düşünce ve davranışta yol Şubat 2005 sayı 6
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
:
D üşünce ve D avranış B irbirinden Ayrılmaz
Dayanışma Sınıfı
Yeniden Yaratabilir miP
M. Sinan
GeleceğinSendikaları
M ehm et Akyol
Irak Seçimleri ya da
Çekilişin PlanıAyşe Tansever
S ııi M iolelesinin Sorunları
Tarih ve Giraim izMehmet Yılmazer
Bir Shışak Değerlendirmesi
101arFikret Kızıltan
EtkinliklerdenCelal Beşiktepe
M etin Özuğurlu
İzzettin Önder
M ehm et Türkay
Tayforizmden Postfordizme w m SevimsizliğiUmut Aydın-
» S a r a m ı Şöziim Yolunda mı®M ehm et Yılmazer
Küreselleşme, Göçmen Emeği m DemalrasgHaşan Oğuz
Kamu Çalışanları Mücadelesinde Yeni Bir DönemM esutM ahm utoğullan
ISS
N 1
304-
1843
ŞUBAT 2005 SAYI:
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
3 M EH M ET Y ILM A Z ER Sınıf Mücadelesinin Sorunları: Tarih ve Günümüz
3 2 M. SİNANDayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir mi?
4 5 UMUT AYDINTaylorizmden Postfordizme ve Toplam Kalite Sevimsizliği
67 MEHMET AKYOL Geleceğin Sendikaları
81 MEHMET YILMAZER Kürt Sorunu Çözüm Yolunda mı?
90 AYŞE TANSEVERAkıntıya Kürek: Irak Seçim leri ya da Çekilişin Planı
12 6 H AŞAN O Ğ U ZKüreselleşme, Göçm en Emeği ve Demokrasi
177 FİKRET KIZILTAN Bir Kuşak Değerlendirmesi: 90'lar
184 MESUT MAHMUTOĞULLARI Kamu Çalışanları M ücadelesinde Yeni Bir Dönem
E T K İN L İK L E R D E N
193 CELAL BEŞİKTEPEGeleceğim izi Oluşturacağımız Bir Örgütlenm eye ihtiyacımız Var
197 METİN ÖZUĞURLU Yoksulluk, Sınıf ve Politika
200 İZZETTİN ÖNDER Avrupa Birliği İzleme Raporu Üzerine
203 MEHMET TÜRKAY Sol, A B 'ye Nasıl Bakmalı?
Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve O rganizasyon H izm etleri Sanayi ve T icaret Lim ited Şirketi Sahibi: Ed ip Bal Sorum lu Yazıişleri M üdürü: A laattin Erdoğan
M enderes Mah. Atışalan Cad. No: 19 Kat: 4 D: 57 Esenler / İstanbul Tel/Fâks: (0 2 1 2 ) 5843105 W eb : http://W w w .yoldergisi.com E-Posta: d iren isciler@ d iren is.com
Yurtdışı Satış Fiyatı Alm anya 20 DM İsviçre 15 SF Baskı Se r M atbaası (0 2 1 2 ) 565 17 74
______________________________________ _______________________________ Mehmet Yılmazer
SINIF MÜCÂDELESİNİN SORUNLARI:TARİH VE GÜNÜMÜZ
GİRİŞ
Sosyalizmin yıkılış süreci aynı zamanda “ post-kapitalizm” tartışmalarıyla birlikte yürüdü. Kapitalist üretim biçimindeki bazı değişimler abartılı yorumlarla neredeyse “ kapitalizm ötesi” ne kadar vardırıldı. Bilim ve teknikteki etkileyici gelişmeler, bilgisayarın yarattığı “ iletişim çağı” olmadık düşlerin kurulmasına neden oldu.
İşçi sınıfı iktidarları yıkılırken, aynı zamanda kapitalizmde yaşanan bazı yapısal değişimlerle, kapitalist üretim biçiminin simgesi olan devasa fabrikalar ve buralara yığılı işçi sınıfı erimeye başlayınca, “ post- kapitalizm” den söz etmek ve “ proletaryaya elveda” demek moda haline geldi.
Yeni Dünya Düzeninin hemen hemen ilk on yılı sonradan havaya uçan düşlerle birlikte yürüdü. Bilgiye bu ölçüde rahat u- laşabilme ve tüm yeni teknikleriyle infor- matik çağı, dünyada bir zenginleşme ve demokratikleşme yaratacaktı. “ Elveda proletarya” söylemleri ile post-kapitalizm tanımlamaları birlikte yürüdü. Yıllar aktıkça yeni tekniğin büyüsü dağılırken, beklenenlerin tam tersi gelişmeler yaşanmaya başlandı. Bilgi, yine dev tekellerin elindeydi, dünyadaki kutuplaşma hızla derinleşiyordu ve paylaşım savaşları hızlanıyordu.
“ Süper güç” dünyanın son elli yılda o- luşturduğu bütün uluslararası kuralları bir kenara iterek kendi keyfi davranışını dünyaya dayatınca “ değişim” , “ post-kapita
lizm” kavramları üzerinden yaratılan yanılsamalar acı, bir yönüyle değişmeyen gerçekler tarafından parçalandı.
Dünyada, özellikle 1980’li yılların sonlarından itibaren pek çok şey değişiyordu. En kaba bakışla bile görülebilen bu değişimin niteliği ve derinliği neydi? Bu soru günümüzün en önemli sorusudur, ancak cevabı yüzeydeki anaforlara dayanılarak verilirse yanılgılar kaçınılmazdır. Bu yazıda sınıflar mücadelesi açısından nelerin değiştiğini ve sınıflar savaşı üzerindeki olası etkilerini irdelemeye çalışacağım.
1980 sonrası dünyaya kabaca bakınca kapitalist anayurtlarda ünlü refah devletlerinin eridiğini, sosyalizmin yıkılışından sonra hızla sosyalist partilerin güç yitirdiğini ve hatta çoğunun buharlaşıp yok olduğunu, bununla kalmayıp güçlü işçi sendikalarının zayıfladığını, işçi hareketinin büyük güç kaybına uğradığını görmek mümkündür. M.Thatcher döneminde ünlü maden işçileri grevi sanki bir dönem sürüp gelen mücadele tarzının sona erdiğinin işaretiydi.
Ö te yandan, Sosyalist sistemin yıkılışıyla bir anda Balkanlar ve Kafkaslar’ı ulus ve etnik kimlikli mücadeleler kapladı. Bu rüzgâr her bölgede kendi rengine bürünerek dünyanın çeşitli bölgelerinde esti, hızı yavaşlaşa da hala esmeye devam ediyor. Bu olgular üst üste gelince dünün dünyasının en belirgin özelliği olan sınıflar mücadelesi sanki tarih olmuşa döndü. Bu yönde o kadar çok yorum yapıldı ki, sınıflar müca-
3
_—yol
delesi döneminden söz etmek dinozorlukla eş tutuldu.
Elbette pek çok değişim yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Bugün vurgulanması gereken bir on beş yıl toz dumanın a- rasında görünmez hale gelen sınıflar mücadelesinin yavaş yavaş yeni bir tempo kazanmaya başlamasıdır. Bunun en keskin i- lanı Arjantin olaylarıdır. Neoliberal politikaların çöküşünün de ilanı olan Arjantin’deki ayaklanma aslında sözde “ informa- tik çağfnın yarattığı hayallerin de kırılıp dökülmesinin miladıdır. Irkçı beyaz yönetimden Mandela’nın Kongre Partisi’nin iktidara gelmesiyle kurtulan Güney Afrika, yarım milyonu aşkın katılımla tarihinin en büyük işçi eylemini yaşadı. Kapitalist anayurtlarda ise sosyal refah geriledikçe işçi ve çalışanların eylemliliği artıyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen eylemler ve mücadelenin havası “ eski güzel günlerdeki gibi değil, o seviye ve etkinin çok uzağında.
Sınıf mücadelesindeki gerileme ve değişimin başlıca iki nedeni öne çıkartılmalıdır. İlki ve en önemlisi kapitalizmde yaşanan yapısal değişimdir. İkincisi, sınıflar mücadelesinin deneylerinden çıkartılan derslerdir. Mücadelenin tarihine ve geleceğine başlıca bu iki açıdan bakmak gerekir.
KAPİTALİZMDE SINIFLAR MÜCADELESİ TARİHİNE KISA BAKIŞ
Sınıflar mücadelesi kapitalizmle başlamadı, ancak bizim konumuz kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinin geçirdiği süreçlerle sınırlı. Kapitalizm, bir üretim biçimi ve toplumsal yapı olarak o rtaya çıkışından günümüze kadar oldukça
__ 4
önemli değişimler geçirm iştir. Yaşadığımız günlerde de yine böyle bir tarihsel değişim konağının içinden geçiyoruz. Bu değişim pek çok yönüyle görülüp hisse- dilse de henüz egemen bir dönem olarak kendini ortaya koymadığı için, yaşadığımız günlerin temel özelliği belirsizliktir.
Günümüzden kapitalizmin geçmişine baktığımızda başlıca iki ana dönem yaşandığı hemen görülür. İlki, kapitalizmin rnanifaktür dönem idir. Henüz büyük kentler oluşmamış, üretim evlerde veya atölyelerde iş aletleriyle yapılmaktadır. İkincisi, fabrika dönemi veya sanayi kapitalizmidir. Nüfus hızla kentlere göçerken üretim büyük fabrikalara yığılmıştır. İş aletlerinin yerini makineler almaya başlamıştır. Bu dönem yakın tarihe kadar gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkeleri ölçü alırsak bu dönem 1970’li yılların o rtalarına kadar egemen bir yapı olarak yaşamıştır. Özellikle 1980’li yıllarla b irlikte köklü değişimler yaşanmaya başlamıştır. Bu döneme pek çok isim verildi. En tutulanı “ informatik çağı” yakıştırm asıdır. Biz bu yeni döneme hizmet kapitalizmi dönemi diyeceğiz. İmalat sanayindeki devasa yığılma çözülmeye başlamış, ağırlık her türden hizmet sektörüne kaymaya başlamıştır.
Kapitalizmin ilk iki döneminde sınıflar mücadelesi oldukça farklı özellikler taşımıştır. Günümüzde de önemli bir değişim sürecinin içinde olduğumuz çok açıktır. Bu gerçeklikten dolayı sınıflar mücadelesi ve özellikle işçi sınıfının durumu ve geleceği ile ilgili tartışm alar canlılığını koruyor. B ir geçiş dönemi yaşandığı için bu konudaki düşünceler geniş bir yelpaze oluşturuyor. Günümüze gelmeden önceki iki ana dönemi irdele-
meliyiz. Tarih günümüze sınırlı ölçüde de olsa ışık tutacaktır. Şüphesiz ki, esas çözümlemeler günümüz pratiğinden çıkacaktır.
MANÜFAKTÜR KAPİTALİZMİNDE SINIF MÜCADELESİ
Bu dönem, Marx’ın Kapital’de belirttiği tarihleri temel alırsak, lö.yüzyılın ortalarından buharlı makinelerin üretime girmeye başladığı yıllara 1780’lere kadar sürmüştür. Hemen hemen iki yüz yılı biraz aşkın bir zaman dilimidir.
Bu dönemde kapitalist üretim sadece evlerde ve atölyelerde yaygınlaştı. Hatta manifaktür üretim daha çok güçlü loncaların olmadığı kırsal alanlarda gelişti. 1 Liretim tekniği olarak henüz ortaçağın seviyesini aşmayan bu yıllarda değişen üretim biçimiydi. Dünyadaki büyük değişimler, ö- zellikle Latin Am erika’nın yağmasıyla başlayan yeni zenginlik ve ticaretin artışı üretimi lonca sınırları dışına zorladı. Yeni ü- retim biçimi, yaygın bir şekilde eve iş dağıtımı ve atölyelerde toplu üretim, bir yandan eski lonca üretimini yıkıma iterken, aynı zamanda da kendi sınırlarını da aşmaya zorlanıyordu. Bu dönemin üretim biçimi olarak en temel özelliği henüz üretim araçları olarak eski dönemin seviyesinde kalması ancak üretim biçimi olarak köklü bir değişim yaşamasıdır. Kalifiye işçi (ya da o günkü adıyla zanaatkâr) ve iş a- letleri üretimin iki temel unsurudur. Bu Süreç buhar gücünün üretime girişine kadar sürmüştür.
Kapitalistler nasıl dünkü sınıfların içinden doğduysa işçi sınıfı da değişik bir yol izlememiştir. Tüccarların bazılarının üreti
me el atanları, derebeylerin yeni gidişe a- yak uyduranları, kırda “ özgür çiftçiler” a- rasından çıtayı atlayabilenler yeni üretim sisteminin egemen sınıfını oluşturmaya başladı. İşçiler de, konumunu yitiren zana- atkârlardan ve özellikle kırlardan kopan köylülerden derleniyordu. Kapitalizmin bu ilk gelişim döneminde işçi sınıfının o- luşması basitçe sadece yeni üretim yerlerinde eski köylülerin konumlanmasıyla o- luşmamıştır. Tam tersine üretimin yeni tipinin gerektirdiği disipline göre sınıfın şekillenmesi uzun süren muazzam bir kavgayı gerektirmiştir. Kapitalizmin bu ilk gelişme sürecinin en tipik özelliği, hemen her Avrupa ülkesinde tarihi değişse de uygulaması benzer olan “ serseriliğe karşı yasalar” dır. 16-18. yüzyıllar arasını kapsayan bu “ serseriliğe karşı” mücadele aslında, eski kökünden kopan nüfus kitlesinin yeni üretim biçimine uydurulma kavgasıy- dı. “ İşsiz güçsüzler” “ çalışma evlerinde” toplandı. Bu evler yeni burjuvazinin jşgü- cü kaynağını oluşturan alanlar oldu. Hatta “ öksüz evleri” çocuk işgücünün üretime zorla sokulduğu aracılar olarak iş görüyordu. Bu süreç her bakımdan kapitalizmin en vahşi dönemidir. Okyanusun öbür yakasının korkunç yağması, halkların katliamı sürerken, bizzat Avrupa’da da kendi insanının yeni üretim biçimine uydurulması için en zorba metotlar hemen hemen i- ki yüz yıl gündemde kaldı.
Bu dönemdeki sınıflar mücadelesine baktığımızda oldukça seyrek bir mücadele tablosu ortaya çıkar. İşçi sınıfının mücadele tarihine baktığımızda ilk kayda geçen eylemlilik 1345’de İtalya Floransa’da yün tarayıcı işçilerin sendikalaşma çabasıdır. Bu girişim ölüme mahkûm edilince işçiler işyerlerini terk ederek tepki göstermiştir.
Tarihsel olarak kapitalizmin sınırları içi-
__________________________________ 5 ___
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
ne girildiğinde ilk önemli işçi eylemleri Paris, Lyon matbaa işçilerinin 1540-4l ’deki grevleridir. Ev işçilerinin ilk yaygın eylemi I627’de İngiltere Lancashire’de, 1637’de Colchester’de yaşanmıştır. Ardından silah manifaktürlerinde I640’da grevler yaşanmıştır.
Bu dönem işçi hareketinde çok önemli bir moment 1789 Temmuz-Ağustos “ belediye devrimi” ne plebyen kitlenin eylemlerle doğrudan katılmasıdır. Çalışan yoksul kitlelerin mahalli olarak da olsa ilk kez bir yönetim deneyidir. Ayrıca işçi kitlelerinin iki ay sonra Versay’da tezgâhlanan karşı devrime tepki olarak 5-6 Ekim'de saraya yürümeleri ve bu girişimi boşa çıkartmaları sınıfın ilk politik deneylerindendir. (Ponomarev s. I 13) Fransız devrimi tüm Avrupa’da işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratmıştır.
Kapitalizmin manifaktür döneminde en önemli işçi hareketi makine kırıcıları hareketidir. Bu hareket 1790’larda ortaya çıkışı, 1811 -18 i 2’de tepe noktasına tırmanışı ve 1830larda sona erişiyle kırk yıllık bir süreci kaplamıştır. Leicestershirelı bir kalfa olan Ned Ludd liderliğinde başladığı için Luddculuk diye de anılır. (Ponomarev, s. 194) Bütün Luddcu bildiriler “ General Ludd” imzasını taşımıştır.
Aslında bu hareket zamanlama olarak manifaktür döneminden çok sanayi kapitalizmi dönemine girer. Ancak doğuş nedenleri ve karakteri açısından manifaktür dönemi kapitalizmini temsil etmektedir. Bu nedenle işçi sınıfı mücadele tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan makine kırıcılığını kapitalizmin manifaktür döneminde ele alacağız.
Luddculuğun omurgasını oluşturan hareketler onun genel tarihsel anlamını da
_ y o i -------------------------------------------
ortaya koymaktadır.“ 1811 — 18 i 7 yılları arasındaki asıl Ludd
culuk üç yöre ve üç meslekle sınırlıydı: W est Riding (ve kırpıcılar), güney Lancas- hire (ve pamuklu dokumacıları) ve Leices- tershire ve Debyshire’in kimi yörelerini kapsayacak şekilde Nottingham’da odakla- şan makineli örücüler.
Bu üç gruptan kırpıcılar ya da kırkıcılar kalifiye ve ayrıcalıklı işçilerdi; yünlü kumaş işçilerinin aristokrasisini oluşturuyorlardı. Bu arada dokumacılar ve makineli örücüler, zanaata ilişkin gelenekleri eski, statüleri gerilemekte olan, dışarı işi yapan kişilerdi. Halkın hayalindeki Luddculara en yakın düşen kırpıcılardı. Makine ile doğrudan çatışma halindeydiler ve hem kendilerinin ve hem de işverenlerinin çok iyi bilindiği g'bimakine kısa sürede onların yerini alacaktı.”2
Luddculuğun doğuş yerinin bugünkü a- dıyla tekstil sanayisinde olması rastlantı değildir. O günlerin en yaygın üretim alanı ve doğal olarak makinelerle ilk tanışan sanayidir. Makineler zanaatkâr ve işçilerin elinden hünerlerini aldıkça bu büyük bir tepkiye, makine kırıcıları hareketine dönüşmüştür. Bu hareket, kırk yılı kapsayan dönemde, makine hangi üretim alanına girdiyse o- rada hemen ortaya çıkmıştır.
Bu hareketle ilgili kabaca düşünülürse başıbozuk bir kırıp dökme hareketi akla ilk gelen olur. Oysa son derece disiplinli, eylemleri iyi planlanmış, gizli ve genellikle doğrudan zora dayalı bir harekettir. Luddcu birliklere yeminle girilirdi ve bu etkili yemin törenleri o dönemin kültüründe zaten önemli bir yere sahipti.
Ayaklanmalarla birlikte gelişen makine kırıcılığı' daha sonraları iyi planlanmış hedeflere yönelen, geceleri köyleri dolaşan
__ _ 6
küçük hareketli birliklere dönüştü. (Thompson, s.666) Bu eylemler sadece makineleri hedef alıp kırıp dökmekten ibaret değildi, örneğin ücret düşmesine ve yeteneksiz acemilerin makinede çalıştırılmasına karşı eylemler yapıldı. Ücretin düşük tutulduğu makineler kırıldı, diğerlerine dokunulmadı. (a.y. s. 667)
Luddculuk kendi gelişimi içinde 18 1 i - 12 yıllarında bir tepe noktasına ulaşmış sonra gerilemeye başlamıştır. Bunun nedenlerini Thompson şöyle sıralıyor:
“ 1812 Şubatının ilk haftasında-Orta İngiltere’deki Luddculuğun bu başlıca safhası sona erdi. Bunun üç nedeni vardı. Birincisi, Luddcular kısmen başarılı olmuşlardı; çorapçıların çoğu daha iyi ücret ödemeyi kabul etmiş ve ücretler genel olarak haftada iki şiline kadar arttırılmıştı. İkincisi, artık o sırada bölgede özel polis gücü ve yerel bekçi gruplarınca desteklenmiş birkaç bin asker bulunuyordu. Üçüncüsü, makine kırmayı, cezası idam olan bir suç haline getiren Yasa Tasarısı şimdi Parlamentonun ö- nüne gelmişti ve Luddculuk yerini aniden anayasal ajitasyona bıraktı.” (a.y. s.669)
Luddcu hareketin bazı başarıları ve düzenin aldığı yeni tedbirler makine kırıcı hareketi bir dönüm noktasına getirdi. Tarihsel olarak baştan yenilgiye mahkûm bu hareketin işçi sınıfının mücadele tarihindeki yeri ve anlamı nasıl yorumlanabilir? Makine ve teknik gelişim el alet ve işine göre “ ilerleme” demektir. Bu durumda makine kırıcılığı tarihe bir “gericilik” olarak mı geçmiştir? Bu sorunun cevabını bugün yeniden gözden geçirmek yararsız sayılamaz. Bugün bırakalım teknik gelişmeyi, genel olarak aydınlanmanın “ ilerleme” kavramı yargı sandalyesine çoktandır olaylar tarafından oturtulmuştur. Hele sanayileşmenin
aynı zamanda doğal feiaketlere yol açtığı bir dönemde tarihe bu yönden bir kez daha bakmak gerekli hale geliyor.
Örneğin E.J.Hobsbavvm’a göre makine kırıcılar “ yoksullaşan işçilerin kör öfkesi” ve “ Luddcular kendileri teknik gelişim düşmanlarıdır.” (Ponomarev, s. 196) Oysa aynı makine kırıcıları tarihsel olarak düşük ücrete ve korkunçlaşan iş koşullarına karşı mücadeleyi başlatan öncülerdir. Ünlü “ on saat hareketinin” öncüleri Luddcular- dır. On Saat Yasa Tasarısı I847’de kanunlaştığında artık Luddcu Hareket yoktu, ancak bu hareketi yaratan makine kırıcılarıdır.
Makine kırıcıları karşılarına çıkan dev buhar makinelerine savaş açarken sadece teknik gelişim düşmanlığı mı yapmış oldular?
Bu isyan ilk olarak, işçilerin yeteneklerinin elinden alınmasına bir tepkidir. Makine kırıcıların hemen tümü yetenekli-kaliri- ye usta ve kalfalardır. İngiltere’deki harekette yün tarayıcılarının öze! bir yeri vardır. Bu meslek doğrudan dokunan yünün kalitesini belirlediği için özel bir yere sahipti. Sanayi kapitalizmi ile ortaya çıkan bu süreç -makineleşme- aynı zamanda işçinin ni- teliksizleştirilmesinin de adıdır. İş aletine e- gemen olan ve meslek hüneri ile işini belli bir “aşk” ile yapan zanaatkar, manifaktür kapitalizmiyle önce atölyelere yığıldı, sonra makineler karşısında tüm hünerini yitirerek, onların basit bir uzantısı haline geldi. Bu niteliksizleştirmeye tepki aslında son derece insanidir. Evet, teknik gelişiyordu, ancak buna karşılık üretici insan kaybeden bir konuma girdiğini içgüdüsüyle anlamıştı.
İkinci olarak, makine kırıcılığı konum- statü kaybına karşı bir isyandır. Manifaktür dönemin usta ve kalfaları sadece çalışan bir
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
7
işçi değil, aynı zamanda yılların kazandırdığı bir statüye sahiptiler. Bu işçiler genellikle henüz iş zamanının esiri değillerdi. İşlerini yapmak için gelir, bitirince giderlerdi. Çalışanlar arasında toplumsal bir yere- statüye sahiptiler. Makineler aynı zamanda onların bu konumunu da yerle bir edip, bütün çalışanları “ eşitliyordu” . Bu eşitlenme sonuç olarak değersizleştirme temelinde yaşandığı için olumsuz bir eşitlenmeydi, tüm çalışan kitlesine modern köleliğin kapılarını açıyordu. Manifaktür dönemin işçileri bugünün korkunç tüketim top- lumunun insanlara kazandırdığı “ kazan ve tüket” hastalığından çok uzaklardaydılar. Geçimlerini temin ettikten sonra çalışmazlardı. Boş zamanlarına, eğlencelerine düşkündüler. İngiltere’de 18. yüzyılın son çeyreğini kapsayan dönemi işçiler “ neşeli günler” olarak anarlar. Bu günler işverenlerin “ işçilerin peşinden koştuğu” bir “ altın çağ” dı. (Thompson, s.438) Makineler, işverenleri bu henüz iş kölesi haline getirilememiş işçilerden kurtarıyor, emeğin yeteneğini yok ederek onları emek karşısında özgürleştiriyordu. Emeğinin niteliği ile bir konum sahibi olan işçiler ise bu niteliklerini yitirip, makinelerin kölesi haline geliyordu. Bu “ altın çağın” yitirilmesine isyan etmekten başka ne yapılabilirdi?
Üçüncü olarak, çalışma koşul ve saatlerini önemli ölçüde kendileri belirleyen nitelikli işçiler, makinelerle bu ayrıcalıklarını yitirmekle kalmayıp, çok korkunç yeni çalışma koşullarına zorlanıyorlardı. En beter koşullarda 15-18 saat çalışma, makinelerin üretime girmesiyle hemen kural haline geldi. Ancak kırk yıla yakın bir mücadele ile on saat çalışma günü makine silahıyla kuşanmış işverenlere kabul ettirilebildi.
Makinelerin üretime girmesinin ilk etkisi çalışma koşullarının olağanüstü kötü
— yol____________________________
leşmesi sonucunu yaratmıştır. Niteliksizle- şen emek insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlanmıştır. İşin bir yetenek, beceri olmaktan çıkıp bir aşağılamaya dönüştüğü makineleşme dönemi kaçınılmaz bir şekilde tepkileri yükseltmiştir.
Makine kırıcılığı, zanaatkârlıktan modern işçiliğe sürüklenen çalışan kesimin e- sasında teknik gelişmeyle ortaya çıkan ve alın yazısı haline gelen emeğin niteliksizleş- me-değersizleşme sürecine karşı uzun ve radikal bir direnişidir. Teknik gelişimi bazı bölgelerde çok geçici olarak yavaşlatmaktan öteye bir sonuç yaratamamıştır. Sorunun makinelerde değil, kapitalist üretim biçiminde olduğunun kavranması uzun bir mücadele gerektirmiştir. Luddculuğun başıbozukluk olarak kavranması büyük yanılgı olur. Örgütlenmeler son derece disiplinli ve gerektiğinde çok radikaldir. Ancak hangi ortamda ve nasıl bir düşmana karşı mücadele edildiğinin bilinci henüz kazanılmamıştır. Luddculuk sınıf mücadelesinin bir dönemden diğer döneme geçişini tem sil etmektedir. Bir kopuştur, yeni bir doğuşu temsil eder.
Kapitalizmin iki yüz yılı aşkın manifak- tür dönemindeki sınıflar mücadelesine bakarsak bugüne de ışık tutabilecek bazı ö- nemii sonuçlar çıkartılabilir.
Önce bu dönemde gerçek bir sınıf mücadelesi henüz yoktur. Çok sınırlıdır. G ittikçe ev işinin ve atölye işinin yaygınlaşması yaşanmasına ve bu anlamda ücretli işçi şekillenmesine rağmen işçi sınıf mücadelesi henüz doğuş aşamasındadır. Bu dönemin işçilerinin büyük bir bölümü eve iş a- larak çalışmaktadır. Böyle bir işçileşmeden sınıf mücadelesinin çıkmasının çok zor olduğunu kapitalizmin bu ilk dönemi göstermiştir.
8
sınıf mücadelesinin sorunları__
Ö te yandan, atölyelerdeki üretim belli bir yoğunluk kazanmış bir işçi kitlesi yaratsa da, bunlar nitelik olarak hala zanaatkardır. Bu yetenekli işgücü kendisi iş koşullarının kölesi haline gelmedikçe, yani niteliğini yitirip, zorunlu çalışma koşullarının esiri olmadıkça sınıf davranışı ortaya çıkmamıştır. Zanaatkar bilinci ve psikolojisi a - tölyeierde toplu çalışılsa da, bir sınıf davranışı yaratmamış, tam tersine bunun kaybedilmesi sınıf mücadelesinin doğuşu için yolları döşemiştir.
Luddizm esas olarak çok dar meslek örgütlenmeleri olarak -dokumacılardan bıçakçılara kadar- ortaya çıkmıştır. Konum ve nitelik kaybına karşı mücadele sırasında bu dar meslek yapıları çok aşılmamış, hatta sıkı korunmuştur. Ancak makineler iş niteliğini silip süpürdükçe dar meslek sınırları gittikçe anlamsızlaşmış, bunlar arasındaki rekabet gücünü yitirmiş ve sınıfın oluşumu gelişmeye başlamıştır. Sadece ücretli işçilik otomatik olarak sınıf mücadelesi yaratmamıştır.
Makine kırıcılığı işçi sınıfının mücadele tarihinde zanaatkârlıktan modern proletarya mücadelesine bir geçişi temsil eder. Manifaktür dönemde ev işi ve atölyelerde yaygınlaşan ücretli emeğin modern proletarya mücadelesine sıçraması için iki yüz yıl gibi uzun ve adeta sessiz bir birikim döneminin yaşanması gerekmiştir. Luddculuk bu birikim döneminin kapandığının ve artık yeni tarihsel bir mücadele döneminin açıldığının ilanı anlamına gelmiştir. Eskinin pek çok alışkanlığını taşısa da yeniye dair filizler de barındırmıştır. Ancak sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda proletaryanın modern sendikal mücadelesi doğrudan bu Luddcu Birliklerin bir devamı olmamıştır. Sendikalar daha çok Luddcu Birlikler dışında şekillenmiştir.
SANAYİ-FABRİKA KAPİTALİZMİ DÖNEMİ
Aslında işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili söylenen, yazılan ve yaşananlar bu dönemle ilgilidir. İnsanlık tarihine damgasını vuran, bildiğimiz veya bir alışkanlıkla algıladığımız sınıf mücadelesi deneyleri bu döneme aittir. 19. yüzyılın başından 1970’lerin sonlarına kadar yüz seksen yılı kapsar. Bu dönem buhar gücünün üretime girmesiyle açılmış, elektrik ve petrol enerjisinin devreye girmesiyle zirveye çıkmış, 1970’lerin ortalarında devreye giren yeni üretim teknikleriyle birlikte inişe geçmiştir. Elbette sınıflar mücadelesinin iniş çıkışlarını sadece üretim teknikleriyle açıklamak mümkün değildir. Ancak bizim irdelediğimiz, sınıf mücadelesinin gündelik iniş çıkışları değil, kapitalizmin ana dönemlerine göre şekillenmesidir.
Sanayi veya fabrika kapitalizmi döneminin özeliklerini hatırlayarak başlayalım. Bu dönemde artık iş aletlerinin yerini hızla makineler almıştır. Bu süreç özellikle e- lektrik enerjisinin devreye girmesiyle yeni bir ivme kazanmıştır. Basit makinelerden robotlara geçilmiştir.
Makineler geliştikçe emeğin niteliksiz- leşmesi de hızla artmış, üretimde ki yeri detaylı iş bölümüyle basit hareketlerin tekrarına indirgenmiştir. 1910’larda Taylo- rizm, 1950’lerde Fordizm ile işçinin üretimdeki yeri niteliksizleşmenin zirvesine tırmanmıştır.
Sınıfın konumu manifaktür döneminden çarpıcı bir şekilde farklı özellikler kazanmıştır. Kentlere ve fabrikalara yığılma en tipik özelliktir. Kırlar istikrarlı bir şekilde boşalmış, büyük kentler ve buralarda işçi semtleri şekillenmiştir.
9
Modern proletaryanın doğuşu şöyle yıllandırılabilir. İngiltere'de bu doğuş, 1760-1830 yıllarını; Fransa’da, 1789— 1848, Almanya’da, 1800-1850, Am erika’da 1780-1860, Rusya’da 1840-1860 A- ralığını kapsar. (Ponomarev, s. 123) Kıta Avrupası’nda bu yıllar sadece burjuva dev- rimlerine denk düşmez aynı zamanda fabrika üretimine geçiş sürecini kapsar. Ücretli emeğin görünmeye başlamasıyla işçi sınıfı mücadelesinin tarih sahnesindeki yerini almaya başlaması çok farklı süreçlerdir. İşçi sınıfı mücadelesinin sahneye girişi esas olarak sanayi kapitalizmiyle birliktedir.
Günümüz sınıf mücadelesi, içinden çıkıp geldiği sanayi kapitalizmi döneminden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Ancak buradan kalkarak sınıflar mücadelesi tarihinin hatalı yorumlanmasına varmak günümüzdeki çarpıcı değişimleri aydınlatmayacağı gibi, geleceği de karartır.
Günümüzde işçi sınıfı çeşitli yollardan inkâr ediliyor, fakat benzeri hatalı yorumlar geçmişe de uzatılmaktadır. Engels’in “fabrika işçisi, sanayi devriminin ilk çocuğu, başlangıçtan bugüne kadar İşçi Hareke- ti’nin çekirdeğini oluşturdu” tespitine karşı Ayşe Buğra, “ Hikâyenin merkezinde fabrika yok” diyor. Kanıt “ Sanayi Devrimi’ni izleyen süreç boyunca, çalışan kesim içinde sayısal olarak en önemli grup tarım işçileriydi... Sayısal olarak ikinci önemli grup ev hizmetinde çalışanlardı.” Sonuç: “ Yani hikâyenin merkezinde fabrika yok” tur. (Thompson’a Önsöz, Buğra, s. 22) “ İşçi Hareketi” ile “ sayısal işçi” nin çok farklı şeyler olduğunu kavramak için tarihe sınıflar m ücadelesi açısından bakmak gerekir. Sorun ücretli çalışanların sayısını tespit etmekse, bu bir bilgi değeri taşır, ancak kapitalizm koşullarında işçi sınıfı mücadelesinin doğuş ve gelişimi için özel bir değere sahip
— yol — .— _ —_— .— .— — —
olmaz. Engels’in dediği gibi “ işçi Hareke- ti’nin çekirdeğini” “ fabrika işçileri” oluşturmuştur. İşçiler fabrikalara yığıldıkça buradan inatçı ve sürekli bir sınıf hareketi doğmuştur. Sayıları bir dönem “ çok” olan “tarım işçileri” ve “ ev hizmetlilerinin” sınıflar mücadelesinin doğuş ve şekilleniş tarihinde hiç de özel bir yeri yoktur. Hele “ ev hizmetinde” çalışanların bu tarihte hiçbir özel yeri olmamıştır.
İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal bir kimlik kazanmasına kadar geçirdiği başlıca aşamalar şöyle özetlenebilir. İlk doğuş: Makine kırıcılığı; bu süreçle birlikte, ilk işçi birlikleri ve illegal sendikalar dönemi; ardından işçi hareketinin bağımsız bir kimlik kazanması ve son olarak siyasileşmesidir. Ünlü İngiliz publarında iş çıkışı yapılan görüşmelerden doğan ilk birlikler daha sonra sendikalara kadar büyümüştür. İşçi sınıfının mücadele tarihinde sendikaların doğuşunun özel bir yeri olduğu açıktır. Hemen her ülkede bu doğuş önce kanun dışı-ille- gal yaşanmış daha sonra hukuki olarak tanınmıştır. Demokrasinin ana vatanlarından İngiltere’de bile sendikalar 1800-1825 arası bir çeyrek yüzyıl illegal mücadele yürütmüştür.
Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfının mücadelesi yeterince biliniyor. Bazı önemli sıçrama noktalarını hatırlamakla yetinelim. İşçi sınıfının ilk kez bağımsız siyasal bir hareket olarak tarihteki yerini alması şüphesiz çok önemli bir basamaktır. Bu dönüm noktalarından birisi Fransa’da 1830 Temmuz devriminde işçi sınıfının yer almasıdır. “ Üç harika gün” de Bourbon iktidarı çöktü. Ancak burjuvaziye güvenen işçiler bu “ harika” günlerden somut bir şey kazanamadı, burjuvazinin ihanetiyle bağımsız davranma bilincini kazandılar. Ardından Kasım 1831 ’de Lyon’daki grevi ordunun
10
bastırması, bin ölü ve yaralı, tepki olarakkentin işçiler tarafından işgali işçi sınıfının burjuvaziden kopuşma adımları oldu. Benzer bir süreç İngiltere’de 1838- 1839 yıllarında gene! oy hakkı ile bağımsız bir çizgi yaratma çabasında olan Chartist Hareketin doğup gelişmesiyle yaşandı.
Bütün bu gelişmelerin gelip biriktiği nokta I848’de Komünist Ligin kurulmasıdır. Sınıf hareketi artık bir program ve hedefe sahiptir. Aradaki yenilgileri elbette u- nutmadan 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı, işçi sınıfı hareketinde u- zun ve büyük bir yükselme dönemini temsil eder. 1848 Komünist Manifesto ile başlayan, Paris Komünü ile ilk iktidar deneyini yaşayan siyasal iktidar hedefi güden işçi hareketi 1950’lere gelindiğinde dünyanın üçte birinde egemen olan Sosyalist Sisteme sahip olmuştu.
Kıta Avrupa’sını dikkate aldığımızda sınıflar savaşında “ 68 ayaklanmasından sonra bir durulma egemen olur. İşçi sınıfı mücadelesinin fabrika'kapitalizmiyle gelişmesinin başlıca nedenlerine vurgu yaptıktan sonra, “ 68 ayaklanması” sonrası durgunlaşmasının nedenlerini ve daha sonra da girdiği yeni dönemin özelliklerini çözümlemeye çalışalım.
İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN FABRİKA KAPİTALİZMİ İLE DOĞUŞU
I . İşçi sınıfının oluşumunda manifaktür kapitalizmi ücretli emeğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Atölyelere toplanan, çoğu eski lonca usta, çırak ve işçileri bir yanda; öte yanda ise eve iş alarak bütün ailenin işçi haline gelmesiyle ücretli işçilik hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak ücretli işçiliğin
yaygınlaşmasından bir işçi sınıfı hareketine geçmek için eski lonca kabuğu, gelenekleri ve hatta usta ve kalfaların imtiyazlı konumunun tasfiye olması gerekmiştir. Manifaktür dönemi kendinden önceki üretim i- lişki ve alışkanlıklarıyla iç içe yaşanan bir süreçtir, fabrika kapitalizmi ise radikal-fırtı- nalı bir kopuştur. Bu kopuş yaşanmadan bir işçi sınıfı hareketi doğamazdı. İki yüz yılı aşkın süren manifaktür dönemde yaşanan işçi eylemliliği çok sınırlıdır. Neredeyse bu eylemliliklerin tümü bir dönem ve isme yoğunlaşmıştır. 1790-1830 dönemini kapsayan makine kırıcıları hareketidir. Böylece bir işçi sınıfı hareketi şekilleniyordu. Aslında bu yaşanan kendinden sonraki tarihsel dönem için bir doğum sancısıydı. Çünkü yeni işçi sınıfı hareketi aynı zamanda makine kırıcılarıyla da tarihsel bir kopuş yaşamak zorundaydı.
2. Sınıf Hareketinin doğuşunun diğer önemli maddi temeli makinelerle emeğin niteliksizleştirilmesidir. İşgücü niteliğini -iş yeteneğini- koruduğu sürece işverene karşı belli ölçüde bağımsız bir konuma sahip olabiliyordu. Bir dönem -ki işçiler bu günlere “ neşeli günler” adını vermiştir- manifaktür patronları böyle işçilerin peşinden koşuyordu. Hatta işi “ onların ayağına götürdükleri” bile oluyordu. Bu dönem I830’lu yıllarla birlikte kapanmış, peşinden koşulan nitelikli ustalar işsiz kalmış, pazarlarda satıcılığa başlamıştır. Bu konuyla ilgili pek çok acıklı hikâye anlatılır. Ö te yandan, bu dönemin işçi birlikleri dar meslek gruplarına göre şekillenmişti. Daha da öteye “ bu birlikler birbirlerine karşı konumlandılar, bu yüzden iş pazarındaki yükselen rekabetle baş edemediler.” (Ponomarev, s.22l) “ Usta ve kalfa birlikleri sendikal hareketin doğuşunda öncü bir rol oynasa da, buna rağmen daha sonra gelişen sendikal
_____sınıf mücadelesinin sorunları___
11
harekete ayak uyduramadılar.” (a.y. s. 220) Niteliksizleştirifen işgücü, konumunu güçlendirmek için eski kalfa birliklerinden farklı davranmak zorundaydı. İş pazarında rekabet kendisi için ölüm demekti, rekabete sokacağı düz -niteliksiz emeğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Bu temel gerçeklik sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi ve sendikal hareketinin temellerini hazırlamıştır.
3. İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde bir diğer önemli faktör, işçilerin sanayi kapitalizmi sürecinde fabrikalara ve belirli o- turma mekânlarına yığılmalarıdır. Manifak- tür dönemde işçiler hem dağınık hem de çok heterojendiler. İşgücü sadece mesleğinden dolayı değil konumundan dolayı da çok çeşitli tabakalara ayrılmıştı. Makineler bir dev düzleyici gibi bu farkları hızla süpürmeye başladı. İş, basit kas hareketlerine indirgendikçe meslek farkı azaldı; öte yandan iş hüneri yitirildikçe sosyal konum farkları da hızla “ eşitlendi” . İşçilerin bu koşullarda fabrikalara ve belli bölgelere yığılmaları onlara zamanla toplu davranma yeteneği kazandırmıştır. Bir yandan benzer çalışma ve yaşam koşulları içinde olmak, ö- te yandan, hızla irtibat, ilişkilenme imkânı sınıfın örgütlenme yeteneğini arttırmıştır. Proletaryanın çok hızlı ve neredeyse sadece iki bölgeye yığılması, Rus devriminin en temel itici güçlerinden birisidir. Devrim tarihinde başka bir benzeri de yoktur. Sınırlı olarak da olsa en çok benzeyen Portekiz’dir. Petersburg ve Moskova’ya dev işçi bloklarına çok kısa sürede yığılan ve inanılmaz kötü iş ve yaşam koşulları içinde olan Rus proletaryasının bu alın yazısını bir devrimle değiştirmesi hiç de rastlantı değildir. Sanayi kapitalizminin geliştiği tüm ülkelerde fabrikalara ve belli bölgelere yığılma yaşanmıştır. Ülkenin özgül koşulları ve yığıl
— yol-------------------------------------------
manın hızı ve yoğunluğa İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Sınıflar savaşı üzerine teori kurulmaya başladığından beri yaşanan ünlü “ kendinde sınıf’ ve “ kendisi için sınıf’ tartışmasının kaynağı sınıfın bu konumlanmasıdır. Sınıfın bir “ nesne” veya “ şey” olmadığı, bir “oluş” olduğu tartışmalarının kaynağı işçi sınıfın var oluşu ile mücadelesi arasındaki bağların nasıl kurulacağı sorunundan kaynaklanır. Bu sorunun cevabı ise her döneme göre değişir. Bugüne geleceğiz. Burada bir özgül yöne dokunmakla yetinelim. Günümüzde işçi sınıfının konumlanması çok değiştiği i- çin neredeyse “ kendisi için sınıf’ olarak gözden kaybolmuştur. Ancak olaya biraz yakından bakınca “ kendinde sınıf’ olarak da işçi sınıfının oldukça görünmez hale geldiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu iki kavramın koşullara göre içi dolar, yoksa zamandan kopuk mutlak kavramlar değillerdir. Sosyalist literatüre “ kendiliğinden hareket” olarak giren olguyu yaratan işçi sınıfının sanayi kapitalizmi yıllarındaki konumlanışıdır. Sınıfın var oluşu oldukça özgül koşullara sahip olduğu için “ kendiliğinden hareket” ortaya çıkabilmiştir. Her var oluş otomatik olarak “ kendiliğinden hareket” yaratmaz. Bu manifaktür dönemde böyleydi, günümüzde de böyledir. Ancak sanayi dönemi kapitalizminde işçilerin konumlanması bir kendiliğinden işçi hareketinin doğmasına imkân vermiştir. Ö rneğin manifaktür dönemin çok yaygın ev işçiliği bu yaygınlığına rağmen kendiliğinden bir işçi hareketi yaratmamıştır.
Sanayi proletaryası birleşimi ve konumlanmasıyla aynı zamanda bir topyekûn davranış yeteneğine sahip olmuştur. Bu özellik manifaktür dönemde henüz oluşmamıştı, günümüzde ise çeşitli nedenlerle erozyona uğramaktadır. Bu topyekûn davranış yete-
12
sınıf mücadelesinin sorunları__
neğinin mücadele tarihine damgasını vurduğu dönem sanayi kapitalizmi yıllarıdır.
4. Sanayi kapitalizmi yıllarında işçi hareketini motive eden olgulardan birisi de burjuva devrimlerinin uğradığı restorasyonlardır. Feodalizmin “ özgürlük, eşitlik” çığlıkları altında tasfiyesi için atılan her burjuva devrim adımı neredeyse bir zemberek işleyişi muntazamlığıyla bir süre sonra restorasyonlarla geri tepmiştir. Bu dönemlerde işçi hareketi öne çıkmış, hatta kendi siyasal bağımsızlığını böyle yılların deneyinde kazanmıştır. Elbette işçi sınıfını harekete geçiren bu zemberek burjuva düzeni yerleştikçe ortadan kalmıştır. Kıta Avrupa’sında bu zembereğin itim gücüyle bazı ülkelerde proletarya devrimlerinin e- şiğine gelinmiş, ancak sadece Rusya’da böyle bir devrim başarıya ulaşmıştır.
5. İşçi sınıfı hareketini tetikleyen bir diğer önemli etken kapitalizmin krizleridir. Ve savaşlardır. Dönemsel kapitalist üretim krizleri manifaktür dönemde henüz görülmez. Bu krizlerin oluşması için pazarın belli bir genişlemeye uğramış olması ve genişleyen yeniden üretimin mal bolluğu yaratacak ölçüde hızlanmış olması gerekir. Bu da ancak makinelerle mümkün olmuştur. Kapitalizmin periyodik krizleri ancak i 9. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren gözlenmeye başlanır. Krizlerin yapısı konumuz değil, ancak serbest rekabetçi dönemden tekelci döneme geçişle birlikte krizlerin yapısında bazı değişimler olsa da kapitalizmin üretim krizleri esas olarak yok olmamıştır. En uzun krizsiz süreç -ki bu dönemde de silik iniş çıkışlar yaşanır- II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan yirmi yıldır. Krizler hem kapitalistlere hem de işçi sınıfına öğretirler. Kapitalizmin tarihine baktığımızda krizler ve bunlarla iç içe olan paylaşım savaşları 19. yüzyılın ortalarından II. Dünya Savaşı’nın
sonuna kadar bir yüz yıl oldukça yüksek bir tempoyla devam etmiştir. Bunun sonucu kapitalist düzen yıkımın eşiğine gelmiştir. Ancak bu tablo 1950’ler sonrası değişmeye başlamıştır. Krizler ve savaşlar hala yaşanıyor, ancak kapitalist düzeni uçurumun kenarına bir kez daha getirmemesi i- çin yeni tedbirler uygulanmıştır. Günümüzde bu tedbirlerin önemli bölümü terk edilmektedir. Neoliberalizmin ünlü “ dere- gülasyon” u budur.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde sanayi kapitalizmi dönemi çok özel bir yere sahiptir. Yukarıda saydığımız başlıca beş nedenin itici gücüyle yüzyıla yakın bir süre işçi sınıfı mücadelesiyle insanlık tarihinin ö- nemli bir dönemine damgasını vurmuştur. Bu uzun dönem içinde sınıfın yenildiği, geri çekildiği, mevzi kaybettiği yıllar olmuştur, ancak bütün bir döneme baktığımızda tarihsel kazananlarından dolayı bu yüz yıla işçi sınıfının yüz yılı denebilir.
1950’ler sonrası dünya ölçüsünde sınıflar savaşına baktığımızda, özellikle kapitalist merkezlerde refah devletlerinin etkisiyle genel olarak uzlaşma havası egemen olmaya başlamıştır. 1970’li yılların ortalarından itibaren ise genel bir durgunlaşma yaşanır ve ardından hem sosyalist sistemin çöküşü ve hem de kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar savaşında açık gerilemeler ve aynı zamanda ö- nemli yapısal değişiklikler dönemine girilir. Böylece işçi sınıfının yüz yıllık tarihi kazanımlar dönemi kapanıyordu.
1 9 7 0 ’LERDEDURGUNLAŞMANINNEDENLERİ
Kıta Avrupası’nı dikkate alırsak
-------------------------------------------------------- 13 —
1950’ler sonrası şekillenen “ refah devletleri” sınıf mücadelesinde uzun bir uzlaşma döneminin adıdır. Ancak bu refah devletleri gökten inmediler. Önceki keskin sınıflar savaşı döneminin ve hemen kıtanın doğusunda kurulan Sosyalist Devletlerin doğrudan etkisinin sonucudur. Ancak 1950’ler sonrası ve özellikle 70’ler sonrası Kıta’da sınıflar savaşının hız kaybetmesinin üç nedenine vurgu yapmak gereklidir.
İlki, Amerika önderliğinde Avrupa kıtasında güçlü komünist partilere karşı -ki bunların bazıları hükümetlere ortak olacak denli güçlüydüler -yoğun bir saldırı harekâtının başlatılmasıdır. Bu sadece provokasyon ve o dönem kurulan gladyolarla yapılmadı, aynı zamanda ABD , Avrupa’ya büyük miktarda sermaye akıtarak bir bakıma refah devletlerinin maddi temelinin inşasında rol oynamış oldu.
İkincisi, 1968’deki işçi ve öğrenci hareketleri özünde 1950 sonrası tüm toplumun bir fabrika gibi yaşatılmasına bir tepkiydi. Düzen bu tepkiden gerekli dersleri çıkartarak bazı esnemelerle bu tepkiyi e- mip sindirmeyi başarmıştır. Bu dalganın düzen tarafından emilmesinden sonra sınıflar savaşının zemininde farklı kaymalar başlar. Artık yeni bir dönemin açılışı için birikim başlamıştır. 68 olayları bir dalga o- larak kabarıp emildikten sonra, “toplumsal uzlaşma” daha derinleşmeye başlamıştır. Bu dönem özellikle Avrupa kıtasında sınıflar savaşının etki gücünü yitirdiği ve bu nedenle sınıf konusunda yeni teorik tartışmaların patlak verdiği bir dönemdir. Refah devletleri bir maddi rahatlık yaratmış, ancak toplumsal yaşamı da fabrikalardaki bant sistemi gibi mekanize etmiştir. Yaşam olağanüstü dakik ve rutin hale gelmiştir. Buna karşı biriken tepki dalgası 70’li yıllarda emilirken, düzen de esnemeye başla
— yol-------------------------------------------
__ 1 4 ____________________________
mıştır. Bu esneme sınıflar savaşı üzerinde paralize edici etki yaratmıştır. 80’li yılların sonlarına doğru ise 50’li yıllarda inşa edilen ve fabrika gibi yaşanan refah toplumları hızlanan bir tempoyla değişim içine girmişlerdir. Bu değişim aynı zamanda sınıflar savaşının eski bildik yollarını da erozyona uğratmaya başlamıştır. Sonuç olarak 68 hareketi düzenin köklerini darbeleme gücüne sahip olmadığı için, tam tersine düzende esnemeler yaratarak, soluklanmasına yol açmıştır.
Üçüncü neden, sosyalist ülkelerin göz alıcı gelişmesinin duraklamaya uğraması, kireçlenmelerin gizlenemez hale gelişi sosyalizmle ilgili umutları inmelendirirken, aynı zamanda bu nedenle sınıflar savaşının bilinç motoru da gücünü yitirmeye başlamıştır. Avrupa’da 68 olayları, Fordist üretim biçiminin sadece fabrikada bir olgu olmaktan öteye toplumsal yaşam biçimine dönüşmesine bir isyandı. Sosyalist Harekete güçlü, insancı! bir soluk verdi, fakat kendisi aynı düzenin esneyen kanallarında eriyip, “ alternatif bir yaşam tarzı” olarak düzenin içine aykırı bir doku gibi yerleşti. Aynı günlerde Avrupa’nın doğusundan Çekoslovakya’da da bir isyan sökün etmiştir. “ Prag Baharı” sosyalizme “güler yüz” kazandırma iddiasıyla ortaya çıkınca dalga hareketlerinde olduğu gibi iki hareketin girişim yapması sonucu işçi sınıfı hareketi ideolojik ve pratik olarak önemli kırılmalara uğramıştır. Bu kırılma o günün dünyasında hemen kendini göstermese de derin bir birikimin yolunu açmıştır.
Bu üç temel etken 1970’ler dünyasında hemen pratik olarak bir inmelenme yarat- masa da sınıflar mücadelesinin geleceğini çok derinden etkileyecek yolları döşemişti r.
sınıf mücadelesinin sorunları__
Sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir dönüm noktasına elbette Sosyalist Sistemin yıkılışıyla gelinmiştir. Sosyalizmin yıkılmasıyla dünya işçi hareketi pratik olarak bir destek gücünü, ideolojik olarak ise ufkunu yitirmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu gerileme önceki devrimci mücadele dönemlerinde yaşananlardan çok farklıdır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve I970’li yıllara kadar gelen mücadele dönemindeki gerilemeler, nabız atışları gibidir. İ- çinde bulunulan dönem esas özellikleri ile aynı kalmış, ancak sınıflar savaşının muharebeleri kendi özgül koşullarına göre yenilgi veya zaferle sonuçlanmıştır. Oysa 20. yüzyılın son on yılında bir tarihsel dönem değişikliği içine girilmiş, eski paradigmalar altüst olmuştur. Bu nedenle, sınıflar mücadelesindeki gerileyişe eski alışkanlıklarla yaklaşmak kısır sonuçlar üretebilirdi. Yaşanan köklü değişimi bir kavrama çabası olmaksızın ileriye adım atmak mümkün değildi. Ö te yandan, böylesine bir köklü değişim içine girilince olguların henüz kendilerini tam anlamıyla ortaya koymamasından dolayı pek çok şey bulanık ve belirsiz görünür. Köklü bir geçiş döneminde, ömrünü dolduran olgu ve değerler az çok ortadayken yeni değerler, geleceği kucaklayabilecek mücadele anlayış ve araçları henüz ortada yoktur.
Bu dönem değişikliğinin tek nedeni Sosyalist Sistemin yıkılışı değil, aynı zamanda kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerdir. Tarihi olarak bu iki olgunun aynı zaman dilimi içinde yaşanmasının rastlantı o- lup olmadığı üzerine spekülasyon gerekli değildir. Kapitalizmde yapısal değişim bilindiği gibi I9£0’li yılların başlarında hızlanmıştır. Sosyalizmin yıkılışı ile bu değişim daha güçlü bir ivme ve elbette cesaret kazanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği i
le ilgili öngörülerde bulunabilmek için bu yapısal değişimi irdelemek gerekiyor. Sınıflar mücadelesi üzerinde Sosyalizmin yıkılışının etkilerini hiçbir şekilde unutmadan, esas olarak kapitalizmdeki değişim ve mücadele üzerindeki etkilerine geçelim.
“İNFORMATİK ÇAĞI” VEYA HİZMET KAPİTALİZMİ
Üretim temelinden baktığımızda kapitalizm, manifaktür dönemden bugüne ü- çüncü ve yeni bir aşamaya girmektedir. Konumuz açısından bu yeni aşamadaki değişimleri sınıflar savaşına etkileri açısından ele alacağız. Sermaye birikim politikası olarak neo liberalizm, kar oranlarındaki düşmeyi karşılamak için tekelci sermayenin kendi dışındakilere topyekûn bir saldırısıdır. Bu saldırının özellikle çalışanlara yönelmesi sömürünün mantığı gereğidir. Sosyalizmin yıkılışı bu saldırıyı daha da pervasız- laştırmıştır. 1970’lerden beri bir durgunlaşmaya uğrayan sınıflar savaşı, özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren işçi sınıf aleyhine gelişmiştir. Son on beş yılda işçi sınıfının sürekli mevzi kaybettiği bir gerçekliktir. Ancak sermayenin bu seferki saldırısı kapitalizmde bir yapısal değişimle birlikte gitmektedir. Bu nedenle gelgeç değil köklü etkiler yaratmaktadır.
Yeni dönemin en belirgin özelliği bilim ve tekniğin üretimle ilişkisindeki yeniliktir. Bilimsel gelişmeler ile üretim arasındaki oldukça uzun yoi yeni dönem ile çok kısal- mıştır. Aynı zamanda bilimsel ve teknik yeniliklerin hızı çok artmıştır. Bu gelişmeler bilginin bir meta olarak konumunu köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bilgi üretimi özel bir üretim alanı haline gelmiştir. Bugünün dünyası, Marx’ın “ bilim genellikle kapitalis-
15 •—
te hiçbir şeye mal olmaz, ama bu durum, onun bilimi sömürmesine gene de engel değildir” (Marx, Kapital, C ilt I, s.400) dediği günlerden çok farklıdır. Dev tekellerin Araştırma&Geliştirme konusundaki rekabetleri bilime ve teknik gelişime adeta delice bir hız vermiştir.
Bu noktada insanın üretim makineyle i- lişkisinde de radikal bir değişim yaşanmaktadır. Yakın zamana kadar iş makineleri genellikle insanın “ kol emeğinin” yerini almıştı. Şimdi alan genişledi, artık “ kafa emeği- ni” nin de yerini almaya başladı. İnsanlık henüz bu sürecin başında, gelişmelerin hızı baş döndürücü, bu yöndeki gelişmeler hangi noktalara kadar derinleşebilir, bugünden bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Yaşananları üretimde her zaman olduğu gibi yeni tekniklerin kullanılması olarak algılamak hatalı olur. Yeni tekniklerin müdahale ettiği iki alan da bugünleri öncekilerden ayırmaya adaydır. Bilgisayarla “ kafa emeğine” , gen teknolojisi ile insan yapısının köklerine müdahale imkânları ortaya çıkmıştır. Geleceğin yeni teknolojilerinden olmaya aday “ nano sanayi” ise bu alanlardaki müdahale imkânlarını inanılmaz ölçülerde arttıran etkiler yaratacaktır. İnsan ve makine bugüne kadar birbirinden ayrı iki nesneydi, önümüzdeki yıllarda birbirine girift hale geleceklerdir. Şimdilik bu uzak geleceği bir kenara bırakaçak, kapitalizmde son yaşanan yapısal değişimlerin sınıflar mücadelesine etkilerine geri dönelim.
SINIFLAR MÜCADELESİNİ DOĞRUDAN ETKİLEYEN YAPISAL DEĞİŞİMLER
I . En önemlisi işgücünün imalat sektöründen hizmet sektörüne kayışıdır, imalat
__ yol____________________________
sektöründeki işgücünün toplam içindeki payı Amerika gibi gelişmiş ülkelerde % I8 civarına kadar gerilemiştir. Kapitalizmin gelişim tarihinde böyle bir kayma, sanayi kapitalizminin gelişmesiyle tarımdan imalat sanayine doğru yaşanmıştı. Amerikan tarımında çalışanların toplam işgücü içindeki yeri son elli yıldır %3’dür. Kırlardan kentlere doğru yaşanan göç şimdi fabrikalardan büro-banka-otel binalarına doğru yaşanmaktadır.
Böylece fabrikalardaki işgücü yoğunluğu azalmaktadır. Bu gelişim bir savaş sonrası ordunun büyük ölçüde tasfiye edilmesine benziyor. İlk makineler emeği nitelik- sizleştirmişti, şimdi hem bu süreç devam ediyor, öte yandan niteliksizleştirilen e- mek artık doğrudan tasfiye ediliyor. Pek çok üretim alanında fabrikalardaki işçi bant başında basit kas hareketleri yapmaktan da yoksun hale gelmiş, sadece makinelerin- robotların gözlemcisi haline gelmiştir. Sınıf mücadelesinin çekirdeğini ve vurucu gücünü temsil eden imalat sanayi ve maden işçileri son yirmi yıldır yaşanan gelişmeler sonucunda, güneş görmüş kar gibi eriyor.
ö te yandan, imalat sanayindeki üretim tarzı bir diğer yönden de değişmiştir. Yeni teknik gelişmeler sonucu büyük fabrika ü- retimi, merkezde ürün dizaynı ve stratejisiyle ilgilenen bir çekirdek ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağılıyor. Bu yöntem ilk önce ve çok gelişmiş bir şekilde Japonya’da 1950’ler sonrası uygulanmaya başlanmıştı. Maliyeti önemli ölçüde düşüren, ana firmaya büyük esneklik sağlayan, işçi ile uğraşmayı yan sanayine bırakan bu uygulama artık kapitalizmin genel üretim tarzı haline gelmiştir. Japonya örneğinde üretimin çekirdeğindeki işçi ömür boyu iş garantisine sahiptir. Toplam Japon işgücünün ancak %30’u bu imtiyaza sahiptir, ja-
__ 16
ponya’nın yaşadığı son uzun ekonomik kriz ömür boyu işçi statüsünü önemli ölçüde zedelemesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Japonya, bu kriz sırasında Am erika’nın daha fazla liberal uygulamalar, hatta IMF’nin karşısına oturması için yaptığı baskılara rağmen kendi gelişim tarzını terk etmemiştir.
Diğer kapitalist merkezlerde işgücü i- çinde aynı statü yoktur. Fakat son taşeron- laşma süreci denen gelişmeler benzer bir farklılaşmayı yaratmıştır. Çekirdekte kadrolu işçiler, dış halkalara doğru geçici işçiler yaygın bir statü haline gelmiştir. Bu durum sınıf içinde yetenekten dolayı değil, tamamen bu konumlanma farkından dolayı önemli bir bölünme yaratmıştır.
Sonuç olarak, kapitalist üretimin 19. yüzyılın başlarından beri alışık olduğumuz üretim yapısı köklü bir şekilde değişmektedir. Madencilik dâhil imalat sanayi, sadece üretilen metalar açısından değil, toplumsal bir odak noktası olması anlamında bir öneme ve yere sahipti. Bugün daha fazla meta üretilmektedir, ancak bu üretimi yapanların artık dünkü kadar toplumsal bir ağırlığı yoktur. Ağırlık merkezinde kayma yaşanıyor, fakat sadece bir kayma değil, aynı zamanda ağırlık merkezinde belirgin bir dağılma ortaya çıkıyor, sosyal yapıda esas değişimi yaratan budur.
2. Hizmet sektöründe büyüme: Bu eğilim özellikle bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle çok hızlı tempo kazanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği açısından soruna baktığımızda bu sektörün özellikleri mücadelenin geleceği için büyük zorluklarla yüklüdür. “ Bilgi işçilerinden serviste çalışan garsona kadar bütün alanlar “ hizmet sektörüne” giriyor. Marx döneminde “hizmet sektörü” banka, ticaret ve hukuk gibi
alanlarla sınırlıydı. Marx o dönem “ hizmet” sektörünü “ üretici olmayan” alan o- larak nitelendirmişti. Örneğin, ticaret sermayesi artı-değer üretmez, üretilenin dolaşımını yapar. Bugüne baktığımızda “ hizmet sektörü” tanımlaması çok karmaşık bir yapı içeriyor. Biz sınıflar mücadelesi a- çısından soruna yaklaştığımızdan imalat sanayi, ulaşım ve tarım dışındaki tüm kesimi “ hizmet” sektörü olarak kabul eden bir tanımlama yapacağız.
Bu sektörün sınıflar mücadelesi açısından birkaç önemli özelliği vardır. Çok heterojendir. İş alanları ve koşulları çok farklıdır. Dağınıktır. İşyerleri çok dağınık ve genellikle orta ve küçük çaptadır. Ayrıca hem iş niteliği hem de ücret açısından çok çeşitli ve eşitsizdir. Hizmet sektöründeki yığılmaya rağmen bu yığılmada bir yoğunluk yoktur. Bu durum, sınıfın topyekûn davranma yeteneği açısından önemlidir. Bu sektörde eski fabrikalara en çok benzeyen alan sağlık alanı ve hastanelerdir.
Hizmet sektöründe işçi sayısının artmasının sınıf mücadelesindeki etkisi oldukça dolaylı yollar izlemektedir.
3. Sanayi kapitalizmi dönemindeki uzun mücadelelerle şekillenmiş işgünü yapısı, hizmet kapitalizmi günlerinde hızla değişiyor. Bir yandan, çalışan kesimlerin bir bölümü bilinçli olarak “ part-time” çalışmayı tercih ediyor. Bu kapitalizmin üç yüzyılda kurduğu iş disiplinine bir tepkidir. Ancak toplam işgücü içinde bu kesim henüz çok küçük bir azınlıktır. Esas büyük kesim zorunlu olarak part-time çalışmaktadır. Ö- zellikle Amerika’da part-time çalışmak zorunda kalıp geçinemeyenler iki-üç işte birden çalışıyorlar.
Diğer eğilim -ki en güçlüsü budur- iş saatlerini uzatma çabalarıdır. Bunu Alman
___ _ sınıf mücadelesinin sorunları__
17
— yol
tutucu işveren partileri “ 70 saatlik iş haftası” biçiminde telaffuz bile ettiler. Amerika, bu konuda Avrupa’ya sürekli baskı yapıyor. Son yıllardaki yapılan toplu pazarlıklarda hemen hemen sonuç hep aynıdır. Aynı ücretle daha uzun çalışmaya razı o- lunmaktadır. Çünkü alternatif işsizliktir. Üstelik merkezlerde son yılların işsizlik paralarının da çok kısıtlandığı düşünülürse işsizlik epey zamandır korkutucu bir tehdittir. Küreselleşmenin en tipik etkilerinden birisi yeniden işçiler arasındaki rekabeti kışkırtması olmuştur. Bu hem tek tek ülke sınırları içinde, hem de uluslararası seviyede yaşanıyor. Göçmen işçiler bir ülkede her zaman ucuz çalışmaya hazırdır. Dünyada son yirmi yıldır artan bir göçmen akını bu rekabeti sürekli canlı tutmaktadır. Ö te yandan, sermaye işgücünün ucuz olduğu ülkelere göçerek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırtmaktadır. Günümüzde iş günü yeniden fiilen uzamıştır. III. Dünya ülkelerinin çoğunda zaten hiç kısalmamıştı. Kapitalist merkezlerde bile bu böyledir. “ 90’ların ortalarında Los Angeles tekstil fabrikalarında köle emeğinin ve aşağı Man- hattan’da Victorian tipi işyerlerinin görülmeye başladığı rapor ediliyor.” 3 Kapitalizmin ilk ilkel dönemine mi dönülüyor? Evet, bazı yönlerden böyle! Amerika’da köle çalıştırılan günlere veya 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere’de sanayi kapitalizminin gelişme günlerindeki korkunç çalışma koşullarına sanki geri dönülüyor.
Bilindiği gibi teknik gelişim nispi artı-de- ğer sömürüsünü yükseltir. Ancak günümüzde teknik gelişimle birlikte, çalışma zamanı uzatılarak, esas olarak kapitalizmin ilk dönemlerinde kalan mutlak artı-değer sömürüsü de yeniden güncelleştiriliyor. Küresel işgücü rekabetinin bir sonucu olan bu durum, aynı zamanda teknik gelişimle
__ 18
arttırılan nispi artı-değer sömürüsünün sınırlarına gelindiğinin de bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu süreç, genleriyle oynanarak “ yeni insan” yaratılmadıkça sonsuz bir derinliğe sahip değildir. Mutlak artı değer sömürüsünün olduğu gibi, nispi artı değer sömürüsünün de, yani belli bir zaman aralığında iş yoğunluğunun arttırılmasının fiziki ve teknik sınırları vardır. Nasıl ki, artık olimpiyatlarda atletlerin dereceleri saniyelerle değil, saliselerle ölçülmeye başlandıysa, “yeni bir insan” yaratılmazsa, nispi artı- değer sömürüsü de bir sınıra dayanacaktır. O zaman geriye, çok eski günlere dönmek kalıyor. Bunun da anlamı işgününün uzatılmasıdır. “Tehdit altında” olmadığına inanan kapitalizm bu konuda pervasızca davranmaktadır. İşçi sınıfının uzun tarihsel bir dönemi kapsayan mücadelesi sonucunda şekillenen iş günü, bugün kapitalizmin açık bir saldırısı altındadır. Kanunlar haia aynı kalsa da fiilen merkezlerde bile işgünü uzatılmıştır.
İş zamanının yapısındaki değişim bir başka yönden de kendini ortaya koyuyor. Düzenli yıl boyunca çalışma da artık yoktur. İş olmadığı zaman zorunlu tatil, iş olduğu zamanlarda ise fazla çalışma, ancak bu fazla çalışmaya herhangi bir ücret ödenmemesi veya en fazla bir köşeye daha sonra tatil olarak kullanılmak üzere fazla saat olarak yazılmasıdır. Böylece her çalışılan fazla saat için işçiler işverenlerine kredi açmış oluyorlar.
Son yirmi yılın bir diğer önemli gelişmesi üretkenlik ile ona ödenen karşılık a- rasındaki bağın kopmasıdır. 1973’den beri
üretkenlik artıyor, ancak ücretler düşmeye devam ediyor, (a.y. Kuttner, s.94)
Özellikle 1980’ler sonrası gelişmeler verimlilikteki artışın ücretlere otomatik o-
larak yansıyacağı düşüncesinin bir yanılgı olduğunu kanıtladı. Evet, sınıflar mücadelesinin mantığı açısından, aynı zaman aralığında daha yoğun emek harcayan işçilerin daha fazla ücret talep etmesi çok doğaldı. Ancak bunun gerçekleşmesi tamamen sınıflar mücadelesindeki güç ilişkilerinin durumuna bağlıdır. Ortada otomatik işleyen bir mekanizma yoktur. Kapitalist merkezlerde refah devletleri döneminde yaşananların da geçici bir zaman aralığına ve bir güç ilişkisine dayandığı çok açıktır.
Verimlilik artmasına rağmen ücretlerdeki düşmenin ilk nedeni üretim yapısındaki değişimdir. Bu kez verimlik artışı aynı zamanda işgücünün imalat sanayinden hizmet sektörüne kayması ile birlikte gerçekleşiyor. İmalat sektöründe üretim süreci büyük ölçüde robotların işgaline uğrarken, tasarım, programlama alanları, yani ürün yaratımı bölümü gelişmektedir. Bu gerçeklikten dolayı işgücünün bir bölümünün ücreti düşerken diğerininki artıyor veya en a- zından korunuyor.
Ö te yandan, taşeronlaşma, çekirdek ve çevre işgücü arasında büyük bir konum farkı yaratıyor. Bu parçalanma iki tarafın da pazarlık gücünü düşüren bir etki yaratmaktadır.
Kitle üretiminden “yalın üretime” geçişin işçi sınıfı içinde yarattığı çeşitli yönlerdeki parçalanma işçi sınıfının pazarlık gücünü düşürmektedir. Ö te yandan, teknik gelişimin yarattığı işsizlik ve küreselleşeme i- le artan işgücünün uluslar arası rekabeti işçi sınıfının pazarlık gücünü çok geriletmiştir. Geri ülkelerde bir işte çalıyor olmak a- çıkça imtiyazlı bir konumu ifade ediyor. Kapitalist merkezlerde de süreç yavaş yavaş bu noktalara geliyor. O nedenle, yeni toplu pazarlıklarda ücret artırımından çok
işini koruma refleksi öne çıkmıştır.Sonuç olarak, yeni teknikle birlikte ve
rimlilik artmasına rağmen üretim yapısında ve buna bağlı olarak sınıfın yapısındaki de- ğişimlerden-parçalanmadan-dolayı ücretlerde bir artış yaşanmıyor. Sınıfın mevzi kaybına elbette Sosyalist sistemin yıkılışının etkilerini de vurgulamak zorundayız. 1850’leri önemli bir çıkış noktası alırsak, sınıflar mücadelesinde bir yüz yıl işçi sınıfı sürekli mevzi kazanmıştır. Daha sonra bir durgunlaşma dönemi gelmiş, ardından köklü bir gerileme sürecine girilmiştir. Dünya ölçüsündeki bu güç değişimi her ülkedeki işçi mücadelesini elbette kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Üretim sistemindeki yapısal değişimlerle, güç dengelerindeki çöküş, işçi sınıf mücadelesinin her alanına yansımaktadır. O nedenle, sabit işgünü ve haftası, fazla çalışmaya artı ödeme, verimlilik artışını ücretlerde artışın izlemesi gibi bir dönem kurulmuş dengeler bugün tek tek geçerliliğini yitiriyor. Duvarın yeni çöktüğü sıralarda Volkswagen fabrikalarında bir toplu pazarlık sırasında çalışma saati ve ücret arasındaki uzun yılların mücadelesiyle kurulan doğrusal bağlantı koptuğunda bunu o dönemin bir fabrika yetkilisi “ Bu duvarın yıkılışından daha önemli bir devrimdir” demişti. Şimdi bu sözde “ devrim” gittikçe derinleşiyor.
4. Üretim biçiminde değişim, For- dizm’den grup çalışmasına geçiş. Sanayi kapitalizmi İngiltere’de doğdu. Ancak Ingiltere’de blok motor üretimi sürerken değiştirilebilir parçalı motor ve araç üretimi ilk kez Amerika’da başladığı için, işbölümünün çok detaylanması ve işgücünün niteliksiz- leştirilmesi sürecinin hızlanması, Am erika’da daha belirgin yaşandı. Üretim biçiminin akar bant sistemiyle karakterize olduğu dönem I970’li yılların ortasına kadar
____ sınıf mücadelesinin sorunları__
------------------------------------------ 19 —
yoğunlaşarak geldi. İşçinin üretim bandı karşısındaki durumu tam bir esarete dönüştü. Üretim eylemi tüm işgünü boyunca çok sınırlı hareketleri tekrarlamaya dönüştü. Ancak bir noktadan sonra, bu üretim biçimine aktif ve pasif direnişler yükselmeye başladı. 19601ı yılların başından itibaren bu direnişler arttı. En tipikleri sık hasta olmak, bantta tempoyu düşürmek, hatta doğrudan sabotajlar yaşanmaya başladı. Tüm yeni kontrol çabalarına rağmen bant karşısındaki işçinin verimliliğinde bir yükselme olmadı.
Artı değer sömürüsü niteliksiz çok basit kas hareketlerine indirgendikten birkaç kuşak sonra işçi sınıfı içinde bu üretim biçimine yoğun bir direnç oluştu ve sömürüyü arttırmanın yollan da böylece tıkanmaya başladı. Üretim le işçinin kopuşmasının - ya da ünlü deyimiyle yabancılaşmanın-70’li yıllarda tepe noktasına çıkması yeni bir dönüşü de kaçınılmaz hale getirdi. İşçinin üretimle ilişkisini yeniden kurmak gerekiyordu. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi daha ilk aşamasında makine kırıcılarıyla ilk büyük uyarıyı almıştı. Bu süreç derinleştikçe makine kırıcılığı biçiminde değil fakat açık direnişlerle, daha çok da pasif sabotajlarla Fordizm’in sonuna gelindi. Emeğin nitelik- sizleştiriimesi sürecinin yüz elli yıl sonra Fordizm’in kriziyle son sınırına dayandığı anlaşılıyordu. Böylece üretime düşüncenin de katılması veya işçinin yaratıcı düşüncesinin de artı değer sömürüsü alanına girmesi kaçınılmazlaştı. Bu durum, artı değer sömürüsü tarihinde önemli bir basamaktı.
Üretim le ilişkisi oldukça değişen bir işgücü kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Ü retime sadece kas hareketleriyle değil, aynı zamanda düşüncesiyle de katılan bu işçi kitlesi eski kuşaklara göre çok daha fazla bir
__ yol____________________________
___ 2 0 ___________________________________
şekilde üretim bilgisiyle donanıyordu. Ö te yandan grup çalışmasıyla belli bir sınır içinde üretimde bir inisiyatif alanına da sahip oluyordu. Bu süreç 1980’li yıllarda hızlandı, yeni üretim biçimi uygulamaları kapitalist merkezlerde yaygınlaştı. Ancak ilk coşku dalgası fazla uzun sürmedi. 2000’li yıllara yaklaşırken grup çalışması iki yönden de sönümienmeye başladı. İşveren cephesi a- çısından işçilerin üretim bilgisiyle fazla donanması ve grup inisiyatifinin gelişmesi ü- retimdeki egemenlik ilişkileri açısından bir tehlike potansiyeline sahipti, işçiler açısından, grup çalışması ile işin temposunda bir azalma yaşanmadığı gibi, hem gruplar arası hem de grup içi rekabetin artmasıyla iş sürecinde bant sistemini aratan gerilimler ortaya çıkmaya başladı.
Grup çalışması üretimde bir artışa neden olsa da, kapitalizmin egemenlik sistemiyle çelişen yanları hemen ortaya çıktı. İşçinin üretim bilgisinin artması, aynı zamanda yaratıcılık ve inisiyatifinin gelişmesi işyeri yönetimlerinde “ endişelere” yol açtı. Bu süreçten yeniden Fordizm’e dönmek artık mümkün değildir, ancak grup çalışmasının ilk coşkulu günleri de kapanmıştır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde bu yeni üretim tarzının gelişmesinin çok çabuk sınırlarına gelindi. Olayın şimdilik böyle bir rutine girmesi yaşananların bir rastlantı olduğu izlenimini uyandırabilir. Ancak gerçeklik böyle değildir. Tam tersine makinelerin üretime girmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi sürecinin kritik bir dönemece geldiği açıkça görülmüştür. Bu “teknik ve insan” ilişkisinde yeni bir sürecin başladığının güçlü bir kanıtıdır. Yaşadığımız günler bu yönde yeni gelişmelere gebedir.
Fordizm’den grup çalışmasına geçilmesinin sınıflar mücadelesine önemli etkileri olabilir. İşçi sınıfı içinde üretim bilgisi ile
donanmış ve kısmen de oisa üretimde yaratıcılığını kullanabilme yeteneği gelişen bir kesimin oluşması sınıfın yeniden nitelik kazanması anlamına geliyor. Ancak bu nitelik kazanımının sınıflar mücadelesine etkisinin nasıl bir yol izleyeceğini kestirmek zordur. Bir yanıyla bu sınıfta bir parçalanma anlamına geliyor, dolayısıyla bu parçalanma sınıfın davranış yeteneğini azaltabilir. Diğer yanıyla bu nitelik kazanımı aynı zamanda işçinin işveren karşısındaki konumunu belli ölçüde güçlendirdiği için mücadele için yeni bir güç kaynağı olabilir.
5. İşçi sınıfında yaşanan parçalanma günümüz kapitalizminin yarattığı önemli bir değişimdir. Sınıfta bir yandan esas büyük kayma imalat sanayinden hizmet sektörüne doğru olurken, öte yandan hizmet sektörünün çeşitliliğinden doğan parçalanmadan öteye yeni üretim tarzının ortaya çıkardığı her alanda geçerli derin bir parçalanma yaşanmaktadır. Bir yanda, nitelikli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşanıyor. N iteliksiz işçiler sayıca hızla artıyor. Ö te yandan, üretim biçiminin büyük fabrikalardan merkez ve taşeron işletmelere dönüşmesi sonucu “ çekirdek” ve “ kıyı işçi” kategorisi şekilleniyor.4 Bu kategori önceki “aristokrat işçi” sıradan işçi bölünmesinden farklıdır. Çekirdek işçi bu konumundan dolayı otomatik olarak “zengin” değildir. Birinde iş sözleşmesi uzun süreli diğerinde ise gelgeçtir. Pazar dalgalanmalarına göre hemen tepki üretme zorunluluğunda olan işletmeler, bunu önce taşeron işletmeler aracılığıyla göstermektedirler. Bu esnekliğin ilk mucidi Japon kapitalizmidir, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomi yeniden yapılanırken böyle şekillenmiştir, ancak artık küreselleşme ile artan rekabetin dayatması sonucu bütün kapitalist dünyada bir üretim tarzı haline gelmiştir. Büyük işletmeler ka
tı iş sözleşmeleriyle pazar dalgalanmalarına uyum yapmak için grevlerle yüz yüze gelmek zorunda kalıyorlardı, oysa şimdi bu orta ve küçük işletmelerin sırtına yıkılmıştır. Bu gerçeklikten dolayı “ çevre işçi” nitelikli de olsa böyle pazar dalgalanmalarında kapıya konulmaktan kurtulamaz. İşçi sınıfındaki bu parçalanmalar geçici değildir.
6. İşsizlikteki yapısal değişim. Günümüzde başlıca üç değişiklikten söz edilebilir. İlki, bilgisayar teknolojisinin yerinden ettiği işgücüne oranla “ informatik çağının” yarattığı istihdam sayısı daha azdır. I900’lü yıllardaki demiryolu yatırımlarının veya 1950’li yıllardaki oto sanayinin ortaya çıkardığı istihdamla karşılaştırıldığından günümüzdeki yeni teknoloji yatırımları çok daha sınırlıdır. İki binli yıllar “yeni ekonomiye” yapılan aşırı yatırımların geri teptiği yıllar oldu. Borsaiarda o zamana kadar hep yükselen ünlü N A SD A C indeksi de kesin inişe geçti. Kapitalizmin doğumundan beri taşıdığı bu hastalığında “ informatik çağı”nın sözde büyük bilgi yığınağına rağmen bir değişim olmadığı böylece anlaşıldı. Yeni teknoloji ile inanılmaz hesaplar yapılabilirken, bu alana aşırı sermaye akışının kaçınılmaz yıkılışlar yaratacağının hesabı bir türlü yapılamadı! “Yeni ekonomi” nin de yıldızı aşırı sermaye yatırımlarının ortaya çıkardığı yıkımlarla söndü. II. Dünya savaşı sonrasının kapitalizm tarihinde bir istisna olduğu yeterince açıktır. Daha doğrusu olağanüstü koşulların ürünüdür. Savaşın yarattığı muazzam alt yapı yıkımı ve en kaliteli işgücünün savaşta yok olması, ardından gelen yeniden inşa döneminde kaçınılmaz bir şekilde işgücü kıtlığı yarattı. Bugün böyle bir yıkım ve yeniden inşa yaratamayan kapitalizm müzmin bir işsizlikle yüz yüzedir.
İkinci önemli neden, tekniğin hızlı gelişimi üretim araçlarının yenilenme periyo-
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
21
dunu kısalttığı için kar oranları neredeyse sürekli bir düşme baskısı altındadır. Bu durum sermayenin yatırımdan spekülasyona kaymasına neden oluyor. Spekülasyonu sadece borsa olarak algılamak hatalı olur. Yeni bir yatırım anlamına gelmeyen özelleştirmeler ve ticaretin bir bölümü de ö- zünde spekülasyondur. Sonuçta spekülasyona kaçan sermaye istihdam alanını daraltmaktadır.
Son olarak, küreselleşme uluslar arası işgücü rekabetini de hızlandırdı. Yeni tekniğin hızla 3. Dünya ülkelerinde uygulanması büyük bir fazla nüfus yaratmaktadır. Bu durum işgücü rekabetini şiddetlendirmektedir.
Kapitalizmi dünya ölçüsünde bir bütün olarak düşünürsek, işsizlik kapitalist üretim sisteminin mantığı içinde aşılamaz bir hastalık olarak gittikçe ur gibi büyümektedir. Artık işsizlik kapitalist merkezlerde bile gelgeç bir olgu olmaktan çıkıyor. Toplumsal yapının sürekli ve bozucu bir parçası haline geliyor.
BAZI SONUÇLAR
Sanayi kapitalizminden hizmet kapitalizmine geçişin sınıflar mücadelesi açısından yarattığı bazı önemli sonuçları sıralayalım.
