8 1,29
2008 ( M art) 2008 (İN ¡san)0,96 1,68
aylardaki enflasyon seyri aylık yüzde olarak şöyledir.
Nisan ayındaki 1,68’lik enflasyonun son 5 yılın en kötü nisan enflasyonu olduğu yazılmaktadır. Genellikle bahar aylarında görece bir düşüş gösteren enflasyondaki bu yukarı doğru kıpırdamşa dikkat çekilmektedir.
Dış ticaret dengesi tutuyor mu?
Dış alım ve dış satım dengesi bir ülke ekonomisinin önemli göstergelerinden biridir. Bununla ilgili rakamlar ülkemiz açısından durumun pek de iç açıcı olmadığını gösteriyor.
Yıllık dış ticaret açığı, 2007 sonu itibariyle yaklaşık 63 milyar dolara ulaşmıştır. İthalattaki artış ihracattan daha hızlıdır. O- ransal olarak 2002 yılında Türkiye’nin ihracatı, ithalatın yüzde 70’ini karşılarken, 2007’de ancak yüzde 63’iinü karşılayabilmişim Üstelik dış ticaret Türkiye’nin en iddialı olduğu alanların başında geliyordu. Kriz yıllarında, “Şimdi dışarıya çalışıyoruz, sıra içeriye gelecek.” deniyor ve vatandaştan “sabır” isteniyordu. Pek “selamete” vardığımız söylenemez.
İç ve dış borçlarda durum ne?Türkiye’nin söz konusu dönemdeki iç
ve dış borç stoklarında aşırıya varan dcrce- de artışlar vardır. Bu borçlar ödenecektir. Hatta ödenecek olan sadece borçlar değil aynı zamanda sürekli işleyen faizlerdir. Önce borçlanmalardaki rakamlara bakalım.
2000 2002Toplanı dış borç (M ilyar $) 11 S.5 129.7Toplam iç: boi'ç (M ilyar S) 54,2 91.7
200.5 2004 2005 2006 2007
144.3 160.S 168,8 207.4 247 2
139,3 167.3 1S2.4 178,9 219.2
Kriz ertesi 2004-05’lerde yavaşlayan borçlanmadaki artış, yerini yeniden bir hızlanmaya bırakmıştır. Sadece 2006’dan 2007’ye 1 yıllık zaman diliminde, dış borçlanmada yüzde 20, iç borçlanmada yüzde 22 gibi aşırı bir artış görmekteyiz.
Burada borç faizleriyle ilgili de bir iki söz etmemiz gerekiyor. ATO (Ankara Ti
caret Odası) 2007 yılında Reel Faiz Reel Soygun başlıklı bir rapor hazırlamış. Rapor Türkiye'nin 1995 -2006 dönemini kapsayan iç borçlanmadaki faiz politikasına yoğunlaşıyor ve diyor ki;
İhracatın İthalat(Dotar) İhracat İthalat Denge karşılama oranı
2002 ............ 36 059 089 51553 797 -15 494 708 69.92003 ................... 47 252 8.36 69 339 692 -22 086 856 68.12004 ....................63 167 153 97 539 766 -34 372 613 64,82005 ....................7.3 476 408 ! 16 774 15 1 -43 297 743 62.92006 ....................85 534 676 139 576 174 -54 041 499 61,32007 (Geçici)........107 213 692 170057 214 -62 843 522 63
yol
" D ü n y a n ın en yüksek reel faizini ödemeye devam eden Türkiye, 1994 krizini izleyen 12 yılda yıllık ortalama yüzde 17.6 'lık reel fa iz ödedi. 1995-2006 yılları arasında toplam 303.1 milyar dolar olan Hazine ’nin yaptığı iç borç ödemelerinin yüzde 45 'ine yalcın bölümünü faizin ‘reel kısmı ’ meydana getirdi. Eğer reel fa iz yüzde 5 ’te kalsaydı Türkiye 87 milyar, yüzde 8 düzeyinde kalsaydı 63 m ilyar dolar daha az fa iz ödeyecekti. ” (Rapordan)
Rapora göre “Hazine 1995-2006yıllarını kapsayan dönemde toplam 774.3 milyar YTL anapara ve 302.5 milyar YTL fa iz ö- demesi yaptı. Anapara ve fa iz olarak toplam iç borç ödemesi 1 trilyon 76.8 milyar YTL ’yi bııldıı. İç borç anapara ödemelerinin ortalama yüzde 39 ’ıı kadar da fa iz ödemesi yapıldı. Hatta 2000 yılında fa iz ödemelerinin tutarı anapara ödemesinin yüzde 98.1 ’ine ulaştı. Bu oran 1997, 1998 ve 1999 yıllarında da yüzde 6 0 ’ın üzerine çıktı. 2006 yılında yapılan faiz ödemesi a- napara ödemesinin yüzde 32.5 ’i kadar bir büyüklük oluşturdu. ” (a.y.)
Burada AKP hükümetlerinin de bütün o pek sevdikleri “AK’Tıldarına rağmen, aynen kendisinden önceki diğer parti hükümetleri gibi faizci bir mutlu azınlığı besleyen kara soyguncular olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Raporu sunan ATO başkanı Sinan Ay- gün, “niçin hala dünyanın en yüksek reel faiziyle soyulduğumuzu da sorgulayalım ’’ diyor.
Bu soygun başka bir şekilde
şöyle dile getiriliyor.
“ANKA ’nın Maliye Bakanlığı verilerinden yaptığı hesaplamaya göre, 2007 yılının tümünde iç ve dış borç fa iz ödemelerinin
toplamı önceki yıla göre yüzde 6 artarak 48 milyar 731.6milyon YTL ye ulaştı... Geçen yılkifaiz ödemelerinin 41 milyar 518.6 milyon YTL’si iç, 6 milyar 402.3 milyonu da dış borçlar için yapıldı. ’’ (http://www.ha- berx. com/n/1079790/ günde-1335-milyon- ytl-faiz.htm) (25.01.2008)
İlginç değil mi! 247,2 milyar Dolar dış borca 6,4 milyar YTL faiz öderken, daha az bir seviyedeki 219,2 Milyar Dolar iç borca 41,5 Milyar YTL faiz ödüyoruz! Başka bir deyişle dış borç için (Dolar/YTL olarak) yüzde 2,6 faiz öderken, iç borç için yüzde 19, yani 7,3 kat daha fazla faiz ödüyoruz. Bu çapula ATO Başkanı bile feryat figan isyan ediyor!
Yine ANKA’mn hesaplamalarına göre "Faiz ödemeleri geçen yıl (2007)189 mil
yar 617.2 milyon YTL olan toplam bütçe gelirinin de yüzde 25 .7 ’si düzeyinde gerçekleşti. Bıına göre devletin bir yıl boyunca vergi ve diğer alanlardan elde ettiği toplam bütçe gelirinin dörtte birinden fazlasını fa iz ödemede kullandı. ”
İşte hâli pür melalimiz bııdur! Ekonomik göstergeler; büyümedeki hızlı düşüş, dış ticaret açığının büyümesi, iç ve dış borçlanmalardaki artış, enflasyondaki yükselme eğilimi adım adım bir krize doğru yol aldığımızın açık belirtileridir.
Kriz kimin üzerine çöker?
Krizden çıkmak mümkün müdür? Elbette mümkündür! “Nasıl?” dediğimiz zaman önce sınıf çelişkisi çıkar karşımıza. Ezilenler açısından krizden tamamiyle çıkışın tek yolu vardır; iktidarı almak ve demokratik devrim programını uygulamaktır! Ezenler açısından ise çalışan yığınları daha da yoksullaştırarak elde edeceği sermaye birikimiyle, düzenine soluk aldırmaktır. Ancak bunun geçici olduğunu çokça gördük. Tür-
Türkiye: Yeni Bir Ekonomik Krize Doğru mu?
kiye finans kapitalist ekonomisi, üretimi ve kaliteyi artırarak uluslararası pazarda rekabetle yada kendi nüfusunun alım gücünü yükseltip iç tüketimi artırarak bir sermaye birikimi yaratma yeteneğinde değil. Bunu beceremedikçe habire çalışan yığınlara yükleniyor. Bu çizgide oluşan gerilim devletin daha askercil, daha bürokratik; yani daha pahalı olmasını kaçınılmaz kılıyor! Pahalı devletse üretime akıtılması gereken sermayeyi eritiyor ve böylece düzen kısır bir döngüye mahkum oluyor. İşte yine bu kısır döngünün başlangıç noktasına doğru yaklaşıyoruz.
Düzenin krize karşı öngördüğü “önlemler” neler? Zaten pek o kadar gizli kapaklı değil ama yığınlar elbette her şeyi tüm a- çıklığıyla görebilme yeteneğinde değiller. Yakalaşan kriz görece durulan ama aslında içinden hiç çıkılamamış bir kriz. IMF ile planlanmış bir program çerçevesinde; hiç de o parti bu parti ayrımı olmaksızın bütün hükümetlerce uygulana gelen bir ekonomi politika.
"Türkiye, 19. stand-by anlaşmasını tamamladığı IMF ile dünden itibaren ‘Program Sonrası İzleme ’ sürecine geçti. IM F’ye borcu olan ülkelerin mali durumlarının izlenmesine dayanan sistem... ” (Cumhuriyet 11 Mayıs 2008)**
AKP hükümetince imzalanan 19. stand- by anlaşması kendinden önceki hükümetlerce imzalanan 17. ve 18. stand-by’ların organik devamıdır.
Bu süreci IMF nasıl izleyecektir? “Türkiye. IMF ile anlaşmayı; harcamaları kısma, personel alimini ve maaşları düşük tutına, özelleştirme yapma, elektriğe otomatik zam sözleri ile tamamladı. ’’ (a.y.) Haber biraz açılınca içinden şunlar dökülüyor.
“Sağlık hizm etleri için ... I) Ha) d YTL a- ralığında katkı payı alınacak... Sosyal güvenlik reformu, Ekim ayında yürürlüğe girecek... Emekli maaşlarında ayarlamalar yapılacak... Personel harcamaları azaltılacak... Bir kamu personel reformu yapılacak... Elektrikte otomatik fiyatlandırma sistemi 1 Temmuz 2008 tarihinde yürürlüğe girecek... Halkbank’ın yüzde 24 w için ikincil halka arz yapılacak. ’’ (a.y.)
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz imzasıyla IMF’ye' sunulan niyet mektubunda IM F’ye verilen sözler işte bunlar. Paralı sağlık hizmetleri, emekli ve çalışanların maaşlarının baskı altına alınması, işçi çıkarması, elektriğe otomatik zam uygulanacak, Halkbank satılacak.
Bu kadarla kalsa yine iyi! Haydi işsiz bırakıyor, ücretleri kısıyor... Ama gözleri hala yoksulun sofrasında! Son aylarda en sıradan besin maddelerindeki inanılmaz artış bir bakıma saldırının başladığının da i- lanı demek oluyor! Soframızda neler oluyor, ona da rakamlarla bir göz atalım.
Nisan ayı itibariyle Artış omdan (%} 1 Aylık 4 Aylık 12 AylıkSüt 0.00 -272 5.92Peynir 0.00 0.00 27,71Dana Eti 0.00 0.00 '.41Tavuk 5.96 64.86 *4,04Kuru Fasulye 24,09 39.57 70.34Nohut 24,35 25.81 28,06Kırmızı Mercimek 47.69 69.01 105.13Pirinç 60,61 91.57 101,27Bulgur 15.52 67,50 91.43
Nisan ayı enflasyonu TÜFE’de 1,68 o- (Türk-İş Sitesi - http://www.tur-
yoi
lurken gıda maddelerinde 2,91 olmuştur. Bazı besin maddelerindeki artış oranlan şöyledir.
Bazı besin maddelerinde fazlaca bir kıpırdama yoktur ancak özellikle yoksul ve orta gelirlilerin ana tüketimini oluşturan kuru besinlerdeki artış akıl almaz ölçüdedir. Düzenin bunalımdan çıkmak için bir kez daha insafsızca yoksulların sofrasına saldıracağı görülmektedir.
Son olarak rakamlarla kredi ve kredi kartı
borçlanmalarına değinelim.Kredi kartı kullanımı Türkiye için çok
yeni bir şey olmamakla birlikte son yıllarda hızla yayılmıştır. Yol ortalarına, mağazaların içlerine yada girişlerine kurulan tezgahlarla insanlar kredi kartı sahibi yapılmış ve tüketim zaafları da kışkırtılarak kredi kartıyla alışverişin “dayanılmaz hafifliğine” uçurul- muşlardır.
Yerli kredi kartları kullanımındaki gelişmeler:
Yıllar Kredi kartı sayısı Alış-veıiş milyon YTL2002 15.705.370 21.964.62003 19.863.167 35,672.12004 26.681,128 58,509.12005 29.978,243 77.417.72006 32.433.333 98.778.9Aıtış % 106.5 349.720Q7Haz. 34,521,062 58,535.6
(Eski Ekonom i Bakanı H ikm et U luğbay) (http ://w w w .ulugbay.com /blog_hikm et/?p=6!)
Görüldüğü gibi kredi kartı sayısındaki artış 5 yılda yüzde 106 artmıştır. İlginç o- lan 2007’nin ilk 6 ayındaki kredi kartı edinimi, 2006 yılı toplamını geçmiştir. Diğer yandan alışveriş hacmi aynı zaman diliminde kart sayısından da hızlı, yüzde 350’ye
varan bir artış gerçekleştirmiştir.Kredi kartı alış-verişinin başka bir bo
yutuna bakalım.Kredi kartlan borcunu ödememiş kişile
rin sayısı
Yıllar Borçlarını ödemeyenler2002 2,1792003 28,9212004 45,3262005 130,4212006 167,771Artış % 7,6992007 179,091 (Aynı sayfa)
Gerçekten insanın tüylerini ürperten bir tablo! Kredi kartları borcunu ödememiş (ö- deyememiş demek daha doğru) kişilerin sayısı 5 yılda yüzde 7,699 artmış ve yine 2007’nin ilk 6 ayı, 2006’nm toplamını e- peyce geçmiş durumda! O zamandan bu yana durumun çok daha vahim olabileceğini kestirmek için de kahin olmaya gerek yok.
Tüketici Kredilerindeki gelişmeler (milyon YTL'Yıllai' Konut Oto Diğer Toplam2002 464 612 1.211 2.2872003 872 2.153 3.023 6,048200-4 2.641 4.322 5,962 12.9252005 12,357 6,089 10,029 28,4742006 22,162 6.365 17,624 46,151Artış % 4,776 1,040 1.455 2.0182007/11 30.092 5,730 27.713 63.534
(Aynı sayfa)
Geçmiş krizleri ve sonuçlarını anımsayınca gelen krizin olası bedellerinden ürk- memek elde değil. Özellikle 94’te pimi çekilmiş bomba hızında patlayıveren krizde, arabasının borcunu ödeyemeyeceğine i-
39)
Türkiye: Yeni Bir Ekonomik Krize Doğra mu?
nandığı için arabasını uçuruma sürenler olmuştu. Elbette tek tek insanların bu tür trajik sonlar yaşamamasını dileriz. Ama sınıf savaşı ezenlerin; bankaların, tefecilerin, fabrikatörlerin doymak bilmeyen sömürü hırsları ve insanlık dışı saldırıları yüzünden insanları şiddetli gerilimlerle karşı karşıya bırakabiliyor. Krizin ev ve araba kredileri üzerinden orta tabakaların iflasına doğru tırmanabileceği ve ağır tahribatlara yol a- çabileceği güçlü bir olasılıktır.
Gelen kriz, rakamlara bakılırsa çok sıradan bir kriz olmayacak. Düzen krizden çıkış için kendi çözümünü; yoksullaştırmayı, işsizliği, sömürüyü, baskıyı dayatacak. Ezdiği yoksul yığınların arasına etnik, dinsel, sosyal, kültürel nifaklar sokarak onların düzene karşı birliğini engellemeye çalışacak. Yetemediği yerde derhal açık zorunu dayatacak.
Bu saldırılara karşı özsavunma durumunda kalan ezilenler, en geniş kardeşliği ve birliği yaratabilecekler mi? Modern pro- letar- yanın sınıf bilinciyle ve sınıf örgütüyle savunmasını ve direnişlerini
yükselebilecekler mi? Evet, bu mümkün! Direniş örgüt- lenmelerini güçlendirerek, doğra mevzilerde konuşlanarak, savunmanın ve direnmenin birliğini sağlayarak iyi bir sınav verebilir daha ileriye hazırlanıla- biliı* **. Bu mümkün!
* Rakamlar Türkiye İstatistik Kurumu (http://www.tuik.gov.tr) ve Hazine Müsteşarlığı (http://www.hazine.gov.tr/) sayfalarından alınmış, ondalıklarda zaman zaman yuvarlamaya gidilmiştir.
** Türkiye, 1999-2002 döneminde 17. stand-by düzenlemelerini gerçekleştirdi. En son 18. stand-by düzenlemesine 4 Şubat 2002'de başlayan Türkiye, 4 Şubat 2005'te bu anlaşmanın sona ereceği tarihten az önce Ocak 2005'te 19. stand-by anlaşma-
23.05.2008
Kapitalizm, Kriz: Olasılıklar ve Olanaklar
29-30 Mart 2008 tarihinde İstanbul’da Emek Araştırmaları Merkezi Girişim’nin düzenlediği “KAPİTALİZM, KRİZ: OLASILIKLAR ve OLANAKLAR” sempozyumunda Sosyalist Dayanışma Platformu adına Muzaffer Kaya’nın yaptığı
sunumun metnidir.
Bugünkü oturumların konusu “Ne yapmalı?” sorusu olduğundan ben kapitalizmin krizinden
değil solun krizinden söz edeceğim. Ekonomik krizler ne kadar sarsıcı olurlarsa olsunlar, bu durumu değerlendirecek bir devrimci özne olmaksızın özlediğimiz toplumsal dönüşümlere yol açmazlar. Büyük ekonomik krizler devrimci dönüşümlere imkân sağladığı gibi çeşitli türden faşizmlere de kapı aralayabilir. Bu yüzden ekonomik krizlerin nasıl siyasi sonuçlar doğuracağı niha olarak siyasi iradelerin örgütlenme ve mücadele stratejilerine bağlı olacaktır. Krizlerin kendiliğinden devrimci sonuçlar doğuracağını düşünmek yanlış ve politik açıdan zararlıdır.
Bunları söylemek, krizlerin devrimlerin bereketli toprağı olduğunu reddetmek anlamına gelmiyor tabi. Aksine krizlere hazırlıklı olmanın önemine vurgu yapmak anlamında söylüyorum.
Bugün Türkiye’de ekonomik kriz henüz bir yıkıma dönüşmüş değil. Ancak siyasi a- landa son yıllarda derin bir kriz yaşanmakta. Egemenler arası çatışmaların yol açtığı
siyasi krizin Türkiye sol hareketi üzerinde de ciddi etkileri var. Öncülüğünü ordunun yaptığı geleneksel devlet bürokrasisi ile AKP arasındaki iktidar kavgası sol harekette liberal ve ulusalcı eğilimleri güçlendirdi. Ordu ile çekişmesi nedeniyle AKP’nin demokratik bir potansiyel taşıdığını düşünen sol kesimler liberal ideolojinin etki a- lanına girerken, devlet bürokrasisine anti-emperyalist bir rol biçen sol kesimler ise ordunun politik taktiklerine payanda olmaktadırlar.
Liberal eğilim solu devrimci mücadele geleneğine yabancılaştırıcı (bu mirası de- ğersizleştiren) bir etkide bulunurken, ulu- salcı-laikçi eğilim solu Kürt hareketinden ve geniş dindar kesimlerden uzaklaşmaya itmektedir. Devrimci sol, bu iki eğilimle de çarpışarak kendi bağımsız ideolojik zeminini oluşturmalıdır. Laik ulusalcılarla liberaller, AKP ile devlet bürokrasisi ya da TÜSİAD ile MÜSİAD arasındaki iktidar kavgasında sosyalistlerin görevi bu taraflardan bir tanesine yedeklenmek değil bu çekişmelerin üzerini örttüğü daha büyük bir çatışmayı, sınıf mücadelesini öne çıkarmaktır.
AD
Kapitalizm, Kriz: Olanaklar ve Olasılıklar
Solun derdi Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ya da liberal demokrasinin yaşatılması değildir. Emekçilerin ve yoksulların kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabileceklerini onlara hissettiren, ezilenlerin ikti- darlaşmayı deneyimledilderi bir mücadele tarzını geliştirmektir. Dünya kapitalizminin derin bir krize sürüklendiği bu günlerde sosyalist sol kendi asli gündemlerine yoğunlaşarak krizi karşılamalıdır. Sınıf mücadelesinin yeni bir döneminin açıldığı bir eşikteyiz. Bu yeni mücadele döneminin imkânlarım anlamaya çalışmalı ve örgütçü emeğimizi ve enerjilerimizi en verimli şekilde kullanmaya odaklanmalıyız.
Düzen içi çatışmaları toplumun devrimci dönüşümü açısından bir olanağa çevirebilmek için öncelikle solun kendi durumunu ve zaaflarını iyi analiz etmesi ve uygulanabilir somut projeler üretmesi gerekir. Dünya ve Türkiye gerçekliği üzerine yaptığımız analizler kendi gerçekliğimize gelince genelde ajitasyon düzeyinde kalıyor. Devrimci solun söylemi ile gerçekliği arasındaki açının iyice açıldığını belirtmek gerekiyor. Aslında sosyalist sol ve daha dar anlamda devrimci örgütler mevcut durumdan çıkabilecek bir bilgi birikimine, tarihsel tecrübeye ve asgari düzeyde örgütliiğe sahiptir. Öncelikle ideolojik alanda bir mıntıka temizliğine ihtiyaç var. İdeolojik kargaşaya karşı verilecek mücadeleye paralel olarak örgütsel dağınıklığımıza ve ilkelliğimize son verecek iradi bir müdahale de gerekiyor. Tabi bütün bunları siyasi ve toplumsal bir devrimi hedefleyen bir stratejik kurgu içersinde tasarlamakla yükümlüyüz.
Bu düşüncelerden hareketle “ne yapmalı” sorusunu birbiri ile bağlantılı üç alanda; ideoloji, strateji ve örgüt başlıkları altında cevaplamaya çalışacağım.
İdeoloji alanında öncelikle vurgulanması gereken şey, solun Kemalizm’in güncel tezahürleriyle arasına net bir sınır çekmesi gereğidir. Din fobisi (sözde şeriat tehlikesi) ve bölünme paranoyası üzerinde kendisini temellendiren laik milliyetçi eğilimden (ne- o-Kemalizm) etkilen bir sol hareket, MGK politikalarına yedeklemenin ötesinde yoksul halk kesimlerine yabancılaşacaktır. Bu konuda en somut güncel örnek başörtüsü meselesidir. Solun önemli bir kesimi başörtüsü yasağını AKP ve siyasal İslam karşıtlığı gerekçesiyle savunur duruma düşmüştür. Hatta bazı kesimler başörtülü kadınlara karşı devletin savcılarını göreve çağıracak denli ileri gitmişlerdir. Ülkedeki yetişkin kadın nüfusun muhtemelen yarısından fazlasını oluşturan bir kesimin yüksek öğrenimden ve kamu kuruluşlarında çalışma olanağından dışlanmasına onay veren bir sol, bu kesimleri örgütlenme ufkunun dışında itmiş demektir.
Kemalizm’in kılık kıyafet talimnameleri üzerinden politika yapmaya çalışan bir sosyalist öznenin seslenebileceği kesimler, devlet bürokrasisinin ve modern kentli orta sınıfların bir bölümü ve Aleviler olabilir. Ama bu tutum daha geniş bir Sünni Müslüman yoksul kesimi sağa bırakmak anlamına gelecektir. Ezilenleri, emekçileri, yoksulları kendi örgütümüze ya da bir eyleme çağırırken onların gündelik bilinçlerine, kültür ve inançlarına azıcık saygı göstermek siyasi ve ahlaki anlamda asgari bir gerekliliktir. AKP’nin bu meseleyi sömürmesi de ancak böyle bir tutumla engellenebilir.
Solun AKP’ye karşı mücadelesinde temel parolası “gericilik karşıtlığı” değil, e- mek sömürüsü, yolsuzluklar ve emperyalizmle işbirliği konuları olmalıdır. İslami yaşam tarzını batılı seküler yaşam
yol
tarzı karşısında “gerici” kılan nedir? Din referanstı olması mı? Bu durumda Ergene- koncular siyasal İslam’dan daha mı “ilericidir”?
Türkiye’de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Türk kesimlere hitap edebilecek bir söylem kurmak zorundayız. Kimileri bunun en kestirme yolunun milliyetçi söylemlere sarılmak olduğunu düşünebilir. Oysa bu çıkışsız bir yoldur. Derin toplumsal adaletsizliklerle bölünmüş bir toplumu vatansever temalar etrafında birleştirmeye çalışmak sosyalistlerin işi değildir. Sol aksine milliyetçi söylemi sınıfsal eksende bölecek tarzda propagandasını yo- ğunlaştırmalıdır. Örneğin Kürt özgürlük hareketini bastırmak için sürdürülen iç savaşta ölen askerlerin hep yoksulların çocukları olduğunu dile getirmek milliyetçi söylemi içerden vuran bir sınıfsal tutumdur.
İkinci olarak üzerinde durmak gereğini hissettiğim konu stratejik ufuk yoksunluğu ve stratejik davranma zaafıdır. Strateji konusu geçen on yıllarda solun en hareketli tartışma gündemiydi. Şimdi bu alanda bir tartışmanın yaşanmaması herhalde solun kendini iktidara ne kadar uzak hissettiğini göstermektedir.
Günümüz dünyasında devrimci hareketlerin görece zayıflığı ve dağınıklığı, sınıfsal yapıdaki dönüşümlerin işçi sınıfının topyekûn davranışını zorlaştırması ve ide- oloji-kültür alanında solun hegemonya kaybı mücadelenin stratejisi üzerinde kaçınılmaz olarak etkide bulunacaktır. Mevcut durumda devrimci sol kendisini, kısa vadede gerçekleşecek bir halk ayaklaması kurgusuna göre değil, böyle bir ana hazırlanmak anlamına gelecek uzun süreli bir mevzi savaşı perspektifine göre konum- landırmalıdır.
Türkiye devrim stratejisi açısından kentlerin belirleyici rolü son 30 yılda tartışılmaz bir şekilde artmıştır. (Kürt bölgelerinde bile köy boşaltmaların bir sonucu olarak kentler ulusal mücadelede daha fazla öne çıkmaya başlamıştır.) Özellikle sanayi ve ticaretin yoğunlaştığı büyük kentlerin çeperinde oluşan yoksul mahalleleri stratejik açıdan kilit önemde sahip olacaktır. Artık varoş olarak adlandırılan eski gecekondu mahalleleri işçi sınıfının farklı kesimlerinin ve küçük esnafıp yaşam ve üretim mekânları olarak düzen, dışı solun üstleneceği temel alanlar olmalıdır. Bu bölgelerde devlet ve sermaye güçlerine karşı uzun süreli bir ikili iktidar mücadelesi yürütmek Devrim yolunun başlıca güzergâhı olacaktır. Varoşlarda mevcut haklan korumak ve geliştirmek perspektifiyle yürütülecek bir talep siyasetinin yanı sıra alternatif ekonomik, toplumsal, kültürel alanlar yaratmayı da hedeflemeliyiz. Mevcut sosyal hakların korunması için talepler üzerinden yürütülen siyasi kampanyalar elbette gereklidir. Ancak düzen dışı sol bununla yetinemez. Yoksulların acil gündelik sorunlarının çözümünde bir anlam ifade edecek toplumsal dayanışma pratikleri de hayata geçirmek zorundayız. Burada dayanışma kavramı ile kastedilen salt ekonomik dayanışma değildir. Can güvenliği sorunundan uyuşturucu satışına, polis baskısından kanalizasyon sorununa, işsizlikten eğitim sorununa kadar yaşamın tamamını kuşatan dayanışma pratikleri ü- zerinde kurulu alternatif yaşam alanları yaratmak durumundayız. Bir örümceğin ataklığı ve sabrıyla kendi yaşam alanlarımızı ve toplumsal dayanışma ağlarını örmek, solun geleceğini belirleyecek ölçüde önemli olacaktır.
Günümüzde yaşanması muhtemel bir büyük ekonomik krizin toplumsal sonuçla-
JD
Kapitalizm, Kriz: Olanaklar ve Olasılıklar
rı 1929 krizine nazaran çok daha sarsıcı o- lacaktır. 1929 krizinde dünya nüfusunun büyük çoğunluğu kırlarda yaşamaktaydı. Bugünse kent nüfusu üçüncü dünya ülkelerinde bile köylü nüfusu geçmiş durumdadır. Ekonomik kriz büyük kentlerde yaygın açlık anlamına gelecektir. Bir deprem etkisi yapacak olan böylesi bir durumda devrimci sosyalistler örgütlü hazırlıkları oranında inisiyatif alabilir ve düzenin krizini derinleştirebilirler.
Devrim stratejisinin diğer önemli ayağı ise Kürt hareketi ile ittifak meselesidir. Kürt sorununun bir devrimci dönüşüme ihtiyaç kalmaksızın burjuva reformlarla çözülebileceğini düşünmüyoruz. Türkiye devletinin iliklerine işlemiş sömürgecilik deneyimi burjuva demokratik bir açılımın önünü tıkamaya devam edecektir. Bu durumda Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi devrimsel bir altüst o- luşu zorunlu kılmaktadır. Kürt özgürlük hareketinin önderlerinin beklenti ve stratejileri ne olursa olsun Kürt halkının mücadelesi Türkiye’de devrimci bir dönüşümün temel bileşenlerinden birisi olacaktır. Kürt hareketi 1990’ların başındaki radikalizminden geriye düşmüş olsa da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde toplumsal bir güce sahip yegâne demokratik muhalefet hareketi olmaya devam etmektedir.
Strateji konusunda vurgulanması gereken bir başka nokta ise, günümüz dünyasında olası bir devrimin ancak bölgeselleşmesi durumunda ayakta kalabileceği gerçeğidir. Bu yaklaşımla bölgesel ölçekte ittifaklar arayışına girmek kaçınılmaz olacaktır. Kuşkusuz solun acil görevi öncelikle kendi ülkesinde kayda değer bir toplumsal politik güç haline gelebilmektir. Bu sağlandıktan sonra bölgesel ittifak ara
yışı gerçekçi bir zemine oturmuş olur. Ayrıca Kürt hareketinin coğrafi yayılımı Türkiye devrimini Ortadoğu’ya bağlayan başlıca köprü olacak niteliktedir.
Üçüncü olarak örgütsel alandaki tıkanıklığın üzerinde durmak istiyorum. Solun krizinin en çarpıcı şekilde kendini ortaya koyduğu alan örgütsel işleyiş ve örgütlenme sorunlarıdır. Okullarda, işyerlerinde, semtlerde solun örgütlenme çeperi ve etki alanı oldukça daralmış durumdadır. Seçimlerde alman sonuçlar ve mitinglerdeki sayılar solun niceliksel varlığının ne kadar küçüldüğünü göstermektedir. Semtlerde ya da okullarda sayıları onlarla ifade edilen gençler hareketin sosyolojik tabanını oluşturmaktadır.
Bu tabloyu değiştirmek adına ilk elden iki şey yapılabilir. Birincisi örgütlenme çabasını daha sistematik ve profesyonel yöntemlerle sürdürmek. Örgütlenmek amacıyla nitelikli, emek yoğun bir çalışma tarzını hayata geçirmek. Sendikal alanda, öğrenci gençlikte ve semtlerde örgütsel birikim yaratmak için sistemli bir örgütçü faaliyet yürütmek. Bunun teorik bir formülü yok. Yoğunlaşmış irade ve emek gerekiyor. İ- kincisi ise, mevcut güçlerin asgari koordinasyonunu ve temel konularda eylem birliğini sağlamak. Çok sayıdaki devrimci, demokrat, sol örgütün bir koalisyon halinde davranarak ülke gündemine etki etmeye çalışması tüm zorluklarına karşın önemli politik kazanımlar sağlayacaktır. Ezilenlerin demokratik cephesini oluşturmak düzen içi saflaşmalarda tarafların birisine yedeklenmemek için de bir gerekliliktir.
Son aylarda Kürt hareketinin gündeme taşıdığı Çatı Partisi önerisi de bu çerçeve değerlendirilebilir. Anti-faşist, anti-emper- yalist ve sosyal hakların savunusu temelinde oluşturulacak bir çatı partisi düzen par-
yol
tilerine karşı ülkesel ölçekte politika yapabilmek anlamında önemli imkânlar sunacaktır. Çatı Partisi’ni demokratik ve sosyal talepler için yürütülecek mücadelelerin koordinasyonunu sağlayacak bir güç birliği o- larak düşünmek gerekmektedir. Ona devrimci bir misyon yüklemek doğru olmaz. Bu yüzden devimci sol açısından çatı partisi stratejik değil taktık alanda bir konudur.
Devrimci örgütler kendi stratejik hedefleri doğrultusunda davranırken dağınık güçlerin ortak davranışını sağlayacak birlikte- liklere her zaman hazır olmalılar. I- rak İşgaline karşı oluşan Savaş Karşıtı Koordinasyon, 2002 ve 2007 genel seçimlerindeki ortak seçim kampanyaları bu güç birliklerinin olumlu örnekleri olarak gösterilebilir.
Türkiye’nin nesnel şartlarının düzen dı
şı solun örgütlenmesi için son derece elverişli olduğunu düşünüyoruz. Bu koşullara rağmen sosyalist solun ciddi bir toplumsal taban yaratamamış olması büyük ölçüde öznel zaaflarının bir sonucudur. Derli toplu, hedefleri tanımlı ve sürekliliği sağlanan bir örgütlenme çalışmasının sonuç almaması için hiçbir neden yoktur. Bugün özellikle öğrenci gençlik içerinde politikleşme yönünde bir eğilimin yeniden canlanmaya başladığım göz- lem liyoruz. Ayrıca işçi sınıfı mücadelesinde dc umut verici kıpırdanmalar hepimizin dikkatini çekiyor. Sendikal alanda kısmi de olsa başarılı deneyimler yaşanıyor. Toplumsal mücadelelerin yeniden kitlesel ölçülerde cereyan edeceği bir döneme giriyoruz. Peki, sosyalist, devrimci sol buna hazır mı? Bu soruya yanıtımız düşünsel ve örgütsel bir hazırlığı etkileşim halinde sürdürmek olmalı.
J D
Türkiye’de Politik Durumve Sol
Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) ve Sosyalist Parti Girişimi (SPG) tarafından 23 Ekim günü İstanbul Tabip Odası salonunda
“Türkiye’de Politik Durum ve Sol” konulu bir panel düzenlendi. Ertuğrul Kürkçü, Haluk Gerger, Mahir Sayın ve Mehmet Özler’i
konuşmacı olarak katıldığı paneldeki konuşmaları sunuyoruz.
1. BölümHaluk G erger: Türkiye’nin bugünkü düzenini tek kelimeyle izah etmek gerekirse en doğru kavram kriz olacaktır. Türkiye çok boyutlu bir krizle uzun zamandır boğuşan bir ülke konumunda. Bunu, içinde yaşadığımız dünya krizinden bağımsız olarak söylüyorum. O kriz olmasaydı da, o kriz görece kolay bir biçimde atlatılsa da Türkiye’nin krizle tanımlanması çok yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin krizinin elbette dışarıdan gelen krizle ağırlaşacağını şimdiden görmek mümkün. Türkiye’de çok boyutlu, politik, ekonomik, sosyal alanlarda kendini gösteren bir krizler toplamıyla karşı karşıyayız. Belki asıl yapılması gereken Türkiye’nin krizinden çok, solun krizini tartışmak. Ben de sola ilişkin bir iki şey söylemeye çalışacağım. Ama önce Türkiye’deki krize kısaca değinmek gerekirse, şunu çok açık bir biçimde görmek lazım ki, Türkiye’deki politik kriz, - bütün bu ordu-hükümet anlaşmalarından söz edilmesine rağmen -tabiri caizse ikili iktidar koşullarındaki bu yıkıcı iktidar mücadelesi sürü
yor. Türkiye’de görmeye çok alışmadığımız ölçüde devlet, anayasa, yasa gibi burjuvazinin kendi düzeninin tüm öğeleri artık a- yağa düşmüş durumda. Politika ve devlet idaresi açısından tam bir iflastan söz etmek gerekir. Ne hukuki, ne ahlaki, ne tarihsel, ne siyasi elle tutulur bir tarafının kalmadığını görmek mümkün.
Türkiye’nin ekonomik krizini sizlere u- zun uzadıya anlatmaya gerek duymuyorum, zaten içinde yaşıyorsunuz. Bizim hep söylediğimiz bir şey vardır. Kapitalizm kendi bolluğu içinde boğulan bir sistemi ifade e- diyor. Sermaye fazlası dünyada milyonlarca, on milyonlarca insan fazlası yaratmıştı. Şimdi aynı sermaye fazlası aslında kapitalizmin kendisini de vuruyor. Türkiye üstelik bu bolluğun da dışında bir ülke ve tamamen spekülatif sermaye hareketlerine kısa dönemli geleceğini satarak borç içinde yaşamaya çalışan bir düzenin, şimdi o sermaye fazlasının doğrudan fmans kapitalin kendisini boğduğu bir dönemde, ne kadar büyük çalkantılara gebe olduğunu görebiliriz.
yol
Tabi Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgedeki krizi de unutmamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra a- na güç kaynaklarından biri olan emperyalizmle ilişkileri de büyük bir kriz içinde. Bu da aşağı yukarı bilinen bir şey. Bu yüzden bunlara çok değinmeden iki konu üzerinde durmak istiyorum.
Birincisi, krizlerin anası olarak kabul e- debileceğimiz Kürt sorunu. Giderek Kürt sorununun yarattığı krizle birlikte yaşamaya alışmış gibi görünüyoruz. Ancak Türkiye’de iktidar mücadelesi yapan iki grubun ortak tutumuyla özellikle Mart 2009 belediye seçimlerinden sonra yeni bir topyekûn bastırma harekâtıyla karşı karşıya kalabiliriz. Kürt krizi bizim de hazırlıksız yakalanabileceğimiz yeni bir aşamaya gelebilir. Bugün iyi polis kötü polis oynanıyor. Hükümet her şeye rağmen demokrasiden ve hukuktan vazgeçmeden terörle mücadeleden söz ediyorsa da bunun Mart seçimleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. O zamana kadar DPT’yi kapatıp Kürt halkım seçenek- siz bırakarak, biraz açlıkla terbiye ederek, biraz şiddetle korkutarak AKP’nin belediye seçimlerinde önemli mevziler kazanması üzerine bir hesap yapılıyor. Tutar tutmaz bilmiyorum. Ancak her halükarda belediye seçimlerinden sonra iyi polis ile kötü polisin bu baskıda birleşeceklerini düşünüyorum. Sonuçta Kürt krizi bir topyekûn bastırma harekâtı ile bizim de hazırlıklı olmadığımız yeni bir aşamaya gelebilir. O topyekûn bastırma, Kürdistan ile sınırlı kalır mı, yoksa Türkiye’nin her yanma yangın sıçrar mı, onu da iyice düşünmek lazım.
Son olarak Türkiye’deki insani-sosyal krizden bahsetmek lazım. Belki bütün dünyayı, ama esas olarak Türkiye’yi anlamak için ve ona göre öngörüde bulunmak ve si
yasal tavır alabilmek için insani-toplumsal çürüme üzerine daha derinliğine durmak lazım. İki şey bir matematik kesinlik içeriyor. Birincisi her dönemde ve her toplumda, çok uzun süreli yüksek enflasyonların beraberinde korkunç bir ahlaki çürümeyi getirmemesi olanaksız. Bu, zamandan ve mekândan nerdeyse bağımsız olarak söylenecek bir doğruyu, bir yargıyı ifade ediyor. Bu çok u- zun süreli, çok büyük enflasyonların yarattığı ahlaki çöküntüye toplumun en korunalcsız kesimleri daha açık oluyorlar. Sosyal durumu, eğitim durumu görece elverişli olanların kendilerini bu tür yıkıcı unsurlardan korumaları daha mümkündür. Bu kesimler de daha farklı zehirlenirler, başka türlü çürürler ama benim burada vurgulamak istediğim bu değil. Yaşamın her anında bunun son derece yıkıcı, kültürel, ahlaki, moral sonuçlarını çevremde görüyorum. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Türklere özgü değildir. Dünyanın her yerinde bu sonuçları veriyor. Türkiye’de de veriyor. Bunun işimizi çok zorlaştırdığını kabul etmek gerekir. Bu büyük ahlaki ve insani çürümenin, düşüriil- miişlüğün ikinci kaynağı Kürt savaşıdır. 15-20 yıldır uygulanan devlet şiddetinin fiziki sonuçlarını hiç kuşkusuz Kürt halkı yaşadı, 3-4 bin köy yakıldı, milyonlarca insan yerinden edildi, on binlerce insan öldü, sakat kaldı, işkence gördü. Ama bu savaşı insani bakımdan Türkler kaybetti. Çünkü Kürtler bu fiziki şiddete karşın, bir zamanlar düşürülmüş bir halk olarak kendi önderlikleri tarafından tanımlanırken, bu şiddet sarmalı içinde insanlıklarını buldular, yeniden ayağa kalktılar. Bizse, Türk halkı olarak şiddete tapman, şiddete müptela, şiddetin çürüttüğü bir girdabın içinde kendi içimizdeki insanı yitirdik. Farklı ölçülerde yitirdik. Biz Türkler, savaşın manevi kurbanı olduk, içimizdeki insanı yitirdik. Bu çürüme üzerinde durmadan Türkiye solunun da kendi toplumuna ilişkin geçerli analizler
JD
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
yapabilmesi mümkün değil.
Önümüzdeki dönemde bu toplumsal sistem içerisinde Türkiye sol hareketi için neler söylenebilir? Kuşkusuz krizler çok önemli tehlikeler içermekle birlikte fırsatlar da içeriyor, işçi sınıfı açısından, o alanda siyaset yapanlar bakımından. Kapitalizm biraz baskı ve şiddetle, esas olarak açlıkla terbiye e- derek insanoğluna boyun eğdirdi. İnsanın doğasına aykırı bir sistemin 5-6 yüzyıl içinde böylesine egemenlik kurmasının temelinde bu yatıyor. Açlıkla terbiye edilen insan, insani değerlerden ziyade barınmakla, açlığını gidermekle uğraşır. Bu doğal, insani bir şeydir, hepimizle ilgilidir. Dolayısıyla da krizlerin yol açabileceği riskler, o- lanaklar düşünülürken de öncelikle bunun üzerinde durmak gerekir. Yani aç insan ekmek peşindedir. Ekmeği de genellikle düzenin şarlatanları sunuyor gibi görünürler. Faşizmin küçük adamların, sokaktaki insanların, emekçilerin sırtından egemen olması aslında bu mekanizmanın başka dinamiklerle harekete geçmesinden başka bir şey değil. Bütün bu tehlikeleri bir tarafa bırakırsak, çok önemli bir kaç olanak var bizim açımızdan.
Bu kriz derinleşirse, ki büyük olasılıkla derinleşecek. Onların deyimiyle söylersek, reel ekonomiyi vurmaya başlayınca kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesi de keskinleşecek. Sınıf mücadelesi aslında hep süregelen bir şey. Krizlerin, kapitalizmin, sermayenin iç dinamiklerinden kaynaklandığı söylenir. Bunun bile çok doğru olmadığı kanısındayım. O krizleri yaratan iç dinamiklerin içinde bile görünmeyen bir biçimde işçi sınıfının, emekçilerin mücadelesi yatar, onların pasif direnişi yatar, işten kaytarmaları yatar. Yani sınıf mücadelesi içine sokmayacağımız, aslında bir biçimde direniş olan başka unsurlar da sermayenin dinamikleri
nin içinde mütalaa edilmeli ve krizlerin bir parçasını oluşturduğu görülmeli. Kriz dönemlerinde işçi sınıfı mücadelesi daha görünür hale gelir, direnişler artar, bizim sınıf mücadelesi diyebileceğimiz kimi öğeleri, unsurları içermeye başlar ve bu bir okul o- lur. Buradan bir devrim çıkmaz, kendi kendine hiçbir şey çıkmaz. Ancak bir müdahale gerektirir bunun için. En azından Engels o- kul der krizler için, askeri bir okuldur bu. Emekçiler, işçiler eğitime girerler. En iyisi de hayat okuludur. Bizim seminerlerimizden, panellerimizden daha faydalıdır. Bu o- lanaklarm en ucunda da belki, düzen içi ile düzen dışı hayatta karşı karşıya gelecek. Siyasal tabloda karşı karşıya gelecek. Belki kartlar yeniden karılacak. İlk defa burjuvazinin muhalefeti burjuvazi, kapitalizmin muhalefeti kapitalizm olmaktan çıkacak ve yeni bir siyasal tablo ile karşılaşabileceğiz, İşçi sınıfı, düzen dışı bir muhatap olarak, kabul edilebilir bir alan kapsayacak bir biçimde siyasal tabloda yer alabilir. Bu, muazzam bir şeydir. Türkiye solu buna hazır mıdır, o örgütlülüğe sahip midir bilmiyorum? Çok umutlu, olmasam bile ilk defa buna uygun bir toplumsal siyasal çerçevenin oluşmaya başlamasına yardımcı olabilir bu kriz. İşin en önemli tarafının bu olduğu kanısındayım.
Bazı tehlikelerle yine de karşı karşıya- yız. Pek de alışık olmadığımız bir durumla karşılaşacağız. Bu tür krizler, Kürt krizi de dâhil olmak üzere demokratik ittifak zeminleri arayışları yaratır. Bunların nüveleri çıkar, örgütlenmeleri çıkar, alanları açılır. İşçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşmesi mümkün olmayan ittifak zeminlerinde kendimizi bulacağımız muhakkaktır. Bu üç şey yaratabilir. Birincisi, alışık olmadığımız bu tür zeminlere uyum sağlayamadığımız zaman içimize kapanabiliriz, sekterleşebiliriz,
yol
marjinalliğimiz artabilir. Eğer siyaseti güç ve ittifak ilişkilerinin toplamı olarak tarif e- derseniz, tecrit hali, siyaset dışı kalmak demektir. Ama kriz sürecinde başka zıt bir eğilim de ortaya çıkabilir. 1929 bunalımı ve II. Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi kriz, kuyrukçuluk eğilimini güçlendirebilir. Bizi burjuvazinin şu ya da bu bloğuna eklemler, burjuvazinin görece “ilerici” kesimleri ile işbirliği yapıyormuşuz gibi bir yanılsama içine girebiliriz. Ya da bizden güçlü olanların kendi aralarındaki gündemlerin peşinde kaybolmamıza sebep olabilir. Bu durum solu içselleştirilmiş bir demokra- tizme ya da reformizme götürür ya da daha vahimi, işçi sınıfının ve onun politik örgütlenmelerinin ve temsilcilerinin örgütsel ve ideolojik bağımsızlığını ortadan kaldırabilir. Böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız. Kriz bu tehlikeleri artırıcı etkiler yapabilir. Toplumun her kesimi ile ilişki içinde olmak zorunda olan bizler kendimizi neredeyse işçi sınıfı ve emekçiler hariç her kesimle ilişki halinde bulabiliriz. Düşünmeden, istemeden, neredeyse kendiliğinden.
Bir başka tehlikeye de değinmek istiyorum. Ekonomizm, dünya sosyalist hareketinin kaçınılmaz bir hastalığı. Fakat bu ekonomizm kriz zamanlarında çok daha güçlü dayanaklar ve kaynaklar bulur, tam bir salgın hastalığa dönüşebilir. Bu krizde bunu da düşünmemiz gerekir. Biz genellikle mücadeleyi şöyle ikiye ayırırız. Bir tarafta politik mücadele bir tarafta pratik ekonomik mücadele. Bu ikisini yaparız a- ma bir üçüncü düzlem olan teorik mücadeleyi hep ihmal ederiz. Gündelik ilişkilerden, ücret ilişkilerinden giderek gelir dağılımı meselelerine, ücret iyileştirmesine, daha da kötüsü sadece demokrasi ve ekonomik kalkınmaya indirgenmiş bir sosyalist mücadele en iyimser bekleyişle işçi sınıfından, tek
tek işçilerden ilgi görebilir. Ama bu bütünüyle pamuk ipliğine bağlıdır. Bu finansal krizin balonuna benzer. Çok kısa sürede o pamuk ipliği kopar, balon söner, gelen işçi de ekmeği bulduğu gün gider. Bu da doğaldır.
Amerikan Komünist Partisi’nin en güçlü zamanı 1929 krizi sonrasıydı. Gerçekten çok etkin bir oynadı. O dönemde Amerikalı Komünistler kendi partilerini şöyle tanımlarlar. Bizim partimiz bir döner kapıdır, otellerdeki döner kapılar gibi, bir tarafından işçiler partiye girerken diğer tarafından çıkarlar. Aslında bu pek çok yerde olan bir durumdur. Şimdi yeni bir ideolojik mücadeleye girerken - başta konuştuğumuz çürüme boyutunu dikkate alarak, ekonomizm tehlikesini de düşünerek - bilinçli öncü işçiler olmaksızın bir devrim mücadelesinin yapılamayacağına inanıyorum. Ekonomik mücadele verilebilir ama bu bir devrim mücadelesi olmaz. Bu kriz dönenimde teorik mücadeleye ve ideolojik müdahaleye çok ö- nem vermeliyiz. Devrim ve sosyalizmle sadece proletaryayı değil, sadece onun biraz daha genişletilmiş hali olan çalışanlar ve e- mekçileri değil, hatta sadece onun da biraz daha geliştirilmiş hali olan ezilenlerin bir ortaklığını değil, mutlaka proletarya iktidarı ve giderek sınıfsız toplum ile insanlık a- rasmdald bağları - işçi sınıfına zor gelecek de olsa - bir biçimde kuran yeni bir ideolojik müdahale yolu ile ancak bu işleri yapabiliriz.
Buraya gelmeden Lenin’in ‘Ne Yapma- lı’sma bir daha baktım. Orada Lenin Rus sosyal demokrasisinin üçüncü dönemini anlatıyor. Çok ilginç bir şekilde bizim şimdiki durumumuza benziyor. Eğer bir şey yapacaksak bu üçüncü dönemi tasfiye etmeliyiz diyor Lenin. Ben de diyorum ki, Türkiye devrimci hareketi 1980 sonrasını
JD
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
tasfiye edemezse kendi krizini aşamaz. Kendi krizini aşamazsa da bu krizden işçiler ve emekçiler adına hayırlı bir sonuç çıkaramaz. Teşekkür ediyorum.
Mehmet Özler: Merhaba arkadaşlar. Bildiğiniz gibi siyasal İslam ve Ulusalcılar arasındaki gerilim Ergenekon davası üzerinden devam ediyor. Fakat her zaman gündemde olan, ancak iniş çıkışlarla yer alan sorun yine birinci sıraya çıktı, o da Kürt sorunu. Son gelişmeler, Aktütün baskını ve sonrasındaki olaylar artık çok açık şekilde bu topraklarda Kürt sorununun askeri önlemlerle çözülemeyeceğinin bir kere daha kanıtı oldu. Fakat ortada başka yoldan çözüm arayışları da henüz yok. Bildiğiniz gibi Ankara en son Bağdat’ta Barzani’yle görüşme yolunu seçti ve bü görüşmedeki temel amaç Kiirt Federasyonu sınırları içindeki PKK kamplarını tasfiye etmeye yönelik olacaktır. Fakat eğer bu amacına u- laşamüzsa Türk devletinin uygulayabileceği bütün imkânlar Kürt sorunu çerçevesinde bir sınır noktasına, tükeniş noktasına gelmiş o lacak tır ve o n o k tan ın Kürt so ru n u n da artık köklü bir dönüş anlamına geleceğini düşünüyorum. Fîenüz Ankara’nın yapmaya çalıştığı şeyler var, ABD’nin de desteğiyle. Ancak Kürt sorununda bir sınır noktasına gelindiğini görebiliriz.
Fakat bütün bunların üstünde • Türkiye’deki siyasal İslam-ulusalcı gerilimini körükleyen, yaşanan bütün iç gerilimlere kendisini taşıyan bir temel sorun var ki, Türkiye bıı sorunu aşağı yukarı son 8-10 yıldır, Irak savaşından beri yoğunlaşarak yaşıyor. Tiirki- ye’deki esas sorun, dışarıdan gelen bir sorundur. Tam ifadesiyle, Türk Devleti’nin Ortadoğu bölgesinde ABD stratejileriyle ne kadar uyumlanacağı sorunudur. Bu, Irak savaşında tezkereyle
kendini kriz biçiminde ortaya çıkarttı. Hala çözümlenmemiş bir sorun vardır Washington ile Ankara arasında; Türk Devleti’nin Suriye, İran, yani bölgede ABD’nin hedef seçtiği ülkelere karşı ne yapacağı sorunudur bu. Türk Devleti, ABD’nin stratejik derinliğine, bölgedeki stratejik hedeflerine kendisini tabi mi kılacak, yoksa eğer gücü yeterse başka yollardan mı gidecek? Bu konu, bütün gerilimleri sarmalayan, Türk Devleti’nin başındaki esas sorundur. Buna bir şey daha ilave oldu. Yakın zamanda yaşanan ekonomik kriz onun aktüalitesini ört- se de gerçekliğin kendisi duruyor. O da ABD’nin Kafkaslarda Gürcistan aracılığıyla Rusya’ya sataşmasıydı. Moskova’dan çok sert bir tepki gelince ve hemen arkasından da dünya ekonomik krizi patlayınca, o gerilim de şimdilik uykuya dalmış görünüyor. Bu da Türk devletini bölgede hangi yoldan gideceği konusunda çeşitli gerilim- lerin ortasında tutan, yavaş yavaş alevlenecek olan bir sorundur. Şunu demek istiyorum; bugünün dünyası ABD’nin istediği gibi tek kutuplu dünya değil, çok kutuplu bir dünya. Ancak bu çok kutuplu dünyanın da nasıl bir şey olacağını şu anda kimse bilmiyor. Yani emperyalist güç merkezlerinin dünyayı ortak yönetimine mi çok kutupluluk diyeceğiz, yoksa çeşitli güçlerin birbirleriyle çıkarları doğrultusunda belki savaşa varabilecek gerilimler yaşamasına mı çok kutupluluk diyeceğiz, bunu bilmiyoruz şu anda. Fakat emperyalizmin tarihine baktığımızda çok kutuplu kavramının herhalde arkasında emperyalist güç merkezlerinin birbirleriyle rekabeti ve kapışması öne çıkacaktır. Dolayısıyla TC bugün bulunduğu bölgede çeşitli güç merkezlerinin yavaş yavaş tırmanan sürtünmesiyle ve çatışmasıyla yüz yüzedir ve 1950’lerden 1990’lara kadar yürüttüğü politikayı (NATO üyesi o- larak Washington’un her dediğini yapma
yol
tarzında) yürütme kolaylığı bugün yok. A- ra yollardan, yan yollardan yürümek zorunda. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, Dışişleri Bakanı Babacan’m Temmuz ayında bütün dünyadaki Türk Büyükelçileriyle Ankara’da bir toplantısı oldu. Orda iki vurgusu dikkat çekiciydi. Dünyanın ekonomik ağırlığının uzak doğuya kaydığını tespit e- diyoruz ve bunu dikkatle izliyoruz diyor. İ- kincisi dünya artık çok kutuplu dünyadır diyor. Dünyayı böyle okumak Washing- ton’un sinirini fazlasıyla bozar, TC ile ilişkisi açısından. Ancak bu da kaçınılmaz. 1950’ler 1990’lar arası Türk dış politikası ve bölgede TC’nin konumlanması bugün sancılı bir değişim içindedir. Türkiye’deki iç gerilimden de esas motive eden, şekillendirecek, sönümlendirecek ya da şiddetlendirecek olan olgu TC’nin bölgedeki konumudur. Onu da bir cümleyle yeniden özetleyip bitireyim. Türkiye ABD’ııin bölgedeki stratejik derinliğine uyum mu yapacak, yoksa başka yollar mı seçecek? Kavga burada ve bu konu şu anda çözümlenmiş değil. Esasında Kürt sorunu da artık bir bölge sorunudur ve bu denklemin içinde değerlendirilmelidir.
Fakat şimdi yaşadığımız dünyanın şu günlerinde bütün bu sorunların üstüne dünya ekonomik krizi bir kâbus gibi çöktü. Bu kriz gerçekten 1929 krizine benzer özellikler gösteriyor. Bu şu demektir, dünya güçler dengesi değişecek. Daha doğrusu dünyada değişmeyecek hiçbir denge kalmayacak. Güç merkezleri arasındaki ilişki değişecek, Batı ile Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki ilişki değişecek. Bunun bizim içinde bulunduğumuz bölgeye doğrudan yansıması ve Türkiye’ye hangi ek soranlar yansıtacağını bugünden çok fazla kâhince öngöremesek de, egemen güçler arasındaki çelişkileri, kutuplaşmaları zaman zaman yükseltebilir.
Ama bazı sorunlar karşısında, örneğin Kürt sorunu gibi sorunlar karşısında ise bu gerilimler daha azalabilir. Türkiye’de belli sorunlar süründürülerek bugüne kadar getirildi. Herhalde bu krizle birlikte daha köklü değişikliklerin, kaymaların yaşanacağı bir sürece girdiğimizi düşünüyorum. E- gemen sınıfların birbiriyle nasıl ilişki kuracağı, nasıl çatışacağı bir kenara, zaten geçtiğimiz son 5 yılda bunun pek çok örneğini gördük. Fakat bu kriz yoğun yaşanacaksa burada bir aktör eksik. O da çalışan kitleler, Türkiye işçi sınıfı. O bu sahneye nasıl çıkacak bunu bugünden öngöremesek de bir şans yakalama imkânı var.
Kapitalizmin bundan önceki büyük krizlerinde, krizlerin büyüklüğünün, yani derin ve kapitalizme büyük zararlar veren tarzda yaşanmasının nedeni sadece kapitalistler a- rasmdalci rekabet, üretim bolluğundan yaşanan çöküşler değil aynı zamanda o dönemlerde işçi sınıfı mücadelesinin bugüne göre çok yüksek olmasıdır. Örneğin sadece 1929 krizini alırsak o dönemde dünya işçi sınıfı ve ABD’deki işçi sınıfı mücadele, örgütlenme ve savaşıyla çok yüksek noktalardadır. Dolayısıyla kapitalizmin krizlerine büyük unvanım verdirten ve onu derinleştiren bir başka kutup da işçi sınıfı mücadelesidir. Bugün ne yazık ki ne dünyada ne de Türkiye’de bu krizi bu anlamda derinleştirecek bir işçi sınıfı mücadelesi yok. Ancak belki bu büyük kriz kapitalistlere bu haliyle bir avantaj verse de, manevra imkânı sağlasa da, bekli de tersinden bir sonuç doğuracak ve işçi sınıfı mücadelesinin yüksel- meşinin yollarını açacak. Bu Türkiye için de belli ölçülerde geçerli olabilir. Şimdi bu ortadan kaybolan aktörün yani dünyanın yaşadığı ve Türkiye’nin de artık içine girmiş olduğu büyük krizin kaybolan aktörünün neden bu noktalara geldiğini a-
J D
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
çıkiamaya çalışacağım, bu aynı zamanda solun durumunu açıklamak anlamına da gelecektir.
Son yaşadığımız 10 yıl Türkiye Devrimci Hareketi açısından sürekli erime, mevzi kaybetme, irtifa kaybetme olarak geçti. Bıı zor soruya, neden bu noktalara sürüklendiğimiz cephesinden bakmaya çalışacağım. Şimdi bunun içinde iki bakış noktası olabilir. Birincisi yakın geçmişte Türkiye’deki devrimci hareketi ve dünyadaki devrimci hareketi etkileyen iki önemli olguya kısaca bakmak ve bir de bugünkü güncelden sorana bakmak. Yakın geçmişteki iki önemli gelişmeden kastım, 80 askeri darbesi ve bununla birlikte Türkiye’de yaşanan kapitalizmin ikinci gelişim dalgasının sonuçları. Birinci önemli olay bu. İkincisi, Sovyetler Birliğimin yıkılışı. Şimdi birincisi, 1980 askeri darbesi, uzak geçmişte kaldı, ama sadece o noktadan bakmıyorum zaten olaya. Özal’la birlikte başlayan süreçte Türkiye’de kapitalizmin ikinci gelişim dalgası yaşandı. Birinci dalgasını 1950’ 1er- de Menderes’le yaşamıştı Türkiye. Türkiye kapitalizminde bir yapısal değişim yarattı bu dönem. Esasında bu aynı zamanda dünyada. 1970’leriıı ortasından itibaren yaşananda bir olgu. Kapitalizmde yapısal bir değişiklik ortaya çıktı. Şunu baştan vurgulayayım işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili duyduğumuz, bildiğimiz, yaşadığımız her şey 1790-1975 arası “fabrika kapitalizmi” döneminde yaşandı. O dönem 1970’lerin ortasından itibaren yavaş yavaş ortadan kalkıyor. İşte büyük fabrikalar dağılıyor, bilgisayar teknolojisi yani “bilgi-hizmet kapitalizmine” geçiyor dünya ve Türkiye. İşçi sınıfının bir mücadele dönemine denk gelen kapitalizmin yapısal durumu bugün bir değişime uğruyor. Dolayısıyla mücadele de ister istemez değişmek zorunda.
Türkiye’de kapitalizm ikinci gelişim dalgasıyla ve kapitalizmin yapısal değişimiyle ortaya çıkanları iki başlıkta özetlemek isterim. Bir, kentlere aşırı yığılma. Bunda şüphesiz Kürt savaşının da önemli etkisi var. Ancak kapitalizmin 1980’lerin ortasından beri yaşanan ikinci gelişim dalgası kentlere büyük bir yığılma yarattı. Bugün Türkiye’nin kırlarında yüzde 30 nüfus var, yüzde 70’i kentlerde. 1960’larda devrimci mücadelenin ikinci büyük kabarış yıllarında tam tersineydi bu oran. Kentlere büyük yığılma, bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde işçi- leşme anlamına gelmiyor artık. 1960’larda öyleydi. Gecekondu semtleri kuruldu. Gecekondu semtlerine yığılan insanların hemen hemen yüzde 90’ı 1-2 yıl içinde işçileşiyordu. Bugün öyle değil. İşçileşme şansları da artık zaten yok. Kapitalizmin yeni yapısal değişiminden dolayı. Dolayısıyla kentlere yığılmayı bugün otomatik olarak işçileşme, proleterleşme olarak algıladığımızda, mücadeleyi yeniden kurgularken bir hata yapmış oluruz diye düşünüyorum. Şöyle bağlıyayım. Düne kadar Türkiye devrimci hareketinin amentüsü bir söz vardı; tşçi-köylü ittifakı. Hangi stratejiyi savunursak savunalım, hangi noktadan mücadele etmeyi öne çıkartırsak çıkartalım hemen her devrimci siyasetin amentüsüydü işçi-köylü ittifakı. Ama son yıllarda siyasetlerin literatüründen bu kavram, bu amentii düştü. Hiç kimse şimdi işçi-köylü ittifakından çok yoğun olarak bahsetmiyor. Yanlış da değil, çünkü bazı olgular da değişti. Bugün işçi- köylü ittifakı büyük kentlerin varoşlarında. Bir değişim algılama anlamında birinci vurgulayacağım bu. İkincisi, kapitalizmin yapısal değişimi sonucunda işçi sınıfında bir parçalanma yaşandı. Bugün büyük dev fabrikalarda Fordizm ya da Taylorizm üretimiyle, sırf kas hareketleriyle çalışan işçi kitleleri ve onların yoğun oturduğu alanlar
yol
yerine, hem üretim biçiminde hem fabrikaların büyüklüğünde hem de oturma alanlarında bir parçalanma var. İşte bunu laşeronlaşma vb. şeyler olarak biliyoruz. Ve bugün kapitalizm, fabrika ve sanayi kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine ev- rimleşti, bu da sınıfın konumunu değiştirdi. Şöyle bir cümlede söylemek istersem, dün işçi sınıfı öyle bir konumdaydı ki topyekün savaş verebilecek hareket ve yetenek imkânlarına sahipti. Bugün parçalandı, mevzi savaşlar vermeyi ancak baştan hedefleyebilir. TopyekCuı davranış yeteneği zayıfladı.
Şimdi birinci önemli değişim dediğim yani kapitalizmde yapısal değişimin mücadeleyi yeniden kurgularken önümüze çıkarttığı iki temel sorundan birisi kentlere yığınak, ama bu yığmak artık proleterleşme anlamına gelmiyor. İkincisi işçi sınıfının yapısındaki parçalanma. Bunlar mücadelenin yeni kurgusunda yeni stratejik taktik yaklaşımlar gerektirir diye düşünüyorum. İ- kinci olgu Sovyetlerin yıkılışı. Sovyetleri şöyle ya da böyle değerlendirebiliriz o ö- ncmli değil. Ama bugünün dünya güç dengesi 1990’laıdan beri değişti bildiğimiz gibi. Sistemin topyekün yıkılışı 3 tane ö- nemli sorun yarattı. Yeni mücadele ufkunu hazırlarken ya da tartışırken birincisi program sorunu yarattı. İşte RSDİP’in programı uygulandı, ama sistem 1990’da çöktü. Dolayısıyla yeni bir sosyalist partinin ya da devrimci partinin programı ne olacak konusu dün çok daha kolaydı, dünya örneklerine bakardık. Bugün aynı ölçüde kolaylık taşımıyor. İkincisi stratejik bir sorun yarattı. Sovyetler Birliği varken tek ülkede devrim konusu tartışma konusu olmaktan çıkmıştı, bugün yeniden tartışma konusu. Eğer Latin Amerika’daki gelişmeleri dikkate alırsak, tek ülkede devrim mümkün ama tutunması
kıtadaki gelişmeye bağlı. Zaten Latin Amerika’nın Bolivarcıları da bugün böyle yapmaya çalışıyor. Orda bir iyilik ekseni kurdular, Bush’un şer eksenine karşı. Sovyetlerin yıkılışının yarattığı üçüncü sorun, iktidar hedefinin bulanıklaşmasıdır. Bugün devrimci hareketler, sosyalist hareketler bütün dünya için söylüyorum ülkemizde de çok farklı değil. İktidar hedefine eskisi kadar inançlı, kararlı yaklaşmıyorlar. Çarpıcı bir örnek benim için, 2001 Arjantin ayaklanmasında 1,5 yıl herkes sokaklardaydı, a- yaklanma yaşandı. Devrimle sonuçlanmadı, çünkü bizzat ayaklanmacılar Arjantin’de iktidarı ele almayı önlerine hedef koymadılar. Bu rastlandı değil, dünyadaki köklü devrilişlerin bir sonucu. Dolayısıyla yeniden mücadele dönemini tasarlarken bu da stratejik bir olgu, insan bilincinde oluşan bugünün dünyasındaki bir olgu. İktidar hedefi dünkü kadar net değil. Bugün oldukça bulanık ve kayma noktalarına gelmiştir.
Türkiye devrimci hareketi strateji kurgularım aşağı yukarı 1968-71 arasında yaptı. Çeşitli farklı stratejiler öngörüldü, onlar i- çin dövüşüldü, şu veya bu biçimde sonuçlar alındı. Ama o günkü stratejilerin yapıldığı dünya ve Türkiye bugün çok değişik. Dolayısıyla stratejiler erozyona uğradı. Devrimci hareket bugün eski stratejileriyle yürüme durumunda değil.
Güncel durumdan baktığımda kısaca şunları söyleyeceğim. Türkiye'deki laiklik- siyasal İslam gerilimi, Kürt sorunu ve düzenin ona karşı yarattığı şovenizm devrimci hareketin gündem yitirmesine neden oldu. Bugün Türkiye devrimci hareketi kendi taktik gündemine hakkıyla sahip değildir. İşte içinde bulunduğumuz günlerde AKP’niıı üstünden demokrasi hayalleri ya da kısmi anti-Amerikancılık üstünden ulusalcılık vurgusu. Bütün bunların dışında bir üçüncü cephe inşası gerekiyor. Bunun poli-
53)
Türkiye' de Politik Duranı ve Sol
tik taktik hedefiyse yoksulluk zenginlik çelişkisidir. Dünyada en kötü ikinci ülkeyiz bu konudaki sıralamada. Stratejimizi yoksulluk zenginlik gerilimi üstüne kurmalı ve toplumsal çürümeyi de hedef tahtasına koymalıyız.
Ertuğrul Kürkçü: Türkiye’nin bölgesel rolü üzerine süre giden tartışma, mücadele, rekabet güya Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kazandığı nispi üstünlüğün her taraftan tehdit ediliyor olmasıyla birlikte yeni bir durum, yeni bir denklem ortaya çıkmaya başladı ve bu yeni denklem etrafında Türkiye’de yeni kuvvetler şekilleniyor. Ben kendi payıma, içinden geçtiğimiz ve henüz bitmiş olmayan bu Ergenekon davası etrafında zirvede gibi gözüken, ama çok daha evvelden, sonuç buraya varmadan önce kamplaşmış, kutuplaşmış güçler arşındaki mücadelenin çok büyük ölçüde bu bölgesel yeniden sorgulanmayla ilgili olduğunu söyleyebilirim. İşte bunun hiç ö- nemsiz bir mesele, bunun bir darbe kalkışması kadar sınırlı bir mesele olduğunu düşünmenin bizim için sadece filin bir unsuruyla fili tanımlamak gibi bir sonuç vereceğini söyleyebilirim. Şunu demek istiyorum; İslamcılık-laiklik gerilimi ya da ulusal- cılık-İslamcılık gerilimi diyebilmek bence bu kutuplaşmanın sadece ideolojik tezahürü. Ya da şöyle diyebiliriz; Türkiye’de var olan ideolojik kalıplar içerisinden kendisini anlatması. İşin aslına bakacak olur isek, sadece bir paylaşım meselesi değil, öte yandan bir bölgesel yeniden konumlanış çerçevesinde Türkiye’nin nasıl bir yeni küresel konum üstleneceğine dair bir çatışmanın içinden geçmeye devam ediyoruz. Bir tarafta, bugün aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, TÜSİAD’ın, Anadolu Kaplanları denilen küresel piyasa için üretim yapan, büyük sermayeye de eklemlenmiş taşra
sermayesinin yöneldiği, esas olarak Avrupa Birliği üyeliği üzerinden ifade edilen, kendisini küresel rekabette bir kademe yukarıya taşıyacağı varsayımıyla burada konumlandırmaya çalışan güçler, diğer tarafta ise Rusya’yla Çin arasında oluşan yeni vakum, boşluk alanında yeniden kendisini tarif edecek bir bölgesel güç olarak Türkiye’yi tahayyül edenler var, İkinciler küreselleşmeden nispeten mağdur olan ama öbür taraftan devletin hem ideolojik hem iktisadi aygıtlarını hem de askeri aygıtlarını çekip çeviren güçlerdir. Türkiye’nin kendine özgünlüğü, orijinalliğinden kaynaklanan, yani nispeten az gelişmiş bir iktisadi yapıya göre çok fazla gelişmiş bir politik üst yapı ve bunun donanımları vs. dolayısıyla ortaya çıkan orantısız bir gücün etkisiyle esas olarak sosyal ve iktisadi mücadelelere yön verme kapasitesini son haddine kadar iradi olarak kullananlar Avrasyacılar. Bunların arasındaki çatışma henüz sonuçlanmadı. Şu an için Avrasyacı- lar yenilmiş gözüküyorlar, boyunlarını doğ- rultamaz gibiler. Çünkü en önemli müttefikleri ve en önemli aparatları Türk Silahlı Kuvvetleri bu genel çatışmada niha i olarak stratejik tercihini Batı ittifakı ekseninde yaptı. Böylece aslında dayanabilecekleri en önemli gücü, Türkiye tarihi ve toplumu bakımından bu gücün etkisini ve desteğini kaybetmiş olarak şimdi yenik dürümdalar, ama bunun hep böyle sürmeyebileceğim düşünmek için birden çok sebep var. Çünkü aslında Türkiye’yi Batı’ya bağlayan katarın başını çektiğini varsayanlar şimdiki büyük kriz, hatta bu büyük krize öngelen dönemde, bizzat Avrupa bütünleşmesi projesinin sorunlu doğası dolayısıyla, bu katarı bu istasyona yanaştıramayabilir- ler. Yanaştırmamaları ihtimali daha büyüktür. Dolayısıyla küresel rekabette edinebileceklerini varsaydıkları, vaat ettik-
yol
leri avantajların pek çoğuna ulaşamadan bu krizin içerisinde boğulmaları ihtimali mevcuttur. Diğerleri açısından ise en önemli mesele, Türkiye’nin bugünkü kırılgan doğası. Bugünkü Türkiye’yi bu adımla birlikte muhafaza ederek sürdürebileceklerini ben çok fazla hayal edemiyorum. Yani esas olarak Kürt nüfusu karşısına alarak ve bunu tabi nüfus olarak muhafaza ederek, öte yandan Ortadoğu’da ve Asya içlerinde genişlemek ve ilerlemek hayalinin tamamen fantastik bir hayal, bir Enver Paşa öykünmesine dönüşmesi ihtimali de çok giiçlüdür. Fakat bu tamamen çılgınca bir eğilim değil bence. Çünkü böyle bir vakum var. Esas o- larak dünyanın bugünkü gidişatına bakanlar ABD’nin önümüzdeki on yılda orta büyüklükte bir devlete dönüşebileceğini, Çin’in ve Rusya’nın yeni büyük güçler olarak dünya sahnesini tanzim etmede artan bir güçle faaliyet gösterebileceklerini ve Avrupa Birliği’nin ise ABD’den nispeten ayrı ve özerk bir gelişme gösterebileceğini varsayıyorlar. Hemen hemen Amerika’nın bütün uzağa bakan stratejistleri, Amerika’nın gelecekteki konumunu böyle görüyorlar. Büyük olasılıkla seçimleri Obama ’nm kazanması halinde, Amerika’nın bu müdahaleci pozisyonundan müzakereci bir pozisyona doğru çekileceğini de bütün bu nedenlerle öngörmek mümkün.
Şimdi bütün bu şartlar altında Türkiye’de tabi en önemli soran, bütün bu oyunun içinde oynanacağı sahnenin baki kalıp kalmayacağı kaidesi. Ben Türkiye egemen sınıflarının, sadece paranoid bir sebeple değil, yani kafadan kontak oldukları için değil, gerçek bir olasılık olduğu için, bu bölünme meselesini çok büyük ciddiyetle e- le aldıklarını ve bütün hareketlerini bölünme ihtimali üzerinden tanzim ettiklerini düşünüyorum. Irak Kiirtleri’yle müzakere
lere girişme de bununla ilgilidir, Kandıl’in her gün havadan bombalanması bununla ilgilidir, AKP’nin Kürdistan’da mukabil güç olarak bölgeyi devralmak için kollarım sıvamış olması ve bunun yarattığı muazzam gerilim de bununla ilgilidir. Şimdi tabi ki bu ihtimal, bu kapı açıktır. Dolayısıyla Türkiye’yi önümüzdeki on, yirmi, otuz yıl içerisinde düşünürken, illa bugünkü siyasi sınırlar içerisinden meseleye bakmak yanıltıcı olabilir. Bu benim temennimle ilgili değil. Böyle kalsa daha iyi, önümüzü daha kolay görebiliriz. Ama sürece baktığımız zaman daha şimdiden Türkiye'nin iç mücadelelerinin çok büyük çoğunluğunun ulus- lararasılaşmış olduğunu göreceğiz. Diyarbakır’daki meseleyi çözmek için Bağdat’a, Zaho’ya gitmek gerekmektedir. Ankara’daki meseleyi çözmek için Brüksel’e gitmek gerekmektedir. Antalya’daki meseleyi çözmek için Rusya’ya gitmek gerekmektedir. Dolayısıyla hiç de yekpare ve belirlenmiş siyasi sınırlar içerisinde sürmeyen dünya çapında bir mücadelenin içerisindeyiz.
Şimdi böyle bir mücadelenin daha önceden görmediğimiz birden çok sonucuna arkadaşlarımız işaret etti. İktisadi ya da toplumsal dönüşümler bakımından Mehmet Özler arkadaşımızın söylediklerinin büyük çoğunluğunu paylaşabilirim. Bu durumun genel olarak toplumsal yaşamdaki etkileri bakımından Haluk’un söylediklerini de çok büyük ölçüde paylaşabilirim. Dolayısıyla bu paylaştıklarımızdan ne gibi başka aktüel sonuçlar çıktığını gözlemlememiz gerekir. Ben iki önemli şey olduğunu düşünüyorum. Birincisi bu hem bir şans hem de bir sorun aynı zamanda. Bu da süre giden mücadeleler dolayısıyla, Türkiye’nin Kürt nüfusunun bölgede ve büyük kentlerde hemen hemen eşit oranda, hatta büyük
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
ölçüde büyük kentlerde dağılmış olması. Bu Kürt meselesinin, yani Türkiye’nin bölünmesi riski diye algılanan şeyin, bu fay hattının iki tarafında da Kültlerin bulunuyor olması pekâlâ bir sosyal devrim sürecinde, Kürt unsurunun aktif bir rol oynamasına imkân tanıyabilir. Bu açıdan baktığımda, bunun, çok önemli bir gelecek on yılla karşı karşıya kaldığımızı düşündiirten bir durum olduğunu söyleyebilirim. Bundan kastım şu; hemen hemen Kürt meselesini biz bir bölgesel sorun gibi düşünmeye eğilimliyiz, çatışmaların seyri bakımından. A- ma bir bütün olarak Kürt nüfusun davranışlarına baktığımızda göreceğimiz şey yaklaşık on iki-on beş milyon arasında varsayılan bu nüfusun, sekiz-on milyona varan bir bölümünün Fırat’ın batısında, Türkiye’nin batısında doğrudan doğruya ücretli işçi, geçici işçi ya da iş arayan yoksullar olarak yaşadıkları gerçeği. Yani toplumun en altında en çok sömürülen ve hükümetin iktisadi faaliyetlerinin tamamından en olumsuz biçimde etkilenen, bu nedenle de sosyal mücadelede her yerde aktif olduğunu gördüğümüz yeni bir güç ortaya çıkartıyor. Önceki yirmi yılda bu güç aslında gözünü daha çok Bağımsız Birleşik Sosyalist Kiirdistan hedefiyle Türkiye’nin doğusuna çevirmişken, dikkatlerini Türkiye’deki sosyal mücadeleden uzaklaştırmış- ken, şimdi nesnel olarak hem mücadelenin içinde hem de öte taraftan öznel olarak bir kurtuluş projesi kurduğu zaman bunu İstanbul’dan, Ankara’dan, Aydm’dan, İzmir’den kurmak durumunda. Bu Türkiye İşçi Sınıf ı’nm yeni kompozisyonu bakımından bizim için yeni bir imkâna ve aynı zamanda soruna da işaret ediyor. Çünkü sorun öte yandan, etnik kimlikle sınıf kimliği arasında sürekli olarak gerilen ve kafa karışıklığını durmaksızın besleyen bir nesnel durum da var bunun içerisinde. Fakat bunun ikin
ci öğesi; ezilen sınıfların içinde bir etnik yarılmayı pekiştirmesine yol açması. Biz ne kadar işçi sınıfı enternasyonalizmini aşılamaya çalışırsak çalışalım, kendi faaliyetlerimizle, politik mücadelemizle, teorik kavgamızla Türkiye’de giderek artan bir biçimde Türk ve Kürt unsurunun özellikle a- şağıda, çalışan ve ezilen sınıflar arasında birbirini ötelediğini, birbirini dıştaladığmı görmekteyiz. Ben kendi payıma, her yıl işte bir ya da iki kere Diyarbakır’a çeşitli sebeplerle seyahat etmek durumunda olan bir insanım. Her sene ortak mücadele anlayışının ve ortak kaygı ifadesinin zayıfladığını, kimsenin ötekini geçen yılki kadar alakadar etmediğini hissettiğimi söyleyebilirim. Bu, Batı’da da çokça ifade edilen bir şey. Kürt arkadaşlarımız ne kadar bizim sorunlarımız esas olarak egemen güçlerle, Türk halkıyla değil deseler de, Kürt nüfusu arasında bir Türk sorunu olduğuna dair bir algı giderek artıyor. Bu tabi bizim istediğimiz gibi e- mekçilerin hemen birbirleriyle hemhal olmalarını önleyen en önemli faktörlerden bir tanesi. Dolayısıyla milliyetçilik mevzusu- nun Türkiye’de sadece bir egemen sınıf propagandası olmadığı, aynı zamanda aşağıda çok sahici karşılıklar bulan, bunun etrafında anında kalabalıkların mobilize edilebildiği, yani krizin aslında bir tür pro- to-faşist zihniyeti, yani faşizme öngelen o- nun nispeten daha ilkel bir halini ama kitlesel bir ölçekte bir faşizan eğilimi Türkiye’nin her tarafında beslediği de önemli bir gösterge. Bunu hepimiz her yerde görüyoruz. Dolayısıyla çelişik etkiler altında Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı meseleleri tartışmak, bunlara bir karşılık bulmak durumundayız. Ben kendi payıma, burada çok zor durumda yakalandığımızı görüyorum ve kabul ediyorum. Türkiye sosyalist hareketi, bu muazzam çelişkiler, aynı zamanda muazzam imkân ve sorunlar
karşısında tarihinin en parçalanmış, en az etkili olduğu, en az örgütlü olduğu döneminden geçiyor. Hepimiz parça parça kendi gündemik örgütlenmelerimizi yaratmaya, sağlamaya çalışıyoruz. Ama bunun etkisinin ne kadar sınırlı olduğunu sendikal yaşamdan, toplumsal yaşamdan, politik yaşamdan, seçim ortamlarından, yayın ve medya dünyasındaki çabalarımızdan görüyoruz. Fakat tılsımlı bir yan var bizim için; buna, bu tılsıma sığınabiliriz. Ne kadar güçten düşmüş görünse, etkisi ne kadar nispi o- larak azalmış olsa da, Sosyalist Sol bugün Türkiye’de hala anlamlı fikirler devşirilmek için tecrübesinden ve fikirlerinden istifade edilmesi mümkün ve gerekli biricik güç o- larak görülüyor. Çünkü nihayet geri kalanların tamamı savunuculukla ilgili olduğu için, var olanı anlamak, eleştirmek ve bundan bir sonuç üretmek gerektiğinde, özellikle şimdi artan kriz döneminde sosyalistlerin fikirlerine giderek daha çok başvurulması, giderek artan biçimde Marxist öğretinin dünyayı anlamak ve açıklamak bakımından bir başvuru kaynağı olarak yeniden hatırlanması, bizim karşımıza bir avantajmış gibi dikiliyor. Fakat tabi burada bu avantajın, hala bir avantaj olarak kalabilmesi, bütün bu külliyata bizim var olan tarihsel koşullar içerisinden bir anlam yükleyip yükleyemeyeceğimizle ilgili. Çünkü eğer iş Marx T tekrar etmeye olsaydı, Kapital orda duruyor, herkes bunu okur, bize ihtiyaç yok. Kitap yerli yerinde, gayet güzel yazılmış ve pek çok dile çevirisi var, Türkçe de dâhil olmak üzere. Buradan bizim krize ilişkin sonuçlan çıkartıp çıkartamayacağımız, buradan bir eylem kılavuzu ifade edip edemeyeceğimiz ve nihayet krize ortak müdahale edip edemeyeceğimiz en önemli mesele. Bence bütün bu tahlillerimizde hemfikir olsak bile aslında bir politik görünürlük sağlama
dıkça, bu fikirlerin maddi bir güce dönüşmesi, dilden dile dolaşması, insanların’farkında olmaksızın aslında bu fikirleri tekrarlıyor hale gelmeleri, esas olarak politik etkinlikle ilgili bir şey. Dolayısıyla bence ikinci yarıda mümkünse ve mutlaka bence daha çok ortak faaliyetlerimizin olup olamayacağını, bunları birbirimizle ilişki- lendirebilmek bakımından yeni düzenekler kurup kuramayacağımızı, hayatlarımızı ortaklaştırmak bakımından bir irademiz olup olmayacağını, eskiden yaptığımız bu yöndeki deneyimlerin zaaf ve kusurlarından ne anladığımızı değiş tokuş etmemizin hepimiz için iyi olacağım düşünüyorum. Çünkü niyeyse ben, biraz sezgi diyebiliriz, bir şeyle kanıtlayamam bunu, fakat hem Türkiye’de sosyalist politikaya olan ihtiyacın arttığının hem de öte yandan bunu icra etmek ve bundan sonuçlar alabilmek bakımından da zamanımızın daraldığını hissediyorum. Çok büyük ölçüde bu, halk arasında kaynaşan ultra-milliyetçi fikirlerin çokluğu ve buna yön vermek isteyenlerin kıyıcılığından duyduğum kaygıyla ilgilidir. Ama böyle bir problemle karşı karşıyayız. Ben doğrusu ister isek, bir yerinden tutup, süreci örmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum. Tabi burada bir araya gelip tartışmamızın da bu açıdan bir tesadüf olmadığını, krize ve sürece nispeten birbirine yaklaşan, prizmanın bütün yüzlerinden baksak da nihayet aynı prizmaya bakan insanlar olarak, böyle bir ihtiyacı da birlikte duyduğumuzu düşünüyorum. O yüzden bu ihtiyacı bugün tam olarak gideremesek bile, sonuçta bir serinin sonunda buna bir anlam ve şekil kazandırabileceğimizi ümit ediyorum. Umarım Mahir de oradan buna eklenip süreci tamamlamamıza yardımcı olacaktır.
Mahir Sayın: Madem Ertuğrul böyle bir bağlama yapmamı istedi, ben de oradan
..... yol ................
JD
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
devam edeyim. Zor zamanlarda yakalandık demişti. Gerçekten zor zamanda yakalandık. Ama şöyle de bir şey var. Tembel talebeye öğretmen habire bilmediği sorulan sorar. Bir şeylerin önümüze geleceğini, bir sınavla yüz yüze geleceğimizi belli ki iyi hesaplayamamışız.
Bugün buradaki bütün yapıların yan yana gelmesi durumunda dahi ihtiyacımıza yanıt verecek bir partinin çıkabileceği bile kuşkuludur. Ama umut ederim ki; böyle tartışmalar, bunların yanında cereyan edecek olan ilişkiler, buradan çıkacak fikir paralellikleri önümüzdeki dönemde bize hayata daha etkin ve ortaklaşa müdahale edebilme şansını verecektir.
Her hangi bir yapıya bakarken kuşkusuz onun hem iç çelişkilerine bakılır, hem de i- çinde bulunduğu dış ilişkilerine bakılır. Hele bu yapı Türkiye gibi bir ülkeyse yani emperyalizme bağımlı bir ülkeyse onun iç çelişkilerinin önemi kadar, içinde bulunduğu ilişkiler de hayatını tayin eder. Hatta Türkiye OsmanlI’dan beri öyle bir konumdadır ki kendisi politika üretmek yerine dünya üzerinde üretilmiş olan politikalara tabi olma ve zaman zaman fırsat buldukça oluşan dengelerin içinde kendisine bir yer ayırmak gibi bir politika sürdürür. Abdül- hamit politikalarına baktığımızda OsmanlInın hayatiyetini İngiliz’lerle Rus’lar arasındaki dengede kurmaya çalıştığını görürüz. Cumhuriyetin kuruluşu yine benzer bir kaderden geçer. Fakat bu sefer Rus’lardan değil de Sovyetlerden bahsederiz. Daha sonra 50 'li yıllarda yine benzer bir durumla yüz yüze geliriz. İşte Amerika ile bağlantı içerisinde birden bire canlanan Türkiye kapitalizminin o dönemdeki bariz figürü Adnan Menderes, sanki Osmanlı’dan Cıım- huriyet’e miras olarak gelmiş olan bu denge politikasının gereği imiş gibi yeniden
Sovyetlerle bir ilişki geliştirme, bir dengeye oynama yoluna gider. Ama onun kaderi malum pek parlak olmaz. 27 Mayıs darbesi ile yüz yüze gelir ve o kadar kendisini seven Amerika’nın bakışları arasında darağa- cma gönderilir. Ve oradan da Türkiye’nin aslında bu günlere gelen kaderi belirlenmiş olur. Aslında şimdi yaşadığımız bu dönemde de OsmanlI’dan miras olarak alman bu politikanın bir benzerini görüyorum. Yani bir şeyler şekilleniyor dünya üzerinde bir noktadan sonra da oluşan dengeler içerisinde yine Türkiye o dengelerden yararlanarak bir takım işler yapmaya kalkışıyor. 50’li yıllar, -Mehmet anlatmıştı-, Türkiye’de kapitalizmin hızlı geliştiği yıllar oldu, köyün kentlere taşındığı yıllar oldu. Türkiye’deki nüfus kompozisyonunun ciddi şekilde de1 ğiştiği yıllar oldu. 1980 darbesini takip e- den yıllar da yine Türkiye’de ikinci bir dalga olarak kır nüfusunun şehre taşındığı, kırsal alanların tutuculuğunun şehre taşınıp bu defa bir önceki dönemde bulamadığı bir buluşmayı, tersinden bir buluşmayı gerçekleştirdiği bir tarihle yüz yüze geldik. Yani kendisini örgütleyecek olan ideolojik olarak bir benzeşildik bulduğu AKP gibi bir partiyi buldu ve Türkiye’nin hayatı bu defa 1950’lerdelci değişimin sonuçlarından farklı faktörlerle belirlenir hale geldi.
1980 darbesi Türkiye’de aslında bütün o zamana kadar kurulmuş olan hem ekonomik hem siyasal ilişkilerin topunu birden değiştirdi. 1980’e kadar hepimizin bildiği gibi belli bir ithal ikameci ekonomik gelişme seyri izlenmekteydi, soğuk savaş koşulları egemendi, o soğuk savaş koşullarının öğesi olarak Türkiye NATO’nun üyesi olmuştu ve buna göre dc bütün siyasal belirlenmelerini Amerika üzerinden yapmaktaydı. Üstelik o zamanlardan beri Türkiye’deki yabancı sermaye boyutuna ba-
yol
kıldığı zaman, ekonomik ilişkilerin gelişkinliğine bakıldığı zaman bunlarda hep Avrupa ülkelerinin daha fazla yeri olmasına rağmen, ki bu gün de hala böyledir Amerika’nın yeri bu ekonomik ilişkilerde toplama göre son derece küçük kalmasına rağmen politik olarak Amerika’nın belirlemesi Türkiye üzerinde birincildi. Ve bu güne bu hala böyle devam etmektedir. Ertuğrul’un işaret ettiği bir kesimin Avras- yacı gibi ortaya çıkmış olması aslında be- nimde vurgu yaptığım benzetmeye denk düşüyor. Yani Osmanh’dan beri gelen şansını dengeler arasında arama politikasına denk düşüyor. Fakat bu politikayı destekleyen Rusya’dan iş almış mütahitlerden başka, pek fazla da sermaye kesiminin olduğunu söylemek olanaklı değil. Halkınsa böylesine geniş bir yönelim içerisine girdiğini düşünmek olanaklı değil. Bunların en fazla yığınları milliyetçi duygularla Amerika’ya karşı tepkilerle kendi etraflarında toplamış olmalarına bakarak, halkın böyle bir yönelim içerisinde olduğunu yani Avrasya- cılık gibi bir yönelim içerisinde olduğunu düşünmek bana göre yanıltıcı olur. Bu duyguların gelişmesinde -Ertuğrui da işaret etti zaten-, bunların gelişmesinde esas olarak 24 yıldır sürmekte olan iç savaş faktörü ciddi bir rol oynamakta. Burada Amerika’yla yürütülmek istenen pazarlığın kitlesel zemini üretilmektedir esasında. Bundan kastım şudur, Amerika’nın Kürt politikasıyla Türkiye’nin bu gün sürdürmekte olduğu Kürt politikasının örtiişmemesi karşısında Amerika’ya karşı bir halk tepkisi kozu oynanmak istenmektedir. Bu konuda anlaşmanın yaratıldığı gün bu tepkilerin de tersine döneceğini yaşanan örneklerden hemen kesti- rebılmek mümkün. Yaşanan örneklerden kastettiğim şudur: Amerika’nın Türkiye’ye uzun zaman güneye operasyon yapmasına izin vermemesine karşılık, geçen kışın içe
risinde hem istihbarat vermesi, hem de bölgenin uçaklarla vurulması ve buna ek olarak kara kuvvetlerinin de müdahale etmesine izin vermesiyle, hemen havayı birden bire yumuşatıverdi. Yani o Amerika’ya karşı olan düşmanlık havası birden bire yumuşadı. Esasında tabi ki medyanın bu konuda yönlendiriciliğinin boyutu çok büyük.
Türkiye’nin ekonomik hayatı 80’li yıllarda yeni bir şekillenmeye girdi. Dünyada yeni bir iş bölümü ortaya çıkmıştı. Bu yeni iş bölümüne göre, - aslında 70’li yılların başında bu başlamış bir eğilimdi- sermayenin organik bileşiminin yükselmesi dolayısıyla, düşen kar oranlarını karşılayabilmek i- çin emek yoğun sermayeler esasında çevre ülkelerine, bağımlı ülkelere, iş gücünün u- cuz olduğu ülkelere transfer edilmekteydi. Ama esas olarak sermaye egemenliği, o sermayenin daha önceden sahip olduğu pazarlar üzerindeki hegemonya korunmaya devam edilmekteydi. Bu noktadan bakıldığı zaman şunu söylemek mümkün. Daha önce dünya pazarı içerisinde birleşmiş olan ancak kredi vererek, borçlandırarak, fa,iz yoluyla, doğal kaynakların sömürülmesi yoluyla, eşitsiz gelişim yoluyla sömürülmekte olan çevre ülkeleri, bu kez bir de doğrudan doğruya emek gücünün sömürüsünün buna eklenmesiyle sömürülmeye başlanıldı. Bu da esasında işçi sınıfının -bu konuda bir yanıltıcı durumun olduğu kanaatindeyim ben- kompozisyonunun değiştiği anlamına gelmez. îşçi sınıfının kompozisyonu İ950’li yıllarda zaten değişmişti. Yani hizmet sektörü denilen maddi nesnelerin üretim alanının dışındaki sektör zaten reel sektör denilen sektöre göre neredeyse iki katı büyüklüğe ulaşmıştı. 1950Terde Amerika’daki imalat sanayinde çalışan işçilerin oranı %33’ tür. O dönemde
J î )
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
bile bu ölçüde geriye sürülmüştür. Bu gün belki bunun yarısına kadar düşmüştür. Ama buna mukabil işçi sınıfının kitlesi bütün dünya üzerinde artmıştır. Yani Türkiye’nin Amerika olduğunu bu anlamda söyleyebilmek mümkün değil, Hindistan’ın Amerika olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Buralarda işçi sınıfının kitlesi artmıştır. A- ma şu bir gerçekliktir, geleneksel çalışma i- lişkileri, geleneksel iş ilikleri büyük değişikliğe uğramıştır, işçi sınıfının mücadele gücünün kırılabilmesi açısından, buyandan kârlılığın arttırılması açısından. Sadece sınıfı mücadelesine karşı mücadelenin bir gereği olarak değil, kârlılık oranlarının yükseltilebilmesi için de üretim süreci parçalanmış, büyük fabrikaların yerine daha küçük üretim birimleri, daha yoğun sermaye kullanımıyla şekillenmiş olan, daha az işçi çalıştıran, ama buna karşılık yoğun iş gücünü gerektiren sanayilerin de çevre ülkelerine aktarıldığı bir yapıyla yüz yüze geldik. Şimdi bu duruma baktığımız zaman biz yanıltıcı bir durumla yüz yüze geliyoruz. Yani kapitalizmin dünya üzerinde çok fazla değişmiş olduğuna dair böyle bir nesnellik varmış gibi görüyoruz. Çünkü dünyanın birçok yerinde sınıf mücadelesi bir anda geriledi. Sovyetler Birliği kalan kapitalist pazar dişiliği ile yıkıldı gitti. Tümden kapitalist pazarın bir parçası oldu. Kalan Çin’de Çin Komünist Partisi’nin iktidarı o- rada ortadan kalkmamış olsa bile dünya kapitalist pazarının entegre bir parçası haline geldi. Bütün iç ilişkileri değişmemiş olsa bile bu gün artık Çin, Dünya Ticaret Örgü- tü’niin bir üyesi. Hayatını Amerikan kapitalizmi ile yoğun bir biçimde birleştirmiş bir ülke konumunda. Bütün bunlara bakıldığında sınıf mücadelesinin geriye gidişinde nesnel bir neden varmış gibi düşiinülebilinir. Bir miktar bunların olmasını elbette ki demin sayılan faktörlerle i
zah etmek mümkündür.
Ama asıl belirleyici faktör, bu hem Türkiye’de hem de bütün dünyada etkin olmuş olandır. Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte - Sovyetler ne olursa olsun, Sovyetlere hangi adı verirsek verelim, yani sosyalist midir değil midir, devlet kapitalizmi midir, sosyal emperyalizm midir, hangi ismi verirsek verelim- o gün ki durum bir değişikliğe uğramıştır. Onun yıkılışıyla birlikte Amerikan emperyalizminin birden bire dünya üzerinde, tek kutuplu dünya oluştu dedirtecek bir hegemonyası oluştu. O güne kadar GBTer G7Ter denilen dünya üzerinde kolektif bir sömürüyü oluşturabilmek için bir araya gelmiş olan emperyalist ülkelerin birliği birden bire bozuluverdi. Ve Amerika dünya üzerinde şunu söyleyebilecek pervasızlığa ulaştı “benden olmayan bana düşmandır” . İkiz kulelerin vurulmasının ardından Bush’un ağzından bunları dinlemiştik. Dünyanın bu konumu içinde yani Sovyetlerin yıkılışının ardından almış olduğumuz ı- deolojik yenilgi dünyayı bize başka türlü göstermeye başladı. Devrim artık çok uzaklara gitti. Devrim kendiliğinden uzaklara gittiğinden dolayı değil, artık sosyalizmin, uğranda fedakârlık edilebilecek olan bir düşünce, yeni bir dünya nizamı olmaktan kendi ülkesinde bile çıkmış olması bu meseleye kafa yoran insanların %90’nının üzerinde bu etkiyi yarattı. O zaman insan doğal olarak bunun hangi nesnel nedenden kaynaklandığını izah etme ihtiyacı da duyuyor. Buna Türkiye’de başka bir faktör daha eklendi. 1994’te başlayan topyekûn savaşta Türk’lerle Kürt’lerin kaderi birbirinden çok fazla ayrıldı. O zamana kadar belki ayrı mücadele tarzları sürdürüyor olmalarına rağmen, daha bir birleşme umudu, bir arada olma imkânı söz konusu iken, 94’te bu bağın hiç bir şekilde oluşturma imkanının kal-
yol
maması ile, Türkiye sosyalist hareketi bir başka ideolojik yenilgiye daha uğradı. Bu başka ideolojik yenilgiye uğramada ketıdi ürettiği argümanların son derece önemli bir rol oynadığı kanaatindeyim. Yani siz orada cereyan eden bir işten uzak durabilmek için ondan uzak durmanın mantığını üretmek zorundasınız. O mantığı üretmediğiniz takdirde kendi kendinizi, kendi varlığınızı izah edemez duruma gelirsiniz. Dolayısıyla da Türkiye sosyalist hareketi arasında yaygınca Kültlerin yaptığı hatalardan kaynaklanan onları kendi rakibi gibi alan bir anlayış oldukça büyük bir yaygınlık kazandı. Bunun içerisinde kısmi olarak buna direnmeye çalışan, buna karşı duran insanlar, gruplar kuşkusuz oldu ama hareketin genel karakterini, sosyalistlerin genelini belirleyenin bu olmadığım bize tarih gösteriyor. Bu da esasında militan 60’h 70Ti yıllarda, işçi sınıfı eyleminin yüksek olduğu bu yıllarda militan bir gelenek kazanmış olan Türkiye sosyalist hareketinin, bir tür kendisinin inkârı oldu. O militan geleneği o dönemde e- leştirenlerin düşünüş biçiminin egemen olduğu bir duruma ulaşmış oldu. Bu gün hala bu durumda yürümeye devam ediyoruz.
Bizim bu durumu aşmak için önümüze çıkan kimi şanslar oldu. Mesela bu krizden önce de 2001’de Türkiye de, çok ciddi Türkiye’deki sınıflar ilişkilerini alt üst eden, toplumu egemen sınıfa bağlayan kayışların ciddi bir kopma eğilimi gösterdiği 2001 krizi bizler tarafından en ufak bir biçimde de- ğerlendirilemedi. Bir küçük kesimimiz bunu değerlendirmek üzere blokları, o seçim ittifaklarını oluşturdu. Ama o seçim döneminde yaptıklarıyla kaldı. O politikayı önceden konuşulduğu biçimde seçim sonrasında sürdürmek, daha sonraki dönemi o dönemde alman hızla karşılamak gibi bir iş yerine, herkesin seçimden sonra kendi ba-
şma kaldığı bir konuma ulaşıldı.
Bu gün de yine dünya üzerinde ve artık 2001 krizi gibi hafif yel gibi geçmeyecek o- lan, gittikçe herkesin artık 1929 türü bir yıkıma doğru ilerlediğini kabul ettiği, alınabilecek bir takım tedbirlerle zararı belki yumuşatabileceklerini umdukları bir kriz gelişiyor. Bu krizin gelişmesini haber vermiş olan üç dört tane iyi iktisatçı var. Hepsi de burjuva ideologu olmak üzere. Bunlar en az bir yıl öncesinden şu kriz durumunu hemen hemen tam olacağı biçimi içerisinde bize ifade etmişlerdi. Onların ifade ettikler; bu krizin en az üç yıl kadar önümüzdeki süreci belirleyeceği ve bunun sonucu olarak da hem dünya üzerindeki tüm devletlerin i- lişkilerinde ciddi değişiklikler olacağı, hem de ülkelerin bizatihi kendi içerisinde sınıf ilişkilerinin çelişkinin büyümesi doğrultusunda, hem burjuvazinin kendi içerisinde, hem de proletarya ile burjuvazi, küçük üreticilerle burjuvazi arasındaki çelişkilerin büyüyeceği şeklindeydi. Kanaatime göre de proletarya ile küçük üreticiler, yani geçtiğimiz neoliberal politikaların uygulama döneminde yıkıma, uğratılmış olan tarım emekçilerinin bu dönemde bir o kadar daha yıkıma uğrayacaklarını ve o yıkımın içerisinde bizim mücadeleyi yükseltme, yeni bir alternatif hareket üretme şansımızın artacağını düşünüyorum. Diğer arkadaşlar da başka zamanlardaki, olaylar üzerinden dile getirmişti. Kuşkusuz kriz zamanları devrimci hareketin yükselmesine imkân tanıdığı gibi aynı zamanda faşist hareketlerin gelişmesinin de imkânlarını yükseltir. İşte Musollini’nin iktidara gelişi krizin proletarya tarafından çözülememesinin akabinde- dir. Hitler’in iktidara gelişi ha keza Alman Sosyal Demokrasisi’nin ihanetinin sonucu olarak çözülmez bir krizin faşistler tarafından çözülmesi şeklinde tecelli etmiştir. Bu
j i )
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
rada da uzayan bunalan toplumun karşısında totaliter -ille faşizm olması gerekmiyor- bir seçeneğin, askeri bir rejim ya da asker destekli sivil bir cuntanın Türkiye’nin kaderini Amerikan emperyalizminin belirlediği, esas olarak belirlediği doğrultuda tayin etmesi söz konusu olabilir.
2. BölümSORU VE CEVAPLAR
Sorular bölümünde çıkmak zorunda olduğu için önce Haluk Gerger’e söz verelim.
Haluk Gerger: Siz ikinci bölümde yoğun olarak tartışacaksınız ama ben düşüncemi söyleyip gideyim.
Soru 1. Sayın hocam anlamak ve anlaşılmasını sağlamak için açıklarsanız sevinirim. Türkiye solu 1980 sonrasında tasfiye edilmeli dediniz. Bu sosyalizm anlayışı bağlamında ve örgütsel yapılanma bağlamında neye denk düşüyor günümüz açısından.
-Çok şey sayabilirim ama...
Soru 2. İkili iktidar meselesine dokunursanız sevinirim.
Haluk Gerger: Bir tarafı, odağında genelkurmayın olduğu, milliyetçi, faşist, kızıl elmacı filan denilen kesimler. Bunların sınıfsal durumlarına girmeyeyim. Diğer tarafta odağında AKP hükümetinin olduğu, İslamcılar, sağ liberal ve sol liberaller. Ü- çüncü odak da tek başına ayrı bir dinamik ve bence belirleyici ve kontrol edici dinamik de Amerika Birleşik Devletleri. Türkiye’de iktidar mücadelesinin bu üçgen içinde sürdüğünü düşünüyorum.
Türkiye’de sol hareket içinde tasfiye e- dilmesi gereken şey, esas olarak parçalanmışlık ve parçalanmış yapılar arasındaki bellek parçalanması ve hasmane ilişkiler.
Daha birçok şey ekleyebilirim. Ama asıl ü- zerinde durulması ve tasfiye edilmesi gereken şeyin bu olması g erek tiğ in i düşünüyorum. Bu bakımdan Rus Sosyal Demokrasisine benziyor, siyaset tarzı vesaire, milliyetçilik, şiddetle olan ilişkiler, e- konomizm... bunların çoğunu sayabiliriz. Bunun için özverileri ve kahramanlıkları tutup bence gerisini tasfiye etmekte yarar var.
İkinci bölümde tartışacaksınız, ben kendi formülümü söyleyeyim. Tabi altını dolduramadan söylemiş olacağım. Soru ve eleştiri de alamayacağım. Onun için de ö- zür dilerim. Herkesin konuştuğu bir şey var. Demokratik bir ittifak zemini bulalım ve sol burada nerede ve nasıl durmalı vs. Ben şöyle düşünüyorum. Üç aşamalı bir süreç olabilir. Birinci aşama bizden bağımsız olarak da sürmekte olan çatı partisi. Çatı partisinin bileşenlerini de aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz. Ben çok ö- nemsiyorum. Kiirtlerin kuşatılmışlıktan, tecritten mutlaka kurtulması gerekir. Onun için hem önemsiyorum, hem de başarılı olmasını istiyorum. Ama ikinci aşamada solun örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum, devrimci solun, sosyalist solun. İkinci aşama bir devrimci odak örgütlenmesi olabilir. Devrimci eksen diyenler var. Kenan arkadaşımız devrimci koordinasyon dedi. İsimler çok önemli değil. Onun da bileşenlerini az çok tahmin edebiliriz. Ü- çüncü aşama, nihai aşama, çatı partisi artı devrimci odak, eşittir halk cephesi. Böyle aşamalı bir ittifak zemini arayışının doğru olabileceğini düşünüyorum. Tekrar özür diliyorum, kalkmam lazım. Hepinize teşekkür ediyorum. İyi akşamlar diliyorum.
Evet arkadaşlar, sorularınızı alalım öncelikle.
Soru 3. Türkiye’de kendisini komünist olarak adlandıran çok sayıda örgüt vaı: Bu-
yol
gün var olan yapılar içinde işçi sınıfı nerede? Gücümüzü işçi sınıfından alıyoruz işçi sınıfının iktidarını savunuyoruz ama işçi sınıfı bunun neresinde?
Soru 4. Ben 94 döneminde devrimcileş- miş bir arkadaşınızım. Hemen hemen 10-12 yıldır benzer tablolar çiziyoruz, kriz, yeniden yapılanma, TDH’nin ihtiyaçları, parçalanmaya ilişkin tespitler ...vs. Ufak tefek değişiklikler dışında cıynı şeyleri söylüyoruz. Sosyalistlerin parçalı durumuna ilişkin eleştiri yapıyoruz, işçi sınıfının, ezilenlerin bir devrimci çıkış yapabilmesi için uygun koşullar olduğundan bahsediyoruz. Buna rağmen de bunun öznesini yaratma iradesini geliştir emiyoruz. Bunun için yakın dönemde kimi denemeler oldu. ODP bunlardan biriydi. Ama özellikle 2000 sonrasına baktığımızda devrimci hareketlerin ortaklaşa sürece müdahale etme ihtiyacının çok daha fazla öne çıktığını bizzat masadaki konuşmacılar da defalarca anlattılar, yazdılar, çizdiler. En son bizim de içinde bulunduğumuz sosyalist forumda, buradaki üç yapının da içinde olduğu devrimci güçler bir odak oluşturmak için bir yola girdiler ve bu yoldan çıkamadılar. §inıdi üç yıl sonra bu konuşmalar bu tür tahliller yapmanın önüne geçmek açısından devrimci bir odak olarak ortaya çıkmanın gerekliliğini herhalde ortaya çıkıyor. Buna ilişkin Haluk hocanın bir önerisi oldu. Onun da handikapları var. Buradaki yapılar, çatı partisi sürecinin de içindeler. Çatı nerede oluşacak? Devrimci odak nerede oluşacak? Ayrıca bir sorum daha var. Devrimci odağın oluşması önündeki engeller nelerdir? Nesnel engeller dışında.
S oru 5. Mahir Sayın’a sorum olacak. 94'te Kürtlerle Tiirkler’in mücadelelerinin arasının iyice açıldığını söyledi. Bir milat gibi bahsetti. Biraz açmasını istiyorum.
S o ru 6. Önümüzdeki dönem devrimci hareketin gelişme dinamiklerinin çok olduğundan söz ediliyor. Var olan grupları yeni bir gelişim süreci için bir engel olarak görüyorlar mı? Eğer görüyorlarsa niçin adım atmıyorlar bu gruplar. Görmüyorlarsa tek tek grupların geçmiş 40 yılın maziye bakarak nasıl bir gelecek öreceklerini tasavvur edebilirler nıi?
- Sorular için teşekkürler. Konuşma sırasına göre ilk sözü Mehmet Özler’e veriyorum.
Mehmet Özler: Evet, arkadaşlar şimdi herkese somlan somlar şurada toplanabilir? Neden sol birlikte davranamıyor? Bir arkadaşımız biraz daha orijinalleştirdi, mevcut grupları buna engel olarak görüyor mu diye. Çözümlemeleri arkadaşlar iyi dilekten öteye götürebilmemiz lazım. Çünkü birlik konusunu Türkiye devrimci hareketi çok konuştu. 80 öncesinde de, 80 sonrasında da konuştu. Ama 60 sonrası Türkiye devrimci hareketinin tarihine baktığımızda bu güne iz bırakan siyasal ittifak deneyi yoktur. Bunun çözümlemesi yapılmadan iyi dilekle birlik istemek -k i daha önce de istenmişti- ortaya pek fazla bir şey çıkarmıyor.
Ama dünyada bunun tersine örnekler var. En bildiğimiz örneklerden çoğunu Latin Amerika’da görürüz. Sandinistler 8 örgütten oluşur. 12 yıl beraber dövüştüler bir de iktidarı aldılar. Ya da Küba örneği. Hiç bir şekilde bir bağlantı ittifak yokken Cast- rolar Sierra Maestra’ya çıktılar. İktidarın ön gününde Havana’daki hareketlerle hemen birleştiler ve iktidarı aldılar. Dünyada örnekler var fakat bizde ortaya çıkmış bugüne, bilincimize iz bırakan bir örnek yok.
Şimdi buradan neden ayrılıyoruz sorusuna gelmek gerekiyor. Stratejik ayrılıklar
63)
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
sözmonusu olabilir, yani bir ülkede devrime gidiş yolu konusunda farklı farklı düşünebilirsiniz. Bu çok doğaldır. Çünkü her sınıf, zümre kendi konumundan olaya bakar ama taktik ittifaklar ise her zaman mümkündür. Bir dönemi kapsayan, o dönemin özelliklerini kollayarak yürütülen bir taktik ittifak her zaman mümkündür. Ama o taktik döneme aynı bakıyorsak. Şimdi bugünkü Türkiye devrimci hareketine bakalım; ben uzun geçmişi ile ilgili kısa bir örnek verdim sadece. Bu gün AK partisinden demokrasi bekleyenler var. Ulusalcılığı devrimci hareketin içine katmaya çalışanlar var. Bir kere bunlarla taktik ittifak falan yapamayız ve bunlar da son beş yılda şöyle ya da böyle kökenleri Türkiye devrimci hareketinin tarihinden kaynaklanan siyasetlerdir. Dolayısıyla birlik dediğimizde herkesle birlik değil bir kere, -taktik ittifakı kastediyorum- herkesle taktik ittifak yapılmaz. AK partisinden demokrasi bekleyenlerle taktik ittifakı kuramazsınız ya da ulusalcılığa meyleden bir siyasetle taktik ittifakı yapamazsınız. Bugün bunun dışında kalanlarla, -siyasal birliği zaten konuşmuyorum, o çok daha yoğun başka bir süreci gerektirir- ise siyasal ve taktik ittifak arayışı yapılmalıdır. Kısmen de yapılıyor.
Şununla bitireyim sözümü; “Türkiye devrimci hareketinin tarihinde neden dün ittifaklar yoktu bugün neden ittifaklar yok?” sorusuna benim çözümleyebildiğim, aklımın yettiği şudur: Dün ittifak kurmadık birbirimizle, çünkii Türkiye devrimci hareketinin siyasetlerinin ağırlıklı bölümü devrimi yarın gibi gördü. Erken devrim öngörüsüyle davrandık 80 öncesi ve kimseye ihtiyaç duymadık çünkü yarın iktidara gelebilecek durumdaydık, öyle algılandı. Bu gün ise iktidar ufku yok, iktidar ufkunun olmadığı bir siyasal ortamda taktik ittifaklar
da sallanır durur, daha diri hale gelmesi dönemsel koşullarla birlikte mümkün olur, yoksa ben “Neden yan yana gelmiyoruz?” sorusuna verilebilecek bir somut cevabın bugün olduğunu düşünmüyorum.
Bu işler biraz pratikten gider. Somut o- larak son beş yıldır yaşanan, egemen sınıflar çerçevesindeki bölünmenin solda yarattığı etkiler oldu. Bunlarla ilgili olarak mesela bir taktik ittifaka neden şu siyaset gelmiyor diye bir şeyi tartışmak mümkün değil. Ayrılık olacak illaki, ama benzer düşünenlerle birlikte davranmanın elbette yolları aranmalıdır. Bu yapılmalıdır. Fakat bugün bunu gündemde canlı tutmayan ne var? İşte düşman konumlandı, şöyle geliyor böyle geliyor. Nedir sorun? Dünün tam zıttı, dün erken iktidar hayalleri kurduk bugün iktidar hayali kurmuyoruz bile. Bugün sinsi gizli bir umutsuzluk var. Herkesin üstüne bulaşmış bu kanser. Ondan nasıl kurtulacağız? İki üç siyaset yan yana gelip bir çıkış yapıp deneyelim. Deneyelim bunu engelleyen hiç bir şey yok ama yarın bu ittifak bir biçimde bozulabilir. Bir başkasına hazırlanmak gerekir. Ama dönemin özelliği bu. Ben bu dönemden büyülü sihirli bir çıkış olduğunu düşünmüyorum.
Grupların kimileri evet bugünkü siyasal ittifak halkalarının kurulmasına engeldir, ı- simlendirmeme gerek yok. Dönemsel değişikliği kavramayan, altmışların stratejisinin hala geçerli olduğunu savunan siyasetlerin bugün bir geleceği yoktur. Ya da dönemsel değişikliği solda liberalleşme olarak algılayan siyasetlerin de geleceği bu düzenin i- çindedir. Bunun dışmdakilerle bir şeyler yapılabilir ama bunun bir formülü yok. Bizi tümüyle geleceğe taşıyacak tarzda tılsımlı bir formül yok. Bu pratiğin içinde taktik algılama yakınlıklarından ortaya çıkacak
yol
uygulamalarla olur. Ama arkamıza baktığımızda ne yazık ki bizi bu konuda güçlendirecek, bilincimizi destekleyecek tarihimizde önemli bir örnek yok. Sonuç o- larak bağlayayım; pratik adımlar seviyesinden başlamalıyız.
Bugün Üçüncü cephe dediğimiz siyasal İslam’dan demokrasi beklemeyen ve ulusalcı renklerin herhangi birisinin nüansım taşımayan Türkiye’de gerçek demokrasinin gerçekten halkların mücadelesiyle mümkün olduğunu düşünen, bugünün bulaşık hastalığının dışında duran siyasetlerin taktik ittifakı mümkündür ve bu konuda bugün çatı partisi tarzında bir faaliyet yürüyor. Ama geleceği ne olacak, canlanacak mı? Kendisi bir gelecek vaat ediyor mu bunla ilgili bir şey söyleyemem.
Bugün egemen bir zümreden demokrasi veya çözüm bekleyenlerin dışında kalan taktik zeminde duran siyasetler olarak mutlaka yan yana gelmeliyiz, ittifaklar yapmalıyız. Üçüncü bir hat yaratmalıyız. Ama bizim üstümüzde 60’lardan beri gelen bu i- şi yapamamanın yarattığı bir tarihsel bilinç var. İstediğimiz kadar “gruplara ayrıldık, parçalara ayrıldık” diyelim; bunları ister öngörü olarak söyleyelim ister şikâyet olarak söyleyelim bu bizim gerçekliğimiz. Ben bunun neden böyle olduğunu bu toplantı seviyesinde en kaba tespit olarak açıklamak istersem şunu söyleyebilirim; dün erken iktidar öngördük ittifaka ihtiyacımız yoktu kimse kimseyle ittifak yapma derdinde değildi. Bu yanılgıyı iki kere 12 Mart ve 12 Eylül duvarına çarparak yaşadık. Bugün iktidar ufku yok. Nasıl mücadele edileceğinin sınırı, ortak sınırı bir demokrasi mücadelesine indirgenmiş durumda. İyi onu da birlikte verelim zaten. Ama onu da AK partisine ya da ulusalcılara bulaştırarak değil başka bir hatta durarak yapmak duru
mundayız. Bunun imkânı var, bunun şansı var. Tarihten gelen mirasımız bizi çok o- lumlamıyorsa da imkânın olduğunu, kimi pratik adımlarının atıldığını, daha değişik daha yaratıcı adımların da atılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Umarım biraz umutları silikleştiren bu süreçten pratik olgun adımlarla çıkabiliriz, bu süreci arkamızda bırakabiliriz.
Ertuğrul Kürkçü: Benim bu türtoplantılarda keşke sorulmasaydı diyeceğim sorulardan bir tanesi “Bu işçiler nerede sorusu?”. Ben de artık şöyle bir yol buldum, soruyorum salona “Hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz, el kaldırın” diye. Her seferinde salonun yüzde doksanı hayatını çalışarak kazanıyor. Burada aslında işçiler var, işçiler burada. İşçilerin olması istenen büyük kitlesi bu tür toplantılara gelmiyor. O yüzden ikide bir işçiler nerede diye sorup durmayın. İşçilerin içinden çıkıp gelenler burada. Mesela ben sabah 7.30 da kalkıyorum akşam 7.30 a kadar çalışıyorum, işçiyim. Şimdi ama kendimi işçi olarak anlatmıyorsam bir politik işim olduğundan dolayı anlatmıyorum. Yoksa herkes burada şu ya da bu şekilde sosyolojik olarak işçi. Var mı içinizde tüccar, sermayedar, kumarbaz, madrabaz? Yok. İkincisi bu işçi aydın ayrımı da 20.yüzyıl öncesinden gelen ayrımlar 20. yüzyıl öncesinde kafa emekçisi diye kategori sanayi içinde yada toplumsal iş bölümünün içerisinde yok idi. Kafasıyla çalışanlar genellikle egemen sınıfların hizmetkarları ve serbest çalışanlar olurdu ama kafa emeği kitleselleştikten ve sanayinin bir parçası olduktan sonra aydınlar ve entelektüeller denilen insanlar da işçi sınıfının i- çindedirler artık. Yani işçi sınıfının organik aydını oluyorlar. Onları işçiden saymamak bence bir 18.-19. yy lügati. O yüzden bence lügatlerimizi çağdaşlaştıralım.
c<>\
İkinci mesele şu. şimdi biz diyoruz ki daha önceki bütün birlik girişimlerinin bir sonu olduğunu gördük. Bu kadar çok birlik yapmak isteye isteye. O da şu: Aslında bir politik birlik için koşullar olgunlaşmamışken, genel olarak kitlelerin böyle bir arzusu var ve zaten biz de güçten düştük diye herkesi aynı partinin içine sokmaya çalıştığımız durumlardı bunlar. Türkiye’de 80 sonrası böyle iki tane parti oldu bir tanesi BSP oldu sonra da ÖDP oldu. Bu iki partinin de niçin parti olarak hareket edemediğine kısa bir süre sonra gerilimlere dayanamayarak ufalandığına bakacak olur isek; sorunu her şeyden önce birlik basıncı altında programatik sorunları çözmeden, aslında aynı programı takip etmeyen insanların muğlak bir şemsiye programı altında sırf parti ihtiyacı yerine gelsin diye bir araya gelmelerde görürüz. Partiye verilen anlam ile o partinin içeriği arasındaki gerilimin de bu başarısızlığa yol açtığını görebiliriz. Ben şimdi kendi payıma şöyle düşünüyorum; ÖDP kurulsun diye çok uğraştım, ondan evvelki bir beş yılı da bu fikir ortaya çıksın diye geçirdim ve sonuçta ÖDP’nin çoğunluğu ima etti ki “ya biz sizle yapamayacağız bir an önce buradan gitseniz iyi olur”. Şimdi ama bu neticeye baktığımda aslında belki de bu basıncı yaratmanın asıl problem olduğunu düşünüyorum. O açıdan şöyle katılıyorum. Belki de nispeten gevşek bir ittifak halinde ÖDP’yi meydana getiren güçleri bir araya getirmiş olsa idik; bu kadar parti basıncı altına sokmuş olmasa idik; bu insanlar bu yapılar birbirleri ile daha tanımlanmış ilişkiler içerisine olsalardı; yani ikiyüzlü yaşamadan, -parti meclisinde bir şey konuşup çıkıp arkasında teşkilat toplantısında başka karar alıp tekrar parti meclisine gelip onu dinamitleyerek yaşamak yerine- farklı farklı görüşlerini pek ala bir koordinasyon etrafında bir araya getirmeyi
...... Türkiye’de Politik Durum ve Sol.........
deneyebilirlerdi. Şimdi testi kırıldıktan sonra tabi-i benim aklıma bu geliyor. Çünkü başka bir imkan vardı.