Birincisi, ücretli emek artıyor. Bu anlamda yeni bir proleterleşme dalgasından söz edilebilir. Ancak bu dalganın sanayi kapitalizminden önemli bir farkı var. O dönem kırların kentlere doğru çözülmesi biçiminde yaşanmıştı. Günümüzde proleterleşme imalat sanayinden bir kopuş hizmet sektörüne bir yığılma biçiminde yaşanıyor. Elbette dünyanın geri bölgelerinde hala kırdan kente bir akış yaşanıyor. Ancak bu
— yol-------------------------------------------
bile eskisi gibi yaşanmıyor. A rtık kentlere yığılanların büyük bir çoğunluğu işçi sınıfına doğrudan bir katılım anlamına gelmiyor, türedi işlerde çalışan veya doğrudan işsiz kesimi oluşturuyorlar. Yeni proleterleşmenin bir diğer özelliği yoksullaşmayla paralel gidiyor olmasıdır. Esnek çalışma, işten atılma korkusu ve hatta işgününün uzatılması tartışmaları düşünülürse günümüzde çalışma koşullarında bir kötüleşmenin de güçlü bir eğilim olduğu tespiti yapılmalıdır. Sonuç olarak, yoksullaşmanın derinleştiği, çalışma koşullarının kötüleştiği ve geniş işsiz kitlesi ile kuşatılmış bir yeni proleterleşme sürecinden söz etmek mümkündür.
İkincisi, işçi sınıfındaki çeşitlenme ve parçalanmadır. Hizmet sektörü çok çeşitli, çoğu küçük ve kendine özgü koşulları o- lan işyerleri anlamına geliyor. Bu heterojenlik sınıfta oldukça çeşitli davranış durumları yaratır. Örneğin gittikçe genişleyen turizm sektöründeki çalışanlarla büyük eğitim kurumlan ve sağlık sektöründe çalışanların duruş ve davranışları oldukça farklıdır. Bu yatay çeşitlenmenin yanında gelir ve işyerindeki konum açısından dikey parçalanmalar da vardır. En önemlisi nitelikli işgücü ile niteliksiz işgücü arasındaki konum farkıdır. Dünün bant başındaki niteliksiz işçisi üretim tarzı değiştiği için bugün iş piyasasında hemen hemen hiçbir şansa sahip değildir. Sürekli yenilenen iş bilgisine uyum yapan işgücünün bir şansı vardır. Ancak gerek imalat sanayinin bir bölümünde, gerek inşaat ve hizmet sektöründe niteliksiz işgücü vardır ve hatta hizmet sektöründe sayıları artmaktadır. Bu işçiler, hem örgütlenme ve sınıf bilinci, hem de çıkarları için mücadele söz konusu olduğunda davranışları açısından, dünün bant başındaki işçilerinden karşılaştırılamayacak ölçüde pasif ve siliktirler.
22
Ö te yandan, yeni üretim tarzının yarattığı, pazara egemen tekelci bir üretim çekirdeği ve ona bağımlı ara mallarını üreten geniş taşeron sanayi biçimindeki “ işbölümü” , işçi sınıfın konumunda da büyük bir yarılma ortaya çıkardı. Çekirdek işçi veya sabit kontratlı sürekli işçi ile geçici-taşeron işçi sınıfsal konum olarak farklı koşullara sahiptirler. Geçici işçi yarın işsiz kalacakmış gibi yaşarken diğeri imtiyazlı bir konumda belli bir iş güvenliğine sahiptir.
Sınıftaki bu parçalanma sınıflar mücadelesi açısından önemli değişimlere neden olmaktadır. Aslında bu sorunlar şiddetli olarak son on yıldır yaşandığı için henüz sınıf mücadelesi literatüründe yoğun bilinç seviyesine yükselmemiş, henüz biraz çaresizlik biraz da kayıtsızlıkla izlenen bir süreçtir.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, üretim biçimindeki değişimlerle, daha genel söylersek, sanayi kapitalizminde hizmet kapitalizmine geçişle ortaya çıkan sınıfın topyekûn davranış yeteneğindeki büyük zayıflamadır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda işçi sınıfının kentlere, büyük fabrikalara ve belli oturma mekânlarına yığıldığı dönem öze! bir önem taşır. İşçi sınıfı mücadelesi olarak göze batan, çarpıcı ne varsa hep bu dönemde yaşanmıştır. Bunda işçi sınıfının konumlanma biçiminin büyük bir payı olduğu çok açıktır. Bu durum işçi sınıfı için dövüşte sanki bir arazi-coğrafya avantajı gibiydi. Elbette bu parlak mücadele dönemine baktığımızda aynı dönemin büyük ekonomik, siyasi krizleri ve paylaşım savaşlarını da içerdiği hemen göze batar. Böyle bir dönemde sınıfın konumlanma biçiminin büyük bir önemi olduğu açıktır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının “ kendinde sınıf’ olmaktan “ kendisi için sın ıf’ olmaya çıktığı dönemdir.
Bugün işçi sınıfı daha önce sahip olduğu “arazi” avantajını önemli ölçüde kaybetmiştir. Sınıf olarak varlığını korumasına ve hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olmasına rağmen, üretimdeki yeni konumlanmasından dolayı topyekûn davranış yeteneğini önemli ölçüde yitirmiştir. En azından yakın geleceğe baktığımızda konumlanmasında bir değişim ve buradan hareketle yeni bir avantaja sahip olması olasılık dışıdır. Öyleyse mücadele bu yeni araziye göre şekillenmek ve yetkinleşmek zorundadır.
Dördüncüsü, bu gelişmelerin bir mantık sonucu olarak sanayi kapitalizmi döneminde zirveye çıkan sendika hareketinin e- rimeye uğramasıdır. Örneğin, kırk yıl önce A BD ’de üç işçiden biri sendikalı iken bugün on işçiden biri sendikalıdır. (Hiatt, s.487) Bütün dünyada sendikal harekette çarpıcı bir erime yaşanıyor. Eğer sanayi kapitalizmi döneminin yapısal değişimle yeni bir döneme girdiği çok açıksa, sendikal hareketin de yeni bir dönem girmesi kaçınılmazdır. Fabrika döneminin çocuğu olan bugünkü sendikacılık, kendini yeni koşullara göre hazıdayamadığı ölçüde sürekli mevzi kaybetmektedir. Toplu pazarlık sistemi ve pazarlık yapılan konular hızla değişmektedir. İşçi sınıfı ekonomik mücadele alanında yeni araçlar yaratmak gibi zorlu bir görevle yüz yüzedir.
Sonuncusu, sınıf mücadelesinin koşullarındaki radikal değişim onun siyasi yapılanmalarını da bir kasırga gibi altüst etti. Sınıf hareketi gelecekte çok cılız bir biçimde sadece ekonomik mücadele alanıyla sınırlı kalmayacaksa yeniden siyasileşmek zorundadır. Bu hangi yollardan geçecektir? Bu sorunun kestirme bir cevabı yoktur. Eğer kolay bir cevabı olsaydı, sınıflar mücadelesinin yaklaşan süre
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
------------------------------------------ 23 ----
cinin bütün sorunları da bir anda çözümlenmiş olurdu.
SINIF MÜCADELESİNİN GELECEĞİ
Sınıf mücadelesinin koşullarındaki bu köklü değişim, bazıları için “ proletaryaya” ve sınıflar mücadelesine “ elveda” olarak yorumlandı. Sosyalizmin yıkılışıyla etnik ve dini mücadelelerin köpürmesi, bunun yanında kapitalizmde gerçekleşen yapısal değişimlerin kaba ve yanlış okunması, nedense kapitalist sınıfın değil ama işçi sınıfın yok olduğu yargılarını üretti.
Sınıfların ve mücadelesinin yok olmadığı yeniden kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir. Ancak bir o kadar açık olan başka bir gerçek ise sınıflar mücadelesinin bir tarihsel dönemine “ elveda” ettiğimizdir. 19. yüzyılın başlarından 1980’li yılların sonuna kadar gelen tarihsel dönem temel özellikleriyle, güç yapısı ve ilişkileriyle köklü bir altüstlüğe uğramıştır. Şüphesiz ki bu tarihsel dönem içinde de büyük iniş- çıkışlar yaşanmıştır. Fakat bir tarihsel gelişim ufku yönünden bakıldığında bu süreç tüm iniş çıkışlarıyla birlikte sonunda işçi sınıfının mevzi ve iktidar kazandığı bir dönem oldu. Sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerle bu dönem kapandı. O güzel eski günlerle ilgili ne kadar anı anlatsak, o günleri coşkuyla ansak ve özlesek geri gelmeleri mümkün değildir. En kötüsü o günlerde kazanılan alışkanlıkları bugünün mücadele koşullarında tekrarlayarak bir sonuç almayı ummak mücadelenin geleceği açısından büyük bir yanılgı olur.
Arkamızda onurlu bir tarih önümüzde ise oldukça değişen ve değişmekte olan
_ y o ! -------------------------------------------
yeni mücadele koşulları, geleceği kurarken peşimizi bırakmayacak olgulardır. Bunların üzerinden atlanılamaz.
SINIFLAR MÜCADELESİNİN YENİDEN ŞEKİLLENMESİ
Önümüzde tüm bilinmeyenleri ile duran dönemin bir temel özelliği vardır. Nasıl işçi sınıfının ilk tarihsel mücadele dönemi manifaktür dönemden sanayi kapitalizmine geçiş yıllarında şekillendiyse, geleceğin yeni mücadele dönemi de içinde bulunduğumuz geçiş sürecinde şekillenecektir. Sınıflar savaşının yeni bir dönemine hazırlık olarak güçlerin yeniden konumlandığı, donanımlarını yetkinleştirdiği, düşünce ve gelecek tasarımlarını kritikten geçirdiği bir süreçten yürünüyor. Ancak böyle söyleyince konumlanmaların az çok belirginleştiği gibi bir izlenim ortaya çıkabilir. İşin daha çok başında olunduğunu kavramak için dünyaya ve tek tek ülkelere bakmak yeter- lidir. Koşulların yüz elli yılı aşkın bir süre determine ettiği mücadele, yeni bir döneme girmeden önce maddi ortamın yaşadığı büyük değişimlerden dolayı önce kaçınılmaz bir şekilde bozulmalara uğruyor. Bu sancılı sürecin içinden yeni güçlerin dizilişi ortaya çıkacaktır. Eski mücadele dersleri hep bilinçlerde olsa da, hatta o günler özlense de, geleceğin böyle kaba kıyaslamalarla öngörülemeyeceği açıktır. Kıyaslamalar bir düşünce yöntemi olarak kaçınılmazdır, ancak eskinin kalıpları içinde kalmamak koşuluyla.
Mücadelenin yeniden şekillenmesi doğal olarak üç ana kaynaktan beslenecektir. Genel olarak sınıflar mücadelesinin dersleri; özel olarak Sosyalizmle yaşanan iktidar deneyi ve kapitalizmdeki yapısal değişim-
__ 24
ler, sınıflar mücadelesinin geleceğini şekillendirecek temel nirengi noktalarıdır.
jşçi sınıfı 21. yüzyıla, 19. yüzyıla girdiğinden çok farklı koşullarda girdi. Büyük bir meydan savaşını kaybetmiş olarak, ideolojisi sert darbeler almış, örgütlenmeleri dağıldığı için siyasal bağımsızlığını yitirmiş ve ekonomik-sosyal kazanımlarından bir bölümünü sürekli kaybetmeye başladığı koşullarda yeni bir yüzyıla giriş yapmıştır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda Komünist Manifesto önemli bir dönüm noktasıdır. Bilindiği gibi sınıflar ve onların mücadelesini ilk kez Marx bulmamıştır. Liberal burjuva ideologları da sınıflar mücadelesini kabul etmiştir. Sendikal mücadelenin başlarda illegal yürümesi, daha sonra hemen her ülkede burjuva iktidarlar tarafından tanınması bu gerçekten dolayıdır. Bu seviyede bir sınıflar mücadelesine egemenlerin itirazı yoktur. Marx’ın iddiası bu noktadan sonra başlıyordu. İşçi sınıfının iktidarı hedeflemesinin, o günlerin ünlü deyimiyle “ proletarya diktatörlüğü” nün kaçınılmazlığını vurguluyordu. Olaylar bu öngörüyü kendi üslup ve sınırları içinde doğruladı. Ancak ardından gelen yıkılış, “yoksa her şey baştan beri yanlış mıydı?” sorusunu doğal olarak kafalara getirdi. Bu büyük savruluşun bir sonucu olarak bugün pek çok siyasal hareket artık iktidarı hedeflemiyor. Bu anlamda “ tarihin sonu” tezini doğrulamış oluyorlar. “ Son” iktidar: Burjuva iktidarıdır. Artık en fazla bu iktidar çerçevesinde evrimleşmeler yaşanabilir. Dünyaya bu pencereden bakanlar için sınıflar mücadelesinin artık bir önemi kalmamıştır.
Sınıflar mücadelesinin yeni dönemine teorik ve pratik olarak hazırlık yapanlar i- çin ise en önemli sorun şudur. İşçi sınıfının, burjuvaziden ve düzenden kopuşması yeniden nasıl gerçekleşecektir? Hatta günü
müz dünyasında soruyu şöyle sormak bile artık mümkündür: sınıflar kopuşması yeniden gerçekleşecek midir? Sadece bir demokrat olarak değil, Marxist anlamda sınıflar mücadelesinin anlamı, bu kopuşmayı yaratmak için mücadeledir. Yeni döneme bakarken düşünce ve davranışların odaklanması gereken nokta budur.
Tarihte işçi sınıfının bağımsız bir siyasal harekete yükselmesi ancak bazı koşullarla birlikte gerçekleşmiştir. Sınıf “ adım adım” mücadele ile örneğin “ on saat işgünü” parolası ile başlayarak doğru bir çizgi üzerinde yükselir gibi bir kopuşma yaşamamıştır. Burjuva devrimleri sonrası yaşanan restorasyonlar, yani burjuvazinin derebeylikle uzlaşma çabaları, kapitalizmin devrevi krizleri ve savaşlar işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak şekillenmesinin yollarını döşe- miştir. Ancak bütün bunlar gündelik taleplerin dile getirilmesiyle olağanüstü bir iç i- çelikle yaşanmıştır. Gündelik taleplerin ö- ne sürülmesi öyle başka koşullarla yan yana gelmiştir ki, sınıfın tarihsel kopuşması i- çin büyük çatlağı yaratmıştır. Yine de 19. yüzyılda işçi sınıfının bağımsız bir siyasal kimlik kazanmasında restorasyonların özel bir yeri vardır. Burjuva devrimlerinin bu tarz geri püskürtülmesi işçi sınıfı içinde devrimlere varan birikim oluşturmuş ve kopuşları yaratmıştır. Bir kez işçi sınıfı iktidarı kurulduktan sonra ise, hemen her ö- nemli işçi ve halk hareketi sınıfın iktidar mücadelesinde bir basamak olarak algılanmıştır. Dolayısıyla tarihi sınıfsal kopuşma bir kez gerçekleştiğinde maddi mücadele ortamının temel özellikleri değişmedikçe, her olay bu kopuşmayı derinleştirici rol oynayabilir.
Ancak tersi de doğrudur. Sosyalist iktidarların çekim gücünün azalması ve özellikle Avrupa’da yaşanan refah devletleri sü-
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
25 ----
reci sınıflar kopuşmasını önce yumuşatmış, sosyalizmin yıkılışıyla bu tarihsel kazanç tümüyle yitirilmiştir. İşçi sınıfı uzun uzlaşma yıllarıyla kapitalist düzen içine gerilemiş, Sosyalizmin çöküşüyle ise gelecek ufkunu kaybetmiştir. Yeni bir kopuşma sürecinin çok sancılı olacağı yeterince açıktır.
Mücadelenin yeni dönemine damgasını vuracak sınıfsal kopuşmaların nasıl yaşanacağını zamanlama olarak bugünden kestirmeye kalkışmak rüyaya yatmaktan başka bir anlam taşımaz. Basit analojilerle ise bir noktadan öteye gidilemez. Ancak buna rağmen söylenebilecek bazı şeyler vardır.
Sınıflar mücadelesi bugün ideolojik olarak örselenmiş ve siyasi olarak ufuk kaybına uğramış olduğu için gündelik, yani gerek ekonomik ve gerekse düzen içi siyasal bazı talepler için mücadele hemen hemen işçi sınıfının tüm ufkunu kaplamıştır. Gündelik mücadeleden sınıfsal kopuşmaya bir yol var mı?
Gündelik mücadeleden hareketle yeni döneme ilişkin bazı tespitler yapalım.
I . Bugün işçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğini önceki dönemdeki gibi varsaymak önemli bir stratejik veri hatası o- lur. Sınıftaki sektör kayması ve parçalanma, ancak sadece bu değil, aynı zamanda Sosyalizmin yıkılmasıyla hedefin silikleşmesi sınıfın kolektif davranış yeteneğini ö- nemli ölçüde darbelemiştir. Bunun yeniden inşası mümkün müdür? Eski biçimiyle değil, ancak yeni yollar bulunarak kolektif davranışı farklı bir seviyede yeniden inşa etmek mümkündür.
Sınıflar mücadelesi teorisinde büyük yer tutan “ kendinde sınıf’ ve “ kendisi için sınıf’ kavramlarını yaratan aslında 19. yüzyıl sınıflar mücadelesinin koşullarıdır. Büyük fabrikalara ve belli oturma mekânları
_ y o l -------------------------------------------
na yığılmış her an kendiliğinden harekete geçebilen bir sınıf vardı. “ Kendiliğinden hareketler” kavramı da mücadeleye bu dönemlerde girdi. Makine kırıcılığıyla başlayan bu hareketler daha sonraları belli bir bilinç ve örgütlülük kazandılar. Sınıfın “ kendiliğinden” devrimciliği-sosyalistliği değil- yine bu dönemin kavramıdır. O günlerden 1960’ların “ tarihsel uzlaşma” yıllarına gelince ise bütün bu kavramlar sorgulanmak zorunda kalındı. Sınıfın büyük gövdesiyle sadece var olması sınıflar mücadelesi için hiçbir rol ve anlam ifade etmeyebiliyordu. Onun için sınıf ancak mücadele içinde bir “ oluş” du. Statik, durgun bir “ nesne” değil, hareketli bir oluştu. 1960’lı yıllar Avrupa’sında işçi sınıfı ile (onun nesnesi ile) bilinç ve ideolojisi kopuşunca, araya “ tarihsel uzlaşma” duvarı girince bu tartışmalar patlak verdi. Sınıflar savaşının 19. yüzyıl koşullarında şekillenmiş kavramlarının, koşulların ilk köklü değişim işareti verdiği I960’lı yıllarda sorgulanması rastlantı değildir.
Bugün sınıflar mücadelesine yaklaşırken 19. yüzyıldaki sanayi kapitalizminin koşullarında var olan “ kendinde sınıf’ı aynı güç ve yoğunlukla göremeyeceğimizin bilincinde olmalıyız. Odak kayması ve parçalanma, “ kendinde sınıf’ın bırakalım hareketini, duruşunu -var oluşunu bile önemli ölçüde zayıflattı. Bu anlamda, sık sık yapıldığı gibi, zorlanırsa “ kendinde sınıf’ın var olmadığı iddia edilebilir. Fakat bu gerçeğin sadece çarpık bir görüntüsünü yansıtmaktan öteye bir anlam taşımaz.
Gerçeklikten kopuk sırf kavramlar denizinde boğuşmak yerine, sorulması gereken şudur: “ İşçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğindeki zayıflama onarılabilir mi?” Klasik kavramlarla sorarsak: İşçi sınıfı yeniden “ kendisi için sınıf’ konumuna yüksele-
___ 26
sınıf mücadelesinin sorunları__
bilir mi? Önümüzdeki dönemde yeniden büyük fabrika günlerine dönüleceğine dair hiçbir ipucu yoktur. Dolayısıyla bu zayıfla-, mayı eski yollardan gidermenin şansı da yoktur.
İlk yapılması gereken tespit eskinin bu anlamda tekrarının mümkün olmadığıdır. Eski beklenti ve alışkanlıklara takılı kalmak yeni mücadele yollarını yaratmanın önünü tıkar. İmalat ve maden sektörü işçi sınıfının mücadele tarihinde özel bir yere sahip oldu. Ancak bu sektörler sürekli kan kaybediyor, öte yandan dağınık, heterojen hizmet sektörü büyüyor.
Sınıf hareketinin yeniden inşasında o- nun kapitalizmin en küçük sallantılarından bile etkilenen kesimleri, “ çekirdek” dışı kesimler, ilk hedef alınmalıdır. Bu kesimlerin dağınıklığı mücadelenin örgütlenmesinde büyük zorluktur, ancak öfke buralarda birikiyor. Dünyada, eve iş alan kesimlerin bile örgütlenmesine ait örnekler var. Ne sendikal ne politik anlamda eski güzel ve bir anlamda “ kolay” günler artık olmadığına göre, örgütlenmede yakın hedef olarak, sınıfın düzenle en çok gerilimi halkalarında mevzi tutmak kaçınılmazdır.
Sanayi kapitalizmi döneminde oluşan işçi hareketinin çerçevesi yeni süreçte aşılmalıdır: işsiz örgütlenmeleri yaratılmalıdır. Arjantin deneyi bunu bütün dünyaya ilan etti. İşsizler radikal eylemleri ile “ iş ya da yiyecek” parolasıyla önemli mevziler elde ettiler. Ayrıca yol işgalleriyle “ rahatı yerinde” “ çekirdek”teki işçileri de yangının sıcaklığıyla uyarmış oldular.
Ö te yandan, örgütlenmenin ilk adımı i- çinde olmasa da sınıfın tüm parçaları için farklı taktik ve örgütlenme biçimleri geliştirerek farklı renklerde bir örgütlenme ağı yaratılmalıdır. Bu ağ her an kolektif olarak
davranmayacaktır. Bu yersiz ve zorlama bir hayal olur. Sınıfın dağınık parçalarının kolektif davranışı günümüz kapitalizminin ancak derin krizlerinde mümkün olabilir. Elbette böyle bir momenti değerlendirebilecek bir kurmay öngörüsü ve örgütlenmesi daha önceden yaratılmışsa. Yoksa günümüzde kendiliğinden hareketlerin rolü çok sınırlıdır. Hazırlıksız beklentiler düş kırıklıklarıyla sonuçlanmaya mahkûmdur.
2. İşçi sınıfının gündelik mücadelesinde yeniden en canlı konular, ücret, iş zamanı ve iş koşullarıdır. Tüm dünyada 80’li yılların başlarından beri verimlik artmasına rağmen ücretler düşmekte ve ayrıca çalışma zamanı da yavaş yavaş yeniden uzamaktadır. Bugün toplu pazarlıkların hemen her konusunda işverenlerin elindeki en büyük tehdit işsizler ordusudur. Üstelik bu ordunun artık şu ya da bu ülkenin sınırları içinde olması da gittikçe önemini kaybediyor. Neoliberalist politikalarla sermayenin hareketi çok kolaylaştığı için eskiye oranla daha rahat bir şekilde yer değiştirebiliyor. Oysa işgücü için hala sınırlar vardır. İşçi sınıfının mücadele tarihinde bugüne dek hiçbir zaman kurulmamış bir ittifak, çalışanlarla işsizlerin ve gelgeç türedi işlerde çalışanların ittifakı artık yaratılmak zorundadır. İşçi sınıfı partilerinin ve sendikaların güç yitirdiği, bencilliğin zirvelere tırmandığı günümüzde bunun çok zor olduğu açıktır. Ancak kapitalizmin son yirmi yıldır sınıfı nasıl kuşattığı iyi görülürse karşı mücadele taktiklerini yaratmak, bu anlamda zoru başarmaktan başka bir yol yoktur, imalat sanayinden sürülen, dolayısıyla yoğunluğu kırılan işçi sınıfının böylece davranış yeteneği azalmaktadır; öte yandan, çekirdek ve geçici işçiler arasındaki gerilim sınıfın davranış yeteneğini sınırlamaktadır, ancak bunların dışında bir de geniş işsizler halka-
27
sı vardır ve bu haika sınıfın davranış yeteneğini neredeyse felç etmektedir. Bu kuşatma kırılmadan sınıf mücadelesi soluk a- lamaz.
Günümüz sınıf mücadelesi deneylerine baktığımızda özellikle Arjantin örneğinden hareketle konuşursak, eski fabrika tipi mücadele geleneğine alışmış sendikalar yeni oluşumlar yaratamadılar. Bütün yaratıcılık bu sendikalardan bağımsız olarak doğdu ve gelişti. Tıpkı, 19. yüzyılın başlarındaki sendikal hareketin eski dar meslek birliklerinin içinden değil, onlara rağmen doğması gibi, geleceğin mücadele ve örgüt biçimlerini de büyük olasılıkla sadece mevcut sendikal ve parti yapılarının dönüşümünden beklemek hata olur. Yeni doğuşlar kaçınılmazdır.
3. Sınıfın parçalanmasında, özellikle bir parçayı farklı ele almak gerekiyor. Bu da ü- retime kafa emeğini de veren grup çalışması içinde olan işçilerdir. Fordizm’in tıkanmasının yarattığı bu olgu gelgeç ve rastlantı değildir. Makinelerin nitelikli insan e- meğine karşı savaşı emeğin niteliksizleşti- rilmesi yönünde derinleşebileceği en dip noktalara kadar varmıştır. Bir kırılma noktası kaçınılmazdı. İnsanın üretim ve tüketimle ilişkisi kapitalizmle başlamadığı gibi, kapitalizmin çizdiği çerçeveye de mahkûm değildir. Makineler üretime yeni girerken nitelikli işçi bugünün tüketim toplumunun şekillendirdiği işçiden çok farklıydı. Sürekli iç gerilimi yükselen bir çalışma temposu ve öte yandan hastalık ölçüsünde tüketim müptelası olmak, bu insan yapısı son yüz elli yılda kapitalizmin yarattığı bir olgudur. Ancak bu yapı bazı darbeler almaya başlamıştır. Henüz çok sınırlı olsa da hastalıklı çalışma ve tüketmeye tepkiler şekilleniyor. Grup çalışması bir yanıyla Fordizm’in gelip tıkandığı noktadan sonrasını anlatıyor. Li
— yol -- ----------------------------------------
retimle yaratıcı bir ilişki grup çalışmasını önceki süreçten ayıran en önemli özelliktir. Ö te yandan, üretimdeki egemenlik ve mülkiyet ilişkisi değişmediği ölçüde grup çalışmasının kat edeceği yol sınırlıdır. Buna rağmen bu yeni olgu gözden kaçırılmamalıdır.
Sınıf içinde, üretimle ilişkisi önceki dönemden oldukça farklı yeni bir tabaka oluşuyor. Üretim bilgisiyle daha fazla teçhizat- lanan sınıfın bu kesimi, kaçınılmaz bir şekilde üretim tekniği ve tarzıyla da ilgili hale geliyor. Sınıfın bu kesimi, işverenle sadece “ ücret ve sosyal haklan” konuşmayacak, aynı zamanda üretim tarzındaki değişimleri de konuşacaktır. H er yeni teknik ve ona göre şekillenen üretim tarzı veya teknik değişmese de yeni bir üretim örgütlenmesi, verimliliği arttırıp nispi artı değer sömürüsünü yükselttiğine göre, grup çalışmasındaki işçiler işverenlerine kendilerini nasıl daha iyi sömüreceği hakkında akıl vermiş olmayacaklar mı? Evet! Ancak bir başka olgu daha yaşanacaktır. Üretimin örgütlenmesinde grup çalışanlarının inisiyatifi ve bilgisi de artacaktır. Bu, emeğin yeniden nitelik kazanması demektir. Elbette eski dar mesleklere geri dönüş olarak değil, üretimin bir süreç içinde örgütlenmesinde nitelik kazanmak anlamındadır. Bugün emeğin yeniden nitelik kazanması, dar meslek uzmanlaşması anlamına gelmiyor. Yaygın niteliksiz emek yanında, daima böyle nitelikli emek hep var oldu. Bugünün koşullarını bütünüyle dikkate aldığımızda emeğin nitelik kazanması, karmaşık, yüksek teknikli ü- retim sürecinin örgütlenmesinde bilinçli yer alabilmek anlamına gelir. Bu gelişme sınıfın niteliğinde önemli bir değişme demektir. Makinelerin ilk saldırısından beri nitelikli emek aleyhine derinleşen süreç, hem sınıfın katı pasif direnci hem de yeni
___ 28
tekniklerin devreye girmesiyle tersine dönmeye başlamıştır. Emeğin yeniden nitelik kazanması kaçınılmaz bir şekilde kapitalist üretim ilişkileriyle çelişkiye girecektir. Çünkü nitelik, yani bilgi ve inisiyatif, aynı zamanda bir egemenlik alanı da yaratır. Emeğin bu egemenlik alanı ile sermayenin egemenlik alanı çelişecektir. Aslında kapitalist merkezlerde bu son on yıldır yaşanıyor. Burjuvazinin üretimdeki egemenlik i- lişkisini “ riske” sokan bu yeni üretim tarzı, ilk coşkusundan sonra şu ya da bu yolla sı- nırlandırılmaya başlamıştır. Ancak For- dizm’e geri dönüş imkânsızdır. Günümüzde kapitalist üretim tarzı bu çelişkiyle birlikte yaşıyor.
Sınıfın bu kesiminin mücadele içindeki yerinin ne olacağı sadece işverenlerin belirlemesine bırakıldığında ortaya çıkacak sonuç şimdiden bellidir. Ancak kapitalizmin kör ruhu olan rekabet bu grup çalışması içine de hızla taşındığı için sınıfın bu kesimini, mücadeleye kazanmak için güçlü bir zemin de vardır. Emeğin bu tarz yeniden nitelik kazanması işçi sınıfının gelecek mücadelesi için önemlidir. Böyle niteliksel bir dönüşümün mücadeleye somut nasıl yansıyacağını ancak yaşayarak göreceğiz. Bugünden yapılması gereken bu olguyu atlamamak ve bu alanda örgütlenme yolları yaratmaktır.
* * * * *
Yukarıda sorduğumuz soruya geri dönersek, sınıflar kopuşması yeniden nasıl yaşanacaktır? İşçi sınıfının yukarıda en önemlilerini vurguladığımız gündelik sorunlarından hareketle düz bir çizgi üstünden giderek sınıfsal kopuşmaya varması imkânsızdır. Olaylar bu çerçeve içinde döndükçe
bir kopuşmadan çok sınıf niteliğini yitirme anlamında bir yozlaşma yaşanabilir. Ancak bir kopuşmanın birikimleri de yine bu kanallarda oluşacaktır. Yine kaçınılmaz bir şekilde tarihe dönersek, işçi sınıfının ilk siyasal kopuşmasının burjuva devrimleri sürecindeki restorasyonlarda yaşanmasının siyasal anlamı, kazandığı haklarının geri a- lınmasına karşı tepkidir. İşçi sınıfı burjuva devrimlerinin açtığı “ özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yolunun daha öteye genişletilmesinin kendi sınıf çıkarlarına uygun olduğunu kavradıktan sonra bu konuda her geri gidişe devrimci tepkisiyle karşılık vermiştir.
Bugün kapitalist merkezlere baktığımızda henüz politik haklara tırmanmasa da sosyal haklar hızla tırpanlanıyor. Ayrıca Bush yönetimi Am erika’da I I Eylül’ü bahane ederek bazı siyasal hakları da sınırlamıştır. Bugün 19. yüzyıldakilere hiç benzemese de yine de bir restorasyondan bahsedebiliriz. Refah devletlerinden kapitalizmin vahşi rekabet günlerine geri dönülüyor. Ortada burjuvazinin uzlaşacağı eski derebeylik artıkları yok. Ancak tüm dünyadaki sermaye akışını kendi çıkarlarına göre yönlendiren bir mali oligarşi var.
Demokrasiler tam bir tıkanma noktasına geldi. Çalışan kitleler “genel oy hakkı” günlerindeki coşkuyu taşımıyorlar, basit bir yüzde olarak dikkate alındıkları seçimlere katılsalar da bu oyuna gittikçe daha az inanıyorlar. Burjuva demokrasileri biçimsel olarak sürerken özce ruhsuz bir oyuna dönüşüyor.
“Toplum” burjuva bireyciliğinin zirveye çıkmasıyla birbirine değmeyen anlamsız bir kalabalığa dönüşüyor. Toplum gelişmiş ülkelerde bencillikten, geri ülkelerde yoksulluktan çürüyor.
Dünyadaki yeni paylaşım savaşları da
-------------------------------------------------------- 29 —
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
dikkate alınırsa bütün bu birikimler ekonomik ve siyasal krizlere dönüşebilir. Hatta kapitalist üretimin hesapsız gelişimi coğrafyayı zorlamaya başladığı için, insan eliyle yaratılmış doğal felaketler ve bunların te- tikiediği krizler yaşanabilir.
Evet, teknik gelişim durmuyor. Ancak siyasal ve toplumsal olarak insanlık bir restorasyon yaşıyor. Mali oligarşinin (modern derebeyliğin) çıkarlarına göre şekillendirilmeye çalışılan dünya, bir dönemin sosyal hak ve özgürlüklerinden geriye doğru çekiliyor.
Bir yandan, teknik gelişimin mevcut mülkiyet ve egemenlik ilişkileri içinde yaratabileceği bencil tehditler; öte yandan, sosyal hak ve özgürlüklerin kapitalizmin ilk vahşi günlerine benzer bir şekilde restore edilmesi işçi sınıfının “ tarihsel uzlaşma” yaptığı düzenden yeniden kopuşmasının yollarını döşemektedir. Bu kopuşmanın dağılışa uğrayıp sönümlenmemesi için insanlığın bir basamağı daha çıkması gerekiyor. Bu da iktidar sorunudur. İlk işçi sınıfı iktidarları çöküşe uğrayınca, işçi sınıfı ve halkların ufkundan iktidar hedefi silindi. Günümüz aynı zamanda iktidarı hedeflemeden “ muhalif’ olmanın pratik deneylerinin yaşandığı bir dönemdir. Bu deneylerden alınacak dersler işçi sınıfının gelecek dönem mücadelesi için yaşamsal bir öneme sahiptir. Çünkü sınıfın yaşayacağı tarihsel kopuşmaların iktidar hedefini yaklaştıracağı açıktır, fakat öte yandan iktidar hedefinin netleşmesi de tarihsel kopuşma sürecine ivme verecektir. Hatta sınıfta yeniden bir iktidar bilinci oluşmadıkça kopuş- maların boşa sallanan boksör yumruğu gibi tüketici etkileri olabilir.
işçi sınıfının “ tarihsel uzlaşma” dan yeni bir tarihsel kopuşmaya geçmesinin bugü
— yol_____________________________
nün verileriyle konuşacak olursak çok zor ve sancılı olacağı anlaşılıyor. Sosyalist sistemin uğradığı yenilgi, sınıfta yaşanan zayıflama, düşüncenin yeniden pratik güce dönüşmesinin sancılı birikimi gelecek tarihsel kopuşmanın çok sancılı olacağının kanıtlarıdır.
İşçi sınıfının yeniden tarihsel kopuşma- sından söz etmek aynı zamanda onun ittifak güçleriyle ilişkisini de yeniden tanımlamak anlamına geliyor. Kapitalist merkezlerde, daha önceki klasik tanımlamalarda işçi sınıfı ve burjuvazi arasında konumlandırılan küçük burjuva tabakalar, sosyalizmin yıkılışından ve sınıfın bugünkü konumundan dolayı “ortada” olmaktan çok güçlü- nün çekim alanındadır. Ancak Arjantin o- laylarının gösterdiği gibi büyük çöküşlerde işçi sınıfı ile ittifak kurmak yerine kendi bağımsız konumunu ortaya koyması daha büyük olasılıktır, işçi sınıfı bugün kendiliğinden bir liderliğe sahip değildir. Dolayısıyla küçük burjuva tabakalarla ilişkisi de önceki dönemdeki gibi yürüyemez.
Bizim gibi ülkelerde ise, köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü, ancak ekonominin yeni göçleri işçi olarak istihdam e- demediği bir dönemde klasik işçi-köylü ittifakı yerine “ sınıf içi ittifak” kavramına uygun düşecek bir gelişme yaşanmaktadır. Köylülük kentlere yığılmıştır. A rtık köylü olmamasına rağmen henüz işçi de değildir. Aslında büyük kentlerde kendine özgü bir “ işçi-köylü ittifakı” yaşanıyor. Fakat bir geriye dönüş yaşanamaya- cağına göre buna işçi-köylü ittifakı demek yerine “ sınıf içi ittifak” demek daha uygun olur. “ Sınıf içi ittifak” ne ölçüde güçlü kurulabilirse ve kentlerde kendi güç ve etki alanını ne ölçüde yaratabilirse, kırlarda gerçek bir ittifak yaratmak ancak o zaman mümkündür.
__ 30
SONUÇ
Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfı mücadelesini daha çok düzenli o rduların savaşına benzetebiliriz. Bugün güçlerin yeni dizilişine baktığımızda, gelecekteki işçi sınıfı mücadelesinin, düzenli orduların savaşından çok, her biri ayrı özellik ve nitelik taşıyan farklı savaş birliklerinin genel bir koordinasyon içinde, ancak zaman ve mekân olarak parçalı savaşları olarak yaşanması çok daha büyük olasılıktır. Sınıflar kopuşması da, bu parçalılığın rengini taşıyacaktır.
Sınıfın çeşitli parçalarıyla kolektif davranması artık çok daha fazla bilinçli örgütlenme ve taktik zenginlikle mümkündür. Sanayi kapitalizmindeki işçi sınıfının konumlanmasının yarattığı avantaj bugün yoktur. Ayrıca bugünün sınıf mücadelesi bir önemli dezavantaja daha sahiptir. 19. yüzyılda sınıflar kopuşması, ilk yaşandığı için, radikal ve atılgan bir enerji açığa çıkartm ıştır. Bugün, çöküş sonrasının ihtiyatlılığı yaşanıyor.
Bunların yanında, sınıflar mücadelesinin yeni bir tempo ve seviye yakalayabilmesi için bir basamağın geçilmesi gerekiyor. Bu basamağın başlıca iki unsuru vardır. Birisi, sosyalizmin yıkılışıyla köpüren etnik, kültürel ve dini kökenli hareketlerdir. Bu dalga sınıflar gerçekliğini belli ölçüde görünmez hale getirdi. Ancak sis bulutu dağılıyor, fakat yok olmuyor. Bu özellikler sınıflar savaşının içine bir yeni zenginlik olarak taşınıyor. İkincisi, iktidar ufkunun yitirilm esi nedeniyle mücadelenin sırf "m uhalif' zeminlerde kalması ve lokalleşmesidir. Sınıfın ve çalışanlar kitlesinin kapitalizme zorunlu olarak tanıdığı bu toleransın da bir sınırı olacak
tır. İktidar hedefine tırmanmayan mücadelelerin içinde bulunduğumuz dönemde elde edeceği sonuçlar, kaçınılmaz bir şekilde yeni bir birikim yaratacaktır.
Bu basamak ülkelere göre farklı derinliklerde yaşanıyor, bir dönem daha yaşanmaya devam edecektir.
Böyle bir mücadele deney ve birikiminin yaşanmasından sonradır ki, sınıflar mücadelesi yeni döneme uygun bir seviyeye tırm anabilecektir. Eskinin oldukça yekpare sınıf yapısının ortaya çıkardığı mücadele taktik ve biçim leri, yeni seviyede çok daha zengin ve karmaşık biçim lere girecektir. Sınıflar savaşının yeni dönemi, bir bakıma alıştığımız klasik sınıf davranışından öteye, bu anlamda sınıf kapsamında öteye alanlara da uzanmalıdır. Bu süreçler yaşandıkça sonuç alıcı en yüksek basamağın nasıl çıkılabileceği- nin yolları daha açık hale gelecektir.
12.11.2004
DİPNOTLAR1. Hazırlayan: B.N.Ponomarev, The International Working-Class Movement, Volüme I, s.622. E.P.Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının O- luşumu, s. 6293. Robert Kuttner, The Limits of Labor Markets, Challenge, May-June, s. 854. Jonathan Hiatt, Union Survival Strate- gies for 2 İst Century, Journal of Labor Research, Fail 1997. s.488
____ sınıf mücadelesinin sorunları___
31
DAYANIŞMA SINIFI YENİDEN YARATABİLİR Mİ?"Bir insan yığınının içinde yaşanılan gerçeklik üzerinde tutarlı ve bütün halinde düşünmesini sağlamak, bir felsefe "dahisinin" yapacağı ve yalnız küçük aydın kümelerinin malı olarak kalacak bir keşiften daha önemli ve dahası özgün bir felsefe olgusudur."Gramsci, Hapishane Defterleri
M. S in a n __________________________________________________________________
Bu yazının temel tartışma konusu sınıf hareketinin yaşadığı uzun erimli bir tıkanışın yapısal sebeplerinin neler olabileceği ve bu tıkanıştan çıkış için “ Daya- nışma” nın yeni bir sınıf hareketinin örül- mesinde ne gibi bir rol oynayabileceği o- lacaktır.
SINIFA NE OLDU?
İşçi sınıfı çok uzun bir süredir bir irade olarak, kendisi için bir sınıf olarak, bir taraf olarak kendini ifade edebilme sorunu yaşamaktadır, Neo-liberal politikalar eşliğinde !980’den bu yana toplumun uğratıldığı yapısal dönüşüm, bir yandan eldeki birçok hakkın kaybedilmesine yol açarken aynı zamanda toplumsal güç dengesini işçi sınıfı aleyhine hiç durmaksızın bozmaktadır. Zaman zaman yaşanan önemli çıkışlar ise en azından 89 eylemlerinden bu yana hiçbir iz bırakama- dan sönümlenmekte, hareketin bir önceki seviyesinin daha gerilerine düşmesine engel olamamaktadır.
Bu durum yani işçi sınıfının örgütlü bir toplumsal bir taraf olarak kendisini i- fade edememesinin sebepleri ne olabilir? Bu sorunun cevabını kimileri “ elveda
proletarya!” diyerek kendilerince verdiler. Bu kendi içinde tutarlı bir cevaptır. En azından yok olduğu düşünülen bir şeyin etkinliğinin olamayacağı açıktır.