Parti dediğiniz zaman bizim geleneğimizde Türkiye sosyalistlerinin geleneğinde pek mühim bir şeydir. En mühim, her şeyden mühim. Dolayısıyla partinin içinde işlenmiş kusurların hepsi bir tür kriminal mesele haline geliyor. İnsanların birbirine karşıtlaşması düşmanlaşması vs. Oysa ben şunu anladığımı söyleyebilirim. Gruplar Türkiye Sosyalist Hareketinin bir vakıasıdır. Gruplan boğalım, boğazlayalım, gruplar olmasın, kahrolsun. İstediğiniz kadar bunları konuşun bence bunun Türkiye’nin sosyal hakikati ile de ilgisi var. Ben bu örneği hep tekrarlıyorum; eğer uçakla seyahat ediyorsanız Avrupa’dan Türkiye’ye doğru şöyle bir manzara görürsünüz. Uçsuz bucaksız yeşilliklerden Türkiye’ye doğru yaklaştıkça kahverengi parçalara ve Türkiye’ye geldiğiniz zaman da kahverengi boz sarı küçücük küçücük parçalara arazi bölünmeye başlar. Bu aslında buranın bir küçük üreticiler ülkesi olmasındandır. Küçük üretimin hala Türkiye’de kapitalizmin tüm gelişimine rağmen toplumsal ruhu şekillendirmesiyle kısmen ilgilidir. Kısmen de aslında işçi sınıfı arasındaki iş bölümü ile ilgilidir. Ne kadar çok çalışma şekli var ise o kadar çok sosyalizm tahayyülü olacağı ve bunların da kendilerini farklı farklı ifadeye meyilli olacakları ortadadır.
Üstelik sosyalist hareketin iç tartışmalarına gelince -örgütsel tartışmalar taktik tartışmaları vs- bunların hepsi kendine Türkiye’de bir grup bulabilir. Ben de diyorum ki tabiki manasız bir şekilde daha ne kadar çok grup varsa o kadar Türkiye hakikatine uygun olur diye bir cümle kurmayacağım ama var olanlarla anlamlı bir
yol
yürüyüş nasîl kurulabilire kafa yormak sosyalist hareketin bir iç meselesi olarak ö- ııemlidir.
Tabi ki bu Türkiye’nin meselesi değil. Bence iki şeyi birbirinden ayırt edelim. Bu, biz sosyalistlerin meselesi. İşçi sınıfının böyle meselesi bir yok, “sosyalistler bir araya gelsinler mi gelmesinler mi?” gibi. îşçi sınıfı iktisadi mücadele düzeyinde başka şeylerle karşı karşıya. Politik tercihlerini yapmak için önüne sürülmüş seçenekler a- rasmdan tercihini yapar. Biz sunulmuş seçenekler arasında olmadığımıza göre işçi sınıfının meselesi değiliz. Ama biz işçilerin bir kısmı olarak, kendi kendimize çok ö- nemli bir meselemiz var diye düşünüyorum. Bunu bir sosyalist gelecek açısından bir öncü faaliyeti yeniden nasıl organize edebiliriz. iki şeyi gözetmemiz lazım. Birincisi, işçi hareketinin kendisi kriz halinde. İkincisi SSCB nin çöküşünün öncesinden beri ve çöküşünden sonra bizzat Sosyalist hareket dünya çapında bir kriz yaşıyor. Nihayetinde Marksist teorinin yeniden üretilmesinde sorunlar dizisiyle karşı karşı- yayız.
Bu krizleri çözmek için faaliyetlerimizi ortaklaştırabilir miyiz? Bu konuda irade koyanlar, buradan hareket edenler pekâlâ faaliyetlerini ortaklaştırabilir bunun önünde bir engel yok bence. Biz bunu denemeye başlayabiliriz ve bizim yaptığımız Sosyalist koordinasyon önerisi bununla ilgilidir. Şimdi daha önceki denemelerimizle niçin sonuç vermedi diye bir soru yok, böyle bir koordinasyon projesi pek yapmadık. Bana sorarsanız bizim halimize daha uygun olur diye düşünüyorum. M. Özler de buna ittifak diyor. Sosyalist grupların sosyalist hareketin gelişimi için birbirileri ile kuracakları dayanışma ya da ortaklığın ittifak kadar büyük bir tanıma ihtiyacı var ftıı? Bunu
tartışmaya değer görüyorum. Tartışalım bunu. Ben buna ittifak dememeyi tercih ediyorum. Beri yandan sık sık 2002’den beri dillendire geldiğimiz bu 3.kutup meselesi; daha çok bir aşağıda, sınıfın, ezilenlerin a- rasmda ya da onların hak ve çıkarlarının i- fadesi olarak kurabileceğimiz bir politik almaşık olarak bana gözüküyor. Dolayısıyla ben burada bu tanımı böyle düzeyler halinde yapabiliriz diye düşünüyorum. Ama illaki kimse bunu benimsemek zorunda değil. İkincisi burada bir sorun olabilir, tartışalım. Ben şuna başından beri, biz ÖDP’den ayrıldığımızdan beri açığız; biz diyoruz ki eğer Türkiye’de eğer işçi sınıfının partilerinden bir büyük olanı, tanzim e- dici olanı, bir gün meydana gelecekse bu ancak birleşik bir parti olabilir. İkincisi bu ancak bu çoğulcu bir parti olabilir. Üçüncii- sü işçi sınıfının kendi öz deneyimleri üzerinden ortaya çıkabilir. Sosyalist gruplar arasındaki koalisyon meselesi gibi görmedik ama biz bu olacak bu partinin içerisinde yer almaya, kendisini orada lağvetmeye hazır ekiplerden biri olarak durmaya çalıştık. Dolayısıyla böyle baktığımızda biz ÖDP müktesebatını kısmen kendimizle beraber taşıyoruz, iki şey, birincisi ÖDP’ııin çoğulcu bir parti olarak kurulmuş olması, i- kincisi ÖDP’nin program anlayışında geçmişteki azami ve asgari program ayrımını aşan ve sosyal devrim ile siyasi devrim a- rasmda bir mütekabiliyet arayan yaklaşımı. Bu muğlak biçimde vardı biz bunun muhafaza edilebileceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım içerisinde pekala biz herkesle böyle bir koordinasyona girmeye hazırız, amadeyiz, bunu teşvik ediyoruz. Bunun sorunlarını ortadan kald ırm ak bahse değer. Daha önceki teklifler böyle değildi. Sosyalist forum teklifi aslında bir SEH teklifi idi. Ve bu teklifin manası aslında bir düşünsel platform oluşturmak idi. Yoksa
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
burayı biz devrimci partiye ilerlemek için otomatik bir yol olarak görmemiştik. O yüzden bu yaklaşımla bağdaşamadık ama arkadaşlarımız bunu farklı yorumluyor diye -onlarla bir karşıtlığımız olamaz hayır çünkü farklı yorumlarımız olacağı için- biz ortaklık arayışı içinde olacağız deneyeceğiz yeniden.
Şimdi burada bir de Kürt sosyalistleri i- le biz ne yapacağız meselesi var. Ben kendi payıma Kürt sosyalistleri ile ortak örgütlenmenin yolunun açıldığı düşüncesindeyim geçen yılki hareketin kararlarından sonra. Demokratik özerklikte karar kılan bunu Kürt meselesinin çözülmesi için temel metot olarak benimseyen ve bunun bir toprak talebi dışında Türkiye’nin var olan sınırları içerisinde bir yeni mücadele evresi olarak tasarladığı zaman ister istemez ortak örgütlenmenin de kapısı açılıyor demektir. Zaten Türkiye’nin batısında ise eğer işçi sınıfının. Kürtçe konuşan, Kürt kimlikli, Kürt olan kesimi ile Türkiye işçi sınıfı arasında sendikalar ve politik partilerde, kitle örgütlerinde, halk inisiyatiflerinde bir araya gelmemek ve ortak mücadele etmemek düşünülemez. Öyle olduğu içindir ki zaten doğu ve güney doğuda bütün belediyeler DTP etkisindeyken, onun kontrolü altındayken batıda tamamen farklı bir sosyal mücadele düzeyinde olunduğu için, Kültlerin çok küçük bir kesimi ittifaka oy veriyor geri kalanı AKP’ye oy veriyor. Ben bunun anlaşılmayacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu apayrı koşullar altında yaşadıkları, a- payrı hayatlar sürdükleri için ve sosyal güvence ve baskılara karşı himaye arayışının kimlik meselesinden başka bir biçimde algılanmasıyla ilgili. Dolayısı ile ben bütün bu olguları göz önüne alarak, şimdi acele etmeksizin ama mutlaka Kürt sosyalistleri i- le Türkişe sosyalistlerinin aynı yapılar
içerisinde farklı, özgün bir organizasyon i- çerisinde bir araya gelmelerinin döneminin geldiğini düşünüyorum. Bunun idrakinin henüz ortaya çıkmamasının dönemin karakteristiğini değiştirmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden ben diyorum ki yol yakınken bu işi örmeye başlayalım. Böyle bir koordinasyonun yapılabilirliğini biz iddia ediyoruz. Ya iddiamızın yanlış olduğunu ispat edin. Ya da iddia doğru ise böyle bir koordinasyona başlayalım. Bu şu manaya gelir; işçi sınıfının hakları için, sosyalist hareketin iç meselelerinin tartışılabilmesi ve çözülebilmesi için ve yeni bir örgütlenme çığrmın açılması için aynı kaygıları güdenler, bu sorunları tartışmak için, güçlerinin birleştirirler. Ama bu asla henüz birbirleri içinde erimelerini birbirleri uğruna kendiliklerinden vazgeçmeleri anlamına gelmez. Ama bunu vaat edene altın madalya veriyoruz.
Mahir Sayın: Ben “var olan örgütlerde işçiler nerede?” sorusuna Ertuğrul gibi cevap vermiyorum. Şu kısmım tabi ki aynen bende söylüyorum. Burada işçiler var, ama bu işçiler dediğimiz cemaat 13 milyon filan. Biz 1300 kişi. Esas merakımız bu kısmına olmalı. 1300 ile 13 milyon arasında on binde bir gibi galiba bir oran var. “Bu bağ nasıl kurulacak?” sorusunun üzerinde durmak gerekiyor. Bu soruyu böyle sormak gerekiyor. Bir arkadaşımız 4 örgütün ya da grubun burada niye bir araya gelmediği ya da gelmek istemediği gibi bir ifade kulanmışım gibi değerlendirdi. Böyle bir şey söylemedim. Kemiyet olarak ve de hatta keyfiyet olarak bunları bir araya koysan Türkiye solunu ne kadar etkiler, Türkiye işçi sınıfını ne kadar etkiler, Türkiye siyasetinde ne kadar belirleyici olur? Bu bayağı ciddi sorgulanabilir bir durumdur diye söyledim. Yani bunun kemiyet ve keyfiyet ola-
yol
rak gücünün düşüklüğünü ifade etmeye çalıştım.
1994’te ne oldu.l994’te hepinizin bildiği gibi bu memlekette topyekûn savaş başladı. Bu savaşta birileri eve gitti birileri de dağa gitti. Böyle yollar bir biçimde ayrıldı. Birleştirilmesi de pek kolay değil. Bunun daha vahim tarafı şu: Birçok Sosyalist hareketin ağırlıklı kısmı Kürtleri rakip olarak gördü. Filistinlileri hiç bir zaman rakip olarak görmezler ama Kürtleri rakip olarak görürler nedense. Bunun cevabı var ama oraya girmeyelim. Bu sosyalistlerin kuşkusuz bir araya gelmesi gerekiyor. Hepimiz bir sınıfa tekabül etmiyoruz yani. Burada bu kadar dört yüzümüz, beş yüzümüz arasında sınıf farkı yok. Dolayısıyla bizim ayrı ayrı duruşumuzu sınıfsal konumlanmamızın belirlemiş olduğunu söylemek mümkün değil. Daha çok zihinlerimizdeki başka kaynaklardan gelen etkilerin sonucu olarak birbirimizden ayrı duruyoruz. Kimimiz tarihen ayrı geleneklerden geldik, kimimiz ayrı mekanlarda ayrı işler çevirdiğimiz için ayrı duruyoruz, belki kontaklarımız koptu. Ama gende burada duranlar birbirleri ile diyalogu başkalarına göre daha yüksek tutabilenler. Ertuğrul’ıın ifade ettiği gibi bir koordinasyon ya da ittifak lafını telaffuz e- dip bunun gerekleri nedir diye kafa yormakta olan, epey bir zaman kafa yoran insanlar.
Şimdi bir araya gelemeyişimizde en temelli faktör bence sosyalizm kavrayışları- mızdır. Yıkılan bir şeyleri sosyalizm diye savunduk ya da bunun versiyonlarını savunduk. Şimdi hepimizin çıkıp da aynı şeyi aynı biçimde savunduğumuzu söylemek olanaklı değil. Yani su bulandı. Bulanık suyu durultmak gerekiyor. Bizim, dün yıkılan sosyalizmden farklı olduğunu, yıkılmayacak olduğunu anlattığımız sosyalizm tasavvuru- muzun ortaya çıkması gerekiyor.
1990’da SSCB yıkıldığı zaman hangimiz ne tür görüşü savunuyor olursak olalım topumuz birden ideolojik bir yenilgi aldık. İster Sovyetçi olalım ister Çinci olalım, isterse onlara karşı pozisyon tutmuş olan akımlardan olalım. Bütün dünyada sosyalizm lafının arkasında duran herkes için böyledir. Zahiridir belki bu yani meselenin özüne i- lişkin değildir, iddia edildiği gibi sosyalizmin olamayacağına dayanan bir düşüncenin kanıtlanması değildir. Ama bu kabul görmüştür. Ve tabi bunun böyle kabul görmesinin arkasında ciddi bir fatura yatmaktadır. Sovyetler Birliği’ni Alman faşistleri yıkamadılar. O zamanın en modern donanımına göre en modem 176 tümenle saldırdılar. Moskova önlerine kadar geldiler. Ama oradan öteye bir yere gidemediler. Geri memleketine kaça kaça dönmek zorunda kaldılar. 1900’lerin sonuna gelirken ne Almanlar saldırdı ne Amerikalılar saldırdı ne Japonlar saldırdı. Kimse saldırmadı. Sovyetler Birliği bünyesinde yaşayan halklar saldırdılar. Bir sarhoşun önderliğinde dünya tarihinde yeni ışık gibi parlamış olan Ekim Devrimi’nin ürünü Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırdılar. Arkasından vahşi kapitalizmin cirit attığı, o kapitalistlerin kalınlarının da yine bizim komünist partilerden çıktığını gördüğümüz bir rejim karşımıza dikildi. Bunun faturasını sorarlar arkadaşlar. Bunun hesabını yeryüzünde vermeden de yeniden kitlelerin dönüp bize “Madem siz sosyalistsiniz sizi destekleyeceğiz” demelerini beklememek gerekiyor. Bu farklılığı anlatan bir sosyalizm anlayışını bizim yüksek sesle ifade etmemiz, bunu anlatmamız, farklı bir sosyalizmi savunmakta olduğumuzu ikna edici bir biçimde ortaya koymamız gerekiyor. Bu bizim farklılıklarımızı da sanıyorum ki asgariye indirecektir. Böyle bir şeyi Paris Komünii’nden kalkarak Ekim Devrimi’nin verdiği dersler-
Türkiye’de Politik Durum ve Sol
den geçerek, sosyalizm düşüncesini, bilimsel sosyalist düşüncenin kökenlerine bağlı kalarak ve çağdaş düşünceyle birleştirerek bir yeni formülasyon geliştirdiğimizde; a- ramızdaki farklılıkları da sekterizmden u- zak bir biçimde hareket edebileceğimiz bir zeminin tarifi olarak ortaya koymalıyız. Sosyalizm konusunda yeniden bir tarif derdi sadece benim derdim değil. Bu Türkiye’de bir zamandır değişik grupların derdidir. Birlikte tartışan grupların da uzun zamandır böyle bir formülasyonu geliştirmek derdi olmaya devam etmektedir. Bu bizi ortak bir sosyalizm anlayışına götürebilir. Götürdüğü ölçüde tek bir partide bir araya gelmemiz de mümkün olur.
İkinci önemli bir nokta bu tür işlerin ilk söz söylendiği anda ilk eylemin de yapılmasını gerektirdiği gerçeğine bağlı olmaktır. Yani sadece yan yana gelip müthiş tartışmalar yapıp güzel dergiler çıkarıp halkımızı aydınlatmak gibi bir bilinçle birliğe filan gidemeyiz. Oradan biz hakikaten iyi ayrılıklar da bulabiliriz. Burada söylediğimiz her söz hayatı değiştirmede de bir anlama sahip olmak durumundadır. Bu tartışmayı yapanların aralarında hayatı değiştirmenin eylem ortaklığının da oluşturulması gerekir. İşte böyle bir işi bir koordinasyon çerçevesinde -Ertuğrul’un gruplar konusunda söylediklerine aynen katılıyorum tekrarlamaya gerek yok- acele etmeden birbirini hemen yoğun beklentilere boğmadan ama belli işleri ortaklaşa yapmayı benimseyerek ilerlemek. Belli işlerden kastım, bir tane belli iştir. Bir tane belli işi ortakça yürütmeyi özümsemişsek o bizi zaten başka belli işleri de yapmaya sevk eder.
Bizim tarihimizde 60’h 70’li yılların canlılığının temelinde işçi sınıfının eylemi yatar. Gençlik veya başka sınıfların eylemleri ne kadar öne çıkmış olursa olsun onların hepsinin gözlerini çevirdiği, güvendiği,
dayandığı, onlara moral veren, onları harekete geçirici olmuş olan işçi sınıfının eylemi olmuştur hem 60’lı yıllarda hem de 70’li yıllarda. Bizim şimdi yaşadığımız dönem i- çerisinde böyle bir şey yoktur. 20 yıldır ki bizim hayatımızda güven duyabileceğimiz, yüzümüzü çevirdiğimiz zaman gülümseyebileceğimiz buradan aldığımız moralle bir denizde dalganın üzerinde sörf yapan bir insan hızı gibi hızla atılabileceğimiz bir hareket göremiyoruz.
Bu hareketin yaratılmasının amelesi olmak gerekiyor. Yani bir partiler kurup, bir araya gelip, topluma genel mesajlar verip, gelin biz en iyi sosyalizm formülasyonunu gerçekleştirdik ve en devrimci politikayı biz temsil ediyoruz lafını elbette ki söyleriz, ama bunun işçi sınıfını yerinden oynatacağını, o 13 milyon o- lan işçi sınıfını bizim saflarımıza taşıyacağını düşünmemek gerekiyor. Bu iş iğneyle kuyu kazarak yapılır. Ve biz de eğer burada demin söylediğim tartışmaları dert edinen akımlar o- larak -buna katılabilecek olan başkaları da o- labiliı- işçi sınıfının yeniden siyaset sahnesine gelmesi için hemen hemen bütün enerjisini ortaya koyup ortak bir faaliyeti sürdürecek o- lan bir koordinasyon geliştirebildiğimiz taktirde bu gelişmekte olan kriz durumunun da katkılarıyla biz işçi sınıfının yeniden siyaset sahnesine girmesinin imkanlarını yaratabiliriz. Bu bir günlük iki günlük bir senelik iş değil arkadaşlar. Bu yolu uzun vadeli bir yol olarak görmek gerekiyor. Uzun vadeli bir iş olarak görmek gerekiyor. Sabırla peşinden koşmak gerekiyor ve bütün enerjimizle buna yönelmek gerekiyor. Bunu yaptığımızda emin olun bir yıl sonra, iki yıl sonra bu durumdan çok farklı yerde olduğumuzu göreceğiz. Umarım ki böyle bir çalışmayı hayata geçirmek başarısını da gösteririz. Lafta kalmaz. Hepinize dikkatleriniz için teşekkürler....
Çatı Partisi Üzerine
Politik ortamda iki yılı aşkın süredir yaşanan gelişmeler çoğumuzun gündemine ezilenlerin
bağımsız hattını örecek bir cephe, bir güç birliği tartışmasını şu ya da bu biçimde taşıdı. “3. cephe”, “3. odak”, “çatı partisi”, “sol seçenek”, “ilerici cephe”, “devrimci cephe” vb... isimlerle adlandırılan bu tartışmalarda ezilenlerden yana bir odak yaratma ihtiyacı ortak bir vurgu olsa da bu odağın niteliği, bileşenleri, siyasal hedefleri ve örgütsel yapılanışı konusunda bir ortaklaşmadan söz etmek pek mümkün değil. Gelinen aşamada böylesi bir odağın gerekliliği tartışmaları aşılmış görünüyor. Ancak iki temel sorun henüz aşılmayı bekliyor: Birincisi, böyle bir odağın yaratılabileceğine ilişkin güvensizlik, inançsızlık. İkincisi, yukarıda sözünü ettiğimiz bu odağın niteliğini belirleyecek olan bileşenleri, siyasal hedefleri ve yapılanışı konusundaki netsizlikler ve/veya yaklaşım farklılıkları. Birinci soruna dair “güven pratikte yaratılır” sözünden öte söyleyebileceğimiz bir şey yok. Nesnel koşulları belli bir oranın ü- zerinde olgunlaşmış bir ihtiyaç tespit edilmişse onun gerekliliklerini yerine getirme pratiğine boylu boyunca girmek devrimci iradeciliğimizin bir gereği. İkinci sorun başlangıç noktasını her siyasi öznenin politik ortamın dinamiklerini nasıl okuduğundan, önceliklerini nasıl belirlediğinden hareketle alıyor. Kürt sorununa yaklaşım,
egemen kesimler arası saflaşmada alman konum vb. meseleler toplumsal dinamikler arasında iş/güç birliği yapılabilirliğini belirleyen faktörler oluyor. Buralarda oluşan kimi kalın çizgilerin kısa vadede aşılabilmesi mümkün görünmüyor. Güç birliği a- rayışları kalın çizgilerin ayırdığı kesimlerin kendi arasında gündemleşebilir ancak. Bu sorunlar aşılabildiği oranda hem geniş kitleler içinde yaygınlaşma, umut olma şansı olan; hem nitel ve nicel olarak ciddi farklılıkları barındıranların ortak bir platformda buluşmalarını sağlayan bir odak nasıl yaratılabilir sorusu tartışabilir olacaktır.
Türkiye devrimci hareketinin 80 sonrası başlayan ve 90 sonrası derinleşen gizli u- mutsuzluk hastalığından tümüyle muaf olmadığımızın üstünden atlamadan bu güven sorununa iradi bir müdahale geliştirdiğimizi varsayarak tartışmalara ikinci sorunun zeminine gelelim. Politik ortamı ve dönem görevlerini nasıl okuduğumuzu tariflemek- le başlayalım işe. Bu tarif bir 3. cephenin gerekliliğini ve zeminini tartışmaya da denk gelmektedir aynı zamanda.
Neden 3. Cephe:
AKP hükümeti tarafından çok hızlı ve kararlı bir şekilde uygulanan neoliberal politikalar artık bir dönüm noktasına geldi. Dünya deneylerinin gösterdiği gibi bu politikaların uygulanmaya başlandığı ilk yıllar dev medya propagandalarının da
I D
yardımıyla çalışan kitlelerde bile bir umut yaratabiliyor ama bu yanıltıcı süre genellikle ille beş altı yıl içinde sona eriyor. AKP iktidarının ikinci döneminde neoliberal politikaların bu aldatıcı günleri sona ermiş tüm yükünün çalışan yığınlar tarafından en acı bir şekilde hissedileceği bir döneme girilmiştir. Diğer yandan ABD merkezli başlayan ve dünya kapitalist sisteminin krizi olarak değerlendirilen kimi iktisatçılarca “ 1929 büyük buhranı”na eşdeğer görülen kriz Türkiye’nin kapısına gelip dayanmıştır. Kapitalist merkezler şimdi Türkiye’yi bir kez daha IMF’nin karşısına oturmaya zorlamaktalar. Bu antlaşmaların halklara nelere mâl olduğunun örnekleri henüz hepimizin hafızalarında oldukça taze. Krizin ve neoliberal politikaların yükünün emekçilerin ve ezilenlerin omuzlarına yıkılmaya çalışılacağı kesinken en kısa zamanda egemen güçlerin karşısına dikilecek bir ortak iradeyi yaratmak acil bir görev haline gelmiştir.
ABD’nin bölgemizi kendi çıkarlarına göre yeniden düzenleme stratejik hedefi Orta Doğu’da gerilim ve savaşların uzun bir dönemi kapsayacağının temel kanıtıdır. Afganistan ve Irak işgaliyle başlayan bu süreç İran ve Suriye’yi de içine alarak derinleşme eğilimindedir. Bölgede Türk devletini ilgilendiren en temel konu ise Irak’m kuzeyinde şekillenen Kürt Federasyonudur.
....... Çatı Partisi Üzerine.................
Bu tablodan çıkacak önemli sonuç, bölgedeki her sorun, elbette öncelikli olarak Kürt sorunundaki her yeni gelişme iç politikaya doğrudan yansıyacaktır. Dünya çapındaki ekonomik krizinin derinliği de, Türkiye’yi bölge politikaları konusunda ABD’nin daha fazla etki alanına girmesi noktasında zorlayacaktır. Bölgedeki aşırı gerilimli ve her an genişlemeye eğilim gösteren savaş durumu bütün ilerici, devrimci, sosyalist güçleri bu gelişmelere karşı doğru ve etkili politikalar üretmeye zorlamaktadır.
Kürt sorunu bir yandan askeri operasyonlarla gündemin ön sıralarındaki yerini korurken bir yandan da “siyasal çözüm” söyleminin artacağı bir döneme giriliyor. Güçler dengesine bakıldığında bu konuda Kürt halkını tatmin edecek bir yönelişin ortaya çıkma olasılığı oldukça zayıf görünse de, siyasal çözüm için yoğun bir mücadelenin yükseltilme şansının artacağı bir sürece girilmektedir. Halkların güçlü bir ittifakı yaratılabildiğinde döneme müdahale şansı artacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yönelimlerinin düne göre daha fazla bu doğrultuda olduğu görülmektedir. Son bir yıldır yaptıkları tüm değerlendirmelerde “sol-sosyalist güçlerle stratejik işbirliği” ve “çatı partisi” yönelimlerinin öne çıkması ilk elden gözlenebilen somut verilerdir. Bu veriler Kürt sorununun çözümü meselesini
Türkiye sınırları i- çinde halkların gücüyle çözmekisteğinde olduklarını göstermektedir. Bu irade önemsenmeli- dir.
Tüm bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere ciddi riskleri
kZl
yol
ve fırsatları bir arada barındıran önemli bir döneme girilmekte. Sol-sosyalist güçler a- çısından uzun yılların dağınıklığından sonra umudu yükseltmek ve bu tabloyu değiştirmek için çok daha elverişli bir dönem bu. Olanaklar iyi değerlendirilirse Türk ve Kürt halklarının demokrasi, özgürlük ve emek mücadelesinde umut verici gelişmeler yaratmak mümkündür. Sol-sosyalist güçler bu dönemi değerlendirmek için ellerinden geleni yapmak; işçilerin, yoksulların ve yok sayılanların 3. cephesini yaratmak için harekete geçmek zorundadır.
Bugün bu cephe tartışmasının güncel formu çatı partisi önermesi biçiminde seyretmektedir. Temel eksenini Kürt özgürlük hareketi ve Türkiye devrimci hareketinin anlamlı bir kesiminin oluşturduğu, ancak sermaye düzeninden cam yanan çeşitli halk kesimlerinin farklı farklı noktalardan yükselttikleri haykırışları ortaklaştırma; bütün bu kesimlerin güçlerini birleştirerek, top- yekûn daha güçlü kılma misyonuyla kendini var edecek olan bir çatı partisi anlamlı ve gereklidir. Bugün böyle bir çatı partisi için koşulların belli ölçülerde olgunlaştığı söylenebilir.
Çatı partisinin olası bileşenleri düşünüldüğünde oluşum sürecinin zorlu ve bir o kadar sancılı olacağını bugünden öngörebiliriz. Bu sürecin kendisi dinamik ve riskler barındıran bir süreçtir. Elbette başarı garantisi de kesin olmayan bir süreç... Ancak politik ortama soldan aktif bir müdahale olanağı olarak bakıldığında bu sürecin başarılı olması için emek vermek Türkiye devrimci hareketi için de bir ihtiyaç, bir gereklilik ve bir sorumluluktur.
Siyasal Hedefleri Ne Olmalı?
Çatı partisinin hedefi “genel demokrasi
mücadelesi” çerçevesinde belirlenmelidir. Ancak cepheleşme ve çatı ihtiyacını dile getiren her siyasal özne “demokrasi miica- delesi”nden ne anladığını açıklıkla ortaya koymalı ve siyasal hedeflerinin en azından asgarisinde yan yana gelebilen kesimler a- rasında ortak bir programatik yönelim belirlenmelidir.
Sosyalizm mücadelesi veren kesimlerden biri olarak bizim açımızdan bir çatı partisinin asgari siyasal hedefleri şöyle olmalıdır:
Finans kapital egemenliğine ve onun neoliberal ekonomi politikalarına karşı işçi sınıfının ve yoksulların ekonomik ve demokratik haklarım savunmalı; bu haklar çerçevesinde örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması için mücadele etmeli
Kürt halkının kendi kaderim özgürce belirleyebileceği bir politik ortamın yaratılmasını hedeflemeli
Emperyalist saldırganlığa, milliyetçiliğe ve şovenizme hayır diyen halkların kardeşliği b en im sey en b ir y ö n e lim e sah ip o lm alı
Cins ayrımcılığının ortadan kaldırılması için kültürel, sosyal ve ekonomik araçların yaratılması önündeki engeller kaldırılması için mücadele etmeli
Etnik, dinsel, kültürel ayrımcılığı orta-
JD
dan kaldırmak için örgütlenme hakkı önündeki sınırlama ve engellere karşı sesini yükseltmeli
Yoksul köylüyü bitirme noktasına getiren kota ve tarım politikalarına ve doğanın tahribatına karşı çıkmalıdır.
Toplumun tüm kesimlerinden yukarıdaki program çerçevesini kabul edecek her birey, çevre, platform, parti bu güç birliğinin bileşeni olabilmelidir. Her bileşen ortaklaşılan bu zeminde üretilen tüm politikaları içselleştirerek etkin bir şekilde bunun mücadelesini vermeli, ancak her bileşenin ortaklaşılanlar dışındaki kendi bağımsız siyasal hedefleri doğrultusunda mücadele yürütme hakkı da olmalıdır.
Bu genel çerçevede oluşacak bir çatı partisinin bizce olmazsa olmaz iki özelliğe daha ihtiyacı vardır: Birincisi taleplerini “sokak”ta savunacak bir güce ve yönelime sahip olmak. Etkin, dinamik bir sokak gücüne sahip olmak. İkincisi, birinciyle de bağlantılı olmak üzere yerellerde örgütlenmesini sağlamış olmalı, yerel örgütleri o
....... Çatı Partisi Üzerine.................
rada bulunan tüm bileşenleriyle birlikte genel ve yerel politikalar için harekete geçebilir nitelikte olmak. Politikalarını var olduğu tüm yerellerden sokağa taşıyabilen bir hareket ancak işçilerin, yoksulların ve yok sayılanların umudu olabilir.
Hareketimiz, Çatı partisi tartışmalarına bu zeminden bakmakta ve yukarıda ifade ettiğimiz ihtiyaçlara cevap verebilecek bir oluşumun hayat bulabilmesi için aktif bir siyasal özne olarak bu tartışma sürecine dâhil olmaktadır. Elbette güç eşitsizliğinden kaynaklı olarak bu oluşumun sadece Kürt sorununun çözümüne endeksli bir hareket olarak kalma, yaklaşan yerel seçimler dolayısıyla sadece seçim ittifakına dönüşme, liberal siyasi yönelimlerin belirleyiciliğiyle çarpılma, anlamlı bir kesimi kapsayamayarak güdük kalma... vb. pek çok risk taşıdığını bilerek ve gücü ve politik etkisi oranında ve kendisine yakın düşünen sosyalist öznelerle ittifak halinde bu riskleri aşan bir zeminin ortaya çıkması i- çiıı mücadele ederek...
Solun Dili ÜzerineSosyalist hareketimizin en önemli sorunlarından başta geleni örgütlenmedir. Örgütlen
mede yaşanan sorunlar, hareketimizi genellikle izole, çevresiyle bağları zayıf, toplumsal alanda bulunduğu mekâna kök salamamış birkaç kişilik küçük gruplar halinde faaliyet
yürütmek durumunda bırakıyor.
Sosyalist hareketimizin en önemli sorunlarından başta geleni örgütlenmedir. Örgütlenmede yaşanan
sorunlar, hareketimizi genellikle izole, çevresiyle bağlan zayıf, toplumsal alanda bulunduğu mekâna kök salamamış birkaç kişilik küçük gruplar halinde faaliyet yürütmek durumunda bırakıyor. Bu durumun kendisi bir nıh hali ve davranış biçimi olarak kadrolara da yansıyor. Kitlelerle konuşmayı bilemeyen bir durumdayız. Gözlerimiz genellikle kendimize dönük, en fazlası kimi zaman da çevremizdeki siyasi yapılara. Fakat geniş yığınlarla bağ kurabilecek bir ruh hali geliştirmekte hepimiz zorlanıyoruz.
Bu durumun hem sebebi hem de sonucu olan bir sorun hakkında konuşmak istiyoruz. O da hareketimizin dilidir. Bir siyasi hareket, örgütlenebilmek için toplumla bir tür iletişim kurmak durumundadır. Dil salt bir iletişim aracı değil aynı zamanda zihnimizin inşasında, kavramlarımızın oluşmasında etkin bir aktör olduğu için üzerine düşünmek zorunda olduğumuz bir başlık olmak durumundadır.
Bir dönem, çağımızda artık sözün etkisini yitirdiğinin, eylemli bir karşılığı, pratik bir varoluşu olmayan sözün anlamsız olduğunun altını çok sık çizerdik. Fakat bugün gelinen noktada çubuğu sanki zaman za
man tersine doğru bükmekte de fayda olabilir. Söyleyecek ciddi, iyi kurulmuş bir sözü olmayan bir eylemin de anlamsızlığının altını çizmek durumundayız. “Ne söylemek?” için yapıldığının en az “ne yapıldığı?” kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlamak durumundayız. Hayatın her geçen gün daha karmaşık bir bütün olarak karşımıza dikildiği şu günlerde, en genel doğruların tekrarına dayalı, cansız, kendini güncele de yanıt üretecek şekilde kuramayan bir dil ve bu dille davranan siyasi hareket etkisiz kalmaya mahkûmdur.
Dilimizi nasıl etkin kılacağız?
Öncelikle dışımızdakilerle gerçekten ı- letişim kurabilmek gibi bir derdimiz olmak zorunda. İletişim kurma araçlarımızın bir kısmının pratiğinin bir eylem olarak algılanması, bizi iletişime yabancılaştıran bir olgu olarak karşımıza çıkabiliyor. Mitinglerde, basın açıklamalarında, bildiri dağıtımlarında gözümüz genelde hep kendi üzerimizde oluyor. Kaç kişi olduğumuz, kaçarlı kortej oluşturduğumuz, kaç bildiri dağıttığımız gibi nicel değerlendirmelere zaman zaman gereğinden fazla önem veriliyor. Bunların önemsiz olduğunu söylemek gerekmiyor ama sözümüzü nasıl kurabildiğimiz, insanlarla gerçek bir iletişim kurup kuramadığımız, toplumun nabzım ne oranda yakalayabildiğimiz gibi
Solun Dili Üzerine.
kriterlerin arka planda kalması da kabul e- dilemez olmalı. Çevreden kaç kişi sloganlarımıza katılım gösterdi, eylemde yeni insanlarla tanışabildik mi, neden bu işi yaptığımızı yanımızdan yöremizden geçenlere aktarabildik mi, bildiri dağıttımız bir kişiyle sohbet edebildik mi gibi değerlendirmeleri de işin içine katmak gerekiyor. Böylesi gözümüzü bir nebze içeriden dışarıya çevirmemize yol açacak yaklaşımlar ilk aşamada birebir örgütlenmeye hizmet etmeyebilir. Fakat insanların bizi nasıl algıladığını görebilmek, fikirlerimizi anlatabilmek için kendimizi zorlamak, en önemlisi de bu etkinlikleri halktan öğrenebilme aracı haline getirebilmek bizim için orta ve u- zun vadede büyük bir kazanım olacaktır.
Dilimizi yaralayan bir diğer zaafımız i- se öncü kavramının yanlış kuruluşundan kaynaklanıyor. Bu kavrayışa göre, öncü her zaman her şeyi bilmeli ve her zaman kesin doğruyu ifade etmelidir. Bu içeriğin biçime, üslubumuza, iletişim kurma tarzımıza etkisi ise zaman zaman kibirliliğe varan müthiş bir yukarıdanlık oluyor. Böylesi bir ifade tarzı 70’lerin pederşahi kültürel ortamında etkili olabiliyordu belki ama günümüzde bu üslubu kullanarak, artık
neredeyse herkesin, her şeyin tam ve kesin olarak bilinemeyeceğinin içgüdüsel olarak dahi olsa farkında olduğu bir dönemde, kendimizle ilgili baştan ciddiye alınmamaya yol açan bir algı üretiyoruz. Bugün halktan öğrenmeye açık, cevaplardan ziyade sorular üzerinde duran, kolektif cevaplar yaratmaya eğilimli, halkın öfkesini, nefretini diline giydirebilen, konuşmaya başlar başlamaz karşısındakini yabancılaştırmayan bir dile ihtiyacımız var. Diyebiliriz ki alçakgönüllü; karşısındakine her zaman öğreten, doğra bilinç taşıyan havalarında yaklaşmayan bir konum örgütlenmeye hizmet edebilecektir. İnsanları etkin özneler haline getirmeye çalışan bir dili ancak böyle kurabiliriz.
İşçi örgütlemenin ordinaryüsü diyebileceğimiz bir abimiz kısa bir süre önce “İşçiler ‘sen bizim abimizsin, sen bizi kurtarırsın’ bilinci oluşturduklarında hapı yuttun demektir. ‘Herkes kendisini kurtaracak’ diye öğretemedikten sonra üç vakte kadar bütün işçiler sana düşman olur” dedi. Bu mantık tüm örgütlenme anlayışına ve dilimize hâkim olabilirse, ezilenlerle daha sağlıklı bir iletişim mümkün hale gelebilir.
Marksizm ve Gelecek: Bir İpucu Arayışı
Bugün Marksizm adına konuşmaya başlarken, insanın dünyayı bir bütün olarak algılama ve dö
nüştürme gayretlerinin en üst ifadesi olan bu düşünce ve davranış sisteminin uzun ve bir türlü kurtulamadığı bir kriz içinde hareket ettiğini tespit ederek giriş yapmak gerekmektedir. Krizler aynı zamanda önemli dönüşüm, yenilenme, zenginleşme imkanları sundukları için bir olanak olarak değerlendirilebilir ama kriz, doğal olarak bir organizmanın ölümüne de yol açabilir. Aynı yaklaşımı Marksizmin kendisi için de geliştirebiliriz.
Yaşadığı yenilgiler sonrasında, yaratıcı insan enerjisiyle yoğrulamadığı oranda Marksizm de ölmek ya da kurulu düzene hiçbir tehditkar boyutu kalmamış sıradan bir beyin jimnastiği çerçevesine dönüşmek seçeneklerine yazgılı hale gelebilir. Hayatın farklı öğelerinin kendi içindeki dengesine benzer bir biçimde öğelerinin bir iç dengesi ile de tanımlanması gereken Marksizm (Marksist Sosyalizm) bu dengeyi yitirdiği oranda çeşitli sapmalarla, gerçekliği ıskalamalarla malül hale gelmiştir. Bugünkü sosyalist hareketlerin dünya çapındaki itibarı da, kurulu düzeni dönüştürücü bir devrimci enerji ortaya çıkarabilene yeteneğinin seviyesi de aslında yanlış giden/'dii- zeltilemeyen birçok kavrayışın ve eyleme
tarzının bulunduğunu sergilemektedir. İçinde bulunduğumuz coğrafya, bu itibarsızlaşmanın en belirgin şekilde yaşandığı mekanlardan biri olduğu için dünyanın kimi farklı noktalarında beliren umut ve coşku üreten deneyimlerin sözkonusu kriz evresinin aşıldığı hissini/' yanılsamasını/ rahatlamasını zihinlerimize hakim kılmasına teslim olmamamız için yeterince nedenimiz mevcuttur. Bugün durumumuzu en gerçekçi bir şekilde görebilen ve durumun tüm olumsuzluğuna rağmen bunu aşmak i- çin ortaya yaratıcı, öğrenmeye açık, kendini aşmaya istekli bir zihinsel ve sosyal pratik koyabilen mihraklar umut üretebilirler. Genelde yapılageldiği gibi ‘"eşitsizlik sürdüğü müddetçe sosyalizm ölmez!” ken- diliğiııdenci,yapısalcı önermesi, zaman zaman genel bir ajitasyon ifadesi olarak iş görebilse de sorunlarımızın aşılması yönünde bir motivasyon yaratma yeteneğinde değildir. Hatta vurguyu tam da geçmişteki hatalarımızın kaynağı bir noktaya insanı nesneleştiren, devasa yapılar altında neredeyse nefes alamaz hale getiren bir yaklaşıma yaptığı için de yetersizdir.
Marksizm insanlığın özgürleşmesinin, doğa ile uyum içinde tüm tahakküm ilişkilerini bertaraf edebilmesinin, hepimizi büyük bir hızla devasa bir yıkımın eşiğine götüren kapitalist medeniyetin olumlu an-
J D
Bir İpucu Arayışı
lamda aşılabilmesinin yegane olanağıdır. Fakat bu olanağı bir gerçeğe döniiştürebil- mek ezilenlerin kollektif aklına ve eylemine ihtiyaç duymaktadır. 160 yıllık geçmişi, Marksizmin bu olanak boyutununun da olanakların nasıl berhava edilebileceğinin de yüzlerce örneği ile doludur.
Bu olanağın bir gerçekliğe dönüşmesi, bütünün farklı parçalarında ortaya çıkan sı- kmtıların/tartışmalarm/tıkanıklıklann ezilenlerin kollektif praksisi ile aşılabilmesine bağlıdır. Dolayısıyla bu sunumda bizler, sosyalizm adına eyleme gayreti içindeki çoğul öznenin bir öğesi olarak, görebildiğimiz tıkanma noktaları ve bunlara dair ön görüşlerimizi sizlerle paylaşmayı istiyoruz. Parçalarla ilgili öğeleri farklı başlıklar altında ele almak, anlatımı kolaylaştıracağı için tercih edilmiştir.
Bir Adalet İmkanı Olarak
Marksizm
Sömürülmenin dahi bir ayrıcalık olarak sunulmaya çalışıldığı şu günlerde Marksizm bir adalet imkanı olarak ne ifade etmektedir?
Tozlu raflarda ölümü beklemeye terke- dilen Marksist emek-değer teorisi, emeğe hakettiği ve unutulan saygınlığını kazandı- rabi- lecek yegane yaklaşım olarak orada durmaktadır. İnsanlığın ortak birikimi olan teknolojik sıçramaların emek üretkenliğini olağanüstü arttırdığı günümüz koşullarında, dayatılan yıkımın içinde bir adalet olanağı görebilmenin yegane yolu Marksist bakıştan geçiyor. Fakat emek-değer teorisi şu anki haliyle neo-liberalizmin yoğun saldırısı altında bulunduğu ablukadan kurtarılmak ve yeni koşulların gerektirdiği biçimde güncellenmek durumundadır.
Üretici güçler kavramı Marksizmin te
mel bileşenlerinden biri olmaya devam e- diyor. Fakat geçmişteki yanlış, yapısalcı Marksizm yorumlarının vebali de büyük o- randa üretici güç kavramının omuzlarında durmaktadır. Sosyalizmi salt bir üretici güçleri geliştirme projesi olarak algılamak, bu başarıldığında neredeyse kendiliğinden diğer alanlara da sirayet edecek bir ilerleme olacağını ummak, toplumu toplumun beklentileri/gündelik taleplerine rağmen her ne pahasına olursa olsun böylesi bir rotaya sokmak tarihimizde yaşadığımız birçok düzleşmenin, ilkelleşmenin ve neredeyse kapitalizmden ayırt edilemez hale gelmenin temel sebeplerinden biri oldu. Sosyalizm salt bir kalkınma projesi olarak değerlendirilemez. Eğer illa da bu alanda sosyalizmi tasvir etmek gerekirse “birleşmiş üreticilerin üretim sürecinin efendisi oldukları bir toplumdan” bahsetmek daha doğrudur. Sovyetler Birliği deneyimi, e- mekçilerin iradesini görmezden gelerek girişilen bir kalkınma gayretinin ilk aşamada yarattığı kimi “istatistiki” başarılara rağmen son kertede bir korku filmine kaçınılmaz olarak dönüşümünün bizim açımızdan acıklı hikayesidir. Kapitalizmin dayattığı e- konomik mücbir koşullar masalının bir benzerini üretici güçlerin neredeyse salt teknik olarak kavranmasından mütevellit bizler de yaratmadık mı? Çin Komünist Partisi bile bugün yarattığı emekçi cehennemini bu türden bir “üretici güç” hikayesi ile meşrulaştırmaya çalışmıyor mu? Üretici güçler teorisi hem Marksizmin bağrındaki temel misyonu hem de yaratılan yıkımdaki olumsuz rolü itibarıyla 21. Yüzyıl Marksizmi içinde yenilenmiş bir biçimde konumlanmalıdır.
Üretici güçleri hızlıca geliştirmenin ve yine adaleti hemen tesis etmenin bir aracı olarak merkezi planlamanın salt bir teknik
yoi
olgu olarak kavranamayacağı da tarihimizdeki koca deneyimden çıkarılması gereken bir diğer sonuçtur. “Üreticileri bir kollek- tif güç olarak üretimin hakimi haline getir- me”yi başaramaksızm kestirmeden başarılan bir merkezi planlama eyleminin yarattığı toplumsal kireçlenmelerin telafisi neredeyse imkansızlaşmaktadır. Temel a- maç, toplumun tüm yaratıcı enerjilerini seferber edebilecek bir ortamı hakim kılabilmektir. Sermayenin toplumsal mülkiyetinin, devletin tüm üretimi teknik aygıtlar aracılığı ile gütmesi demek olmadığı ortaya çıkmıştır. Üretici ve tüketici kooperatiflerinin, katılımcı bütçe uygulamalarının, güçlendirilmiş yerel/mahalli insiyatiflerin merkezi planlama içindeki rollerini güçlendirmeden aynı yoldan bir kez daha yürüyemeyeceğimiz ortadadır. Kimi tarihsel koşulların tetiklediği özgül durumları - Savaş Komünizmi- genel, evrensel doğrular haline getirmenin, toplumu ve onun en temel kendini gerçekleştirme faaliyeti olan üretimi donmuş kalıplar içinde algılamak gerçek bir adaletin oluşmasının önündeki engellerden biri haline gelmiştir.
Mahalli sınıf örgütlenmeleri olarak çalışan Dayanışmaevleri yoksul emekçilerin birarada hak arama, yaşamlarını güçlendirme amacı güden bir örgüt olmanın ötesinde ufuk olarak bir yerel üretim/tüketim planlama odağı olarak da algılanmalıdır. Halk in- siyatifi dayanışma ağıyla güçlendikçe kendi etki alanındaki üretimin/tüketimin planlanması ile ilgili de temel karar merci haline dönüşecektir. Merkezi düzeyde gerçekleşecek planlama bu yerel insiyatifleri güçlendirecek, onların kollektifi olarak hareket edecek, ihtiyaçların koordinasyonunu sağlama işleviyle kendini sınırlamak durumundadır.
Serbest piyasanın her derde deva çözüm üreticiliği ile ilgili yaratılan yanılsama da ancak Marksizm sayesinde aşılabilir. İnsanlığı maddi/manevi anlamda yokoluşun eşiğine getiren serbest pazar fetişizminin i- deolojik anlamda mahkum edilebilmesi a- dalet arayışlarımızın olmazsa olmaz koşullarından biridir.
Bir Özgürleşme Olanağı Olarak Marksizm
Sosyalizmin yaşadığı yenilgi sonrasında kapitalizm kendisini biricik özgürlük ülküsü olarak pazarlamaya çalıştı. 1990’h yılları böyle geçtik. Fakat bugün 90’lı yılların ilk şoku atlatıldı. Kapitalizmin bütün makyajına rağmen böylesi bir misyona soyuna- mayacağı ortaya çıktı. Dev tekellerin, zihinleri- mizi iğdiş eden devasa medyanın, her gün yeni bir güvenlik konsepti keşfeden terörize edici devletlerin dünyasında insanlığı özgürlük talebini kucaklayama- yan, bununla bütünleşemeyen bir sosyalist hareket gelecek vaat edebilir mi?
Yaşanan sosyalizm deneyimi açısından bakıldığında elimizde çok da parlak bir miras bulunmadğı ortadadır. Kendini sönümlendirmesini umduğumuz proleterya diktatörlüğü yıkıldığı son güne kadar büyümeye devam etti. İşçi sınıfının iradesinin ifadeleri en başta şanlı Sovyetler, Konseyler görünmez hale geldi. Devletleşen Marksizm neredeyse dünyanın her yerinde - Küba’yı tüm eksikliklerine rağmen hariç tutmak gerikir ki hala direnebilmesinın temel sebebidir- kuruyan, çölleşen, bir el kitabı haline dönüşen bir evrim izledi. Bu tarihin üzerine nasıl bir özgürlük ideali inşa edilebilir?
Post-modernizm hapishaneye çevrilen a- kılcı dünyada özgürlük taleplerini istismar ederek kendi gerçekliğini kuruyor. Post-
modemizmin iğdiş ettiği, neredeyse bir imkansızlık olarak kurduğu özgürlük hali, bunca hayal kırıklığından sonra nasıl yeniden kurgulanacak?
Aslında Marksizmin en güçlü olması gereken konuda bunca gerilemiş olmamızın salt pratiğin eksiklikleri ile açıklanmasının ikna edici olamayacağı açıktır. Bu sonuca nasıl geldik? Her ne pahasına olursa olsun üretici güçleri geliştirmeye verilen öncelik halk insiyatifini nasıl çürüttü? Öncü-kitle ilişkisinin karikatürleştirilmesi, aşırı bir tedirginlik içinde her türlü iç eleştiriyi ajan, hain olarak kodlayan bir noktaya gelen güvenlik sendromu, Sovyetler’i iktidarı tehdit edecek bir güç haline gelene kadar önemsememe, göremememe; iktidarı aldıktan sonra da hızla insiyatifsizleştirme tarihimizde bu noktaya düşiişüşümüzle ilgili kimi dipnotları olarak alınmalıdır.
Yukarıda da anılan üretici güçler kavrayışımıza kısaca da olsa “özgürlük” bağlamında yeniden dönmek kaçınılmazdır. Burada üretici güçleri salt teknik olarak kavrayan anlayışın II. Enternasyönel’den beri başımıza gelen birçok teorik/pratik belanın temel sorumlusu olduğunu görmemezlikten gelemeyiz. Hayatı, toplumu ve mücadeleyi kavrayışımızı son derece mekanik bir hale getiren bu anlayışa bir alternatif Dr. Hikmet Kıvılcımlı’mn üretici güçler kavrayışında bulabiliriz. Kıvılcım- lı’nın özellikle tarih-öııcesi toplumlarııı hareket kanunlarını bulmaya çalışırken, tekniğin görece sabit olduğu koşullarda tarih, gelenek-görenek, kollektif aksiyon gibi olguları insancıl üretici güçler olarak tasnif ettiği hatırlanabilir. Özellikle kendine özgü kapitalist gelişme yollan izleyen Doğu toplumlarının, ya da geç kapitalistle- şen toplumlarm yaşamında tarihcil üretici güçlerin görece etkin olduğu kimi alanlar
.......Bir İpucu Arayışı......
olduğunu düşünen Kıvılcımlı, yine de insancıl üretici güçleri daha ziyade tarih-ön- cesi ile sınırlı tutar. Kıvılcımlı da geleneksel anlayıştan farklı olarak özgür insanın yaratıcı gücüne, cesaretine duyulan büyük bir güven sözkonusudur. Kapitalizme sıçrayış dahil tarihteki bütün büyük a- tılımları özgür ruhlu insanlara, çoğu zaman sınıfsız toplumdan gelen barbarlara yaptırır. Genel bir kural olarak sınıflı toplumun yozlaştırıcı, yabancı- laştırıcı etkisi bu özgür ilişkileri yokeder, güçsüz devlet/güçlii toplum dengesini tersine çevirir, toplumsal yapı da insancıl üretici güçlerini, kollektif aksiyon yeteneğini yitirdikçe çöker. Üretici güçleri geliştirmeyi hedeflerken salt teknik gelişim ile ilgili önlemler almak a- ma beri yandan insancıl üretici güçleri yabancılaştırmak, sosyalizmin de yaşadığı bir deneyim olarak gözükmektedir. Yabancılaşmanın, dolayısıyla kollektif aksiyon yeteneği yitiminin panzehiri, aşağıda Rosa Luksemburg’un çerçevesini çizdiği biçimde bir sosyalist demokrasi anlayışıdır. Bundan vazgeçmek, sosyalizmin kendi iddialarından tümüyle vazgeçmesi anlamına gelir. Hem bu yaklaşım sadece devrim sonrası devlet biçimleri için değil ama sınıf hareketinin tüm örgütsel araçlarının iç ilişkileri düşünülürken de hesaba katılmalıdır.
Büyük devrimci Rosa Luxemburg ’un ünlü “Rus Devrimi”isimli makalesinde yaptığı uyarının ne kadar hayati olduğu bugün daha iyi anlaşılabiliyor. Rosa, Kautsky ile Bolşevikler arasında yürütülen proleter- ya diktatörlüğü hakkmdaki bir tartışmada her iki tarafı da “ya diktatörlük ya demokrasi” anlayışlarından dolayı eleştirmiştir. “ Proleterya.... sosyalist önlemleri en enerjik, boyun eğmez ve terddiitsüz bir şekilde hemen almalı; bir başka deyişle, bir dikta-
yol
törlük ama bir partinin ya da bir kliğin değil, sınıfın diktatörlüğünü (sınıf diktatörlüğü; bu, halk kitlesinin en aktif, sınırsız katılımı, sınırsız demokrasi temelinde, kamuoyunu en geniş çapta kapsayan bir biçimde uygulanması anlamına gelir) uygulamalıdır ve kesinlikle uygulayacaktır” Devlet ve Devrim gibi Marksizmin proleterya diktatörlüğünü en zengin bir biçimde tasvir eden eserini üreten Bolşeviz- min kurduğu Sovyetler Birliği’nde gelinen nokta yukarıdaki uyarının ne kadar hayati olduğunun açık ispatı değil inidir? “Onlardan o tür koşullarda en güzel demokrasiyi, en örnek alınacak türden bir proleterya diktatörlüğünü ve serpilip gelişen bir sosyalist ekonomiyi yaratmalarını beklersek, Le- nin’le yoldaşlarının süpermen gibi olmalarım istemiş oluruz...Buna karşılık zorunluluğu erdem haline getirmeleri, ö- lümciil koşulların kendilerini zorla izlemeye ittiği bütün taktikleri bütüncül bir kuramsal sistem biçiminde dondurmak istemeleri ve onu uluslararası proleteryaya bir sosyalist taktikler modeli olarak salık vermeye istekli olmaları ise (tehlikenin tam başladığı nokta) diye görülmelidir”
Tarihin akışı, kendi zıttını yaratarak ilerliyor. Tarihimizde devletin, iktidarın, partinin bunca kadir-i mutlak bir biçimde kavranılmış olması bugün bir başka sapmaya iktidar olmadan dünyayı değiştirme hayallerinin büyümesi sonucuna yol açıyor, Olağanüsüt kitlesel ve radikal çıkışlar yapabilen sosyal güçler, zaman zaman kurulu iktidarları paralize edebildikleri durumlarda dahi iktidarı üstlenmek kaçman pratikler sergilediler. İktidar olmadan dünyayı köklü biçimde değiştirme hayalleri kurmak, herhalde tam da postmodern sosyalizm diye anılmayı hakeden anlayış budur.
Dünyada yoksulluğun bu derece büyü
mesi, adaletsizliğin bu derece kökleşm esi; özgürlük taleplerini küçük burjuva hassasiyetler olarak gören, temel amacını eşit miktarda tüketebilmek olarak koyan direniş hareketlerine de yol açabilir, umarız tarih bilincimiz aynı hataların tekrar edilmesine müsaade etmez.
Marksizmin bir özgürlük hareketi olarak yeniden kurulmasını destekleyen sesler bugün her zamankinden daha güçlü çıkmaktadır. 150 yıllık tarihimizden geriye kalan en diri, en umut verici sembolümüzün Che olması rastlantı değildir. L. Amerika’da yaşanan gelişmeler, bütün sınırlarına rağmen aslında kendisini bir özgürlük hareketi olarak da kuramayacak bir sosyalist hareketin umut hareketine dönüşemeyeceğinin de i- fadesidirler. L. Amerika’ya bakarken gözümüzü Chavez, Morales değil onların birlikte yürüdükleri kıpır kıpır sosyal hareketler kamaştırıyor. Halk/sımf insiyatifleri güçlendikçe iktidar konusundaki tutukluklarını da aşacaklardır.
Bu çerçeveden ülkemizdeki sola bakınca ise tüm eksikliklerine rağmen canlanan bir dinamizmi görmek mümkündür. Her ne kadar geleneksel kültürümüzde tahakküm- cü, yönsemeci, sürekli doğruya davet eden, sınıftan öğrenmeyi istemeyen bir tarz hakim olsa bile şu an çok dağınık halde olmasına rağmen halk/sımf insiyatifmi esas alan örgütlenme girişimleri artmaktadır.
Bütün bu değerlendirmelerin ışığında, kayıtdışı/güvencesiz işçilerin yerel sendikal örgütleri olarak geliştirmeye çalıştığımız Dayanışmaevleri, kendi faaliyetinin hedefleri ile ilgili kendi Meclisi aracılığı i- le karar alır. Kendini aşağıdan yukarıya doğru kurmaya çalışır. Sömürüye karşı mücadele eden tüm kesimlerle birarada çalışabilmeye, alman ortak kararları birlikte hayata geçirmeye kendini açmaya özen
JD
Bir İpucu Arayışı
gösterir. Mücadele gündemleri doğrudan yoksul emekçi halkın kendi yaşam deneyimlerinden üretilir, çözüm önerileri ortak olarak geliştirilmeye çalışılır.
Bu arada yeri gelmişken; halk insiyati- fine yaslanan, onu büyüten bir siyaset tarzının kendini salt yerel ufukla sınırlamasının yaratacağı ufuk kopmalarına karşı uyanık olmanın bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Halk insiyatiflerini, sendikaları yerellerde,işyerlerinde devletin kimi yükümlülüklerini o- muzlayan sivil toplum araçları olarak görmek liberalleşme çukuruna düşmenin gerekçesi olur. Esas olan halk/smıf insiya- tifiniıı etki alanı büyüdükçe ortaya çıkacak gerilimlerin yol açacağı çatışmaların iler- leticiliğine inanmaktır. Varolan köklü toplumsal çelişkileri görmezden gelen bir siyaset tarzı özgürlük arayışının üzerine bir örtü örtmekten, halk insiyatifini yozlaştırmaktan başka bir sonuç yaratamaz, AB süreci sonrasında başlayan STKcılık, proje- cilik -hepsini aynı çuvala dolduramayacağımızı bilsek de- halk insiyatifini- pasifleştiren , bağımlı hale getiren,AKP’nin sadakacılığmabenzetilebilecek bir tarzı “yapılabilecek en iyi şey” olarak sunmaya çalışıyor.
Sonuç olarak bunca deneyimden sonra Marksizmin özgürlük alanına yeniden tahkimat yapmak gibi birgörevi vardır. Bu tahkimatı aslında Marksizmin ilk kaynaklarına dönerek büyük oranda gerçekleştirebiliriz.
Bir Aydınlanma Olanağı Olarak Marksizm
Marksizmin bir bilim olarak kavranması, onu donuklaştıran yanlarından biri olarak değerlendirilebilir. Pozitivist Bilim anlayışı, 20. yüzyılda birçok yanlışın meş- rulaştırılmasmm temel argümanı haline
geldi. Bizler en genel bir takım doğruları “bilimsel” oldukları gerekçesiyle tekrarlayıp durduk ama bunları “somut durumun somut koşullarına” göre yeniden üretebilmek noktasında çok yetersiz kaldık. Marksizm gibi kendisini maddi gerçeğin düşüncedeki yansıması olarak gören bir anlayış maddi gerçekle bağlarını bu çerçevede büyük oranda yitirdi. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, donuklaşan formüllerden ibaret hale geldi.
Katı determinist, teleolojik anlatımlar bugün etkisini ve inandırıcılığını büyük o- randa yitirmişlerdir. Marksizm, hayatı böy- lesine algılamak zorunda değildir.
Belirsizliğin, bilinemezciliğin, her türden dinsel inancın büyük bir hızla yaygınlaşması her geçen gün daha da hızlanan değişimleri algılayamayan toplumlarm verdikleri bir refleks olarak değerlendirilmelidir. İnsanlığın kendisini özne kılabilmesinin yegane aracı olan akıl, bugün muazzam bir taarruz halinde işlevsiz hale gelmektedir. Postmodernizm, salt Ba- tı’nın araçsalcı aklını değil Aklı, dolayısıyla da praksis üretebilme yeteneğimizi bütünüyle hayatlarımızın dışına savurmaya tutkulu gözükmektedir. Bugün pozitivist çerçevesini kıran, Kuantum ve Rölativite Teorilerinin algılama seviyesine sıçrayabi- len bir Marksizm anlayışı tarihsel anlamda Akim yegane taşıyıcısı olabilecek güçtür.
“Araçsal akim herkesi düzene soktuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir dünya! Ancak bir o kadar da zengin! Bu bireysel yaratıcılığın “karmaşasından” kollektif bir gücü ancak Aydınlanma ufukunu aşmış bir sosyalizm ortaya çıkarabilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğindedir. Henüz bir yeşerip bir yolunan filizler var ortada; ancak geleceğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düşmüştür.”
yol
Sonuç OlarakZorlu koşullarda, bir tarafta büyük ser
vetlerin diğer yanda devasa yoksunlukların, çaresizliklerin biriktiği bir dünyada özgür ve eşit insanlar olarak yaşayabileceğimiz bir gelecek için üretmeye ve birikmeye çalışıyoruz. Postmodern ideolojilerin bir hayat anlayışı olarak toplumun zerrelerine kadar nüfuz ettiği, inançsızlığın en büyük inanç olarak sunulduğu günlerden geçiyoruz. Egemenler sürekli olarak dayattıkları yaşamın dışındaki bir arayışımızın çıkışsız olduğunu, alternatiflerinin bulunmadığını vurguluyorlar. Dünya üzerinde kimi umut veren gelişmeler dışında ezilen kitleler genelde örgütsüz, ya da en azından kalıcı bir programa ve özgür ve adil bir gelecek kurma programına sahip değiller.
Bu tabloyu yaratan bizim yenilgimizdir. Evet, sosyalizm bayrağı altında yürüyen u- mut hareketlerinin yaşadığı yenilgi böylesi büyük bir akıl tutulması yarattı. Her açıdan cinnet geçiren büyük insanlık bu yenilginin eseridir.
Fakat yenildiğimiz yere geri dönmek zorundayız. İnsanlığın bugün umuda her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Hayatlarımızın her alanının alınır/satılır hale getirildiği, alabilme/tüketebilme imkanını bulamayanlarımızın ölü sayıldığı, dev tekellerin yaşamlarımızın her alanı çizerinde tahakküm kurduğu, 1984 romanındaki Büyük Birader’in tam da demokrasi kisvesi altında gerçek olduğu büyük bir gözetleme toplumunun mahkumları haline getirildiğimiz şu günlerde, tüm ezilenlerin kendi insani potansiyellerini gerçekleştire
bilecekleri özgür ve adil bir dünya için birleşmeye ve inatla mücadele etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Elimizdeki en önemli imkanımız yanlışlarımız. Son 160 yılda neyi nasıl yapmamamız gerektiği konusunda yeterince birikime sahip olduk.
İkinci büyük olanağımız ise ezilenlerin tüm yoksullaştırma çabalarına rağmen çeşitli direniş, inat biçimleriyle zengin ve diri kalmış hayatlarıdır. Bu hayatlardan öğrenmeyi uzunca bir süredir unuttuk. Marksizm için en büyük tehdit, bir yandan dünyayı çelişkilerden azade gören ve tekniğin gelişiminin öyle veya böyle bizleri insanlığın cennetine taşıyacağını vazeden liberalizmden geliyorsa daha büyüğü de kendini ezilenlerin hayatının doğal bir u- zantısı haline getiremeyen elitizminden ve öncülük takıntılarından kaynaklanmaktadır. Sosyalist hareketi, ezilenlerle birlikte bir direnişi hareketini tabandan inşa etme amacına kilitlemek yerine yukarıdan sunulan hazır reçetelere, büyük sözlere ezilenleri davet etmek gibi bir role sıkıştırmak kendimizi lağvetmek anlamına geliyor artık bugün. Ezilenlerin ruhunu, isyanını ve öfkesini kuşanamayan, onunla aynı dili konuşamayan bir sosyalist hareketin kendisini gerçek anlamda geleceğe taşıyabilme olanağı bulunmamaktadır.
Özgür ve adil yarınlara hep birlikte yürüyebilme umuduyla yürekleri aynı hedef için atan tüm dostlan coşkuyla selamlayarak sözlerimize son veriyorum.
J 3 J
Emperyalizmin Bilinçaltı
Mehmet Yılma-
Glircistan’da ABD ile Rusya’nın burun buruna gelişi parıltılı “küreselleşme” kavramıyla ör
tülen emperyalist paylaşımın yeni bir aşamaya geldiğinin güçlü işaretlerini verdi. Daha doğrusu olanlar ABD'nin 11 Eylül 200Tde ikiz kulelere saldırıyı bahane ederek yürütmeye çalıştığı stratejinin iflasına işaret etmektedir. Clınton dönemi, “barışçıl ekonomik yarış” hayallerini besledi; Bush’un Başkanlığında, enerji alanlarının bölgesel savaşlarla tutularak “tek kutuplu dünya”nın yaratılması stratejisi izlendi. Buslı dönemi kapanırken bu stratejik hedef de petrolün zifiri rengi arasında kaybolup gitmeye yüz tutmuştur. İkiz kulelerin yıkıldığına değmedi!
ABD’nin “süper güç” olarak dünyayı tek başına yönetme stratejisi Irak bataklığına saplandı; pratik ve ideolojik olarak iflas etti. Pratik iflasın kanıtlanması için iki gerçekliğin vurgulanması yeterlidir:
İlk olarak, Washington’un kurmak istediği enerji kaynakları üzerindeki egemenlik gerçekleşmemiştir. Afganistan ve Irak’m işgaliyle Merkez Asya enerji kaynakları ile Ortadoğu petrollerinin ABD denetimine geçmesi hedefi, çok sancılı ve maliyetli bir şekilde sadece Irak’ta gerçekleşmiştir. Amerika, Merkez Asya’da 90’lı
yılların başlarında kurduğu egemenliği zamanla kaybet- iniştir. Irak bataklığında debelenirken, Rusya yeni bir enerji devi olarak dünya sahnesindeki yerini almıştır. Öte yandan Çin, büyük enerji gereksiniminden dolayı çok aktif bir enerji politikası izleyerek, Ortadoğu ve Merkez Asya’da Rusya ile işbirliği yaparken, Afrika kıtasına hızlı bir giriş yaparak petrol işletme hakları kazandı.
İkinci olarak, dünyanın mali kontrolü belirgin bir biçimde IMF ve Dünya Bankasının denetiminden kopuyor. ABD, Sovyet- ler yıkıldıktan sonra bütün aç gözlülüğü ile 90’lı yıllar boyunca dünyada 150 ülkede IMF ve Dünya Bankasının eliyle mali operasyonlar düzenlemiştir. “Kriz” görüntüsündeki bu operasyonlarla Kuzey Amerika’ya devasa sermaye aktarılmıştır. Ancak iki binli yıllarla bu oyunun sonuna gelinmiştir. Bir yandan IMF ülkelerden tek tek kovulurken, öte yandan başta Çin olmak üzere Uzak Doğu ülkelerinde, Rusya, Hindistan ve Brezilya’da yeni bir finans havuzu oluşmuş ve dünya sermaye akışı i- çindeki yerini almaya başlamıştır. Ayrıca henüz cılız bir gelişme olsa da, İran dolarla petrol satışından çıkmıştır.
Sadece bu iki temel gerçeklik Pentagon’un neden “düşman” tanımını değiştir-
yoi
eliğini açıklamaya yeterlidir. “Uluslar arası terörle mücadele”, “şer ekseni” gürültüleri sessiz sedasız Amerika’nın ideolojik propaganda alanından silinirken bunların yerini Rusya aldı. ARD, Irak bataklığında boğuşurken strateji üreten düşünce tanklarının işi gücü “Çin sorunu” ydu. “Irak’ı nasıl olsa hallettik, Çin ne olacak?” kaygısıyla... Ancak bir süre sonra bu da güncelliğini kaybetti ve gündeme “Rusya sorunu” oturdu. Rusya beklenenden çok dalıa hızlı kendini toparlamıştı. Üstelik “Putin sonrası Rusya” üzerine hayaller kurulmuş, yeni bir Yelisin beklenmişti. Ancak hiçbirisi gerçekleşmedi.
Amerika’nın tüylerini diken diken eden gerçeklik, orta vadede dünyanın enerji haritasının Rusya lehine değişecek olmasıdır. Ortadoğu petrolleri tükenirken Sibirya ve hatta kuzey kutbu petrol ve doğal gaz yatakları büyük önem kazanacaktır. Amerikan şahinleri, 11 Eylülle başlattıkları stratejik saldırının üzerinden yedi geçtikten sonra hedeflerinden oldukça uzakta olduklarını gördüler. Üstelik böyle giderse, on beş yirmi yıl sonra hedeflerden uzakta kalmaktan öteye, önemli bir egemenlik kaybı riskiyle karşılaşabileceklerini gördüler.
Öte yandan, 11 Eylül sonrası emperyalist paylaşımın üzerine o- turtuldüğu ideolojik zemin, yani “uluslar arası terörle mücadele” tam anlamıyla bir maskaralığa dönüşmüştür. Çok mu önemli? Emperyalist paylaşım sırasında ideolojik örtü çöktüğü ölçüde dünya halklarının bilinci özgürleşebilir. Dünyada 90’lardan beri yaşanan büyük altüstlükte bilinçler o kadar karıştı ki, bu durum emperyalizm için büyük bir güç kaynağı haline geldi. “Uluslar arası terörle mücadele” giderek “me
deniyetler savaşı” görüntüsü almaya başlayınca İslam dünyasında Amerika ve genel olarak “Batı m edeniyetine karşı öfke yükselmeye başladı. Günümüzdeki emperyalist paylaşımın öncekilerden önemli farkı ideolojik örtü tutmamasıdır. Ancak bu tek başına bir kolaylık sağlamıyor. İnsanlığın bilincindeki post modem karmaşa o kadar büyük ki, örtülerinden sıyrılmış olsalar bile gerçekleri görmek kolay olmuyor. A- merika’nm Afganistan’ın işgaliyle hız verdiği emperyalist paylaşımın ideolojik zemininin çökmesi, hemen bir pratik yarar sağlamasa da, yakın gelecek için dünya halklarının bilinçlenmesinde önemli bir yarar sağlayacaktır.
“P u tin ’in Tercihi” ve Rusya'nın
Hedef haline Gelmesi
Amerika hedefe Rusya’yı koyarken bunu nasıl gerekçelendiriyor? Washington’u “Putin’in Tercihi” epeydir rahatsız ediyor. ABD’nin ünlü strateji uzmanlarından Brze- zinski, Putin’in başlı iki tercihine tepkilidir.
“Devlet; giderek gelişen demokratik a- nayasal devlet içinde ilerleyen kurumlaşma
JD
Emperyalizmin Bilinçaltı
yerine baskıcı otoriter yönetim.” (Putin’s Choice, Z, Brzezinski; The Washinhton Quarterly, Bahar 2008, s. 101)
“Ekonomi; giderek şeffaf ve kanun temeline dayalı karma ekonomi yerine merkezileştirilmiş devletçilik.” (a.y, s. 105) Brze- zinslci, bu tercihlere tepki gösterirken aynı zamanda bunun Rusya ekonomisine kazandırdıklarını da itiraf ediyor. 2007’de “ 128 milyar dolar ticaret fazlası ve 466 milyar dolar rezerv” ! (a.y. s. 106)
Ancak Amerika’nın canının sıkan bir diğer gerçeklik daha vardır. Bizzat Amerikan şirketlerinin yaptığı kamu oyu araştırmasına göre Rus gençliğinin yüzde 70-80’i an- ti-Amerikancıdır. (US and Them: Anti-American Views o f the Putin Generation, Mendelson-Gerber; The Washington Ouarterly, bahar 2008, s.137) Amerika “portakal devrimleri”nin Rusya’da yolunun kapanmasına öfkelidir. Sadece bu değil, üstelik Putin Rusyasmın bu devrimlerin yolunu Merkez Asya’da ve hatta Ukranya’da bile tıkama gücüne erişiyor olması Batı’nm canını iyice sıkmaktadır.
Gürcistan olaylarından sonra Rusya, Medvedev’in ağzından açıkça “beş dış politika prensibi” ilan ederek Batı’nın beklentilerinin adeta sonunu getirmiştir:
“ 1- Uluslararası hukuk: uygar ulusların arasındaki ilişkileri belirleyen uluslararası hukukun temel prensiplerine öncelik”
"2- Çok kutuplu dünya: Dünya çok kutuplu olmalıdır. Tek kutupluluk kabul edilemez.”
“3- İzolasyona hayır: Rusya herhangi bir ülke ile karşıtlık istemiyor. Rusya’nın kendisini izole etmeye niyeti yoktur.”
“4- Vatandaşlarını konuna: Tartışmasız önceliğimiz, nerede olurlarsa olsunlar va
tandaşlarımızın yaşam ve onurunu korumaktır. Dışarıdaki iş çevrelerimizin çıkarlarını da koruyacağız. Saldırılar karşılık bulacaktır.”
“5- Dünyadaki diğer ülkeler gibi Rusya’nın da özel ilgisinin olduğu alanlar vardır. Rusya’nın sınır bölgeleri, ancak sadece onlar değil.” (BBC Website)
Bu prensiplerin son ikisi tamamıyla A- merikan dış politika ilkeleriyle aynıdır. Bunlar özetle ülke dışındaki alanlara doğrudan müdahaleyi kendine hak görme ve ö- zel ilgi (çıkar) alanlarının ilan edilmesidir. Başka türlüsünün mevcut dünya gerçekliğinde olması zaten mümkün değildir. Günümüz dünyasında bütün “prensipler” çıkarların arkasından geliyor.
Bu açıklamayla Rusya, dış politikada, yıkılış günlerinin verdiği moralsizlik ve dağınıklıktan çıkmakta olduğunu, böylece daha atak bir yol izleyeceğini ilan etmektedir. Rusya ve ABD arasında dünyaya bakışta en temel farklılık “çok” ve “tek kutupluluk” üzerindedir. “Tek kutuplu dünya”mn ne demek olduğu yeniden açıklamayı gerektirmiyor. Kesin bir Amerikan egemenliği! Ancak “çok kutuplu dünya”nın nasıl bir dünya olacağı açık değildir. Böyle bir dünyada büyük güçler arası ilişki nasıl olacaktır? Daha da öteye büyük güçlerle “üçüncü dünyanın” ilişkisinin nasıl olacağı çok daha yaşamsal bir konudur. Bu soruların cevabını yazının sonuç bölümüme bırakarak, Rusya ve Amerika’nın Kafkaslarda burun buruna gelişinin güç dengeleri açısından anlamına cevap bulmaya çalışalım.
Rusya, dağılış sürecinden “baskıcı bir devlet” ve “devlet merkezli bir ekono- mi”(Brzezinslci) ile çıkmayı başarınca, Batı kapitalizminin 90’ların başlarında gördüğü rüya giderek bir kâbusa dönüştü.
(86
yol
Üstelik ABD’nin temel stratejik hedefi, dünyada enerji tekelini kurmak, tam tersi sonuçlara doğru ilerlemeye başladı. ABD’nin enerji tekelini eline geçirmek i- çin İran’ı yıkıma uğratma gayretlerinin başarıya ıılaşmamasmm başlıca iki nedeni vardır. Irak’taki direniş ve Rusya-Çin İkilisinin yükselişidir. Elbette İran’ın Amerikan politikalarına ustaca direnmesi zaten temel bir veridir. Ortaya bir Şah yönetimi benzeri çıkmadı. Putin, Gürcistan saldırısını “Amerikan yönetiminin seçim öncesi bir zafere gerek duyması” olarak yorumluyor. Fakat konu bu kadarla sınırlı değildir. Zaten Moskova’nın cevabı bu sınırı çok aşmıştır.
Washington’un Kafkas oyununun arkasında stratejik olarak birkaç hedef vardır. İlk ve esas hedef, yarım kalan hatta başarısızlığa uğrayan Rusya’yı kuşatma operasyonuna yeniden hız vermektir. Bir yanda Karadeniz’e girme, öte yandan Doğu Avrupa’ya füze kalkanı projesiyle Rusya’nın hedeflerinde bir stratejik sapma yaratmayı hedefliyor. Bu yeni bir silahlanma yarışı demektir. Amerika, tüm batı dünyasını arkasına alarak Sovyetleri böyle bir stratejik sapmaya zorlamıştı. Devasa fonlar silahlanmaya akınca Sosyalist Sistem kendini yenileyecek birikimden yoksun kaldı. Bugünün dünyasında Amerika, Rusya üzerinde aynı stratejik sapma etkisini yaratabilir mi? Bu olasılık dışı değildir, ancak öncekinden çok daha zordur. İkincisi, doğrudan Kafkaslarda sürekli bir gerilim yaratarak, kendi aleyhine dönen dengeyi değiştirmektir. Son olarak, AB’ne bir uyarıdır. Avrupa’nın Rusya ile ilişkilerini gözden geçirmeye zorlamak ve Rusya’nın kuşatılması hedefine daha aktif katılımını sağlamaktır.
Netice olarak, ABD, Gürcistan olayı ile
Rusya’nın tepki derinliğini ve güç kaybeden Rus ordusunun davranış yeteneğini ölçmüş oldu. Rusya, büyük olasılıkla ABD’nin beklediğinden derin ve etkili tepki gösterdi. Pentagon'un modernleştirdiği bütün askeri üsleri yıkmış, sağlam kalanları da araçlara yükleyip Rusya’ya taşımaktan çekinmemiştir. Gürcistan ordusu olarak geriye birkaç yüz tank ve zırhlı araç kalmıştır. ABD, büyük hedefi peşinde yürürken ilk elden Rusya’yı yorma, yükseliş temposunu durdurma ve yeniden dağılma sürecine sürükleyerek yeni Yedsinler yaratma çabasındadır. “Evdeki hesap çarşıya u- yar mı?” Irak’ta uymadı. Kafkaslarda uyması için şimdilik bir neden görünmüyor.
ABD “olmayacak duaya niye âmin diyor?” Hem başka yolu yok, hem de 90 sonrası emperyalist yeniden paylaşımın Batı kapitalizminde yarattığı düş kırıklıkları artık onları akılcılığın sınırları dışına itiyor. Burada emperyalizmin bilinçaltına geliyoruz.
Paylaşım Savaşlarının Isıtılan
Yeni İdeolojik Zemini
Peter Robejsek bir Alman “strateji da-
JD
Emperyalizmin Bilinçaltı
nışmanı” ... 14 Ağustos’da Neue Ziircher Zeitung’da çıkan “Enerji Fiyatlarının Dünya Politikası Boyutu” yazısı Batı rasyonel düşüncesinin sınırlarını çok zorluyor, ancak emperyalizmin yeni paylaşım savaşlarından uğradığı düş kırıklığıyla oluşan bilinçaltını çok iyi yansıtıyor. Temel tespit şudur: “Soğuk Savaş sona erdikten sonra yirmi yıldır rekabet demokratik ve otoriter “sistemler” arasında devam ediyor.” (P. Ro- bejsek)
“kuralsızlaşma” ve “özelleştirme” de görüldü. Ve bir yirmi yıl böyle geçti. Batılı “demokratik” kapitalist devletler neden şimdi sızlanmaya başladılar? Çünkü “güç ve para” yavaş da olsa el değiştirmeye başladı. Çin, yeni bir IMF kurabilecek kadar rezerve sahip. Flele yanma diğer “otoriter rejim” Rusya’yı da ilave ederseniz tablo Batı için iyice dayanılmaz olur.
Yazar bu gidişe karşı üç senaryo ileri sürüyor:
“Refah toplumlarının geleceği tehlikededir.” “Enerji tasarruflarıyla bir yere varılamaz.” “Prensiplere sadık kalmak için güç kullanmaktan kaçınmak (bu elbette AB için söyleniyor olmalıdır, yoksa ABD’nin böyle bir “kaçmma”sı hiçbir zaman olmadı. bn. ) batılı devletlerin ticaret yeteneğini sınırlıyor, diğer taraf sadece iki kelimeden anlıyor: Güç ve Para” (a.y.)
Neoliberalizmin çılgın gidişinin “batılı devletlerin” bir bölümünde yarattığı ruh hali budur. Kendileri emperyalist paylaşımın iki yüz yılı aşkın tarihinde sadece “güç ve para” ile konuştular. Sovyet Sistemi yıkıldıktan sonra yine aynı tarzda, ancak belki biraz daha rafine edilmiş tarzda konuşacaklardı. Kaba sömürgeci paylaşımın yerini süslü “küreselleşme” aldı, dünyanın zenginleşmesinin yolu
Birincisi, “otoriter toplundan demokratikleşmeye zorlamak.”
İkincisi, “batılı devletler, demokratik karar modelini bırakabilir, böylece otoriter yönetimlere karşı “rekabet yeteneğini” arttırabilir.”
Üçüncüsü, “zararı en aza indirmek için demokratik ve demokratik olmayan pazar e- konomilerinin, birlikte değil,
yan yana var olması” (a.y.)
İlk senaryodan “batılı demokratik devletlerin” hiçbir umudu yoktur. Bunun karşısında kendi sözde “demokratik karar modellerini” bırakmayı düşünebiliyorlar. Tarih bilincimizi yoklarsak bunun yadırgatıcı hiçbir yanı yoktur. Faşizmi “batılı demokratik devletler” tarih sahnesine taşıdı, doğu toplundan değil. Diğer senaryo ise bir ironi! Soğuk savaş bitti. Soğuk savaşın bir döneminde Sovyetlerin stratejik tavrı “barış içinde birlikte yaşamak” olmuştu. Şimdi neoliberal soygun döneminde bu kez “batılı demokratik devletler” “zararı en aza indirmek için” “demokratik ve demokratik olmayan pazar ekonomilerinin yan yana var olması”ndan söz ediyorlar. Bu senaryo-
yol
lar hiç de tümüyle saçmalık değildir. Tam tersine neoliberalizmin yirminci yılında onların açmazını çok güzel yansıtıyor.
Bu Alman strateji danışması daha da ileri giderek artık refah devletlerinin tehlike içinde olduğu günümüzde “akıldışı düşünmek" gereğini vurgular ve bu “akıldışı düşünceleri" şöyle sıralar:
“Tüm ekonomik sistemi kurtarmak için sistemin bazı unsurlarını değiştirmek, batılı spekülatörleri sıkı kontrol etmek. Chicago okuluyla uyumlu olmasa da.”
“Rekabet eden aktörler arasında ne pahasına olursa olsun bir uzlaşma hevesinden kaçınmaya hazır olmalıyız. Otoriter rejimler ne rekabetten ne de çatışmadan korkuyor. Rakipler arasında Batılı adil oyun neden maskeli rakipler için de geçerli olsun?"
“Ham madde alanlarına daha saldırgan olunmalı.” (a.y.)
Bu “akıldışı düşünceler” bir yandan neoliberalizmin “Chicago okulu”nun nasıl iflas ettiğini gösterirken, öte yandan “maskeli rakiplere” ve ham madde alanlarına daha fazla saldırganlığı öneriyor. Bugünkünden daha fazla saldırgan nasıl olunabilir? Ancak bir üçüncü dünya savaşını göze alarak!
Aksi durumda Peter Robejsek uyarıyor: “Demokrasiler, ekonomik tehditler ve saldırgan dış politikaların üstesinden gelemiyorsa, büyük olasılıkla otoriter toplumlarm sınırsız kapitalizmi aracılığıyla bir kenara itileceklerdir.” (a.y.)
“Sınırsız kapitalizm” neoliberal ekonomi politikaların diğer adıdır. Ve bu politikaları dünyaya “güç ve para”sıyla dayatan da Amerika’dır. Bu strateji uzmanının söylediklerini sadece Alman kapitalizminin
sızlanması olarak mı algılamalıyız? Kesinlikle hayır! Neoliberalizmin kabesinden ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski de “Pıı- tin’in Tercihleri”nı eleştirerek aynı yakınmaları dile getiriyor.
Sovyetierin yıkılmasıyla başlayan son emperyalist paylaşım döneminin 11 Eylül 2001’e kadarla dönemi-Clinton’m adıyla anmak uygundur-“înformatik Ç ağf’mn getireceği demokratikleşme ve zenginleşme hayalleriyle yaşandı. Silahların dehşet dengesi artık sona ermiş, demokratik bir dünyada barışçıl ekonomik yarış yaşanacaktı. “Demokratikleşme" ve “zenginleşme” bu dönemin ideolojisi oldu. Hatta “Tarihin So- nu”nun geldiği safsataları bile yapıldı. Ancak emperyalist paylaşımın doğası gereği bu pembe dünya hayalleri fazla süremezdi. Olaylar aslına geri döndü ve 11 Eylülde birlikte emperyalist yeniden paylaşım ABD’nin başını çektiği bölgesel savaşlarla yaşanmaya başladı. Bu dönemin ideolojik arka tablosuna “uluslararası terörizme karşı savaş” yerleştirildi. Terörün kaynağı olarak “şer ekseni” -Irak , İran, Suriye ve Kuzey Kore” ilan edildi. 2008 Ağustos’un- da Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı ile bu dönem de kapandı.
Emperyalist paylaşımın bu en son konağında tanrılar İran’ın yanında Rusya’yı da kurban seçmişe benziyor. Rusya sosyalist bir ülke olarak bir kez kurban edildi. Şimdi de “otoriter bir rejim” olarak kurban e- dilmeye çalışılıyor. Son konağın ideolojik arka zemininde “sınırsız kapitalizmleriyle” “demokratik batı devletlerini” tehdit eden “otoriter rejimler” vardır. Bunlar başlıca Çin ve Rusya’dır. Ancak petrol zenginliği üzerinde oturan Suudi Krallığının da adı a- rada geçiyor. Elbette Venezüella gibi ülkeler de aynı kategori içindedir. Falcat bu tanımlamaların hiçbir kriteri ve prensipcil
Emperyalizmin Bilinçaltı
anlamı olmadığını biliyoruz. Batı -A tlantik’in iki yakası-hala dünyanın tek egemeni rolünü oynuyor. Kendilerine karşı kimin eline “güç ve para” geçerse, onlar “otoriter rejimler” çuvalına atılmaktan kurtulamayacaktır. Ayrıca bu sözde “otoriter rejimlere” karşı Batı kapitalizminin ne topyekun savaş açmaya gücü yeter, ne de şimdilik böyle bir niyeti vardır. Örneğin Amerikan Hazine Sekreteri Paulson “Çin’le ekonomik bağların güçlendirilmesini” savunuyor. (A Strategic Economic Engagement, Strengthening U.S.- Chinese Ti es, Henry Paulson Jr., Foreign Affairs, Sep/Oct 2008) Yine bu paralelde ABD, Irak’ta Çin’e bir petrol payı verirken Rusya’yı dışladı.
Neoliberal politikaların yirminci yılında bu politikalar bizzat savunucularını derin bir açmazın eşiğine getirmiştir. Rekabetin “demokratik” batılı ekonomilerle “otoriter rejimlerin” “sınırsız kapitalizmi” arasında görülmesi, neoliberalizmin nasıl Batılı ülkelerin beklediklerinin tersine sonuçlar yaratmakta olduğunu kanıtlıyor. Gelinen yol ayrımında açıkça tartışılan iki temel konu vardır. Otoriter rejimler demokratikleştirilemezse- yani portakal devrimleri ile iradeleri batı tarafından teslim alınamazsa-o zaman, bizzat demokrasi şampiyonları, kendi “demokratik karar alma modellerinden” vazgeçmeyi gündeme getiriyorlar. Demokrasi, batılı kapitalist ülkelerin üstünde artık bir yük olmaya başlamıştır. Rekabet yeteneklerini azaltıyor, hatta onları yok olmanın sınırına getiriyor.
Öte yandan, kutsal serbest pazar, kendi aleyhlerinde işlemeye başlayınca “neden bu batılı adil oyun maskeli rakipler için geçerli olsun?” tepkisini göstererek, “otoriter rejimleri” pazarın dışına itmeye hazırlanıyorlar. Sonuç olarak, demokrasi de serbest pazar da, batı emperyalizmi için artık
onun aleyhine işleyen sevimsiz araçlara dönüşmeye başlamıştır. Bütün bu söylenenler neoliberal politikaların derin bir tıkanma noktasına geldiğini gösteriyor.
Eğer gidiş neoliberal politikaların derinleştirilmesi yönünde sürdürülecekse, bu demokrasilerden kısmen de olsa vazgeçmeyi ve bazı “otoriter rejimleri” pazarın dışına zorla itmeyi kaçınılmaz hale getiriyor. Batılı strateji silerin bu “akıldışı düşünceleri” aslında bir üçüncü dünya savaşının ideolojik hazırlığından başka bir anlama gelemez. Bu gidiş, dün imkânsız gibi görünen büyük güç merkezlerinden birisinin çökmesi olasılığım arttırıyor. Biz de bu yönden “akıldışı” düşünmeye eğilimliyiz. Çünkü böyle bir çökme, dünyada uzun yıllardır biriken yoksulların öfkesine büyük çıkış yolları yaratabilir.
Sonuç
Çok kutuplu dünyanın ilanını Putin, sözlü olarak 2007 başında Avrupa güvenlik konferansında yapmıştı. Gürcistan olaylarıyla artık çok kutuplu dünya fiili hale geldi. Daha önce sorduğumuz gibi çok kutuplu dünyanın nasıl bir şey olacağı belli değildir. Bu tanım, dünyada farklı güç merkezlerinin olduğundan öteye bir anlama sahip değilse, böylece fazlaca bir şey söylenmiş olmaz. Eğer ABD’ne, Rusya ve Çin tarafından yapılan “dünyayı beraber yönetme” teklifiyse bunun da fazla bir pratik anlamı yoktur. Dolayısıyla bu noktadan sonra “çok kutuplu dünya” stratejisini savunan güçler bu kavramı tekrarlamakla yetinemezler.
Çok kutuplu dünya kavramı, büyük güç merkezleri arasındaki ilişkinin biçimini ve bunlarla üçüncü dünya ülkeleri arasındaki ilişkiyi, Amerika’dan farklı tanımlayabildiği ölçüde bir anlama sahip olabilir. Bu
yol
yapılmadıkça, dünyanın sırf çıkarlar doğrultusunda büyük güçler tarafından paylaşımında tek ya da çok kutupluluğun fazla bir farkı yoktur. Tek kutuplu dünyada “süper güç” dostlarına kendine göre pay dağıtır. Çok kutuplu dünyada her merkez kendi gücüne göre pay almak için dövüşür. İlişkilerde bir nitelik farkı yoktur. Medvedev’in ilan ettiği beş dış politika prensibi büyük güçler arası ilişkilere ve onlarla üçüncü dünya arasındaki ilişkiye neoliberal dünyadaki yağma rejiminden çok farklı bir nitelik getirmiyor. Putin, en son Soçi’de “bizim emperyalist amaçlarımız yok” dese de, dünya halklarına olaylar böyle görünmüyor. Ancak Amerika’nın izlediği politikalar Rusya’yı eski dostlarına-Suriye, Küba gibi-itiyor. Aynı zamanda Iran ve Venezüella gibi anti-amerikan ülkelerle ilişkisini geliştirmeye zorluyor. Bu durum Rusya’nın dış politika prensiplerine bir yenilik katar mı, bunu bugünden kestirmek zordur. Eğer Rusya ve Çin, neoliberal politikalarla dünyanın yağmasından farklı bir ‘çok kutuplu dünya dış politika prensipleri’ yaratamazsa, bunun ortaya çıkmasını sağlayacak iki olasılık görünüyor.
İlki, bunu bizzat “batılı demokratik pazar ekonomilerinin”-en başta Amerilca-söz- de “otoriter rejimleri” dünya pazarından zorla dışlama politikalarının derinleşmesi sağlaya- bilir. Böyle bir durumda dünya pazarı kaçınılmaz bir şekilde bölünür ve dışlananlar kendi prensiplerini yaratmak zorunda kalırlar.
İkincisi, üçüncü dünya ülkelerinin-en cızından belli bir bölümünün- merkez ülkelere karşı tavrının giderek netleşmesiyle mümkündür. Üçüncü dünya ülkeleri sosya
list sistemin yıkılmasından beri, eski egemenlerine -sömürgeci merkezlere karşı- ihtiyatlı bir politika izliyorlar. Aslında tarihsel olarak üçüncü dünya, merkezlerden yavaş yavaş kopmaktadır. Dünya Ticaret Örgütünün her toplantısı yeni tıkanmalarla sonuçlanıyor. Küreselleşmenin ilk parlak ve aldatıcı günleri sona erdi. Bu gerçekten hareketle çok kutuplu dünyada, örgütlü ve katı bir saflaşma biçiminde olmasa da, üçüncü dünya ülkeleri yeni bir ağırlık oluşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla dünyada büyük güçler dışında bir başka kutup daha şekillenmektedir. Dünyanın bu bölümüyle ne eski-klasik sömürgeci veya yeni sömürgeci yollarla, ne de küreselleşmenin ilk on yılındaki tarzda ilişki kurma şansı azalmaktadır. Bu gerçeklik, çok kutuplu dünyada dış politika prensiplerine kaçınılmaz katkısını yapacaktır.
Sonuç olarak, çok kutuplu dünya, neoli- beral-emperyalist yağmanın dışında ilişkiler kurulabildiğinde bir anlam taşıyacaktır. Kör çıkarların güttüğü, dünyayı yeni bir yıkımın eşiğine getirecek serbest pazar tanrısından kurtulmadan, insanlığın geleceğini düşünen ve yoksul dünya halklarının çıkarlarını öne çıkartan prensipler zemininde bir dış politika mümkün değildir. Dünyanın durumu ve “demokratik batılı ekonomilerin” sömürü iştahı öyle gösteriyor ki, kapitalizm yeni bir yıkımın eşiğine gelmeden dünya yoksullarının prensipleri üstünlük kazanamayacaktır. Aslında çok kutuplu dünyanın en büyük kutbu dünya yoksullarıdır, ama onların bir kutup olarak sivrilebilmesi kapitalizmin paylaşım savaşlarıyla yeni bir yıkıma uğramasına bağlıdır.
13.09.08
İ İ J
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
Ayşe Tanse-
Bolivya, 2005 yılı sonunda yapılan seçimlerde Eva Morales’in kazanıp devlet başkanı seçilme
sinden sonra dünya gündemine oturdu. Eva Morales dünya tarihinde yerli halkın başa geçmiş ilk devlet başlcamydı. Yüzyıllardır sömürülen yerli halklar ilk kez devlet başkanı koltuğuna kendilerinden birini oturtabildiler. Ayrıca Morales’in devrimci olarak iktidara gelmesi ile Latin Amerika’da bir ülke daha yeni liberal politikaları reddedip sol ya da halktan yana bir yola çıkıyordu.
Morales iktidara geldiğinden bu yana çok karışık iki yıl yaşandı. Petrol ve gaz ü- zerinde millileştirmeler ve toprak reformu yapıldı. Ancak asıl olarak iki yıldır yeni A- nayasa üzerinde çalışılıyor. Sonuçta bir taslak kabul edildi ve önümüzdeki günlerde bu taslak halk oylamasına sunulacak. Ancak bunlar yapılırken çok sayıda olay yaşandı. Onlarca insan öldü, yüzlerce protesto düzenlendi, binlerce toplantı yapıldı, on binlerce dilekçe verildi. Ülkenin zengin eyaletleri bağımsızlık ilan edeceklerini a- çıkladılar, merkezi hükümete baş kaldırdılar, silahlandılar, saldırıya geçtiler, vs.
Bolivya, “ikili iktidar” tezine çok zengin deneyler sunan bir ülkedir. Morales iktidara gelene kadar sol halk güçleri muhalefet
te idiler ve gerici iktidara karşı her gün sokaklara dökülüyorlardı. Ve beş yıl gibi bir sürede ayaklanarak üç devlet başkanmı alaşağı ettiler. Morales ile de iktidar oldular. Ancak bu kez sağ güçler muhalefette. Şimdi onlar sokak gösterileri düzenliyor ve sol iktidarı zorluyorlar. Yani ikili iktidar süreci bu kez halk güçlerinin iktidarda olması ile devam ediyor. Bolivya’da yaşanan bu ikili iktidar sürecinin devrimci harekete öğreteceği çok dersler vardır. Ayrıca devrimci süreç açısından yol göstericidir.
Venezuela’dan farklar
Biliyoruz ki Venezuela’da da böyle bir devrimci süreç yaşıyor. Hugo Chaves, Eva Morales’e destek veriyor. Hatta Bush ve şürekâsına göre Chaves, Morales’i iktidar yapmak için ülke iç işlerine karışıyor, Mo- rales’i paraya boğuyor, Batı’ya baş kaldırmaya kışkırtıyor. Yoksa Morales’in iktidar olması olanaksız denmeye çalışılıyor. Böyle bir propaganda ile Morales lekelenmek, gücü küçültülmek isteniyor. Morales ise Chaves’in yardımının, kullandığı helikopterin benzin parası ile uluslarası anlaşmalarda tutulan avukat parasından öteye gitmediğini söyler. Bunlar olası yardımı kesmeye yönelik birer karalamadır. Morales kendi gücü ile ayakta durmaya çalışmaktadır. Ayrıca bu
yol
laflan edenler kendi yandaşlarını iktidarda tutmak için sanki bin bir hile yapmazmış, ellerinden gelen her türden zor ve yasa dışı olayları kullanmazmış gibi yüzsüzce bunları söylerler. Ayrıca alı keşke Chaves maddi manevi destek vererek kendinden yana birini ayakta tutma başarısını gösterebilse. Ne güzel o zaman parası ve gücü olan Chaves birçok Latin Amerika ülkesinde devrim a- teşini yakıverirdi. Ama ne yazık ki devrim ihraç etmek yeni liberal politika ihraç etmek kadar basit değil.
Bolivya’da yaşananları yakından inceleyince iki ülke devrimci sürecinde, çıkılan hedeflerde farklılıklar olduğunu görürüz. Bunlar aslında devrimci hareket sürecindeki zenginliklerin birer göstergesidir.
İlk olarak Bolivya devrimci hareketinin gelişimi Venezuela’dan çok farklı özellikler taşır. Bolivya bir yerli halklar ülkesidir. Yerli halk deyince bir toprak parçası üstünde tarihler boyu oturmuş insanlar akla gelir. Bolivya’da bu halklar Kızılderili halklardır. Karamsı derisi olan, siyah düz saçlı, tıknaz, kısa boylu insanlar Bolivya’ya yaklaşık 500 yıl önce İspanyol sömürgeciliği zamanında gelmeye başlamış sömürgeci Avrupa insanından farklıdır. Ancak Avrupa orijinli beyaz tenli insanlar da yüzyıllardır burada yaşadıklarından BolivyalI sayılmak durumundadırlar. Ama işte Morales ve onun temsil ettiği halkın yerli olması Kızılderili olmakla farklılık taşır.
9.6 milyon nüfuslu Bolivya halkının 2/3’ü işte bu yerlilerden oluşur. Genellikle ülkenin dağlık Batı bölgesine yerleşmişlerdir. Melez denilen beyaz kesim ise Doğu bölgesinde daha düzlük topraklarda yaşarlar. Ancak elbette karışma yaşanmıştır. Bazı bölgeler yoğun olarak bir tür insan barındırsa da birbirleriyle iç içedirler. Melez denen bir BolivyalI halk yaratılmıştır.
Evet, Bolivya yerli, Kızılderili bir halk olmakla Venezuela devriminden farklıdır. Çeşitli özellik ve zenginlikler taşır. En başta yerli halklar (Kızılderili halklara bundan sonra yerli halklar demeyi uygun görüyoruz.) hala kabile özelliklerini korurlar. Bunca yıllık kapitalizm onları asimde etmekte çok başarılı olmamıştır ya da bu özelliği ile sömürmek daha işine gelmiştir. Yerli halklar feodal bir yapı tanımamışlardır. Daha eşitlikçi, daha birbirlerini kollayan, komünal yaşantı içindedirler. Kendilerine göre bir ahlak anlayışları ve adaletleri vardır. Eva Morales, yerli halkların Batı toplumlannda günümüzde unutulmaya yüz tutan insanca değerlerin taşıyıcısı olduklarına inanmaktadır. Yerli halkların kendilerine göre komün özellikleri çerçevesinde bir örgütlenme biçimi vardır.
Hatta Morales’in sağ kolu Başbakan Al- varo Garcia Linera, Marksizm’in Kızılderili ideolojisi ile kaynaştırılıp günümüz koşullarında hata ve eksikliklerinin düzeltileceği Indiomarksizm’den söz etmektedir. Chaves’in başdanışmanlarından Kübalı Hamecker’in günümüz halk iktidar organlarının nasıl olacağı üstüne yaptığı değerli araştırmasında, yerli Kızılderili halkların komün geleneği İncelenmektedir. Sonuçta Chaves’in Bolivya’yı etkilemesi bir yana, tam tersine ona bir örnek olarak baktığını söylemek yanlış olmaz.
Bolivya’nın Venezuela devriminden ikinci farkı daha sıkı örgütlü bir halk olmasıdır. Bu konuya aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz. Nasıl bir örgütlülük içinde olduklarını verdikleri direniş mücadelesinde göreceğiz. Chaves kurduğu halk örgütlenmeleri yoluyla değil devrimci olduğu için halkların oyunu alarak iktidar oldu. İktidar olalı beri sosyalizm yoluna çıkmak için devrimci halk örgüt eksikliğinin sıkıntısını yaşıyor. Bario-
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
lardaki (gecekondu mahalleleri) yoksul halkları tepeden örgütlemeye çalışıyor. Bo- livar Çemberlerinden, mahalli örgütlenmelere, şimdi de konseylere kadar biçimler deniyor.
Oysa Bolivya’ya da devrim yıllardır yerli halkların verdiği örgütlü mücadelenin bir sonucu olarak gerçekleşti. “Morales ve MAS (Morales’in partisi Sosyalizme Doğru Hareket’in İspanyolca baş harflerinden bn.) 2003 ve 2005 ayaklanmalarının düzenleyicisi olmadı, aksine onun peşine takıldı. (Ama) seçimler alanında Morales ve MAS heterojen hareketlerin ulusal ifadesinde tek etkin araç hizmeti gördü.” ( Bolivya’s On- going Revolutions’dan aktaran Adolfo Gilly. boliviarising.com 2007/11). Yazarların dile getirdiği gibi yaşanan ayaklanmalarda MAS öncülük etmekten çok kuyrukçuluk yapıyordu. Morales bir halk a- yaklanmasının partisi haline sonradan geldi. Bu özellik Bolivya devrimini daha sağlam temelli ve kendinden emin yapacaktır. Bolivya devrimi halkların bilinçlenmesini, adım adım devrim yoluna girmesini sağlayacaktır.
Üçüncü önemli farklılık Bolivya, Vene- zuela kadar zengin bir ülke değildir. Belki yazımızın başlığına ters düşer gibiyiz ancak şu anda Bolivya’nın Venezuela’nın sahip olduğu petrol gibi büyük bir geliri yoktur. Ülke petrol, gaz, çeşitli madenler zengini ama ya bir kısmı yılladır tüketilmiş ya da henüz çıkarılmıyor, işletilmiyor. Hiçbir sanayi yok. Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi. Zengin Batı güçleri karşısında yoksul bir halk iktidarının zengin bir halk iktidarından daha zor ayakta duracağı açıktır. ABD’nin onsuz yapamayacağı Venezuela’daki petrol gibi bir ürünü yok. Tersinden Bolivya’nın ihracatının birinci hedefi ABD’dir. Venezu- ela ABD’yi nasıl tehdit edebiliyorsa ABD
de Bolivya’yı aynı şekilde tehdit edip “Malını almıyorum!” diyebilir. Halk örgütlenmesi ve direnişinde sağlam Bolivya, elindeki kozlar açısından yoksuldur. O nedenle Bolivya ABD’nin öfkesini üstüne çekmekten kaçınabilir. Korkusuzca adımlar atamaz. Yoksulluğu onun elini ayağını bağlar. İktidarda devrim adımlarını atarken çok temkinli olmak zorundadır. Ayrıca Bolivya’nın zenginliği doğal kaynaklar ile önemli tarım ürünü soya ülkenin doğusunda bulunmaktadır. Morales iktidara geçeli beri de bu zengin eyaletler cumhuriyetten ayrılmak, otonomi olmak istiyorlar. Bu da EM- GL yi daha temkinli olmaya zorluyor. Bush ve şürekâsı belki de yukarıdaki nedenlerle Bolivya’yı “zayıf halka” olarak görürler.
EM-GL çıktıkları yolu Chaves gibi 21 .yy sosyalizmi olarak adlandırmıyor. Morales bu yola sömürgecilikten kurtulmak (decolo- nilization) diyor. Yani şimdiye kadar çıkarılan anayasalar hep ülkenin sömürgeleştiril- meşinin yasaları olmuş. Şimdi ise geriye dönüş başlıyor. Devletin, dışa ve çok uluslu şirketlerle bağlarının ya da onlar çıkarma her şeyin yasal olmasından terse dönüşün başlaması. İlk önce bu işlem yapılacak. Önce siyasi ekonomik yapı devlet güdümüne alınacak ve ancak bu sağlandıktan sonra sosyalizm yolunda adım a- tılacaktır. Yani yeni liberal politikalar ile başlayan süreç terse döndürülüp her şey devlet ve kamu güdümüne alındıktan sonra ancak halk çıkarlarının savunulduğu başka bir anayasa ile bu işe soyunulacaktır. Bu süreç atlatılmadan doğrudan sosyalizm yoluna sıçramak birçok açıdan sakıncalı olabilecektir.
Morales, halklarının “iyi yaşamak” istediğini söyledikten sonra bu “iyi yaşama”nm Batı anlamında olmadığını, yerli halkların kimliklerinin tanınması, insan olarak kabul
yol
edilmeleri anlamına geldiğini sürekli vurguluyor. Yerli halklar şimdiye kadar aslında Güney Afrika Cumhuriyeti ’nde bir zamanlar yaşandığı gibi apartheid (G.Afrika hükümetince uygulanan, AvrupalIların başkalarından ayrılması sistemi) koşullarda yaşamışlar. Bunun insanlarda yarattığı tüm eziklik- lerden kurtulma yoluna girilecek. Venezuela ise 21.yy sosyalizmi yolunda i- lerlediğini her an dile getiriyor. Belki ekonomi ve yasalar açısından bakarsak bir farkları yok. Venezuela’da da karma ekonomi var, aynen referandum ile oylanacak o- lan yeni Bolivya A nayasasında olduğu gibi. Ancak söylev olarak böyle bir hedef belirleme ve söylem yok.
Ancak bu söylemleri ile de elbette sosyalizm ufkundan uzaklaşmış olmuyorlar. Kendilerine destek veren halk örgütlenmeleri içinde aşağıda göreceğimiz gibi elbette sosyalizm hedefli işçi sendikaları ve örgütlenmeleri vardır. M orales’i iktidara taşıyan partisinin adı Sosyalizme Doğru Hareket MAS (İngilizce karşılığının baş harfleri ile Movement Towards Socialism) bile özünde hedeflenen yolun ne olduğunu söylüyor. Garda Linera kendisi sosyalist bir aydındır. Ancak eleştirir. “ .. .Bolivya savunucularının yorumladığı şekilde Marksizm yerli halkların çoğunluğunun kaygılarına yanıt vermekten uzak kaldı. ...Marksizm için ne Kızılderililer ne de mahalle örgütlenmeleri vardı. Bolivya gerçeğini açıklamada bir a- raç olarak klasik Marksist düşüncenin en zengin damarlarından biri tıkanmış ve reddedilmişti.” diye savunur, (indianismo ve Marxism: İki devrimci mantığın uzlaşmazlığı. Boliviarising Internet sitesi) Marksizm’in Kızılderililer gibi yerli halkların kurtuluşu gibi bir sorunu almamasını ve bu zenginliği sadece bir kültürel zenginlik olarak görmesinin bu halkların sosyalist olma
ması ile bağlantısına işaret etmektedir.
Aşırı solcular bütün bu süreci görmeyerek EM-GL uygulamalarını yeriyorlar. Halk hareketini bastırmakla suçluyorlar. Ancak diğeri biraz uçmak ve gerçekten sonuçlarının ne olacağı bilinemeyen ama birçok açıdan kumar oynamak anlamına gelecek sol uçkunluk yoluna çıkmak olacaktır. Chaves bile Anayasa değişikliğinin kabul edilmemesi üzerine biraz hızlı gittiklerini kabul etmedi mi? Petrol zenginliği Chaves’e daha rahat davranma alanı veriyor ama yoksul Bolivya’nın kumar oynayıp yanlış yapma lüksü olamaz. Daha temkinli gitmek zorundadır. Yazımızın ileriki bölümlerinde ülke i- çindeki ve dışındaki güçler dengesini ele alınca bu konu daha iyi anlaşılacaktır düşüncesindeyiz.
İki ülke arasında devrimci güçler açısından çok önemli bir fark daha vardır. O da Venezuela’da devrim yoluna çıkan güçlerin %80’i “bario” denilen kent varoşlarında yaşayan yoksul halklardır. Oysa Bolivya'da Morales’i iktidara getiren köylüler, koka ü- reticileri, maden işçileri, işsiz madenciler, mahalle örgütlenmeleri, kadın örgütlenmeleri gibi sayısız heterojen örgütlenmelerdir. Yerli halklar her ne kadar madenlerde çalışarak işçileşse bile daha sonraları bunların bitmesi ile tekrar kırlara taşınmış köylülüğe dönmüşlerdir. Unutmamak gerekir ki köylü nüfusun hala daha bir parça toprak e- dinmek ve hayatını kurtarmak gibi küçük mülkiyet ufku vardır. Ayrıca gen teknolojisinin mutasyonlu üretimine tepki olarak biyolojik tarım tekrar değer kazandı. Tarımda küçük üretici kendi ayakları üzerinde durabilecek konuma girme yolunda. O nedenle tarımda küçük toprak mülkiyetinin geleceği konusu yeniden sosyalizmin gözden geçirmesi gereken bir olgudur. MAS liderlerinin sosyalizm derken dikkatli olmaları çok ö-
JD
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
nemlidir.
Anlatmaya çalıştığımız gibi Bolivya devrimi Venezuela devriminden farklılıklar taşır. Ancak ikisi de Küba ile birlikte ALBA pazarında buluşurlar. İçlerinde Nikaragua ve Ekvator gibi birkaç ülkeyi daha aldılar. ALBA bilindiği gibi devletlerarasmda sosyalist ilişki ilkesi ile kurulmuştur. Herkes kendi ihtiyacına göre alır ve verebileceğim verir. Bu ilişkilerin uçlarında kapitalist u- luslarası ilişkilerde olduğu gibi ipler yoktur. Karşı ülkeyi zora sokmak, onu sömürmek, kendi çıkarını dayatma gibi özellikler yoktur. Her ne kadar ayrı özellikler taşısalar da bu iki ülke sosyalist bir hedefe doğru adım atma niyetini taşımaktadır.
Morales Öncesi Halk Hareketleri
Morales’in partisi MAS 1996 yıllarında kurulur. Ancak Bolivya devrimci halk hareketinin başlaması daha eskilere dayanır. Bolivya Nisan 1952!de bir halk devrimi yaşar. “İsyan edenler başkent La Paz’ı alır. Orduyu dağıtır. Devlet başkamın indirir, Bolivya’nın temel endüstrisi olan madenleri millileştirir, tarım reformu ilan eden mesti- zo (melezlerden bn) bir hükümet kurarlar. Bu iktidar yıllarca birlikte yaşayacakları silahlı milisleri ve mahalle radyo istasyonları olan madenciler, işçiler ve köylü birliklerinden oluşan paralel bir iktidar kurar. Elbette madenciler, işçiler ve köylüler KIzIlderili’dirler ve meclislerdeki tartışmalarda, kutlamalarda ve evlerinde kendi yerli dillerini kullanırlar.” (Bolivia’s Ongoing Revolutioııs a.y.) Aslında bu, “cogovem- ment” denilen işçi ve iktidar güçleriyle ortak bir yönetim şeklidir.
Bu dönem tahmin edileceği gibi uzun sürmez. “İşçi kontrolü, sosyal hareketler ve devlet arasında iktidar paylaşım düzenlemesidir. Devrimci Bolivian Worker Central
(COB, Bolivya İşçi Merkezi) petrol, madencilik, taşımacılık, emek gibi çeşitli bakanlıklara temsilcilikler atamaya yetkilidir. Devlet denetiminde olan her bir madendeki sıradan işçiler yönetim kurulunda ‘sesi ve oy hakkı olan’ bir denetleyici seçtiler. Bu yönetim kurulu madenlerdeki yaşama günlük düzenlemeler getirmede kararlar alırdı. Reformist iktidar partisi Ulusal Devrimci Hareket (MNR) 1956 yılında IMF’nin istikrar paketindeki koşulları kabul edince işçi hareketleri bu düzenlemeyi terk etti...” (A Movement Towards or Beyond ‘Statism’ Susan Spronk Mart-Nisan 2007 boliviari- sing.com)
Yavaş yavaş bu haklar çeşitli askeri diktatörlüklerle birçok biçimlerde ya işçi ve madencilerin elinden alınır ya da tahmin e- dilebileceği gibi başka kılıklarla işlevsiz hale getirilir. 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde askeri diktatörlükler kendilerini eskitirler ve her ülkede sivil iktidarlar başa oturur. Halklara yeni bir “umut” vaat ederler: yeni liberal politikalar. Bu politikalar ile her şey in ö z e lle ş tir ilm es i b aş la r ve devlet ekonomiden elini ayağım çeker.
Bolivya tahmin edilebileceği gibi yeni liberal politikaların “örnek ülkesi” yapılır.
Fakat bir korku da vardır. Askeri diktatörlükler ömrünü tamamlamıştır ancak yeni liberal politikaların halkları yoksullaştırıp öfkeyi kabartmasının üstesinden nasıl gelinecektir? Özelleştirmeleri yapacak olan çok uluslu şirketlerin baş savunucusu ABD bu işi savunmalıdır. Peki, ABD hangi gerekçe ile söz konusu ülkelere girecek ve halk hareketlerini bastıracaktır? İşte şimdinin uluslararası terörizminin ilk uygulaması olan “uyuşturucu ile mücadele” politikası ortaya çıkar. ABD çeşitli ülkelere üstler ve askerler yerleştirir. Yeni yasalar çıkarttırır.
yol
“Örnek ülke” Bolivya’da özelleştirmelere tepkiler 1992 yılında gelmeye başlar. Halk güçleri ve iktidar arasında birçok savaş yaşanır. Yüzlerce insan ölür. Bunların en önemlileri 2000 yılındaki Cochabamba su savaşı, 2003 ve 2005 yıllarındaki gaz savaşlarıdır. Her defasında başkent kuşatılır. Zaten Bolivya beyaz sarayı olan hükümet konağının diğer bir adı “yanık saraydır” . Her ayaklanma ile halklar sarayı şurasından burasından yakıp yıkmışlardır. Sonraları artık her keresinde tamir edip boyanmasından vazgeçilir ve sıradan bir renkle boyanıp bırakılır. Nasılsa gene yakılmayacak mıdır?
İnsanın en temel ihtiyaçlarından olan su kaynakları, her eve su getirmek vaatleri ile Bechtel şirketine satılır. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra hiçbir yatırım yapılmadığı halde su fiyatlarına %300 zam yapılır. Halklar ayaklanır. “Su bizim!” sloganları i- le sokaklara dökülürler. Başkent La Paz kuşatılır. Devlet başkanı iktidardan alınır. İşte 2000 yılında yaşanan bu devrime Su Savaşı denir. Doğal kaynakların millileştirilmesi vaadi ile bir yeni devlet başkanı gelir. Ama her şey eskisi gibi olur. 2003 yılında bu kez petrol ve gaz fiyatlarına zam gelir. Yoksul halkların bu zammı karşılamasına imkân yoktur. Gene ayaklanırlar. Başkenti kuşatırlar. Bu da tarihe Gaz Savaşları olacak geçecektir.
“2003 Ekim ayı ortalarında çoğu yerli Kızılderili 800.000 işçi, köylü, göçmen ve küçük esnafın yaşadığı bir kent olan El Al- to’da ayaklanma birkaç gündür sürüyordu. El Altolu isyancılar La Paz girişini denetimleri altına almışlar, başkente yakıt girmesini engelliyorlardı. Kuşatılmış olan hükümet bu çemberi kırmanın yolunu sürekli ateş a- çan bir askeri konvoy eşliğinde kente gaz tankerleri sokmakta buldu. Düzinelerce insan öldü”
“El Altolular ölülerini topladılar, evlerinde ve kiliselerinde ayinler yaptılar ve ‘Yeter!’ diye bağırdılar. Erkekli kadınlı, genç yaşlı var güçleriyle tren vagonlarını raylardan indirdiler, köprülerden aşağıya yuvarladılar ve böylece birkaç metre aşağıdaki yolda arabaları bloke ederek cemseler dolusu askerin gaz yolunu açmasını engellemiş oldular. ‘Yeter! ’ buradan kimse geçemez. ”
“Ertesi gün yüzlerce binlerce yerli halk başkent La Paz’ı kuşatmak için tepelerden aşağıya doğru inmeye başladı. Vadinin öte ucundan ise ucu bucağı görülmez sayıda Kızılderili sıraları yukarı doğra tırmanıyordu. Hepsinin amacı aynıydı: başkenti almak ve kanlı katil Gonzalo Sanches de Lozada rejimini alaşağı etmek. Artık La Paz orta sınıfları El Altoluların (başkent yakınındaki varoş mahallesinin adı. bn) taleplerini destekliyorlar ve hükümetin ateşkes ilan etmesini istiyorlardı. Artık ordu ateş etmeye cesaret edemedi. Hükümet düştü ve Gonzalo Sanches de Lozada Amerika Birleşik Devletlerine uçtu.” (Spirit of Revolt: Boli- via’s Horizons: internet boliviarising.com Adolfo Gilly)
Halk ayaklanmalarına Bolivya’da savaş deniyor. Bunun gerçekten bir savaş olduğunun anlaşılması ve hareketliliğin boyutunu anlatmak açısından bu anlatımları aktarmayı uygun gördük. Sağdan yeni bir isim, yine millileştirme vaatleri ve yeni bir devlet başkanı. Aradan bir yıl geçtikten sonra yine eski tas eski hamam. Bu kez 2005 Gaz Savaşları yaşanır. Ama artık halklar derslerini almışlardır. Kendi içlerinden bir başkan seçmeleri gerektiğini anlarlar. İşte 2005 yılı sonunda yapılan seçimlerde Eva Morales oyların %54’iinü alarak ilk seçimle devlet başkanı olan Kızılderili devlet başkam unvanını alır.
İkili İktidar Organları ya da
97)
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
Sosyal Ö rgütlenm eler
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi Bolivya’da uzun yıllardır ikili iktidar yaşanmaktadır. Başta zengin eski Avrupa sömürgeciliğinin torunlarının torunlarından oluşan iktidar ve aşağıda Kızılderili halklardan oluşan halklar. Sürekli bir git gel. 2000 yılından sonraki 5 yıl içinde 3 kez devlet başkanı halk güçleri tarafından alaşağı ediliyor. Niyetler ne olursa olsun iktidar yapısının değiştirilmesi başarılamamıştır. Radikal bir biçimde devlet yapısını değiştirmek ve halklardan yana bir devlet kurmaya ancak Morales tarafından girişilecektir.
Şimdi bu hareketleri biraz daha yakından görelim. Morales’in devlet başkanlığı yanında liderliğini yaptığı koka yetiştiricileri sendikaları bu hareketlerin içinde çok ö- nemli bir yer tutar.
Yeni liberal politikalar sonucu işsiz kalanlar kendilerini gene kırlarda buldular. Koka yetiştirmekten başka yapılabilecek şey kalmamıştır. Ayrıca koka yetiştirmek Ant Dağları insanının kimliği gibidir. Ona saldırmak bu insanların ruhuna saldırı gibidir.
“Chapare’da tekrar çiftçi olan madencilerin beraberlerinde örgütlenme geleneklerini ve de politik görüşlerini getirdiklerini belirtmek önemlidir. Koka yetiştirici aileler günlük hayatlarında önemli bir rol oynayacak olan sendikalar içinde örgütlendiler. Bu sendikalar devletin gerçekte bulunamadığı alanlarda toprak dağıtımı, uzlaşmazlıkların çözülmesi, kolektif iş dağılımı (yolların bakımı, okul inşası) gibi konulara müdahale ettiler. Sendikalar aynı zamanda Başkan Ro- nald Reagan baskısı ile koka kurutma stratejisinin uygulayıcısı Paz Estenssoro hükümetine karşı koka yetiştiricilerinin (co- caleros) direnişini 1986 yılından itibaren ör
gütlediler. Aynı politika 2003 yılında katil Lozada hükümetine kadar sürekli sürdürüldü. Chapare koka yetiştiricileri altı ayrı sendika içinde örgütlendiler. Baskı ve koka kurutulmasının baskısına karşı aralarındaki bölünmelerin üstesinden gelmeleri, daha iyi işbirliği yapmaları ve orduya karşı öz savunmalarını daha iyi örgütlemeleri gerekiyordu. Ayrıca ana Bolivya köylü birliği federasyonu CSUTCB (bazı cocalerosları da kapsar) 1988 yılından başlayarak sendikaların politik organlarının da kurulmasını talep edip durdu. Hükümet düzeyinde politik değişiklik yaptıramadıklarını görünce sendikacılar seçimlere katılarak parlamentoda ve diğer iktidar organ- larında temsil edilebilmek için kendi politik kollarım kurmak zorunda oldukları kararma vardılar. Diğer önemli tarih Kristof Kolumbus’un başlattığı sömürgeciliğin 500. yılının anıldığı 1992’dir. Bu olay Kızılderili Halklar Meclisinin 12 Ekim 1992 yılında kurulmasına yani yerli köylü halklar hareketinin politik bir kimliğe bürünmesine yol açtı.” (Bolivia: Breakthroughs on common goods and constitutional reform. Eric Toussaint 30 Ocak 2008 boliviarising.com)
Bolivya kırları örgütlüdür. Yıllardır örgütlüdür. Bu onların Kızılderili geleneğidir. Ayrıca sonuçta da sırf örgütlülüğün yetmediği ve siyasi bir yapı oluşturmanın şart olduğu ortaya çıkmıştır.
Diğer çok önemli örgütlenmelerden biri de mahalle örgütlenmeleridir (juntas de ve- cinos). Bunların doğum yeri başkent La Paz yanındaki, El Alto kasabasıdır. Mahalle örgütlenmeleri de madenci geleneği, sendika- lizm ve radikal hareketlerden etkilenmişlerdir.