Bizler bu cevabı kabullenmiyoruz. İşçi sınıfının ebediyen bir toplumsal özne olma konumunu kaybetmesini gerektirecek süreçlerin yaşandığını düşünmüyoruz. Hatta tam tersine ticarileşm e ile birçok yeni alanın piyasa ilişkilerine sonuna kadar açıldığı neo-liberalizm koşullarında, işçi sınıfının en azından potansiyel olarak, yaygınlığının arttığını söyleyebiliriz. “ Proleterleşm e” tüm hızıyla devam etmekte olan bir süreçtir. Gerçi proletarya kapsamı altına girecek kesimler belki bundan 150 yıl önce umut edildiği kadar standartlaşmış, türdeş bir topluluk oluşturmamaktadır. Belki sanayi işçiliği oranı da beklendiği seviyede artm am ıştır ve hatta ileri kapitalist ülkelerde sanayi işçiliği oransal olarak gerilemektedir. Fakat bütün bunların hiçbiri işçi sınıfının etkinliğinin bu düzeye gerilemesine açıklama olamazlar. Ekim D evrimi öncesinde işçi sınıfının o günkü Rusya toplumunda nüfusa oranı % I O’lar- da bile değildi. Bu gerçeklik işçi sınıfının Ekim Devrim i’nin m otor gücü olmasına
32
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__
engel olamadı.İşçi sınıfı ortadan kaybolmamış, tam
tersine sayısal olarak artmış ve yaygınlaşmış, kolektif bir sınıf olarak davranabilme yeteneğini kategorik olarak yitirmesini gerektirecek gelişmeler yaşanmamıştır. Fakat kimi yapısal dönüşümler geçirm ektedir ve bu yapısal dönüşümlerin eski kalıplarla kolektif davranış yollarını tıkadığı söylenebilir. Çalışılan işyeri ölçeğinin küçülmesi, taşeronlaştırmanın ve işi parçalamanın yaygınlaşması, çalışma ilişkilerinin işçi sınıfı aleyhine bozulması, teknolojinin üretim içerisindeki a- lanının genişlemesi, temel güvencelerin bir bir ortadan kaldırılması, küreselleşme ile dünya işçi sınıflarının birbirleri ile büyük bir rekabet içine sokulması, yeni işletme modelleri sermayenin işçi sınıfına yönelik taarruzunun birebir çalışma alanında ortaya çıkardığı değişikliklerdir. “ Bunu takiben işçi sınıfı iktidarının gözden düşmesi ve gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının çalışma koşullarının a- ğır ağır yaşadığı görece bozulma, gelişmekte olan dünyanın büyük bir kısmında devasa, şekilsiz ve örgütsüz bir proletaryanın oluşumu ile at başı gitti” (Da- vid Harvey, N ew Imperialism, s.63) Bunları nötr bir teknolojinin, üretici güçleri geliştirmesi sonucu ortaya çıkan kaçınılmaz sonuçlar olarak değerlendirenleyiz. Bu gelişmeler finans kapitalin, 1970 krizi sonrasında işçi sınıfından emilen artı değeri arttırm ak adına yürüttüğü merkezi politikaların neredeyse dünya çapında türdeş sonuçlar yaratan ü- rünleridir.
Fakat işçi sınıfının etkin bir güç olarak ortaya çıkamamasını salt üretim alanındaki birtakım gelişmelere bağlamak mümkün değildir. Siyasi anlamda sosya
list bloğun çöküşü işçi sınıfının harcı o lmuş bir ideolojinin hızla yıpranması sonucunu doğurmuştur. Sosyalist ülkelerin çöküşü, tüm dünyadaki sosyalist hareketleri sarsmış, buradan Marksizmin krizine kadar ulaşılmıştır. Bu krizlere üretilen yanıtlar çok tatm inkar olmamıştır. Siyasi kriz, ufuk kopması sonucunu doğurmuş ve sosyalist hareketler ile sınıf arasındaki güven ilişkisini büyük oranda yok etm iştir. Sınıfın ve sosyalist hareketin birbirinden hızla uzaklaşması sadece ülkemizde yaşanan bir sorun olmasa gerektir. Fakat biz bu yazı özelinde olabildiğince ülkemizde yaşanan gelişmelerden yola çıkarak kimi sonuçlara ulaşmaya çalışacağız. Sınıfın siyasi kimliğinin bir türlü yeniden olgunlaşmaması yaşanan sorunları daha da ağırlaştırm aktadır. Sosyalist hareketler sınıfın ruh halinden tamamen kopup neredeyse skolastik tartışm alar ve kendilerine özgü bir kozmosun içinde gün geçtikçe marjinalleşirken, sınıf ise dönemsel olarak farklı siyasi hareketlerin etkisi altına girmektedir. Bu durum bizde de her bir seçimde o rtaya çıkan birbirinin 180 derece zıddı sonuçlar ile belgelenmektedir.
Tabii sınıfın oluşumunu fazlasıyla belirleyen bir güncel etken de kültür endüstrisidir. Kapitalizm boş zamanı ö rgütleme ve gündelik yaşamı bazı ortak standartlara kavuşturma noktasında çok büyük mesafeler kaydetmiştir. Dolayısıyla işçi sınıfının bugünkü durumu üzerine düşünürken egemen kültür endüstrisinin ortaklaştırıcı etkisinin farklı bir sınıf kimliği oluşumunu engelleyen muazzam etkisini de görmek gerekiyor. Bu işçi sınıfı tarihi açısından son 25 yılın en ö- nemli yeniliklerinden bir tanesidir.
Sınıfın kolektif davranışının gelenek-
33 —
sel zeminini bozan sebepleri böylece çalışma yaşamı, siyaset ve kültür meseleleri olarak üç ana başlıkta toplayabiliriz.
Bu üç alanda ortaya çıkan olumsuzlukların ürünü olarak toplumsal güç dengelerinde çok büyük bir kayma yaşanmıştır. 1970 krizi sonrasında sermaye büyük bir püskürtme saldırısına girişti. Bu püskürtme saldırısı yukarıdaki üç alanda birçok farklı araç ile yürütüldü. Bugün gelinen noktada işçi sınıfının, kendi iradesini ortaya koyabilen bir toplumsal güç olarak varolabildiğini söyleyebilmek çok zordur. İşçi sınıfı bir potansiyel olarak m evcuttur. Bu varlık, zaman zaman kendisini çeşitli toplumsal olaylarda dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Fakat bugün etkin bir özne olarak işçi sınıfından bahsedebilmek, dünya üzerindeki kimi tekil örnekler bir tarafa bırakılırsa mümkün değildir.
İradi bir güç olarak, kendisi adına ey- leyebiien bir güç olarak işçi sınıfından bahsedebilmek için ise bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Örgütlenemediği sürece potansiyel işçi sınıfının kendisi için bir sınıfa dönüşebilmesi imkanı bulunmamak- tadır.” Sınıf mücadelesi, ortak sınıf çıkarlarına sahip kitlelerin, sınıf bilinci, kolektif eylem ve toplumsal örgütlenme yoluyla sahip oldukları kapasiteyi harekete geçirerek, toplum içinde belli bir güç durumuna gelmelerini anlatan böyle bir toplum sal oluşum sürecinin adıdır” (Öngen,s.222)
Dolayısıyla işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu krizlerin en önemlisi örgütsel krizidir. Çünkü örgütsel krizin aşılamaması, yani işçi sınıfının en temel ortak çıkarlarını ifade edebileceği öz-örgütleri- ne sahip olamaması onun etkin bir sınıf
— yol____________________________
haline dönüşememesinin en önemli sebebidir. Örgütlenm e sorunu aşılamadıkça çalışma yaşamı, siyaset ve kültür alanları ile ilgili de adım lar atılabilmesi mümkün değildir.
SENDİKALAR VE İŞÇİ SINIFI
İşçi sınıfının yukarıdaki ihtiyacına denk düşen en önemli örgütlenme aracı sendikalar idi. Gerçekten de işçi sınıfının en yaygın örgütleri tarihsel olarak sendikalar olagelmiştir. En genel işçi meselelerini ele alan, tamamen gündelik işçi yaşamının doğal ihtiyaçlarından türeyen, işçilerin bir araya toplanmasını sağlayarak sınıfsal bir kimliğin ortaya çıkmasına hizmet eden sendikalar tarihsel olarak çok önemli bir rol oynamışlardır. Sendikalar, işçi sınıfının okulları olagelmiştir.
Fakat bugünkü aşamada sendikalar, dünyanın birçok yerinde ve özellikle de ülkemizde bu özelliklerini büyük oranda yitirm iş dürümdalar. Kapitalizmin gelişme dönemlerinde, özellikle işçi sınıfının salt bir üretim maliyeti olarak değil de aynı zamanda bir tüketici, talep unsuru olarak görüldüğü Keynesçi dönem lerde sendikalar önemli oranda gelişme imkanı buldular. Oysa bugün küresel durgunluk koşullarını yaşıyoruz. Küreselleşm e koşullarında üretim yapılan yer ile ürünün satıldığı yer birbirinden neredeyse kopuşmuştur. Bu gerçeklik sendikaların geçmişteki ücret arttırıcı, çalışma koşullarını düzeltici olanaklarını büyük oranda törpülemektedir. Bu anlamıyla sınıfın liretimden gelen gücünün zayıfladığı söylenebilir. Neo-liberalizmin dayattığı yeni yasal düzenlemeler ve küreselleşmenin sermayeye sunduğu imkanlar, kısacası fi-
34
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__
nans-kapital iie proletarya arasındaki güç dengesinde ortaya çıkan kayma, işçi sınıfının üretim üzerindeki hakimiyetini azaltmıştır. Ayrıca teknolojinin işgücünü vasıfsızlaştırma etkisi aşırı işsizlik koşulları ile birleşince çalışma alanında emeğin sermayeye karşı direnme yeteneği daha da zayıflamaktadır. H er ne kadar çekirdek işgücü diye niteleyebileceğimiz vasıflı, merkez bir işçi topluluğunun varlığından bahsedilebilse de bu kesim de küreselleşme tehdidi altındadır. Hem de iş sahibi olabilmenin büyük bir ayrıcalık haline geldiği günümüz koşullarında bu kesimler, bir sınıf hareketinin lokom otifi olacak enerjiyi ortaya koyamazlar. Bu kesimin sınıfın mücadelesinde etkin bir özne olabilmesi için hareketin belli bir ilk ivmeyi kazanmış olduğu bir ortam gereklidir.
Bugün sendikaları işçi sınıfının yaşamsal ihtiyaçlarına yanıt veren kurumlar o- larak görebilme imkanı ortadan kalkmıştır. Bu tespite aykırı kimi deneyim ler dünya deneyimlerinden gözlenebilse de (Güney A frika’da C O SA T U , Güney Kore ’de K C T U ) bunlar da istisna- i örnekler olarak gözükmektedir. Bunun birkaç sebebinden bahsedebiliriz.
Birincisi; sendikaların işçi sınıfının denetiminden tümüyle çıkarılması. Soğuk Savaş döneminde Amerikan tarzı sendikacılık dünyanın her yerinde özel yöntem lerle geliştirilerek sendikalar işçi sınıfını toparlayan ama işçi sınıfının örgütü olmayan kurumlar haline getirilm iştir. Sınıf sendikacılığı çizgisi çeşitli zor yöntem leri ile etkisizleştirilm iştir. Hür sendikacılık çizgisi ise sınıfın denetimine tamamen kapalıdır. Dolayısıyla varolan sendikaların büyük bir kısmı, işçi sınıfını güden, onu denetim altında tutmaya ya
rayan sermaye araçları haline dönüşmüştür. Hızla bürokratlaşan sendika yönetimleri, işçi sınıfını denetim altında tutmaları karşılığında düzen protokolünün önemli bileşenleri haline dönüştürülmüştür. Bu yaşananlar varolan sendikalara karşı itimadı büyük oranda ortadan kaldırmıştır.
İkincisi; sendikal mücadele çizgisi ücret sendikacılığına kilitlenmiştir, işçi için sendika yaşamsal birçok ihtiyaca yanıt ü- reten bir öz-örgüt olmaktan ziyade üyesi olunduğunda toplu sözleşmeden yararlanılacak bir araç haline dönüşmüştür. Oysa 1970 sonrası kriz koşullarında, sendikal mücadele kanallarından ücret düzeltmeleri gerçekleştirm ek gün geçtikçe zorlaşmıştır. Küreselleşm e koşullarında sermayenin hareket yeteneği büyük oranda artm ıştır. Ü cret artışları ya teknolojik yatırım lar ve verim lilik artışlarıyla karşılanmış ya da yatırım ların farklı ülkelere kaydırılması sonucunu doğurmuştur. İşsizliğin büyük oranlarda artması işin kendisini bir tür ayrıcalık haline getirmeye başlamıştır. Dolayısıyla salt ücret yükseltme talebine kilitlenen bir sendikal anlayış anlamsızlaşmıştır. Eldeki kazanımların her geçen gün yitiril- diği koşullarda sendikalar ciddi direnç noktaları olamamaktadır. Dolayısıyla sınıfı toparlama, bir araya getirme ve asgari düzeyde de olsa bir şekil verm e görevini sendikaların varolan anlayışla oynaması gün geçtikçe güçleşmektedir.
Üçüncüsü; sendikal örgütlülüğün en etkin taşıyıcısı olagelmiş, sanayi işçiliği, dünyanın bir kısmında oransal olarak a- zalmaktadır. Varolan sanayi işkolları içerisinde ise ölçek büyük oranda küçülm ektedir. Taşeronlaştırm a, fasona iş verm e, eve iş verm e vs. gibi işçi sınıfını
35
atomlarına parçalamayı hedefleyen uygulamalar sömürü oranlarını atırmakta ve örgütlenme kapasitesini büyük oranda düşürmektedir. Hizmet sektöründe istihdam edilenler ise geleneksel sendikal örgütlenm eye yabancılıklarını bir türlü üzerlerinden atamamışlardır.
Dördüncüsü, sendika örgütlenmesi işyerini merkezine alan bir modeldir. Fakat bugün işyerinin çalışma yaşamındaki etkinliği azalmaktadır. “Teknolojik gelişme istihdamın giderek azalmasıyla birlikte verimliliğin arttığı bir noktaya ulaştı; fabrikada çalışanlar topluluğu zayıflıyor ve küçülüyor, işten çıkarma modernleşmenin yeni ilkesidir” (Bauman,” Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar” ,s: 79) Bu durum, küçük işyerlerinde çalışanların çok sık iş değiştirmeleri dolayısıyla tek bir işyerini sahiplenmemeleri örneğinde de olduğu gibi sermayenin hareketliliğinin gelişimi, eve iş verm e, internet üzerinden çalışma vs. ile de ilgilidir. Dolayısıyla toplumsal yaşamı işyerinin dışında da yakalayan bir örgüt modeline ihtiyaç varmış gibi görünmektedir.
Beşincisi ve en önemlisi; sendikalar bugün işçi sınıfının parçalanması karşısında farklı kesimleri bütünleştirecek bir örgüt modeli olmaktan çıkmıştır. Bu parçalanma esnasında bir tarafta kalmışlardır. Bugün yeni istihdam olanakları büyük oranda enformel sektörler kökenlidir. “ D iğer taraftan, kayıt dışı ekonominin büyümesi; hem İş Kanunu hem de Sosyal Sigortalar Kurumu kapsamında olması gerektiği halde, kaçak çalıştırılan geniş bir ücretliler kitlesinin doğması üzerinde etken olmuştur. 2000’li yılların başında SSK ’ya tabi işçi sayısı 5.3 milyon iken, kayıt dışı işçi sayısı 3.4 m ilyo
— yol-------------------------------------------
___ 3 6 ___________________________________
na ulaşmıştır. Bunun yanı sıra düzenli ve yeterli işi olmayanların sayısı 3 milyon, açık işsizlerin sayısı ise 2.4 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu son üç kategorideki kişilerin sayısı 8.8 milyona ulaşmış olup, SSK kapsamındakiler! yüzde 66 o- ranında geçm ektedir” (Ahm et Makal, A- mele birliğinden yeni iş kanununa: T ü rkiye’de çalışma ilişkilerinin 80 yılı, İktisat Dergisi, sayı 440) Evden çalışma ve kısmi zamanlı işler giderek yaygınlaşmaktadır. Çalışma alanında çok farklı statüler ortaya çıkarılmaktadır. Hizmet sektöründe, çok ağır koşullarda çalışanlar neredeyse tamamen sendikaların menzili dışına düşmektedir.En azından sendikaların algılayışı bu yöndedir. Küçük atölyelerde çalışan işçiler için de sendikal örgütlülük imkanı fiilen yoktur. Bu koşullarda potansiyel işçi sınıfının en büyük öbeklerini örgütlemeyi hedefleyemeyen bir örgüt modeli ile karşı karşıyayız demektir.
Bu parçalanma durumu o kadar belirgin bir şekilde ortadadır ki son 15 yılın bütün büyük sınıf hareketlerinde rahatlıkla gözlenebilir. Sosyal güvenlik yasasının engellenmesi için yaklaşık 500 bin sendikalı işçi Ankara’da toplandığı gün, sendikal örgütlülük dışında kalan, daha ziyade devrimci örgütlerle bağlantılı ve özellikle küçük atölyelerde, enformel sektörde çalışan işçilerin kılı bile kıpırdamadı. Çünkü bu kesim emekli olabilme düşlerini zaten çok önceden toprağa gömmüştü. Fakat sendikalar, mücadele sürecinde bu kesimleri kazanacak hiçbir adım atamadılar.
Yine benzer şekilde Kamu Refor- mu’na karşı çıkan kamu çalışanları, sınıfın geniş kesimlerini birebir ilgilendiren böyle bir konuda bunlar ile bağ kuracak
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__
imkanlara sahip olamamıştır. İlk kez bu süreçte K ESK içerisinde “ halkla bütünleşme ve beraber mücadele etm e” isteği ifade edilse de bunun nasıl yapılacağı konusunda kimsenin kafasında bir şey bulunmamaktadır. Pratik imkanların çok sınırlı olduğu açıktır.
Bu koşullarda sendikaları sınıfın bütünü için işlevsel araçlar olarak düşünmek durumunda değiliz. Dolayısıyla işçi sınıfının yeniden ayağa kalkmasını varolan sendikaların nicel büyümesinden ummak da gerçekçi görünmemektedir. “ Türkiye’de çalışan kesimlerin kendilerini tehdit eden değişim dinamiklerine, sol tahayyülü süslemeye devam eden sanayi işçisi bilinci ve modern örgütlenme yöntem leriyle direnmelerini beklemenin çok gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz” (Buğra,Bir Toplumsal Dönüşümü anlama çabalarına katkı: Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’ı okumak) Zaten görünen durum sendikaların üye kayıplarının sürekli olarak devam etmesidir. Çoğu ö- nemli işçi havzasında sendikal örgütlenmelerin sınırlı olsa dahi bir etkinlikleri bulunmamaktadır. “ 1980’li yıllarda Türkiye’de toplam ücretlilerin yaklaşık %20’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında %8 ’lere düşmüştür. Gene 1980’li yıllarda Sosyal Sigortalar Kurumu’na tabi işçilerin yaklaşık %50’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında % I6 dolaylarına gerilemiş; mutlak rakamlarla sendikalı işçi sayısı ise 1.5 milyondan I milyonun altına düşmüştür” (Ahm et Makal). Bugün Türk-İş’e ve D İSK ’e bağlı birçok sendikanın gerçek üye sayılarının yetki sınırının oldukça altında olduğu bilinmektedir ve bu durum hükümetler tarafından zaman zaman bir şantaj aracı olarak da kullanılabilmektedir.
Sınıfın etkin bir özne olarak oluşmasının yatağı sendikalar olamayacaksa bu olanağı sunacak yeni bir örgüt modeli nasıl oluşturulabilir?
İŞÇİ SINIFI NASIL OLUŞUR?
İşçi sınıfı, ilk önce kendi içinde sürekli bir ortak faaliyete sokulamadıkça etkin bir sınıf kimliği kazanamaz. “ N e zaman birtakım insanlar (paylaşılan ya da tevarüs edilen) ortak deneyim ler sonucu a- ralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur” (Thompson, İngiltere İşçi Sınıfının O lu şumu, s.40) Dolayısıyla sınıf haline gelebilmenin en önemli ön koşulu bir araya gelmedir. Bir araya gelebilmenin yolu nereden geçmektedir? Sınıfın neredeyse atomlarına parçalandığı, sınıf bilincinin bütünüyle silikleştiği, siyasi ajitasyonların etkinliğinin kalmadığı bir ortamda bir a- raya getirebilme ne üzerinden başarılabilir? İşçileri ve işsizleri birbirleri ile rekabet eder mevcut konumlarından o- muz omuza vererek bir sınıf haline dönüştükleri aşamaya nasıl sıçratabiliriz? Bu sorulara bulunacak doğru cevaplar işçi sınıfının krizine karşı çıkış noktaları olabilirler.
Örgütlenm e gerçek sorunlar üzerinden gerçekleşebilir. Bu örgütlemeyi yapmayı hedefleyenlerin gerçek olduğuna i- nandığı sorunlar demek değildir. Çünkü örgütleme misyonu ile davranan sosyalist hareket mensupları sınıf ile yaşanan uzun süreli ayrılık sonucunda, sınıfın gerçek sorunlarını kavrayabilme olanağını yitirm iş durumdadırlar. Kafalardaki
37 ----
gündemler sınıfa dayatıldığında ise çağrıların karşılıksız kalması kaçınılmazlaşmaktadır. Dolayısıyla doğru çıkış noktalarını hissedebilmek için bile sınıf içerisinde siyaset yapabilmeyi becerebilmek gerekm ektedir. “ Bu yılların -Sanayi Devrimi- en keskin çatışmaların hayat pahalılığı serilerinde içerilmeyen konular etrafında olduğunu çok güçlü bir şekilde hatırlatır. En fazla duygu yoğunluğuna yol açan konular çoğu kez, kolay anlaşılır “ ekmek ve peynir” meselelerinden çok, adalet-bağımsızlık-geleneksei adet- ler-güvenlik ya da aile ekonomisini ilgilendiren konulardır” (Thompson) Hangi temel eksenlerin sağlam bir örgütlenme inşasına zemin olabileceğini görebilmek için çoğu zaman kafalarımızdaki kalıpların dışında düşünebilmek durumunda kalıyoruz. Bu aşamada dışarıdan bilinç taşımanın yönünün bir dönem içine te rsine dönmesi ya da en azından karşılıklılığının altının çizilmesi kabul edilebilir.
Daha sonra bu sorunların kendisini salt işyerinde yaşananlar ile sınırlaması gerekmez. “ Bu ortamda işçi sınıfı üzerine, Thompson’ın bir tarihçi olarak yaptığı gibi, insanlara bakarak fikir yürüten bazı sosyal düşünürler, çalışma ortam ının dışındaki yaşam alanlarında sürdürülen ilişkiler ve bunları etkileyen siyasi süreçler üzerinde daha önemle durulması gerektiğine ve neo-liberal iktisat politikalarının özellikle bu alanlarda sorgula- nabileceğine işaret ettiler” (Ayşe Buğra) Sosyalist solda şöylesi bir yanlış anlayış vardır. İşçiyi işyeri kanalından örgütlemek sınıf çalışmasıdır fakat mahalleden doğru örgütlemek sınıf çalışması değildir. İki türlü çalışmanın kendine özgü koşullan olduğu muhakkaktır. Fakat işyeri örgütlenmesini diğerinden üstün kı
— yol____________________________
__ 38 ____________________________
lan bir yan bulunmamaktadır, “ proletarya, üretim süreci içinde belli bir konumda bulunanları içeren bir kolektiviteden çok, bir bölümü üretim sistemi dışında kalan ve çeşitli insanlardan oluşan bir toplumsal kitleyi temsil etm ektedir. Bu toplumsal kitle içinde yer alan çeşitli ko- lektivitelerin, toplumsal sürecin bütünlüğü içinde belli anlarda tarih sahnesine çıkmasıyla “ sın ıf’ dediğimiz özne gerçekleşm ektedir” (Prezeworski, aktaran Öngen, 227) İkisinde de örgütlenen işçilerdir. İşyeri bugün sermayenin hakimiyetini en dolaysız biçimde kurabildiği bir mekan haline gelmiştir. Bu yüzden son yıllarda işyerlerini hedefleyen birçok ö rgütlenme gayreti başarısızlığa uğramıştır. Bu durumun sebepleri üzerinde durmalıyız. Zaten bu durum sendikal hareketin tıkanışına çözüm arayan birçok a- raştırmacı tarafından da tespit edilmektedir: “ Filipinler deneyiminden önemli sonuçlar çıkaran Scipes’a göre THS(top- lumsai hareket sendikacılığı), işçi mücadelesini toplumun niteliksel değişimindeki çabalardan biri olarak görmektedir. İşyeri, siyasal mücadele ve toplumsal değişimin tek ve öncelikli yeri değildir; bu nedenle de diğer toplumsal hareketlerle eşit ilişki temelinde ittifaklar arayıp, kur- malıdır” (Yüksel Akkaya, Toplumsal Hareket Sendikacılığı: N e kadar yeni, ne kadar eski?, www.sendika.org)
Ayrıca kapitalizmin yaşadığı yaygınlaşma artık her ilişkiyi neredeyse bir piyasa ilişkisi haline getirm iştir. “Yeni üretim sistemleri ücretli emeği kısmen fabrika dışına kovalamıştır. Ancak sermaye bu şekilde kendi emek gücü örgütlenmesini genelde bütün topluma yaymıştır” (Sibermarx, N ick Dyer-W itheford) Özellikle ticarileşm e tüm yaşamsal ihti-
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?
yaçları piyasaya bağlamaktadır. Dolayısıyla sınıf çalışmasını salt işyeri örgütlenmesi ile sınırlı görmek ya da sınıf örgütünü illa da işyerleri üzerinden inşa etmeye çalışmak mutlak bir zorunluluk olmadığı gibi bugün için çok olanaklı da gözükmemektedir.
Üçüncüsü örgütlenmenin, örgütlenenin hayatında bir değişikliğe yol açması gerekir. Önem li bir sorunun çözümüne aracılık etmesi ancak örgütlenmeyi sağlam laştırabilir. Örgütlenm enin yaşam koşullarında bir düzelmeye yol açması gerekmektedir. Yoksa örgütlenme kişi i- çin salt bir ahlaki anlam taşıyor ise böy- lesi bir örgütlenmenin yaygınlık elde e- debilmesi mümkün değildir. “ David Croteau, bir telefon şirketinde hat işçisi olan Tom ’a, onu bir toplumsal değişim örgütlenmesi içinde yer almak için neyin motive edebileceğini sordu. Tom ’un cevabı şöyleydi: “ Sanırım bir fark yaratacağına inanırsam yer alabilirim. Ancak gerçekten nasıl işlediğini, bir şeyleri değiştirip değiştirmediğini görmem lazım. Ben yalnızca kendimi iyi hissetmek için dışarı çıkıp bir şeyler yapacak biri değilim, bilirsiniz. Neticeleri görmem gerekir. Bildiğim kadarıyla da bu tarz şeyler genellikle dağılıp gidiyor. Gerçekten hiçbir şey değişmiyor.” (The Class Divide, Cynthia Peters)
G erçek bilinç sıçraması ancak örgütlü faaliyet ile mümkün olabileceğine göre örgütlenmenin ciddi bir ideolojik bilinçlenmeye gerek duymaksızın mümkün olabileceği bir örgütten bahsetmek gerekmektedir. Aslında sendikalar böy- lesi örgütlenm elerdir. İşçi, maddi koşullarının düzeltilmesinin ancak birlikte davranmak ile mümkün olacağına inandığı zaman sendikaya üye olmaktadır.
örgütlenm enin işe yarayacağı düşüncesi bu noktada siyasi görüşün önüne geçebilmektedir. Sendikaların okul olabilmesi, faaliyet ve mücadele içerisinde işçi bireyin sınıfın bir bileşeni haline gelebilmesi zaten ancak böyle mümkün olabilir. Sınıf kendi öz-örgütü içerisinde oluşur.
Başarabilme işçi bireyin örgütünden aradığı en önemli özelliktir. “ Proletaryanın düzen karşısındaki pragmatik tutumunu en çok besleyen olgunun, artan toplumsal hoşnutsuzluk ile bunu değiştirecek gücün duyulmamasından kaynaklanan ikilem olduğu söylenebilir” (O n gen, 253) Başaramayan bir örgüte üye olmak işçi için bir lükstür. Başarılan şeyin büyük ya da küçük olması son kertede o kadar önemli değildir. Zaten mak- ro açıdan oldukça önemsiz gibi görünen bazı konular somut işçi için son derece hayati olarak algılanabilmektedir. Dolayısıyla sınıfın öz-örgütünün tek yönlü işleyen değil hayatın neredeyse tüm alanlarına yönelik çözümler geliştirebilen bir özelliği bulunmalıdır. Kapitalizmin kendisini hayatlarımızın her alanına sokuşturmasına karşı işçi örgütünün de böyle bir içeriğe sahip olabilmesi gerekmektedir.
Ayrıca yeni örgütün sınıfın tüm bileşenlerini örgütleyebilmesi gerekm ektedir. Sektörel ayrımlar, çalışma mekanları farkları ortak bir paydada aşılabilir. Fakat bu amaca, O rtak Çalışanlar Yasası gibi bir araçla ulaşmayı ummak sorunu olduğundan fazla basite almaktır. Sorun yasalarla ilgili bir sorun olmanın çok ö- tesindedir. Tem el bir yaklaşım meselesidir. B ir fabrika işçisi de eve parça başı iş alan kadın da sağlık sisteminin özelleşmesi karşısında birbirine çok benzer sonuçlarla karşılaşmaktadırlar. Dolayısıyla
----------------------------------------- 39 —
sağlık hizmetlerinin yeniden kamusallaşmasını somut, anında erişilebilir, etkisi hissedilebilir bir biçimde sağlayan bir ö rgüte karşı tutum lar da büyük oranda aynı olacaktır, olmaktadır.
DAYANIŞMAEVLERİ SENDİKALARIN BOŞALTTIĞI ALANI DOLDURABİLİR Mİ?
Dayanışmaevleri, sınıfın ihtiyaçlarına uygun yeni bir örgütlenme modeli olarak ortaya konabilir mi?
Dayanışmaevlerinin bu imkana sahip olduğu söylenebilir. Kitle örgütlenmelerinin karşı karşıya kaldığı birçok açmaza yönelik cevaplar bu kurumlara içkindir. G erçek sorunlara, gerçek çözümler, sınıfın içinden geliştirilerek yol alınmaya, çalışılmaktadır. Dayanışma faaliyeti ticarileşme, piyasalaşma ile hayatları kör bir kıyıya fırlatılıp atılan sınıfın geniş kesimlerinin ortak bir yaşamı inşa etme odakları olabilir. İşsizliğin büyük oranlara u- laştığı, çalışanların büyük bir kısmının da iş güvencesinden mahrum olduğu, elde edilen gelirlerin ise asgari yaşam standartlarına ulaşmayı dahi sağlayamadığı koşullarda sınıfın büyük bir kısmının günü kurtarma gayesi dışında bir beklentiye sahip olabilmesi mümkün değildir. O- zellikle genç işçiler için gelecek bütünüyle karanlıktır. Ardarda gerçekleştirilmeye çalışılan “ reform lar” , elde varolan sınırlı hakları dahi ortadan kaldırmakta, ticarileşm eyi geçmişle kıyaslanamayacak oranda geliştirm ektedir. Tarımsal nüfusun eritilm esi bu durumu daha da ciddileştirici etkiler yapar. A B ile müzakereler aşamasında, Türkiye’deki işsizliğin gerçek oranlarının ortaya çıkmasını en
— yol-------------------------------------------
gelleyen en önemli kesim şehirlere dökülmeye kalkışırsa bunun çok ciddi toplumsa! sonuçları olacaktır.
Bu koşullarda sınıf kendi yaşam koşullarına doğrudan müdahale edebilecek kendi öz-örgütlerine ihtiyaç duymaktadır. Çünkü varolan koşulları protesto etmek, reform lara karşı çıkmak pratik bir karşılık üretem em ektedir. Siyasi ö rgütlerin ise, sosyalizmin itibarının zayıfladığı bu konjonktürde etkin bir gücü hareket geçirebilmesi yeni örgütsel a- raçlar geliştirmeksizin mümkün gözükmemektedir. Mücadele kampanyalarının sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanması ise elbirliği ile bir şeylerin değiştirilebileceğine dair inanç kırıntılarını da o rtadan kaldırmaktadır. Böylesi bir tespit söz konusu mücadelelerin rafa kaldırılması gerektiği anlamına gelmez. Yürütülen her bir mücadele, birebir maddi sonuçlar yaratamasa da zaman zaman toplumsal bilinçte ciddi karşılıklar üretm ektedir. Fakat salt bu tarz mücadeleler ile sınıf siyasetindeki tıkanmanın aşılabileceğini ummak hayalciliktir. Sınıfın daha geniş kesimlerini kucaklayabilecek toplum sal örgütlenm eler yaratamadan, sınıfın ülke siyasetine damgasını vurmasını bekleyemeyiz. Herhangi bir örgütümüz içinde konumlanmayan bir emekçi için çağrılarımızın pek bir anlamı yoktur. Büyüyen, her geçen gün hayatın daha fazla a- lanını kapsayabilen bir dayanışma içerisinde konumlanan em ekçiler için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. (Bu söylenenlerden, siyasetin dışlandığı bir sınıf hareketi yaratma niyeti anlaşılmamalıdır. Sorun siyaset yapılmasında değil siyasetin tamamen taşlaşmış, etkisizleşmiş ve söylemden pratiğe geçemeyen bir içeriği bir türlü aşamamasında-
40
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__
dır. Dayanışmanın gelişmesi, 3. Dönemin içeriğini daha iyi kavrayan bir siyasi yaklaşımlar manzumesini de geliştirmektedir. Eğer şu ana kadar gelişen olumlu süreç daha da ilerlerse bir süre sonra neyin politik neyin apolitik olduğunun yeniden tanımlanması gerekecektir)
Bugün sınıfın güç olarak yeterli ölçeğe ulaşamadığı durumda bir şey yaptırtmak üzerine değil de yapmak üzerine kurulu örgütler sınıftan daha olumlu yanıtlar alacak gibi görünmektedir. Bunun sebebi çok açıktır. İhtiyaçların son derece acil bir hale geldiği, hayat mücadelesinin çok zorlaştığı ve devrimci siyasetin dönüştürücü gücüne duyulan itimadın asgariye indiği koşullarda emekçilere yürüttükleri faaliyetin kendi hayatlarında birebir düzeltmeler sağlayacağı örgütlenmeler yaratmak durumundayız. Dahası bunları süreklileştirmek zorundayız. “ Dayanışma” faaliyeti çok zorlanırsa bir komün yaratmayı amaçlayan bir çalışma olarak düşünülebilir. Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim kooperatifleri, boş zamanı olumlu biçimde değerlendirmeyi sağlayarak sermayenin kültürel hegemonyasından uzaklaşmayı sağlayacak kültürel birimler, çetelere, uyuşturucu tacirlerine karşı koruma birimleri, afetlere acil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam her geçen gün daha da genişleyecektir. Madem ki bugün mücadeleye çağırdığımız insanlara sosyalist ülkelerdeki “ cen- net” ten güç alarak gidemiyoruz o zaman kendi yarattığımız yaşamlara yaslanacağız. Sınıfın hayatını bütünüyle niteliksiz- leştirm eye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağlayan kendi öz-örgütleri ile...
Şimdi burada şu soruyu sormak gerekiyor. Kendi oturduğu semtte çocuk
larının uyuşturucu ile zehirlenmesine karşı çıkan emekçilerin mücadelesine sınıf mücadelesi gözüyle bakabilir miyiz? İlk bakışta buna olumlu yanıt verebilmek, en azından geleneksel konumlardan yola çıkarak mümkün değildir. Fakat yaşanan sorundan mağdur olan gençlerin aslında genç işçiler olduğu düşünülürse ve uyuşturucu kullanımının aslında sermaye tarafından işsiz ve geleceksiz genç işçileri kendisine karşı mücadele e- demesinler diye çürütmek için geliştirilen bir yöntem olduğu tespiti yapılırsa hala aynı olumsuz yaklaşımı sergilemek mümkün olabilir mi? Sınıfın yeniden ayağa kalkma sürecinde, yürütüldüğü alan i- tibariyle yerel, fakat kapsam açısından aslında geneii ifade eden m ücadelelerden geçmesi gerekiyor ise sosyalistlerin buna karşı tutumu ne olacaktır? Varolan mücadelelerin çoğunlukla yerel ölçekte kalması eldeki güçlerin yerel ölçekte etkin olması ile ilişkilidir. Yoksa çalışmanın yerel olarak yürütülmesine yönelik bir ön kabul mevcut değildir.
Thompson’dan yukarıda yapılan alıntıyı tekrar hatırlarsak sınıfın bir süreç o- larak kavranması, hazırda varolan değil ama oluşan bir şey olarak görülmesi çok önemli diye düşünüyoruz. Hayatların yağmalanmasına karşı hayatımızı savunan bir örgütlenme. İşçilerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksunluklarını elbirliğiyle giderebildikleri, dayanışmanın ve paylaşmanın anlamını somut olarak yaşayarak öğrenebilecekleri, sınıf bilincini geliştirebilecekleri faaliyet m erkezleri olarak Dayamşmaevleri sendikaların bıraktığı boşluğu dolduracak ve bir okul hizmeti görecek sınıfın öz-örgütleri rolünü oynayabilirler. “ Küçük zaferler büyük hareketleri inşa eder. Mikro-siya-
41 —
setle elde edilecek niceliksel ilerlem eler bir noktadan sonra kitlesel ulusal hareketler aracılığıyla niteliksel dönüşümler haline gelirler.” (James Petras, B ir süreç olarak A LC A , www.sendika.org )
Fakat Dayanışmaevierinin bugün bu noktada olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Elde edilen kimi olumlu sonuçlar hiçbir tatmin duygusu yaratmamalıdır. Şu gerçekten karanlık günlerde elde edilen en küçük başarının dahi ne kadar büyük em ekler karşısında elde e- dildiği ortada olsa da şu anki halimizin yeterli olduğunu söyleyebilme imkanımız bulunmamaktadır. Dayanışmaevleri- nin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu alanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile mümkün olabilir ancak. Dayamşmaevleri öyle bir koza örebilm elidir ki bu kozanın içinde olabilmenin avantajları dışında kalmaktan çok daha fazla olmalıdır. Daya- nışmaevleri fiili dayanışma odakları olarak bölgedeki hayatın tüm kriz noktalarına müdahale edebilecek seviyede kendisini geliştirebilmek, araçlarını zenginleştirebilmek durumundadır.
Sınıfla bütünleşebilmek ve sınıfın e- nerjisini de en üst seviyede faaliyetlere çekebilmek için kurumların özerk ve katılımcı yapıları geliştirilmek durumundadır. Aksi takdirde bütün iyi niyetli gayretlerim ize rağmen hayatı tam kavrayabilmek, em ekçileri Dayanışmaevi çalışanı haline getirebilmek mümkün olamamaktadır. Dayanışmaevlerini sınıfın öz- örgütleri olarak gördüğümüzü salt propaganda olsun diye söylemiyoruz. Bugün devrimci hareketin ihtiyaç duyduğu şey, kendisini ürettiği dar gruplarla oyalanmaktan ziyade çağıl çağıl akan bir sınıf örgütlenmesinin tem ellerini atabilmek
— yol--------------------------------------------
tir. Bu yaklaşım yaşanan sosyalizmin o- lumsuzlukları ile hesaplaşabilmenin ilk pratik adımı da olacaktır.
Bu tartışmanın sonucunda sendikaların tamamıyla kadük bir hale geldiklerini iddia etmeyeceğiz tabii ki. Fakat onların da faaliyet biçim lerini ve kapsamlarını genişletmelerinin gerektiği açıktır. Bu ihtiyacın en bariz, uygun bir sıçramanın i- se görece mümkün olduğu sendikal ö rgütlenmeler ise kamu çalışanları sendikalarıdır. Kamu çalışanlarının yaşamlarını örgütlemeyi önüne hedef olarak koymadığı sürece K ESK ’in etkinliklerini korumaları pek mümkün görünmemektedir. Varolan üyeliklerin büyük bir kısmı kağıt üzerinde kalır bir hale gelmiştir. Aktif üyelerin varolan üyelerin içindeki oranı % I0 bile değildir. Ü yeler örgüte büyük bir hızla yabancılaşmaktadır. Çünkü üye olmak ile olmamak arasında fiili hiçbir farklılık yoktur. K ESK bu gerçekliğe sırtını dönmeye devam ederse kendisini kısa süre sonra marjinalleşmeye karşı koymaya çalışır bir noktada bulabilir. Sendikalar da çıkış olarak “ dayanışmayı” kapsayan ve derinleştiren bir çizgi yakalamalıdır.
Bu sürecin en önemli ayağı siyaset i- le dayanışma çalışması arasındaki bağı doğru kurabilmekten geçmektedir. Ö- nümüzdeki dönemin egemenler açısından “ sosyalist mücadeleyi bütünüyle sivil toplum hareketine dönüştürm e” gündemini taşıdığı açıktır. İlk bakışta faaliyet alanı olarak dayanışma faaliyetinin hem İslamcıların taban çalışmasına hem de STK adı verilen kurumların yaptıklarına benzerlikleri olduğu açıktır. Daya- nışmaevlerinin en önemli farkı ise kurucularının siyasi kimliğinden kaynaklanmaktadır. Dayanışmaevierinin ufkunda,
__ 42
dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__
sınıfın sermayenin dilencileri ve duacıları haline getirilmesi değil sınıfın, öz-ör- gütleri aracılığıyla ayağa kaldırılması vardır. Temel amaç, dayanışmanın gücünden yola çıkarak öncelikle ikili iktidar seviyesine sıçrayacak bir güç birikimi yaratabilmektir. “ İkincisi, kooperatifler ü- yelerinin yaşam standartlarını iyileştirirken, genel olarak kapitalist sistem içinde uygun bir yer buldular. Nüfusun %60’a yakınının fakirlik sınırı altında ve 8 milyon çocuktan 4 milyonunun yetersiz beslenme ve bununla ilgili hastalıklardan acı çektiği koşullarda bulundukları bir zamanda politik ihtiyaç, başarı” adacıkla- rı” ndan, sosyo ekonomik yapıda temel değişikliklere, vahşi kapitalizmden işçilerin öz yönetiminin olduğu sosyalizme doğru ilerlem ektir” (James Petras, Henry Veltmeyer, “ Tarihsel Perspektifte İşçi Öz Yönetimi” , Cosmopolitik sayı6) Petras’ın Arjantin için yaptığı vurguya sonuna kadar katılıyoruz.