Mahalle örgütlenmeleri 2003-2005 Gaz Savaşlarının baş örgütçüsüdür. Juntas de Vecinos’lar FEJUVE isimli bir federasyon
yol
altında birleşmişlerdir. Doğal gaza yapılan zam karşısında millileştirme talebi ile iki kez devlet başkanmı ülkeden kaçırtan işte bu örgütlenmelerdir.
“FEJUVE ve ittifak güçleri El Alto’nun gaz depolama tesislerine barikatlar kurarak, La Paz’a giden yollan tamamen kapatarak, yoğun sivil grevler yaparak, hükümeti ve u- lusal ekonomiyi felç eden uzun dönemli bir kıtlık dönemi yarattılar.”
“El Alto juntaları yani mahalli örgütlenmelerinin geçmişi 1957 yıllarına gider. O zamanlar yeni kentleşmiş göçmenlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için kuruldular ve sonra da 1979’a FEJUVE federasyonu halinde birleştiler.”
“Tarihsel olarak juntalar çeşitli görevler üstlendiler. Bazıları şunlardır:”
“Öz yardım- juntalar yoluyla eski madenciler campesinoslar ellerindeki varı yoğu (madencilerin emeklilik fonları dahil) toprak almak, teknik sorunları çözmek için birleştirdiler. Okullar, parklar ve sağlık gibi temel hizmetlerin verildiği bakım yerleri kurdular. Böylece buralarda yaşayanlar neredeyse mahallelerini ve çevrelerini kendi başlarına inşa ettiler.”
“Düzenlemeler- Bu mahallelerde ev alımı ve satımı gibi işleri juntalar düzenlediler. Mahalle uzlaşmazlıklarında aracılık yaptılar, mahalle adaletini (hizmet yasaklamasından linç etmeye kadar) kurdular. Birçok açılardan juntalar mahalle mini hükümeti gibidir, çoğunlukla ortada olmayan devletin işlevini görürler.”
“Protestolar- Juntalarm kendilerinin veremediği ya da inşa edemediği hizmetleri belediyelerden istemek için mahalle sakinlerini harekete geçirme geleneği uzun zamandır vardır. 2001 yılında El Alto Halk
Üniversitesi’nin kurulması mücadelesinin baş aktörü FEJUVE idi. 2003 yılında FEJUVE belediyenin bina ve inşaat vergisi almasına başarılı bir şekilde karşı koydu. 2005’de FEJUVE özelleştirilmiş su şirketinin atılması kampanyasının baş yürütücüsü oldu. Bu rolüyle FEJUVE geleneksel politik parti yapısı dışında devleti daha yükümlü yapar biçimde mahalle sakinleri ve devlet arasında bir aracılık yapar.”
“Juntalar 1994 yılında iyice güçlendiler...”
“Bugün El Alto’da 600 e yakın mahalle konseyi vardır. Kentin 9 bölgesinde coğrafi konumlarına göre örgütlenmişlerdir ve kent ölçüsünde FEJUVE olarak birleşmişlerdir. Uruguaylı araştırmacı Raul Zibechi’ye göre mahalle bazında temel birimin en az 200 ii- yesi olmak zorundadır. Seçilerek gelen yönetim komitesi düzenli olarak toplanır ve ayda ya da 15 günde bir genel mahalle meclisini toplar. Bir liderin seçilebilmesi için en az iki yıl o bölgede ikamet ediyor olması gerekir. Tüccar, nakliye işçisi, emlakçı, ya da politik parti lideri bunlara yönetici olamaz. Hain ya da diktatörlerle işbirliği yapmış biri de olamaz.” (Communty Organizing and Rebellion: Neighborhood Councils in El Alto, Bolivia, Emily Achten- berg, boliviarising.com)
Juntalarm protestoları nasıl örgütledikleri, katılanların hakları, katılmayanların cezalandırılması, demokrasi anlayışları, kolektif yapıları, gelenekleri vs ile çok ilginç güçlü örgütlenmelerdir. Ayrıca juntalarm içinde başka örgütlenmeler de vardır. Örneğin işportacılar da kendi aralarında örgütlenmişlerdir. Çoğunluğu kadınlardan o- luşan bu örgütler belediye ile olan uzlaşmazlıklarda çok önemli işlevler görürler ve kent içinde kendilerine bir mekân yaratmak için mücadele verirler.
J 2 )
Altm Tahta Oturmuş Dilenci
Yeni liberal politikalar ile özelleştirilen şirketler telefon, havayolları, demir yolları, madenler, doğal gazdır. Burada garip olan bir şey var. Herhangi bir fabrika millileştirmesini görmüyoruz. Görmüyoruz çünkü yok. Morales devlet başkam olduktan sonraki konuşmalarından birinde şöyle diyor:
“Doğal kaynaklarımızı millileştirmeli ve yeni bir ekonomik sistem kurmalıyız... İster doğal gazımız, ister petrol, ister minerallerimiz ya da ormanlarımız olsun millileştirmek için millileştirmek yapmayacağız, onları sanayi yapmalıyız. 6 Ağustos 1825’den beri nasıl oluyor da doğal kaynaklarımız ülkemizde işlenmiyor? Neden sırf doğal kaynak ihraç ediyoruz? Daha ne kadar süre Bolivya doğal kaynak ihraç etmeye devam edecek? Cumhuriyetimiz boyunca gelip giden hükümetler nasıl olur da kendi ülkelerini düşünmezler? İnanması zor ve bu kabul edilemez.” (Bolivia: Breakthroughs on Common Goods and Constitutional Reform, Eric Toussaint 30 Ocak 2008)
İnanılası gibi değildir ama ülkede maden dışında sanayi yoktur. O nedenle de işçi yoktur. İşçi olanlar sadece madenler üstüde çalışan işçilerdir. Bu işçiler de Devrimci Bolivya İşçi Merkezi (COB) içinde örgütlenmişlerdir. Ancak maden bir sanayi üstünde çalışan işçilerden farklılıklar taşır. Madenler çıkanla çıkanla biter. Ayrıca dünya maden fiyatları çok inişli çıkışlıdır. Bu gibi nedenlerle maden işçileri özünde çok yoksul ve çok kötü koşullarda çalışırlar.
1952 yılındaki millileştirme sonrası madenler CONİBOL olarak Bolivya Maden Şirketi altında toplanır ve işçileri memur statüsüne kavuşurlar, düzenli bir maaş ve tazminatlar alırlar. Ancak düşük dünya fiyatları bazı madenlerin özelleştirilmesine yol açınca, bunlar da kooperatifler altında birleşirler. Burada çalışan işçilerin durumu
çok kötüdür. Bir gün içinde yaptıkları işe göre ücret alırlar. Kooperatiflerin işletimi kimi işçilere özel haklar vermektedir. Ve bu iki grup arasında kışkırtmalar sonucu çatışmalar çıkar. Son çatışmada 17 kişi öldü ve Morales devreye girip CONİBOL yöneticisini görevden aldı. Kooperatiflerde çok kötü durumda çalışanların çıkarı millileştirmeden yanadır ama üstünde çöreklenmiş işçi ağaları buna karşıdırlar ve millileştirmelere karşı durular. Morales’i desteklemezler.
Öte yandan bir başka sorun daha vardır. 1952 yılında kurulan işçi ve hükümet ortak yönetimi cogoverntment (ortak hükümet) birçok sorunlarla doluydu. En önemlilerinden bir tanesi “işçi hükümeti olmayan devletin yatırımlar konusunda karar almasında işçilerin bir etki gücü yoktu. Yıllar boyunca MNR devlet maden şirketi COMİBOL karlarını petrol arama çalışmalarına yatırdı. Bu da yavaş yavaş madenleri parasız bıraktı. Günümüzde petrol ve gazın yeniden millileştirilmesi taleplerinde halklar madencilerin özverilerini hatırlıyorlar ve genellikle Bolivya mirası olarak kabul edilenler üzerinde bir ‘sosyal denetim’ isteğini dile getiriyorlar...” (ay)
“Günümüz sosyal hareketleri bu deneylerden dersler çıkarttılar. Geçmişin yanlışlıklarını tekrar etmemenin yollarım arıyorlar. Cochabamba su savaşları üzerine yazdığı harika kitapta sendikacı militan Os- car Olivera geçmiş millileştirme deneylerinden çıkarılan dersleri anlatıyor. Seçenekler ararken sosyal hareketlerin sosyal, ekonomik ve politik örgütlenmeler aracılığı ile ‘ö- zel mülkiyetin iki biçimine de -çokuluslu şirketlerin özel mülkiyeti ve devletin özel mülkiyeti- nasıl karşı durulacağının yollarını bulmaları gerektiğini savunuyor. Bu halkların, sıradan halkların, başkalarının
yol
emeğinden geçinmeyen insanların kolektifleri, komünel değerlerin mülkiyetini, kullanımını ve denetimini ellerine alma sorunudur. (Beyond Statism)”
“Oliver’in bu cümlesi kolektif mülkiyet ve halk iktidarına dayalı ‘değişik bir devlet’ yaratmak isteyen Bolivya sosyal hareketleri içindeki radikal akıma değinmektedir. Co- ordinadora’yı içine alan Bolivya sol unsurlar MAS’ı ciddi şekilde eleştirmektedirler. Bu açıdan MAS ‘aşağıdan’ bir sosyalist projeden çok MNR’nin devletçiliğini andıran bir proje peşindedir. (Beyond Statism)”
Bu bölümü şöyle toparlamak mümkündür. İşçiler devrimci zeminde durarak elbette Morales’in iktidara gelmesine destek vermişler ve tüm ayaklanmalara katılmışlardır ancak yürütülecek politikalar konusunda tam bir birlik içinde olduklarını söylemek yanlış olacaktır. İlk millileştirme döneminden çıkarılan dersler nedeniyle mi, yoksa işçi ağalan denilebilecek kooperatifler üstüne çöreklenmiş işçilerin çıkarlarına halel geleceği içindir mi bilinmez, işçi sınıfı içinde iki yönden, Morales’i hem sağ hem de sol bularak eleştiriler yapılmaktadır. Bu da onların kafalarının ikili iktidar döneminin bu safhasında karışık olduğunun işaretidir.
Morales Dönemi Deneyleri
Morales iktidar olduktan sonra önünde duran sorunları başbakanı Garcia Linera şöyle dile getiriyor: “yerli halklar için politik haklar ve ulusal gelirin dağılımında eşitlik.” Bu iki görevi aynı anda yapmanın çok fazla zorluk yarattığım, belki de hiçbir ülkede böyle bir arada yaşanmadığım söylüyor. Sonra ekliyor “ daha imtiyazlı sektörler modernlik ve elde ettikleri bazı kazanımlar nedeniyle kendilerini politik eşitliği kabul
etmek zorunda hissediyorlar ama gelirlerin yeniden dağılımı sorunu ayrı. Yalnız iktidardaki konumlarına alıştıklarından değil aynı zamanda ailelerinin ismi ile kamu kaynaklarından pay almaya alıştıklarından bu guruplarda büyük direnç doğuruyor...” (Bo- livia: Corning to Termes with Diversity, La- ura Carisen Alvaro Garcia Linera ile röportaj. Boliviarising.com)
Halk sınıflarının iktidarı almasıyla iktidar olma sorunu bitmiyor, bu kez iktidardan düşen zengin burjuva sınıf eski haklarını savunmak için var güçleriyle büyük bir direniş sergiliyor. Ayrıca onların yıllardır birikmiş iktidar deneyi var ve de anayasa değişmeden bildikleri kurallar içinde oyun oynanıyor.
Politik eşitlik sorunu Anayasa yeniden yazılıp değiştirilerek yapılacaktır. Yerli halklara yıllardır verilmeyen hakları verilecektir. Bu süreç çok sancılı yaşanır, yaşanıyor. Kim yazacaktır Anayasayı? Çeşitli halk hareketlerinin yazmasını isterler. Eğer bu ülkede birlikte yaşanacaksa karşı taraftan da güçlerin olması gerektiği düşüncesindedir Morales. Bu karar bazı sol hareketleri elbette kızdırır ve yazma sırasında çıkan olaylardan Morales’i sorumlu görür, halk hareketini oyalamak hatta bastırmak istemekle suçlarlar. Anayasa mecliste var olan partilerden kuralan bir komisyon tarafından hazırlanmaya başlar. Bütün bu tartışmalar aylar alır.
Mart 2006 yılında komisyon göreve başlar. Bu kez anayasa maddelerinin nasıl kabul edileceği tartışmaları başlar. Morales yandaşları oy çokluğu derken muhalefet güçleri her bir madde için tek tek 2/3 çoğunluğu dayatırlar. Yalnız bunlar ayları alır. Muhalefet anayasa yazılımını mümkün oldukça uzatmak, hatta yazdırmamak derdin- dedir. Zaman onlardan yana işleyecektir.
m j
Bunda başarılı olurlar. Haziran 2006’da komisyon yazıma başlar. Önlerine 6 ay ile bir yıl arası süreç koyarlar. Gerici burjuva unsurlar ellerinden gelen tüm pislikleri yapar. Oynamadıkları oyun kalmaz. Komisyonu çalışmaz hale getirirler. Her yöntem, her adım tartışması günler alır. Meclisi terk e- derler. Katılanların katılımını önlemeye çalışırlar. Üyeleri tehdit ederler. Kimisini döverler, öldürürler. Çamurlar atarlar. Açılan kirli bohçalarla tartışmaları saptırırlar. Bazılarını satın alırlar.
Bu arada bölgelerinde direniş hazırlıklarına başlarlar. En başta faşist özlü bir gençlik örgütü kurulur. Silahlandırılır. Dayak, tehdit işleri, sokaklarda kaos yaratmak, Mo- lotof kokteylleri atmak, yerlileri dövmek gibi sokak işlerini bu faşist genç örgütlenmeler yapar. Öz savunma, toprak savunması altında silahlı paramiliter güçler kurulur. Kolombiya’dan bu konularda uzman getirtirler. Anayasa hakkında yalan dolan antipropaganda yaparak sıradan bazı insanları kendi yanlarına çekerler. Onlar da mahalle örgütlenmeleri kurmaya çalışırlar. Bu halkları arada sokaklara dökerler. Aynı halk hareketlerinin yaptığı gibi sokaklarda direnişler örgütlerler. Hatta bulundukları bölgelerde genel bir grev bile yapmaya kalktılar. Ama yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Çünkü grev kendi ceplerine dokunacaktı. O nedenle grev ilan etmelerine rağmen bir eyalet valisi kendine ait işletmede kapalı kapılar arkasında işçileri çalıştırdı. Ve bunlar birer skandal oldu. Bazı sıradan insanların uyanmasına yol açtı. Faşist gençliğin yaptıklarını gören halktan bazı kesimler meseleyi anlamaya başladı. Maskeleri düştü.
Bu durumda ne yapılmalıdır? Sosyal, kültürel devrim diyen, zor kullanmaktan yana olmayan Morales hükümeti ne yapacak
..........Altın Tahta Oturmuş Dilenci.......
tır? Kendilerine yapıldığı gibi polis ve ordu ile bunların üstüne ateş mi açmalı, öldiirme- li midir? Hayır, onlar da örgütlü halkı sokaklara dökerler. Yani gericiliğin örgütlediği halklar sokaklara döküldüğünde ilerici yerli halk örgütlenmeleri de sokaklara dökülür ve anayasa maddelerinden yana gösteriler yaparlar. Paramiliter örgütlenmelere karşı yerli halk milis güçleri kurulur. A- nayasa hazırlama süreci böyle çalkantılı, çok karışık bir dönemde geçer.
Bir yıllık süre dolar ama taslak bitmez. Bir 6 ay daha, 14 Aralık 2007 ortasına uzatılır. Morales kararlılığını “ölsem de kalsam da bu anayasa yazılacak!” diyerek gösterir. Bu tarih yaklaştıkça gerici güçler iyice işi azıtırlar. Olmadık gündemlerle işi engellemeye, halkta çatlaklar yaratmaya çalışırlar. Örneğin teneke madenlerinde işçileri birbirlerine düşürürler. Başkentin La Paz’dan La Sucre kentine taşınması için apayrı bir kampanya ile ortalığı karıştırırlar. 60 yaş üstü hiçbir geliri olmayanlara bağlanan emekli aylığı konusuna bencil itirazlar getirirler. A- ma bütün bunların altında olan ve daha ö- nemlisi merkezi hükümetten ayrılma tehditleridir. Ülke yeraltı ve üstü zenginliğinin 2/3 ünü sağlayan Santa Cruz, Pando, Beni ve Tarija eyaletleri bu anayasa taslağının kabulü durumunda merkez Bolivya hükümetinden ayrılacaklarını, otonomi ilan edecekleri tehdidini savururlar. Bu gerçekten hem Morales iktidarı hem de yoksul yerli halklar açısından çok önemli bir olaydır. Değerlerin onların ellerine geçmesi bir yana bu bir iç savaş ortamı hazırlamaktır. Bu durumda ABD’nin bu gerici eyaletleri korumak bahanesi ile işin içine bizzat girebileceği, bölgeye asker gönderebileceği tartışılmaya başlar.
Komisyon bu kez taslağı zamanında hazırlamak zorundadır. Başka şık yoktur. On-
yoî
larda harıl harıl çalışırlar. Gerici güçler komisyon toplantı salonunu basarlar. Ancak daha önceden haber alan üyeler başka bir kentteki askeri garnizona taşınıp çalışmalarını günlerce dışarı çıkmadan orada tamamladılar. Sonunda taslağın 411 maddesinden 410 tanesi 2/3 oy çoğunluğu ile kabul edildi. 2/3 çoğunluk sağlanamayan tek madde, toprak reformu maddesi ise ayrıca halk referandumuna sunulma kararı ile iş bitirildi.
Ayrılıkçı eyalet valileri televizyona çıkıp anayasa taslağını bir şov edası ile çöpe attılar. Halkı kışkırtmak için ekonomik boykot çağrısı yaptılar. Tüketim mallarım pazardan çekme kararı aldılar. Ekonomide karışıklık yaratacaklardı. Kandırdıkları taraftarları sokaklara döküldü. Faşist gençler kenti yakmaya başladılar. Molotoflarla saldırdılar. Meclistekiler kaçtılar. Polis kurşun kullanmak zorunda kaldı. Santa Cruz başta olmak üzere 4 zengin eyalet valisi ayrılma tehditlerini yeniledi. Merkeze eyalet gelirlerini vermeyeceklerini açıkladılar. Santa Cruz kendi polis örgütlenmesini, eğitim sistemini kurup, kimlik kartını basacağını söyledi. İsyanlarını son noktasına getirdiler.
Morales taraftarları, yeıii halklar da sokaklara dökülüp taslaktan yana tavırlarını koydular. Bu doğrultuda konuşmalar yapıldı. Ayrılıkçı kentlerdeki yerli halklar da harekete geçtiler. Köylü federasyonu “kentleri kuşatırız!” tehdidinde bulundular. “Eğer o- tonomi ilan ederlerse topraklarına el koyarız!” dediler. Ayrılıkçı kentlerde yerli halklar kent merkezinde taslağa karşı açlık grevine başlayanlara saldırma kararı aldılar. Ellerinde sopalarla halk birbirine düşüyordu ki Morales müdahale etti ve yandaşlarım geri çekti.
Anayasa Taslak Maddeleri
Anayasa tartışmalarının vardığı son du
rağı değerlendirmeden önce anlaşmazlık nedenlerini daha iyi kavramak için öne çıkan bazı önemli maddelere değinmeliyiz.
Başta da söyledik, taslak sosyalist değildir. İkili iktidarlar sürecinde halklar başa geçince ilk iş yeni liberal süreci tersine döndürmeye başlamak oluyor. Venezuela'da olduğu gibi Bolivya ve Ekvator’da da böyle bir süreç başlıyor. Yani anti-liberal bir yol tutulur, devletin sosyo-ekonomik alandaki görevleri arttırılır. Buradan da karma ekonomik bir model çıkar. Yer altı zenginlikleri ve doğal kaynaklar millileştirilecektir. Ama özel mülkiyete ve ticaret yapılmasına izin verilmektedir. Yabancı özel yatırımcılara ekonomik faaliyette haklar tanınacaktır ama hiçbir şekilde normal karların üstünde kar elde etmelerine, aşırı birikim yapmalarına, tekelleşmelerine izin verilmeyecektir. Özel mülkiyet ve faaliyetlerin bir sınırı vardır. “...kolektif çıkarlar özel çıkarların üstündedir.” Hiçbir özel çıkar ve faaliyet kamu çıkarlarını zedeleyici olamaz denilerek globalleşmeyle başlayan serbest pazarın baş tacı edilmesine son verilir.
Su için savaşlar yaşamış bir ülkede su gibi insan yaşamının temel maddelerinin özelleştirilmesinin yasaklanması doğaldır. “Suyun özelleştirilmesi, ticari anlaşmalara konulması yasak getirilmesinin ötesine geçerek temel hizmetlerin, enerji şirketlerinin ve sosyal güvenliğin üstünden elde edilecek kar’a denetim getirir.”
Devlet ekonomideki gücünü arttırıcı önlemler alırken aynı zamanda kooperatifler, belediye işletmeleri ya da kırda organik üretim yapanları destekleyecektir. Tekellerin e- konomik gücü sınırlandırılırken insan haklan, küçük üretici çıkarları korunacaktır.
Anayasa taslağının diğerlerinden en bü-
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
yük farkı yerli halklara tanınan haklardır. Bunları sadece seçme seçilme hakkı olarak anlamamak gerekir. Bu haklar zaten 1952 Nisan devriminde alınmıştır ama çeşitli şekillerde pratiğe uygulanmasının önündeki engeller kaldırılır.
“Anayasa Bolivya’da sömürgecilik öncesinden beri gelen 36 farklı yerli halk olduğunu kabul eder ve onların ‘iyi yaşam’ ilkesini devletin temeli yapar ve yerli halk kültürü, deneyleri ve haklarını sürekli olarak koruyup geliştirmenin önemini vurgular. Yerli haklara kolektif toprak hakkı, kendi haberleşme ağlarının kurulması, entelektüel mülkiyetleri ve geleneklerden gelen bilgilerinin korunması, doğal kaynakların kullanılmasında ciddi danışma ve bunların üstünde tam denetim hakkını garanti eder.”
“...Böylece eğitimin interkültürel ve int- rakiiltürel olması, sağlığa geleneksel tıbbi araştırmalar ve desteğin sağlanması, üniversitelerin yerli halk dillerini destekleyip geliştirmesi sağlanacaktır ve belki de en önemlisi her bölge bundan böyle en az bir yerli dili resmi dil olarak kabul etmek zorundadır.” (Bölünmüş Bolivya’da Anayasal değişiklik. Nick Burton. 21 Ocak 2008 Transnational İnstitude)
Yerli halkların dilleri, kültürleri, geleneksel bilgilerinin hepsinin birer değer olarak kullanılıp geliştirilmesi hakkı çok kapsamlıdır. Örneğin yerli hakların koka bitkisi bu konunun içine girmektedir. Morales bu ve bunun gibi Batının şimdiye kadar duymadığı ama besin değeri çok fazla meyve ve tarım ürünlerinin geliştirilmesinin ve bunların sanayi içinde kullanılmasının (örneğin yoğurt) ülke ekonomisine büyük katkısı olacağım savunur.
Bolivya’da yerli haklara böyle haklar ta
nınması ile ülkenin plurinational olacağı kabul edilmiş olur. Yani çok uluslu bir ülke. Her bir yerli halk kendi otonom alanlarını kurabilecektir. Plurinational ile şu anlatılmaktadır. “Çoğulculuk anlayışı ile ülkede bir birleşik devlet anlayışı içinde çeşitli politik, ekonomik, yasal, kültürel ve dil sistemleri olabilir. Temsili, katılımcı ve komiiniter gibi çeşitli demokratik sistemleri de tanımaktadır. En başta bölge ve eyalet düzeylerinde olduğu gibi belediye ve mahalle bazında da otonomiler olabilir. Bu tercih içinde yaşayanlar kendi yasalarını koyabilirler, kendi kurallarını uygulayabilirler ve anayasada taçlandırılan temel haklara saygılı olarak kültürel değerlerini ve kendilerine özgü ilkelerini savunabilir- ler.”(a.y.)
Bu, yıllardır burjuva değer anlayışı, kültürü ve yönetim biçimi altında ezilmiş hakların dünya sahnesine eşit bir şekilde çıkmasıdır. Bu değerler kalsın ama bizim kendi değerlerimiz ve yaşam biçimlerimizin de eşit hoşgörü ve kabul görmesi lazım denmektedir. Kızılderili insanlar atalarından gelen yasaları, gelenekleri ve kültürlerini burjuva yasal düzeni içinde kullanabilme, ona göre yaşama hakkını bu anayasa ile taçlandırmak istiyorlar. Bu maddeye göre, her hangi bir eyalet içinde, bir mahallede yaşayan yerli halk “ben otonomum” diyebilecektir. Benim yasalarım bunlar, dilim bu kültürüm bu, ben toprağı böyle ekerim diyebilecektir. Ya da ben bu hukuksal anlayışa göre yaşamak istiyorum deyip burjuva mahkemeler yerine kendi yerli kabile geleneğinin kurallarına göre yargılanmayı isteyecek, ona göre bir yargı sistemi oluşturabilecektir.
Bunun, birleşik devlet içinde uygulamasının doğuracağı sorunlar bir yana ülkenin parçalanması, idare edilemez bir duruma
yol
gelmesi, her şeyin karmakarışık olması sorunu doğabilir. Ancak ayrılıkçı eyaletlerin karşı çıktığı üç ana maddeden bir tanesi bu- dur. Onlar yerlilere haklar verilmesine belki bir şey diyemiyorlar ama ülkenin mahalle ve belediyeler bazında otonomlaşmasına karşılar. Ülke parçalanacak diyorlar ama a- sıl altında yatan böyle bir otonomide kendi burjuva sosyo-ekonomik yapılarının zarar göreceğidir. Bu kadar özgürlüğü, kültürel zenginliği burjuva demokrasiler kaldıramazlar. Burjuva özgürlüğü sadece burjuvalara özgürlük tanır. Yerli halkların özgürlüğünü, onun kendi geleneksel anlayışındaki zenginlikleri burjuva yasalar taşıyamazlar.
Anayasa toprak reformundan da söz ediyor. Sosyal çıkar için kullanılmayan yani işlenmeyen topraklar devlet eliyle alınacak ve yoksul köylüye dağıtılacaktır. Eğer işleniyorsa, istediği kadar büyük olsun dokunmayacağız diyor Morales. Sadece bu madde komisyonda 2/3 çoğunluk sağlayamadığı i- çin ayrı olarak zaten referanduma sokuluyor. Zengin eyaletlerde büyük latifundalar vardır. Üstünde soya fasulyesi yetiştirilmektedir. Ülkenin ihraç edilen temel tarım ürünüdür. Toprak beyleri buna karşı durmaktadırlar.
Tabi bununla birlikte madenlerin, gaz ve petrolün devlet denetimine alınması maddesi de vardır. Ayrılıkçı eyaletlerin karşı olduğu ve belki de tüm patırtıyı kopartma baş nedeni bu maddedir. Devlet denetimine a- lınması onları karlarından edecektir.
Anayasa’da ayrıca, devlet başkanı dahil, seçilen memurların geri çağırılabilme maddesi var. Seçmenler belirli sayıda imzayı topladıkları takdirde hizmetlerinden memnun olmadıkları memuru geri çağırabilecekler.
Sonuçta yeni önerilen anayasanın temel maddeleri kabaca böyledir.
Atılan Son Adımlar
Taslak mecliste kabul edildikten sonra ortalık iyice karıştı. Anayasa hazırlama süresinde 4 eyalet valisi ve sağ güçler 2005 seçim yenilgisinden sonra girdikleri moral bozukluktan çıkıp, karşı dövüş örgütlenmeleri ve taktikleri oluşturup, yandaşları ile bağlantılar kurdular. Devrik eski devlet baş- kamnı ABD’de ziyaret edip oradan gelecek destek noktalarını belirlediler. Kendilerini toparladılar. Olgunlaşmış, elinde silahları o- lan, dış destekleri belirlenmiş bir muhalefet haline evrimleştiler. Aslında her bir ayrılıkçı eyaletin çıkarı farklı olmasına karşı Morales karşısında tek vücut gibi durmaya çalışıyorlar.
Aslında bu ayrılıkçı dört eyalette vali ve çevresindeki insanlar fınans, medya, banka, maden ve latifundalar üzerindeki bir avuç insandırlar. Ama kendi çıkarını başkalarının da çıkarı gibi göstererek halktan bir kesimi etraflarında örgütlediler. Bunlar orta burjuva guruplardır. Morales’in bazı politikaları işlerine yaramakta, bazıları ise yaramamak- tadır. O nedenle bir o tarafa bir bu tarafa sallanırlar. Yerli halkları sokaklarda görünce düzenlerinin bozulmasından korktular ve barış sağlar umudu ile Morales’e oy verdiler. Olaylar durulmayıp bu kez zengin kesimler sokaklara dökülünce onların saflarına geçtiler. Ama zaman içinde onların yanlışlıklarını, faşist gençlik örgütü kurduklarını ve bu örgüt faaliyetlerinin küçük mülklerine zarar verdiğini görünce gene Morales yanma geçtiler. Eyaletlerin merkezden ayrılmasına destek vermiyorlar. Ayrılmaya karşı M orales’i destekliyorlar. Anayasa taslağı sırasında da 2/3 oy çoğunluğu onların yardımı ile geçirilebildi. Yoksa Morales’in mecliste bu çoğunluğu yok. Ay-
î°£)
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
rica Morales güçleri de zaman içinde yanlışlıklarından dersler çıkarıp git gelli orta burjuva kesimleri kendi yanlarına kazanmasını öğrendiler.
Herkesin gözü ordudadır. Bu çalkantılı döneme müdahale eder mi? Ordu üst düzey görevlileri de tahmin edileceği gibi sağ güçlerle kaynaşmıştır. Çeşitli yerlerde generallerin de hisseleri vardır. Sağ, ordunun darbe yapmasını zorlayıp duruyor. Ordu böyle darbe yapmaktan yana görünmüyor. Neden acaba? Ordu savaşları iyi bilir, güçler dengesini mutlaka görmektedir. Bir zamanlar kurşun sıktıklarının nasıl katlanarak karşısında kalabalıklaştığını görmüştür. O kurşun sıktıkları şimdi iktidar koltuğundadır. Bir kesim her gün yoksulluktan ölürken u- falc bir kesimin zenginliklerine zenginlik katması ömür boyu süremez.
Ordu aslında çaresizdir. Morales’e darbe yapsa ne kadar bastırabilecektir. Giderek büyüdüklerini ordu stratejik öngörüsü ile görmektedir. Ordu, tabanındaki hoşnutsuzluğun farkındadır. Ordu parçalanabilir. Sağ güçler ABD destek verse ne yapabilecektir? Her yerde yenilen ABD ne kadar bir güçtür? Ayrıca onun ülkeye girmesi ortaya bambaşka bir tablo çıkarır. Bölge güçler dengesi hiç de ABD’den yana değildir. Sağ ayrılıkçı güçler basın yayınları, yaygaraları ile ancak bazı tavizler koparabilirler ama ilelebet yenip iktidarda duramazlar. Morales ve yerli yoksul halk yığınları gerçeğim kabul edip gelir dağılımını dengeli hale getirmek en uygun yol olmalıdır. Ordu büyük bir olasılıkla bu gerçeklikleri görüp darbe yapmayı kendi çıkarları açısından uygun görmemektedir.
Morales bu durumda ne yapabilir? Karşısındaki muhalefet ile nasıl bir mücadele sürdürmelidir? Kendilerine kurşunlar sıkılıyordu. Şimdi kurşun sıkma emrini verme sıra
sı ona mı geçmiştir. Kurşun ile bir yerlere varılmıyor. Halk iktidarı başka türlü iktidar olmalıdır. Sokaklarda iken iktidar masaya çağırılmıyor muydu? Morales uzlaşma yolunu seçer. Gene barış dalı uzatır. Bir halk iktidarına yakışan bu olsa gerektir. Morales dış elçilikleri muhalefet ile arasında bir toplantı düzenlemeye çağırır. Avrupa elçileri buna olumlu bakarlar. Danimarka elçiliği yeni yıl içinde bir toplantı düzenler.
Bolivya 9 eyaletten oluşur. Bunun 3 tanesi kesin Morales çizgisindedir. Diğer 6 e- yaletin 4 tanesi zenginliklerin bulunduğu eyaletlerdir ve ayrılıkçıdırlar. Bunların içindeki Sacra Cruz başı çekse bile her konuda uyum içinde değillerdir. Aynı kararlılıkta değiller, aralarında çıkar farklılıkları vardır. Örneğin önümüzdeki günler Santa Cruz e- yalet içinde ayrılık referandumu ile sınırları içindeki halklara ayrılmayı isteyip istemediklerini soracak ama yandaşı 3 eyalet henüz böyle bir karar açıklamasında bulunmadılar. Morales güçlerinin bunları bölmesi ve güçlerini azaltması mümkündür. Geriye kalan iki tanesi ise tam sallanırlar. Masaya oturma bu anlamda Morales’in işine yarayacak bir unsur olsa gerek.
Masa öncesi Morales emin olmak ister ve güvenlik referandumu yapacağını açıklar. Halklar yürüttüğü politikalardan memnun mudur? Bunu soracak. Eğer başa geçerken aldığı %54 oyu gene alırsa o zaman başkanlığa devam edecek. Eğer alamazsa istifa edeceğini açıkladı. Ama aynı referandumda diğer 6 eyalet valisi de oylanacak. Eğer onlar da başa geçerken aldıkları oyların gerisinde kalırlarsa istifa etmeleri istenecek. Demokrasi ise işte demokrasi. Chaves de son oylamayı çok az bir farkla kaybetse dc kabul etmedi mi? Halk iktidarları böyle olmalı, halkın desteği ile gitmelidirler. Yoksa sol uçkunluk ile kesip biçerek
( 106
yol
bir yerlere varılmıyor. Morales’in durumu şu anda kritiktir.
Bu yıl referandum yılı olacak. Anayasa taslağının halk oylamasına sunulmasından sonra yeniden seçimler yapılacak. Yani halklar sandıklarda konuşacak.
Yabancı elçiliklerin aracılığı ile taraflar toplandı. Toplantı TV aracılığı ile halka gösterildi. İlk önce Morales iki yıllık dönemi içinde yaptıklarım, başarıları eksiklikleri uzun bir konuşma ile anlattı. Sonra tartışmalar başladı. En önemli konu ayrılıkçı eyaletlerin neden ayrılmak istedikleri lazerinde yoğunlaştı.
Merkezi hükümete fon akıtmak istemediklerini, doğal kaynaklar ve soya satımından elde edilen gelirleri yol, köprü gibi, altyapı tesisleri yapmada kullanacaklarını a- çıkladılar. Yani kendi bölgelerinin zenginleştirecekler geri kalan yoksul bölgelere kaynak aktarmayacaklar. Morales onlardan alacağı kaynaklarla neler yapacaklarını a- çıkladı. Ayrılıkçı eyaletler saygınlık maaşı denilen 60 yaş üstündekilere bağlanan aidata para verilmesine karşı olduklarını açıkladılar. Bu ilginçtir. Bolivya yerlileri için yaşlılar çok saygındır. Onların yoksulluğu yerli halk için kara bir lekedir. Ayrılıkçı e- yaletler kendi bölgelerindeki yaşlıların bu fondan alacağı paranın çok düşük olduğunu, fazla verip az aldıklarını söylüyorlar. O- nun yerine biz 9000 konut yapacağız dediler.
Televizyonda yayınlanan bu toplantı ayrılıkçı eyaletlerin ne kadar bencil olduğunu, nasıl sadece kendilerini düşündüklerini göstermekle birlikte halk kitleleri için büyük bir eğitim oldu. Halk verilen sözleri canlı dinledi. Bu olaylar aslında çok önemlidir. Anayasa taslağı hazırlanma sırasında halklar çok aktiftiler. Her maddenin oylamasını
yakından izlediler. Her bir tartışılan madde konusunda fikirlerini dile getirdiler. Önerilerini komisyona yazdılar. Yalnız kadın federasyonları binlerce öneri getiren dilekçeler sundu. Tartışmaları etkilemek i- çin sürekli hareket halinde idiler. Onaylamadıkları durum olduğunda sokaklara döküldüler. Muhalefetin söylediğine kızdıklarında gene sokaklara döküldüler. Muhalefet sokağa döküldüğünde Morales’e destek vermek için onlar da sokaklara çıktılar.
Bu hareketliliğin neler sağladığını Gre- en Left’ten yazar Federico Fuentes, Garcia Linera’dan şöyle aktarıyor: “Eski iktidar güçlerini yıpratmak kolay değil, çok sorunlu ve halk yığınları bunun bilincinde olmalı. Değişim sürecinin devamlılığını savunmanın en iyi yolu bu değişimi demokratik hareketlilik ile sürekli desteklemektir ancak böylece bu eski elitlerin tarihine son verilebilir.” (Bolivia Needs O- ur Solidarity. Federico Fuentes, Green Left, 18 Eylül 2007)
Alıntı yaptığımız derginin yazarı Federico Fuentes devam ediyor:
“Kitlelerin demokratik hareketliliği ve halkların örgütlenmesi, hareketler arasında birlik sağlamada ve sağın provokasyonlarını önlemede temel oluşturur. Eski Bolivya düzenine dönmek istemeyen sömürülen, bastırılan kitleler arasında bir karışıklığa, şiddetli reaksiyonlara yol açmaya yönelik öfke yaratmak sağın stratejisidir.”
“Hükümet ve sosyal hareketler tüm Bolivya için değişiklik ve gerçek istikran sağlamaya yönelik tek güç olduklarım göstermelidirler.” (ay Bolivia Needs Our Solidarity. Federico Fuentes, Green Left)
Bunlar halkların gelişmesi için büyük e- ğitimdir. Halklara hiç de kuzu gibi anayasa geçirilmiyor. Ne olduğu bilinerek halkın
m
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
kendi katıldığı, belki de bu nedenle yazdığı bir anayasa şimdi referanduma gidecek. Televizyonda gösterilen pazarlık masası da e- ğitici bir işleve sahip oldu. Bir de Morales hükümetinin talep ettiği şeffaflık gerçekleşiyor. Yeni liberal politikacılar şeffaflıktan söz ederler ama bu devletin hesaplarını şirketlere açması anlamındadır. Buradaki şeffaflık devletin ve eyaletlerin gelirleri ve yaptıklarının şeffaflığıdır. Halklar görsün öğrensin diye. Özünde bu bile Morales hükümetinin zafer hanesine yazılmalıdır.
Uzlaşma toplantısında önemli kararlar a- lınır. Buna göre yeni bir komisyon kurulacak. Komisyon eyalet bütçesinden yapılan kesintileri, devletin ekonomideki rolünü yeniden gözden geçirecek. Böylece anayasanın bazı maddeleri bir daha ele alınacak. Ayrılıkçı eyaletlerin istediği değişiklikler yeniden tartışılacak. Otonomi biçimi, ulusal birlik, demokrasi sorunu ve sosyal değişim konuları bunlar arasında.
Bu Morales için geri adım mıdır? Bir anlamda öyle ama diğer anlamda da ayrılıkçı eyaletler anayasa değişikliğin kabul etmiş oluyorlar. Hiçbir anayasanın mükemmel o- larak çıkmadığı, sürekli bir değişim gerektirdiği düşünülürse bunda pek korkacak bir şey olmasa gerek. Muhalefet güçleri de a- nayasaya muhalefet alanlarını daha açık dile getirmiş, arkalarına gizlendikleri konuların halk bilinçlerinde daha çok şekillenmesi yolu açılmış olacaktır. Zaten anayasada oldukça sorun vardır. Birbiriyle çelişen, uygulamada zorluklar yaratacak maddeler vardır. Belki bunlardan ayıklanmış olacaktır. Ama bütün bunlara rağmen Mayıs ayı başında taslak halk oylamasına sunulacaktır. Elbette ayrılıkçı eyaletler yeni engellemelere başvurmazlarsa.
Özünde ayrılıkçıların korkularının temeli, şimdiki politik güçleri ve finansal kay-
naklarmı kaybetme korkusudur. Başbakan Garcia Linera bu konuyla ilgili şunları söylüyor. “İmtiyazlı sınıflar için çözüm, geleceği tek bir yıl değil 10, 20 ya da 30 hatta 50 yıl perspektifinden görmektir. Bu stratejik bakış açısı edinilebilirse ancak o zaman gelirin yeniden dağıtımı sürecinde bir araya gelinebilir...” (Bolivia: Coming to Terms with Diversity, Laura Carisen Alvaro Garcia Linera ile söyleşiyor, boliviarising.com.) Ayrılıkçılar, eğer kısa çıkarları açısından değil daha uzun perspektiften düşünürlerse ancak ortak bir noktada birleşilebilir diyerek sol bir perspektif koymuş olur. Sonuçta değişikliği kabul etmek sağ ayrılıkçı günlerin de gelecek çıkarmadır.
Dış Güçler Dengesi
Bolivya’da anayasanın yeniden yazılması, maddelerin tartışılması, bu süreç içinde yaşananları ülke içi kadar dışı güçler dengesi de etkiler. Morales attığı ve atacağı tüm ekonomik politik adımları atarken iç muhalif güçlerin arkasındaki dış güçler ile de bir şekilde denge kurmaya çalıştı.
Morales yerli Kızılderili halkların haklarını savunan anayasayı çıkarırken içten gelecek muhalefet sesine karşı Birleşmiş Milletleri yanma almaya çalıştı. BMTerin yerli halkların haklarını bu kurumda geçirilmesi mücadelesini başarıyla verdi. 12 Eylül 2007 yılında ABD, Kanada, Avustralya gibi birkaç ülkenin muhalefetine karşı Yerli halklar beyannamesi kabul edildi. Aynı insan hakları yada kadın hakları gibi artık yerli halklarında hakları BM güvencesi altındadır. Kristof Kolomb’un ABD kıtasına çıktığı 12 Ekim günü yerli halklar günüdür. Deklarasyonun 46 maddesi var. Bunlara göre yerli haklara kendi politik, sosyal, ekonomik, yasal kültürel kurumlarmı koruma hakkı tanınıyor. Bu konularda ülkelerinde tam katılım hakkı, kendi kaderlerini belirle-
yol
me hakkı tanınmış oluyor. Latin Amerika kıtasında 50 milyon, tüm dünyada ise 370 milyon yerli halk olduğu düşünülüyor. Böy- lece Bolivya dünya yerli halklarına büyük bir hizmet yapmış oluyor. BM’in kabul ettiği bu hakka karşı Bolivya ayrılıkçı güçlerinin patırtı gürültü çıkarmasının önü kesilmiş oldu. Ellerinden böyle bir koz alındı. Yani şimdi kendi eyaletleri içinde yerli halklar biz şunu istiyoruz diye bir dilekte bulunduklarında eyaletlerin bunu vermemesi BM kararlarını ihlal anlamına gelecektir. Bu doğrultudaki savaş uluslararası hukuk a- çısmdan yasaldır. Şimdiye kadar Batı güçleri insan haklan vs diye 3. dünya ülkelerine baskı yaptılar. Bu konuda biraz iş tersine dönebilir. Yerli halklar savunması ile onlar BM üyelerine baskı yapabilirler.
Morales önemli bir kararın daha BM’de savunuculuğuna soyundu. Çokuluslu Şirketler 3. Dünya Ülkelerinin sömürdükleri doğal kaynaklarını ve yarattıkları çevre kirliliğini tazmin etmelidirler. Şimdilik adını pek duymadığımız 3.Dünya Ülkeleri ve merkezler arasındaki savaşta güçler dengesi yoksul ülkeler geçtikçe önemli hale gelebilecek bir maddedir.
İkinci önemli konu millileştirmelerdir. Millileştirme denince, yabancı şirketlerin e- lindeki ulusal değerlerin Bolivya hükümetinin güdümüne devredilmesi ve mal varlıklarına el konulması anlaşılıyor ancak bunu yapmak kolay bir iş değildir. Bolivya kendi dar imkânları ile petrol ve gazını çıkartmak, yeni aramalar yapmak, çıkanları işletmek, işlettiklerini pazarlamak gibi devasa bir işin altından devlet olarak kalkma gücüne sahip değildir. Venezuela bile bunca gücüne zenginliğine rağmen bunu kendi başına yapamıyor. Hala dev petrol şirketlerine baş eğmek zorunda kalıyor.
Gaz, petrol ve diğer yer altı zenginlikle
ri üstüne çöreklenmiş şirketlerin çoğu ABD ve Batı kaynaklı. Bolivya'nın en büyük ticaret ilişkisi ABD iledir. İki ülke arasında imzalanmış tercihli ticaret anlaşması var. Millileştirme derken ABD tekellerine verilen zarar onu kızdırıp anlaşmayı iptal etse soya fasulyeleri ve binlerce yerli halkın ekmek parası el örgüleri satılmayacak. Hatta bu yerli güçler her ne kadar millileştirme diye sokaklara dökülse de “aman aramız ABD ile açılmasın, bu malları satamazsak aç kalırız” diye endişe duyuyorlar. Yani ABD nasırına basarken dikkatli olacaksın. Pazarın bir yandan kapanmasına karşı önlem alacaksın.
Ancak Morales devlet koltuğuna bu sorunu çözmekle yükümlü olarak oturmuştur. İlk önce denetimin 1 Mayıs 2006 tarihinde ele alınacağı 3 ay önceden bildirildi. O tarihe kadar gaz ve petrol üzerideki şirketlerin hükümet ile yeni, daha insaflı anlaşma yapmaları istendi. Çeşitli sorunlarla bu az çok sağlandı. Şirketlerin aldıkları karlardan ö- dedikleri vergi ve gümrük vs miktarı arttırıldı. Bu rakam 2005’deki 300 milyon dolardan şimdi 2 milyar dolara çıkarıldı.
ABD tehditlerini savurdu ama Chaves, Küba ve Nikaragua hemen soya fasulyesini dünya fiyatlarından almaya hazır olduklarını açıkladılar. ABD'nin BolivyalI “yandaşlarını” korumak için askeri müdahale edebileceği söylentileri çıktı. Chaves o ünlü pazar sohbetine yanma Morales’i alarak çıktı ve Bush’u tehdit etti: “Eğer Latin A- merika’ya girerseniz 1, 2, 3, 5, 10 Vietnam ile dövüşmek zorunda kalırsınız.”
Morales Batı petrol ve gaz şirketlerine “yavaştan” saldırırken, Brezilya petrol ve gaz şirketine- tavizler vermek zorunda kaldı. Komşusu Brezilya ve az çok sosyal demokrat olan Lula ile anlaşmak, hem de onları kendine bağlamak birçok açıdan daha
m
Altın Tahta Oturmuş Dilenci
mantıklı bir politika olacaktır. Ayrılıkçı e- yaletler isyan bayrağını çekince Luia arabuluculuk yapabileceklerini söyledi. Yani ayrılıkçıların destek gücü yavaş yavaş ABD saflarından Latin Amerika burjuvalarının saflarına doğru çekilmiş oldu. Morales Arjantin’den Brezilya ve oradan Şiir ye kadar uzanacak büyük Latin Amerika boru hattına doğal gaz verme anlaşmasını imzalayarak biraz da Chaves’in kuzey güney petrol hattı projesine ters bile düşmüş oldu. Bunun karşılığında Brezilya petrol şirketleri, ayrılıkçı eyaletleri otonomi ilan etmekten vaz- geçirecekleri sözünü verdiler. Açıkçası Bolivya iktidarının gücü şimdilik ancak ABD ve Batı Finans Kapital güçlerinden Latin Amerika Finans Kapital güçlerine doğru kaymak olabiliyor.
Chaves ve Küba Bolivya’nın nasıl bir baskı altında ve çaresiz olduğunu görüyor olmalılar. Onlar Morales’in en sıkı ilişki i- çinde olduğu tam destek güçleridir. Amerika Serbest Anlaşması gibi sömürüye dayalı kapitalist anlaşma modeli yerine, karşılıkçı çıkar ilişkisine bağlı, sosyalist uluslararası ilişkiye örnek ALBA’mn temel ülkeleridir. Aralarındaki dostluktan öte çıkar birliğine hiç şüphe yok ve ancak bunu yapabiliyorlar.
Bolivya, başta değindik, Su Savaşları yaşadı. Uluslararası Brechel şirketi ile ve de İtalya telekomünikasyon şirketi ile davalı. Ülkeler arasındaki yatırım uzlaşmazlıklarına Dünya Bankası bünyesinde Uluslararası Yatırım Uzlaşmazlıklarını Çözme Merkezi (ICSID) bakıyor. Bir ülkeye yatırım yapılacağında bu kurumun arabuluculuğunu kabul etmek önemli bir kıstas. Bolivya bu kurumdan çekildiğini açıkladı. Dünya’da bu kurumdan çekilen ilk devlettir. Venezuela, Arjantin gibi ülkeler de hep çekileceklerini açıklıyorlar. Böylece ayrılıkçı güçlerin elinden bir savunma silahını daha almış oldu.
Bundan sonra Bolivya’ya yatırım yapacak şirketler biliyorlar ki bir uzlaşmazlık durumunda karşılarında Bolivya hükümeti ile pazarlık edecekler. Buna rağmen ülkeye yatırım yapmak isteyen ülkeler ve şirketler var. Yani uluslararası güvenlik koşulu olarak öne sürülen Dünya Bankası ile bu anlaşma içinde olmak da kendini eskitmiştir.
Morales uluslararası zeminde Batı güçlerinin kendi ayrılıkçı eyaletlerinin bağlarını kopararak başka önemli adımlar attı. ABD’nin uyuşturucu ile mücadele anlaşmasını tanımıyor. Uyuşturucu mafyası ile mücadeleyi ve bu maddenin kokain haline dönüştürülmesi ile savaşı en ciddi şekilde sürdürmeye devam etmeyi taahhüt etse bile ülkesinde koka yetiştirilmesini bu maddenin çeşitli şekillerde sanayi haline getirilmesini destekleyecektir. Böyle olunca da ABD’nin uyuşturucu mücadelesi bahanesi ile ülkeye kurduğu üstler ve Amerikan askeri okulu kapatılır. IMF ile bağlar koparılır. Yeni stand-by anlaşmazı imzalanmaz. Bir numaralı uluslararası finans kuramımdan böylece çıkılmış olur. Bolivya dünya finans kuramlarının baskı ve yaptırımlarından bir şekilde kurtulmuş olmaktadır.
Morales İktidarının
Halklara Sağladığı Kazanımlar
Bölge güçler dengesi içinde uluslararası planda emperyalist zeminden kaymasına karşılık Bolivya ülke genelinde yoksul halklarının yaşam koşullarım geliştirici birçok işler yapmıştır. Kısaca bunlara değinmekte yararlar vardır.
Yani şimdiye kadar işlenenlerin denetimi ulusal şirketin eline geçerken, üstünden alınan vergiler arttırıldı. Ancak var olan rezervler yani henüz işletilmeyenler millileşti- rilmiştir. Bundan sonra hiçbir şirkete satıla-
yol
mayacağı garantisi anayasa ile yasalaşmaktadır. Teneke madenleri ve demir yolları, telekomünikasyon şirketi millileştirildi. Elektrik şirketi ise yeniden millileştirilmeye çalışılıyor. Devlet memuru maaşlarına ufak bir zam yapıldı. Ancak öğretmen maaşları artırıldı: %10. Parlamenter maaşları %50 düşürüldü. Ulusal değer olarak kabul edilen yaşlılar eğer 60 yaşın üstünde iseler e- mekli maaşı almaya hak kazandılar. Şimdi 676 bin insan 200 Bolivar aylık alıyor.
Genelde Latin Amerika ülkelerinde eğitim, yani okula gitmek bir ayrıcalıktır. Yeni liberal politikaların ilk uygulandığı ülkeler olarak bedava eğitimin devlet sorumluluğundan çıkarılması burada korkunç bir o- laydır. Veliler çocuklarını herhangi bir okula kaydedebilmek için yetkililere kul köle olurlar. Rüşvetler verirler. Morales eğitim seferberliği başlattı. Küba’dan gelen öğretmenler yepyeni bir yöntem ile okuma yazma seferberliği başlattılar. Ama öğrencilerin okula gelmek için maddi sıkıntıları var. Defter kalem almaları hatta karınlarım doyurmaları bir sorun. O nedenle çeşitli önemler almak zorunda kalındı. Bunlardan biri belki de dünya da ilk olarak yaşanıyor. Her okul yaşındaki çocuğa, aynı emeklilik maaşı gibi eğitim araç gereci almaları için aylık para verilmeye başlandı. Morales “sıfır kötü beslenme” kampanyası başlattı. Bundan yaşlılar, çocuklar ve yoksullar faydalanacak. Okullarda her çocuğa günde en az 250 gram süt içirilecek. Yakın zamanda bunu 500 grama çıkartmayı hedefliyorlar. Proteince zengin ülke meyvesi quinoa ve portakaldan yoğurt yapan sanayi tesisleri kurulacak.
Sağlık sorununa gelince, durumu anlatmaya sanırız gerek yoktur. Morales döneminde 2. dereceden (yani tam teşekküllü olmayan) 40 hastane açıldı. Ayrıca 11 göz
sağlık merkezi kuruldu. 150 bin insana bedava göz ameliyatı yapıldı. 380 bin sel kurbanı tedavi edildi. Gene söylemeye gerek yok, bu hizmet Küba’dan gelen 2000 doktor yardımı ile veriliyor. Sağlık bedava ilan edildi.
Morales hükümeti 2007 yılında sosyal ve sağlık konularına yaptığı katkılar nedeniyle İtalya’daki bir araştırma kurumundan özel ödül aldı.
Kadın hakları, onlara uygulanan şiddetle mücadele anayasa maddesi ile garanti altına almıyor. Kabinede 5 kadın var. Morales kadınların sosyal ve ekonomik konulara daha duyarlı olmaları nedeniyle bu işleri daha i- yi yaptıkları düşüncesinde.
Bir toprak reformu yasalaştı ama uygulamasında büyük başarı sağlandığı söylenemez. Özel mülkiyet yasası temel engel olarak duruyor. Ufak bir başarı sağlandı. A- ma bu konuda asıl referandum sonrası radikal adımlar atılmaya başlanabilecek.
Bütün bu başarıların matematiksel dökümünü söyle özetlemek mümkündür. Ülke Morales döneminde büyümesini %4,2 olarak sürdürdü. Kişi başına gelir 1.100 dolar. Bizim ülkemizden yüksek ama yoksul halkların durumu daha kötü. Demek ki gelir dağılım adaletsizliği korkunç. Morales bunu biraz değiştirebildi. Bolivya bütçesi fazlalık veriyor yani ithalatı bizim gibi ihracatından fazla değil.
Morales döneminde kamu yatırımları yapılmış. Zaten Morales ülkenin acilen sanayileşmesi gerektiğini söylüyor. 2005 yılında 500 milyon olan yatırım 2007 yılında 1,3 milyar olarak gerçekleşmiş.
m )
Yaz Ayları veGeri Çağırma Referandumu
AyşeTanse- |
Bolivya lideri Evo Morales ve başbakanı Garcia Linera’nm başına gelenlerin pişmiş tavuğun
başına gelmediğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Yerli halkların ilkel kabile döneminden gelen henüz bozulmamış ahlaki gelenekleri ile iktidar olmaya çalışan Morales’in karşısında, birkaç yüzyıllık iktidar deneyimli ve orada kalma hileleriyle kaşarlanmış Bolivya beyaz finans-kapital kurdu var. Morales finans kapitalin faşistliği karşısında demokratik; kurnazlığı, he- saplılığı ve bin bir hilesi karşısında saf, temiz, dürüst davranmaya çalışıyor. Ayrıca yerli halkların yüzyıllardır birikmiş ezikliği de cabası. Böyle bir dövüş vermenin doğruluğu yanlışlığı bir yana Bolivya’da çetin bir ikili iktidar mücadelesi yaşanıyor. Yaşananlar günümüzde yükselen ikili iktidar koşullarına ışık tutacak yığınla ders taşıyor. Bir avuç finans kapital, oldukça iyi örgütlü bir halk karşısında insana parmak ısırtacak bir mücadele veriyorlar. Yıllardır birikmiş deneylerini, gerçek yüzlerini maskelemede kullanıyorlar. Halkın iktidar olmasının önüne binlerce zorluk çıkarabiliyorlar.
Mayıs ayında ayrılıkçı eyaletlerin başı o- lan Santa Cruz, diğer eyalet valilerini de örgütledi. Bir eyalette acil vali seçimi
yapılma durumunda kalındı ve Morales karşıtı aday seçimleri kazanınca, ayrılıkçı sayısı 5 eyalete çıktı. Hepsi teker teker ayrılma kararını eyaletlerinde halkoyuna sundular. Birçok vaat ile halkı kandırmaya çalıştılar. Ayrılınca neler neler yapacaklarını ballandıra ballandıra anlattılar. Herkesin cebinin dola- cağını söylediler. Bunlara inanmayan kişiler de tahmin edilebileceği gibi baskı altına alındılar. Faşist gençler bu insanları dövdüler, gözdağı verdiler. Oylama sırasında sandıklar yakıldı, oy pusulaları kayboldu, kimilerine oy kullandırılmadı. Kent merkezlerinde sesini duyurmaya çalışan Morales yanlılarına saldırıldı vs. vs.
Morales, eyaletlerin ayrılma referandumunu yasadışı ilan etti. “Geçerliliği olmayacak” dedi ve taraftarlarına boykot önerdi. Çoğu eyalette boykot oyu ve hayır oyunun toplamı evet oylarından fazla çıkmasına rağmen, “ayrılma isteği halk tarafından kabul edildi” denildi. Bıı 5 eyalet, halk çoğunluğunun ayrılığı istediği varsayımı ile hareket etmeye başladılar.
Her ne kadar çıktıkları yol aynı olsa bile, ayrılıkçı eyaletlerin her biri ayrı tür ayrılık, yani merkezden farklı farklı kopmayı düşünüyor. Referandumda sordukları ve ö- nerilenlerin hepsi farklıdır.
yol
Morales’in, ayrılıkçı eyaletlerin ayrılık referandumuna karşı önerdiği geri çağırılırla referandumu ise 10 Ağustos’ta yapılacaktı. O tarihe kadar ayrılıkçılar biıı bir fikir değiştirdiler. Geri çağırma referandumu aslında onların önerişiydi. Halkın, Mo- rales politikalarını istemediğini savunuyorlardı. Morales’e referandum yap gör demek istediler. Morales de kurnaz bir şekilde “tamam, birlikte halka gidiyoruz. Siz de kendi politikalarınızın sonucunu göreceksiniz. Vali olurken aldığınız oyu alamazsanız gideceksiniz. Ben de almazsam gideceğim” dedi. Ayrılıkçılar işin içine kendi koltukları girince karar değiştirmeye kalktılar. Referandum sonuçlarını tanımayacaklarım açıkladılar. Seçim kuruluna baskı yaptılar. Sonra kabul etmeye karar verdiler. Propagandaya başladılar. Bir kısmı gene de sandıktan çıkan kararı tanımayacağını, uymayacağını açıkladı. Hep böyle git gel oldu.
Sonunda 10 Ağustos tarihinde geri çağırma oylaması 8 eyalette yapıldı. Bir eyaletteki vali bu karardan sonra seçildiği için katılmadı. Herkes aynı Morales ve başbakanı Linera gibi seçildiklerinden bir oy fazlasını almak zorundaydılar. Büyük bir yabancı gözlemci heyeti eşliğinde, genelde sakin bir referandum yaşandı.
Sonuçlar
Tahmin edildiği gibi Morales ve Garda Linera referandumdan zaferle çıktılar. Belki de büyük bir zafer demek yerinde olur. İktidara gelirken ülke seçmeninin %54’ü- nün oyunu almışlardı geri çağrılma oylamasında oran %68’e çıktı. Yani 2.5 yıllık iktidarları döneminde kendilerini destekleyenlerin sayısı %14 artmıştı. Halkın çoğunluğu Morales ve başbakanın uygulamalarından mem- nundu. Ayrıca u- nutmamak gerekir ki Bolivya basınının
%90’ı finans kapital güçlerin elindeydi. Onların günlük beyin yıkamalarına rağmen böyle bir başarı kazandılar.
Moralesçi olan eyaletlerde destek rakamı 2005 seçimlerindeki oranının üstündedir. La Paz’da % 67’den % 83’e, Urura’da %63’den %83’e, Potasi’de %58’den % 78'e çıkmıştır. Bu eyaletlerde Morales iyice güçlenmiştir. Halkın desteği artmıştır.
EM-GL hükümeti (Evo Morales ve başbakanı Garcia Linera’nm isimlerinin baş harflerinden) ayrılıkçı eyaletlerde de oylarını arttırdı. Ayrılıkçı Tarya eyaletinde oylarını %32’den %50’ye, Beni’de %17’den %42’ye Pando’da % 21 ’den %53’e, ayrılıkçılığın elebaşı olan Santa Cruz’da ise %33’den %38’e çıkardılar. Bu oranlar, görüldüğü gibi Morales’in ülke genelinde aldığı %54’ün altındadır. Yani Morales desteğini aslında buralarda kendi taraftarı eyaletlerdekinden daha çok arttırmıştır ama 2005’de %54 olan ülke ortalamasının altında kalmıştır. Oysa bu eyalet rakamları ayrılıkçı eyalet valilerinin durumlarını koruduğunu gösterdi. İki tane Morales karşıtı vali kaybetti. Başkent La Paz valisi sosyal demokrat partiliydi. O gitti. Morales’in doğduğu ve şimdiki konumuna yükseldiği eyalet olan Cochambamba da Moralesçile- rin oldu.
Referandum sonuçta ülkedeki ikili ikti-
1J3)
Yaz Ayları ve Geri Çağım a Referandumu
dar durumunu çözmeye yönelikti. Hesaplara göre EM-GL kazanırsa ayrılıkçılar seslerini kesecekler, emellerinden vazgeçecekler ve ülke parçalı halinden birleşik çıkacaktı. Öyle olmadı. Ayrılıkçılar e- yalet- lerinde Morales’in oylarını arttırmış olmasına aldırmadan kendi politikalarını galip ilan ettiler. Geri çağırma referandumunu politikalarının yasallaşması olarak değerlendirdiler. Yani ülkede ikili iktidar tescilicnmiş oldu, hatları daha belirlendi, sanki resmileşti. Olumsuz oldu.
Morales, referandum sonuçlarının belli olmasından sonra yaptığı konuşmada yapısal değişikliğe devanı edeceklerini yani an- ti-ııeoliberal politikalar çerçevesinde yeni millileştirmeler yapacaklarım, sosyal ve e- konomik alanda devleti güçlendireceklerini, sosyal programlan genişleteceklerini açıkladı. Yerli lider güç kazanmış, yürüttüğü politikalara güveni artmıştı, daha kararlı bir şekilde yola devam edilecekti.
Ama karşıda ayrılıkçılar duruyordu. Eskisinden daha büyük bir şekilde politikaları belirlenmiş, saldırıya hazırlanıyorlardı. Referandum düşünüldüğü gibi onları sindirmemiş, aksine daha katı ve kararlı hale getirmişti. Ne yapılmalıydı? İkili iktidar koşullarına devam edilecekti.
Morales gene uzlaşma önerdi ve hepsini La Paz’a çağırdı. Toplantı iki tarafın da birbirini taviz vermemekle suçlaması açıklamaları ile yarıda kesildi. Ayrılıkçı valiler hemen geri döndüler ve eyaletlerindeki halkı 19 Ağustos’da gene! grev yapmaya çağırdılar. İşi yokuşa sürüyorlardı. Direnmeye niyetliydiler. Çatışmalar daha da artacaktı. Bıçaklar daha da bilenerek çekildi.
Sosyal Hareketlerin Kararı
Morales’i yumuşaklıkla suçlayanlar, ar
tık saldırması gerektiğini savundular. Yumuşak politikalarla bir yere varılmadığı gibi, bu karşı tarafı^daha da güçlendiriyordu. Madem taban artmıştı, vuruş sertleşmeliy- di. Morales, Değişiklik İçin Ulusal Koalisyonu (CONALCAM İspanyolca harfleriyle) toplantıya çağırdı. Bolivya Birleşik Köylü İşçiler Konfederasyonu, Bolivya Yerli Halklar Konfederasyonu, Kooperatif Madencileri Ulusal Konfederasyonu, El Alto Mahalle Konseyleri Federasyonu, QullasuyuTu Ayllus ve Markas Ulusal Konseyi, Bolivya Köylü Kadınlar Ulusal Federasyonu ve Küçük ve Micra İşyerleri Ulusal Konfederasyonu temsilcileri 22-23 Ağustos tarihinde bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda Değişim İçin Ulusal Koalisyon:
“ 1. Devlet Başkanı Evo Morales Ayma yönetimindeki demokratik vc kültürel devlimin ve Bolivya’nın bütünlüğünün ulusal, eyaletse!, belediyesel ve komünal düzeyde sağlamlaştırılması ve derinleştirilmesi için sürekli eylemliliğin arttırılmasına”
“2. Devletin yeni Politik Anayasasının kabulü ile Bolivya’nın yeniden kuruluşunun garanti edilmesi için Başkan’m çıkaracağı kararla referanduma gidilmesi ve bununla birlikte vali yardımcıları, eyalet konseyleri ve geri çağırılan valilerin yerine seçimlerin yapılmasına”
“3. Başkan kararnamesi yoluyla, doğal
yol
gaz ve petrolden alman tüm vergilerden elde edilen ekonomik kaynakların insan kalkınmışlığı ve yerleşik nüfus yoğunluğuna göre yeniden dağıtılmasına”
“4. Demokratik ve Kültürel Devrim ve Bolivya bütünlüğünü sağlamak için diyalog ve görüşmeler yapılmasına”
“5. Bolivya’nın bütünlüğünü garanti altına almak ve yeni Devlet Politik Anayasasının kabulünü sağlamak için tüm ulusal, bölgesel, belediyesel ve komünal örgütlenmelerin değişiklik için bölgesel koalisyonlar kuracak şekilde kendilerini örgütlenmelerini sağlamaya yönlendirilmesine” karar verdi. (Bolivian Social Movements Resolve: “Bolivya’nin birliği ve Demokratik ve Kültürel Devrimin sağlamlaştırılıp derinleştirilmesi için sürekli eylemlilik”
(www.boliviaresing.blogspot.com)
Halk ve sivil örgütlenmeler; yeni yazılan anayasanın referandumunun yapılması, ülke bütünlüğünün garanti altına alınması ve doğal kaynaklardan alman vergilerin nüfus yoğunluğuna göre yapılması için Mora- les’i kararlar çıkartmaya çağırdılar. Kendileri de bu politikaların hayata geçirilmesi için sürekli olarak sokaklara dökülmeye, seslerini yükseltmeye karar verdiklerini açıkladılar ve bu uğurda örgütlenmeyi arttıracakları kararını imzaladılar. Yani Mora- lesçiler şimdiye kadar yürütülen politikaların devam etmesi için desteğe hazırdılar.
Yukarıda yazdığımız gibi ayrılıkçılarla geri çağırma referandumu öncesinde yapılan anlaşmada, meclisin kabul ettiği anayasa taslağının halk oylamasına sunulmadan önce tekrar gözden geçirilmesi kararlaştırılmıştı. Ama ayrılıkçılar oylama sonrasında böyle bir yeniden değiştirme
anlaşmasını bile dikkate almayınca, halk örgütlenmeleri de anayasanın meclisten geçtiği şekliyle halka sunulmasını Mora- les’e önerdiler.
Referandum Sonrası Karışıklıklar
M orales’le yapılan toplantıdan ayrılan ayrılıkçı eyalet elebaşı Santa Cruz valisi Ruben Costas basın mensuplarının karşısına geçip M orales’in eyalete gelmemesini söyledi. Bir vali, devlet başkanmı eyalet topraklarından kovma cesaretini gösterdi. “İsten- meyen vatandaş” muamelesine 2 e- yalet daha katıldı. Morales’e şahsında hakaretler etmeye başladılar. Merkezi hükümete karşı başkaldırı tam gaz yol aldı.
Santa Cniz eyaletinin başkenti Sucre hava limanında Morales’in ineceği sırada faşist gençlik örgütü mensubu olan iki kişi suikast aletleri ile yakalandılar. Havalı tüfekler, dürbünler ve patlayıcılarla belli ki Morales’i öldüreceklerdi. Yakalanıp tutuklandılar. İş belki bu noktaya kadar anlaşılabilir. Ancak %100 suçlu oldukları ortada iken ertesi gün serbest bırakıldılar. Utanma- salar bu kişileri kahraman ilan edip madalya takabilirlerdi. İçerideki savaş bu kadar yükseldi.
Referandum öncesinde hava limanları sanki gerici, faşist öğrencilerin mekânı oldu. Venezuela başkanı H. Chaves ve Arjantin devlet başkanı C. Kirschner’in Bolivya’da bir açılış törenine katılmalarını gene hava limanını işgal ederek engellediler. Hatta Morales, Brezilya gezisinden ülke hava limanına inemedi. Brezilya sınırında askeri bir uçak ve trenle başkent La Paz’a dönebildi. Mark Weisbrot’un dediği gibi ayrılıkçılar sanki “kurtarılmış a- lanlar” yaratıyorlardı. Onların kurtarılmış alanları da işte havaalanları oluyor!
Halk örgütlenmelerinden onay aldıktan
Î15J
Yaz Ayları ve Geri Çağırma Referandumu
sonra EM-GL hükümeti çıkardığı kararname ile anayasa referandumunu 7 Aralık tarihinde yapma kararı aldı. Hemen arkasından ayrılıkçı eyaletler eyaletlerinde oylama yaptırmayacaklarını, çünkü bu anayasanın yasal olmadığını açıkladılar. Mora- les, kolluk kuvvetlerini devreye sokacağını açıklayarak artık sertleşeceği sinyalleri verdi. Ülkede gerilim daha da arttı. Ayrılıkçılar anayasa taslağının yasadışı olduğuyla ilgili olarak Ulusal Seçim Mahkemesi'ne dava açtılar. Yeni bir sürece daha girildi.
Faşist gençlik örgütü eylemlerini çeşitli boyutlarda arttırdı. Morales yanlısı yaşlı ve çocukları buldukları yerlerde dövmeyi, evlerini yakmayı arttırdılar. Olaylar yükseldi. Devlet dairelerini işgal etmeye başladılar. Vergi dairesi, tarım ürünleri denetim dairesi, son olarak da yeni millileştirilen telefon şirketi yönetim merkezini bastılar. Bina ve malzemeleri tahrip etmenin dışında var o- lan paralara da el koydular. Morales polisi devreye sokmakla tehdit etti. Faşist gençler bu kez bir karakolu bastılar. Polisle çatıştılar, birkaç polis memuru yaralandı. Santa Cruz ve ulusal polis şefini rehin aldılar. 48 saat süren olay sonucunda polis şefi istifa etti. Santa Cruz Valisi, polis şefinin görevini üstlendiğini ilan etti. Yani Mora- les’e “sana bağlı, bize karşı kullanabileceğin polis yok” demek istiyorlar. Polisler parçalanmaya, güçten düşürülmeye, etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Morales saldırmadan, onun saldırı gücü azaltılmaya, yok edilmeye, eli bağlanmaya çalışılıyor.
Santa Cruz valisi ve yandaşı bir avuç la- tifunda ağası olayları daha da tırmandırma niyetindeler. Referandum öncesi başlattıkları yapay gıda malları kıtlığı yaratma eylemlerini sürdürüyorlar. Moralcsçi olan eyaletlere, yani Batı’ya et vermeme kararı aldılar. Yollara barikatlar kurarak et nakli
yatını engellemeye başladılar. Ancak Batı yerel halk örgütlenmeleri halkı var olan etleri de almama çağrısı yapınca bu eylem kendi ayağına sıkılan kurşun işlevini gördü. Et almama boykotu başladı. Etler satıcıların elinde kaldı. Orta burjuva güçlerinin huzuru kaçtı.
Ayrılıkçılar, doğal gaz tesislerini işgal e- deceklerini ve böylece dağıtımı denetimlerine alacaklarını açıkladılar. Arjantin ve Brezilya’ya verilen doğal gaz kesilecekti. Yani iki dış ülke kendilerine muhtaç edilecek, olay uluslararası seviyeye taşınacaktı. Morales tesislere asker yerleştirmek zorunda kaldı. Bu kez faşist gençlik örgütü üyeleri doğal gaz borularıyla taşımayı engellemeye çalıştı. Ordu elinden geldiğince bunları korumaya çalışıyor.
Madem Ordu Morales’den yana tavır a- lıyor, öyleyse o da cezalandırılmalıdır. 5 Eylül’de, Bolivya Hava Kuvvetleri uçağını ayrılıkçı Beni eyaletinde ele geçirdiler. Yakmaya kalktılar. İçindeki 3 askeri rehin aldılar. Beni Ordu Komutam’nm eyaleti terk etmemesi durumunda rehin askerleri öldüreceklerini açıkladılar. Ordu Komutanı pazarlığı kabul etmeyerek “Beni halkını korumaya devam edeceğim.” yanıtını verdi. Orduya gözdağı vererek, Morales’in yanından uzaklaştırmaya, tarafsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Morales’in kendi halkından saydığı bu insanlara sonuna kadar zor kullanmaktan yana olmadığı anlaşılıyor. Ancak eylemler bir şekilde cezalandırılmalı, karşı tarafa haddi bildirilmelidir. Morales devlet dairelerine yapılan tahribatın, eyalete ödenen doğal gaz vergi paralarından kesileceğini a- çıldadı. Belki böyle maddi cezalar zaten para peşinde koşanları daha çekingen yapabilir.
Ayrılıkçıların şiddetinin en yoğun oldu-
yol
ğıı, asıl olayların yaşandığı eyalet Santa Cruz. Tarija ve Beni eyaletlerinde de olaylar çıkabiliyor. Ancak hepsi aynı şiddetle Morales’e karşı çıkmıyorlar. Bu eyaletler geri çağırma referandumunda Moralesçi tabanın kabardığını ve aslında çok güçlü bir taban üzerinde durmadıklarının bilincinde olmalıdırlar.
1 Eylül tarihinde ayrılıkçı eyaletler siyasi sayılabilecek bir “zafer” kazandılar. Ulusal Seçim Mahkemes, ayrılıkçıların anayasa referandumunun geçersiz kabul e- dilmesi kararını inceledi ve onların lehinde karar verdi. Yani hükümetin aldığı 7 Ara- lık’ta yeni Anayasanın halkoyuna sunulması kararının önüne yasal bir engel konulmuş oldu.
Bilindiği gibi Morales hükümeti seçimlerle geldi. Yani tüm devlet dairelerini yıkan, yeni bir yapılanma kuran bir devrim yaşanmadı. Onun için çoğu kurum henüz gericiliğin elinde. Zaman zaman Morales karşıtı kararlar çıkarıyorlar. M orales’in mecliste çoğunluğu var ama parlamentoda yok. Ulusal Seçim Mahkemesi’ııin kararına karşı, Morales ve yandaşı halk örgütlenmeleri yeni anayasanın kabul edilmesi için harekete geçeceklerini açıkladılar. 15 Eylül’den itibaren eylemlere başlayacaklar. İlk önce ülkenin ücra köşelerinden La Paz merkeze uzun bir yürüyüş yapılacak. Yürüyüş kolu parlamento binasının önünde kamp kuracak ve hükümeti anayasayı halka sunmaya zorlayacak. Öte yandan yürürlükteki anayasaya göre 150 bin imza toplandığı taktirde, halk kararı mecliste tekrar konuşulmak zorunda. Onlar da imza toplayarak, hazırlanan anayasanın kabulü doğrultusunda meclisi zorlayacaklar. Yani artık olaylar daha da yükselecektir. Belki de tek farkla: iktidar ve yanlıları ellerinden geldiği kadar barışçıl, ülke bütünlüğünü koruyan
eylem modelleri seçerken ayrılıkçılar tamamen şiddet yanlısı ve hükümeti hükümet olmadan engelleyen eylemler yapacaklardır.
Fakat bir şey hatırlatmak yerinde olabilir. Bolivya yerli halkları yıllardır savaş yaşıyorlar. 2001 den 2005’e kadar Su ve Gaz savaşları yaptılar. Karşılarında 3 tane devlet başkanı devirdiler. Orduyu kurşun sıkamaz duruma soktular. Şimdi iktidardalar. Daha temkinli davranıyorlar. Ancak ayrılıkçılar zorun dozunu arttırırlarsa yerli halklar yanıtını vermeyi bilecektir, Asıl korkulan da zaten bir iç savaşa girilmesi. Fakat sanki bu korku ayrılıkçılar tarafından sömürülüyor durumuna geliniyor.
Ayrılıkçıların
H uzursuzluk Nedenleri
Ayrılıkçıların doğal kaynaklardan elde e- dilen gelirlerin paylaşımına, toprak reformuna ve anayasa taslağına karşı olmalarının altında yatan neden, yeni liberal politikaların değişmesine karşı oluşlarıdır. Yeni anayasa bu politikaların devleti getirdiği son işlevsiz durumu değiştirecektir. Ayrılıkçı eyaletler gizli gizli halk karşıtı politikalarında direniyorlar. Ancak onun ötesinde savundukları, ortak bir zeminde dövüş verebilecekleri yeni bir politikaları yoktur. Yani yeni liberal politikalardan başka ufukları yoktur.
EM-GL hükümeti ise devleti güçlendirmek, devlet kaynaklarını halk mutluluğu i- çin dağıtmak ister. 2,5 yıldır uyguladıkları ekonomi politikalar bu yeniliği yansıtır.
Hükümet başkanı Garcia Linera yapılanlara şöyle açıklama getiriyor: “ ... zaman zaman dikkat edilmese bile ülkenin ekonomik yapısındaki değişimler politik değişiminden çok daha hızlı yaşanmaktadır.” (Boli- via: Two years of ‘post-neoliberal”
UD
Yaz Ayları ve Geri Çağırma Referandumu
Indigenous Nationalism—a Balance Sheet. Bolpress Editorial Board, çeviren: international Journal of Socialist Renewal için Sean Seymour Jones.) Yani politik sahnede gördüğümüz çalkantıların altında bir ekonomik temel vardır. Belki politik olarak bir ilerleme görülmüyor ama altında önemli e- konomik değişiklikler yaşanmaktadır. Onlar daha hızlı gelişmektedir.
Ülke ekonomisinin dört ana merkezi petrol şirketleri, tarım şirketleri, orta ve büyük çaplı madencilik ile bankalardı. Bunlar ülkede üretilen hemen hemen tüm zenginliklerin sahibiydiler. “Şimdi iktidarın yeni çekirdeği mikro, küçük ve orta işletmeler, özel, mahalle, kent ve kır üretim güçleri i- le devlettir. Bunlar ulusal kalkınma ve temel iş alanı yaratmanın temel gözeticileridir.” diyor Garcia Linera.
“... Dış petrol şirketleri Bolivya ekonomisinin en önemli etkin guruplarıydı. Gaz ve petrol rezervlerinin, kulelerinin, çıkartma pompalama tesislerinin sahibi idiler. Ayrıca çıkarımını, pazarlanmasmı ve ihracat fiyatlarım denetlerlerdi. Bu petrol gücünün etrafında, özellikle Santa Cruz ve Tarıja’lı aracılar ve taşeron firmalar ve tüccarların bölgesel aracılar ağı vardı.”
“Bu petrol gurubu 3058 sayılı yasa ile
‘tahtından indirildi’ (hisseleri satın alma yolu ile millileştirildi) ve tüm gaz üretim a- ğı (ticareti, taşıması, rafine edilmesi ve fiyat belirlemesi) tüm Bolivya halkının malı oldu. Petrol hisselerinden devletin aldığı pay %27’den %72-75’lere çıktı ve geliri 500 milyondan 2000 milyon dolara yükseldi.”
“Petrol şirketleri araştırma kuleleri ve tüm malzemelerin sahibiydiler, gelirleri 1000- 1300 milyon dolardan 400-500 milyona düştü. Petrol şirketlerinin sülüğü olarak yaşayan Santa Curz ve Tarija'daki taşeronlar ve aracıların artık emecekleri bir yer kalmadı. Artık kar edecek bir kanalları yok.” (ay)
Yani petrol ve gaz şirketlerinin mal varlıklarına dokunulmadı ama bazı hisseleri a- lındı. Faaliyetlerine kısıtlamalar getirildi. Yasal konumlan değişti. Ama onların sırtından geçinen, onlara yapışmış olan Bolivya beyazlan ve şimdiki ayrılıkçılar yeni uygulama ile bu avantajlarını yitirmiş oldular. Çırpmıyorlar. Anayasaya karşı olma, ayrılma şiarlarının altında bu kayıplarını telafi etme telaşı vardır.
Aynı olay ekonominin ikinci gücü tarım sektöründe de yaşanmaktadır. Yazı bu konuyla devam ediyor:
"... Şiarı ‘ihraç et yoksa ö l’ olan neoliberal devlet, iç pazara yönelik mal üreten orta ve küçük üreticiyi unutarak tek bir kır aktörüne, büyük ihracat yapan tarım işine büyük yatırımlar yaparak tek bir ürünü güçlendirmek için büyük paralar yatırdı.”
“Neoliberalizm tarım sektörünü yürekler acısı durumda bıraktı, yatırım yapmayarak büyük bir adaletsizlik yarattı. Sürülebilir toprağın % 90’ı 50-60 ailenin elinde toplanarak 600 bin aile ülke topraklarının % 10 u ile yetinmek zorunda kaldı.
yol
Tüm finans sisteminin kredi miktarının % 90’nı ülke şirketlerinin %7 ya da %8’inin elindedir yani ekonomik birimlerin % 90’a- m kredilerin % 9-10’u ile yetinmek zorundadır.” (ay)
Garcia Linera’nın çizdiği tablo üç aşağı beş yukarı neoliberal politika yürüten tüm ülkelere uymakta. Zaten yaşadığımız gıda fiyatlarındaki artış nedeni bu değil mi? İhracat diye diye birkaç ürünle ülkenin tüm ekilebilir alanları işgal edilir, küçük üretici tarlasından yoksulluğun içine atılır, aç bırakılır.
Bolivya’da bu tablo sonucu ayrılıkçı e- yaletlerde soya, şeker kamışı, mısır ve pirinç üretimi artar ve üreten tarım sektörü ülkenin 2. büyüğü haline gelir. Bunlar dış tarım şirketleri ile kaynaşırlar.
Devlet “tarımı destekler” , yani bu iri kıyım toprak ağalarına yılda 150 milyon doları destek olarak verir. Morales hükümeti ile toplanan bu gruplar gene devletten bu 150 milyon dolar istediler. Ama Morales bunlara beş kuruş vermeyeceğini açıklayınca çok öfkelendiler. Neoliberal politikalar çerçevesinde aldıkları paralardan oldular.
EM-GL hükümeti döneminde kalkınma modeli değişir: devlet pazarı düzenleme ve denetleme görevini geri alır. Kendisi kırda bir üretici durumuna gelir.
“Devlet şimdi pazara müdahale ediyor. Her bir alanın ne kadar ürettiğini, her bir ü- reticinin ne kazandığını ve tüketici tarafından kendisine ne ödenmesi gerektiğini biliyor. Devlet “adil bir fiyat” -üretim maliyeti ve insanların alım güçlerine göre- belirledi çünkü büyük şirketlerin emek gücünün ucuz olduğu, dizel yakıt fiyatlarının sübvanse edildiği ve kırda vergi muafiyeti olan yerlerde uluslar arası fiyat istemek adil değildir.” (ay)
Ayrıca devlet kırda üretim yapmaya başlar. Küçük ve orta ölçekli pirinç, buğday, mısır ve soya üreticisini destekler. Elbette büyük tarım şirketlerinin Morales hükümetini karşılarına almalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Ülkenin üçüncü büyük sektörü madencilik alanında da buna benzer şeyler yaşanır. Garcia Linera bu alanda yaşanan iki önemli değişikliği şöyle özetliyor:
“Birincisi Batı ve Santa Curz bölgesel güç olmaktan çıktılar.” (La Paz ve Oruro- Potası alanları daha üretken hale gelir orada daha çok gümüş madeni bulunur.) “İkinci olarak Huanunı ve Vinto (şirketi, bn.) ile devletin maden sektörüne girmesidir.” Devlet madenleri özel sektöre rakip o- larak çıkmaktadır. Önümüzdeki yıllarda yeni projeler ile devletin bu görevi artacaktır. (ay)
“2005 yılma kadar maden karlarının % 20’si devletin, % 80’i özel sektöründü. Yeni yasa ve vergilerin artması ile şimdi devlet karların % 55’ini, özel sektör % 45’ini alıyor.” (ay)
Yani madencilik alanında da özel sektör gücünü kaybetmektedir.
Bütün bu alıntıları toparlarsak, neoliberal politikalar ile ekonomiden eli ayağı çekilen devlet şimdi ekonomiye tekrar giriyor. Hem özel sektörün payını ve karlarını azaltmakta hem de onun karşısına bir işveren olarak çıkmakta. Özel sektör çeşitli alanlarda devlet ile rekabet etmek zorunda kalmaktadır. Ayrıca devlet ne olduğunu bildiği için bunları daha iyi denetlemekte, çeşitli kısıtlamalar getirmektedir. Halkın boğazına girecek tarım ürünlerinde fiyatlar belirleniyor. Fahiş fiyat dönemi bitmiştir. Bizim tabirimizle, devlet etrafında çöple- nenler artık çöplenemez olmaktadır. Eski
119)
Yaz Ayları ve Geri Çağırma Referandumu
yaptıkları işler de devlet güçleri tarafından yerine getirilmektedir. Bu politik alt üstlüğün kökeninde burjuva beyaz sınıfın maddi çıkarlarının elden gitmesi kavgası yaşanmakta.
Sol Eleştiriler
Morales hükümeti sağdan olduğu kadar sol güçler tarafından da eleştirilir. Sağın şiddet kullanması kadar olmasa bile, sol güçler de ses getirici eylemler yaparlar.
Yapılan eleştirilerin başında Morales’in iyi bir dövüş vermediği geliyor. Ayrılıkçıların maskesini iyi düşürememiştir. Onların eleştirilerinin arkasında yatan gerçekleri halklara iyi anlatamamıştır. Ayrılıkçılara göre Morales’in temsil ettiği yerli halklar iktidar olunca beyazları öldürecekler, onları ülkeden kaçmaya zorlayacaklardır. Yerliler cahil ve beceriksizdir. Dünya olaylarını ve ekonomiyi bilmezler. Onların iktidarı altında beyazlar ve ülke ezilecek gerileyecektir. Morales işte bu ırkçılık şiarlarının altında yatan sınıf ayrımını deşifre edememiştir. Sorunun zengin yoksul sorunu olduğu, halklara yeterince anlatılama- mıştır. Morales sorunun çarpıtılmasına karşı etkin bir politika yürütememiştir. Sol onu birinci olarak böyle eleştiriyor.
Sol eleştirilerin oturduğu diğer bir temel ise Morales’in muhaliflerine sert davranmamasıdır. Halk iktidarı zorunu, halkın kılıcını çekememiştir. İddiaya göre Morales sanki onlardan korkmuştur. İktidarının başında onları olduklarından çok abartmiştır. Bu da ayrılıkçıların kendilerine güvenini getirmiş ve örgütlenmelerine, silahlanmalarına yol açmıştır. Bu şekilde de eleştirilir.
Belki de bu eleştirilere uzaktan da olsa belirli ölçülerde hak vermek mümkündür. Belki gerçekten Morales sınıf gerçekliğini yeterince vurgulayamamış olabilir. Ancak
şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Irkçılık laflarının altında sınıf sorununun yattığım söyleyip zor kullanmak da başka bir açıdan onların ekmeğine yağ sürmek olacaktır. ‘Yerli halklardan korkulması gerektiğ i’ savlarını doğrular şekilde kullanılabilecektir. Yani Morales ne yapsa muhalefet mevzi alacaktır.
Bizce asıl önemlisi şudur. Morales acemilikler yapmış olabilir. Ancak şu çok ö- nemlidir. Yoksul halk sınıfları iktidara geldiklerinde acemilikler, sağ uçkunluklar, sol uçkunluklar yaşanabilir. Yüzlerce yılın burjuva iktidarları da acemilikler yapıyorlar. Bunları doğal karşılamak gerekir. Burjuvazi yıllardır edindiği deneyleri, acemilikler karşısında “başarılı” bir şekilde kullanabilir. Bolivya’da olduğu gibi güçlenebilirler. Bunlara karşı hazırlıklı olmalıdır. Halkı kazanmayı başarmalıdır. Geri çağırma referandumu sonucu aslında Morales politikalarının halk tarafından desteklendiğini gösteriyor. Yani taban azalmamış, artmıştır.
Halk iktidarı olduğunda, bize göre sol güçlerin kendi aralarındaki eleştiriler ve eylemlerin dozunu var olan ikili iktidarın gücüne göre iyi ayarlamaları gerekmektedir. Yapılan acemilikler karşısında yangına körükle gidilmemelidir. Halk iktidarını zayıflatıcı eylemler yapılmamalıdır. Bu genel olarak Latin Amerika’nın sola yönelmiş tüm iktidarlarında yaşanıyor. Eski sol anlayışla beslenmiş sol güçler, genel olarak halk iktidarına destek olacaklarına köstek olmaya başlıyorlar. Kanımızca buna çok dikkat edilmelidir. Örneğin Morales’e gericiliğin tüm gücü ile saldırdığı bir dönemde bir bölgedeki işçilerin greve çıkmaları
nihai hedef için zararlı olabilir.
Gericilik zaten Morales’in iktidar olama-
yol
dığmı kanıtlamaya çalışırken, maden işçilerinin “madenleri millileştir” diye grev yapmaları anlaşılır değildir. Gericilik halkı kendi saflarına katmak için zaten kan teri döküyor, bu tür olaylar da onlara malzeme olmaktadır. Sonra da polisle çatışmalar gibi eylemler halk iktidarının gücünü azaltıcıdır. Yani bir ülkede halk iktidarı varken, sol güçler eylemlerini gericiliğin durumunu göz önüne alarak yapmalıdırlar. Sanki iktidarda gericiler varmış gibi eylem yapılmamalıdır. Başka perspektifler göz önüne alınmalıdır. İktidarın yapabileceği acemiliklerin üstünde tepinmemelidir.
“Hükümet, sürekli olarak 2,006 yılındaki gibi ülkenin doğusundaki .topraksız köylülerin büyük topraklara el koyma ve işgal etme gibi eylemlerini ya da 2006 sonu ve 2007’de Cocahbamba’da Reyes Villa’ya karşı kentlerdeki protestoları ya engelledi ya da bu ayrılıkçı alanlara karşı çok kısıtlı bir biçimde hükümet aydınlarının uygun gördüğü çerçevedeki eylemlere izin verdi.” (Bolivya’nın Referandum Sonrası Yapıla- nışı: Jeffery R. Webber, boliviari-sing.blogspot.com) Morales halkın sokağa çıkmasını engellemiş olabilir. Belki o dönemde böyle eylemlilikler ¡Vlörales’in kazanmaya çalıştığı başka" kesimleri korkutucu hale gelebilirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki bu tür çalkantılı zamanlarda aşırı uçlara kaçmalar, provokasyonlar yaşanabilir. Böyle durumlarda bu tür gösteriler, iyi yönetilmediği durumda yarardan çok zarar verebilir. Örneğin bazı Moralesçiler gerçekten olmadık laflar edebilmektedir. Halk tabanında, yerli halk i- çinde şu beyazları şöyle ezelim böyle ezelim diye konuşulmadığını'düşünmek o- lası değildir. Halkın bu türden'ayarsız konuşmaları, karşı taraf tarafından megafonlarla tüm dünyaya duyurulmaktadır. Belki şimdi halk örgütlenmelerinin
güçlerini gösterme dönemi gelmiştir. Şimdi bu güçleri kullanmak daha yerinde olacaktır.
Son Gelişmeler
Olaylar Bolivya’da hızla gelişiyor. Bu yazı yazıldığı dönemde önemli bazı gelişmeler yaşandı. Eva Morales, ABD destekli bir suikast girişiminin ortaya çıkarıldığını açıkladı. Washington büyük elçisi ayrılıkçılarla buluştuğu için Bolivya’dan atıldı. Chaves Bolivya’yı desteklemek için ABD’ııin Caracas büyük elçisini attı, kendi Washington elçisini de geri çekti. Yeni hükümet iktidara gelinceye kadar ilişkileri kesti. Honduras Devlet Başkanı. ABD’nin yeni atanan konsolosunun güven mektubunu kabul etmedi. Ekvator ve Nikaragua bu gelişmeleri desteklediklerini açıkladılar. 15 Eylül günü Latin Amerika ülkeleri Arjantin’in daveti ile Bolivya sorununu görüşmek üzere bir zirve yapacaklar. Bölgede oluşan yeni gerilime karşı aralarındaki bağı arttırmaya çalışacaklar.
Solcu yazar ve Profesör Heinz Diet- rich’in yazdığına göre ABD, Bolivya’nın doğusunda bu ayrılıkçı eyaletlerle Kolombiya gibi gerici bir iiike yaratmaya çalışıyor. Latin Amerika’nın ortasında kendine her tarafa kolayca vurabileceği bir üs oluşturacak. Büyük plan budur. Arjantin, Brezilya, Paraguay ise böyle bir girişime karşı ayrılıkçılarla olan sınırlarım karantinaya aldıklarını söylüyorlar. Böylece çoktandır kurulmaya çalışılan bölgesel jeopolitik güvenlik yönetimi oluşumuna başlanmış oluyor.
Zirvede bu konunun daha derinlemesine konuşulacağına şüphe yoktur. Sonuçta ABD’nin girişimleri, Latin Amerika ülkelerini karşısında birleştirme sonucunu doğurabilir. Son zamanlarda olduğu gibi ABD’nin silahı elinde patlayabilir.
121}
Yaz Ayları ve Geri Çağırma Referandumu
Sonuç
Bolivya, ikili iktidar mücadelesi açısından çok canlı ve derslerle dolu bir ülke. Hem halk çok örgütlü hem de muhalefet çok keskin ve dişe diş bir dövüş veriyor. ABD de ayrılıkçı eyaletlerin arkasında onlara tam destek veriyor.
Morales’e 2,5 yıldır bir anayasa çıkarttırmadılar. Garcia Linera bu politik ağır çekim sahnenin arkasında hızlı bir ekonomik değişim yaşandığını söylüyor. Ekonomide devletin yeri giderek artıyor. Anayasa çıka- rılırsa devletçiliğin temelleri daha sağlam bir zemine oturtulmuş olacak. Artık bir daha geri dönülmez şekilde devlet eline alınacak. Yani gericiliğin yaşanan politik şovunun altında tutunduğu ekonomik dallar bir bir kopuyor. Elbette bu karşılıklı dövüş gelip bir yere dayanacaktır. Ya ülke parçalanacak, Latin Amerika’nın ortasında ABD destekli gerici bir ülke olacak ya da gerici eyaletler Morales’e boyun eğecekler. Böyle bir dönüm noktasına hızlı bir şekilde kayılıyor.
Bunları asıl belirleyecek olan halkların mücadelesi. Morales politikalarını destekleyen halk yığınları son referandumda ö- nemli bir şekilde arttı. Nüfusun yaklaşık %70’i destek vermektedir, önümüzdeki zorlu günlerde bakalım başa geçirdikleri liderlerinin iktidar mücadelesini aktif olarak nasıl destekleyecekler. EM-GL hükümeti, sosyalist halk iktidarının ancak onların aktif katılımı ile kurulacağını söylüyor. Şimdi ikili mücadele için bu aktif katılım günlerine çok büyük ihtiyaç vardır. Bu yaşanacakları göreceğiz.
Halkların mücadelesini belirleyen, önlerine koydukları mutluluk anlayışıdır. Bolivya yerlilerinin mutluluk anlayışını özetleyen bir paragrafla yazımızı bitirmek
istiyoruz. Gericilik karşısında böyle bir hedef halklara güç verecektir.
“Post-neoliberal yerli halk milliyetçiliği köylü mantığına dayanan yeni bir medeniyet ilkesi benimsiyor. Buna göre insanlar kendilerini yalnız çılgın bir tüketimle ya da çevre kirliliğine yol açan kör bir sanayileşmeyle mutlu hissetmezler. MAS’a göre iyi yaşamak ya da insanların kendilerini mutlu hissetmesi çok boyutludur: Maddi ve ruhani tatmin arasında bir uyum; zenginlik ve ihtiyaçların tatmin edilmesinin zorluğu ve sevgi, değer verme, sosyal tanınma, kendini sevme ve güvenmenin sembolik birikiminden oluşur.”
“Kısacası insanın kendini mutlu hissetmesi sadece maddi değil aynı zamanda sembolik, sosyal ve duygusaldır. İyi yaşamada en önemli unsur birey, kolektif ve çevre arasında bir harmoni olmasıdır. Mantık şudur: Ben, çevrem ve yaşadığım toplumun mutlu olduğu kadar mutlu olabilirim.” ( Bolivya:Post-Neoliberal Yerli Milliyetçiliği. ay)
Bolivya halkının mutluluk için mücadele yolu açık olsun. Kalbimiz onlarla beraber.
14.09.2008
Halk Örgütlenmeleri ve İsyan: Bolivya, El Alto’daki Mahalle Konseyleri
2004 Ağustos’unda La Paz’ı ziyaret e- denler klaksonsuz, egzozsuz ve trafik sıkışıklığı olmayan az rastlanır bir durum yaşadılar. Benzin fiyatlarına yapılan zammı protesto eden nakliye işçileri yollan kapattılar, kavşakları kendiliğinden futbol sahaları haline getirdiler, bciylcce yayalara gün doğdu. Kısa zamanda yollar doğal gazın millileştirilmesi için gösteri yapan binlerce yerli halktan insanla doldu. Geleneksel etekleri ve siyah şapkalarıyla yerli kadınlar temel mahalle ihtiyaçları (tüp gaz dâhil) ile Bolivya’nın doğal kaynaklarını sömüren çok uluslu şirketler arasındaki bağlantı üzerine inandırıcı konuşmalar yapmaya başladı.
Bu insanların yakındaki yerli halklar kenti El Alto’da sıradan halk örgütlenmesi FEJUVE’nin (Mahalle Konseyleri Federasyonu) bir kesimi olması, geleceğe yönelik planlamalar yapan benim gibi birine daha da çarpıcı geldi. Campesinos (tarım işçileri), koka yetiştiricileri, işçiler ve öğrenci guruplarının yaygın tabanlı sosyal hareketlere katıldığı 2003-2005 “Gaz Savaşları” çalkantılı günlerinde FEJUVE’nin oynadığı rol daha da belirleyici olmuş, iki yeni liberal hükümet devrilmiş ve sonucunda ilk yerli halklardan devlet başkanı Evo Mora- les iktidara gelmişti. FEJUVE, doğal gazın millileştirilmesi talebi etrafında kitleleri
Emily Achten-
harekete geçirmiş ve tüm ulusun kabul etmesinde etkin olmuştu. FEJUVE ve ittifak güçleri El Alto gaz depolama tesisini kuşatarak, La Paz’a giren yolları keserek ve yoğun sivil halk grevleri gerçekleştirerek hükümeti ve ekonomiyi felç eden uzun süreli bir yokluklar dönemi yarattılar. El Alto atmış yedi kurbanın çoğunu vererek büyük bir bedel ödedi.
Nasıl oluyor da temel mahalle ihtiyaçlarının dağıtımını talep eden sıradan bir kent halk örgütlenmesi yeni liberal politikalara karşı yürütülen halk ayaklanmasının temel gücü olabiliyordu? FEJUVE çevreyi örgütlemekten çok isyanı örgütler duruma mı gelmişti? Şimdi iktidarda olan MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) hükümeti ile ilişkilerinde FEJUVE hangi yeni sorunlarla karşı karşıyadır? Latin Amerika ve diğer yerlerde kent mahalle örgütlenmeleri, halk hareketleri ve hükümetler arasındaki ilişkileri anlamak geleceğe yönelik planlar yapanlar ve diğerleri için ilginçtir.
El Alto ve Yeni Liberal Kent
Linda Farthing, Juan Manuel Arbona ve Benjamin Kohl gibi Bolivya uzmanlarının belirttiğince La Paz/El Alto metropolü yeni liberal küresel kentlere dramatik bir örnektir. El Alto, Altiplano platolarının tepelerinden geleneksel, yerli halk göre-
123}
.Bolivya, El Alto’daki Mahalle Konseyleri
nekleri içinde yoğrulmuş kır göçmenlerinin yerleştiği yoksul bir kasaba olarak pazar güçleri ve ayrıcalıklı ünlü elitlerin yönettiği sömürge başkenti La Paz’ı neredeyse kuşatır.
El Alto, son yirmi yıldır devlet madenleri verimli olmadığı için kapatıldıkça ve u- cıız tarım ürünleri ithaline bir de kuraklık eklenip geleneksel köylü tarımı darbe yiyince Altiplano platolarından sürülen maden ve campesino kitleleri ile yeni liberal uygulamaların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. El Alto, 1950’lerde 1 1.000 nüfuslu bir köyden 1985 de bağımsız bir belediye oldu ve şimdi nüfusu 800 000’i geçmektedir. Latin Amerika da en hızlı büyüyen kenttir ve yakında La Paz nüfusunu geçecektir.
El Alto’ya 1985 yılından beri % 162 artan kayıt dışı ekonomi hâkimdir. Çalışan nüfusun yüzde yetmişi aile ya da mini işletmelerde çalışır. Birçok Alto’lu alt yapı tesislerinde çalışmak ya da küresel elit yaşam biçiminin sürdüriilebilmesine hizmet etmek için La Paz’a her gün kilometrelerce yol teper. Alto’luların büyük bir kısmı işportacılık yapar. Nüfusun yüzde atmışı 25 yaşın altındadır.
Bu nüfus patlaması El A lto’nun hem kendi sakinleri ve hem de çevre mahallelerinde yaşayanlarının temel hizmetlerini karşılama kapasiteni aştı. Toprak kullanımı ve kent yerleşim biçimi genelde düzensizdir. Kamu hizmetleri götüriilemeyen ya da okul kilise ve park gibi tesisleri olmayan yan yerleşim mekânları doğmuştur. Çoğu mahallede kaldırım, çöp toplama ve telefon hizmeti yoktur. Konutların çoğunda sıhhi tesisat, içilebilir su ve elektrik bulunmaz. Nüfusun yüzde yetmiş beşi temel sağlık bakımından yoksun olup yüzde kırkı okuma yazma bilmez.
FEJUVE: Halklar ÖrgütleniyorEl Alto’da ilk mahalle junta’lan (komi
teleri) 1957’de yeni kentleşmeye başlayan göçmen nüfusa temel hizmetler sağlamak amacı ile kuruldu sonra 1979’da FEJUVE olarak birleştiler.
Tarihsel olarak juntalar aşağıdaki birçok görevi üstlenip gerçekleştirdiler:
Kendi kendine yardım - Juntalar aracılığıyla eski madenciler ve campesinolar var olan maddi kaynaklarını (madencilerin e- meklilik fonları dâhil) ve teknik yeteneklerini toprak satın almak için birleştirdiler; okullar, parklar inşa ettiler, otobüs hizmeti, evlere su getirmek gibi temel hizmetler sağladılar. Böylece burada yaşayanlar çevrelerini ve mahallelerini kendi kendilerine inşa ettiler.
Denetim - Juntalar mahallelerde ev satıp almak gibi anlaşmaları düzenlediler. Mahalle anlaşmazlıklarında arabuluculuk yaptılar ve çevre adaletini sağladılar, (bunların içine halka sunulan hizmetlerden mahrum bırakmaktan linç edilmeye kadar çeşitli önlemler girer.) Birçok açıdan juntalar mahalle mikro-hükümetleri gibi çalı-
yol
şırlar ve genel olarak olmayan devletin yerini tutarlar.
Protestolar - Juntalann kendilerinin inşa edemedikleri veya veremedikleri hizmetleri belediye yetkililerinden talep etmek için mahalle sakinlerini harekete geçirmeleri artık çoktandır bir gelenek olmuştur. 2001 yılında El Alto Halk Üniversitesi ’nin kurulmasının baş mücadelecisi FEJUVE oldu, 2003’de FEJUVE belediyelerin bina ve inşaat vergisi almasına karşı başarılı bir direniş sergiledi. 2005’de FEJUVE özelleştirilmiş su şirketinin atılması kampanyasının baş mimarıydı. Bu rolüyle FEJUVE geleneksel politik parti olmadığı halde bu işlerden sorumlu tuttuğu devlet ile çevre sakinleri arasında aracılık yapmış olur.
Mahalle juntaları 1994 yılında çıkarılan Halk Katılım Yasası ile büyük ölçüde güçlendi. Bu yeni liberal demokratik reform i- le ulusal bütçenin %20 si belediyelere ayrıldı ve yerel konseylerin bütçe yapmaya ve planlamaya katılımı arttırıldı. Mahalle projelerine fon talebi ve dağıtımı FEJUVE’nin gücünü ve etkisini arttırdı.
Günümüzde El Alto’da 600’e yakın mahalle konseyi vardır. Bunlar kentin dokuz bölgesinde coğrafîk alan olarak örgütlüdürler ve FEJUVE olarak kent çapında birleşmişlerdir. Uruguaylı araştırmacı Raul Zibechi’ye göre mahalle düzeyinde en alt birliğin en az 200 üyesi olması gerekir. Seçilen yönetim komitesi düzenli olarak toplanır ve her ay ya da 15 günde bir genel mahalle meclisini toplar. Seçilen liderin o bölgede en az 2 yıldır oturuyor olması şarttır; tüccar, nakliye işçisi, mülk vurguncusu ya da politik parti lideri olamazlar; hainlik etmiş olanlar, diktatörle işbirliği yapmış o- lanlar da lider seçilemezler. Farthing ve Kohl mahalle junta yönetimlerinde kadınların %20-30 düzeyinde temsil edildikleri
ni ve bunun diğer çoğu halk örgütlenmelerinde görülenden daha yüksek bir oran olduğunu belirtiyorlar.
Ayrıca çok sıkı örgütlü olan El Alto kayıt dışı ekonomi işçilerinin ve küçük iş yeri sahiplerinin de belirli alanlara dayalı paralel örgütlenmeleri vardır. Antropolog Sian Lazar’m anlattığına göre Sokak İşportacıları Kurumu belirli bir sokak ya da pazarda satış yapan genellikle kadınlardan oluşan işportacıları temsil eder. İşporta tezgâhlarının kullanımını düzenler, bakımını sağlar, temizliğini gözler, uzlaşmazlıklara aracılık eder ve belediye ile ilişkilerde sözcülük yapar. Taksi ve otobüs sürücüleri sefer alanlarına göre örgütlüdürler; sendikaları otobüslerin kalkış saatini belirler, hangi semtlere sefer konulacağına karar verir ve işportacılar kurununum yaptığı gibi görevler üstlenir. Bu türden örgütlenmeler El Alto kentinin sendika federasyonunu o- luşturur ve kritik konularda FEJUVE ile ittifak yaparlar. Hem mahalle konseyleri hem de kayıt dışı ekonomideki benzer örgütler kırsal yerli çevrelerin (ayllu) geleneksel komün örgütlenmelerinin mekân, yapı ve örgüt ilkelerini örnek almışlardır. Ayrıca on yıllarca Bolivya militan işçi hareketine damgasını vuran radikal işçi sendikal geleneğini de taşırlar. El A lto’ya göç edenler, çok insafsız kent ortamında barı-
nabilmek için bu deneyleri geldikleri yerlerin özellikleri ile birleştirir ve burada yeniden canlandırarak ürettiler.
FEJUVE: İsyan ÖrgütlemekFEJUVE’nin mahalleleri düzenlemekten
ulusal kriz dönemlerinde yeni liberalizme karşı isyan örgütleme işlevine doğru evrim- leşebilme başarısının arkasında çeşitli etmenler vardır:
Stratejik konum- El Alto, Altiplano platolarının tepesinde öyle eşsiz bir şekilde konumlanmıştır ki La Paz’ı Bolivya’nın dört bir yanma bağlayan çoğu yolun çıkışım denetleyebilir. Yerli halkların La Paz’ı 1781 yılında kuşatmasıyla başlayan gelenek 1952 devrimi sırasında militan madencilerin La Paz kentine girişi ile devam eder ve El Alto sakinlerinin bu stratejik coğrafi konumu kullanmaları ile süreklileşir. Küresel ekonomi La Paz uluslararası havaalanını El Alto yakınına inşa ederek bu geleneği daha da güçlendirmiştir. Gaz savaşları sırasındaki örneğin yol kesmeler La Paz’ı etkin bir şekilde tüm dünyadan kopardı.
Otonom örgütlenme- El Alto mahalle jımtaları, devletten bağımsız mikro-hükü- metler ağı ile kendi kendine bir kent inşa etmiş oldular. Raul Ziberchi’ye göre kayıt dışı sektördeki patron-işçi ilişkisi yerine ü- retkenliğe ve aile bağlarına dayalı otonom emek örgütlenmeleri, vatandaşların kendi mahallelerini kendilerinin yönetip denetleyebilecekleri bir güç olabilecekleri duygusunu geliştirir.
Kolektif gelenekler ve deneyler- El Al- to’nun geleneksel kültürü mahalle juntala- rmın deneyleri ile güç kazanır, birçok kritik yöntemlerle sosyal direnç için alt yapı yaratır.
Kolektif kimlik- El Alto sakinleri kendilerini güçlü bir şekilde mahalleleri ile ta
...........Bolivya, El Alto’daki Mahalle Konseyleri....
nımlayıp yerele dayalı örgütlenmeleri kolektif eylemler için mantıklı bir araç yaparlar. Ancak bu mahallelerin yerleşim biçimi aynı zamanda Altoluların güçlü bağlarını sürdürdükleri kırsal ana orijinlerini yansıtır. (Lazar’a göre genellikle campoda (kırda) toprakları vardır ve oraya topraklarını işlemeye giderler.) Ulusal yerli dayanışmasını geliştirmede bu çok önemli bir etken olmuştur. Köylülerin kentleri kuşatmasının yol açtığı eylemlerde gıda kıtlığı başlayıp El Alto’da fiyatlar yükselince çoğu Altolu- lar tüketici olarak karşı karşıya kaldıkları ekonomik zorlukları campoda bağları ile çözüp onlarla kendilerini özdeşleştirdiler.
Katılım- El A lto’da çok sayıda üyenin kolektif örgütsel eylemliliğe katılması beklenir ve sağlanır. Gaz Savaşlarında görülen türden halk grevlerinde tüm dükkânlar, pazarlar, iş yerleri kapanır; kamu taşımacılığı durur; her gün binlerce kişi yürüyüş ve gösterilere katılır. Bu dayanışma eşsiz bir sosyal kaynaşma ve katılmamanın genel o- larak yasaklandığı eylemler (isterseniz buna çıkarların kaybedilmesi denebilir) eski ayllu günlerine dayanan girişimlerin ürünüdür. Aynı şekilde “gönüllü” mahalle kampanyasına ya da sendika eylemine katılmamak diğerlerinin hak kazandığı ma-
yol
halle hizmetlerinden mahrum bırakılma ya da kötü bir taksi bölgesi, istenilmeyen işporta tezgâhı anlamına gelir. Bu (Zibec- h i’nin değimiyle) “herkesin kabul ettiği uzlaşmalar”, liberal demokratik gelenekten uzaklaşmak ve El A lto’da halk (topluluk) yaşam biçiminin bir parçası olmayı kabul etmek demektir.
Doğrudan demokrasi- Gaz Savaşları sı
rasında, mahalle sakinlerinin bilgi alışverişinde bulunmak, tartışmak ve de herkesin kabulü ile karar almak için toplandığı halk meclisi geleneksel uygulaması güçlendi. Halk radyo istasyonları direkt katılıma o- lanak tanıdı ve tabandaki “yatay” örgüt ağları gelişti, geleneksel bir lider olmadan kararlar alınabildi. Mahalleler, protestoların sonsuza kadar devamını sağlayabilen geleneksel dönüşüm taktiği ile tek tek yol kesmelerinin sürekliliğini sağladılar. Topluma hizmet biçimi olarak geleneksel liderlik (bir ayrıcalık olarak değil) sosyal direnişin çekirdeğini oluşturan taban örgütlenme ağlarını güçlendirdi.
Yeni Z orluklar
Evo Morales’in devlet başkanı seçiminden sonra FFEJUVETer daha da büyük ve üst düzeyde talepleri göğüslemekle karşı karşıyalar. Doğal kaynaklar üzerinde halk yönetimini tekrar kazanmak ve Bolivya
devletini yeniden kurmak gibi Evo Mora- les’ın programlarını desteklemekle birlikte FEVUJE, MAS’a karşı eleştirel tavrım sürdürmektedir. El Alto’nun özelleştirilmiş su şirketini tekrar kamu mülkiyetine dönüştürmede kesin tavır almayan eski FEJUVE başkanı şimdiki Su Bakanı’nın görevden a- lınmaması baş eleştiriler arasındadır. FEJUVE ekonomik kalkınma, konut inşası ve sosyal hizmetler gibi mahalle taleplerine kaynak yaratmak için hükümetin millileştirme programlarındaki hızını arttırması i- çin baskı yapmayı sürdürür. Aynı zamanda FEJUVE güncel politik ortamda daha faydacı taktikler yürütülmesine ihtiyaç olduğunu düşünür. FEJUVE bölgesel otonomiyi arttırmak için (federal hükümete gerekli o- lan kaynakların kurutulması anlamına gelen) La Paz valisinin görevden alınması kampanyasındaki halk grevleri, yol kesme tehditlerini yasal çözüme olanak tanımak açısından, şimdilik durdurdu.
Her ne kadar MAS hükümetine büyük meydan okuma anlamına gelse de şimdi ki politik ortamda FEJUVE’nin güçlü bağımsız mahalle tabanını ve örgütlenme yeteneğini sürdürüp sürdüremeyeceği belli değildir. FEJUVE mahalle tabanlı taraftarlarına somut çıkarlar sağlamakla birlikte etkin bir ulusal güç olabildiği ölçüde ileriye yönelik plan yapanlar ve halk örgütlerinin savunucuları bu yaratıcı taban örgütlenmelerinden dersler çıkarabileceklerdir.
*Emilv A chtenberg: Sübvansiyonlu konut yapım ında uzm anlaşan hesaplı konut yapm a danışm am . Bolivya’yı 2004-2006 arasında ziyaret etti.
İlk kez Progressive Planuing dergisinde 2007 yaz sayısı no:192 de yayınlandı.
127)
Devrim İçinde Yeni Devrim
Ayşe Tanse
Venezuela Ulusal İşçi Birliği (UNT) yöneticilerinden Stalin Perez Borges gibi birçok sendika
liderine ve diğer işçi temsilcilerine göre ülkede “devrim içinde yeni bir devrim” yapıldı. Venezuela’da “tarihi bir değişiklik” yaşandı. Bu yaşanan ile “ülke politik haritası değişti” deniliyor. Artık hükümet ile işçiler yeniden birleştiler ve yeni bir devrimci süreç başladı.
Eğer bu değerlendirmeler doğru ise işçiler ile hükümetin birleşmesi Venezuela 21.yy sosyalizmi için önemli bir adımdır. 2 Aralık 2007 tarihinde yapılan önemli anayasa değişikliği önerilerinin %1 oy farkı ile reddi sonunda Chaves politikalarının ileri bir adım atmış olduğu söylenebilir.
Yeni devrim denilen olay Ternium Sidor Çelik işletmelerinin millileştirilmesidir. Sidor çalışanları 16 aya yakın süredir Sidor yöneticileri ile anlaşmazlık içindeydiler. Ücretlerine zam, yeni bir iş anlaşması imzalanması, yeni iş koşullan getirilmesi için mücadele veriyorlardı. Grevler, sık sık iş durdurmalar, iş yeri işgalleri yapıyorlar, üstlerine saldıran U- lusal Muhafızlar ve bölge polisi ile göz yaşartıcı bomba eşliğinde plastik mermili çatışma yapıyorlardı. İşçiler Chaves’in Sidor’u millileştirmesini istiyorlardı.
16 ay sonunda işçiler kazandılar ve Chaves Sidor’un millileştirilmesini onayladı, iş
çilerin taleplerini kabul etti. İşte işçilerin “devrim içinde yeni devrim” dedikleri olay budur. Peki neden? Şimdiye kadar Chaves birçok sektörde millileştirmeler yaptı. Ülke a- çısmdan bu yeni bir şey değildir. Ayrıca yenilerinin yapılacağı da biliniyordu. Öyleyse, neden Sidor millileştirmesi “devrim içinde yeni bir devrim” olarak görülmektedir?
Latin Amerika Açısından
Olayın yeni bir devrim olması ilk önce u- luslararası ilişkiler açısından ele alınabilir.
Ternium Sidor 1997 yılında yani Chaves iktidara gelmeden bir yıl önce bir devlet işletmesi iken özelleştirilir. Sidor, And bölgesinin en büyük çelik fabrikasıdır. Ternium şirketin % 100 hissesine 2,3 milyar dolar verme teklifini yapar ama 1.535 milyar dolara %60 hisseyi alır. Ternium özünde Arjantin sermayeli bir şirkettir. %20 hisse ortaklaşa Meksika ve Brezilya finans gruplarmmdır. Geri kalan %20 hisse ise Venezuela Hükümeti’nde kalmıştır. Bu devlet hissesi de özünde Venezuela sermaye çıkarlarının denetimindedir.
İşte bu sermaye temeli Sidor’u şimdiye kadar millileştirilen şirketler içinde bir ilk yapar. İlk kez Chaves bir Latin Amerika ülkesi şirketini millileştirmektedir. Şimdiye kadar millileştirmeler genelde ABD ve AB ülke şirketlerini etkiledi. Batı finans-kapital güçleri
yol
hedef alındı. Ancak Sidor bir Latin Amerika ülkesi, Arjantin finans- kapitalinin malıydı ve onun çıkarları hedef alınmış oldu.
Chaves anti-emperyalist, ya da anti-ABD saldırılar yaparken kendisine Latin Amerika ittifakı kurmaya çalışıyor. Bunu çeşitli şekillerde yapıyor. Bir en sol ülkeler olan Küba, Bolivya, Ekvator ve Nikaragua ile sosyalist öz taşıyan ALBA içinde sıkı bir kader birliği yapıyor. Diğer yanda bölgenin daha sağda o- lan Brezilya, Arjantin hatta Kolombiya gibi bölgenin İsrail’i olan ülkeleri ile ticari, kültürel, finansal, askeri vs. ilişkiler kuruyor. Latin Amerika’da ABD güçlerine karşı bir işbirliği sağlamaya çalışıyor. Bölgenin AB’si olmaya soyunan Mercusor içine girip bu ülkelerle dayanışma içine girmeye çalışıyor. Mercusor ülkelerinde halen daha fmans-kapi- tal iktidarlar koltuktadır. Böyle bir durumda Sidor sermayesine saldırmak şimdiye kadar yürütülen dış politik hattı riske atmak demektir.
Latin Amerika fmans-kapitali bu saldırıyı nasıl karşılayacaktır? Arjantin Hükümeti kendi sermaye çıkarım savunmaya kalkacak mıdır? Ya Meksika ve Brezilya Hükümet’leri ne diyecekler, nasıl bir tavır alacaklardır? Nasıl savunacaklardır? Chaves Hükümeti’ne ne diyeceklerdir? Şimdiye kadar yapılan ikili anlaşmalar sekteye vurulabilir mi? Sidor millileştirmesinin astarı yüzünden pahalı olabilir mi? Yani Sidor millileştirmesi Latin A- merika’da Chaves’in yürüttüğü Latin Amerika politikalarının bir denek taşıdır. Acaba nasıl bir güçler dengesi vardır? İşte Sidor bir anlamda bu sorulara yanıt verecek bir millileştirme olacaktır.
Sidor yöneticileri sürekli olarak Arjantin iillce ileri gelenleri ile temas içine girerler. Arjantin lideri Bayan Kirschner’in Sidor yöneticileri ile temas kurmaktan kaçındığı gözlenir ve sonunda açıklama gelir. “İki ülke açısm-
dan da ilişkilerinin bozulması çok şey kaybetmek anlamına gelecektir.” denilir. Arjantin Devlet Başkam Venezuela’ya ittifak içinde olduklarım söyledikten sonra ekler: “Hiç kimsenin yapmadığı bir dönemde Arjantin’e yardım etti. Chaves olmasaydı son iki yıldır Arjantin’in 5 milyar dolarlık borcunu kim alırdı. O olmasaydı Arjantin 2001 yılında başlayan fi- nans krizinin yarattığı ekonomik sorunlarla boğuşuyor olacaktı.”
“Dahası enerji açığı olan Arjantin’in çok yakıta ihtiyacı vardır ve Chaves çok iyi koşullarda petrolü et ve gemilerle takas etmeyi kabul etmiştir. (Takes Two to Tango: Why Washington Can’t Win in South America. Nikolas Kozloff, 28 Nisan, Venezuelanaly- sis.com)
Arjantin Hükümeti Sidor çıkarları uğruna ülkenin diğer çıkarlarını riske atmayacaklarını açıkladı. Ülkenin Venezuela ile yaptığı ticari ve dostluk ilişkileri bozulmayacaktır. Arjantin Hükümeti de genel ülke çıkarları çerçevesinde fmans-kapitalinin çıkanna karşı bir girişimde bulunmayacağını açıklamıştır. Meksika Hükümeti her ne kadar ülke payı az da olsa bu iş konusunda Chaves ile temas kurulacağım, elden gelenin yapılacağını söylerler.
Arjantin Hükümeti’nin bu kararının başka bir nedeni daha vardır. Bilindiği gibi 1990 yıllarında Menem Hükümeti korkunç hızla neo- liberal politikalar uygulayıp ülkenin kaldırım taşlarına kadar her şeyini özelleştirmesi sonucunda ülke 2001 yılında iflas etti. Noeliberal politikaların Batı’nm tam bir sömürü aracı olduğu bu iflasla tüm dünyaya ilan edilmiş oldu. Neredeyse tüm fabrikalar kapılarını kapattı. Herkes işsiz kaldı. Ve bu Latin Amerika ülkesinde fabrika işgalleri başladı. Yüzlerce fabrika, üstünde çalışan işçilerce işgal edilip işletilmeye başlandı. İşçiler için yeni bir ufuk açıldı. Fabrika yönetimi konusunda de-
129)
neyler edinmeye, kendi yönettikleri fabrikalardan ekmeklerini kazanmaya başladılar. Daha sonra işgaller başka ülkelere ve de Venezuela’ya yayddı.
Chaves’e işçiler büyük baskı yaptılar. Ve- nezuela’da da patron boykotu nedeniyle kapanan fabrikaların işçilere verilmesi gündeme geldi. O dönemde de işçiler millileştirmeler i- çin çok baskı yaptılar. Çeşitli uygulamalar başladı. Ortak yönetimler kuruldu. Kimi fab- rika-işçi-devlet, kimi yerlerde patron-işçi, kimi yerde patron-devlet-işçi yönetimi uygulamaları başladı. Ancak Venezuela deneylerinin hemen hepsi başarısızlık ve olumsuzlukla sonuçlandı. Ancak Cdıaves bu girişimleri hep destekledi. Arjantin’de günümüzde 250’nin üstünde işgal edilmiş fabrika vardır. Chaves Hükümeti bu fabrikalara özel yardımda bulundu. Onların ürettiği malların alınmasına öncelik tanıdı. Ayrıca Venezuela dünyada ilk kez İşçi Yönetimindeki Fabrikalar Latin Amerika Zirvesini toplandı. Bu fabrikalarda çalışan işçiler bir araya gelip deneylerini paylaştılar. Chaves bu olaylara duyduğu saygıyı ve verdiği önemi birçok şekilde kanıtlamış oldu.