Ama bu vurguyu daha gerçekçi koşullarda, bizlere bir eylem görevi çıkaracak anlamda yapabilmek için öncelikle anlamlı sayıda “ başarı adacığına” ve dişe dokunur bir kitle bağı seviyesine ihtiyacımız olduğu da muhakkaktır. Bu koşulları sağlayamadan, aynı sözleri bıkmadan usanmadan tekrarlayan papağanın durumuna düşmekten kurtulamayız. Tam dozunda kurulamayan siyaset-dayanışma ilişkisi çalışmanın iki ayağından birini felç bırakır. Şimdilik bu konuda uyanık olmak yeterli bir politik tutum olarak gözükmektedir.
SONUÇ OLARAK
Bugünün gerçekliği olamasa da Daya-
nışmaevlerini sınıfın güncel ihtiyaçlarına ve örgütlenme seviyesine uygun bir ö rgütlenme modeli seviyesine getirebilme olanağı mevcuttur. Bu olanağın gerçekliğe dönüştürülebilmesi ise yıllardır kahırlı dayanışma faaliyetinin içerisinde tüm zorluklara rağmen çıkış yolları bulmayı başaran Dayanışmaevi çalışanlarının yaratıcı emeği ile mümkün olacaktır. Fakat ufkumuzu netleştirmek durumundayız. Bugün için bakıldığında gerçekten aşırı bir önerme gibi gözükse de sınıf hareketinin krizine yanıt olarak yaratılmış daha etkin bir araç mevcut değildir. Dünyada yaşanan örgütlenme örnekleri de aslında sınıfın örgütsel gücünün düşük olduğu noktalarda bir şeyler yaptırtmayı değil de yapmayı hedefleyen örgütlerin daha büyük bir güç haline dönüştüğünü göstermektedir. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, Arjantin’deki İşsizler hareketi. Tabii ki bu örgütlerin devrimci hareketin önünü ne oranda açacağı bugünden bakıldığında flu kalabilir. G e rçekten de salt temel ihtiyaçların ortak karşılanması üzerine kurulu bir örgütlenmenin iktidarı hedefleyen bir devrimci siyasi hareketi besleme garantisi yoktur. Ortaya çıkan sınıf bilincinin devrimci bir siyasileşmeye ne oranda açık olacağı doğrudan devrimcilerin yürüttükleri faaliyetlere bağlı olacaktır. Yapılan propaganda-ajitasyon faaliyetlerinin gerçekten anlam bulacağı ortam ancak sınıfın önemli bir kısmının kendi öz-örgütle- ri içinde örgütlü bulunduğu, kendisini sermayenin örgütlerinden kafaca ve yaşamca ayırabildiği koşullarda mümkün olacaktır. Bugün sendikal bilincin “ zehirlediği” bir “ sınıf’ karşısında değiliz. D o ğal olarak her dönemin politik görevleri, o dönemin koşullarından ve ihtiyaçla-
----------------------------------------- 43 —
rından kök alacaktır. Bugün “ sınıf’ı yeniden ortaya çıkartacak araçlar yaratmak durumundayız.
Dayanışmaevleri bu amaca en uygun araç görünümündedir.
KAYNAKLAR1. N ew Imperialism, David Harvey2. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Tülin Öngen, Belge Yayınları3. Hapishane Defterleri, Gramsci, Belge Yayınları.4. Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Bauman, Sarmal Yayınları5. Türkiye’de Çalışma İlişkilerinin 80 yılı, Ahmet Makal, İktisat Dergisi6. Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’u Okumak, Ayşe Buğra, Toplum ve Bilim7. İngiltere’de İşçi Sınıfının Oluşumu, E.P Thompson, İletişim Yayınları8. Toplumsal Hareket Sendikacılığı: Ne kadar eski, ne kadar yeni? , www.sendi- ka.org9. Sibermaoc, Nick-Dyer Witheford, Aykırı Yayınları10. The Class Divide, Cynthia Peters, www.zmag.orgI I. Bir Süreç Olarak ALCA, James Pet- ras, www.sendika.org 12. Tarihsel Perspektifte İşçi Öz Yönetimi, J.Petras-H. Veltmeyer, Cosmopolitik, sayı 6
— yol-------------------------------------------
_ 44
Taylorizmden Postfordizme ve TOPLAM KALİTE SEVİMSİZLİĞİ
__________________________________________________________ Umut Aydın
Son çeyrek yüzyıldır, kapitalist üretim tekniklerinde yeni bir süreçten bahsediliyor. İşçiyi belli kas hareketlerine indirgeyen, tümüyle makinenin uzantısı haline getiren yapılanma, hızlı bir değişim içine girmiştir. Üretim birimlerinin küçüldüğü, sınıfın bir bölümünün zihni faaliyetin içine girdiği, paralel olarak sınıf içinde yapısal bir parçalanmanın da ortaya çıktığı bir dönem söz konusu olan.
Yaşanan sürecin sınıflar mücadelesine doğrudan etkileri olduğu aşikar. Ö te yandan yeni üretim teknikleri ile “ yeni” bireycileşme arasında bağ kurmak, dünya genelinde yaygınlaşan çürümenin, de- ğersizleşme ortamında her şeyin paraya indirgenmesinin izlerini bu noktadan hareketle sürmek de mümkün elbette. Ancak bu yazı hedefi itibariyle kapitalist üretim tekniklerindeki evrimi ele alacak, yaratılan kalite mitosunun perde arkasını sorgulayacak, bu anlamıyla da “ teknik” kalacaktır.
TAYLOR’UN MÜHENDİS ‘ZEKASI’
Taylorizm, A B D ’de 1880-1890 yıllarında ortaya çıkan “ sistematik yönetim hareketinden doğmuştur. Frederick
Her türlü mekanın yıkılışını işitiyorum, parçalanan camı ve çöken duvarları,
zaman ise son kızgın bir alev.James Joyce
W inslow Taylor’un ana tezi; geleneksel manüfaktür kültüründe, ancak hiyerarşik ve otokratik bir organizasyon yapısı geliştirilebilirse büyük ölçekli fabrika kültürüne doğru bir evrim yaşanabilir, şeklinde özetlenebilir. Bu ise üreticiden tüm üretim bilgisi ve tasarım gücünün kesin olarak koparılması ve merkezi o- torite olarak yönetimin elinde toplanması ile mümkün olabilir.
Taylor, 20. yüzyılın başlarında kapitalizm açısından giderek büyük bir probleme dönüşen emeğin kontrolü meselesini ele alırken, işçinin doğuştan günahkar ve aptal olduğu iddiasıyla hareket eder. Ona göre insan doğal bir içgüdünün yönlendirmesi altında işi kolaydan alma ve kaytarma yönünde hareket eder. D o layısıyla, herhangi bir denetleyicinin olmadığı hallerde dahi, üretim sürecinin aksamadan yürütülmesi sağlanmalıdır. Ayrıca işçiler en verimli biçimi bulabilmek için gerekli zekaya sahip olmadıklarından, üretimdeki rolleri pasifize edilmeli, makinenin basit bir uzantısı haline getirilmelidirler.
Taylorizmin yönetim pratiğini üç farklı düzeyde toplayabiliriz. I. İşin tasarımı, 2. İşin yapılışının kontrol edilme biçimi ve 3. Bu kontrol biçiminin içerdiği istihdam ve para politikası.
45 ----
Taylorizm, öz itibariyle sistematik bir analizin ardından süreci küçük parçalara böler, zaman ve biçim açısından standartlar oluşturur ve paralel olarak parça başı ücret sisteminin temellerini atar. Nihayetinde Taylorizmin esası işbölü- müdür.
Taylorizmin hedefi işçiyi her türlü ü- retim bilgisi ve zihinsel faaliyetten kopartmak, vasıfsızlaştırmak, farklılıkları yok etmek, dolayısıyla değersizleştir- mekti. Ancak yine de üretim işçinin becerisine ve kapasitesine bağımlı kalmıştır. Çünkü verimlilik artışı hala işçinin el- ayak sayısı, kuvveti, hızı ve el idaresine bağlı olan aletler tarafından sınırlanabiliyor, işçi ve niteliği hala üretim sürecinde stratejik bir önemi koruyordu. Taylorizm makine değil, alet kullanan bir sistemdir ve alet, işçinin iradesine bağlı o- larak işler.
FORDİZM VE BANT SİSTEMİ
Henry Ford’un, sahip olduğu otomobil fabrikasında uygulamaya koyduğu Fordizm; işçiyi, mekanik bir hat üstünde hareket eden emeğin nesnesi üzerinde, çalışma süresi boyunca aynı parça işi belirli bir hız ve biçimde tekrarlamak zorunda bırakan montaj hattıdır. Aslında Ford’un montaj hattı, Taylorist yöntemlerden tamamen bağımsız bir buluş değil, bu yöntemlerin mekanize olmuş biçimidir ve kitle üretimi sistemini doğurmuştur.
Fordizmin Taylorizmden ayırt edici özelliği, üretim sürecinin ilk defa işçinin özelliklerine ve fiziksel niteliğine bağlı o- larak örgütlenmesinden çıkılıp, makinenin (tekniğin) mantığına göre örgütlen
— yol-------------------------------------------
miş bir üretim sürecine geçiş olmasıdır. En ince parçasına değin ayrıntılandırılan işlerin tek amaçlı makineler tarafından yapılır hale gelmesi, üretim sürecini sürekli bir gelişmeye yatkın ve elverişli kılmıştır. İşçinin makinenin pasif bir uzantısı haline gelmesi ise; işçinin bilgi ve becerisinin tümüyle gereksiz hale geldiği, tecrübesiz yeni işçinin uzun yıllar çalışan bir işçinin yerine hemen alabilmesinin sağlandığı ve bütün işsizlerin yedek işçi ordusu olabildiği bir avantajı sermayeye kazandırmaktadır.
Taylorizmden Fordizme tek değişen şey makineleşme değildir elbette. A tö lyenin organizasyonu da baştan tanımlanmış, kayan üretim hattının kurulmasıyla, “ aylaklık” olarak kabul edilen işçi mobi- litesi ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle hem işçi belli bir iş noktasına sabitlenir- ken hem de hattın hızı ayarlanarak işçinin işe ayırdığı süre kontrol altına alınıyordu. İşçi, sadece vasıfsızlaştırılarak makinenin değersiz bir parçası haline gelmekle kalmıyor, aynı zamanda üretime ait her türlü bilgiden soyutlanarak zihni faaliyetten de kopartılıyordu.
Esas itibariyle; Fordist sistem ayrıntılı işbölümü esasına göre örgütlenmiş, her işçinin dar anlamda tanımlanmış, rutin bir işi sürekli olarak yaptığı bir işleyiş ile verimlilik artışı sağlamaya yönelmiştir. Makine ile işçi arasında sabit bir ilişki kuran montaj hattı, çıktının standartlaşmasını getirirken, bu da kitle üretiminin teknik koşullarını sağlamaktadır. Rekabetin esası ise aynı maldan çok sayıda ucuza üretmek üzerine kurulmuştur.
“ Henry Ford, ‘müşteri, siyah renkte olduğu sürece, istediği renk arabayı satın almakta özgürdür’ dediğinde şaka
46
yapmamaktadır. O , yığın üretiminin, büyük miktarda tek tip üretim yapmak temeline dayanan ruhunu anlatmaktadır. Elbette, Ford, müşterilerine renk seçeneği vermenin kolay olduğunu bilmekteydi; yapması gereken tek şey, hattın sonundaki işçiye bir tane yerine üç veya dört tane boya tabancası vermekti. Fakat Ford bir kez çeşitliliği kabul ederse, ürünün tek tipliği tamamen elden gidecekti. Onun için yığın üretiminin esprisi ürünün tek tipliğidir.” 1
Verimlilik artışı organizasyon yapısı i- le de pekiştirilmeye çalışılmış, dikey haberleşme, merkezi denetim ve kontrol esasına oturtulmuştur. Böylece karar alma tamamen atölyenin dışına çıkartılırken işçi pasifize edilmiştir.
FORDİZMİN KRİZİ
Fordist sistemin verimli işleyebilmesi standart tüketim kalıplarına bağlı olduğu kadar, diğer yandan geniş ve istikrarlı pazarların varlığına da bağlıdır. Pazarlar, hem büyük miktarlarda üretilmiş standart malların yutulmasına elverecek kadar geniş olmalı, hem de büyük ölçekli yatırımları amorti edecek süre kadar istikrarlı olmalıdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki iktisadi ve siyasi konjonktür, Fordist sistemin gelişmesi için bu zemini sağlamıştır.
Üretim artışı ile istikrarlı büyük pazarlar ve yüksek talep arasındaki uyum sonucunda Fordizm, 1945-1970 yılları a- rasında egemen üretim sistemi haline geldi. Ancak I970’li yıllarla birlikte, üretim ve ticaret hacmi düşüşe geçerken büyük istikrarlı kitlesel pazarlar çöktü. Yerine küçük ve istikrarsız bir pazar ya-
pisi ortaya çıktı. Tüketici tercihlerinin standart ucuz mala doyması ve talebin mal çeşitlemesine kayması da eklenince Fordizmi ayakta tutan kitle talebi koşulları ortadan kalkmıştır.
Ancak Fordizmin krizini sadece talepteki azalmalara bağlamak, krizi pazar yönlü kavramak olur. Fordizmin iç mekanizmalarına da bakmak gerekiyor.
Kayan üretim hattındaki zaman koordinasyonu bunlardan biridir. Eşit olmayan işlerin farklı üretim noktalarındaki koordinasyonu bir sorun haline gelmiştir. Bazı noktalarda yığılmalar yaşanırken bazı noktalarda boş bekleme süreleri ortaya çıkmıştır. Ö te yandan, üretim hattının yüksek tampon stoklarla çalışması gerek ölü sermaye gerekse depolama giderlerini artırmakta, sistemin eldeki stoklara bağlı olarak arz yönlü işlemesine ve talep değişikliklerinden iyice kopmasına neden olmuştur. Yine bir başka problem ise üretim ve kalite ilişkisinin oturtulamamış olmasıyla ortaya çıkmıştır. Fordizmde, üretim ile kalite kontrolü ayrı işlerdir ve ayrı kişiler tarafından yapılır. Bu durum hatalı ürün oranını fazlasıyla artırmıştır. İşin gittikçe ay- rıntılandırılması ve emek yerine makine ikamesinin vardığı nokta, üretim hattının giderek büyüyen ve daha fazla makineleşerek verimliliği artırmaya elvermeyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu durumda sermayenin teknik bileşiminin makine lehine artırılması artık mümkün olmamaya başlamıştır.
Tüm bunların yanı sıra; büyük ölçekli işyerlerinde yığın üretimi yapmak çok sayıda işçiyi kapsayan kitle sendikacılığının da önünü açmıştır. Ki 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdiği kriz, yoğun
_______ taylorizmden postfordizme__
— ------------------------------------- 47 ----
uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönüşümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi zorunluluğu sermayeyi işçi sınıfının örgütlülüğünü parçalama yönünde politikalar üretmeye yöneltmiştir. Kapitalist krizin yarattığı ortam, yeni bir düzenlemeyi, yapısal değişikliği gündeme getirmiştir.
Aslında Fordizmin yaşadığı sıkıntıları “ katılık” sözcüğüyle özetlemek de mümkün. Kitle üretimine yapılan uzun vadeli ve geniş ölçekli sabit sermaye yatırımlarının, tasarımda esnekliği büyük ölçüde engelleyen ve değişmez tüketici piyasalarında istikrarlı büyüme varsayımına dayanan katılık; emeğe karşı yönelimde, emek dağılımında ve özellikle tekelci sektörde iş sözleşmelerinde katılık vs. vs. 2
FORDİZMDENPOSTFORDİZME
Fordizmin krizini yaratan faktörlerin ışığında bakıldığında, ortaya çıkan post- fordist gelişmeler bir yandan küçük ve istikrarsız pazarlara ve değişken tüketici tercihlerine uyum sağlayabilecek; diğer yandan sermayenin verimliliğini düşüren aşırı stok, aşırı makineleşme, aşırı hatalı ürün gibi kısıtları aşabilecek ve yüksek sendikal mücadeleyi engelleyebilecek bir “ verimlilik ve karlılık artırma” arayışının ifadesidir.
Sonuçta bu arayış, aynı zamanda kapitalizmin krizine de bir bakışı ifade etmektedir. Bu tartışmaların hemen hepsinde kavramsal olarak Fransız Düzenleme Okulu’nun etkilerini görmek mümkündür. Düzenleme Okulu, kar haddinin düşme eğiliminde üretim sürecinin be
— yol-------------------------------------------
lirleyici bir rol oynadığını, Fordizmin yalnızca bir üretim organizasyonu biçimi değil, aynı zamanda bir sermaye birikimi rejimi olduğunu ve bu yüzden de yaşanan krizin, Fordist birikim rejiminin krizi olduğunu ileri sürer. 3
Düzenleme kuramına göre, II. Dünya Savaşı sonrasında sermaye, tüketim malları kesimindeki verimlilik artışı ile kitlesel satın alma gücünü 20 yıl kadar dengeleyebilmiş, diğer bir deyişle, verimlilik artışı ile ücret artışları arasında bir denge sağlayabilmiştir. Fakat 1960’ların sonuna doğru, makinelerin sürekli ve giderek daha yoğun uygulanmasının, verimlilik artırıcı potansiyelinin tükenmeye başlaması ile bu denge bozulmaya başlamıştır.
Söylenmek istenen, refah devleti kalıplarının, sermayeye dar gelmeye başladığından başka bir şey değildir. Çünkü Fordist süreç aynı zamanda ücret ve çalışma koşullarının iyileştiği, yığın sendikacılığının her anlamda etkin olduğu, sosyal hakların arttığı, sosyai güvenlik kurumlarının etkinleştiği bir dönemdir. Sosyal taleplerin kurumlaştığı, ücretli e- meği disipline eden sendikal yapı, artık rejimin karşılaştığı zorluklar ve düşen gelişme hızı karşısında sisteme tehdit o- luşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla, hızla sendikasızlaştırmaya gidilmelidir. Post- fordizm ya da esnek üretim her şeyden önce emeğe karşı bir saldırıdır.
Bu noktaya geri dönmek üzere kapitalizmin arayışına tekrar bakalım. Bu a- rayış, yeni pazar ve tüketici talebi koşullarına uyum ve yeni verimlilik/karlılık artışı arayışıdır. Bu durum Fordist ilkelerde köklü bir değişimi zorunlu kılar. G e rek üretim sürecinde ve kullanılan tek-
__ 48
nolojilerde, gerekse de emeğin niteliğinde ve iş yoğunlaşmasında değişim demektir.
Ayrışmış talebe büyük bir esneklikle cevap verebilme yeteneği, postfordist sürecin doğasının kavranmasında anahtar rolü oynamaktadır. Bir maldan bir başka malın üretimine geçişte çok az a- yarlama süresi ve bekleme zamanı gerektiren, üretim süresini hızla artırabi- len programlanabilir mikroelektronik teknolojiler önemli bir esneklik sağlamaktadır. Mikroelektronik akşamlı teknolojiler aşırı makineleşme ve boş bekleme sürelerini de azaltmaktadır. Postfordist üretim sürecinde ürün tasarımı, stok kontrol, pazarlama, finans, yan sanayi ilişkileri gibi yönetim ve kontrol fonksiyonları otomasyon uygulamalarının kapsamına girmiştir. Üretim organizasyonundaki bu değişim ve yönetimde enformasyon teknolojilerinin kullanımı yönetici, mühendis ve emek arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. İddia şudur; Fordist üretim sisteminde ortaya çıkan bir çok verimsizlik ve hantallık, yeni yönetim teknikleri ile ortadan kaldırılmıştır. Teknolojiden çok insan faktörünü etkin kıldığını savlayan yönetim tekniklerine toplam kalite başlığında geri döneceğiz.
Postfordizm, Fordizmin katılıklarına cepheden savaş açmıştır. Emek süreçleri, ürünler ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe dayanır. Temel özelliklerinden biri, yepyeni üretim sektörlerinin, finans hizmetlerinde yepyeni yöntemlerin, yeni piyasaların ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin temposunun büyük ölçüde hızlanmış olmasıdır. Esnekliğin artışından gelen güç, kapitalizme e
mek üzerinde daha güçlü bir denetim uygulama şansını yaratmıştır. Esnek üretim, yüksek “ yapısal” işçilik düzeyleri, vasıfların hızla yok edilmesi ve yeniden oluşması, gerçek ücrette ancak alçakgönüllü artışlar (o da olduğu zaman) ve Fordist rejimin ana direklerinden biri o- lan sendikaların gücünün geriletilmesi gibi özelliklere sahiptir.
Piyasada yaşanan dalgalanmalar, rekabetin yoğunlaşması, kar marjlarının a- zalmasına yanıt olarak patronlar, mevcut emek fazlasını öne çıkartarak çok daha esnek çalışma biçimlerini dayatmışlardır. Sürekli işçi çalıştıran firmalarda bile belli günleri “ ücretsiz izin olarak tanımlama” , işçiyi talebin yükseldiği dönemlerde çalıştırma, düştüğü dönemlerde ise izne çıkarma giderek yaygınlaşmaktadır.
Fordizmin tersine, ihtiyaç duyulan e- meğin çok sayıda niteliksiz işçiden az sayıda nitelikli işçiye doğru kayması bölünmüş ve farklılaşmış bir işgücü yapısını ortaya çıkarmıştır. Az çok sürekli bir istihdam şansına kavuşan, nitelikli, çekirdek işgücü ve arada sırada iş bulan “ McDonald’s” işçiliği diye adlandırılan niteliksiz işgücü. Birincisi yüksek ücret ve iş tatminine kavuşan ama daha yüksek oranda bir iş yoğunlaşması ile verimlilik artışı sağlayan bir işgücü; İkincisi ise birincisini ikame etme şansı olmayan, sürekli sirkülasyona tabi olan, düşük ücreti kabul etse bile “ yedek işçi ordusu” olma özelliğini taşımayan bir işgücü.4 Bu satırlardan ikinci grup işgücünün “ vazgeçilebilir” olduğu anlamı çıkarılamaz. Postfordist süreçte esneklik, üretim biçiminden daha çok sermayenin emek karşısındaki davranış halini resmetmektedir aslında. Küçük işletmelerde dağı-
_ _ _ _ _ taylorizmden postfordizme__
49 —
nık ve örgütsüz olarak çalışan işçilerin birlikte hareket etme olanağının kısıtlanmasının, sermayeye büyük bir esneklik kazandırdığı kesindir. Postfordist üretimin temeli, küçük işletmelerdeki “ vasıfsız” emeğin yoğun sömürüsü ve taşe- ronlaşmadır.
JAPON MUCİZESİ VE TAŞERONLAŞMA
Japonya sistemini, 1950’li yıllardan i- tibaren Taylorist ilkeler yerine post-tay- lorist ilkeler üzerinde şekillendirmiş ve sanayileşmesini bu temel üzerinden geliştirmiştir. Japonya’da farklılığı yaratan teknoloji faktörü değil; üretim, tasarım, kontrol ve planlama bloklarını bütünsel bir otomasyon sistemine dayandıran ü- retim organizasyonunun kurulmuş olmasıdır.
Japonya, feodal unsurların etkisini hala sürdürdüğü bir toplum yapısına sahiptir. Gelenekselliğin, itaatkarlığın, pa- ternal yönetici-işçi ilişkilerinin baskın olmasının yanı sıra sınıfsal çelişkiler ve çıkar çatışmaları işyeri sendikacılığı ile sö- nümlendirilmiştir. Bu yolda, fabrika bay- rağı/fabrika marşı gibi unsurların ve işçinin işe ömür boyu çalışması için alınmasının, işçilerin kendilerini tamamen fabrika ile özdeşleştirmelerinin de büyük rolü bulunmaktadır. Japonya’daki sendikal katılım, önceden tasarlanmış süreçlere, belirlenen amaca ulaşmak doğrultusunda katılım anlamına gelmektedir. Bu durumun Japon sermayesi tarafından artıdeğer sömürüsünün artırılabilmesi i- çin kullanıldığı çok açıktır.
Emeğin örgütlenmesi ve kullanımı, kapitalistler açısından daha “ sorunsuz”
-— yol-------------------------------------------
bir durum yaratmıştır. Örneğin otom otiv sektöründe kaporta yapımında düz çelik plakalar kullanılmakta, bu plakalar kalıplar üzerinde 400 tonluk preslerle ezilmektedir. H er yeni model için ise kalıplar değiştirilir. Fordist üretimde, aynı üretim hattında ancak bir-iki model üretilebiliyordu. Çünkü kalıp değiştirme işi özel bir ekip tarafından 8 saatte yapılabiliyordu. Toyo ta ’da aynı işlem I970’te 40 ile 150 dakika arasında yapılabilirken, bu süre I980’de 5 ile 15 dakika arasına indi. Toyota, 1974 ile 1980 arasında aynı üretim hattında üretebildiği temel model sayısını 24’ten 50’ye çıkarmıştır. Ö te yandan Toyota’da bir işçi 8 dakika 26 saniyelik bir üretim çevriminde 35 tane farklı iş yapmakta ve bu süreç içinde gün boyunca 6 millik bir yol kat etmektedir.5
Ö te yandan Toyota firması aynı zamanda altsözleşme ilişkilerinin, yani ta- şeronlaşmanın da öncülerindendir. Ja pon mucizesini yaratan da budur zaten.
Taşeronlaşma kavramı Fransızca kökenli ve üretim yerinde işin bir kısmının patron tarafından başka bir patrona verilmesi olarak tanımlanıyor. Sermayenin krize karşı geliştirdiği biçimi ile taşeronlaşma, patronun bizzat ürettiği ürünün belirli parçalarını fabrika dışında başka bir birime devretmesi ise daha çok rastlanan bir durum.
Ancak üretim sürecine bir bütün olarak bakmak gerekir. Taşeronlaşma, postfordizmin arka bahçesidir, bu nedenle sermayenin genel dinamikleri içinde ele alınmalıdır. 1970 krizine karşı sermayenin tepkisi artan riski azaltma yönünde olmuştur. Bunun ilk aracı, görece dengesiz kısımların firmanın dışına
__ 50
atılmasıdır. Daha dengeli kısmı üreten a- na firma, böylelikle talepteki oynamaları da risksiz karşılama şansını yakalamıştır. Bu süreç özellikle ana üretim birimlerinde yoğun işçi çıkarmalarla birlikte ilerlemiştir. İkinci bir tepki ise firmalar, artan teknolojik yenilenmeye yetişebilmek ve fonlarını kısa süreli sabit sermayeye yatırmamak için, artan ölçüde altsözleşme ilişkilerine girmişlerdir.
Sermayenin tüm süreci esnetme çabalarının temel amacı, emek piyasasının yapısı ve örgütlü emeğin gücünü kırmaktır. Altsözleşme ilişkileri bu anlamda e- mek piyasasında, küçük çaplı üretim ile birlikte David Harvey’in deyimi ile pro- modern emek biçimleri olan zanaatkarlık, patriarkal ve paternalist mafya tipi e- mek kullanımlarına neden olmuştur. E- mek piyasasının farklılaştırılması bir yandan emeğin pazarlık gücünü azaltırken, diğer yandan üretimin parçalanması ile sendikaların gücünü önemli ölçüde geriletmiştir. Bir Japon sendikacı bu durumu şöyle anlatmaktadır: “ Toyota’nın ana ü- retimin dışına taşıdığı birimlerde çalışan işçiler asla hastalanmaz, asla grev lafını ağzına almaz ve yılda yalnızca birkaç gün tatil yapabilir. Sendikalaşma anında To yota bu birimlerindeki bağlantısını hemen sıfıra indirir.” 6
Büyük üretim birimlerinde yapılan işlerin küçük birimlere ya da aynı işi, aynı mekanda başka bir firmaya vererek sendikalaşmayı zayıflatma eğilimi esnek üretimin en önemli stratejisi ve ayrılmaz bir özelliğidir. Emek piyasasındaki farklılaşma, bir yandan maliyetleri düşürürken, diğer yandan en küçük dalgalanmada bile emek gözden çıkarılabiliyor. Postfor- dizmin işçinin uzmanlığını artırdığı yönündeki inanç ana birim için belki doğru
olabilir, ancak ana birimin dayandığı taşeronlarda emeğin örgütsüz ve kötü koşullarda yaşamasına neden oluyor. Sosyal hakların kaybı bir yana, işçiler iş kapma telaşı içinde diğer emekçilerle zorunlu rekabete giriyorlar. Sermaye artan uluslararası hareket yeteneği sayesinde, her şeye rağmen bir örgütlenme eğilimi ile karşılaştığı anda soluğu başka bir yerde alıyor. Kısacası teşaronlaşmayı göz ardı ederek postfordist süreci anlamak mümkün değildir.
Bu bölümün başında Japon mucizesinin sihirli kelimesinin de taşeronlaş- ma olduğunu söylemiştik. Japonya’nın çelik üretiminde çalışan toplam işçilerin yarısı yani 250.000’i taşeron firmalarda çalışıyor. Bunların ücretleri ana firmalarda çalışanlara göre %30 daha düşük ve üstelik % I0 daha fazla çalışıyorlar. Daha da önemlisi bu işçilerin sadece beşte biri, yani 50.000’i sendikalıdır. Bir Japon işçi bu durumu şöyle ifade ediyor: “ Sendikaşmanın önünde üç sorunla karşı karşıyayız; ilki büyük firmaların patronları, İkincisi altsözleşme ilişkisine giren patronlar ve son olarak ana firmanın sendika yöneticileri. Sendikalaşmak için bu üç kesimle anlaşmak zorundayız.” Japonya’da altsözleşme ilişkilerinin yoğunlaşmasından sonra sendikalaşma oranı 1970’deki %35 ’ten 1987’de %28.6’ya düşmüştür. Aşırı çalışma yüzünden gerçekleşen ve adına “ karosi” denilen intiharların onbinlere varması da çabasıdır. Tokyo’nun yakınlarındaki Zama kentinin !900’lü yılları anımsattığı ifade edilmektedir. Nis- san’la altsözleşme ilişkisi bulunan bir firmanın yöneticisi yoğun olarak harcayabilecekleri emek güçleri olduğunu söyledikten sonra bir işçinin aynı za-
_______ taylorizmden postfordizme__
51
manda 4 makineyi kontrol ettiğini, nefes almaya fırsat vermeyen bu tempo sona erdiğinde de işçilerin kantine koştuğunu, hızlı ve sessiz yemekten sonra kalite çemberi toplantılarına katıldıklarını ifade etmiştir, 7
Şimdilerde yırtıcılıklarından pek eser kalmayan Asya kaplanlarının “ gizemi” de taşeronlaşmaya dayanmaktadır. Altsöz- leşme ilişkilerinin yarattığı düşük ücretler ve sendikal gücün azaltılması ile e- mek üzerindeki sermayenin artan kontrolü zemini düzlemiştir. Örneğin Güney Ko re ’de, Hyundai 1985 yılında ürettiği arabaların %40’ını altsözleşme ilişkilerinin dolayımında üretmiştir. Hyundai’nin toplam 185 altsözleşme ilişkisi ve çok katı hiyerarşik bir yapısı vard ır.8
Keza İstanbul Merter ya da Esen- yurt’ta bir apartmanın bodrum katındaki atölyede çocuk yaştaki işçilere rastlamak mümkündür. Günde 9.5 saat çalışarak büyük firmalara iş üretiyorlar. Sendika bir yana, sosyal hak ve sigortaları da yok. Malın fiyatını ise fiili olarak bağlı o- lunan firma belirliyor. Keza Türkiye’deki altın işlemeciliğinin önde gelen firmaları günde I I saat çalıştırdıkları çocuk işçileri, sigorta ya da sosyal herhangi bir hak olmaksızın 50 milyonluk haftalıklarla istihdam ediyorlar. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün elbette.
Uluslararası sermayenin reflekslerini hep geriden takip etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan Türkiye finans kapitali, lastik üreten Brisa ile postfordist sürece ilk adımını atmıştır. Brisa örneği üzerinden ana birimdeki işçinin vasfının artırılması, yönetim sürecine dahil edilmesi, kalite çemberleri gibi konuları işlemeye geçebiliriz.
— yol-------------------------------------------
TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ
Çok sık tekrarlanan bir paradigmadır. Esnek üretimin, Fordizmin sıkıcı ve anlamsız iş ortamından farklı olarak çalışma hayatını işçiler için anlamlı ve çekilir hale getirme potansiyeline sahip olduğu iddia edilir. İşçiler, vasıf ve beceri sahibi olacak, sınıf çatışmasının yerini işbirliği alacaktır! Yeni yönetim teknikleri sayesinde insan faktörü etkin olarak kullanılacaktır. Bu tekniklerden en gözde o- lanı Toplam Kalite Yönetimi’dir.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY), son dönemlerde adeta bir “ şirket dini” haline gelmiştir. Türkiye’de 1990’ların başından bu yana bir kalite fırtınası esiyor. Bir yandan kalite ödülleri dağıtılıyor, bir yandan da reklamlarda bile kalite vurgusu öne çıkarılıyor. Toplumsal sorunların bile T K Y ile çözüleceğine ilişkin bir hava yaratılıyor. Kendimizi bu havaya kaptırmadan T K Y uygulamalarını gözden geçirmekte fayda var.
Esas olarak Deming ve Juran gibi istatistikçi ve yöneylemciler tarafından geliştirilen toplam kalite kısaca “ hatasız ürün ve hizmetlerle amaca uygunluk” o- larak tanımlanıyor, istatistiksel süreç kontrolü, israfın azaltılması ve önlenmesi, takım çalışması, iç ve dış müşterilerin tespiti, yoğun işletme içi eğitim, sürekli iyileştirme ve çeşitli problem çözüm teknikleri toplam kalitenin ana gövdesini oluşturuyor. TKY, müşteri temelli bir teknik olarak tanımlanmakta, firma çalışanları “ iç müşteri" olarak adlandırılarak onların tatmini öne çıkartılmaktadır. T K Y ’nin moda bir teknik haline gelmesi bireyciliği öne çıkartan siyasi ve toplumsal gelişmelerle de doğrudan ilintilidir.
__ 52
TKY, amaç ne olursa olsun bazı yetkilerin alt kademe yöneticileri ve işçilere devredilmesini zorunlu kılar. Bu nedenle firma içinde sürekli olarak bir eğitim faaliyeti söz konusudur.
Eğitim programlarına bakıldığında işle ilgili teknik konular kadar adeta çalışanların beynini yıkamaya dönük konularda öne çıkmaktadır. İşçilere maddi bir karşılık beklemeksizin sadakat ve itaatle çalışmaları öğütlenir. Bazı sorumlulukların işçilere devredilmesi, bu işçilerin gücünün arttığı anlamına gelmez. Tam tersine yönetim, bilgi teknolojileri sayesinde çalışanları denetleme, gözetleme ve izleme kapasitesini artırarak, işçilerin zihni ve bedensel niteliklerinden daha fazla yararlanmaktadır. Gözetleme süreci, hedefteki sapmanın bile kimden kaynaklandığını kısa sürede belirleyebilmekte, işçilerden sürekli olarak kendilerini yenilemeleri, sorunları bularak çözümlemeleri istenmektedir. Eğitim süreçleri sonucunda işçilerin birbirlerini ikame e- debilmesi kolaylaşmıştır.
Ö te yandan T K Y ’nin istatistiksel süreç kontrolü gibi teknik yönleri uygulanırken, çalışanlara yönelik kısımları uygulanmaz. İşçilerin yönetime katılması sadece teknik olarak kalırken, ücret ve çalışma şartlarında iyileştirme yapılmaksızın işçiden daha fazla performans beklenmektedir.
İlk bakışta işçilerin yetkilendirilmesi hiyerarşik örgütsel yapılara bir alternatif gibi görünebilir. Ancak bu genelde retorikten öteye geçmez. Çünkü T K Y yukarıdan aşağıya doğru iletişimi ve koordinasyonu zorunlu kılmaktadır. T K Y uygulamada Toplam Yönetim Kontrolü’- ne9 dönüşmektedir. İşçilerin gücünü ve
etkisini artırmaktan ziyade, işçiden yönetime bilgi aktarılması anlamında uygulanmaktadır. TKY, denetliyor gibi gözükmeden nasıl denetim kurulacağının bir yanıtıdır.
TKY , örgütsel yapıda radikal değişimler getirmemekle birlikte asıl sihri sadakat ve firmaya bağlılığı yaratmak istemesidir. Örgütsel birlik sağlanırsa verimlilik de gelecektir! T K Y ’yi öne çıkartanlar işçiyi bir yandan itaatkar ve pasif olarak tanımlıyor, öte yandan da iş sürecinde inisiyatif kullanmalarını bekliyor. T K Y ile sınıf çatışmalarının üstü örtülerek işletmenin piyasa başarısı için çıkar birliği vurgulanmaktadır.
Çıkar birliği çeşitli metaforlarla güçlendirilmeye çalışılır. En yaygın kullanılan metafor yolculuktur. Yolculuk genellikle hakkında fazla bir şey bilinmeyen bir menzile doğru gerçekleştirilir. Yolculuğa çıkanlar yolculuklarının güvenliği ve başarısı için liderlerine ve yola çıkış amaçlarına büyük bir inançla bağlanmalıdırlar. Lider veya liderlerle, emirleri altında o- lanlar arasında yolculuk esnasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar veya çatışmalar, yolculuğun amacına ulaşmasını engelleyebilir. Bu nedenle yolculuk me- taforunun T K Y yanlılarınca kullanılması boşuna değildir. Yöneticilerle çalışanlar aynı gemide yolculuk etmektedir ve sağ salim hedefe varabilmek için çatışmadan kaçınmalıdır. 10
Toplam kalitenin uygulanmasında daha çok kriz dönemleri tercih edilmiştir. Bu dönemlerde çalışanları değişime ik- na(!) etmek daha kolaydır. Keza kriz dönemlerinde sendikaların direnişi de daha kolay aşılmaktadır. Ö te yandan yöneticiler genellikle bireysel katılımı destekle-
_______ taylorizmden postfordizme__
53 ----
mekte ise de sendikaların yönetime katılmasına karşı çıkmaktadır. Bu durum bireysel katılımın teşvik edilmesinin arka planında, sendikaları etkisizleştirmek a - maçının da olduğunu göstermektedir.
KALİTE KONTROLÜ VE TÜRKİYE
T K Y uygulamalarıyla kriz dönemleri arasında bağlantı kurmuştuk. Türkiye’de 80’lerin sonlarında başlayan bahar eylemleri ile ortaya çıkan işçi hareketinin genel greve kadar ulaşmasının ardından T K Y ’nin gündeme gelmesi tesadüf değildir. İşçi hareketinin yükselişi karşısında yabancı sermayeli firmalar, T K Y ’yi önlem olarak ortaya sürdüler.
1980’lerde Bridgestone ve Toyota gibi önemli Japon firmalarının Türkiye’ye yatırım yapması ile birlikte yeni yönetim teknikleri de gündeme geldi. I982’de Türkiye’de sadece 2 Japon firması varken, bu sayı I997’de 34’e kadar çıkmıştır. Bu firmalardan Bridgestone’un Sabancı ile ortaklığından ortaya çıkan Bri- sa, T K Y ’nin bayraktarlığını yapmıştır. Brisa’nın I996’da Avrupa Kalite Ödü- lü’nü alması yeni bir moda başlatmıştır. Öyle ki Brisa işçilerinin, işletmelerinde toplam kaliteye geçildikten sonra eşlerini dövmedikleri dahi yazıldı. " Adapaza- rı’ndaki Toyotasa fabrikasında işçiler her sabah ve öğleden sonra yaptıkları ı- sınma hareketlerinde “ kalite” diye bağırmaya başladılar.
T K Y ’nin Türkiye’deki yayılmasında Milli Prodüktivite Merkezi (MPM ) ve Kalite Derneği (KalDer) gibi kuruluşlar öne çıkmıştır. Önde gelen patronların desteğiyle kurulan KalDer çeşitli illerde
— yol____________________________
“ kalite günleri” düzenleyerek, işletmelerin başarısı için toplam kalitenin vurgulandığı seminerler vermiştir. KalDer’in organize ettiği eğitim kurslarına katılan firma sayısı 1993’te 22 iken bu rakam 1996’da I08’e çıkmıştır. KalDer, TÜSİ- A D ’la beraber 1993’ten beri Türkiye’nin en önemli kalite ödülünü dağıtmaktadır. Bu ödülü kazanan işletmeler, gazetelerde tam sayfa ilanlar vererek kazandıkları “ prestiji” sergilemektedir.
İlginç olan “ özgürlükçü” bir teknik olduğu savlanan T K Y ’ye ilişkin vurgular, Türkiye’de son derece totaliterdir. Y ö netim gurusu olarak adlandırılan Nalın- cı’nın ifadesiyle ve genel kabul gördüğü şekliyle “ kalite bilinci yaratmak için bireylerden bağımsız kalite kuralları oluşturulması, bireylerin bu kurallara göre eğitilmesi ve onların bu kalite standartlarına uygun davranıp davranmadığının denetlenmesi” gerekmektedir. 12
Ö te yandan T K Y uygulamalarının yaygınlığı konusu da belirsizdir. 94 yılındaki akademik bir araştırmaya göre 500 büyük sanayi kuruluşundan 96’sı ile görüşülmüş, bunların %26’sının T K Y uyguladığı, %37’sinin uygulamadığı, %37’sinin ise hazırlık aşamasında olduğu ortaya çıkmıştır. MESS’in 1996’da kendisine ü- ye 108 firma arasında yaptırdığı araştırmaya göre de bu firmaların %26’sı T K Y uygularken, %45’i geçiş aşamasında olduğunu belirtmiştir. Petrol-İş sendikası da örgütlü olduğu 107 işyerinde yaptığı bir araştırmada tümü yabancı sermayeli 40 işletmenin çeşitli kalite programları uyguladığı sonucuna ulaşmıştır. 1999 itibariyle Türkiye’de ISO 9000 belgesine sahip firma sayısı 400’dür. Bu firmaların yaklaşık %70’inde yabancı sermayenin payı vardır. Ö te yandan TÜSİAD- Kal
__ 54
Der ödülüne başvuran firma sayısı 1999 itibariyle sadece 25’tir.13 Dolayısıyla, Türkiye’de toplam kaliteye bir ilgi var, ancak firmaların küçük bir bölümü ciddi anlamda T K Y uyguluyor, diyebiliriz.