Chaves’in 21 .yy Sosyalizmi yolu tüm Latin Amerika yoksul halkları arasında hayranlık ve merak ile izlenmektedir. Onun işgal edilmiş fabrika işçilerine gösterdiği dostluk hatırlardadır. Bu durumda Arjantin Hüküme- ti’nin Sidor millileştirmesine karşı kendi fi- nans-kapitalini koruması Arjantin yoksul kesimlerinin öfkesini de kabartabilirdi. Arjantin Hükiimeti’nin Sidor millîleştirmesine karşı tavır alamamasının altında böyle bir güç dengesi de yatmaktadır.
Chaves politikaları dış ilişkilerde de sağlam temellerle Latin Amerika’da gelişmektedir. Tepeden bölge sermayesi başka çıkarlarla bağlanırken alttan yoksul halkların sempati, dostluk, dayanışma ağı kuruluyor. Sonuçta
......... Devrim İçinde Yeni Devrim.....
Chaves bir yandan tepeden Latin Amerika burjuva iktidarları ile ittifaklar kurup onları kendine bağlarken öte yandan alttan işçi ve yoksul halkları da destekleyerek örgütlemektedir. Emperyalist Batı güçleri de 3. Dünya Ülkelerini çeşitli finans ve ekonomik “yardım” ya da kredilerle bağlamıyorlar mı? Daha sonra da kültürleri ile bu ağı beslemiyorlar mı?
Ancak arada büyük fark vardır. Chaves Batı’nın yaptığı gibi kredileri ve yardımları belirli çıkar ipleri ile bağlamıyor. Karşılıklı, sosyalist çıkar ilişkileri ile örmeğe çalışıyor. Başka ülkenin çıkan çiğnenmiyor. Karşılıklı kalkınma yararlanma ilkesi benimseniyor. Ve bu politikanın meyveleri alınıyor. Daha önce ExxonMobil hisselerinin millileştirmesi ile Venezuela’ya öfkeli olan Batı bu konuda sesini bile çıkarmadı. Eğer bir şey yapabileceğine inansa çoktan mangalda kül bırakmazdı. Ama şimdi böyle şeylerin mümkün olduğu kadar kamuoyundan uzak yapılmasını istiyor. Çünkü millileştirme lafının dünyaya sarmasında ölümünü görüyor. Ne yazık ki biz geriye dökülen bu yolda daha gidiciyiz. Özelleştirmelerin bizi getireceği iflas noktasına henüz gelmedik. Ama yakınlaştığı zillerini artık giderek daha güçlü duyuyoruz.
Sonuçta Sidor millileştirmesi Venezuela ve Latin Amerika ilişkileri açısından gerçekten bir devrim içinde devrim sayılabilir. Venezuela işçi sınıfı çıkarı Latin Amerika burjuva sermaye çıkarına bir saldırıdan başarı ile çıkmıştır.
Pazarlık Kriterleri
Chaves, Sidor’u millileştirme kararma imza attı. Venezuela mahkemeleri Sidor’un “kamu malı” olduğunu onayladı. Bu durumda eğer Sidor yöneticileri ile anlaşma sağlanamazsa yasal olarak Chaves Sidor’a tazminat da ödemeden el koyabilir. Yani iç yasalar açı-
{130
yol
smdan Chaves’in elini bağlayacak herhangi bir şey kalmadı. Ama Chaves adil davranılmak için elinden geleni yapacak. Pazarlıkların hiç şüphesiz başka baskı ve dengeler içinde geçeceğine şüphe yoktur.
İşin maddi kısmı da kanımızca önemlidir. Bu kısımda adıl bir şekilde yapılmalı, Vene- zuela istediği kadar zengin olsun, finans-kapi- tal güçlerine bir kuruş daha fazla verilmemelidir. Ellerindeki sermaye zaten yoksul halkların alm terleri değil midir? Onlara verilecek para ile ne kadar yoksul insanın karnı doyurulabilir, tedavisi eğitimi sağlanabilir? Chaves güçlerinin de bu konuyu böyle değerlendirdiklerine şüphe yoktur.
Ayrıca daha birçok millileştirme yapılacağı düşünülürse Sidor’da yapılacak pazarlık bundan sonra yapılacaklara da örnek teşkil e- decektir. Ne kadar az verilirse yoksul halkların o kadar çıkarınadır. Şimdilik dünya güçler dengesi tazminatlı millileştirmelere olanak tanıyor. Günümüz güçler dengesi henüz fınans- kapital gücünü tanımayı gerektiriyor. Petrol zengini olan Venezuela şimdilik böyle bir fiyat ödeyebilir ama başka bir süreçte işçiler fabrika yönetimini kovabilirler. Arjantin ve bir ölçüde Brezilya’da bu konu büyük bir mücadele konusudur. Bu nedenle biz millileştirmede pazarlık kriterlerine kısaca değinmeyi uygun görüyoruz.
Sidor Grubu, fabrikadaki hissesinin değe
rini 3,6 milyar dolar olarak görüyor. Şirketi 1,5 milyar dolara aldığını hatırlayalım, demek ki geçen 11 yıllık süre içinde hisse değerinin 2 kata çıktığını savunuyorlar. Ama Venezuela Madenler ve Temel Endüstriler Bakanı ise ödemenin 800 milyon dolardan daha fazla o- lamayacağmı söylüyor, yoksa ilga ederiz diyor. Şirket istediklerinin içinde “fırsat maliyeti” olduğunu savunuyor ve diyor ki “Biz buna eş değerde bir fabrika alacak olsak bu kadar ödemek durumundayız.”
Venezuela Hükümeti ise kendi tezlerini ö- ne sürüyor. Bir kez şirketin çevreye verdiği zarann tazmin edilemeyecek kadar yüksek olduğunu söylüyorlar. Ayrıca şirketin önemli borçları olduğunu, sonra yığınla muhasebe ve hesap sahtekârlığı yaptığım iddia ediyorlar. Ayrıca aylardır işçilerle bir anlaşma imzalamamanın yarattığı zararlara işaret ediyorlar. Çünkü Hükümet millileştirmeyi kabul ettiğini söylerken işçi taleplerini de tamamen kabul ettiğini açıklıyordu. Bu durumda eskiye yönelik ödemeler de yapılacaktır. Bütün bunları da şirket hesabına yazmak doğru olsa gerektir.
İşçi kesimi ise başka tezlerle geliyor. Bir kere şirket özelleştirilirken yatırım yapılacağı söylenmiş ama bir kuruş yatırmamıştır. Aynı bizde ve çoğu ülke özelleştirmelerinde olduğu gibi. Ayrıca şirket alınırken 12.000 işçi çalışıyormuş. Yani bu kadar insanın karnı doyuyormuş şimdi ise 4000’nin biraz üstünde işçi çalışıyor. Yani 8000 işçi çıkarılmış. Bu işlerin bir kısmı küçük ve orta boy işyerlerine kontratla veriliyor. Çıkarılan işçilerin yapacaklarını da şimdi çalışan işçiler üstlenmiş. Demek ki bu işçilerin çalışma koşulları artmış. Yani sömürü çok artmış. İşçiler yarı köle koşullarında çalıştıklarım savunuyorlar. Bunun yıpranma payı olarak kendilerine verilmesini talep ediyorlar. Oysa fabrika özelleştiğinden beri işçilere beş kuruşluk bir zam
ıJLt
vermemiş. İşçiler eğer bunlar da hesaplanırsa şirketin üstüne para vermesi gerekecek diyorlar. Ayrıca yapılan vergi kaçırma gibi sahtekârlıklara işaret edilerek bir suç duyurusunda bulunuyorlar ve şirketin hesaplarının gözden geçirilmesini talep ediyorlar.
Pazarlık konusu, yukarıdaki kriterler açısından bakıldığında çok ilginçtir. Yani pazar ekonomisi yasalarına göre değerlendirme yapan bir fînans-kapital tarafı vardır. Tamamen kapitalist hesaplara göre para istemektedir. Karşı taraf ise sosyalist ilkeleri sıralamakta ve ona göre tazminat verme niyetini sergilemektedir. Zaten işin özü bu değil midir? Pazarlık bu açıdan düşünülürse sosyalizm yoluna çıkmış bir ülkenin kriterleri ile kapitalist azar sermaye kriterleri dövüşecektir. Bu açıdan da pazarlık umarız “devrim içinde yeni bir devrim” sıfatım kazanacaktır.
İşçi Cephesi
Sidor’un millileştirilmesi birçok nedenle Venezuela işçileri açısından “devrim içinde bir devrim” ya da “tarihi değişikliktir.
Bilindiği gibi Marksizm’e göre sosyalizm, işçi sınıfının üretim araçları üzerinde hâkimiyeti demektir, Devrim, işçi sınıfının görevi o- larak düşünülür. Ancak neoliberalizmin yarattığı yıkım ve yoksulluk içinde işçi sınıfı neredeyse burjuva sınıfı haline gelmiştir. İşçiler arkalarında gördükleri yoksullar yığını karşısında hallerine şükretmeye başlamışlar, bir anlamda “bencilleşmişler” ve tarihi görevlerine kayıtsız kalan davranışlar içine girmişlerdir.
Venezuela devrimi buna bir örnektir. Venezuela devrimi özünde yoksul halklar ya da barrio denilen gecekondu halkının genel olarak örgütsüz devrimi olarak gerçekleşmiştir. Biz buna 3. Dönem diyoruz. Chaves iktidara geldiğinden beri bu kesimleri örgütlemeye çalışıyor. İşçi sınıfı zaten neoliberal politik uy
......... Devrim İçinde Yeni Devrim.....
gulamalarla sayıca azalmıştır. Toplam nüfus içinde köylüler ile birlikte payları %30dur. Chaves darbesi sırasında ayrıca gerici bir işlev görmüşler, O ’nu devirmeye çalışan fı- nans-kapital cephesinin aldığı boykot kararını uygulayarak gerici bir davranış göstermişlerdir. Her ne kadar tüm işçiler katılmasa bile birçoğu Chaves darbesi sırasında etkin bir destek vermemişlerdir. Ve bu hala daha devam etmektedir. Ya da konumuz olan Sidor millileştirilmesine kadar.
Venezuela işçileri sanki tarihi görevlerini yerine getirmemenin acısını çekerken bir yanda da Chaves’e 21. yy Sosyalizmi’nin kendileri olmadan kurulamayacağı mesajını vermeye çalışmışlardır. Arada denemeler olmuştur. Çeşitli ortak yönetimler denenmiştir ama açıkçası işçi sınıfı deyim yerindeyse “naz” yapmayı sürdürmüş, Chaves’de aslında gözünü bu sınıftan bir an olsun ayırmamış, onları kazanmanın yollarını aramıştır. Ancak işçi sınıfı sadece kendi maddi çıkarlarını düşünen bir sınıf görünümünden kurtulamamıştır. Tam olarak devrime inanç göstermemiş, bir o yana bir bu yana yalpalamıştır.
Ünlü sol yazar James Petras işçilerin durumunu son yazısında şöyle değerlendiriyor.
“Chavesciler örgütsel varlıklarını sağlık klinikleri, siibvanse edilmiş yiyecek dükkânları ve marketleri ayrıca eğitim programları ile güçlendirdiler. Sağ ise ‘saygın’ ti-
yol
niversite ve özel yüksek okullardaki konumlarını sağlamlaştırdılar. îki taraf da daha az politik, bazen dini inançları güçlü düşük gelir düzeyli kayıt dışı işçiler ve yüksek ücretli sendikalı işçilerin önemli kesimlerinin güvenini kazanmak için yarıştılar. İki taraf da acil gelir konularına yoğunlaştılar.” (Venezuela: Demokrasi, Sosyalizm ve Emperyalizm. 18 Nisan 2008 Globalresearch. ca sayfa. 12)
Aslında işçi sendikaları bu ikircikli ve kararsız tavrı pek güzel sergilemektedir. Örgütlü işçiler genel olarak Neoliberal Venezuela İşçileri Konfederasyonu CTV ve Chaves iktidarı aldıktan sonra kurulan Ulusal İşçi Birliği UNT içinde örgütlüdürler. Ancak aradan bunca zaman geçmesine rağmen UNT yani Chaves döneminde kumlan sendika bile devrimci bir işlev göremedi. Son iki yıldır seçimlerini yapıp bir başkan bile seçemediler. 21 tane ulusal koordinatörün olduğu paramparça, çok başlı, içinde çeşitli fraksiyonlar barındıran bir dununda varlık gösteremedi.
UNT bu durumda tabanını da genişletemedi. Kayıt dışı işçileri bir türlü örgütleyemedi çünkü açık bir strateji belirleyemedi. Chaves politikalarını ya sağdan ya da soldan eleştirmeye devam ettiler. Sol kanat sosyalizm yolunda bir
3. Dönem’e girildiği değerlendirmesini yapmadan Chaves’i popülist olmakla, anti- emperyalist retorik kullanmakla ve Latin A- merilca burjuvazisi ile ittifak yapmakla suçladı. Çin, Rusya, Brezilya, İran gibi ülkelerle işbirliğini bu ülke burjuvaları ile işbirliği olarak suçladılar.
Chaves T sürekli olarak tüm ulusal üretimi millileştirmeye zorlayıp fabrikaları işçi yönetimine vermesi için baskı yapıyorlardı. Arada güven sağlamak için birçok şey denendi. “2005 1 Mayıs kutlamalarında UNT sendikası 1 milyon işçi ile ‘Devrim Ortak Yönetim
dir’, ‘Venezuela İşçileri Bolivar Sosyalizmini Kuruyor’, ‘Fabrikalar Kapatılsın, Fabrikalar İşgal Edilsin ve İşçiler Yönetsin' sloganları ile yürüdüler. Ülke çapında kapanmış 800 fabrika işgal edilmek için sıra beklemeye başladı.” ... “Ancak 3 yıl sonra sadece bir avuç fabrika işgal edilebildi, birçok işgal edilen önemli fabrikada işçi ortak yönetimleri kaldırıldı ve hiçbir başarı elde edilemedi. ” (Venezuela’s Labor Movement at the Cross- roads Kiraz Janicke ve Federico Fuentes. Ve- nezuelanalysis.com 20 Nisan 2008)
Yeni kurulacak Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’ne girilip girilmemesi uzun tartışmalara neden oldu. Sosyalizm’de sendikaların görevi uzun uzun tartışıldı. Sonra UNT’nin önde gelen isimlerinden Stalin Pe- rez Borges girmeye karar verdi. Chaves, UNT’nin daha en başta CTV içinden kopup kurulmasını sağlayan ve UNT içinde bir grup olan Bolivar Sosyalist İşçi Gücü (FSBT) lideri Jose Ramon Rivero’yu İşçi Bakanı yaptı. Amacı UNT’yi bu şekilde taçlandırmaktı. Ancak Rivero’nun bakan olması işleri daha da karıştırdı. Yeni İşçi Bakanı Chaves’in istediği doğrultuda işçileri toparlayamadığı gibi aksine Chaves politikalarından uzaklaştırdı. Belki de 2 Aralık 2007 referandum yenilgisinin işçiler kısmının sorumlusu bu bakanlıktı. Ama olayların bu öngörüyü doğrulaması gerekiyordu.
Bir yıldan fazla süren Sidor direnişi sanki bu karışık dununu çözücü bir işlev görmüştür. En azından şimdi söylenen budur. Sidor direnişi ve sonunda millileştirme bu sendikal karmaşaya, parçalanmaya bir son getirmiş denmektedir. Bu nasıl oldu?
Olayların Gücü
Sidor direnişi sırasında olaylar kızışınca Chaves, İşçi Bakam Jose Ramon Rivero’yıı olayları çözmek için yolladı. Ancak işçiler ba-
Devrim İçinde Yeni Devrim
kanın işverenden yana tavır olduğu görüşünü dile getirdiler. Gerçekten de Rivero, işçileri sürekli olarak Sidor yönetiminin önerilerini kabul etmeye zorladı. Bunu kabul etmeyen işçilerin üstüne Ulusal Muhafızları ve işbirliği içinde olduğu eyalet valisinin yerel polisi ile saldırdı. Göz yaşartıcı bombalar kullanıldı. Hatta lastik kurşunlar işçileri yaraladı. Panzerlerle işçilerin bloke ettiği fabrika girişi kırılmaya çalışıldı. İşçiler ve hükümet arası iyice gerildi. Ama işçiler bir adım geri atmadılar ve önerilerinde direndiler.
İşçiler tabanlarını da genişletip destek kazanamadılar. Fabrikada 4000’in üstünde sözleşmeli işçi çalışıyordu. 8000 civarında da kontratlı işçi. “Öte yandan küçük ve orta boyutlu Sidor İşletme İttifakı sürekli bu uzlaşmazlıktan hoşnutsuzluk dile getirdi ama kendileri taraf tutmadılar. İttifak bu iş kolunda üretimi durdurmayı kaldırabilecek fiııan- sal güç olmadığım söyledi.” (Venezuelan Vice-President Meets with Steel Union Following Contract Rejection, James Suggett. Venezuelanalysis.com 8 Nisan 2008) Yani işçiler gerçekten direnişleri ve haklı talepleri konusunda yalnız bırakıldılar. Ne İşçi Bakam, ne vali ne de küçük ve orta işletmelerden kendilerine destek geldi.
İşçiler sonuçta olaya kabaca şöyle bakmaya başladılar. “Chaves zaten Latin Amerika burjuvazisi ile işbirliği içindedir. Onlara rağmen Sidor’u millileştiremez. Çıkanın zedeler. Öte yandan Sidor’dalci %20 hisse Venezuela sermaye çevrelerinin otlandığı bir yerdir. İşçi Bakanı onların çıkarlarını temsil etmektedir. Chaves bunlara da zaten dokunmaz. Chaves, içinde sol görünen ve çürümüş bürokrasiye dokunmayacaktır. İşte Chaves’in 21. yy sosyalizmi yolunda oluşu sadece işçileri aldatmak için bir laftır.”
Nisan sonunda Chaves olaya müdahale e- derek Sidor’un millileştirileceğini ve işçilerin
tüm taleplerinin kabul edileceğini açıklayarak birçok şeye açıklık getirmiş oldu. En baştaki bölümde dile getirdiğimiz gibi bu millileştirme Chaves’in hiç de Latin Amerika burjuvazisinin çıkarlarını koruma yanlısı olmadığı, sadece güçler dengesini omuzlarında hissettiği gerçeğini ortaya koydu. Bu bağlamda Chaves kanadı işçilerini koruma yolunda olduğu, onlara güvendiğini göstermiş oldu. UNT ve sendikal hareket içindeki birçok şüpheyi silmiş oldu.
İkinci olarak Chaves İşçi Bakam’nı ve o- nunla işbirliği yapan eyalet valisini görevden aldı. Böylece Chavesci kisvesi altında iktidar katmanlarına sıçramış gerici güçlerle kararlı bir şekilde savaşacağının sinyallerini de vermiş oldu.
“Sidor zaferi ile işçi hareketi elektriklendi. Chaves yanlısı kamp içinde sağ kanat taraftarları ile devrimi daha da derinleştirmek isteyenler arasındaki mücadeleyi yansıtan Ri- vero’nun Sidor uzlaşmazlığındaki kötü rolü nedeniyle olduğu kadar, Chaves yanlısı UNT’yi parçalayıp yeni bir federasyon kurması nedeniyle İşçi Bakanlığı’ndan alınması da başka bir devrimdir.” (Venezuelan Steel Nationalisation Marks New Revolution Within Revolution, Green Left Weekly 22 Nisan 2008)
1 Mayıs günü işçilerle yeni Sidor anlaşmasını imzalarken Chaves şunları söylüyordu. “İşçiler, hükümet ve sendika bir bütün olarak millileştirilmiş şirketleri sosyalist işletme haline getirme ortak yükümlülüğünü taşımalıdırlar.” Aynı şekilde UNT liderlerinden olan Stalin Perez Borges de olayları şöyle yorumladı. “Politik harita değişti. Devrimci süreç i- çin hükümet, işçilerle yeniden birleşti. Sidor direnişinin örgütçülerinden olan Birleşik Çelik Endüstri İşçileri Birliği lideri Melendez i- se “İşçiler bedenleri ve ruhlarıyla kendilerini çelik fabrikasını sosyalizm yolunda devrimin
yol
öncüsü yapmaya artık adayacaklardır.” dedi. “Millileştirme, işçilerin 21. yy Sosyalizmi rüyaları doğrultusunda bir adımdır.” (Venezuelan Steel Company to be Nationalized in Wake of Labor Conflict James Suggett 10 Nisan 2008 Venezuelanalysis.com)
“Sidor işçilerinin çoğunluğu üretimde ve sosyal hizmetlerde herhangi bir uluslararası, ulusal ya da devlet kapitalist şirketin sağlayabileceğinden çok büyük bir artış gösterme a- teşi ile yanıp tutuşuyorlar. Onların bu kutlamaları arasında işçiler üretim sürecini i- kiyc katlama yeteneğine sahip olduklarını kanıtladılar.” diye konuşuyor Stalin Perez Borges (ay. New Revolution)
“Daha temel olanı, Sidor mücadelesi sırf ekonomik kazanç talep etmeme isteğini yükseltti. İşçilerin kafasına dövüş gerekçesi olarak yapısal değişikliklere yol açacak daha stratejik ve önemli politik amaçlar olabileceği fikrim soktu.”
“İşçiler çok güçlü bir çokuluslu şirketten denetimin alınabileceği, ayrıca bu şirketi işçilerin başarı ile yönetebileceği olasılığını gördüler. Onlar hükümetin gidiş yolunu hatta bazı yanlış politikalara ilişkin olarak Chaves’in kendisini değiştirilebileceğini anladılar.” (ay. Revolution in Revo)
Stalin Perez ve diğer sendikacılar çok ateşli konuşuyor. Umarız Sidor millileştirmesi söylendiği gibi işçilerde devrimci bir coşku yaratmış olsun. Bu bize biraz eski Sovyetler- de yaşanan Stehenov Hareketi’ni hatırlattı. Zaman gösterecek. Bundan sonra gerici sağ güçler ve Chaves güçlerinin arasındaki ülke dengesi 2 Aralık referandumu dengesinden çıkar. Devrimci güçler bir adım ileri geçerler ve Kasım seçimlerde bu durum kendisini gösterir.
İkinci Dönem Millileştirmeler
Hiç şüphe yoktur ki millileştirme 2 Aralık %1’lik yenilgisinden çıkarılan dersler ışığında yapılmıştır. Bu millileştirmeyi sadece işçilerin baskısı olarak yorumlamak kanımızca yanlış olacaktır. Bizim kanımızca, Chaves işçi sınıfının kendisini göstermesini bekliyordu. İşçi sınıfının sinyal vermesini bekliyordu. Ayrıca yukarıda da değindiğimiz gibi, belirli güçler dengesini kolluyordu. Çünkü aslında millileştirme kendi başına tekil bir olay değildir.
2 Aralık 2007 referandumu Chaves politikalarındaki bazı eksikliklere ışık tutmuştu. Barrio halkları bedava sağlık, eğitim ve ayrıcalıklı ya da sübvansiyonlu gıda maddeleri ve gelirlerine yapılan zamlarla yaşam koşullarının iyileşmesinden memnundular ama bunlar yetmiyordu. Ayrıca bir kesimin yaşam koşullarının düzelmesi, alım güçlerinin artması ülke içinde tüketim maddelerine talebi arttırdı. Sağ güçler de bu talep karşısında verimi arttırmak, yeni yatırımlar yapmak yerine enflasyonu kışkırtıcı fiyat artışlarına gidiyorlardı. Ya da yatırım yerine dışarıdan mal alimim ya da yapay kıtlık yapmayı hızlandırıyorlardı. Chaves politikaları bu çarpıklıkları önleme yeteneğini gösteremedi.
“Sağ kanat, 5 yıllık dönemde sürekli çift rakamlı büyümeye rağmen Venezuela’yı şiddet kullanarak ve yatırımdan kaçınarak kutuplaştırdı. Bu temel çelişki neredeyse tamamen bankacılık, finans, dağıtım, manifaktür, taşımacılık ve hizmet sektöründeki büyük kapitalist denetimin karşısında hükümetin gaz-petrol, elektrik, çelik, çimento ve sosyal hizmet sektöründeki denetim ‘sosyalist projesinin’ gerçekliğinin doğurduğu çelişkiyi yansıtır. Nisan 2008 içinde Chaves 27 şeker plantasyonunu, gıda dağıtım ağını, et paketleme zinciri kadar temel çimento ve çelik işletmesini kamu denetimine alarak ekonomik
Devrim İçinde Yeni Devrim
güç dengesini çalışan kesimlerden yana de- ğiştirme temel saldırısını yaptı.” (Petras, adı geçen eser)
Chaves, referandum öncesi ekonomik verilerden yola çıkarak Sidor’un millileştirilmesinin gerekliliğini zaten biliyordu. Her keresinde ikinci bir millileştirme dalgasından söz ediyordu. Sidor öncesi de CEMEX çelik tesislerini millileştirmişti. Ancak bunları yaparken dürtülerin olmasını beklemek kanımızca kaçınılmazdır. Yani aynı petrol ve gaz şirketinin millileştirilmesi gibi, her olay belirli şeylerin sonucu olmalıdır. Halkların temel ihtiyaçlarının, stratejik sektörlerin, kar peşinde koşan özel sektörün elinde olması doğru değildir.
Elektrik ve haberleşme böyle sektörlerdir. Ancak ülke refahı artıp, eğitim düzeyi yükseldikten sonra diğer sektörlerin millileştirilmesi kaçınılmazdır. Madem sağ güçler haksız kazanç elde etmek için yapay kıtlık yaratıyorlar öyleyse gıda dağıtım alanı, et paketleme zinciri, şeker işleme tesisleri millileştirilme- lidir. Yaşanan olaylar bunların ne kadar doğru olduğunu halka göstermeli ve karşı tarafa propaganda malzemesi verilmemelidir. Halklar böyle olaylarla ayrıca çok çabuk bilinçlenirler. Ayrıca halk güçlerinin bunların işletilmesini becerecek olgunluğa gelmesi de ö- nemlidir. Devrimin meyvelerine sahip olmanın önemini ancak böyle öğreneceklerdir. Yıkılan sosyalizm insanı, ne yazık ki kazançlarına sahip çıkmayı, bunların önemini anlayamadı. Değerlerine sahip çıkamadı.
Yiyecek malzemeleri en temel halk ihtiyaçları. Konut da öyle. Venezuela Hükümeti yılda 40.000 konut yapma hedefini 100.000’e çıkardı. Bunlar çimento ve çelik demek. Zaten bu şirketlerin millileştirilmesi gerekliliği sırada olmalıdır. İşçiler eğer buna hazır olduklarım kanıtlıyorlarsa neden olmasın. Yani sonuçta iki taraf da bir şeylerde uzlaşmışlar-
dır. İşçiler devrime katılma aşkına gelmiş, patron zulmünü yaşamış ve Chaves de bu çıkardıktan dersler ışığında onları desteklemiş, onlardan yana tavır koymuştur.
Bu olumlu gelişmenin ülkedeki diğer sektörlere de yayılmasının işaretleri vardır. Yine Petras’tan aktaralım:
“Bu karşılıklı güçlendirilmiş destek diyalektiği, sektörler arası sendika liderleri ve taşımacılık, metalürji, gıda işleme ve benzer sektör militanlarının toplantılar yapmalarına yol açtı. Sendikaların örgütlü desteğinin artmasına karşılık olarak Chaves bankalann ve gıda sektöründeki diğer işleme ve dağıtım a- ğımn da millileştirilmesi ufkunu ortaya attı. Sendika liderlerinin birleşmesi, canlılığı, sek- ter ve kişisel bölünmelerin üstesinden gelmeleri, kayıt dışı ve örgütsüz işçilere yönelmeleri ile çok şey değişecektir.” (Petras ay.)
Hangi gerekçelerle olursa olsun, kimlerin değişmesi ile olursa olsun, gene de Sidor deneyi Venezuela 21.yy Sosyalizmime gerçekten bir ivme kazandırabilir. İşçilerin desteği elbette çok şey değiştirecektir. Ve anlaşıldığı kadarıyla millileştirmeler artık giderek yaygınlaşıp tüm ülke ekonomisini içine alacak bir konuma gelecektir. Ülke içinde sınıflar çatışmasının bu süreçte daha da artacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Sorun, iç dengenin dışarıdan yapılacak müdahalelerle bozulmayacak bir güce erişmiş olmasında yatar. İşçilerin beklenen ve olumlu katılımı bu açıdan çok önemlidir. Onlar önlerinde henüz dümdüz bir yol olmadığının bilincinde olmalılar. Fabrikalarında verdikleri direnişten aldıkları derslerle, ülke güçler dengesini kendilerinden yana daha da sağlamlaştırma yeni mücadelesine hazır olmaları gerekmektedir.
Kıvılcımlı’nın Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
I Fikret Kızıltan
Güncel siyasetle tarih arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Güncel siyasal mücadeleleri yürüten öz
neler önlerindeki meselelere tarih tarafından koşullandırılmış çerçeveler içinde bakarlar. Bu anlamda tarih bugünü etkiler. Ancak bir yandan da tarih, güncel siyasi mücadelelerin ihtiyaçlarına bağlı olarak sürekli yeniden yazılır, yeni anlamlar kazanır. Güncel siyaset tarihi yeniden inşa eder. Tarihi konuşmak gerçekte bugün üzerine konuşmaktır.
KıvılcımlTnm politik mirası üzerine düşünürken de hareket noktamız ister istemez bugünün politik sorunları olacaktır. Kapitalizmin son 30 yıldaki dönüşümünün getirdiği yenilikler ve dünya güç dengelerinde son 15 yılda yaşanan alt üstlük, teori alanındaki gelişmelerle birlikte devrim ve sosyalizm mücadelesinin de yenilenmesini bir zorunluluk haline getiriyor. Sosyalizm mücadelesinin yeni bir döneminin belki de eşiğinde olduğumuz şu günlerde, bundan 35 yıl önce sonsuzluğa uğurladığımız KıvılcımlTyı a- nımsamanm ne anlamı olabilir? Kıvılcım- lı’nın mirası 2006 yılının Türkiye’sinde devrimci mücadele için ne anlam ifade edebilir?
Yeni bir döneme başlarken geçmiş dönemlerdeki mücadele pratiklerini ve düşünsel mirası gözden geçirmek mücadele tarihinde neredeyse kural niteliğindedir. Kuşkusuz as-
lolan her zaman güncel gerçekliktir. Tarihi gözden geçirme eğilimi ise, didaktik bir öğrenme çabasından ziyade geçmiş kuşakların bıraktığı mirasın Marx’m deyimiyle yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çökmemesi için, onu güncel siyasetin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden yorumlama ihtiyacının ürünüdür. Belki de bu yüzden her yeni söz, geçmişe müracaat etmek zorunda hisseder kendini, çünkü geçmiş (her zaman) yanlış ya da eksik anlaşılmıştır.
Bu yazı Hikmet Kıvılcımlı’nın devrimci mirası üzerine yeni tespitler yapma iddiasında değildir. Burada KıvılcımlTnm düşünsel- politik mirası üzerine bir değerlendirmeden çok, bu mirasa bugün nasıl bir perspektiften bakmak gerektiği ve onun güncel siyasal önemi üzerinde durulacaktır.
Aşağıda KıvılcımlTnm çok kaba olarak ö- zetlediğim kimi tespitlerinin her biri elbette detaylı araştırmalar ve tartışmalar yapmayı hak etmektedir. Bu konudaki araştırmaların derinleştirilmesine başta belirttiğimiz gibi salt entelektüel bir merak değil asıl olarak bugünkü mücadelenin problemleri yön vermelidir.
***
Türkiye’de devrimci mücadele saflarında Marksist teori üretimi deyince herhalde ilk akla gelen isim Kıvılcımlı olacaktır. Kürt so-
1JD
Kıvıîcımlı’nın Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
ramı, Kemalizm, Türkiye’nin tarihi ve toplumsal yapısı, ordu, din, strateji vs. hemen hemen solun tüm çetrefil konularında Kıvıl- cımlı’nm özgün ve alanında çoğu ilk olan çalışmaları mevcuttur, i920’li yıllardan 1971’e kadar 50 yıllık mücadeleci bir yaşam pratiği ve kaleme alınmış onlarca eserle Kıvılcım- lı’mn sosyalist hareketin en üretken militanı olduğunu söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Hikmet Kıvılcımlı tarihten felsefeye, edebiyattan psikolojiye, siyasetten ekonomiye çok çeşitli alanlarda onlarca broşür ve kitap yayınlamıştır. Eski yazıyla kaleme alınmış olup henüz yayınlanmamış çalışmaları da mevcuttur. Kıvılcımlı’nm ele aldığı tüm konu başlıklarına bu yazıda değinmek mümkün değil. Ancak Türkiye’de sol siyaset açısından önem taşıyan konulara dair temel yaklaşımlarını ortaya koymaya çalışacağım.
Kemalizm
Kemalizm’e bakış, Türkiye sol hareketini ayrıştıran başlıca konulardan biridir. 1920’li yıllarda şekillenen TKP’nin Kemalizm’e karşı net bir tutum alamamasının ardında politik ve teorik nedenler sayılabilir. Kemalist iktidarın bir kurtuluş savaşının ardından kurulmuş olması ve Sovyet Rusya ile ilişkileri politik açıdan TKP’yi Kemalizm’e karşı tavır almakta tereddüde düşürmüştür. Ayrıca Marksizm’in II. Enternasyonalci kavranışı- nın da bunda önemli bir etkisi olmuştur. TKP önderlerine göre Kemalizm feodalizme karşı ileri bir aşamayı temsil ediyordu. Bu yüzden Kürt isyanlarına ve İslami renk taşıyan tepkilere karşı desteklenmeliydi. Türkiye’de sosyalizme geçebilmek için önce Kemalizm’in kurduğu burjuva düzenin oturması, “gerici” kalıntıları temizlemesi ve böylece proletaryanın sınıf savaşımı için koşulları hazırlaması gerekiyordu. Kabaca ifade edilen bu tutum, TKP’nin, Kemalist iktidarın ülkede gücünü pekiştirmeye yönelik hamlelerine
yedeklenmesine yol açtı. Bu konuda parti i- çinde farklı sesler dile getirilmiş olsa da Kemalizm karşısındaki bu zaaflı duruş büyük ölçüde sürmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı’nm 1930’larm başında, yani burjuva iktidarının pekişmiş olduğu ve Kemalizm’in bir ideoloji olarak sistematize edildiği koşullarda, Elazığ cezaevinde kaleme aldığı Yol çalışması TKP’yi Kemalizm’in etkisinden kurtarma çabası olarak da görülebilir. Kıvılcımlı bu çalışmasında Kemalizm’in bir burjuva ideolojisi olduğunu söylerken TKP’nin o dönemdeki tezlerini tekrarlamış olur. Ancak Türk burjuvazisinin ilericiliğinin 1923'ten itibaren bittiğini ilan eden Kıvılcımlı II. Enternasyonalci kavrayışa ağır bir darbe indirir. Kıvılcımlı’ya göre Türk burjuvazisi emperyalizme karşı devrimci rolünü Kurtuluş Savaşı sırasında oynamış ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurmuştur. Zaten onun bütün ilericiliği içerde köylü yığınlarını mobilize etme ihtiyacından, uluslararası alanda ise Bolşevik iktidarla ittifak halinde emperyalizme karşı cephe açmasından kaynaklanıyordu. “Türk burjuvazisi, Türkiye’nin sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu. Zaferin ganimeti ile yaşıyor. Türk proletaryası, yanm kalan ve yanm bırakılmak istenen işi bütünleştirecek, sömürge kurtuluşunu yapan Türkiye halkını sosyal kurtuluşa götürecektir.”(l) Kıvılcımlı, “önce kapi- talizm gelişsin, sonra sınıf savaşı...” anlayışını softalık olarak görür. Zaten Türkiye’nin proletaryanın öncülüğünde bir devrim için “geri” olmadığını düşünmektedir.
Kıvılcımlı, Yol’da Kemalizm’e karşı net bir tutum ortaya koyar. Kemalizm’in ideolog- luğuna soyunan Kadroculara karşı sert eleştirilerde bulunur. Kemalizm’in bir burjuva ideolojisi olduğunu söylemekle kalmaz, onu
yol
Bonapartizm’e benzetir, ancak emperyalist dönemindeki Bonapartiznr in farkı mali oligarşinin egemenliği altında gerçekleşiyor olmasıdır. Kimi yerlerde 1930’larm Kemalist iktidarı “militarist faşizm” olarak tanımlanır. Bu tanımı yapan Kıvılcımlı’mn Kemalizm’den herhangi bir ilericilik beklentisi olması söz konusu değildir.
1960’lı yıllarda gelişen sol harekette Kemalizm tartışmaları önemli bir yer tutmaya devam etti. Kemalizm’i bir tür sosyalizm o- larak gören anlayışlardan komprador burjuvazinin ideolojisi olarak gören anlayışlara kadar çeşitli yaklaşımlar geliştirildi. 1960darın sonunda Kemalizm’i bir küçük burjuva i- deolojisi olarak görmek yaygın olan görüştü. Kıvılcımlı bu dönemde dc Kemalizm’in burjuva ideolojisi olduğunu, Kurtuluş savaşının küçük burjuvazinin değil Türk burjuvazisinin önderliğinde yürütüldüğünü ısrarla vurguladı.
Bugün sol harekette Kemalizm’in etkisi kendisini çeşitli gündemlerde ortaya koymaktadır. Özellikle siyasal İslam’a karşı gösterilen laik-modernist refleks ve Kürt meselesindeki sosyal şoven tutumlar Kemalizm’in sosyalist hareket üzerindeki etkisinin sürdüğünün temel göstergeleridir. Türkiye’de düzenin kurucu ve asli ideolojisi olan Kemalizm karşısında net bir tutuma sahip olmak devrimci Marksist bir var oluşun temel koşuludur. Kıvılcımlı’nın özellikle 1930Tarm başında kaleme aldığı Yol’da ileri sürdüğü görüşler, ulusalcı yaklaşımların sola şırınga ettiği Kemalist etkilere karşı panzehir işlevi görecek niteliktedir.
Kürt Sorunu
Hikmet Kıvılcımh’mn sosyalist harekete en büyük katkılarından birisi Türkiye’nin bugün de en yakıcı demokrasi problemi olan Kürt sorunu konusunda getirdiği açılımlardır.
1933 yılında kaleme aldığı İhtiyat Kuvvet: Şark adlı eserinde Türkiye’nin şark meselesinin temelde bir ulusal sorun olduğu açık bir şekilde ortaya konulur. Kürtlerin ayrı bir u- lus olduğunu belirten Kıvılcımlı’ya göre dış ilişkilerinde emperyalizme bağımlı olan Türk devleti aynı zamanda kendi çapında bir emperyalist güçtür. Çünkü Kürdistan’m Türkiye sınırları içinde kalan topraklarında bir sömürge yönetimi kurulmuştur.
Kıvılcımlı dini gericilik kılıfıyla yaftalanan Kürt isyanlarının ulusal karakterinin altını çizer. Kürtlerin bir ulus olduğunu vurgulayan Kıvılcımlı sınıfsal analizi de elden bırakmaz. Kürt feodal önderlikleriyle yoksul köylüler arasında isyan anlarında bile sınıf mücadelesinin sürdüğünü güncel örneklerden yola çıkarak açıklar. Kıvılcımlı’ya göre Kemalizm’in sömürgeci tahakkümüne karşı gelişen Kürt isyanlarında iki temel zaaf söz konusudur. Birincisi isyanlara ağaların ve şeyhlerin önderlik ediyor olması, İkincisi ise emperyalizme bağlanan umutlardır. Kıvılcımlı, Kiirdistan halkının mücadelesinin ancak kurulacak bir Kiirdistan Komünist Partisi’nin yol göstericiliği ve köylülerin önderliği ile başarıya ulaşabileceğini belirtir. TKP’nin de görevi böyle bir partinin örgütlenmesine yardımcı olmaktır.
Kıvılcımlı misakı millici değildir, sınırların çok yapay bir şekilde emperyalizmin bastonu tarafından çizildiğinin ve Kürdistan’m parçalandığının farkındadır. Ayrıca Kürdis- tan’da yürütülecek mücadelenin bölgenin toplumsal ve siyasal koşullan nedeniyle Türkiye’nin Batısındaki mücadeleden farklı bir karakterde olacağının bilincindedir. Bu yüzden Kürtlerin ayrı örgütlenmesini gerekli görür. Ancak Türk devletine karşı Kürt ve Türk devrimcilerinin ortak mücadele etmesi gerektiği vurgulanır. Kürtlerin ulusal mücadelesi Türkiye devriminde proletaryanın ittifak gü-
139)
Kıvılcımlı’nm Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
cii olması anlamında İhtiyat Kuvvet olarak tanımlanır.
Kıvılcımlı’nın 1933’te yaptığı tespitlerden bugün hem Kürt ulusal hareketi hem de Türkiye sosyalist hareketi açısından çıkarılması gereken sonuçlar vardır. Sömürge tespitinin yanı sıra Kürtlerin ayrı örgütlenme hakkı ü- zerinde durmuş olması Kıvılcımlı’yı sol harekette günümüzde de sürmekte olan tartışmalar açısından hala son derece önemli kılmaktadır. Türk devletinin Kürdistan’daki egemenliğinin niteliği ve Kürtlerin örgütlenmesi sorunu bugün de sol hareketi bölen konuların başında gelmektedir. Sömürge gerçekliğini görmeyen sol örgütler ayrı örgütlenme konusunda da Kürt ulusal hareketini inkâra varacak bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Kürt hareketi açısındansa, emperyalizmden beklentilerin büyük hayal kırıklıkları yaratacağı tespiti bugün için de geçerli olan bir tehlikeye işaret etmektedir. Ayrıca feodal önderliklere karşı köylülerin önderliği meselesi de bugün kendi içinde sınıfsal gerilimler yaşayan Kürt hareketi için dersler çıkarılacak niteliktedir. Bugün de Kürt hareketinin ne yönde evrilece- ği Kıvılcımlı’nın 70 küsur yıl önce işaret ettiği iki temel konuya bağlıdır; Mücadeleye hangi sınıfın önderlik edeceği ve emperyalizme karşı alınacak tavır. Kürt burjuvazisine karşı yoksul Kürt halkının inisiyatifinin öne çıkması ve emperyalizme karşı duruş konularında İhtiyat Kuvvet: Şark’ta yapılan tespitler güncelliğini hala korumaktadır.
Toplumsal ve Siyasal Yapı
Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı devletinin 19. yüzyıldaki reform çabalarını kapitalizmin gelişimi çerçevesinde ele alır. Batılılaşma, modernleşme gibi kavramların kapitalistleşmeyle eş anlamlı olduğunu vurgular. 1908 devrimin- de komprador burjuvazinin iktidara geldiğini, Kurtuluş savaşında ise Anadolu burjuvazisinin iktidarının kurulduğunu belir
tir. 1920’li yıllardan itibaren burjuva egemenliği doğrudan tekelci bir karakter taşır. Bu dönemden itibaren Türkiye'de egemen zümre burjuvazi içinde de bir azınlık olan “fı- nans-kapital” olarak belirlenir. Komprador burjuvazinin yerinden edilmesiyle ekonomide fmans-kapitalin (siyaset düzlemindeki i- fadesiyle mali oligarşinin) egemenliği kurulmuştur.
Türkiye’de kapitalizm kendinden önceki sömürü ve tahakküm mekanizmalarım tasfiye ederek burjuva demokrasisini kurmak yerine eski güç odaklarıyla uzlaşarak hatta onların gücünü pekiştirerek kendi iktidarım kurabilmiştir. Ekonomik alanda finans kapital kırlardaki geleneksel elitlerle işbirliği halinde sömürü düzenini kurmuştur. Kıvılcımh’mn 7000 yıllık tefeci-bezirgan sermaye dediği asalak güç finans kapitalin yerel bayileri haline gelmiştir. Bu yüzden Kıvılcımlı Türkiye’de egemen sistem kapitalizm olsa da kapitalizm öncesi dönemden kalma sermaye ve sömürü biçimlerinin modern biçimlerle melezleşerek sürdüğünün altını çizmiştir. Türkiye kapitalizminin özgünlüğü dc bu melez yapıdan kaynaklanmaktadır. Kıvılcımlıya göre bu melez yapılar sadece Türkiye için değil tüm sömürge ve bağımlı ülkeler için geçerlidir.
Siyasi açıdan ise Cumhuriyet’le birlikte kurulan düzen, mali oligarşinin diktatörlüğü olarak belirlenir. Türk burjuvazisi toprak a- ğalarıyla, tefeci-tüccar tabakalarla uzlaşmış, toprak reformu, siyasi özgürlükler gibi demokratik görevleri gerçekleştirmeden kendi baskı düzenini kurmuştur. Bu yüzden demokratik devrimin gerçekleştirilmesi işçi sınıfı ve köylülerin misyonudur. Kıvılcımlı’ya göre Türk burjuvazisi demokrasiyi geliştirme potansiyeline sahip değildir, bu yönde bir beklentiye girilmemelidir. Demokrasi ancak işçi ve köylü yığınlarının mücadelesi ile ve bir
yol
devrim sonucunda kazanılabilir.
Kıvılcımlı’nm antika-modern karması o- larak gördüğü fınans kapital-tefeci bezirgan ittifakı, bu iki kesimin çıkarlarının rezonansa gelmesi ile açıklanır. Günümüzde kapitalizmin gelişim seviyesi düşünüldüğünde artık kapitalizm öncesi öğelerle iç içe geçen bir yapıdan çok, çeşitli ölçeklerdeki kapitalist ilişkilerin oluşturduğu karmaşık bir yapıdan söz etmek daha doğru olacaktır. Ancak Kıvılcımlının analizim bugün için de geçerli kılan yönü onun yerel iktidar odaklarının egemen sisteme hangi mekanizmalar üzerinden bağlandığını, hangi çıkarların rezonansa geldiğini ve böylece hangi ittifakların oluştuğunu incelemiş olmasıdır. Bugün de Türkiye’de iktidarın işleyiş mekanizmasını anlamak böyle dinamik analizlerin yapılmasını gerektiriyor. Yerel, ulusal ve uluslararası ölçekteki güç o- dalcları arasında oluşan bağlantıların ekonomik sömürü ve siyasi mücadele açısından ne gibi sonuçlar doğurduğu ve günümüz Türkiye’sinde yarattığı özgünlükler Kıvılcımlının somut olaylardan hareket eden yöntemiyle incelenmelidir.
20. yüzyılın başında itibaren burjuvazinin ilericiliğinin bittiğini vurgulaması ise, bugün uluslararası ya da ulusal burjuvaziden ilericilik bekleyen liberal ya da ulusalcı eğilimlere karşı demokrasinin asıl olarak halk sınıflarının mücadelesine bağlı olduğunu ve devrim mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini hatırlatmak açısında önem taşımaktadır.
Tarih Tezi
Kıvılcımlı’nın kapitalizmin evrensel eğilimlerini göz ardı etmeden yaşadığı toprakların özgünlüğünü anlama çabası onu Tarih Tezi adı altındaki çalışmalarına götürmüştür. Kıvılcımlı’yı tarih incelemelerine sevk eden Türkiye toplumunu derinlemesine kavrama ihtiyacı ve tüm dünya üzerindeki sömürge ve
yarı sömürge ülkelerdeki siyasi mücadeleleri açıklama çabasıdır. 1950’li ve 60’lı yıllarda sömürge ülkelerde devrimler ulusal kurtuluş mücadeleleri biçiminde gerçekleşmiştir. Buralardaki mücadelelerin doğrudan sosyalizm hedefi ile gerçekleştirilmesi II. En- ternasyonal’in aşamacı anlayışı ile bağdaşmıyordu. Geri olarak görülen toplumlar ileri kabul edilen ülkeleri geçerek sosyalizm hedefti devrimler gerçekleştiriyorlardı.
Kıvılcımlı bu ülkelerde kapitalizmin henüz sindiremediği kapitalizm öncesi geleneklerin bu devrimlerde önemli bir rol oynadığını belirtmiş ve komünist partilerin sadece kapitalist yapı ve ilişkileri değil henüz kapitalizm tarafından sindirilememiş olan bu gelenekleri de hesaba katması gerektiğini vurgulamıştır.
Kıvılcımlı’nm tarih çalışmalarında asıl o- larak Osmanlı ve İslam tarihi ayrıntılı bir biçimde İncelenmektedir. Yalnız Tez’in kapsam alanı çoğu zaman sanıldığı gibi sadece “Doğu” toplundan değildir. Tez, belli bir coğrafyayı değil, ilk medeniyetlerin (sınıflı toplumun) ortaya çıkmasından kapitalizmin ortaya çıktığı zaman kadar geçen yaklaşık 7 bin yıllık dönemi incelemektedir. Bu yüzden Tez’de Akdeniz medeniyetlerinin yanı sıra, Çin ya da Amerika’daki uygarlıklara da değinilir; yeri geldiğinde Osmanlı ve Fransa toprak düzenleri arasındaki benzerliklerin altı çizilir. Kapitalizm öncesi dönemde farklı coğrafyalarda şekillenen uygarlıklar arasında kategorik bir ayrım söz konusu değildir. Toplumlar arasındaki kategorik farklılık kapitalizmin ortaya çıkması ile başlar. Kapitalist Batı ülkeleri dünyanın geri kalanı karşısında farklı bir rota izlemeye başlar. Kıvılcımlı Batı ve Doğu kavramlarını coğrafi bir tanım olarak değil zamansal bir ifade o- larak kullanır. “‘Batı’, Avrupa coğrafyasında bir bölge değildir, insanlık tarihinde bir aşa-
141)
Kıvılcımlı’nm Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
madır. ”(2) Doğu, sınıflı toplumun ortaya çıkışından kapitalizme kadar geçen dönemi ifade etmektedir, Batı ise kapitalizm ile eşanlamlı olarak kullanılır.
Kıvılcımlı tarihte ilkel, köleci, feodal, kapitalist toplum dizilişini reddeder. “İlkel sosyalizm” olarak adlandırdığı sınıflı toplum öncesi dönem ile kapitalizm arasında “antika tarih” vardır. Antika tarihte kent medeniyetleri sınıflı toplumun örgütlenmesiyken barbarlar ilkel sosyalist geleneklerin sürdürücüsüdür Ortaçağ ya da feodalizm, Avrupa’ya özgü bir üretim biçimi olarak değil bütün antik medeniyetlerin başlangıç ve çöküş dönemlerinde yaşanan geçici bir dönem olarak resmedilir. Kıvılcımlı, Doğu'ya özgü üretim biçimi arayışının kesin olarak karşısında durur. Antik tarihin yasaları tüm dünya için geçerlidir. Bu açıdan Tarih Tezi, insanlık tarihine Avrupa merkezci ve oryantalist bakışların köklü bir eleştirisini sunar.
Antik tarihte göçebe barbarlarla yerleşik medeniler arasındaki mücadelelerin rolünü ö- ne çıkaran Kıvılcımlı salt üretim aletlerinin gelişimine odaklı teknolojisi açıklamaya karşı coğrafi şartların, ticaret yollarının, savaşların, toplumsal örgütlenmenin, ilkel sosyalizm dediği çağlardan kalma geleneklerin etkin bir rol oynadığı daha dinamik bir tarihsel açıklama ortaya koymaya çalışır. Alt yapı üst yapı ikiliğini kullanmakla birlikte salt üretim araçları üzerinde odaklanan eğilime karşı somut tarihin şekillenişinde kültürel, sosyal, siyasi ve askeri faktörlerin etkisini öne çıkarır. Teknoloji zaten antik çağ boyunca çok az değişime uğramıştır. Antik çağın e- zileııleri olan köleler sosyal devrim yapacak potansiyele sahip değillerdir, iktidarı devirseler bile sonuçta yeni bir köleci düzen kurulmaktadır. Sosyal devrimlerin söz konusu olmadığı bu dönemde barbarların kılıcı ile “tarihsel devrimler” gerçekleşmiştir. Kıvıl
cımlı’ya göre, medeniyetleri yıkan barbarlar yıkıcı oldukları kadar dönüştürücü bir rol de oynamışlardır.
Antik çağda barbarların yaşattığı ilkel sosyalist gelenekler kapitalizmin ortaya çıkışında da diğer etmenlerin yanı sıra önemli bir rol oynamıştır. İngiltere örneği üzerinde bunu inceleyen Kıvılcımlı “İlkel sosyalizmden kapitalizme” geçiş ifadesini kullanır. İlkel sosyalist gelenekler kapitalizmin topluma derinlemesine nüfuz ettiği “emperyalist metropollerde” yok olsa da, güçlü bir hegemonya kuramadığı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde sürmektedir. Kıvılcımlı “üçüncü dünya” olarak adlandırılan bu ülkelerde emperyalizme ve kapitalizme karşı yürütülen mücadelelerde ilkel sosyalizmden kalma geleneklerin önemli bir rol oynadığını düşünmektedir. Ancak bu gelenekler, modern sınıflar mücadelesinin taraflarından birisinin yanında saf tutmak zorundadır. Çünkü görece “geri”, güçsüz ya da eskiyle uzlaşık olsa da egemen olan sistem sonuçta kapitalizmdir.
Kıvılcımlı Türkiye’de ilkel sosyalizmden kalma geleneğin Osmanlı devlet sınıfları ü- zerinden sürdüğünü düşünmektedir. Jön Türkler, Kurtuluş Savaşı’nı yapan kadro, 27 Mayıs bu geleneğin ürünleridir. 1960’lı yılların Türkiye’sinde vurucu güç olarak nitelediği “silahlı ve aydın gençlik” kapitalizmin henüz bünyesinde eritemediği bir tarihsel devrimci geleneğin temsilcisidir. Ordu gençliği ve aydın gençlik (devlet sınıflarının alt tabakaları) dışında Alevi-Türkmen köylerinde ve Kürt aşiretlerinin yaşantısında ilkel sosyalist (barbar) gelenekler sürmektedir. Bunlar kapitalist üretim biçiminin henüz bütünüyle bünyesinde eritemediği tarihsel kalıntılardır. Kapitalizmin bu tarihsel devrimci kalıntıları çözmesini beklemek yerine, bu gelenekleri proletaryanın devrim mücadelesinde ittifak gücü olarak değerlendirmek gerekmektedir.
i 142
yol
Bu toplum kesimlerinin kapitalist gelişime karşı direnci Leninist siyasetin hesaba katması gereken bir gerçekliktiı\(3) İşte Türkiye’deki ve genel olarak üçüncü dünyadaki sınıf mücadelesini “emperyalist metropollerdeki” mücadelelerden farklı kılan bu tarihsel koşullardır.
Kıvılcımlı ilerici gerici kavramlarım çoğu zaman tersyüz eder. Kapitalizm öncesinde sadece derebeyleşen “antika” devletleri değil aynı zamanda ilkel sosyalizmin mirasçısı barbarları da gördüğü için kapitalizmin gelişimine doğrudan bir ilericilik atfetmez. Zaten tekelci dönemde kapitalizm tüm ilerici potansiyelini yitirmiştir. Öyleyse “feodalizme” karşı desteklenecek bir kapitalizm söz konusu değildir. Burjuvazinin devrimci barutunu tüketmiş olması bir yana, kapitalizm öncesi toplum, bünyesinde barındırdığı eşitlikçi söylem ve pratikler dolayısıyla bütünüyle “geri” olarak da görülemez. Daha da önemlisi tarihsel gelenekler kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelede önemli bir rol üstlenebilecek bir potansiyele sahiptir. Örneğin Kıvılcımlı millet kavramının ümmet anlayışına karşı daha ileriyi temsil ettiğini düşünmez. Hatta ümmet ideolojisinin, emperyalizme karşı direnişte milli ideolojiye göre çok daha birleştirici bir kavram olduğunu düşiinür.(4)
Tarih Tezi özünde sömürge ve yarı sömürge ülkelerin sol hareketlerinde “burjuvaziyi bekleme” siyasetine teorik bir cevap niteli- ğindendir. Tezin politik açılımlarının yarattığı tartışmalara aşağıda değinilecektir.
Dine Yaklaşım
Aslında Kıvılcımlı’nm tarih çalışmalarının bir parçası olan din konusu güncel siyasetteki ağırlığı nedeniyle ayrı bir başlık altında ele alınmayı hak ediyor. Kıvılcım- lı’nm dine yaklaşımı Marksist geleneğe sinmiş olan pozitivist/aydınlanmacı anlayıştan
dikkat çekici ölçüde farklıdır. Öncelikle Kıvılcımlı katı dinsel ve seküler düşünce ayrımını aşan bir pozisyonda durmaktadır. Dinsel düşünce ile seküler düşünce arasında kalın bir duvar çekmek aydınlanmanın mirasıdır. Kıvılcımlı ise din içi tartışmaları insanlığın genel düşünce evrimi içinde ve sosyo-politik faktörlerle birlikte değerlendirir. Dini kabaca “halkın afyonu” ya da muhafazakâr bir i- deoloji olarak görmez. Tarihte birçok kez gerçekleştiği gibi din, toplumsal dönüşümlerin ve devrimlerin de ideolojisi olabilir. Ö~ nemli olan dine, hangi sınıf ve gruplar tarafından nasıl bir anlam yüklendiğidir ya da daha kaba bir deyimle dinin hangi amaçlar i- çin kullanıldığıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de geniş halk yığınlarının dini akımları kolayca benimsemesi cahillikle açıklanacak bir durum değildir. Alt sınıflar açısından dine yöneliş çoğu zaman, modern-laik bir etiketle iktidara gelen burjuvazinin sömürü ve baskısına duyulan tepkinin bir ifadesidir aslında. Bu yüzden Kıvılcımlı ünlü Eyüp Konuşmasında olduğu gibi, güncel sömürü ve tahakküm mekanizmalarını anlatırken ve bunlara karşı mücadele çağrısı yaparken İslam dinine ve tarihine referans vermekten çekinmez.
Kıvılcımlı’mn din karşısındaki tutumu 1970’lerde sola hakim olan kaba ateist söyleme göre çok daha ilerdedir. Günümüzde ise dine ve siyasal İslam’a yaklaşım daha kritik bir konu haline gelmiştir. Son 25 yılda geniş halk kesimleri üzerinde dini ideolojinin etkisi artmıştır. Siyasal İslam’la devletin asıl sahibi “laik” kanat arasındaki çekişme ait sınıfları da bu eksende kutuplaşmaya sevk etmektedir. Sol hareket, son derece heterojen bir nitelikte olan ve Müslüman ülkelerde emperyalizme karşı muhalefetin dili haline gelen İslam’a yaklaşımda bugün Hikmet Kıvılcımlı’nın titizliğine ve yaratıcı yaklaşı-
İ43j
Kıvılcımlı’nın Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
mına büyük ihtiyaç duymaktadır.
Kitlelerle İlişki
Türkiye’de 1974-80 aralığı dışında sosyalist hareket geniş halk yığınlarıyla güçlü bağlar kuramamıştır. 1960 sonlarında üniversite öğrencileri arasında belli bir yaygınlık yakalanmış olsa da işçi ve köylüler büyük ölçüde burjuva partilerinin etkisi altındaydı. Kıvıl- cımlTnın sol harekete dair yaptığı tartışmalarda en çok üzerinde durduğu sorunlardan birisi hareketin geniş halk kesimlerini örgütleme konusundaki yetersizliğidir. Kıvılcım- lı’nın bu zaafın aşılması yönünde iki ana vurgusu olduğu söylenebilir. Birincisi halkın gelenek ve görenekleriyle, popüler bilinciyle uyumlu bir dilin geliştirilmesidir. Kıvılcımlı konuşma ve yazılarında halkın popüler bilincine seslenmeye çalışır. Ayetlerden hadislere, efsanelerden halk deyimlerine, manilerden küfürlere kadar halk kültürünün çeşitli öğelerine başvurur. Gerçi bu çabasının çoğu zaman ortalama okur için metinlerin anlaşılmasını daha da güçleştirdiği söylenebilir. Ancak burada KıvılcımlTnm bu çabasında ne kadar başarılı olduğundan ziyade çabasının yönü önemlidir. Bugün de halkın popüler bilincine seslenebilecek bir dilin geliştirilmesi solun temel sorunlardan birisidir.
Fakat Kıvılcımlı için solun örgütlenme sorunu elbette bir dil sorunundan ibaret değildir, sorunun kökü daha derinlerdedir. Kıvılcımlı’nın daha önemli ikinci vurgusu halkın gündelik yaşamındaki sorunları esas alan bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi gereğidir. Sol, çoğu zaman “yüksek siyaset” yapmaktan halkın gündelik sorunlarına eğilmenin önemini kavramamaktadır. Kıvılcımlı ilk yazılarından itibaren Türkiye sol hareketinin ajitasyon ve propaganda çalışmasına denk düşen bir örgütlenme yaratamamış olmasını eleştirmiştir. Sol kendi içinde onlarca örgüt kursa da halk örgütleri yaratma konu
sunda oldukça kötü bir karneye sahiptir. Bu durum sol hareketin halkın gündelik mücadelesi üzerine düşünsel ve pratik bir yoğunlaşma içinde olmamasının sonucudur.
“Biz siyasi bilinç deyince, büyük ve soyut formülleri kitaplardan alıp tekrarlamak sayıyoruz. Oysa siyasi bilinç bu değildir. Yani, dünyanın her yanında, siyasi bilinç deyince: Yığınların en küçük, günlük küçük dileklerini toplayıp, memleket ölçüsünde ve dünya ölçüsünde değerlendirmek anlaşılır.