Türkiye’deki T K Y yazınında, T K Y ’ye geçiş nedenleri arasında ürün kalitesini yükseltmek, maliyetleri düşürmek ve bu sayede öne çıkmak olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Bunun yanı sıra sınıf savaşımında avantaj sağlamak da önemli bir gerekçedir. Nitekim T K Y uygulayıcılarından Netaş ve Brisa’da, önemli işçi eylemlerinin ardından kalite programları gündeme gelmiştir.
Netaş ve Brisa gibi işletmelere baktığımızda, burada çalışan işçilerin Türkiye şartlarına göre yüksek ücret ve iyi çalışma koşullarına sahip olduklarını görebiliriz. Bu işçilerin genel eğitim seviyeleri diğer işyerlerindekilere göre yüksek o- lup, yoğun bir işletme içi eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bunun sonucu olarak Netaş’taki işçilerin üretim sürecindeki sorunlarla ilgili olarak önerdikleri çözüm sayısı 1991 ’de 192 iken, bu rakam I996’da 783’e çıkmıştır. Benzer şekilde işçi başına eğitim I990’da 30.6 saatten I995’te 39.4 saate çıkmıştır. İşçi devri de I990’da %\ I iken, 1996’da %5 ’e düşmüştür. Beksa firması da T K Y sonucunda pazar payını %40 artırırken, iş kazalarında %40’lık bir azalma olmuştur. Arçe- lik’te de işçilerin verimliliği %33 artmıştır. 14
Bir başka firma, Brisa’da ise T K Y sonucunda iş kazalarında %44’lük bir azalma görülmüş, verimlilik %29.2 artmış, yıllık işçi devri %8 ’lerden % 2 ’lere gerilemiştir. Kapasite kullanımı 1991-95 arasında % I6 artmıştır. 1990’datüm işçile
rin %47’si ilkokul mezunuyken, bu oran 1995’te %8 ’e düşmüştür. Aynı dönemde lise ve meslek okulu mezunlarının oranı ise %41’den %89’a çıkmıştır. 15 Brisa işçileri şu anda özel sektörde en yüksek ücret alan gruptur.
Brisa’da her biri 6-10 işçiden oluşan, üyeliğin gönüllü(!) olduğu, kendilerine mahsus isimleri, simgeleri ve sloganları olan 123 “ iyileştirme” çemberi vardır. Bu çemberler üretim süreciyle ilgili o rtaya çıkan sorunların tartışılması ve bunların çözülmesi amacını taşımaktadır. Ancak ücretler, şirket kuralları ve politikaları, sosyal haklar ve “ üst yönetimin karar verme yetkisine sahip olduğu konuların” çember toplantılarında tartışılması yasaktır. Çemberler her hafta iş saatleri içinde toplanmakta ve toplantı süresi bir saatle sınırlı tutulmaktadır. Aksi halde izin almak zorunludur.
Brisa yönetimi “ iyileştirme” çemberlerinin varlığını işçilerin yetkilendirilme- sine verdiği önemin bir kanıtı olarak o rtaya sürmektedir. Brisa’da toplam kalite “ işletmeyi çalışanlarıyla bütünleştirecek” bir şirket kültürü oluşturmayı amaçlamaktadır. Firma işçiler arasında “ biz” ruhunu geliştirmeye çalışmakta; “ onlar” ise rakip firmalar olarak belirtilmektedir. Bu çerçevede “ misyon” , “ performans ve rekabetle üstün başarı” olarak belirlenmiştir. “ Biz bir aileyiz” sloganı fabrikanın en önemli sloganıdır.
Brisa’da her üç ayda bir “ Değişimin Sesi” adlı bir dergi yayınlanmaktadır. “ Politikalarla Yönetim El Kitabı” adlı bir kitapçık tüm işçilere dağıtılmıştır. Kitapçık Japonya’daki Bridgestone fabrikalarını verimlilik ve maliyet bakımından geçmeleri gerektiğini hedef olarak göster-
_______ taylorizmden postfordizme__
----------------------------------------- 55 ----
mekte ve değişen piyasa özellikleri ve tüketim gereksinmelerine göre üretimin yeniden yapılandırılmasının zorunluluğu konusunda onları ikna etmeye çalışmaktadır. (Elbette Japonya’daki fabrikalarda 45 yıldır grev olmadığı vurgusunu atlamadan!..) İşçilerle yöneticileri “ yakınlaştırmak” için piknikler, bisiklet gezintileri, kır yürüyüşleri düzenlenmektedir. 1990’dan sonra yöneticilerle işçiler aynı bölümde yemek yiyip, aynı yerlerde dinlenmektedir. Ö te yandan yönetim başarılı personele nakdi ödül vermemekte, onun yerine “ kişileri onurlandırmayı” tercih etmektedir. Bunun yolu ise plaket ve takdirnameler vermektir. Neredeyse her gelişme özel bir törenle karşılanmaktadır. Fabrika içi yayın yapan Brisa T V ’de ve Değişimin Sesi dergisinde duyurular, gümüş plaketler, genel müdür tarafından imzalanmış başarı sertifikaları, teşekkür mektupları, çember üyelerinin katıldığı akşam yemekleri ve davetler “ kişisel onurlandırma” yöntemleri arasındadır.
Yukarıda sayılanların tümü işçileri bir sosyal topluluk, bir cemaat içinde olduklarına ikna etmeye yöneliktir. T K Y ’de a- maç tepe yönetiminin belirlediği hedeflere uygun kültürel kimliklerin ve normatif değerlerin işçiler arasında geliştirilmesini sağlamaktır. Bir mühendis olan Goodyear’ın eğitim müdürü ve aynı zamanda toplam kalite koordinatörü “ insanın çevresini değiştirirseniz, fikirlerini değiştirir. Fikirleri de değiştiği zaman davranışları alışkanlık haline gelir ve kültürü oluşturur” sözleriyle niyeti açık etmiştir. Örgüte bağlılık ve sadakatle çalışan işçilerin kendi performanslarını izleyip denetlemesiyle denetçi ve ara denetim kademelerinin ortadan kaldırılması
__ yol---------- ---------- _— --------- — _
amaçlanır. Sosyal düzeni ve denetimi sağlama amacına dönük olarak örgütsel törenlere büyük önem verilir. Şirkete bağlılık veya kalite çemberlerine üyelik, sorumluluk sahibi işçinin bir özelliği olarak görülmektedir. Doğrudan bürokratik disiplin yerine örgütün istediği davranışsal normların içselleştirilmesi örgüt açısından çok daha ekonomiktir. Bu şekilde zorlamaya başvurmadan gönüllü i- taat sağlanmış olur.
Brisa’da işçilerden “ sıfır hata” ile ü- retimde bulunmaları ve tanrı-üstü bir varlık olan, hata kabul etmeyen müşterinin bir “ kral” olduğunu unutmamaları istenir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve 20 monitörden oluşan bir kapalı devre olan Brisa TV, 1993’te kurulmuştur. Monitörlerde kalite, işe devam ve verimlilikle ilgili bilgiler gösterilmektedir. Ayrıca fabrikanın pek çok yerinde firmanın misyonunu, o yıiki sloganını, bölüm hedeflerini ve politikalarını gösteren elektronik levhalar yerleştirilmiştir.
Kalite çemberi veya ekip çalışması gibi uygulamalarla, grup üyesi işçilerin birbirlerini değerlendirmesi ve disipline etmesi amaçlanmaktadır. Bir ekip ruhundan söz edilmekte, ama aynı zamanda bir yarışma havası yaratılarak işçiler rakip haline getirilmektedir. Ekip içinde normdan sapmaları belirleme ve cezalandırma vardır. Elektronik teknolojiler yöneticilere üretim organizasyonunu takımlara ve hücrelere bölme imkanı vererek kontrolü artırmalarına olanak tanımaktadır. Ancak bunları yaparken yüzeysel olarak sorumlulukların bir kısmı altlara veriliyor gibi gözükmektedir. T K Y uygulayan firmalardan Ç İM TAŞ, işletmelerindeki kalite çemberlerinin a- macını “ işçilerde önemli oldukları duy-
__ 56
gusunu uyandırmak ve kendi kendini disipline etme, denetleme ve gözetlemeyi sağlamak” olduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla çemberlerin veya ekiplerin sundukları pratik çözümlerin ötesinde, yönetimin istediği davranış kalıplarının işçiler tarafından içselleştirilerek benimsenmesine yarayan araçlar olduğunu söyleyebiliriz.
Tuhaf olan şudur ki; sermayenin sözcülerine göre “ T K Y örgütlere demokrasiyi getirecektir. T K Y uygulayan bir ö rgütte, herkesin güldüğünü görebilirsiniz.” Bu sözü eden Netaş Genel Müdürü, aynı zamanda “ T K Y değerlerinin te pe yönetimi tarafından belirlenmesi gerektiğini ve işçilerin bu değerleri mutlaka bilmesi, anlaması ve paylaşması gerektiğini” de söyleyebilmektedir. 16 Ki sözü edilen Netaş’ta 12 Eylül sonrasının ilk büyük grevi I986’da yaşandı ve üç ay sürdü. 2650 işçinin katıldığı grev sonrasında firma işyerindeki sendikal örgütlenmeyi, sendika üyelerini belli aralıklarla işten çıkararak yok etti. Bugün N e taş’ta sendikal örgütlenme yoktur ve herhangi bir örgütlenme çalışmasına da patron büyük bir şiddetle karşı çıkmaktadır. İşte size demokrasi!
Bu demokrasi konusuna biraz daha eğilelim. Yukarıda sözü edilen Goodyear yöneticisi “ sendikayla toplu pazarlık görüşmelerini 10 dakikada tamamladıklarım” övünerek söylemiştir. Kordsa yöneticileri o kadar şanslı değil elbette!1996’da TÜSİAD-KalDer kalite ödülünü alan Kordsa lastik üretiminde kullanılan kord bezi imal ediyor. Firmada çalışan yaklaşık 700 civarındaki işçiden %75’i Türk-İş’e bağlı TEKS İF ’e üye. Firmanın planlama ve endüstri ilişkilerinden sorumlu genel müdür yardımcısı 1996’da
5. Ulusal Kalite Kongresi’nde gururla işletmelerindeki “ barışçı” ilişkilerden söz etmişti. “ Son 20 yılda hiç grev olmadı” diyen yönetici işçileri örgütleyen sendikanın “ amatör” olduğunu belirterek, I994’te sadece I saatlik pazarlıktan sonra “ barışçı” bir şekilde sözleşme imzaladıklarını söylüyordu. Ancak Kordsa’da 1997-98 toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sendika verimlilik ve karlılıktaki artışları göz önüne alarak yüksek ücret zammı istedi. Patron bunu reddedince uyuşmazlık ortaya çıktı. Kordsa’nın o zamanki yönetim kurulu başkam Güler Sabancı, sendika temsilcileriyle yaptığı bir toplantıda onlara para mı yoksa iş mi istediklerini sorma noktasına kadar gitti. Toplantıya katılan bir sendika temsilcisi “ Güler Hanım’ın kendilerini dinlemediğini bile” söyledi. İşçiler greve hazırlanırken, patron işçileri kışkırtıkları gerekçesiyle üç işçiyi işten attı. İşçilerin gerçekleştirdikleri yürüyüşün ardından, patron ücretlere %98 zam yaptı. Bu durumdan yaklaşık bir yıl önce Güler Sabancı da bir gazeteye verdiği demeçte “ T K Y ’nin en önemli prensibinin aslında daha fazla demokrasi demek olan katılım olduğunu; demokrasinin T K Y ’nin bir aracı olduğunu” öne sürmüştü. 17 Susan, itiraz etmeyen, sürekli biat eden bir katılım!
Brisa da ise sözleşmelerle “ bir işgö- renin gerekli durumlarda izni alınmaksızın geçici veya sürekli olarak daha önceki iş veya iş Unvanına benzer işlerde çalıştırılabileceği” de hükme bağlanmıştır. Brisa’daki T K Y rejimi altında işçilerden daha fazla sorumluluk almaları istenmektedir. 1994’te yapılan bir araştırmada, işçilerin %40’ı çalıştıkları makineleri onarabildikleri™, %35’i de bunu bir dereceye kadar yapabildiklerini belirtmiş-
_______ taylorizmden postfordizme__
57 ----
ier, ama %82’si iş yoğunlaşmasından ve artışından şikayet etmiştir. Bir işçinin söyledikleri çok çarpıcı: “Zamandan tasarruf sağlayıcı bir şey bulduğumuzda onlara söylememizi istiyorlar. Ancak bir aptal bunu yapar. Çünkü bu bizim için daha çok çalışma, daha çok iş anlamına gelir. Valla, bize iyi para veriyorlar, ama anamızdan emdiğimiz sütü de fitil fitil burnumuzdan getiriyorlar.” 18
Yeri gelmişken Bertrand Russel’ın “ Aylaklığa Övgü” sünden söz edelim. Russel, 1932 yılında yayınladığı denemesinde kapitalizmin ahlakını anlatır. Gündelik çalışma saatinin dörde indirilip herkesin daha rahat yaşayabileceği bir düzene karşı kimilerinin günde on saat çalışmaya zorlandığı, kimilerininse işsiz bırakılıp açlığa mahkum edildiği düzen. Neden? Çünkü, emek görevdir. İnsanlar da ürettikleriyle orantılı değil, sanayi tarafından belirlenmiş değerlerine orantılı olarak ücret alırlar. Russel, buna “ Esir Devleti” nin ahlakı der. Ünlü toplu iğne örneğini de burada verir. Diyelim ki bir grup insan dünyanın ihtiyacını karşılayacak kadar toplu iğne üretiyor. Bu arada biri çıkıp aynı süre içinde iki misli toplu iğne üretmenin yolunu açan bir buluş gerçekleştiriyor. Ama dünyanın iki misli toplu iğneye ihtiyacı yok. Russel, bu noktada mantıklı bir dünyada toplu iğne üretiminde çalışan insanların günde sekiz saat yerine dört saat çalışma düzenine geçmeleri gerekir, diyor. Oysa bu, E- sir Devleti’nin mantığı açısından tehlikeli. İnsanlar sekiz saat çalışmaya devam e- der. Toplu iğne fazlası olur. Kimi toplu iğne üreticileri iflas eder. Bu sektörde çalışanların yarısı işten atılır. Kalanlar yine çok çalışmaya mahkum edilir.
T K Y ’nin vaad ettiği bundan başka bir
— yol-------------------------------------------
şey değil. Evet, işyerinde çemberler yo luyla bir katılım söz konusu. Ancak bu bir yandan sadece üretim süreciyle sınırlandırılıyor ve işçiler asli karar sürecine dahil değil. Ö te yandan bireysel katılım dayatılıyor ve sendikalar sürecin dışında tutuluyor. Asıl amaç işçiler arasında şirkete bağlılık ve sadakatin geliştirilmesi. Artık işletmeler kendi kendisini denetleyen işçileri yaratmaya yöneliyor. Yöneticiler tarafından belirlenen hedefler, işçiler tarafından da benimsenmek zorunda.
T K Y gurularına göre işçiler kültürel kuklalardır. Bu yüzden herhangi bir cemaatin üyesi olmaya hazırdırlar. D emokrasi palavralarını bir kenara atarsak, üretim sürecinde panoptik* bir denetim söz konusudur. Ancak bu, binanın mimarisine bağlı olan bir denetleme değildir. Zaman ve mekan sınırlamalarından kurtulmuş, merkezi kule yerine bilgisayar . ekranına bağlı bir denetlemedir. Çünkü, bilgi sistemleri onları tasarlayanların istediği her şeyi sürekli ve otomatik olarak kaydetmektedir.
Toplam Kalite Yönetimi, kalite çemberleri gibi yeni yönetim araçları, işçinin iş dışındaki hayatında da işini düşünmesi ve işindeki aksaklıklara yönelik çözüm önerileri geliştirmesi için teknikler geliştirme yolunu hazırlamaktadır. İş, işçinin emeğini satarak kalan zamanını satın aldığı bir zaman dilimi olmaktan büyük o- randa çıkmıştır. Çalışanların yaratıcılığını geliştirmek iddiası ile çalışanlar salt işlerini ve işte başarılı olmanın yollarını düşünen tek boyutlu insanlar haline getirilmeye çalışılmaktadır. T K Y ’nin, verimlilik, kalite gibi konularda bir takım olumlu değişiklikler yarattığı bir dereceye kadar kabul edilebilir. Ancak ne uğruna ya-
___ 58
rattığı, karşılığında işçilerden neler götürdüğü de ortadadır. Kaldı ki emek devrinin asgariye indirildiği savlanırken, bir yandan tam zamanlı işçilere esnek çalışma dayatılmakta bir yandan da her yaşanan kriz emek maliyeti kapsamında ele alınarak yoğun işçi çıkarmalar yaşanmaktadır.
KAMUDA TKY DAYATMASI
Dünya Ticaret Örgütü (D T Ö )’nün 1995 yılında kurulmasının ardından imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (G A TS) ile birlikte kamusal alanların yeni kar alanları olarak düzenlenmesi gündeme gelmiştir. G A TS genel olarak devlet tarafından verilen kamu hizmetlerinin özel sektöre devrini düzenleyen bir anlaşmadır. G A T S ’ın kapsamı yalnızca bir hizmetin yerine getirilmesi ile sınırlı değildir. Bu hizmetin yerine getirilebilmesi için gerekli olan tüm ürünlerin üretimi de G A T S ’ın kapsamı içerisindedir. G A TS ile uluslararası sermayenin yağmasına açılacak olan hizmet alanları şu şekilde sıralanabilir:
Eğitim; sosyal hizmetleri de kapsayacak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler, telekom, posta hizmetleri, görsel ve işitsel iletişim hizmetleri de dahil olmak ü- zere iletişim; inşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetleri; enerji, su iletim sistemleri ve atık su işleme; tüm çevresel hizmetler; finansal, mali ve bankacılık hizmetleri; turizm, seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi; kültürel ve sportif hizmetler; kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve diğer hizmet alanları.
G A TS çerçevesinde tam bir yağmaya
açılan eğitim “ sektörü” , anlaşmanın en önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. Yıllık dünya ticaret hacminin 2000 yılı rakamlarıyla 6 trilyon dolar ve dünya eğitim “ sektörü” nün de bunun 2 trilyon dolarlık kısmını oluşturduğu düşünülürse, 50 milyon öğretmen, I milyar öğrenci, yüzbinlerce eğitim kurumuyla eğitimin sermaye için ne denli iştah kabartıcı olduğu görülebilir. 19
G A TS sürecini başlatan Dünya Ticaret Örgütü, açıkça eğitimi bir kamu hizmeti olarak değil, verimli bir pazar alanı olarak tanımlamaktadır. D TÖ , eğitim “ pazarım” beş kategoriye ayırıyor: İlköğretim, ortaöğretim, üniversite, yetişkin eğitimi ve diğer eğitim. Eğitim ticareti a- çısından en karlı ve verimli alan ise yüksek öğretim alanı olarak görülmektedir.
G A T S ’a kurucu üye olarak imza atan Türkiye’de eğitimin ticarileştirilmesi sürecine oldukça hızlı bir biçimde girmiştir. İlk ve orta dereceli özel okullar uzun bir süre önce kurulmuş, bu okullara sunulan devlet desteği ise her geçen gün artmıştır. Son yaşanan krizde, özel okulların talep daralmasında devlet yardıma koşmuş, kamu okulları kaynak yetersizliği içindeyken özel okullar her zaman desteklenmiştir.
Bir türlü çıkartılamayan Y Ö K yasası da G A TS çerçevesinde hazırlanmıştır. Tasarının tartışılması sürecinde, bir yanda ücretsiz olduğu iddia edilen bir eğitim hizmeti veren devlet, öte yanda krizle boğuşan ve büyük bir taiep sorunu yaşayan özel üniversitelerin bulunduğu, dolayısıyla büyük dengesizliklere sahip bu piyasanın dengelenmesi gerektiği, “ piyasa” mantığı çerçevesinde açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun tek yolu olarak
taylorizmden postfordizme__
59 —
ise devlet üniversitelerinin tamamen paralı hale getirilmesi hedeflenmektedir. Böylelikle piyasada tam bir eşitlik sağlanacağı iddia edilmektedir.
Eğitim kurumlarının kar sağlayan işletmeler haline getirilmesinde ilk adım, toplam kalite uygulaması ile atılmıştır. T K Y ’nin temel ilkeleri olaraksa “ kaliteli mal ve hizmet üretimi, çalışanların niteliğinin artması ve dolayısıyla iş verimliliğinin artması ve yönetimin daha demokratik ve katılımcı olması” dile getirilmektedir..
Katılımcılık, kendini ifade hakkı, kararların birlikte alınması, sorunların birlikte çözülmesi vb. söylemler kamu e- mekçilerinin T K Y içinde kendilerini daha “ değerli” hissetmeleri için üretilmektedir.
Kamuda T K Y uygulamalarıyla birlikte; geniş halk kesimleri müşteri, kurumlar fabrika, emekçiler her işi yapabilecek “ kaliteli” eleman, yöneticiler de pazarlamacı olacaktır. Bu nedenle kamuda uygulanması istenen TKY, kamu kuruluşlarının tamamının piyasa koşullarına uyarlanmasını, üretim hizmetinin de metalaş- masını hedeflemektedir.
“ Devlette kalite” , kamu hizmeti olarak bilinen her tür faaliyetin özelleştirilmesi, esnek üretime geçilmesi, tekellerin dolaysız denetimi ve yönlendirmesine açılması, çalışanların ve hizmeti alanların birbirine rakip düşmanlar olarak parçalanması demektir. “ Devlette kalit e l i n gerçek anlamda tek bir amacı vardır; o da tüm kamu kurumlarının, kamuda çalışan emekçilerin “ kar eden işletmecilik” anlayışının gerekleri doğrultusunda çalışmasıdır. T K Y uygulamaları ticarileştirme sürecinin bir parçasıdır ve
— yol-------------------------------------------
tüm hizmetleri paralılaştıracaktır. T K Y mantığına göre devlet kar etmesi gereken bir şirketten başka bir şey değildir.
Milli Eğitim Bakanlığı, 2000 yılında “ Toplam Kalite Yönetim i Uygulama Projesi” adında bir çalışma başlatmıştır. Talim Terbiye Kurulu’nun gerekçelerini bir kenara bırakırsak;
Birincisi; “ kaiite” nin ana okulundan i- tibaren çocuklarda yaratacağı ilk etki, bireyin öne çıkartılması ve salt kendini düşünen varlıklar haline getirilmesi olacaktır. Toplumsal bir varlık olan insanın, toplumsal sorumluluk ve dayanışmadan tümüyle kopuk, toplumsal gelişimin ve mücadelenin olanaklarından soyutlanmış, tümüyle sisteme boyun eğen ve sistem tarafından empoze edilen verilere göre hareket etmesi sağlanmış olacaktır.
İkincisi; kapitalist sisteme boyun eğmek üzere, sermayenin fikirsel denetçileri ve ideologları olarak öğretmenleri hedefler, onları kendi çıkarları için ö rgütlemeyi gözetir. Sisteme muhalif eğitim emekçileri ayıklanacak, eğitim e- mekçilerinin doğrudan iş arkadaşlarını denetlemesi ve derecelendirmesi istenecektir. Açıkçası kalite sistemine göre eğitim yapan her kurum, çok uluslu şirketlerin denetimini de kabul etmiş demektir.
Üçüncüsü; eğitim emekçilerinin tümü esnek çalışmaya dahil edilmiş olacaktır. Kazanılmış tüm haklarını, örgütsel gücünü ve sosyal haklarını kaybetme a- şamasına gelecektir. 657 sayılı yasa zaman içinde kaldırılıp, eğitim emekçileri i- çin de mevcut İş Yasası geçerli kılınacaktır. İş güvencesi kaldırılacak, performansa göre istihdam ve ücretlendirme politikası getirilecektir. 20 İşçi sınıfının dahil
___ 60
olduğu cendere, kamu emekçileriyle daha da sıklaştırılacaktır.
Kaliteli eğitim tanımlaması, uluslararası tekellere kar ve daha çok kar sağlamaya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimliliği (!) artıran sisteme uyum eğitimini ifade etmektedir. Bu sistemle, yabancı eğitim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları kurumlan (okul, ü- niversite, kreş, öğretmenevi vb.) sözde ıslah etmektedir, hem de karlı birer işletme haline getirmektedir. Bunun ön hazırlığı da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırılmaktadır. Dolayısıyla, eğitimci, hiçbir biçimde egemen olamayacağı bir hizmetle, tümüyle işine yabancılaşmak ve amacından uzaklaşmak zorunda kalacaktır.
Eğitimin “ satışa çıkarılması” yeni bir süreç değil elbette. Yaklaşık 20 yıllık bir gelişimi var:
- Endüstriyel Okullar Projesi (1985)- Yaygın Mesleki Eğitim Projesi
(1987-1995)
- Milli Eğitim Geliştirm e Projesi (1990-1997)
- Temel Eğitim Projesi I (1998)- Temel Eğitim Projesi II (2002Ancak süreç aslolarak 1990’lardan
sonra belirgin hale gelmiştir. I990’da Dünya Bankası ile imzalanan 90 milyon dolarlık “ Milli Eğitimi Geliştirme Projesi” , 1988 ve 2002 yıllarında imzalanan 300’er milyon dolarlık iki “ Temel Eğitim Proje Kredisi” ile eğitim hizmetlerinin serbestleştirilmesi hedeflenmektedir. Yukarıda bahsi geçen G A TS anlaşmasının paralelinde işleyen bu süreç, Avrupa Birliği’ne sunulan Katılım Ortaklığı Bel
gesi’nde de yer almaktadır. Keza çokça tartışılan Kamu Reformu Yasa Tasarısında da eğitimin yerelleştirilmesi gündeme geldi. Bununla hedeflenen ise eğitim yönetimine yerel yönetimleri, borsa ve odaları, patron örgütlerini dahil etmek, finansman sorununu tüccar mantığıyla halletmektir.
Amaçlanan çok açık! Eğitime ayrılan, daha doğrusu ayrılmayan kamu kaynaklarının azaltılması; eğitimin özelleştirme kapsamına alınması; yüksek öğrenime girişin rasyonalize edilmesi; okullarla piyasa arasındaki bağın güçlendirilmesi; bu sayede eğitimin sermaye lehine yeniden yapılandırılmasıdır.
Tıpkı sanayide olduğu gibi okullarda da kalite konusu verimlilik ve ticari kar kelimeleriyle birlikte gündeme geldi. İnsanların hakkı olan eğitim hizmetleri satın alınabilir veya satın alınması gereken bir meta olarak kabul edilirken, emekçi halk müşteri derecesine indirgenmektedir. Okullarda eşit, bilimsel, demokratik ve parasız bir eğitim anlayışı yerleştirmek yerine; dayanışmadan çok rekabete dayalı, bireyciliği özendiren, kamu hizmeti olmasındansa piyasa ilişkileri içinde meta haline getirilen bir eğitim anlayışı yerleştirilmek isteniyor.
1993 yılından bu yana Dünya Banka- sı’nın desteğiyle yürütülen Müfredat Laboratuar Okulları, T K Y ’nin pratik olarak uygulandığı bir projedir. Türkiye’de şu anda 23 ilde 208 okulda uygulamaya konmuştur. Projenin değerlendirilmesi bütünüyle başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, şu an geldiği nokta; aynı okul içinde farklı sınıfların oluşması olmuştur. Parası olan velinin çocukları daha nitelikli bir eğitim alırken, yoksul a-
_______ taylorizmden postfordizme__
------------------------------ ----------- 6 1 ----
ilelerin çocukları üst üste, her anlamda yetersiz bir eğitim almaktadır.
Proje çerçevesinde Okul Gelişimi Yönetim Ekipleri (O G Y E ) adı altında kalite çemberlerini andıran birimler oluşturuldu. İdare temsilcisi, öğretmen temsilcisi, öğrenci temsilcisi, STK temsilcilerinin yer aldığı O G Y E ’ler, liderin (okul müdürü) ardında piyasa koşullarına uyumu inşa etmektedirler.
Eğitim ve T K Y üzerine bu noktaya kadar yazdıklarımızı, kamu hizmetinin tüm alanlarına yaymak mümkündür. Son günlerde gündeme gelen SSK Hastanelerinin devletçe el koyularak satılması projesi de bu durumun sağlık hizmetlerine yansımış biçimidir. En başında belirttiğimiz gibi G A TS anlaşması, kamu hizmetlerini özelleştirmeyi hedefleyen, halkı müşteri olarak tanımlayan küresel şirketin anayasası niteliğindedir.
SONUÇ YERİNE:POSTFORDİZM TARTIŞMALARI YA DA FORDİZM ÖLDÜ MÜ?
Yazının başlarında belirtmiştik. 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdiği kriz, yoğun uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönüşümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi isteği sermayeyi yapısal bir dönüşüme itti. Postfordizm, geçici ya da kısmi bir gelişme olmamakla beraber, sonuçta azalan kar oranlarını yükseltmeyi hedefledi. Ancak zamanla sermaye i- çinde postfordizm tartışılır hale geldi.
Tartışmanın yönlerinden biri Fordiz- 'me yönelik yapılan eleştirilere cevaptır. Bu tartışmanın ana ekseni Fordist üre
— yol-------------------------------------------
tim sisteminin tek tip veya çok sınırlı model seçeneğinde ürün üretmek zorunda olduğu şeklindeki algının yanlışlığına yöneliktir. “ Ford fabrikaları uzun yıllar tek tip ve siyah T model arabalar ü- retmiştir. Ancak bu, yığın üretiminin olmazsa olmaz koşulu değildir. General Motors Sistemi olarak bilinen sistem, montaj hattından farklı modellerde çok sayıda araba çıkartmayı başarmış, hatta buradan tasarruf da sağlamıştır.” 21
Aslında Fordizmin iki temel ekonomisi vardır. Birincisi üretim hacmini artırarak birim ürüne düşen maliyet miktarını azaltma mantığına dayanan ölçek ekonomileri; diğeri ise aynı montaj hattında ürün farklılaştırmasına, giderek pazarda daha çok yer tutmaya ve toplamda daha fazla mal satmaya dayanma, buradan bir optimizasyon modeli çıkartarak en yüksek kar seviyesine ulaşma ve aynı zamanda da yine birim başına düşen sabit maliyetleri daha fazla çeşide bölerek tasarruf elde etme sistemine dayanan çeşit ekonomileridir. Buradan hareketle çeşit üretebilme olanağının Fordist üretim sisteminde de mevcut olduğu ve hatta tercih edilen bir yol olduğu belirtilmektedir.
İkinci yön; postfordizmle birlikte öne çıkan küçük üretim birimlerinin, aslında küresel üretim zincirinin basit parçaları olduğudur. Bir yandan bu zincirin hiyerarşik yönlendirmesine tabi olurken, diğer yandan geçiş dönemi örgütlenmeleri olarak ortaya çıkan kimilerinin, bu a- lanın karlılığını fark eden çok uluslu şirketler tarafından ele geçirilmeleridir.
“ Küresel örgütlenmenin bir parçası olarak Denizli, Gaziantep, Çorum gibi yerlerde örgütlenmiş irili ufaklı aile şir-
62
ketleri gösterilebilir. Bu şirketler, büyük alıcının siparişine uygun olarak fason ü- retim yaparlar. Çalışma sistemleri hiç de esnek değildir. Hemen hepsi ISO standartları ile bağlanmış, ucuz işgücü merkezleri olarak sistemin bir parçasıdır.
Geçiş dönemi işletmelerine ise Türkiye’de bir dönem hemen her yerde o rtaya çıkmış PVC pencere üreticileri, akü üreticileri gösterilebilir. PV C ’ciler, Fırat Pen ya da VVinsa gibi büyük markaların ortaya çıkması ile bir bir yok olmuş; a- kücüler ise yabancı bir marka olan Tu- dor’un piyasada çok büyük bir pay kapmasıyla bu markanın bayii olarak çalışmaya başlamışlardır.” 22
Toplam kalite başlığında ele aldığımız, yeni teknolojilerin emeğin vasfını artırıp artırmadığı da tartışmalıdır. En ö- nemli anlaşmazlık vasfın “ insan” a mı, yoksa “ iş” e mi olduğu noktasındadır. B a rk o d sistemleriyle çalışan bir kasiyer, bakkal sahibinin hesap makinesine göre yüksek bir teknoloji kullanmaktadır, ancak yaptığı iş barkodlu ürünü makineye okutmak ve birkaç tuşa basarak ürünün toplam fiyatını müşteriye söylemekten i- barettir. Çalışanın yaptığı işe bakıldığında otomobil fabrikasında vida sıkan bir işçininki kadar basit, kendi kendisini tekrarlayan ve entelektüel birikim gerektirmeyen bir iş olduğu görülür. Bilgisayarla çalışıyor olmak çalışanın işe yabancılaşma düzeyini azaltmamaktadır. Aynı zamanda ileri teknoloji, çalışan için daha fazla denetim ve daha fazla otomasyon anlamına gelmektedir. Bilgisayar sistemli üretim teknikleri hep söylenegelenin aksine işyerlerinde çok daha katı bir hiyerarşi ve denetim getirmektedir.
Tüm bu tartışmaların sonucunda o r
taya çıkan sav; postfordizmin, aslında Fordizmin son moda bir entegrasyon sistemini ürettiğidir. “ Bu sistemde çok ülkeli şirketler daha önce görülmemiş oranda büyümekte, dünyanın her yerindeki üretim olanaklarını yönlendirmekte ve bu üretimin standartlarını belirlemektedir. Bu, Fordist üretim tarzından bir kopuş değil, aksine Fordizmi hazırlayan sürecin bir ileri aşaması gibi algılanmalıdır. Yeni standardizasyon aşaması dünya çapında marka ve tekel üretme yeteneğine sahip çok ülkeli şirketlerin küresel standartları hayata geçirme evresidir.” 23
Bu savı güçlendiren bir olgu robotlarla bile üretim yapılsa ürünler hala standart parça kullanılarak ve yığın üretimi temelli üretilmektedir. Bu nedenle Volkswagen her yıl en çok satan modeli Go lfü 800.000 adet üretmekte ve bundan hiç de şikayetçi olmamaktadır. Çünkü hala yığın üretimi, kar maksimi- zasyonuna olanak tanımaktadır.
Bu iddialara göre; kapitalistlerin esnekliği artırma ve sanayiin coğrafi yerleşmesinde avantajlar elde etme arayışında yeni hiçbir şey olmadığını ve kapitalizmin işleyiş tarzında köklü bir değişim tezi için ileri sürülen olgusal bulguların ya zayıf ya da hatalı olduğunu düşünmek mi gerekiyor? Esneklik fikrini yaymanın temel amacı, işçi sınıfı hareketlerini zayıflatan bir ideolojik ortama kasıtlı ya da kasıtsız katkıda bulunmak mıdır? Esnek üretim, kapitalizmin alışılmış hikayesinin biraz süslenmiş bir versiyonundan mı ibarettir? Bu çok kolaycı bir yargı olurdu. Böyle bir yargı kapitalizmi tarih dışı bir biçimde, dinamik olmayan bir üretim tarzı olarak eie almak olurdu; oysa kapitalizmin dünya tarihinde sürek
______ ^VK\Httrten oostfordızme —
----------------------------------------- 63 ----
li değiştirici bir güç olduğunu, bu gücün dünyayı sık sık farklı kalıplara soktuğunu biliyoruz. Esnek üretim, bu tür bir kalıptır.
Esneklik yönündeki adımın özde yeni bir yanı olmadığı ve kapitalizmin geçmişte de dönemsel olarak bu tür yollara yöneldiği vurgusu doğrudur. Ö te yandan esnek teknolojiler ve organizasyonel biçimler her yerde hegemonik hale gelmemiştir. Ama bu durum Fordizm için de geçerliydi. Günümüzde yaşanan; bazı sektörler ve bölgelerde (örneğin otomobil imalatı gibi) yüksek derecede etkinliği olan (birçok durumda esneklikten bir şeyler alan) Fordist üretim ile “ zanaat” türü, paternalist ya da patriyarkal ü- retim ilişkilerine dayanan ve emek üzerinde tümüyle değişik denetim mekanizmaları içeren daha geleneksel üretim sistemlerinin bir birleşimidir. Kuşkusuz 1970’lerden bu yana, “ geleneksel” biçimler montaj hattının aleyhine bir artış göstermiştir. “ Artı değer üretim ve mülk edinme sistemi içinde, piyasa yoluyla eşgüdüm (çoğu zaman taşeron ilişkiler biçiminde), dolaysız şirket içi planlama aleyhine değişmiştir. Küresel düzeyde işçi sınıfının doğası ve bileşimi de değişmiştir, bilinç oluşumunun ve politik eylemin koşulları da.” 24
Bu noktadan da hareketle şunu söyleyebiliriz; yeni fabrika olgusu Ford’un fabrikasından farklıdır, ama aslolarak fabrika örgütlenmesi temelinde değil, ü- retim örgütlenmesi temelinde. Çok u- luslu şirketlerin yönetim birimleri merkez ülkelerde, üretim birimleri okyanus aşırı ülkelerde taşeron firmalardadır. Spor ayakkabıda dünya pazarının yaklaşık %68’ine Nike ve Reebok gibi iki büyük firma hükmediyor. Üretim standart
— yol____________________________
ları da yine bu iki marka tarafından belirleniyor. N ike’ın dünyanın herhangi bir yerinde bir fabrikası yok. Çeşitli ülkelerde Nike için üretim yapan taşeron firmalar bulunuyor ve Nike bu sayede yılda 300 farklı modeli piyasaya sürüyor. Bu sistemde Nike, tek bir çift ayakkabı satışından elde edilen karın %40.3’ünü a- lıyor. Üçüncü dünyadaki taşeron fabrikalara kalan pay ise sadece %3.75’tir.
Benzeri bir durum Microsoft ve Intel üzerinden bilgisayar sektöründe yaşanmaktadır. Bu iki firmanın tek bir bilgisayardan elde ettiği kar %60’tır. Tayvan, Güney Kore gibi ülkelerde anakart yongaları, hard disk ve modem üreten firmaların toplam payı %39 civarındadır. Genellikle Ç in’de örgütlenmiş olan fiop- py, klavye, cd sürücü, kasa gibi parçaları üreten firmaların kardan aldıkları pay ise sadece %0.4’tür. 25 Bir başka örnek ise Benetton’dur. Benetton doğrudan üretime hiç girmez, bir bağımsız üreticiler ordusuna komutalar aktaran güçlü bir pazarlama aygıtı olarak çalışır.
Ancak 1970lerden bu yana gelen sürecin asıl özgül yanı, finansal piyasalardaki değişim ve yükselmedir. Güç sadece finansal piyasalarda yoğunlaşmakla kalmamış, küresel ölçekte finansal eşgüdüm alanında aşırı sofistike sistemler o rtaya çıkmıştır. Sermaye birikiminin esnekliği, aslolarak bu finansal sisteme dayanır. Dolayısıyla, üretimde, emek gücünde ve tüketimde gerçekleşen esnekliğin, kapitalizmin kriz eğilimlerine karşı ortaya çıkan finansal bir refleks olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Finansal sistem, gerçek üretimden tarihte hiç olmadığı kadar özerklik elde etmiştir. E- ğer “ eski” kapitaiizmle “ yeni” arasında a- yırt edici bir özellik arayacaksak önce-
__ 64
likle kapitalist örgütlenmenin finansal a- şamalarına bakmak gerekiyor. Ne var ki; bu durum, kapitalizmi her zamankinden daha istikrarsız ve krize eğilimli hale getirmiştir.
Tüm bu tablodan çıkartılabilecek sonuç; cennet adacıklarının yanı sıra dünyanın büyük kısmının cehenneme dönüşmüş olduğudur. Standartlar dünyasında, insanlığın yeni tüketiminin kuralları ve standartları verilmektedir. İstanbul’da, Hindistan’da ya da Tayvan’da karın tokluğuna taşeron firmalarda çalışan işçiler ve hatta çocuklar, bugünkü kapitalist üretim sisteminin temelini oluşturmaktadır. Ö te yanda T K Y uygulayan ana üretim birimleri de birer işçi cenneti değildir. TKY , pek çok işçi için aynı ücrete daha çok çalışmak ve artan gerilim anlamına gelmektedir. Üstelik yaşanan her krizde, sermaye kesimi, krizi emek maliyeti üzerinden yorumlama ve aşma refleksini korumaktadır.
1990-2000 yılları arasındaki verilere göre, genel olarak dünyada %100’lük bir verimlilik artışı karşısında %10’luk bir ücret artışı, Türkiye’de ise %100’lük bir verimlilik artışı karşısında ise yalnızca %0.6 (binde 6)’lık bir ücret artışı gerçekleşmiştir. Yine 1983-1999 yılları arasında dünyanın en büyük 200 uluslararası şirketinin karlarındaki artış oranı %362 olurken, istihdam ettikleri emek gücündeki artış sadece %14’te kalmıştır. 26
Kral fazlasıyla çıplak. Katılım, verimlilik vb. parlak sözlerin üstü kazındığında, altından yine azami kar, sömürü ve yoğun denetim çıkmaktadır. Emek-serma- ye çelişkisi başat çelişki olmaya devam ediyor ve emekçilerin dayanışmasıyla geleceği kurtarmak görev olarak önü
müzde duruyor.
* Panoptikon: Faydacı felsefenin kuramcılarından Jeremy Bentham tarafından özellikle cezaevleri için geliştirilen, görülmeden gözetim altında tutmaya imkan sağlayan mimari tasarım. Kavrama günümüzdeki yaygınlığını sağlayan Foucault, onu, cezaevi, hastane, okul ve kışla gibi “ total” kurumlarda uygulanan denetim ve gözetlemenin kaynağı olarak görür. Yani her işyeri artık bir panoptikon hapishaneye dönmüştür. Bu hapishanede gözetim için, iktidarın varlığını hissettirmek için çok sayıda denetçiye gerek yoktur. Burada mahkumlar, aynı anlama gelmek üzere işçiler kendi kendilerini denetleyecek bir özelliğe kavuşturulmaktadır. Foucault’nun ifadesi ile “gerçek bir tabi olma durumu” sağlanmıştır. Bu tabi olma işçiyi çalışmaya, e- mek ve zaman açısından daha yoğun çalışmaya kendiliğinden yönlendirmekte, dışardan bir güç kullanmayı gereksiz kılmaktadır.
DİPNOTLAR1. A. Alpay Dikmen, “ Standart Üründen Marka Standardizasyonuna” , iktisat Üzerine Yazılar l-Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, Der. A.H. Köse-F. Şenses-E. Yeldan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, sf. 2572. Prof. Dr. Hacer Ansal, “ Esnek Ü retimde İşçiler ve Sendikalar” , www.birle- sikmetal.org3. a.g.y.4. Prof. Dr. Nurhan Yentürk, “ Fordizm- den Postfordizme...” , DİSK-AR, Mart- Nisan 1994, sayı 155. Prof. Dr. Hacer Ansal, “Alternatif Teknoloji ve Son Teknolojik Gelişmeler” , Altertanif Teknoloji isimli kitaba
_______taylorizmden postfordizme__
----------------------------------------- 65 —
önsöz, David Dickson, Ayrıntı Yayınları, Haziran ’92, İstanbul, sf.236, 7, 8. Doç. Dr. Fuat Ercan, “ Postfor- dizmin Arka Bahçesi, Krizin Sevimsiz Çocuğu; Taşeronlaşma” , DİSK-AR, Mart-Nisan 1994, sayı 15 9, 10. Engin Yıldırım, “Türkiye’deki Toplam Kalite Yönetimi Uygulamalarının İşçiler ve Endüstri İlişkileri Üzerindeki Etkileri” , www.sendika.org I I. Yeni Yüzyıl gazetesi, 7 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.12. A.N. Nalıncı, “ Kalite Güvencesi Yö netiminin Toplumsal Bir Uyarlaması” , 3. Verimlilik Kongresi, 14-16 Mayıs 1997, Ankara13, 14, 15. Engin Yıldırım, a.g.y.16. Önce Kalite dergisi, Kış 199717. Yeni Yüzyıl gazetesi, 16 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.18. akt. Engin Yıldırım, a.g.y.19. Erkan Ayanoğlu, Eğitimde Toplam Kalite Yönetimi Gerçeği, Eğitim-Sen Yayınları, Kasım 2003, Ankara, sf. 4920. a.g.e., sf. 57-6021. A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 52822. a.g.y., sf. 528-52923. a.g.y., sf. 53024. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metin Yayınları, Kasım 1997, İstanbul, sf. 21925. A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 535-53626. Erkan Ayanoğlu, a.g.e., sf. 52
— yol------------- ---------------------------
__ 66
Mehmet Akyoi
GELECEĞİN SENDİKALARII. ÜRETİM SÜRECİNDEKİ DEĞİŞİM
Günümüzde endüstrileşmeden sonraki yeni bir aşamaya geçiş yaşanıyor, iş artık belli bir yer ve zamanla sınırlı bir süreç olmaktan çıkıyor.
Bilgisayarların üretim sürecinde kullanılması, fiyatlarının iyice ucuzlaması ile kitlesel bir yaygınlık kazanırken, yeni grafik ve obje merkezli yazılımlar kullanıma sınırsız alanlar açmakta, bilgisayar ağı tekniklerinin gelişmesi bir yere bağımlılığı ortadan kaldırmakta.
Böylece çalışma hayatı, özel yaşam ve sosyal yaşam arasındaki sınırlar kalkmakta, her gün yeni tipten örgütlenme modelleri, davranış biçimleri, kuralları i- le karşı karşıya kalmaktayız. Buhar makinesi, tren yolu ve akarband sistemi 20. yüzyılın merkezi -hiyerarşik- üretim sürecini yaratırken, şimdi tıpkı tarım-taşra hayatından şehir hayatına geçilmesi sürecine benzer yeni bir süreç yaşıyoruz. Yeni enformasyon ve komünikasyon teknikleri yeni tip işletmeleri (İT), yeni tip değer yaratma süreçlerini yaratırken emeğin yeniden tanımlanmasını da gündeme getiriyor. Bu süreçte mal akışı yerine bilgi akışı önem kazanıyor.(Atom yerine bit akışı, üretim yerine hizmet, endüstri üretimi yerine bilgi üretimi)
Klasik ekonominin tarım-endüstri- hizmet üçlemesi artık geçerli değil, çünkü kafa emeği eşittir hizmet üretimi denklemi geçerliğini yitiriyor. Üretim
sürecindeki otomasyon ve rasyonalleş- tirme ile kol emeği giderek artan oranda yerini kafa emeğine (danışma, bilgilenme, araştırma, geliştirme, organize etme, birbirine bağlanma, yönetme, biçimleme ve tanıtmaya ) bırakmakta. Ancak nasıl ki tarımın yerini endüstri almaya başladığı süreçte olduğu gibi tarım tümüyle yok olmadıysa, hizmet (kafa emeği) endüstriyi tamamen ortadan kaldırmayacak, endüstri de tıpkı tarım gibi giderek azalan ama ortadan kaybolmayan bir konuma girecek gibi görünüyor. Ü- retilen ürünler içinde maddi olanlar miktar olarak biraz artarken, oran olarak tarımın endüstri karşısında 60’lı yıllardaki oranına gerileyecek.
Klasik ekonominin ölçüleri, ağırlık, parça, fiyat ve zaman yeni ekonomi için ölçü olmaktan çıkmakta. Ancak ortaya çıkan şey, pek çoklarının sandığı yeni e- konomi (N ew Economy ) değil yeni e- konomik kurallardır. Üretilen bir mal satıldığında sahibi değişirken, şimdi sahibinde kalarak başkalarına satılmakta, kullanıma sunulmaktadır. Maliyet pratik olarak araştırma,geliştirme masraflarından oluşmakta; hammadde ve pazara u- laştırma masrafları sıfıra yaklaşmaktadır. Bir yazılım programı (Softvvare) üretildikten sonra bir sefer kullanılma yerine bir milyon sefer kullanılması için ek hammadde, ulaşım ve sermayeye ihmal edilecek düzeyde ihtiyaç vardır. O zaman ister istemez artı değer kavramı da yeniden tanımlanmak zorundadır.
Maddi tüketim maddelerinin üretiminde de benzer süreçler yaşanmakta. Örneğin yayınevleri artık bir kitaptan belli bir miktarda basıp piyasaya sürmek yerine tanıtımını yapıp elektronik postayla sipariş almakta ve kitaplar gene e- lektronik olarak kontrol edilen matbaalarda sipariş kadar basılıp tüketiciye u- laştırılmaktadır (Books on Demand). Elbette kitapların sadece elektronik olarak yayınlanması rüyasını gündem dışı tutmak gerek ama gelecek böyle görünüyor. Benzer şeyleri, tüketicinin elektronik olarak verdiği siparişlere göre yapılan elbiseler, kozmetik ürünleri, mobilyalar için de söyleyebiliriz. Ürünlerini bir mekanda kitlesel olarak üreten ve pazara sunan devasa fabrikalar yerlerini elektronik olarak yönetilen küçük işletmelere bırakmaktadır.
Nasıl ki bir romanın değeri sayfa sayısı veya ne kadar zamanda yazıldığıyla değil içeriği ile ölçülüyorsa, benzer şekilde üretim için harcanan zaman da artık nicelik olarak bir değer taşımamakta yalnızca nitelik önem kazanmaktadır.
Maddi tüketim maddeleri için geçerli olan fiziksel sınırlamalar entelektüel tüketim maddeleri için geçerli değildir, ü- retilenden fazlası tüketilemez, ürün miktarı sonsuz olamaz kuralları bir kenara atılmıştır. Çalışma süresinin kısaltılması üretkenliği arttırmaz, tam tersine çalış- ma-özei-sosyal yaşam arasında ki sınırların kaldırılması üretkenliği arttırır.
Klasik ekonomide bir mal ne kadar azsa değeri o kadar artar kuralı da tersine döner, bilgisayar ağları gerçekliği ile bir program ne kadar çok kullanılırsa o kadar değerli olur. Microsoft örneğinde olduğu gibi bu durum akıllara durgunluk
— yol________________________ ___
veren bir tekel olgusu yaratır, hatta bazıları programlarının temel taşını bedava verecek duruma gelir. (Linux’ da olduğu gibi)
Hammadde, üretim araçları, enerji ve toprak, üretim süreci içinde oran o- larak değer kaybederken, insanın kendisi üretici güç olarak tekrar öne çıkmaktadır.
II. ÜRETİMORGANİZASYONLARINDA YENİ OLAN NE?
Bu gerçeklikler ışığında üretimin o rganizasyonu nasıl değişmiştir-değişecek- tir? Öne çıkan en temelli değişiklik, merkezi-hiyerarşik organizasyonun yerini desantral-otonom(kendi içinde bağımsız) birbirlerinin kopyası olmayan küçük birimlerin alması. Kapitalizmin başlangıcındaki bağımsız küçük işletmelerden farklı olarak bu birimlerin arasında bir bilgi akımı vardır, onları birbirine bağlayan pazarın yanı sıra bu akımdır.
Kapitalizm geliştikçe işletmeler tekniğe bağlı olarak büyümüş, ikinci evrensel paylaşım sonrası yüksek konjonktür döneminde en yüksek düzeye varmıştır. İşçinin temel işlevi kendine verilen-bu- yurulan işi yapmaktır, bu işi ne kadar iyi yaparsa o kadar iyi işçi olmuştur. Ü re tim öncesi araştırma-geliştirme-pianla- ma ve üretim sonrası tüketiciye sunma süreçleri dışına itilmiştir. Bizzat yaptığı i- şin nasıl yapılacağı bile kendisi dışında belirlenmiştir.
Bu Fordcu-Taylorcu sistemin tıkanmaya başlaması ile ilk olarak işçinin atıl duran kafa emeği üretim sürecine dahil edilmeye başlanmıştır. Grup çalışması,
68
kalite çemberleri derken işçinin kafa e- meği üretim öncesi ve sonrası süreçlere de yayılmaya başlamıştır. İT tekniklerinin devreye girmesi ile işçinin kafa emeğinin yani yaratıcılığının üretim sürecinde maksimum düzeyde kullanılması mümkün hale gelmiştir. Kafa emeği yo ğunluklu üretim ise buyurmayı asgari düzeye indirmek zorundadır, yoksa yaratıcılık lafta kalır. Bugünkü kapitalizmin gücü buradan kaynaklanmaktadır, kü- çük-otonom üretim birimlerini bir ağ ile birbirine bağlamak ve bu ağın kontrolünü elinde tutmak. Sermaye sahibi neyin nasıl üretileceğini işçiye bırakmakta bir sakınca görmüyor, tek sorunu oluşan a- ğın kontrolünü elinden çıkarmamak.
Yanlış anlaşılmalara yer vermemek i- çin bir kez daha tekrarlayalım, maddi tüketim maddelerinin üretimi, tıpkı tarım üretiminin endüstriyel üretim karşısında gerilemesi gibi .sanal üretim* karşısında gerileyecek ancak yok olmayacaktır. Nasıl ki bugün hala tarım işçileri varlıklarını sürdürüyorsa ( hem tek tek ülkelerde hem de dünya ölçüsünde ) endüstriyel maddi tüketim maddelerini üreten işçiler de varlıklarını sürdürecektir. Tarım işçileri nasıl endüstri işçilerine nazaran daha kötü koşullarda çalışmaya mahkum edildiyse, bu işçileri bekleyen akıbet de odur (hem tek tek ülkelerde hem de dünya ölçüsünde).
İT tekniklerinin üretime girmesi bir anlamda buhar makinesinin yerini elektriğe bırakmasından daha köklü sonuçlar doğuracaktır ve bu süreç henüz başlamıştır. Buharın yerini elektriğe bırakması ilk yıllarda bırakın üretkenlik artışını üretimin düşmesine bile neden olmuştu, tıpkı İT tekniklerinin son on-on beş yıldır bürolarda kullanılmasının bir üret
kenlik düşmesine neden olduğu gibi. Ne zaman ki elektriğin kullanılması yeni ü- retim organizasyonu ile birleşmiştir o zaman olağanüstü bir sıçrama yaşanmıştır. Şu anki süreç de, İT tekniklerine denk düşen üretim organizasyonun ortaya çıkma sürecidir. Yalın üretim teknikleri ile atılan ilk adımları önümüzdeki yıllarda daha muazzam adımlar izleyecektir.
Üretim sürecinde bu denli büyük değişimler olurken sendikal hareket hala eski örgütlenme modellerinde ayak diretmektedir. H er şeyden önce mevcut sendikal yapılanmanın endüstrileşme dönemine ait olduğu hala görülmek istenmiyor, yeni örgütlenme modelleri a- ramak yerine mevcut yapının nasıl daha yetkin hale getirileceği tartışmaları sürüyor. Endüstrileşme döneminin homojen bir işçi sınıfı yapısının yansıması olan hepsi birbirinin aynısı yapılanma modellerine denk düşen tek tip sendika anlayışından vazgeçilmek istenmiyor.
Yukarıda belirtilen tarım ve maddi tüketim malları üretimi yapan işçiler i- çin, eski tip sendika modelleri belli değişimlerle bir model olarak kalmaya devam edebilir, ki bu kesimler yakın bir gelecekte tüm çalışanların en fazla üçte birini oluşturacaklardır. Sorun gelecekte çalışanların büyük bir çoğunluğunu oluşturacak, ‘sanal üretim işçilerinin* sendikal örgütlenmesidir.
Geleceğin sendikaları nasıl olacaktır sorusunu sormadan geçemeyiz kuşkusuz. Hemen belli birkaç özelliğe işaret e- delim. Tıpkı üretim organizasyonu gibi desantral'-otonom bir yapılanma gereklidir. Çünkü, ‘sanal üretim işçileri* yekpare bir yapı oluşturmazlar, her birinin
____________ geleceğin sendikaları___
69 —
— yol
kendine göre belli karakteristikleri olan büyüklü küçüklü bir sınıfsal yapıdır söz konusu olan. Bunları tek bir çatı altında toplamak yerine kendi içlerinde örgütlenmeleri ve birbirleri ile bir ağ aracılığıyla bağlanmaları sağlanmalıdır.
Tek başına bu gerçeklik bile görevin ne kadar zorlu olduğunu, daha doğrusu yaratıcılığa duyulan ihtiyacın gösterir. H er sınıf ve katman kendi modelini bulmak zorundadır, ona buna model dayatmalara hiç yer yoktur. Üstelik bulunan modellerin sürekli olmaları bile mümkün değildir, sürekli ve baş döndürücü hızla gelişen-gelişecek üretim teknik ve organizasyonları belli aralıklarla bu modelleri değiştirmeyi de zorunlu kılar.
Bu gelişimin uzak merkezlerden izlenmesi mümkün olmayacağına göre, sendikaların da işyeri içinde olmalarını gerektirir. Buradan hareketle profesyonel sendikacılığın gereksizliğine varmak da mümkündür. Üretimi örgütleyen kafaların kendi çıkarlarını örgütlemeleri de elbette mümkündür, ancak bugünden bakınca bu biraz da geleceğin konusu o- larak kalacak gibi gözüküyor, denenecek ve doğru olan bulunacaktır. Ancak bugünden belli olan sendikaların sosyal yaşamın içinde olmaları, hatta bizzat sosyal yaşamı örgütleyen birer kurum haline dönüşmeleri gerekliliği. Üretim sürecinde yaşanan değişim, işçileri bir yandan a- labildiğine kişiselleştirirken bir yandan da daha sağlamca birbirine bağlayan ilişkileri yaratıyor-yaratacak. Kişiselleşme işçiyi kendi içine kapatarak, diğer çalışanlarla ilişkisini köreltmeye yöneltir. Bir ağaç gibi tek ve hür ama kendiliğinden bir orman gibi kardeşçesine olma bu kapitalist şartlarda mümkün değildir, işte sendikalar tam da bir orman olma
nın araçiarını-örgütlerini yaratmalıdır, sınıfa ‘sosyal bir ev‘ sunmalıdır.
III. DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞTA DEVRİM
Yukarıdaki gerçekleri bir ‘zihin jimnastiği' yapmak için sıralamadıysak, amacımız sadece dünyayı anlamak değil ama aynı zamanda değiştirmekse, bunu nasıl yapacağımızı da söylemek zorundayız kuşkusuz.
Üretim yapanlara adeta her gün yeni bir yoi, yöntem denetiliyor, uygulatılıyor. Buna karşın onlar hala eski düşünce sistemlerinin dört duvarı arasında sıkışıp kalmaya zorlanıyorlar. Düzeni değiştirmek için ‘yanıp tutuşanlar’ ise eski davranış biçimlerinden kurtulamıyorlar. Biri düşüncede, diğeri davranışta devrim yapmak zorunda, ama bu iki devrim birlikte olabilir mi ?
Kapitalist üretim modeli kafa emeği ile kol emeğini kendi işbölümü planı çerçevesinde ayrı ayrı kullanarak işe başladı, kafa emeği üretimin planlamasında kol emeği de üretim gerçekleşmesinde kullanılacak şekilde birbirinden ayrıldı. Bu gün bir yandan satın aldığı işgücünden azami ölçüde yararlanmak için onun kas gücü yanında düşünme gücünü de ü- retim için kullanmak için yol ve yöntemler denerken (yalın üretim) bir yandan da giderek önem kazanmaya başlayan maddi olmayan üretim için satın aldığı işgücünün düşünce gücü yanında onun duygularını ve bilimsel-teknik tüm bilgi ve yeteneklerini kullanabilme yollarını a- rıyor ve buluyor. Kısacası artık geleneksel bir kafa emeği ile değil yepyeni karakterde bir emekle karşı karşıyayız
70
(‘kafa emeğinde devrim’!)İnsanın bu denli üretim süreci içinde
rol almaya başlaması bizi ister istemez bu konuda en çok yazanın eserlerine yeniden bir göz atmaya zorladı. Aşağıda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konuda düşüncelerini özetleyen uzun bir alıntı var. Bu satırları bir kez daha yukarıdaki anlatılanları akıldan çıkarmadan okuyalım.
Tarih ve Üretici Güçler:
Klasik tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. D iyalektik metotlu klasik tarihsel maddecilik; hangi çağda olursa olsun, insan top- lumunun, genel olarak ve son duruşmada, “ Ü RET İC İ G Ü Ç L ER ” le hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi “ Üretici Güçler” in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bi- lim’e ısmarlamıştır.’
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin konusu da budur, tarih boyunca yaşanan geçiş konaklarında (ki onları Tarihsel Devrimler olarak adlandırır) üretici güçlerin rolleri her dönem için ayrıntılı irdelenmiştir. Peki kapitalizmden bir üst aşamaya geçiş içinde bu üretici güçlerin konumları ne olacaktır? Aynı yerde şu tespit yer alır;
‘Modern Toplumda Teknik: Maddi coğrafya ve manevi tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yalnız teknikle kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum
biçiminde olursa olsun insan: I- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İ- çinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3-Elinde tuttuğu tekniğe göre bir kolektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, antika tarihte her belirli medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kolektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır.’
Tarihsel geçiş dönemlerini bu denli duru tespit eden bu görüşten ne sonuçlar çıkarabiliriz ? Söylendiği gibi, modern toplumda teknikle kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Daha da ilginci tıpkı kapitalizm öncesi toplumlarda olduğu gibi kolektif aksiyon gücü azalmaktadır veya en azından görüntü budur. Oysa yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, kapitalizm nihai hedefi olan karın maksimize edilmesnçin, bin bir türlü üretim organizasyonlarını çok başarılı bir biçimde bir araya getirmektedir. En ilkel sermaye birikim metodu ile en gelişkini adeta yan yana durabilmekte, aynı amaca hizmet edebilmektedir. Bunun ‘kutsal sırrı* nerede gizlidir?
Frankfurt okulu düşünürlerinden Fo- ucault bir konuşmasında egemenlerin yönetme becerisine (Gouvernmentati- taet) dikkat çeker. Bu onların sınıf olarak hareket etmelerinden ortaya çıkan bir karakterdir, kendiliğinden sınıf olma
____________ geleceğin sendikaları___
71
sürecinden kendisi için sınıf olma sürecinin sonunda bir mükemmelliğe kavuşmuştur.
İşçi sınıfı kolektif aksiyonun son kırıntılarından kopuşan serf ve zanaatkarların bir araya gelmesi ile oluşur ve kısa zamandan endüstri proletaryasına dönüşürken o güne kadar görülmeyen bir kolektif aksiyon yeteneğine kavuşur. Bu yetenekle Paris Komünü ile başlayan süreç Ekim devrimi ile sürer, kendisi için sınıf olma yolundadır. Ancak bu süreç bilindiği gibi bir kırılma yaşadı, uzansak ulaşacağımız kerte yaklaşan sosyalizm bir anda yeniden ütopikleşti. Yaşanan dönemin, işte bu kırılan sürecin yeniden inşası olarak görülmesi gerekir, ilk evrede oluşan kolektif aksiyonun çok daha mükemmelinin alttan alta oluşmasını yaşıyoruz günümüzde. Nasıl ki egemenler kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf olurken en mükemmel yönetme biçimini geliştirdilerse, işçi sınıfı da önünde olan geçiş konağını, ortaya çıkan bu gelişkin kolektif aksiyonu ile geçecektir.
Peki nedir bu sınıfın en üst kolektif aksiyon yeteneği? İşte günümüzün araştırma konusu tam da bu sorunun cevabı olmalıdır. Konu geleceğin sendikaları o- lunca soruya cevap aramak daha da yakıcı hale gelmektedir kuşkusuz.
Şimdi yanıt bekleyen soru şudur: İnsan üretici gücünü bugün nereye koymalıyız?
Yazının amacı: Herkesin önüne hazır reçeteler sunmak değil, bir çıkış yoluna olabildiğince ışık tutmaktır. Bunun için bir kez daha sendikal hareketin bu güne kadar yaşadıklarına bir göz atmak da gereklidir.
— yol-------------------------------------------
IV. SENDİKAL MÜCADELE MANTIĞININ GELİŞİMİ
I. Serbest rekabetçi dönem- Kendiliğinden bir sınıf olma özelli
ğinden kendisi için bir sınıf olma süreci içerisinde sendikalaşma: İşçileşme sürecine girişle birlikte geride bırakılmak zorunda kalınan sosyal, kültürel ilişkilerin yerine yeni durumun ortaya çıkardığı sorunları çözmeyi, yeni sosyal, kültürel ilişkileri ortaya çıkarmayı amaçlayan kurumlaşmalar biçiminde ortaya çıkmıştır.
- Bu dönemde, sömürünün sınırlandırılması amacıyla iş gücünün ‘satış’ koşullarının ortaklaşa belirlenmesi için gerekli ön şartların yaratılması (işgücü karteli yaratma) temel mantıktır.
- Kapitalizmin her kurumu ile kendini dayatmasına karşı çıkma ve kapitalizmi aşmak isteyen toplumsal hareketlerin içinde yer alma düşüncesi ön plandadır.
Belirleyici güç: Devlettir. Henüz iktidarını sağlama alamamış olan burjuvazinin geniş tavizler vermesi söz konusu değildir, legal mücadele sınırlıdır, dolaylı mücadele yöntemleri (hastalık kasası kurulması vb ) önde gözükür.
li. Tekelci dönem- Sermaye ile uzlaşarak, sistemi de
ğiştirme dışında hemen hemen her a- landa isteklerin kabul ettirilmesi süreci başlar. Sömürünün sınırlandırılması, sosyal sigortalardan evrensel hakların kabulüne kadar verilen mücadelelerin meyveleri olur. Böylece sosyal devlet kavramının kurumlaşması gerçekleşir.
__ _ 72
- Sendikal hareketten sendikaların kurumlaşmasına geçilir ki, bu beraberinde bürokratlaşma eğilimlerini de beraberinde getirir.
Belirleyici güç : Devlet (sermaye) - Sendika işbirliğidir.
Belirleyici etken : İktidarını sağlamlaştıran, üretkenliği arttıran, yeni sömürgecilikle kendi ülkesine değer transfer etmeye başlayan tekelci burjuvazide uzlaşmacı eğilimler baş gösterirken, işçi sınıfının bir ülkede iktidar olması karşısında ‘işçilerini’ kendi tarafına çekme taktiği görülmektedir.
III. ‘Duvarın yıkılışı’ sonrası- Birinci evrensel paylaşım sonrası
bir ülkede, ikinci evrensel paylaşım sonrası ise dünyanın üçte birinde iktidar o- lan işçi sınıfının egemenliğinin çöküşü i- |e emek sermaye arasındaki güç dengesi kökten değişir, sermayenin çalışanlara taviz verme ihtiyacı geniş ölçüde o rtadan kalkmıştır, sınıf artık bulunduğu ülkedeki gücü kadar taviz alabilen bir konuma gelmiştir.
- Sınıfın yeniden yapılanmasına denk düşen örgütlenme modelleri henüz bulunamadığından yeni katmanların örgütlenmesi gerçekleştirilememiş, klasik ö rgütlenme yöntemleri dışına çıkılama- mıştır.
- Küreselleşme karşıtı hareketler başta olmak üzere döneme özgü ortaya çıkan düzen karşıtı hareketlerle ortak bir yürüyüş rotası belirlenememiştir.
Belirleyici etken : İşveren kesimi uzlaşma yerine açık sınıf savaşını tercih etmektedir, devlet sendikaların isteklerine rağmen adeta devre dışı bırakılmıştır.
V. SENDİKAL ÖRGÜTLENME MODELLERİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR
İşin ilginç yanı sendikal hareket içindeki Marksist kesimlerin sınıf içinde bölünmeyi tespit etmekle yetinmeleri, buradan hareketle sendikal örgütlenme mantığında ne gibi değişiklilikler yapılmasını tartışmaya açmak yerine belli başlı iki noktada yoğunlaşmayı yeterli görmeleridir. Bir kısmı haklı olarak işyeri örgütlenmesini esas almaktan söz e- derken bir kısmı sendikal hareketin bölünmüşlüğünden hareketle sendikal birlik istemlerine varıyor. Veya bu iki görüşün arasında gidip geliniyor.
Esas olarak bu iki yönelimin veya onların varyasyonlarının doğru olduğunu belirtelim. Hatta daha ileri giderek, sendikal hareketin yeniden içselleştirilmesi olarak tanımladığım işyerlerine, sendikal hareketin ilk doğduğu günlerde olduğu gibi, geri dönme en can alıcı noktalardan biri. Ama prensip düzeyindeki bu doğrular nasıl hayata geçirilecektir? Bu soru bizi ister istemez sendikaların nasıl örgütlenmesi sorusuna götürecektir.
Devam etmeden belirtelim, genel o- larak örgütlenme prensipleri konusunda sol sendikal muhalefet dünyanın her yerinde aynı şeyleri söylüyor, sendika bürokrasisine karşı aşağıdan yukarıya demokratik örgütlenmeden, karar mekanizmalarında çalışanların doğrudan söz ve karar sahibi olmasına kadar. Ama buraya kadar söylenenler prensip düzeyinden ileri gitmiyor, bizatihi örgütün kendisi nasıl olacak sorusuna bir cevap o rtalarda görünmüyor.
____________ geleceğin sendikaları___
----------------------------------------- 73 —
VI. TEK TİP SENDİKACILIK
Dönüp 200 yıl gerisine, sendikaların ilk ortaya çıktığı döneme bakalım, sınıfın kendini korumak için oluşturduğu ilk ö rgütlenme modelleri, Manifesto ve Ko mün sonrası ete kemiğe büründü ve bugün her yerde rastladığımız sendikal ö rgütlenme modeli ortaya çıktı, taban ö rgütlerinden -işyeri ve yerel birimlerden- işkolu, bölge oradan da merkezi yapıya. Aşağıdan yukarıya giderken sendikal aparatın profesyonelleşmesi, bir ülkedeki sendikaların bir araya gelerek federasyon vb. oluşturmaları ve benzeri. Sendikalar konusundaki tartışmalar ise temelde bu tip sendikaların işleyiş prensipleri üzerinde yoğunlaştı, tartışmalar dönüp dolaşıp kaçınılmazca tüzük maddelerine takıldı.
Sınıfın homojen bir yapıya sahip olmasının doğal sonucu olan bu tek tip sendikal örgütlenme hala bir değişime uğramış değil, sendikal örgütlenme denince akla gelen tek örgütlenme biçimi hala bu. Kimsenin hakkını yemeyelim, bunun dışında elbette başka tipten ö rgütlenmeler de var. İtalya’da ki sendikal konseyler, Hindistan ve Meksika’da ki kadın sendikaları, N ew York konfeksiyon işçilerinin .bürokrasisi’ olmayan bağımsız sendikaları ve daha bir dizi örgütler. Dikkatinizi çekerim ben de bunlara sendikadan çok ‘örgüt’ deme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bütün bunlara, ya yerel şartların ortaya çıkardığı örgütler, ya da belli bir politik akımın ‘politik or- güt-sendika’ karışımı örgütlenmesi olarak bakıyoruz. (Özellikle Anarko-sendi- kalist akımların)
Bunlar elbette doğru tespitler, yani
— yol-------------------------------------------
‘evrensel’ geçerliliği olan örgütlenme biçimleri değil ve sorunun can alıcı noktası da bu zaten, ‘evrensel’ bir örgütlenme modeli aramak zorunda mıyız ? Başka bir deyişle sendikal örgütlenmeler tek tip olmak zorunda mı? Hatta soruyu daha da derinleştirebiliriz, bir sendika her işyerinde, her şehirde, mahallede ayni tip örgütlenmeye sahip olmalı mıdır? Bir sendika bir işyerinde legalite- yi sonuna kadar zorlayarak örgütlenmesini temellendirirken, neden bunun önünün tıkandığı yerlerde legal sendika olarak legal sınırlar içinde kalmak zorunda kalalım ki! Patronlar kendi yasalarına uymuyorsa biz neden uyalım? Sadece sendikaların değil sol muhaliflerin de tüylerini diken diken edecek bir dizi soru.
Bunu elbette her yerde, her kademede mutlaka ayrı bir örgütlenme olmalıdır noktasına götürmemek gerekli. Bir işkolunda grev kararı alınması için mutlaka merkezin onayı gerekli iken başka bir alandan tek başına bir işyerinde çalışanların kararı ile greve gitme mümkün olabilmeli. Evet böylesine bir örgütlenme anlayışı tam bir kaos ortaya çıkaracaktır, ama zaten kaotik bir ortamda üretim yapmıyor muyuz? Sermayedar karını arttırmak için kılını kıpırdatmadan üretim sürecinde hemen bir kaos yaratm ıyor mu? Şöyle demek de mümkün, sendikal hareket eskiden kendine klasik savaş yöntemleri ile saldıran sermayeye karşı, klasik savaş süründürecek sendikal yapıları oluşturmuştu. Şimdilerde klasik savaş yöntemlerinden gerilla taktiklerine geçmiş olan sermayeye karşı hala klasik savaş yöntemleri ile mücadele etmekten vazgeçmiyor!
74
VII. YATAY VE DİKEY BÖLÜNMELER
İlk bakışta bir kez daha elimizde bir pusula ve gökte kutup yıldızı ile dalgalı denizde yön bulmaya çalışan denizciler gibi yol almaya çalışıyoruz denebilir. Zaten yukarıda sıralanan örnekler böyle bulunmuş gibi görünüyor. Başka teknik buluşlar yapmak bugün mümkün değil mi ? Böylesine bir birikim olduğu ortada, cesaretlice ileriye dönük bir adım atarak yeni sendikal örgütlenmeler yaratma görevi ile karşı karşıyayız.
Çıkış noktamız ne olacak? Henüz hazır reçetelerimiz olmadığından elimizde birikenlere bakalım, ilk göze çarpan üretim sürecindeki değişme ve bunun doğrudan bir sonucu olarak sınıfın yapısının da değişmesidir. Monolitik bir yapıdan mozaiğe geçişle birlikte sınıfın yeniden -Marksist anlamda- tanımlanması gerekmektedir. Bu kuşkusuz kendine has bir araştırma konusu olmalıdır. Biz burada böyle bir araştırmayı derinleştirme iddiasında olmadan, sendika! örgütlenme i- çin önem taşıyacak belli konulara değinmekle yetineceğiz. Sınıfın yeniden tanımlanması süreci ilerledikçe, bunun sendikal örgütlenmeye yansıması da irdelenmelidir.
Konu ile doğrudan ilişkili olmasa da bir konuyu daha göze batırmakta yarar görüyorum. Üretim sürecindeki değişim yalnızca sınıfı dönüştürmüyor, toplum bir bütün olarak yeni bir yapılanmaya gidiyor. Bir üretim süreci organizasyonundan diğerine geçiş, önce sınıfta ve o- nun örgütlerinde, onu takiben tüm toplumsal süreçlerde değişimi zorlar. Ö r neğin Fordizm üretim sürecinde akar
bant sisteminden sosyal devlete kadar toplumun her alanında değişime yol açtı. Bugün yalın üretim (Lean Production) ve türevleri üretim sürecini yeniden ö rgütlemektedirler, henüz tamamlanmayan bu süreç tüm toplumsal süreçlere -elbette her türden örgütlenmelere de- kendini dayatıyor.
Yeni üretim organizasyonu ile ortaya çıkan sınıf içi bölünmeler nelerdir sorusu kadar, bu kadar bölünen bir yapıda nasıl bir birliktelik vardır ki hala bir sınıftan bahsediyoruz sorusu da önemlidir hiç kuşkusuz. Sırayla gidersek öncelikle bölünmelerin karakteristikliklerini bulmaya çalışalım.
Sınıf içerisindeki ilk bölünmeler yatay düzeyde ortaya çıktı, bu biliniyor, düz işçiden kalifiye, oradan beyaz yakalılara kadar bir dizi katman ortaya çıktı ve bunlar sınıf içinde bir hiyerarşi oluşturdular. Bugünkü süreçte bu yatay bölünmenin derinleşmesi ve çeşitlenmesi yaşanıyor. Bir yandan katmanlar arasındaki sınır duvarları kolayca üzerinden atlanacak yükseklikten yukarı çıkarken, diğer yandan yeni katmanların da ortaya çıkması söz konusu. Ülkemizde bu konuya biraz kafa yoranlar bu konuda şu tespitleri yapıyorlar, ‘sermayedar sınıfı çalışanlar arasındaki eşitsizliklerden yararlanarak ve bu kesimler arasında yapay ayrımlar yaratarak sömürüyü yoğunlaştırmaktadır. Sermayenin artan e- gemenliği ve bizlerin bölünmüşlüğü, yaşam ve çalışma koşullarımızın her geçen gün ağırlaşmasına neden olmaktadır. Çalışanlar bir yandan üretim sürecinin fiili sonucu olarak ayrışırken (geçici işçi, ev çalışanı, enformel sektör çalışanı vb.) bir yandan da statüler olarak (işçi, memur, sözleşmeli, taşeron işçisi, kapsam dışı
geleceğin sendikaları__
75 _
— yol
personel) farklılaştırmaktadır. Bu ayrıştırma, bölünmüşlük durumu sınıfın gücünü azaltmaktadır. Sendikal yapılar ise statü farklılıklarını temel alarak oluşturulmakta ve milyonlarca işçiyi örgütlemeye yönelmemektedir. Bu da sendikaları etkisiz kılmaktadır. Ö te yandan iş- kollarının fazlalığı bu bölünmüşlüğe arttırıcı etki yaratmaktadır. Böylesi bir süreçte mevcut sendikal yapıların yeni bir örgütlenme modeli yaratmaları zorunluluk haline gelmiştir. Bu nedenle çalışanların ortak örgütlülüğünü sağlayacak politikalar oluşturulmalı ve somut adımlar atılmalıdır. Bu adımların atılacağı ilk yer işyerleridir. İşyerlerinde farklı statüde çalışanların oluşturacağı komiteler üzerinden yeni yapılanmalara gidilmelidir. Etkin bir mücadele bu araçlar üzerinden şekillenecektir.’ (BSH çağrısı )
Bu tespitler önemli ama yüzeysel, somut yönelimler konusunda da dişe dokunur bir şey söylenmiyor. Sendikal hareketin bu alanda yaptıklarına bir bakışla konuya devam edelim.
VIII. TARTIŞMALARA BİR ÖRNEK
Sendikal Hareket içindeki tartışmalarda sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışma konusunda süren tartışmalara bir göz atmak, buradan hareketle elde edilen bir ‘başarıyı’ irdelemek öğretici olacaktır. Sendikal hareketin temel düşüncelerini, örneğin ‘enformei alanının örgütlenmesi’ konusu şöyle özetlenmiş;
‘Sivil Toplum Örgütleriyle İlişkiler; Sendikaların enformei ekonomide ö rgütlenmesi sivil toplum örgütleriyle (N G O ) ilişki sorununu gündeme getir
__ 76
mektedir. Aslında sivil toplum örgütleri enformei sektör çalışmalarına ilişkin ö- nemli fonlar elde etmektedirler. Enfor- mel çalışanlar ile daha rahat ilişki kurabilmektedirler çünkü bu işçilerin acil-ya- şamsal talepleriyle ilgilenmektedirler. (...) Yoksulluğa karşı mücadelede sendikalar ve sivil toplum örgütleri sokakta yan yana yürümektedirler. Bu yapıcı bir diyalog zemini yaratmaktadır. (IC FTU Aylık Yayın Orgam’nın (Trade Union W o rld ) Mayıs 2001 tarihli sayısında yer alan Cecilia Locmant imzalı yazılardan derleyen T. Çoban ) ’
Bu noktadan hareketle N G O ’lar, sendikaların da desteği ile bir ‘temiz çamaşır’ kampanyası (Clean Clothes Cam- paign, C C C ) başlattılar. Kampanyanın a- macı, dünyanın neresinde olursa olsun giydiğimiz çamaşırların insani çalışma koşullarında üretilmesi olarak özetlenebilir. Emek yoğunluklu bir üretim olan tekstil- üretimi, işçi ücretlerinin yüksek olduğu kapitalist metropollerden üçüncü dünyadaki ‘işgücü cennetlerine' taşınalı yıllar oluyor. Bu süreçle birlikte A vrupa’da endüstriyel alanda çalışan işçiler önemli oranda azaldı, sendikaların geleneksel zemini kaybolmaya başladı. Yeni ortaya çıkan alanlarda örgütlenme becerisi gösteremeyen sendikalar uzun bir süre bu işyerlerinin kendi ülkelerinde kalması için çaba gösterdiler, tavizler verdiler, ama gene de üretimin kaydırıldığı ülkelerdeki kadar ucuz işgücü sunmaları mümkün değildi, ama sendikalar kendi sermayedarlarını ikna etme uğraşından vazgeçmediler. Bazı aklı evvel sendikacıların aklına takılan bir fikir önce tam olarak anlaşılmadığından ve biraz da hayali olduğundan önce pek taraftar bulmadı. Onlara göre madem üçüncü
dünyadaki işgücü ile rekabet etmek için kendi ülkelerinde işgücü maliyeti azaltılmıyordu, o zaman üçüncü dünyadaki işgücünün pahalı hale getirilmesi neden düşünülmüyordu? Böylece ‘haksız rekabet' ortadan kalkacak, metropollerdeki işçi ile üçüncü dünya işçisi ‘eşit şartlarda* rekabet edebilecekti.
Bu düşünce elbette sendikal hareketin tümü tarafından benimsenmedi ama önemli bir taraftar kazandı, neden Nasrettin Hoca gibi göle maya çalınmasındı? Madalyonun öte yüzünde ise ‘uluslararası dayanışma* da vardı, üçüncü dünya ülkelerinde zor koşullarda yürütülen sendikal mücadelenin desteklenmesine hangi sendikacı doğrudan karşı çıkabilirdi ki. Buna dünyanın neresinde olursa olsun her türlü haksızlığa karşı mücadele etmek için yanıp tutuşan bu ülkelerdeki N G O ’ları ekleyin, buyurun size bir C C C .
Haksızlık mı ediyoruz ? Olabilir, ama olayları izlemekte yarar var, amaç neydi, nereye varıldı. C C C çerçevesinde başlatılan ‘Triumph Kampanyası* bu hafta bir başarıya imza attı, Burma’da bu meşhur marka için 1996’dan beri, insanlık dışı çalışma koşullarında üretim yapan 1000 çalışanın bulunduğu fabrikanın kapatılması kararı alındı. Kapatma kararının a- lındığı firmanın Avrupa’nın göbeğindeki merkezinde konu ile ilgili bir açıklama yapan firma sözcüsü, kampanyayı yürütenlerden övgü ile bahsederken, işyerinin ‘yetersiz* bilgilenmeden kaynaklanan hatalar yaptığını kabul etti. Uzun bir süre Burma’da ki askeri yönetimin demokrasiye geçeceğine inandıklarını, bu nedenle burada üretim yapmaya devam ettiklerini belirten işyeri sözcüsü, buna karşın N G O ’ların bu ülke ile daha derin
likli bilgiye sahip olduklarını ve bir dünya markası olarak, insani olmayan koşullarda üretilen malların pazarlanmasında her zaman sorun çıktığını, bu anlamda 'tehdit altında* olduklarını belirtti. G e rçekler bundan ibaret mi? Triumph neden aynı zamanda üretimin bir kısmını tekrar Avrupa’da yapma kararı aldı acaba?