Biz küçük işleri küçümsüyoruz.
Fabrika’da işçinin patronla ücret, yahut süre, yahut çalışma şartlan, yahut başka herhangi bir konu üzerindeki dileklerini o kadar önemli görmüyoruz. O kadar parlak yüksek sosyalizmle meşgulüz ki, yani biz o sosyalizmi ortaya dökersek, her şey düzelir sanıyoruz.
Tabi büyük yığınlar ise, o küçük meselelerin küçük olmadığını, hiç değilse Türkiye ölçüsünde bir mesele olduğunu, hatta dünya ölçüsünde bir mesele olduğunu anladığı zaman siyasi bilince varacaktır.
* * *
Yığınlarımızı kendi hareketimiz içinde - yahut hiç olmazsa kendi hareketimizin etkisi altında- görmek istiyorsak, önce kendi davranış ve düşünce sistemimizi değiştirmek lazım. Bu davranışımızla salonlardaki kulüp toplantıları biçiminden artık çıkmak, fabrikaya gitmek, mahalledeki, esnaf çarşısındaki, köydeki insanların günlük küçük problemlerini ve tabi dileklerini göz önünde tutup onlara aksiyonla yol göstermek ve katılmak... Bundan başka çıkar yol yok.”(5)
Kıvılcımlı kitleleri bilinçlendirmek için yapılan ajitasyon ve propagandanın etkisinin sınırlılığının farkındadır. Kitlelerin ajitasyon ve propaganda ile değil ancak kendi dene-
yol
yimleriyle öğreneceğini ısrarla vurgulamıştır. Bu yüzden önemli olan gündelik pratik mücadelenin içinde olmak, bu mücadeleye şekil vermek ve bu yolla örgiitlenmektir.
Teori-pratik İlişkisi
Kıvılcımlı Lenin’in “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözünü tüm mücadele hayatının temel şiarlarından biri olarak benimsemiştir. Bir yandan da teorisiz- min ve dogmatizmin mücadeleye verdiği zararlara sürekli dikkat çekmiştir. Olaylarla teorik formüller arasında mutlak bir uygunluk olamayacağı bilinciyle soyut teorik doğrularla somut gerçeklik arasında bire bir tekabüliyet aranmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Somut olgularla teorik formüller arasında bir çelişme olduğunda ise tereddütsüzce formülleri bir kenara bırakmıştır. Kıvılcımlı bu tutumunu soyut doğrular yerine “olaylara bakmak” olarak açıklar. “Somut durumun somut tahlilini” yapmak yerine güncel gelişmeleri açıklamada genel teorik doğruları tekrarlamayı politik analiz yapmak sananları “Marksizm’in softaları” olarak niteler.
Kıvılcımlı’nın en çok eleştirdiği konulardan biri soyut tartışmaların somut pratiğin ö- nüne geçirilmesidir. Teorik doğruların somut gerçeği analizde yeterli olamayacağını, olayların formüllerin kabına sığmayan özgünlükleri olabileceğini vurgular. Teorinin sınanacağı yer nihayetinde pratiktir. Bu yüzden teorinin her zaman tarihsel pratiğin ışığında yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Ordu meselesi
1950’li yıllardaki İkinci Kuvvayı Milliye- cilik söylemi ve 1960’lı yıllarda tarih çalışmalarının bir sonucu olarak geliştirdiği “vurucu güç” tespiti, Kıvılcımlımı! daha sonraki yıllarda Kemalist, hatta cuntacı olmakla eleştirilmesine neden olmuştur. Aslında 1960’lı yıllarda ordu içerisinden 27 Mayıs
benzeri, hatta ondan daha ileri bir hareketi] çıkabileceği düşüncesi solun genelinde yay gm bir beklentidir. Bu dönemde TSK’nın or ta ve alt kademelerindeki rahatsızlık v< hareketlenme yer yer isyanlarla sonuçlanacal ölçüdeydi. Böyle bir gelişmeyle devrimci bi siyasi öznenin ilgilenmemesi diişünülemezd elbette. Sorun bu tür imkanları değerlendire bilecek bir örgütlü gücün mevcut olmamasıy dı.
Hikmet Kıvılcımlı 1960’lı yıllar boyuncı asıl olarak örgüt sorununa ve işçi ve köylülerin örgütlenmesi konularına vurgu yapmıştır. “Ordu gençliği” ise sınıf mücadelesindi yararlanılacak bir Türkiye orijinalitesi olarak değerlendirmiştir. 1950’lerde ortaya attığı İ- kinci Kuvvayı Milliye söylemi, başlangıçta halkın güncel bilincine seslenmek için düşünülmüş olsa da 27 Mayıs sonrasında ordu ve bürokrasinin alt tabakalarındaki radikal eğilimlerle rezonans kuran dil olmuştur 1960’larda “İkinci Kurtuluş Savaşı” ifadesi hemen hemen solun tüm kesimleri tarafından dillendirilmektedir. Kıvılcımlı aslında İkinci Kuvvayı Milliye deyimini ilk olarak Vatan Partisi’nin kuruluş gerekçesinde bir toplumsal kurtuluş programının popüler ifadesi olarak gündeme getirmiştir. Vatan Partisi programının Lenin döneminde Sovyetler Bir- liği’nde uygulanan NEP programının Türkiye koşullarına uyarlanmış hali olduğunu belirtir. İkinci Kuvvayı Milliye ifadesi de bunu halkın popüler hafızasında yankı bulacak tarzda ifade edilmesinden ibarettir.
Ordu meselesinde Kıvılcımh’nm yaklaşımına ilişkin olarak cuntacılık suçlamasından daha anlamlı bir tartışma, birisi teorik diğeri politik nitelikteki iki konuda yapılabilir. Birincisi, 1960’lı yıllarda ordu ve bürokrasinin orta ve alt tabakalarındaki radikal eğilimler Kıvılcımlı’nın ifade ettiği gibi Osmanlı devlet sınıflarına oradan da barbarlığa uzanan
lîD
Kıvılcımlı’nm Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü müydü, yoksa güncel toplumsal ve siyasal çelişkilerin sonucu muydu? Ya da hangisi ne ölçüde etkiliydi? 1960’lı yılların Türkiye’sinde bizzat KıvılcımlTnm vurgulayarak gösterdiği kapitalizmin gelişkinlik seviyesi düşünüldüğünde asıl ağırlık devam eden geleneklere mi yoksa kapitalizmin gelişiminin yarattığı güncel çelişkilere mi verilmelidir? Öte yandan Kıvılcımlı tarihsel devrimci gelenekleri öne çıkarmakla beraber, aslında TSK’ya dair incelemelerinde güncel siyasi çekişmelerin, sınıfsal çelişkilerin, hatta kurum içi gerilimlerin analizini de yapmaktadır. Özellikle 27 Mayıs Yön’ün Yönü kitabı buna örnek gösterilebilir. Bu kitabında Kıvılcımlı ’nm “devletçiliğimiz”in eleştirisini yaptığı düşünülürse bu eleştiriyle olumlanan “dirlikçi devlet sınıfları” geleneği arasında bir gerilim olduğunu kabul etmek gerekir.(6) Süregelen “gelenek” vurgusu Kıvılcımlı’nm mirasının yeniden gözden geçirilmesi gereken bir yönünü oluşturuyor. Bizzat KıvılcımlTnm kendisi bu gözden geçirmeyi mümkün kılacak analitik yaklaşımı sunmaktadır.
Ordu konusunda tartışmanın ikinci boyutu ise politik olarak yeterli bir güce sahip o- lunmadığı bir dönemde çeşitli dinamiklere seslenmek için yapılan taktik esnemelerin ne gibi sonuçlar doğuracağı sorunudur. Kıvıl- cımlı’nın konjonktüre duyarlılık ve atılganlık özelliği, onun hiçbir zaman güçlü bir örgütlülük içinde yer alma şansına sahip olmadığı düşünüldüğünde, kimi zaman siyasette naiflik olarak görülebilecek sonuçlara yol açmıştır. Burada bunlara işaret etmekle yetineceğiz.
Kıvılcımlı Ulusalcı mı?
Yukarda anlatılanların bu soruyu zaten cevapladığı düşünülebilir. Ancak günümüzde yükselen şovenizmin soldaki yansıması olan ulusalcı eğilim, solun tarihini kendi pozisyo
nunu meşrulaştıracak tarzda içini boşaltarak sözde sahiplenmeye çalışmaktadır. Bu yüzden solun devrimci mirasım kurda-çakala (kızıl elmacılara) yem etmemek bugün büyük bir önem taşıyor.
28 Şubat sürecinden bu yana Hikmet Kı- vılcımlı’nın mirasına sahip çıkma iddiasında olup “ulusal sol” bir çizgi tutturmuş olan grup ve kişiler var. Politik olarak önemli bir varlıkları olmasa da “mide bulandıran” bu çevreler, KıvılcımlTnm 1950’li ve 1960’h yıllardaki yaklaşımlarını politik-tarihsel bağlamından ve Kıvılcımlı ’mn teorik ve politik üretiminin bütünlüğünden koparıyorlar. Bugünkü MGK’cı çizgilerine Kıvılcımlı’yı payanda etmek isteyenler onun Kürt sorunu ve Kemalizm tespitlerini görmezden geliyorlar. Böylece hayali bir ulusalcı Kıvılcımlı karikatürü yaratmaya çalışıyorlar.
Yukarda İkinci Kuvvayı Milliye deyiminden KıvılcımlTnm ne anladığını ifade etmiştik. Toplumsal kurtuluş perspektifinin halk bilincine hitap edecek bir şekilde dile getirilmesi anlamındaki Kuvvayı Milliye deyimi i- le günümüzdeki devletçi-şovenist Kuvvayı Milliyeciliğin bir ilişkisi yoktur. Kendisi de gençliğinde bizzat Kuvvayı Milliye içinde yer almış olan Kıvılcımlı 1950’li yıllarda Kuvvayı Milliye deyimini özellikle tercih etmişti. O dönemde yakın tarihin konusu olan Kuvvayı Milliye, Kurtuluş Savaşı sırasındaki halk inisiyatifini temsil ediyordu. Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri ise Kurtuluş Savaşında Anadolu burjuvazisinin örgütlen- mesiydi. Bu yüzden Kıvılcımlı, Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerine asla referans vermez, onunla bir özdeşlik kurmaz. Siyasetini sadece halkın mücadele geleneklerine bağlama ihtiyacı duyar. KıvılcımlTyı sözde benimseyerek laik/şovenist “sol” çizgide saf tutmak kendisinin deyimiyle düpedüz kalpazanlıktır.
İki Kıvılcımlı mı?
yol
Kıvılcımlı’ya ilişkin iddialardan birisi de onun 1920’li ve 30’ lu yıllardaki teorik yaklaşımları ve siyasi tutumlarıyla 1950 sonrası a- rasına kaim bir duvar örmektir. Birincisi genç Bolşevik Kıvılcımlı, İkincisi ise Kemalist-or- ducıı Kıvılcımlı olarak resmedilir. Özellikle Kürt meselesinde görüşlerini değiştirdiği bile ileri sürülebilmiştir.
Kıvılcımlı’nm farklı dönemlerdeki poli- tik-taktik tutumları elbette siyasi ortama göre şekillenmiştir, ancak temel konularda yaklaşımlarını değiştirdiği söylenemez. Elazığ Cezaevinde kaleme alman Yol çalışmasındaki tutum Kıvılcımlı’nın tüm yaşamında izlediği çizginin temel taşlarını oluşturmuştur. Ancak buradaki siyasi önermelerinin bütününü siyasi taktiklere dönüştürme şansına sahip olamamıştır. Kıvılcımlı 1938 Donanma Davasından sonra Cezaevinde geçirdiği 12 yıl boyunca derinleştirdiği tarih çalışmalarının etkisiyle yeni düşünceler de geliştirmiştir. Örneğin “vurucu güç” tespiti, üretici güçlere dair getirdiği yeni tanım vb. düşünceleri büyük ölçüde 1940’lı ve 1950'li yıllarda sistemli hale getirmiştir.
Kıvılcımlı’nın düşünsel-politik evriminde bir kesintiden ziyade gelişim söz konusudur. Tarih Tezi’nin ilk işaretlerini Yol’daki analizlerinde görmek mümkündür. Türkiye tarihine ilişkin ilk analizlerini zamanla zenginleştirmiş ve insanlık tarihi üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda yeni bir tarih teorisi ortaya koymuştur. Siyasi tutumlar açısından, örneğin Yol’da yer alan “Legaliteyi İstismar” taktiğinin onun tüm mücadele yaşamına yayılmış bir taktik olduğu söylenebilir. 1930 Tarda legal yayıncılık, 1950 Terde legal parti, 1960’larda sendika ve dernek faaliyetleri bu taktiğin dönemsel açılımlarıdır. Kıvıl- cımlTnm geniş halk kesimlerine ulaşmak için yasal olanakları azami ölçüde kullanma çabası hareketin 1960 Tara kadar çok dar bir ay
dın ve işçi çevre ile sınırlı kalmış olmasının bir sonucudur.
Kıvılcımlı’nın Kürt sorununa ilişkin İhtiyat Kuvvet: Şark’taki yaklaşımını mücadele hayatı boyunca bir siyasi taktiğe dönüştürmediği bir gerçektir. Ancak bu durum Kıvılcımlı’nın Kürt meselesinde önerdiği siyaseti dövüştürebilecek imkan ve araçlara sahip olmaması ile ilgilidir. 1950’li ve 60Tı yıllarda Kıvılcımlı Küıi; sorununu gündeme taşıyabileceği bir politik atmosfer olduğunu düşünmez. 1960 sonlarında bir panelde bu konuda neden yazmadığı sorulduğunda “Sıkmıyor, ondan” cevabını vermiştir. Ankara’da Mart 1971’de yapılan bir seminerde ise gençlerin ısrarlı soruları üzerine yaptığı açıklamalar Yol’daki tespitlerinden başka bir şey değildir.^) Kıvılcımlı, Kürt sorunu üzerine tespitlerinin yasal bir ortamda ifade edilmesinin mümkün olmadığım düşünüyordu. Tıpkı silahlı mücadele sorunları gibi Kürt sorunu da Kıvılcımlı’ya göre salon toplantılarında rahat rahat konuşulabilecek, yasal olarak yazılıp çizilebilecek bir konu değildi. Kürt sorunu “ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır”. (8) Aslında 1960’ların sonundaki politik ortam düşünüldüğünde
Kıvılcımlı’nm bu konuda aşırı ihtiyatlı bir tutum sergilediği söylenebilir. Kürt sorunu, bu dönemde Kıvılcımlı’nın taktik politika alanının dışında kalmıştır. 12 Mart öncesinde ihtiyat Kuvvet’in basılmamış olması, solun genç kuşaklarının Kürt sorunu konusunda Kıvılcımlı’nm daha 1930 Tarda ifade ettiği doğruları el yordamıyla keşfetmesine yol açmıştır.
Kıvılcımlı ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı günlük notlarında Kürt sorununa i- lişkin temel yaklaşımını sürdürmektedir.(9) Kürt sorununa dair bir pratik siyasi yöneliş geliştirmemiş olsa da bu konudaki duyarlılığının onun .genel tutumuna sinmiş olduğunu
m
Kıvılcımlı’nm Mirasının Güncel Anlamı Üzerine Değinmeler
aşağıdaki örnekte görmek mümkündür. 1967 yılında kaleme alman Uyarmak İçin Uyanmalı broşürünün giriş kısmında TİP programım eleştirirken “Türk işçisi” tabirinin kullanılmasını şovenizm olarak değerlendirir: “ ‘Türkiye’de’ nüfus kâğıdına rağmen kendisine ‘Türk’ten başka ad veren yığınlar var. Programa göre öncü sınıf ‘Türk işçi sı- nıfı’dır. Bilerek mi bu şovenizme düşülüyor, bilmeyerek mi? Hepsi bir.”( 10)
* * *
Kıvılcımlı’nm mirası kuşkusuz onun kitaplarından ibaret değildir. Bütün devrimci önderler gibi değeri, düşünce ve davranışlarının bütününden kaynaklanmaktadır. 50 yıllık mücadele hayatı boyunca sürdürdüğü azmi, direngenliği, cesareti, inadı onun dü- şiinsel-politik mirasının ayrılmaz bir parçasıdır. Henri Barbüs’ün ardından söylemiş olduğu sözü Kıvılcımlı’nm kendisi için söyleyecek olursak o, “parlak bir kitap değil, savaşçı bir hayattır”.
Kıvılcımlı’nın tüm hayatına yön veren çabayı ve tüm yaşamına hâkim olan duyguyu i- yi anlatan bir pasajı Legaliteyi İstismar broşüründen aktararak bitirelim:
“Burjuvazi bizi gizli yargılamak istedikçe, biz cezaevinden çıkışımızdan, yolda gelişimizden, mahkeme koridorlarından geçişimizden, mahkemenin ilk duruşma, son karar celselerinden, kapı altlarında bekleyişimizden, cezaevi içindeki yaşayışımızdan, ö- zetle her yerden ve her şeyden yararlanarak, olanak bulursak yüksek sesle, bulamazsak fısıldayarak; ağzımızı dikerlerse kaşımızı gözümüzü oynatarak yüzümüzle; yüzümüze maske geçirirler, peçe takarlarsa, başımız, e- limiz, kolumuz, ayağımızla; elimize kelepçe, boynumuza lâle, kolumuza zincir, ayağımıza pranga takarlarsa, duruşumuz, oturuşumuz, hatta giyinişimizle; öldürülürsek geberme
mizle, gömülsek mezarımızla, yakılarak dumanımız havaya savmlsa heyulamızla, hatıramızla... her neyle olursa olsun, ajitasyonumuzu yapacağız! Burjuvazi bizi istediği kadar ezsin, sıksın, kapasın, biz bir delik bulup kızıl soluğumuzu halka duyuracağız!”
(1) Hikmet Kıvılcımlı, Strateji Bahsi, s. 9’dan akt. Mehmet Yılmazer, “Türkiye’de Proletarya Hareketi ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı”, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Devrimci Hareketin Genel Otokritiği içinde, Alaz Yay., İstanbul 1994, s. 61
(2) Kıvılcımlı, 27 Mayıs Yön’ün Yönü Devletçiliğimiz, Bibliotek. İstanbul 1989, s. 54
(3) Bu konuda sistematik bir değerlendirme 1995 yılında Ekrem Demirci tarafından yapılmıştır. Bkz. “Alevi Tarihsel Devrimciliğinin Kökleri”, Direniş, Kasım 1995, S.31; “Alevi Tarihsel Devrimciliğinin Günümüze Uzanışı”, Direniş, Aralık 1995, S.32; “Le- ninist Öncü Siyaset ve Aleviler”, Direniş, Ocak 1996, S.33
(4) Kıvılcımlı, Yol Anıları, Derteniş Yayınları, İstanbul 1988, s. 188-192
(5) Kıvılcımlı, Üç Seminer, Derleniş Yayınları, İstanbul 2000, s. 159-160
(6) “İlkel sosyalist" gelenekleri sürdüren bir başka kesim olduğu belirtilen Alevi ve Türkmenlere dair analizde böyle bir sorun söz konusu değildir. İktidarın uzağında ve görece erişilemez bölgelerde yaşayan bu kesimlerin yaşayışında eşitlikçi geleneklerin sürme olanağı iktidarın merkezinde olanlara nazaran çok daha fazladır.
(7) Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, Derleniş Yayınları, İstanbul 1999, s. 124-129
(8) A.g.e., s. 125
(9) Kıvılcımlı, Yol Anıları, s. 67
(10) Kıvılcımlı, Uyarmak İçin Uyanmalı Uyanmak İçin Uyarmalı, Derleniş Yayınları, Ankara 1980, s. 18 *
*Daha önce Teori ve Politika dergisinde 2006 kış sayısı no:40' da yayınlandı.
Hareketimizin Tarihindeki 7 8 Kopuşmalarına 30 Yıl Sonrasından Eleştirel Bir Bakış
Anılar, Deneyler, Dersler
Geleneğimizdeki ‘78 kopuşmalar- ına bugünden bir kez daha dönüp bakmak, birçok açıdan
önemli. Her şeyden önce yalcın dönem kadrolarının, kökleriyle daha sağlam bağlar kurabilmeleri; kuşaklar arası sirkülasyonun gelişkinleşmesi, ayrıca tarihimize eleştirel bir gözle bakabilme becerisini göstererek bugün, bire bir olmasa da benzer dönemeç- lerde/yokuşlarda daha yetkin davra- na- bılme kollektif yeteneğini edinebilmek açısından önemli.
Böyle bir eleştirel “tarih ammsamasr’na kalkışırken elbette hem o günün dünya ve Türkiye koşullarına ve hem de geleneğimizin öznel zaaflarına ve yetkinliklerine de bakacak, olayları kendi “ zaman ve mekan’’ koşulları içinde değerlendireceğiz. Çıkartacağımız sonuç “ Keşke bugün bildiklerimizi o günlerde de bilseymişiz!” , “ Keşke o günlerde şunu şöyle yapabilsey- mişiz!” vb. hayıflanmalar olmamalı! Bu en sonunda mızmızlanmaya varır ki bu, yapının geneline sirayet ettiğinde çürüme yoluna çıkılır. Bunun örneklerini ise 12 Eylül sonrası tasfiye süreçlerinde bol bol gördük. Aslında bu noktada;, tarihten ders
çıkarma anlamında geleneğimiz, Türkiye solu açısından önemli bir yetkinlik göstermiş, bir örnek oluşturmuş ve haklı bir prestij de edinmiştir. Bugün bize düşen, o gün kafa göz yara yara yaşadığımız olumlu olumsuz deneyimleri, bugünün görevleri açısından devrimci bir enerjiye dönüştürmek olmalıdır.
1978’e Gelirken
Hareketimizin Durumu
‘78 kopuşmaları hareketimizin Vatan Partisi(l) konağında yaşadığımız; kısmen birbirine bağlı iki ayrı kopuşmadır. Bu ko- puşmalarm değerlendirilmesine girmeden önce, o güne kadar aldığımız yolu hızlı bir yürüyüşle geçerek tanımaya çalışalım.
1971’ in başdöndiirücü bir hızla yaşandığı politik ortamında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nm açık bir etkisi de oluşmaya başlamıştır. O günlerde yayınlanan Sosyalist Gazetesi çevresinde değişik kesimlerden; öğrencilerden, aydınlardan, işçilerden, yarı aydın hatta esnaf çevrelerden bile insanlar toparlanmaya başlamıştır. Kıvılcımlı o zamana kadar Demokratik Halk Devrimi programını dövüştürmüş, taktik olarak pro-
Anılar, Deneyler, Dersler.
letarya partisinin örgütlenmesi momentine varmıştır.
TDH’deki grupların (TİP ve Ak Aydınlık -şimdiki İşçi Partisi- hariç) bir parti çatısı altında örgütlenmesini önermektedir. O çevrelerden Denizlerin ve Mahirlerin hızla başka bir yöne; kır gerillacılığına doğru yönelmesi, Kıvılcımh’nın ise sıkıyönetimce aranır durumdayken ağırlaşmış kanser hastalığı nedeniyle yurt dışına çıkması (ve ardından kısa bir süre sonra da ölümü) çevresine toplanmış gruplardan organik bir sentez yaratmasına fırsat bırakmamıştı.
12 Mart faşizminin o iki yıllık karanlığı içerisinde “ Doktorcu” gruplar, kimi birbirine değmiş kimi değmemiş ama genellikle varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu grupların en önemlilerinden birisi, DÖB/îstanbul Dev-Genç öncelli; Haşmet Atahan, Sela- hattin Okur, Demir Küçükaydm çevresidir. Bu grup 1974’te Beşiktaş’ta topladığı bir yeraltı kongresiyle Türkiye Komünist Partisi’ni kurar ve legal alanda, sonradan gruba adını verecek olan Kıvılcım Gazete- si’ini çıkartır. İlk davranıyor olmanın da avantajıyla 10 bin tiraja ulaşan gazete önemli bir etki yaratır.
Kıvılcımlı'nm çevresine son zamanlarda gelen, Yalçın Yusufoğlu, Alıinet Kaçmaz, İbrahim Seven Terin oluşturduğu diğer bir grup önce İlke dergisiyle bir çıkış yapar, sonra TSİP’i kurar.
Bir başka grup, Orhan Aksungıır çevresi 1975’te Vatan Partisi’ni kurar.
Bunun dışında yine Ankara ve Konya çevresinde, sonradan Derleniş olarak şekillenecek grup ve yurt dışında “ Denizciler” (Deniz subayları) vardır.
Bunlardan Kıvılcım grubu, haftalık ola
rak yayınlanan gazete henüz 6 sayı çıkabilmişken bir darbe yer. Gazete kapatılır ve D. KüçükaydmTa bir kaç kadro uzun hapis cezalarına çarptırılırlar. Bu operasyon grupta şok etkisi yaratır ve grup varlığını tartışır hale gelir. Tartışmalar sonunda grup, yapısını koruyarak o sıralarda kurulma hazırlıkları başlatılan TSİP ekibine katılma kararı alır.
TSİP ekibiyle zaten baştan bir “ kan uyuşmazlığı” vardır. Bu ekip Kıvılcımlım hareket içerisinde reformist, burjuva sosyalist eğilimli bir gruptur. Bir süre sonra bu sağ özleri onlara, “ kulvar” larma girdikleri; o dönem 12 M art’m mağlubiyet zemininde yıldızı parlayan ilerlemeci TKP’nin de bastırmasıyla Kıvılcımlı düşüncesini reddettirir.
TSİP’te yaşanan bu süreç, zaten bir darbe almış hareketin kadrolarına hiç iyi gelmemiş enerjinin önemli bir kısmı, TSİP’lüerin “utangaçlıklanyla”(2) uğraşmaya gitmiştir. Bir süre sonra da bu yapı terkedilerek yeniden ayrı bir grup olarak davranılmaya başlanmıştır. Ancak yoğunlaşma halen partileşme üzerinedir. Kıvılcım operasyonundan, 1977 Ocak ayma değin olan süreç aslında hareketimizin “ fetret devri” olarak nitelenebilir. Örgütsel yapıdaki dağınıklık, atılan adımlardaki başarısızlık, bir kısım kadrodaki yorgunluk ve kendine güvensizlik, bulantıyla bunaltının içiçe geçtiği bir dönem!..
O dönemin siyasi ortamımın özelliklerine de değinmek gerekiyor.
12 Mart’tan politik olarak “ Karaoğlan” Ecevit'in 14 Haziran seçim zaferiyle çıkılmış, ortam büyük ölçüde rahatlamış; hem devrimci hareket yeni bir yükselişe girmiş hem de ardından gelen kısmi afla önemli sayıda devrimci, deneyimli kadro
yoi
pratik faaliyete dönme olanağı bulmuştu. Devrimci hareket, tarihinde tanık olmadığı bir ivmeyle ileri atılıyor, yurdun her yerinde, özellikle gençlik içinde her gün yüzlerce binlerce insan saflara katılıyordu. 1975-76’larda, küçük şehir ve kasabalardan liseyi bitirip büyük şehirlere üniversitelere gelen gençler, yeni sosyalist düşüncelerle tanışıp politik tercihlerini yapıyorlar; bir yıl sonra ortalama bir formasyonla memleketlerine dönüp, orada sosyalist düşünceleri yayıyorlardı. Türkiye, İç Anadolu kırsalı hariç kırmızı rengini alıyordu. Yine bu gençlerin önemli bir kısmı bulundukları büyük şehirlerde kalıyor; katıldıkları örgütlerde politik/pratik faaliyetlere girişiyorlardı.
Hareketimiz, kadro devşirmede “ hasat mevsimi” nin yaşandığı bu dönemi erken yediği darbe yüzünden kaçırmış, dönemi fetret devri yapısıyla karşılamıştır. Kadrolarımız bir yerde tutunabilmek amacıyla. Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği (PİM)’e sıkışıp kalmış, bu aşırı yapkmlığa uygun örgüt tarzıyla, hele gerilimin ve coşkunun özellikle gençlik içinde doruklara tırmandığı bir dönemde yol alınmaya çalışılmıştır. Hayat bir “ cilvesiyle” (yada “ çelme” siyle), erken davranan hareketimizin geç kalmasına yol açmıştır. Bu geç kalışın eksikliği ve tutukluğunun izleri uzun zaman üzerimizden atılamamıştır.
Her kriz muhafazakarlarıyla birlikte devrimcilerini de yaratıyor! Hareketin o güne kadarki lider kadroları yalpalar hatta kimileri düşerken, yeni liderler toparlanmanın öncüsü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu noktada “ tarihe bir not” anlamında, Mehmet Özler’in adını anmak gerekiyor.
1977 Reorganizasyon
Kongresine Doğru
Kıvılcımlı’nm attığı Büyük Derleniş Parti taktiği, hedef grupların ayrı yöneli şlere girmelerinden dolayı geçerliliğin yitirmişti. Ne THKP-C ne de THKO kö kenli gruplarla bir parti çatısı altında bi araya gelmek artık mümkün değildi. Ayr ıca hem onlar hem Kıvılcımlım grupla kendi içlerinde siyasi ayrılıklar yaşamış yeni bölünmelere uğramışlardı.
O günün şartlarında Kıvılcım grubu, Di H. Kıvılcımlı geleneğine bağlı grup ve çev relerin bir araya gelmelerinin mümkün v< gerekli olduğunu, derlenişin bunlarla ola bilirliğini düşünerek kongre hazırlıkların; başladı.
Zemin olarak O. Aksungur çevresiniı kurduğu Vatan Partisi uygun görüldü. Der lenişe olumlu bakan bir kısım insan zateı orada vardı.
VP ile göriişmeler/toplantılar yapıldı Ancak onlar bir kısmı insanı üye yapıyor bir kısım -özellikle Kıvılcım grubundan- önder kadronun üyelik başvurusunu onay lamıyorlardı. Amaçları, akıllarınci Kıvılcım grubunun altını oymaktı.(3)
Bir süre sonra Parti MK’smda çoğun luğu sağlayan kongre yanlıları, kapılar gelmek isteyen herkese açtılar.(4) Bundaı sonra kongreye kadar ki süreç içinde, ( güne kadar ulaşılamamış, mümkün olaı bütün çevrelerle görüşüldü ve kongreyi çağrıldı.
Ocak 1977’de toplanan kongreyi Kıvılcım ve Ankara Derleniş ana grup larmın yanı sıra başka yerel çevreler v< kişiler de katıldı.(5) Gündemin ana madde sini elbette partileşme tartışmaları olu şturdu. Derleniş grubunun bir kısm Parti’de kaldı, bir kısmı kongre sırasında ayrıldı.
İSİ
Kongre gruplar dönemini sona erdirmiş, programatik bir birlik sağlayarak herkesin, önünde “ boynunun kıldan ince olduğu” tüzük kuralları çerçevesinde; bir Parti olarak siyasi arenada dövüşe atılmıştır.
Kısmen 1975 ve ardından ‘76 yılı geleneğimizin, enerjisini Parti’nin yeniden örgütlenmesine harcadığı bir dönem olmuştur. Bu aynı zamanda şu demek de oluyordu. Bütün enerjisini ve perspektifini reorganizasyonda yoğunlaştıran hareketimiz, devrimci mücadelenin genel olarak işçi sınıfı, öğrenci gençlik, öğretmen ve memur hareketi, meslek odaları ve diğer aydın kesimler, mahalleler, küçük şehir ve kasaba gençliği içindeki hızla yükselişinde, somut taktik ve yönelişlerde yetersiz kalıyor; yaygınlaşmada ve kadrolaşmada” atı alan” burjuva ve küçükburjuva sosyalizmleri “ Üsküdar’ı geçerken” ne yazık ki biraz “ yaya” kalıyordu.
Bu yetmezlik, kongre sonrası da bir süre devam etmiş, Parti olarak dövüşe atıldıktan sonra günlük mücadelenin bizden talep ettikleriyle daha somut yiizyüze gelmişiz- d i r .
Reorganizasyon kongresinde alınan kararlara baktığımızda bu zaafları görmek daha mümkündür. Kongrenin-en güçlü olduğu kararı “ İttifaklar Sorunu Üzerine” olanıdır ki bunun bile kısa bir süre sonra düzeltilmesi kaçınılmaz olmuş, yeni bir kongre toplanmıştır.
“ Olağan I. Kongreden onbeş ay sonra toplanan bu kongrenin amacı;”
“ 1- bu süre içinde Partimizce yürütülen ‘ittifaklar politikası’nı gözden geçirmek, otokritiğini yapmak” olmuştur. (Vatan Partisi Olağanüstü II. Kongre Kararları)
Diğer alanlarda alınan kararlardan
....... Anılar, Deneyler, Dersler......
“ Sendikalar Üzerine” 6 no.lu kararda, işçi sınıfı içinde çalışma ve yönelişin genellikle sendikalar ve özellikle DİSK içinde çalışmayla sınırlandırıldığını; sınıfın sendikasız kesimi ve mahallelerinde çalışma perpektifinin eksikliğini görüyoruz. Ancak karardaki yöneliş doğrultusunda, gerek (ve özellikle) deri ve tekstil işkollarındaki taban çalışmalarında, gerekse Parti üyeleri İlerici Deri-İş sendikası başkanı Kenan Budak ve ve Basm-İş sendikası başkanı Burhan Şahin kanallarından DİSK tepesinde önemli kazananları da burada an- malıyız.
Yine “ Gençlik Üzerine” ve “ Kadın” kararlarında sığlıklar, taktik ve yönelim eksiklikleri vardır.
Bunlar dediğimiz gibi bütün perspektifi yeniden örgütlenmede yoğunlaşmış hareketimiz için o günün koşullarında doğal sayılabilecek yetmezliklerdir.
Yapısal/örgütsel olarak tesbit edilebilecek zaaflar da vardır. 1957 VP tüzüğü olduğu gibi kabul edilmiştir. Tüzükteki 21 kişilik MK ve 7 tane Divan (Başkanlık, Organlar, Kültür, Finans, İşçi Teşekkülleri, Aydın Köylü Esnaf Teşekkülleri, Kadın Çocuk Gençlik divanları) alıkonulmuştur. Tüzüğe göre “ haftada bir toplanır” olan bu divanların çoğunun politikası, taktik yönelişleri hatta çalışma alanları bile yoktu. Üstelik o zamanki anlayışa göre “ Kurmay çadırda!” tutuluyordu ve bu, MK’daki bir kısım arkadaşı işlevsizleştiriyordu da. Çok daha yaygın ve “ kurumsallaşmış” bir partiye uyarlanabilecek VP tüzüğü idealize edilirken yapı da bir anlamda bürokratize ediliyordu.
Ancak bütün öznel/nesnel olumsuzluklara rağmen Parti işçi sınıfı ve halk arasında önemli sayılabilecek bir etki ya-
yol
ratmış ve büyüme satıcıları da başlamıştı. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa il örgütleri dışında Adana, Mersin ve Zonguldak’ta il örgütleri kurma aşamasına gelinmişti. Bu büyüme Parti’yi yeni, daha üst görevlerle yüz yüze getirerek, sınıfın öncülüğüne doğru sınava çağırıyordu.
1977 - 78’ler Türkiye’sindeki Politik Durumun Partiye Dayattığı Görevler
Kongrede “ Türkiye’de Durumun Özellikleri ve Partiye Yüklediği Görevler Hakkında Karar” o zamaki saptamalarımızın ne kadar doğru olduğunu bugün bir kez daha gösteriyor. Kararı buraya buraya aktarmadan o güne kadarki sürece yine kısaca bir bakalım.
12 Mart faşizmi Türkiye fınans kapitalinin bunalımdan çıkışını sağlayacak yeterli bir sermaye birikimini sağlayamamıştır. O kısa sürede uygulanan baskı, zulüm, katliam ve ekonomik soygun politikası kısa sürede ters tepmiş, küçük üretmenler ve orta tabakaların partisi CHP bu süreçte kısmen, ge- lenekçil devletçi yapısından kurtulup halkçılaşarak, Ecevit önderliğinde demokratik güçlere doğru bir kopuş sağlamış ve Haziran ‘74 seçimlerindeki başarısıyla da faşizmden çıkışın yolunu açmıştır. Erbakan MSP’si ile kurulan koalisyon hükümeti kısa zamanda (Kıbrıs kriziyle bağlantılı olarak) yıkılmış arkasından (aradaki kısa süreli kriz hükümetini atlıyoruz) Demirel başkanlığında MHP ortaklı Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştu. Hükümetin programı, 12 Mart hükümetleri gibi ekonomik krizden, sermaye birikimiyle çıkmak üzerinedir. Bu defa yıpranan resmi Ordu- Polis terörüyle birlikte üniversitelerde, mahallelerde, giderek fabrikalarda, MHP’li sivil faşistlerin terörü azdırılmıştır. MC Hükümetinin soygunu ve terörü güçlü bir halk direnişine çarpmış, grevler yükselmi
ştir. Polis-sivil faşist-idare işbirliğiyle üniversite dışına itilen gençlik mücadeleyi mahallelere taşımış, hareket bu dönemde yerellerde de kök salmıştır. Çıkılamayan kriz, yeni bir genel seçimi zorunlu kılmıştır.
Ardından gelen ‘77 genel seçimlerinden halk destekli CHP daha güçlü çıkmıştır. Ancak milletvekili sayısı hükümet kurmaya gene yetmez ve II. MC hükümeti kurulur. “ Düzenlemede” bir değişiklik olmamıştır. İstenilen bu değildir. MC’nin baskı ve terörü ters tepmekte ve devrimci durum yükselmektedir. Bu noktada devreye giren “ gizli eller” Adalet Partisi’nden Tl milletvekilini istifa ettirir ve siyasi tarihe “ Güneş Motel Operasyonu” olarak geçecek olan olayla, B. Ecevit (bu milletvekillerinin her birine birer bakanlık vererek) CHP hükümetini kurar.
Bu olayla sadece Türkiye’nin değil TDH’nin tarihinde de yeni bir dönem başlar. Finans kapital açısından amaç, yıpranmış yeni bir MC hükümeti yerine “ halk dostu” CHP’yi, kendi politikasına kazanarak bunalımdan çıkmaktır.
Kongre kararım şimdi burada anabiliriz.
“ Egemen sınıflar ve emperyalist ülkeler sömürü ve egemenliklerini elden kaçırmadan ve bunalımın yükünü emekçi kitlelere yıkarak bunalımı nasıl atlatabileceklerinin hesabı içindedirler.”
“ Egemen sınıf MC eliyle bunalımın yükünü halka yıkamayacağım, yıkmaya kalkarsa kendi düzeninin yıkılabileceğini görünce, hem faşist partileri yıpratmadan yedekte tutmak hem de halkın muhtemel tepkisini amortize edebilmek için kestaneleri ateşten çıkarması amacıyla CHP Ti iktidarı çıkarma uygun bulmuştur.” (Vatan Partisi Oalağanüstü 2. Kongre Kararları)
Kararda orta tabakaların partisi CHP’in
W
Anılar, Deneyler, Dersler
durumuysa şöyle değerlendirilir,
“ CHP; finans kapital, tefeci bezirgan tahakkümüne karşı en geniş ama en az bilinçli kitlelerin tuttuğu burjuva reformist bir partidir. Bu parti sınıf tabiatı gereği kendini destekleyen emekçi kitlelerin gücünden korkmuştur ve bu güce güvenmediği için, finans kapitale yaranma politikasını uzun süredir benimsemiştir. Kitlelere güvenmediği için, finans kapitalin açık dikta girişimlerine karşı halkın gücüne dayanma politikasını benimsememiş, buna karşılık finans kapitalle bir uzlaşmayla faşist diktatörlüğe gidişi engelleyebileceği hesabını yapmıştır.” (a.g.e.)
Azınlık kopuşmasmın
Maddi Temelleri
CHP hükümet programı” Toplumsal Anlaşma” adı verilen; işçi sendikalarının işveren sendikalarıyla, ücretlerin dondurulması kapsamında uzlaşmasını sağlamak üzerine inşa edilmişti. Böyle bir “ toplumsal anlaşma” yla, enflasyonun % 100’lere vardığı bir dönemde işçiler, neredeyse “ yarı paraya” çaktırılacak; finans kapital MC’ye zorla yaptırtamadığı soygunu, CHP’ye güzellikle yaptırtacaktı. Bu uzlaşmayla CHP, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara karşı fmans kapital yanında saf tutmuş oluyordu. Bu durum hem Türkiye’nin hem CHP’nin hem de solun tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır.
Bu gelişmenin etkisi halk saflarında çabuk görülmüştür. O günlere kadar sınıf ve halk içinde güçlü etkileri olan CHP meclisteki tutum ve davranışlarıyla; (Mec- lis’te sıkıyönetimin kaldırılması, DGM yasasının engellenmesi vb. mücadeleleri ile) halkçı saflarda durabiliyordu. Hele kırsal alanlarda CHP’lilikle devrimcilik iç içe geçmiş gibiydi. CHP Tilerle Devrimcilerin
omuz omuza faşistlerle mücadeleye girişmeleri günlük olaylardandı.
Bu durum CHP hükümetinin, halk lehine çalışacağı gibi bir umut yarattı ki zaten finans kapital açısından istenilen de buydu. Bu umut sosyalist saflarda, özellikle burjuva sosyalist eğilimler TİP, TSİP, TKP arasında da önemli bir yankı buldu ve bu siyasetler CHP’nin dolayısıyla düzenin politik etkisi altında kaldılar. Bu aynı zamanda diğer devrimci eğilimlerden uzaklaşmaları anlamına geliyordu. CHP’nin teslimiyet politikasını halka teşhir yada devletin kolluk güçlerine karşı direnme eylemleri şöyle dursun, sivil faşistlerin saldırılarına karşı aktif savunma eylemleri bile bu çevrelerce “ goşizm’Te suçlanıyordu.
CHP’nin hükümet olması doğrudan sınıf içinde de etkisini gösterdi. DİSK ve ona bağlı sendikaların (sınıfın canlı kesimleri burada örgütlüydü) başlarının CHP ve TKPTi sendikacılarla tutulmuş olmasının bunda payı büyük olmuş olsa da sınıf hareketinde açık bir gerileme görüldü. Grevdeki işçi sayısında büyük bir düşme oldu. Düzen Ecevit/CHP eliyle, sınıfın gardım düşürmüşü.
Bu “ umut” oralarla da sınırlı kalmadı, VP içinde de yankı buldu. Parti MK’sında, sonradan Azınlık olarak adlandırılacak; başım Selahattin Okur’un çektiği bir grup, Ecevit’in bunalımı aşabileceğini iddia ederek aslında finans kapitalin, “ bunalımdan Ecevit eliyle çıkma” politikasının etkisine girmiş olduğunu ilan etmiş oluyordu. Bu tutum onların derhal, “ Reorganizasyon başlamıştır ama tamamlanmamıştır, sürmektedir.” diyerek Parti’yi tartışma konusu eden örgüt ve “ Cephe siyasetinden vazgeçmeli, Parti’yi güçlendirmeye çalışmalıyız.” diyerek taktik anlayışlarına sıçradı.
yol
Ancak Parti’niıı duruşu sağlamdı.
“ Faşist MC’ninkinden özünde farklı olmayan burjuva reformist CHP’nin ekonomik tedbirleri, bunalımın reformist çözümleri dışladığının en esaslı kanıtlarından biridir.”
“ Bütün bu ekonomi politika, buhranı derinleştirmek ve halk kitlelerinin düzene karşı tepkisini yükseltmekten başka bir sonuca varmayacaktır.”
“ Bu durum, bunalımdan çıkışın tek yolunun işçi sınıfının asgari programı olan Vatan Partisi Programı'nm an geçirilmeksizin uygulanılması olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.” (a.g.e.)
Hayat Partiyi doğrulamıştır! Yığınların CHP’den kopuşmaları çok uzun sürmemiştir. Ancak kopuşmayı devrimci saflara doğru örgütleyemeyen TDH, sağlam bir ittifak da yaralamayınca gidiş, açık faşist bir darbeye doğru olmuştur.(6)
Elbette finans kapitalin bunalımdan CHP eliyle çıkma politikasına Parti içinden ses verenler, Parti ’nin en yorgun kadrolarıydı. “ 78 Nisan Kongresinde Parti çoğunluğunun karşı tepkisini alan Azınlık eğilimi, Ağustos 1978’de ise Parti’den kopuştu. Azınlıkla birlikte Parti’den kopan üyeler Parti’nin en çürük en yorgun yanını temsil ediyorlardı.” (Vatan Partisinde Yol Ayrımı, Mayıs 1979) Peki (bunca yıl sonra soralım!) böyle miydi? Evet! Çünkü Partiden Grup olarak istifa eden Azınlık ayrıldıktan sonra hiçbir varlık göstermedi. İki satır yazı yazmadılar. Ne başı çekenler ne daha alttakiler -başka bir harekette olsun- gidip de bir işin ucundan tutalım demediler. O yüzden kopuşma sırasında yaptığımız “ Binbir teorik gerekçeyle üstü örtülmek istense de bu bir kaçıştır.” tesbiti
daha birkaç ay geçer geçmez doğrulanmıştı.
Kopuşmaya rağmen Parti, kongre kararları doğrultusunda çalışmalarına hız vermiş, mücadeleyi yükseltme sürecine girmiştir. Bu süreçte Parti’nin “ Toplumsal Anlaşmaya Hayır!” kampanyalarını Kurtuluş, Kitle, Emeğin Birliği siyasetlerini de katarak düzenlediği “ Ücretlerin Dondurulmasına Karşı” kampanyalarını o dönemin “ başarılar hanesi” ne yazılması gereken eylemlilikler olarak değerlendirmek gerekir.
Vatan Partisi’ııin bu (ve daha sonraki) dönemdeki güçlü yanlarından birisi de doğru bir İttifaklar Politikası kurabilmiş olmasıdır. Parti taktik olarak öncelikle sol siyasetlerin içinde yer alacağı bir Sosyalist Blok önermiş, ve bu blokun mücadele içerisinde orta tabakaları ve kısmen CHP’yi de kazanabileceği düşünmüştür. Sol içi birlik çalışmalarında önemli insiyatifler alınmış, Sosyalist Forum örgütlenmiş ve sol çevrelerle önemli eylem birlikleri yaratılmıştır. Bu önemli insiyatife “ derin devlet” in tepkisi gecikmemiş Vatan Partisi Genel Merkez binası Sosyalist Forum’dan tam bir hafta sonra bombalanarak tahrip edilmiştir.
İkinci Kopuşma: Anarşizm
‘78 kopuşmalarınm İkincisi ise Azınlık çatlağında üremeye başlayan ve daha sonra Anarşizm adı verilen eğilimdir. Demir Kii- çükaydm, Feridun Şalcar ve Ergun Aydmo- ğlu’nun başını çektiği bu ekip ilk zayıflıklarını daha Azınlık’ın kopuşunda ele verdiler. Kopuşmanm siyasi özünü kavrama yeteneğinde olmadıklarını, ayrılığı “ güya fikir tartışması” görerek basitleştirdiler. Parti merkez hattını “ arkadaşlara mesele iyi anlatılsaydı gitmezlerdi” yollu
*11)
Anılar, Deneyler, Dersler.
eleştirerek paniklediklerini gösterdiler. Bunun o günkü siyasetteki anlamı “ Biz mücadelenin dayattığı görevlere talip olamıyoruz.” demekti. Bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar, mücadeleden kaçışlarının sığınağı oldu.
Anarşizm Partiyi çok daha fazla yordu. Aylarca süren “ Teşkilat Toplantıları”nda , sürekli bir öncesini inkar eden “ tezler’Te reorganizas- yona, Parti’nin örgütsel varlığına, tüzüğüne, seçilmiş MK’sına, kongre kararlarına ve hatta en sıradan değerlerine saldırarak önemli sayıda partilinin enerjilerini tükettiler, ruhlarını çökerttiler.
Partiyi burjuva sosyalisti olarak niteleyip, “ bu hastalığın bize nerede, ne zaman bulaştığını” bulmak için gide gide ‘74 Kıvılcım Gazetesine yani neredeyse Kıvılcımlı’nm ölümüne kadar vardılar. İlerlemeci TKP’nin sınıf içinde kazandığımız mevzilere silahla saldırdıkları bir dönemde Parti’yi, TİP, TSİP, TKP ile aynı yere koymaya kalktılar.(7)
Örgütsel olarak organlı, hücre/ekip çalışmasını reddedip bütün partililerin “ hep birlikte” yaptığı toplantılarda “ hep birlikte” aldıkları kararlarla “ hep birlikte” yönetmeyi önermeleriyle nasıl 1 numara liberal olduklarını gösterdiler.
Pratik çalışmanın önüne de Parti programını koyarak, sınıfa günlük mücadelesinde yol gösterecek taktik açılımları “ reformizm” sayarak mücadeleyi donuklaştırıp cansızlaştırmaya kalktılar.
“ Böylece Anarşizm, Parti’nin ‘buıjuva sosyalisti’ olduğunu ispatlayacağım derken kendini burjuvazinin çıkarlarını işçi sınıfı içinde yaymaya çalışan küçük burjuva çizgi olarak netleşti ve önüne baş hedef olarak işçi sınıfı partisinin tasfiyesini koydu.”
“ Sonuçta Anarşizm 3. Kongrede(8) geçici bir oy çoğunluğu sağladı. Kongre Parti’nin iki yıllık hattının ‘burjuva sosyalist’ olduğunu ve
tasfiye ettiğini belirten bir kararı kabul etti. Böylece kongre Parti’den kopuşunu resmen ilan etmiş oldu.” (Vatan Partisi’nde Yol Ayrımı)
Bu süreçte akıl almaz mizansenlerin yanı sıra (Gerçek daha sonra anlaşılacaktı.) bütün parti militanlarının sonsuz sevgi ve saygısına sahip, o sıralarda gırtlak kanserinden konuşamaz halde ölüm döşeğinde yatmakta olan îsmet Demir Ağabey imzalı “ Burjuva sozyalizmiııi tasfiye edin!” sahte mektupları kongrede okunarak, delegelerin duygularını istismar etme alçaklıklarını da o zaman “ kar hanelerine” yazmıştık. Delege çoğunluğu tasfiye karar tasarısını onaylayınca Parti’yi ve onun devrimci hattını savunanlar, Parti Başkam Mehmet Özlerim okuduğu bir deklarasyonla kongreyi terk ettiler.
“ Kongre bu kararıyla, Parti’nin bu güne ka- darki politik hattını ‘burjuva sosyalist’ görerek, gerçekte Vatan Partisi'ni tasfiye ettiğini resmen ilan etmiştir.
“ Böylece kongre aslında Vatan Partisi’nden ayrıldığını, Anarşizmin yeni politik hattına yöneldiğini de ilan etmiş oluyor.
“Bu durumda gerçekten Vatan Partisi’ini savunanlara, kongreyi tanımamak ve onu Parti’den bir ayrılık kongresi olarak tanımak düşer. ’ ’
“ Şimdi Parti’nin gerçek savunucuları, Anarşizmin yeni, meçhul politik hattının takipçisi olmayanlar Kongre’yi sürdürmeli, bu ayrılığın bütün gerçek yanlarını tesbit etmeli ve Türkiye proletaryasına ilan etmelidir.”
Anarşizm de tıpkı ilk kopuşan Azınlık gibi CHP’nin “yatıştırma” politikasının Parti içindeki etkisiydi. Azınlık liberal bir tarzda usulca geri çekilirken, Anarşizm de görevler karşısındaki cesaretsizliğiyle histerik bir şekilde sağa sola saldırmış, Parti’nin her şeyiyle; örgüt yapısıyla, politik taktikleriyle, kongre kararlarıyla çatışarak Parti adını resmi olarak elinde tutsa bile özünde o yapının dışına düşmüştür.
yol
Onlarla ilgili de şöyle demişiz: “ Bu dönekler çoğu kere olduğu gibi 'Bizden bu kadar!’ deyip çekip gitmiyorlar, tersine dönüşlerini yüksek perdeden ahkam kesmelerle, ‘kendi bozgunlarını Parti bozgunu gibi görmeye ve göstermeye’ çalışıyorlar.”
Yanılmış mıyız? Gene hayır. Demir, Feridun, Ergun üçlüsü harekete yararlı olabilecek birçok kadroyu heder ederek çekip gittiler. Önce MK dışında bütün Parti üyelerini istifa ettirdiler. Çünkü hiçbiri Demir’in kafasındaki “Partili kalitesinde” değildi. (Tartışmaların henüz başında MK üyelerine saldırırken de “ Teğmenleri general yaptık! ’ ’ diye bağırıyordu.) Sonra 5 MK üyesi bırakılıp gerisi, daha somu da ‘Genel Başkan’ Feridun dışmda tüm MK üyeleri istifa ettirildi. En sonunda ne mi oldu? Parti evraklarım kirasını ödemedikleri bir odacığa kilitleyip gittiler. Ödenmeyeli'kira yüzünden Parti evrakları 12 Eylüt’den az sonra polisin eline geçince MK üyesi ‘ ‘proleter devrimcilerden” kimileri başka MK üyelerinin polis olduğuna, “ kamuoyu”nu ikna turlarına çıktı.
Ama bir noktada bunlarla ilgili yanılmışlığımızı itiraf edelim! “Onların yaldızlı, makyajlı yüzlerinin boyalarını akıtıp işçi sınıfina gerçek ytizlerini göstermeliyiz. ’ ’ diye biraz abartmışız. O işi bize bırakmadan kendileri yaptılar.
Buraya bilgi anlamında Parti Gençlik Örgütü GENÇ-GÜÇ’ün durumuna da kısaca değinelim. GENÇ-GÜÇ henüz kurulmuş, il komitelerini yeni oluşturmuş ancak henüz bir kongre yapmış değildi. Yasal olarak, kurucu merkez yetkiliydi. Bir üye kararsız kalınca merkezde iki eğilim de çoğunluk sağlayamadı ve merkez, örgütün demokratik bir zeminde politik tavır alabilmesi amacıyla bölge toplantıları düzenleme kararı aldı. Yapılan ilk toplantıdan sonra Anarşist hat yanlıları azınlıkta kalacağını anlayınca (biraz da ruhları tükenmişti), toplantılara gelmeyerek süreci engellemeye kalktılar. Ancak zaten legal örgütlerin yan illegal, illegal örgütlerin de yarı legalle- ştiği bir süreçten geçiyorduk. Dolayısıyla artık
<111
merkezde yasal çoğunluk kimde bürokratizmine düşmeden, fiili bir dunun yaratılarak GENÇ- GÜÇ, Parti çizgisi yanlısı gençlerce sahiplenildi.
Yeni Bir Devrimci Ruhla îleri!
O gün yanı başımızdaki yoldaşlarımızla ko- puşmak tabi ki sonsuz sancılar veriyordu. Ama onlardan kesin kopuşmalar sağlayamadıkça da yol alamayacağımızı biliyorduk. Aslında her iki kopuşmada da Parti yorgun kadrolarını kaybederek arınma gibi bir avantaj sağlamıştır. Geriye legal parti çatısını kaybetmiş bile olsa, inançlı bir avuç kadro kalmıştır. Kopuşmalar o günün koşullarında “ karizması” olan önemli sayıda birçok lideri götürmüş ama yeni liderlerini de yaratmıştır. Çok sayıda kadro eriyip gitmiş ama Parti’ye sahip çıkan hırslı, inançlı birçok kadro da öne fırlamıştır.
O günlerin çok önemli bir tutumu şudur. Çokça yapıldığı gibi kopuşan eski kadrolarm etrafında dolanıp onları yeniden “ kazanmaya” çalışmak yerine “ Yeni, taze güçlere!” parolasıyla hız alınmıştır. Ve Parti İstanbul’da açıldığı yeni alanlarda, İzmir ve Bursa’da yeni genç militanlarla ve hele bölünme kongresinde bir tek üyesinin bile bulunmadığı Adana’da yarattığı yeni rüzgarlarla ayağa kalkma becerisini göstermiştir. Bu, Sosyalist Vatan Partisi’nin kuruluş zemini ve süreci olmuştur.
Bugün şunu söyleyebiliriz. Bir fetret devrinden sonra reorganizasyonu başaran ama sınıf savaşında henüz deneyimsiz Parti’yi, hayat fena hırpalamıştır. Örgütsel yapısını, kadrolarını, taktiklerini iyi bir sınavdan geçirmiş ve/fakat eğitmiştir.
VP ile kıyaslandığında SVP’nin taktik yönelişleri daha belirgindir. Bunu kongre kararlarında görebiliriz. Kararlar, önceki “ yuvarlaklıklar” dan farklı olarak daha somut, alt başlıklarla detaylandırılan ve her militana yol gösterici açıklıktadır. Daha önceki kongrelerde olmayan örneğin “ Örgütlenme Yönelişi Alanında” , “ Örgütlenme Tarzında” , “ Günlük
Çalışmalarda Nasıl Yapmalıyız?” alt başlıklarıyla açımlandırılan bir “ Örgütlenme” kararı vardır.
“ Kadro Eğitimi” ni detaylandıran, “ Araç” öneren bir “ Ajitasyon Propaganda” kararı vardır. Hem “ gençliğin partizan örgütlenmesi” hem de “ demokratik kitle örgütleri içinde örgütlenmesi” konusunda net bir “ Gençlik” kararı vardır.
Parti, kongre kararlarıyla VP döneminden farklı olarak kadrolarını bilinçlice, mücadelenin gerilim noktalarında; gençlikte, gecekondu mahallelerinde de konuşlandı- rabilmiştir. Merkez kadro sayısı azaltılmış ve “ kurmay” artık “ çadır” dan çıkarak pratiğin içine girmiş, o bii- rokıatize yapı kırılmıştır. SVP, VP’ye göre daha dakik yapısıyla daha gerilim hatlarında ve daha “ ihtiyatsız” dır.
Aslında halkımızın her işte bir hayır vardır dediği gibi o yaşananlarda da bir 4 ‘hayır’ ’ oldu. Eğer Parti 12 Eylül’e o yapısıyla yakalansaydı, tarumar olması kaçınılmazdı. Oysa ‘78 kopu- şmalarıyla yapı, tarihinde hiçbir zaman yaşamadığı bir parti birliğini ve yoldaşlığını yakalamıştır. Önündeki Eylül’e dek olan zamanı, yaralarını sarma, yeniden güç toparlama anlamında iyi değerlendirmiştir. Politik ve taktik yönelişlerdeki birliğiyle mücadeleye ikir- cimsiz, bütün gövdesiyle yüklenebilmişim Faşist darbeyi böyle bir örgütsel birlikle karşılayabilmesi asıl gücü olmuştur. Ve o birlik ve bütünlük gücüdür ki darbenin devrimci örgütleri kitlelerden tecrit etme saldırısına karşın “ Parti çevresini yüz kat, bin kat genişletelim!” şiarım atmış ve bunu başarmıştır. 1983 - 84 derde Parti yüzlerce kat genişlettiği ilişki ağına ulaşmış ve sınıf içinde önemli bir etki ve prestij kazanmıştır.
Yine bir halk deyişiyle “ Ölenin arkasından kötü konuşulmaz!” Bugün ‘78 kopuşmalarını anarken içimizin derinliklerinde duyumsadığımız; insanı zaman zaman bayan tartışmaların, üzerimize balçık gibi sıvaşan karamsar
...... Anılar, Deneyler, Dersler.....
havası değil! Çünkü onu daha o zaman, kopu- şmaların hemen ertesinde hızla üzerimizden sıyırıp atmayı başarabilmiştik.
Bugün duyumsadığımız bir avuç kadronun hırsla, inançla ve sonsuz fedakarlıkla ileri
(1) Tarihimizde Vatan Partisi konağı, Ocak 1977 reorganizasyoıı kongresinden, Ocak 1979’daki VP/SVP bölünme kongresine kadar olan iki yıllık dönemi kapsar.
(2) Bizde o ekibe, Kıvılcımlı’yı utana sıkıla savundukları için ’’Utangaç Doktorcular” denirdi. Sonra duyuldu ki onlar da bizlere ’’Has Doktorcular’’ derlermiş.
(3) ’’Artık” diyordu O. Aksungur. bugün de anımsıyorum, ’’partinin kapıları oportünistlere kapatılmıştır.”
(4) Bu gerilim içerisinde Aksungurcu çevre, pro- vokatif bir saldırganlığa kalışarak VP Ankara il örgütü binasını silahla basmış, Doğan Terlemez yoldaşımız savunmada şehit düşmüş bir yoldaşımız da ağır yaralanmıştı.
(5) Çoğunluğunu Deniz Subayları Davası sanıklarının oluşturduğu Yurtdışı grubu, TSİP çıkışından sonra Yurtiçiyle kopuşııp TKP’ye gitmiş, neye uğradıklarının farkına erken vararak, kongreden bir süre sonra Partiye geri dönmüşlerdir.
(6) Bu kopuşma sürecinde TDH ve Parti hangi zaafları göstermiştir? Bu konuyla ilgili YOL Dergileri ve Devrimci Harekette Kriz (Mehmet Yılmazer) kitabındaki, süreci değerlendiren yazılara bakılabilir.
(7) İlerlemecilerin ve DİSK tepesinin ayak oyunlarıyla bir kaç kez ertelenen Bakırköy Tekstil Şubesi Kongresi, sonunda işçilerin kararlı tutumuyla sonlandırılmış ve yönetimi, Vatan Partisi üye ve taraftarları kazanmıştı. İlerlemeci TKP’nin buna tepkisi, şube lokalini iki kez silahla taramak olmuştur. Hiçbir faşist odağa böyle bir eylem düzenlemeyen bu güruh, o zamanlar devrimci siyasetlere bu tarz saldırmakta bir sakınca görmüyordu.
(8) Vatan Partisi 3. olağan kongresi Ocak 1979’da toplanmıştır