Bilinenlerin izini sürmeye devam e- delim, Burma’da üretilen kadın iç çamaşırlarının güzel görünüşüne karşın bir türlü belli bir kaliteye ulaşmadığı biliniyor. Tam bu sırada medyada C C C ’nin renkli kartpostalları boy gösteriyor, çıplak bir kadın vücudunu saran dikenli teller. Bunlardan hangisinin Triumph satışlarında ne kadar düşüşe neden olduğunu sormak abes elbette, ama ikisi bir araya gelince düşme hissedilir boyutlara varıyor. Hiç yanlış anlaşılmasın, sendikalar- N G O ’lar-işyerleri el ele çalışıyorlar demek gibi bir derdimiz yok, ama varılan nokta da mutlaka irdelenmeli.
IX. BİR KAÇ KÖŞE TAŞI
Yukarıda verilen örneğin temel karakteri düzenle kopuşamamaktır. Sendikal örgütlenme deneyleri içindeki olumlulara bakıldığında ise böylesine bir kaygının bir rol oynamadığı görülür, çıkış noktaları kendilerine insanca yaşam hakkı tanımayan düzen içinde nefes boruları arayışıdır. Sadece zorunlu olunduğunda bu soru akıllara gelir ve cevap çoğu kez kendiliğinden düzenle kopuşmadır.
N ew York ’ta kurulu bağımsız konfeksiyon işçileri sendikasını ele alalım örnek olarak. Genel olarak göçmen veya azınlıkların üye olduğu bu sendika kaç
____________ geleceğin sendikaları___
----------------------------------------- 77 ----
üyesi olduğuna bile bir cevap veremez, çünkü üye kayıtlarını düzene sokacak bir bürokrasi oluşturamadılar daha. Sendikada ‘boğaz tokluğuna çalışan1 bir yığın insan vardır ama onlar da ne kadar ve ne zaman ‘maaş1 aldıklarını pek bilmezler aynı nedenle. Karmakarışık bürolarında binlerce konfeksiyon işçisinin haklarını tıkır tıkır korumakla Önlenmişlerdir aslında. Bürokrasi olmadan da bir sendikanın ‘iş yapacağının1 canlı örneğidirler. Resmi sendikanın yanlarında durmadığını gören bir iki işçi önderinin yan yana gelmesi ile kurulmuş, kısa zamanda çığ gibi büyümüştür. Ama daha ne kadar büyüyecek ve nerelere yöneleceklerdir, kendileri bile bilmiyorlar bunu doğrusu. Türkiye’deki Demokratik Tekstil Sendikası deneyine çok benziyorlar ve bunun gibi çeşitli ülkelerde pek çok deneyim olmuştur kuşkusuz. Sorumuza cevap a- rarken bu deneyleri bir süzgeçten geçirmek bu anlamda bir zorunluluk.
Diğer bir örnek Hindistan’daki Kadın Sendikası. Evde iş yapan kadınların bir.a- raya gelerek kurdukları bir yapılanma, çok sonraları sendika ismini almış, yüz binin üzerinde üyesi var. Hem etnik hem de dinsel eksen üzerinde, ama bunları temel özellik olarak almadan yaygınlaşmış örgütlenme, evde yapılacak işin ücretini işverenlere dikte ederken ö- nemli oranda devlet kuramlarının desteğini alıyorlar, ama bu onların tespit edilen ücreti vermeyen işverenin işyerini basmalarını, işgal etmelerini de engellemiyor. Kadın hastalıklarında uzmanlaşmış bir hastane, meslek kursları, okuma yazma öğrenme kurslarına kadar geniş bir yelpazede'etkinliklerini sürdürüyorlar. Sizlere de yabancı gelmiyor değil mi? O zaman bakınız ‘Kadın Dayanışma1
— yol-------------------------------------------
__ 78 ____________________________
dergilerine.
Brezilya’daki topraksız köylülerin sendikaları da çarpıcı bir örnek, üzerinde bugüne kadar pek çok şey yazıldı, hatta bunun bir sendika olup olmadığı bile tartışıldı, Türkçe’ye de hep ‘hareket1 olarak tercüme edildi bazı aklı evveller tarafından. Evet klasik bir sendika değil bu ‘hareket1, ama yukarıdaki tespitler dikkate alınınca bunun da bir sendikal deney olarak algılanması ve irdelenmesi gerekli.
Benzer şeyler başta Arjantin olmak üzere pek çok ülkede kurulan ‘işsizler Sendikaları* hakkında da söylenebilir. Fransa, Almanya gibi ülkelerde ise mevcut sendikalar kendi bünyelerinde işsizlere yönelik özel örgütlenme denediler, ancak başarılı olamadılar. Fransa’da işsizler güçsüz de olsa kendi bağımsız sendikalarını kurdular, Almanya'da ise yerel ‘işsizler-komiteleri1 oluştu. Sınıf mücadelesinin yükseldiği Arjantin gibi ülkelerde işsizler sendikaları toplumsal süreçlere etkin müdahalede bulunurken, diğer ülkelerde ‘marjinal1 bir hareket olarak kaldılar.
Diğer ilginç bir alan özellikle Latin A- merika’da yaygınlaşan küçük üreticilerin sendikaları. Bolivya’da örneğin ülkenin a- nayollarını günlerce işgal ederek hayatı felç ettiler. Kendi ürettikleri malları ucuza kapatmak isteyen büyük sermayenin satış yerlerine ürünlerin ulaşmasına engel olarak taleplerini kabul ettirdiler. U- laşımın A B D de ki UPS grevinden bu yana kapitalist üretim sürecinin en zayıfnoktalarından biri olduğunu göstermişti. Bu deneyden yola çıkarak başka bir ‘e- mekçi grubu1, küçük üreticiler sermayeyi ‘dize getirmeyi1 başardılar. Evet onlar
küçük üretici ama baskın tarafları da ‘işçi1. ( Tırnak içine alınmalar onların değişik karakterlerini vurgulamak içindir )
Bu tip örnekler kuşkusuz birer model olmaktan çok geleceğin sendikal modellerinin yaratılmasında bizlere bunların irdelenmesi ile ufuk açacak deneyler olarak algılanmalıdır. Deneylerden çıkacak sonuçların sistematize edilmesi ile geleceğin sendikal modelleri yaratılacaktır.
X . ALT SINIF SENDİKALARI
Bugünden bakıldığında geleceğin sendikaları konusunda tam bir belirleme yapmak zor görünüyor. Ancak yukarıdaki örneklerden kalkarak yeni bir model üzerinde derinleşmek, deneyleri sistematize etmeyi denemek bir gereklilik. İ- şin A B C ’si için yine Dr. H. Kıvılcımlı’dan alıntı ile başlayalım.
“ SIN IF” nedir? Das Kapital’in üçüncü tomunun son sahifesi, sınıfın ne olduğunu araştırırken, yarım kalmış bir cümle i- le biter. Belli ki Kari Marx, sınıfın, dilediği gibi güçlü bir tanımlamasını en gelişkin biçimiyle yapmak isterken, bunu tümle- yemeden ölmüştür. (...) Sınıf gerçekliği her ülkedeki gelişim gidişi sırasında az çok değişikliklere uğrar. Bu yüzden, bir an için yapılmış sosyal sınıf tanımlaması ister istemez az çok yüzeyde kalabilir. Donmuş ve ezbere formüllerle zırhlan- dırılabilir. Onun için sosyal sınıf ilişkilerini bir takım transandantal kategoriler gibi fosilleştirmemelidir. H er toplumu yaşayan tarihcil kaçınılmazlığı içindeki bütün gerçekliği ile izlemelidir. Bu anlayışla modern topluma bakınca ne görüyoruz?
(...) Kapitalist toplumun sosyal sınıfları, ancak KA PİTALİST ÜRET İM YOR-
DAMI içinde D O LA YS IZ C A , yani BİR İN C İ KERTED E görevli bulunan insanların kümeleşmeleridir. Ve ancak o kümelerin ilişkileri Modern toplum sınıfları bakımından düşünce ve davranış konusu edilebilirler.
Bir üretim yordamı üzerinde D O LA YS IZC A görevli bulunan sosyal sınıflar başlıca iki karakterle birbirlerinden a- yırdedilirler:
1. O sınıfların D U RU M LA R I başka başkadır.
2. O sınıfların Ç IK A RLA R I başka başkadır. (Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler)”
Sınıf kavramını belirleyen bu üç özellik, üretimde dolaysızca görevli olma, durumu başka başka olma ve çıkarı başka başka olma, günümüzde sınıf gerçeğini nasıl tanımlamayı gerektiriyor ? Sorunu tümden tartışmaya açarken burada sadece bir noktayı öne çıkarmadan geçe- meyiz. Yukarıda belirtilen yatay ve dikey bölünmeler, sınıf kavramı içine yeni belirlemelerin girmesi gerektiğinin işaretleri. Önerilecek yeni bir kavram Alt-Sınıf olabilir. Bugüne kadar sınıf içindeki zümrelerden ( işçi aristokrasisi, beyaz yakalılar, mavi tulumlular vb. ) söz edilirken, artık sınıf içinde durumları ve çıkarları farklı olan kesimler ortaya çıkıyor.
Alt-Sınıfı oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bağların klasik anlamdaki toplumsal zümrelerden daha güçlü, sınıf bağlarından daha gevşek olduğu varsayımı gerçekçi bir yaklaşım olabilir, ama araştırılmaya değer bir konu olarak karşımızda duruyor. Bu bağlantının kimi yerlerde üretim süreci içindeki konumdan kimi yerlerde etnik veya dinsel aidiyetten kaynaklandığı gibi konular araştırmaların
____________ geleceğin sendikaları___
-----------------------------:------------ 79 ----
eksenlerini oluşturabilir.Sınıf bağını ortadan kaldırmayan ama
güncellik açısından onun yerine geçebilecek Alt-Sınıf bağları sendikal örgütlenme biçimlerini belirleyecek özellikleri belirleyici etken olarak algılandığında önümüze yeni ufuklar açabilecektir.
XI. SONUÇ YERİNE
Görüldüğü kadarı ile sendikal hareket içinde ki tartışmalar hala konunun ö- züne inmekten çok uzak, sürecin kendisi yerine sonuçlarını irdelemek, oradan sonuçlar çıkarmak revaçta. Bunun kaçınılmaz sonucu bataklıkla uğraşma yerine sivrisineklere savaş açmak oluyor. Bataklık belli, kapitalizmin aldığı yeni biçim, yeni üretim organizasyonları. Atılması gereken ilk adım bunun karakterinin irdelenmesi ve bundan çıkarılacak sonuçlarla mücadele araçlarının, sendikal örgütlenme (ve buna bağlı olarak da politik ö rgütlenme) modellerinin geliştirilmesidir.
Konuya bu açıdan bakıldığında tek tip örgütlenme modellerinin yerine, yer (işyeri) ve zamana göre değişik türlerden örgütlenme modellerini önce el yordamı ile, edinilen tecrübeler arttıkça bunların teorik temellerini de atarak geliştirmeye talip olmak kendini dayatıyor. Bu yazı bu tartışmalara bir giriş yapmak amacında, sınıfın bugüne kadarki tecrübelerine değişik bir gözle bakmayı amaçlamakta. Tartışmalarda göz ardı edilen bir boyutu belki de biraz abartarak öne ç ıka rm ay ı deniyor. Elbette öne çıkarılması gereken diğer konular da olabileceğini vurgulamak da bu yazının mantığının doğal gereği.
Aralık 2004
— yol-------------------------------------------
80
Mehmet Yılmazer
KÜRT SORUNU ÇÖZÜM YOLUNDA MI?
Kürt Hareketi 1999’daki strateji değişikliğinden beri başlıca üç aşamadan geçmiştir. İlki, beklenti dönemiydi. PKK, bir çırpıda verebileceği bütün tavizleri vermişti, artık devletten bir karşılık bekleniyordu. İkinci aşama, tıkanmadır. Devlet tarafından beklenen hiçbir adım atılmayınca stratejik ve örgütsel tıkanma yaşanmaya başlamıştır. Üçüncü basamak i- se, bölünmedir. Bölünmenin güç olarak ikiye bölünme olmadığı, Osman Öca- lan’ın çok sınırlı bir güce sahip olduğu biliniyor. Ancak savunduğu görüşlerin Kürt Hareketi içinde oldukça yaygın bir karşılığı olduğu düşünülürse bölünmenin gerçek anlamı ortaya çıkar.
Bu basamakları tek tek izleyerek Kürt Hareketini değerlendirmeye çalışalım.
STRATEJİ DEĞİŞİKLİĞİ VE BEKLENTİ SÜRECİ
Strateji değişikliğinin sadece Öca- lan’ın yakalanmasına bağlı olmadığı biliniyor. I990’lı yılların ikinci yarısından itibaren gerilla savaşında önce bir kırılma ve sonra tekrar başlamıştır. Bu durum devletin I992’de başlattığı “ topyekun sa- vaş” ın bir sonucudur. PKK, epeyce çaba göstermesine rağmen mücadeledeki tıkanmayı aşamadı. O dönemler yapılan değerlendirmelerde gerilla savaşının geleceği ile ilgili oldukça karamsar tablolar
öne çıkmaya başlamıştır. Stratejik dönüşün gerekçelerinden birisi de artık gerilla savaşının “ imkânsız” olduğu tespitine dayanıyordu.
Savaşta tıkanma, yorulma doğaldır. Böyle dönemlerin ardından soluklanma süreçleri gelir. Ancak PK K ’nin I999’da yaptığı strateji değişikliği bundan öteye bir anlama sahiptir. Zorunlu bir yanı olsa da, Şam’dan Avrupa’ya çıkış bilinçli bir tercihti. Batı’nın da vereceği umulan destekle mücadeleyi açık siyasal alana taşıma girişimiydi. Bu önemli stratejik yön değişikliği girişimi İmralı süreci ile keskin bir hız kazanmıştır. O günden beri de gerek ideolojik ve gerekse pratik politika alanlarında derinleşerek sürüyor.
1999 stratejik dönüşünde hatalı olan savaşı durdurmak ve hatta devletle uzlaşma aramak değildir. Bunlar mücadele açısından taktik seviyede kaldığı müddetçe ortada fazla bir sorun yoktur. Ancak yeni stratejinin ideolojik zemini ve siyasal çerçevesi PK K ’nin doğuş temellerinden ve 1984 Ağustos çıkışından köklü bir kopuş anlamına geliyordu. İdeolojik ve siyasal çerçevedeki önemli hataları sıralarsak, en göze batanları şunlardır.
Önce çok önemli pratik taktik bir hatadan başlayalım, o da gerilla güçlerinin güneye çekilmesidir. Bugün bu hata kısmen telafi edilmeye çalışılıyor. Ancak bu sadece bir taktik hata olmayıp yeni stratejinin ideolojik zemininden kaynaklandı-
ğı için, bu telafi edişin de olumlu bir etkisi olmuyor. Kuzeyden geri çekilerek PKK, bütün pazarlık gücünü en asgari seviyeye düşürmüştür. Ancak zaten stratejik değişiklikle öyle bir hava yaratılmıştır ki, “ devleti ikna etmek için mümkün olanın en fazlasını vermek” olarak adlandırılabilecek olan bu pazarlık yöntemi, aslında daha baştan kendi kendini kuşatmış o- luyordu.
İdeolojik ve siyasal hatalarageçersek:* 21. yüzyılı barış ve demokrasi yüz
yılı olarak tanımlamak, bir sübjektif niyet olarak belki anlaşılabilir, ancak dünyadaki gerçekleri yansıtmadığı için yanlıştır. Üstelik dünyamızın yeni bir emperyalist paylaşım süreci içine girdiğini görmediği için bu gelişmeler karşısında hatalı bir duruşa gebedir. A B D ’nin Irak’a müdahalesi sırasında bu hata yeterince ortaya çıktı. Y D D adı altında dünyanın yeniden paylaşımı derinleşerek sürüyor. Elbette günümüz denge ve özelliklerine uygun o- larak. Paylaşım dendiğinde I. ve II. Emperyalist paylaşım savaşlarının tekrarını beklemek hatalı olur. Ancak bugün dünyanın her köşesinde bir paylaşım savaşı sürmektedir. Bunu görmemek ve hele A B D ’nin buralara “ demokrasi” götürdüğünü iddia etmek tüm geleceği karartacak bir ideolojik duruş hatasıdır. Yeniden paylaşım hızlanarak sürüyor. Üstelik çok yakın gelecekte bu paylaşımın içine Rusya ve Çin de daha aktif olarak katılacaktır. Dünyaya bu duruş noktasından gerilim, savaşlar ve “ kaos” un içinden bakınca, elbette bunların halklar için yarattığı büyük acıları unutmadan, bu karmaşanın derinliklerinden yeni devrim
— yol-------------------------------------------
imkânları görülebilir. “ Barış ve demokrasi” yönünden bakılırsa, yaşanan bütün savaşların emperyalist paylaşım olmayıp, dünyada demokrasiyi yaygınlaştıran müdahaleler olarak görülür. Bu yaklaşım halkların tüm geleceğini karartan, onları emperyalizmin etki aianı içinde tutan ve ona bağımlı kılan sonuçlar yaratır.
* “ Bağımsız Kürdistan” hedefinden vazgeçerek “ demokratik cumhuriyet” a- dımını savunmak, “gerçekçi olma” adı altında yapılan büyük bir hatadır. PKK, bu “gerçekçi” olmayan hedefe kilitlendiği i- çin yükselmişti. “ Demokratik Cumhuriyet” her okuyana göre değişen belirsiz bir kavramdır. Ancak elbette belirli olan bir yanı da vardır. Mevcut sınıflar egemenliği içinde Kürt sorununa çözüm a- ramanın siyasal adıdır. Onunla uzlaşarak mevcut devlet ve düzeni demokratikleştirmek imkânsızdır. Elbette her şey 12 Eylülün başlarındaki gibi değildir. A B süreci nedeniyle bazı şeyler değişiyor. A n cak bir önemli gerçeklik unutulmadan bu “ değişimler” değerlendirilmelidir. 80’li yılların ortalarından itibaren işçi, öğrenci hareketi ve PK K mücadelesi ö- nemii bir yükselme göstermiş, düzenin tabularını kırmış, fakat 90’lı yılların ortalarından itibaren bu dalga geri çekilmeye başlamıştır.
Burjuva devletlerinin siyasal tarihinde yaşanan bir gerçeklik bizde de tekrarlanmaktadır. Devrimi zorlayan güçler yenildikten sonra gündeme burjuvazinin sınırları içinde reformlar gelir. Türkiye’de yaşanan da budur. Türkiye finans kapitali kendi egemenliği için küçük bir tehlike varken bile reformlara yanaşmadı, bunlar tehdit olmaktan çıktıkça bazı reformlar gündeme geliyor. Reformları sahneye süren -sebep olan- güçler kendileri geri-
82
leyip hatta tanınmaz hale geldikten sonra, bütün bir tarihsel dönemin yaşadığı gerilimlere hiç de denk düşmeyen bazı reformlar burjuvazi tarafından siyaset sahnesinde silik bir oyun olarak oynanır.
Güç dengeleri açısından kaçınılmaz bir yenilgi veya gerileme sonrası böyle bir sürecin yaşanması bir şeydir, kaybedileni görmezlikten gelerek bu tarz reformları nihai kazanç olarak görmek başka bir şeydir. İlk kavrayış yeni bir mücadele dönemine hazırlanma yeteneğine sahiptir, İkincisinin ufku reformlarla tükenmiştir. Bugün Kürt hareketi böyle bir kritik eşiktedir. Hatta onun yeni stratejisinin ideolojik zemini dikkate alınırsa bu kritik eşik çoktandır aşılmıştır.
* Ö te yandan, ideolojik olarak Kema- lizmli uzlaşma çabaları PK K ’nin tüm mücadele tarihini değersizleştiren sonuçlar yaratmaktadır. Kemalizm’in sınırlı bir an- tiemperyalist yanı teslim edildikten sonra geriye halklar açısından hemen hiçbir şey kalmaz. PKK, Türkiye devrimcilerinin hakkıyla yapamadığı bir şeyi “ Kemalizm’den kopuşmayı” başarmasıyla mücadele tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştu. Hangi yeni gerçeklik bu kopuş- madan yeniden bir uzlaşma sürecine girilmesini gerektiriyor? Bunu “ üslup” ve “ taktik” adı altında hafife almak büyük bir yanılgı olur. Pratik bir karşılığı olmadığı iddiasıyla bu ideolojik uzlaşmayı bir tehlike olarak görmemek, P K K ’nin büyük bir mücadele ile yarattığı ideolojik ve moral değerlerin yok edilmesi anlamına gelir. Pragmatist bir duruş açısından bunun gerçekten hiçbir anlamı yoktur. Ancak unutmamak gerekir ki, pragmatizm daha çok güçlülerin ideolojik tercihidir. Ezilenler “ pragmatikleştikçe” genellikle kaybederler. Çünkü gelecek için müca
dele hedefleri parçalanır.* Yeni stratejinin ideolojik zemini da
ha sonraki süreçte derinleşmeye devam etmiştir. Bu derinleşmede en önemli konak iktidar hedefinin reddedilmesidir. “ Devlet yıkma ve kurmanın” , üstelik “ Marksizm’i aşma” adına reddedilmesinin teorik herhangi bir değeri yoktur. Sınıfların olduğu bir dünyada sınıflar mücadelesi ve iktidar sorunu da olacaktır. Ancak Kürt hareketinin ufkunu “ demokratik cumhuriyet” ile sınırlamasının teorize edilmesi anlamında “ iktidar hedefı” nden vazgeçmenin yeni stratejinin iç mantığı a- çısından bir tutarlılığı vardır. Elbette pratik olarak sadece Kürt Hareketi iktidara talip olamazdı, bu ancak uygun devrimci ittifaklar ile mümkündür. Bu ayrı bir konudur. Öcalan’ın yaptığı konuyu teorize ederek iktidar sorununu reddetmesidir. Böylece hareketin ufku “ 3. Alana” ve “ mahalli yönetimlere” sıkışmış oluyor. Bu, günümüze damgasını vuran tipik bir post modern eğilimdir. Bu eğilim söylemi ve beklentileri ne olursa olsun, ezilenlerin çıkarlarının da egemenler tarafından içerilebileceğini, yani daha açık söylenirse finans kapitalin ezilen kitlelerin çıkarlarını da savunabileceğini varsayar. Bunun tipik bir post modern yanılgı olduğu, özellikle küreselleşmenin ilk balayı yıllarından sonra olaylarca defalarca kanıtlansa da, henüz bu kanıtların sarsıcı etkileri görünmüyor. Bugün dünyada halkların pratik güç olarak iktidar hedefinden uzak olmaları ile böyle bir hedefin teorik ve siyasal olarak reddedilmesi farklı şeylerdir. Pratik olarak zayıflık hazırlık ve güçlenme görevini öne çıkartır, teorik ve siyasal olarak böyle bir hedef reddedilirse bu bütün geleceği bağlar.
Sonuç olarak, strateji değişikliği çok
__kürt sorunu çözüm yolunda mı?___
------------------------------------------ 83 —
önemli teorik ve siyasal derinleşmelere birlikte yaşanmıştır. Taktik tutumlarla i- deolojik tutumlar arasındaki fark çok ö- nemlidir. Taktik, bir genel strateji içinde gündelik gidişe göre değişebilir, hatta değişmelidir. Ancak ideoloji bir hareketin gelecekle kurduğu bağdır. Geleceği kavrayış tarzıdır. Gelecek projesidir. Bu nedenle, yeni stratejinin ideolojik ve teorik zemini, Kürt Hareketinin geleceğe nasıl baktığının da bir anlatımıdır. Bu anlamda, bu haliyle hareketin geleceğini karartan bir role sahiptir.
Emperyalist paylaşıma “ demokrasi” misyonu biçmek; “ demokratik cumhuriyet” ve yeni Kemalizm yaklaşımıyla Türk egemenlik sistemiyle hem siyasal hem de ideolojik olarak uzlaşmayı hedeflemek; “ Marksizm’i” aşarak iktidar hedefinden uzaklaşmak, bütün bunlar taktik uzlaşmalardan öteye bir anlama sahiptir. Taktik uzlaşmalarda, ideolojik zırh korunur. Bu çok önemlidir. Ancak uzlaşma ideolojik ve teorik seviyelere çıkarsa, o noktada artık zırh erir, egemen sınıfların ideolojik etkisi içeriye sızar. Hatta bir mürekkep lekesi gibi bütün vücuda yayılabilir. P K K ’nin yeni stratejisinin ideolojik zemini bu özellikleri taşıyor.
PK K hareketinin mevcut güç dengelerinde iktidar hedefinden vazgeçmesi çok anlaşılır bir durum olurdu. Ancak bu pratik-taktik tavrın teorize edilmesi zırhın delinmesi anlamına gelir ki, bunun artık bambaşka bir anlamı vardır.
STRATEJİDE TIKANMA
Strateji değişikliği yapıldıktan sonraki yıllar, PK K vereceği tavizlerin hepsini bir anda verdiği için, devletten karşı adım
— yol-------------------------------------------
beklemekle geçti. Ancak, savaş ortamının kalkmasının ortaya çıkardığı siyasal ortamdaki genel yumuşama dışında devletten bir adım gelmedi. Devletin sorunu çürütücü bir sürece yaymayı tercih ettiği çok açık görülüyordu. Bu dönem PK K açısından demokratik alanı güçlendirme ve çeşitli yeni örgüt biçimlerini denemeyle geçti. KA D EK , KO N G R E-G EL girişimlerinin hepsi bir tek amaca yönelikti. Savaş bırakıldıktan sonra demokratik mücadele alanını genişletme ve savaşın ürküttüğü Kürt kitlesini de saflara çekme çabaları belirgin bir sonuç vermedi. Bu dönem P K K ’nin yarattığı siyasal ve moral değerlerin eridiği, liberalleştiği bir dönem oldu. Kitle kazanmak adına yapılanlar esasında hareketin çekim gücünü ve kalitesini bozuyordu. Sonuçta fazla bir genişleme de olmadı. Bunun en açık gözler önüne serildiği moment yaşanan son genel seçimlerdir. Genel seçimlerdeki tablo yeni stratejinin tıkandığının işaretlerini verdi. Oylardaki çok az artış beklentileri karşılamadı, barajı aşıp meclise girilemedi. Tıkanma giderek derinleşti. Aradan bir buçuk yıl geçmeden yapılan mahalli seçimlerde ise açık bir gerileme yaşandı.
Bu dört yılı bulan beklenti sürecinde hareket içinde sağ eğilimler güçlendi. Genel seçimlerde sol ile yapılan ittifak hareket içinde hızla gelişen sağ eğilim tarafından mahkum edildi. Barajı aşamayı- şın nedeni sol ile ittifakta görüldü. Ancak bu tezleri 2004 başındaki mahalli seçimler yalanladı. SH P ile ittifak yapılmasına rağmen oylarda açık bir gerileme oldu. Bu gerilemede o dönem K O N G RE-G EL içinde yaşanan krizin de elbette etkisi olmuştu. Ancak sağ ile ittifak yaparak güçlenme hayallerinin boşuna bir rüya oldu-
84
ğu mahalli seçimlerde anlaşıldı.Kürt Hareketi yeni stratejisiyle sü
rekli olarak kendini düzenin meşru güçleri arasına kabul ettirme yolunu seçti. Bunun için düzen partileri ile sürekli ittifak kolladı. Genel seçimlerde son ana kadar SHP Kürt Hareketini oyaladı ve son anda aldığı uyarı ile ittifaktan vazgeçti. Mahalli seçimlerde ise ittifak oy kaybettirdi. Kendi sağına yaklaşarak güçlenme taktiklerinin bugüne kadar olumlu bir sonucu olmadığı gibi, hareketin gücünü zayıflatan sonuçlar yaratmıştır.
Sonuç olarak, bir çırpıda bütün tavizleri verdikten sonra devletten beklentiye girme, kendini düzen içinde meşru bir güç olarak kabul ettirme çabaları dişe değer bir sonuç ortaya çıkarmamış, ancak hareket içinde önemli bir moral bozulma yaratmıştır. Yeni stratejinin tıkanması kaçınılmaz bir şekilde hareket içinde tartışma yaratmış, irade paralize olmaya başlamıştır.
BÖLÜNME YA DA YENİ STRATEJİNİN ÇATALLANMASI
Irak Savaşı Kürt Hareketi içinde çok belirgin gelişmelere yol açmıştır. 2003’ün başında Irak savaşı artık kesinleşmişti. Strateji değişikliğinin karşılığı o- larak devletten dört yıla yakın beklentinin sonucu hemen hemen sıfırdı. Böyle bir ortamda Irak Savaşı’ndan beklentiler arttı. Bu süreç ilginçtir. 2002 genel seçimleri sırasında D EH A P savaşa karşı hiç konuşmadı. Bu konudan kaçındı. Hareket içinde giderek devrimci hareket ile i- lişki ve ittifaka karşı oldukça seviyesiz e- leştiriler, hatta sataşmalar yükseldi. Kürt
hareketinin içindeki hava kesin bir şekilde değişiyordu. Hareketin merkezi bu tavırları desteklemiyor gibi görünse de A B D ’nin Irak işgalini “gerici statükonun bozulması” sözleriyle dolaylı olarak o- naylıyordu. Daha da öteye A B D ’nin bölgeye demokrasi getireceği değerlendirmeleri yapılmaya başlandı.
Bütün bu sürecin kaçınılmaz bir bedeli oldu. Yeni strateji kendi içinden bir doğum yaptı. Osman Öcalan’ın temsil ettiği bu stratejinin üç temel ayağı vardı: I. Gerilla rolünü tamamlamıştır, dağıtılmalıdır; 2. Kürt hareketinin ağırlık merkezi güney olmalıdır, kuzeyin rolü azalmıştır; 3. A B D ’nin desteği alınarak güneyde siyasi çalışma yapılmalıdır.
Böylece 1999 ortalarında şekillenen yeni strateji 2003 başlarında ikiye çatal- landı. Bir yanda, Türk devleti ile uzlaşma arayan ve bunun için kendisini açık ve meşru eylemlerle sınırlayan bir strateji; diğer yanda, güneyi ve A B D desteğini ve siyasal mücadeleyi esas alan bir başka strateji aynı hareket içinde şekillendi. Bir yılı aşkın bir doğum sancısından sonra i- se bölünme kesinleşti.
Bu süreçte Abdullah Öcalan’ın tavrı çok ilginçtir. Osman Öcalan olayı patlak verdiğinde, olayı siyasal görüş farkları yönünden ele almak yerine basit bir “ ö rgüt içi iktidar kavgası” olarak ele aldı ve neredeyse Cemil Bayık, Osman Öca- lan’dan daha çok eleştirildi. Bu tavrın hareket içinde iradesizleşme, yarı felç durumu yaratması kaçınılmazdır. Oysa o rtada çatallanan bir siyasal zemin ve gittikçe kopuşa uzanan farklı bir görüş vardı. Ancak bütün bu sancıların başlarda “ ö rgüt içi iktidar kavgası” olarak algılanması çok da rastlantı değildir. Çünkü bizzat
__kürt sorunu çözüm yolunda m ı ? _
85 —
Abdullah Öcalan ve tüm diğer lider kadro Irak’a A BD müdahalesine karşı açık bir tavır koymak yerine, “ Ortadoğu’da gerici statükonun bozulması” gibi bir kavram (aştırmayla işgal dolaylı olarak desteklendi. Neticede Osman Öcalan’ın yaptığı bu zeminden sonuna kadar yürümek oldu. Bu görüşün hareket içinde hatırı sayılır bir tabanı olduğu KO N G RA- G EL ’in ilk kongresinin sonuçlarında o rtaya çıktı.
Bu bölünme sırasında iki konu öne çekilerek olayın siyasal derinliği önemli ölçüde örtüldü. Birisi, Osman Öcalan’ın özel yaşamıdır. Böyle konuların hareket içinde dinamitleyici etkileri olduğu biliniyor. İkincisi, tam bu süreçte Abdullah 0- calan’ın kendi görüşlerinin sansür edildiğini ileri sürerek bazı örgütsel tedbirler almaya girişmesidir. Böylece Osman 0- calan tecrit edildi, ancak aynı zamanda “ sekter, sol” politikalar izlemekle suçlanan bir lider kadrosu da etkisizleştirildi. Hareket daha liberal ellere teslim edildi.
Olayların spekülatif detaylarının kafa karıştırmaktan başka bir anlamı olmaz. Bütün bu yaşananlardan bir temelli sonuç çıkar. I999’da yapılan stratejik dönüş, tıkanmış ve tükenmiştir. Osman Ö- calan’ın bir güce sahip olmaması kimseyi yanıltmasın. Onun dillendirdiği görüşlerin hareket içinde yaygın bir tabanı vardır. Ayrıca şimdilik güçlü bir de objektif zemini vardır. Kürt Hareketinin 1999’daki yeni stratejisinin açmazı kendini devletten adım beklemeye sıkıştırmasıdır. Bu beklenti süreci örgütsel ve moral bozulmalara kapı açıyor. Ö te yandan, Güney’de özellikle Barzani güçleri bazı a- dımlar atıyor. Kuzey’deki Kürt Hareketinde gözlerin güneye dönmesi bu anlamda kaçınılmazdır. Amerikan işgaline
— yol-------------------------------------------
_ 86 ___________________________
karşı prensip duruşta P K K ’nin diğerlerinden çarpıcı bir farklılığı yoktur. Burada elbette özellikle Talabani hareketiyle PK K hareketini aynılaştırmak istemeyiz. Talabani’nin Amerika ile ilişkisi herhangi bir kural ve prensip tanımıyor. Bu zaten Talabani’nin bilinen bir özelliğidir. Ancak Amerikan işgaline karşı P K K ’nin de tavrı dolaylı onay oldu.
Politikanın kof ajitasyon olmadığını biliyoruz. PK K ’den Amerika’ya karşı hamasi çığlıklar atmasını da kimse bekleyemez. Ancak Amerika ile bazı pratik işbirlikleri yapmak ile olayın teorize edilmesi farklı seviyelerdir. Birisi acil pratik adımlarla sınırlıdır. Ancak olay teorize edilirse, günümüz emperyalizmi ile düşünce ve siyasi alanlarda karışma ortaya çıkar ki, böyle bir durum o hareketin geleceğini ipotek altına alır. Bugün PK K hareketinin teorik olarak geldiği nokta post modernizmin bir Kürt versiyonudur.
Günümüzdeki emperyalist yeniden paylaşımı görmeyip, yaşananları “ barış ve demokrasinin yüzyılı” olarak algılamak; iktidar ve devlet hedefinden vazgeçmeyi “ Marksizm’i aşmak” ; örgütsel yapıda liberalleşmeyi “ Leninist örgüt anlayışını aşmak” olarak görmek post modernist bir duruş noktasıdır.
Çok sık tekrarlanan bir gerekçe eski kalıpların anlamını yitirmesidir. Bu belli ölçülerde doğrudur da. Ancak bu gerçekliği olur olmaz bütün alanlara yaymak en az eski kalıpların içinde boğulmak kadar tehlikelidir. Amerikan emperyalizmi konusunda bol bol çığlık atmak, hatta histerik nutuklar çekmenin anti-emper- yalist bir mücadeleyle alakası elbette yoktur. Ancak, Amerika’nın Irak’ı işgalini “gerici statükoyu bozmak” olarak tanım-
lamanın gerçeklikle ilgisi nedir? Bu değerlendirme, günümüzdeki emperyalist işgalleri meşrulaştıran sonuçlar doğurmaz mı? Sonuç olarak, Osman Öcalan bu açılan yoldan sonuna kadar yürümüştür. Ancak yolu açan kendisi değildir. Bu yol P K K ’nin yeni ideolojik zemininde vardır.
Sonuç olarak, bugün için son gelişmeleri “ bölünme” kavramıyla tanımlamak a- bartı olarak görülebilir. Bu kavramı bilinçli olarak kullanıyoruz. Ve Osman 0- calan’ın bugün bir örgütsel gücü olmadığını biliyoruz. Ancak son bölünmenin siyasal zemini açısından olaya baktığımızda olay farklı görünüyor. Osman Öcalan’ın dillendirdiği görüşler Kürt Hareketi içinde oldukça yaygın bir tabana sahiptir. Bu nedenle bölünme kavramını tercih ettik. Bu söylediklerimizden elbette bir pratik sonuç çıkar. Bu stratejik çatallanma süreci henüz tamamlanmamıştır.
GÜNÜMÜZDE DURUM
Stratejinin tıkanışına son bir yıldır Kürt Hareketinin geliştirmeye çalıştığı tepki “ savaşın yeniden başlayabileceği” uyarısı oldu. Pratik olarak bu süreçte çatışmalarda bir artış olmuştur. Ancak bu gelişmelerin stratejide bir değişik anlamına gelmediği hareket tarafından da sık sık vurgulanmıştır. Savaş olasılığını öne çıkartmanın başlıca iki nedeni olduğu görülüyor. İlki, hareket içindeki moral ve i- radi bozulmalardır. Yeni stratejiyle Kürt Hareketi on beş yıllık mücadele ile yarattığı “ yeni insanfnı yavaş yavaş kaybediyor. Beklenti yıllarının böyle sonuçlar yaratması bir bakıma kaçınılmazdı. Ancak bu deformasyonun tek nedeni bekleme
değil, yeni ideolojik zemindir. Dolayısıyla son savaş çağrılarının düzeltici etkileri de çok sınırlı olmaktan öteye geçemez. İkinci esas neden, devleti A B sürecinde bir adım atmaya zorlamaktır. Ancak bu işlevi olmayan çelişkili bir yaklaşımdı. Bir yandan, savaş ciddi bir seviyeye çıkarsa A B süreci tıkanabilirdi. Bu olasılık ise Kürt Hareketinin siyasal tercihleri açısından da bir açmaz yaratacaktı. Kürt Hareketi böyle bir tıkanmayı yeni stratejik yaklaşımı açısından göze alamazdı. Ö te yandan, devlet kendisi üzerinde gerçek bir baskı kuramayan böyle girişimler karşısında bir taviz vermeye hiç niyetli değildi. Sonuç olarak, bu çelişkili taktik pratikte sürünen ama bir rol oynamayan bir duruma dönüştü. Son olarak ise, Aralık görüşmelerine kadar askıya alındı.
Bugünkü duruma üç yönden bakmak gerekiyor: Türk devletinin tavrı; Am erika’nın Irak’taki durumu ve son olarak A B sürecinin Kürt sorunu üzerindeki olası etkileri.
Türk devleti açısından sorun çözümlenmiştir. A B süreci için yapılan yasa de
rişiklikleriyle tanınan bazı kültürel haklar devlet için son sınırdır. Bunu bir genelkurmay sözcüsü basın açıklamasında a- çıkça ilan etti. Abdullah Gül de farklı görüşte olmadıklarını açıkladı. Bundan öteye, bazı koşulların yan yana gelmesiyle yeni af girişimleri yapılabilir. Ancak Kürt sorununun hukuksal zemini devlet açısından son durak noktasına gelmiştir. Türk devleti soruna böyle yaklaşıyor. Bu ç e rçe v e d e dev le tin hedefi, legaldeki Kürt Hareketine biraz daha yumuşatılmış ölçülerde bir statüko tanımaktır.
Bölgedeki gelişmelerin sorun üzerindeki etkisini tüm boyutlarıyla bugünden
kürt sorunu çözüm yolunda mı?__
87 —
kestirmek mümkün değildir. Am erika’nın Irak’ta bulunuş tarzı pek çok gelişmeyi tetikleyecektir. Irak’ın geleceğiyle ilgili yakın zamanda bir netlik görünmüyor. Merkezi yanı güçlü bir devlet veya üçe bölünmüş Irak iki uç noktadaki çözümdür. Yakın gelecekte büyük olasılıkla bu uçların arasında duran çözümler denenecektir. Bu gelişmelere Türk devletinin bir müdahale şansı esas olarak yoktur. Ancak güçlü bir Kürt bölgesinin o- luşması, özellikle petrol ve bağımsız orduya sahip bir Kürt iradesinin ortaya çıkması Türk devletini harekete geçirebilir.Şimdiden “ Kerkük sorunu” ısınıyor.
%A B D açısından her şey kendisinin I-
rak ve bölgedeki egemenliğini sağlamlaştırdığı ölçüde bir role ve değere sahiptir. Bu anlamda A B D için Kürt sorunu kesinlikle bir prensip sorunu değildir. A B D a- çısından kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe bir Kürt devleti de mümkündür. Ancak bütün bu öluşumlar kendisinin bölgedeki bulunuşunu sağlamlaştırdığı ölçüde bir anlama sahiptir. “ Kendi çıkarlarına bağlı neden ikinci bir İsrail istemesin?” sorusu doğal olarak akla geliyor. Oysa “güçlü bir Kürt devleti” A B D ’nin bölgedeki durumunu sıkıntıya sokar. Bugünün güçler dengesinde Amerika bölgede ikinci bir İsrail’i taşıyamaz. “ Süper gücün” bu kadar gücü yoktur. Sonuç olarak, petrole sahip güçlü bir Kürt devletine doğru gidiş kuzeydeki Kürt hareketini etkileyeceği gibi, devletin tavrını da provoke eder. Ancak yakın gelecekte böyle bir gelişim olasılığı zayıftır.
A B sürecinin sorun üzerindeki etkilerine gelince. İlk etki, Kürt halkı için “ a- zınlık” statüsü tartışmasının patlak vermesi oldu. Çok prensipli görünen A B ’nin bu konuda netleşmiş bir tavrı yoktur.
— yol____________________________
Konu Türk devleti ile pazarlık konularından birisi olarak elde tutulmuştur. Kıbrıs ve Kürt sorunu Türkiye’nin A B sürecinde ikide bir başını ağrıtan konulardır. Böyle olmaya da devam edecektir. An cak patlak veren tartışma A B ’nin Kürt sorunu ile ilgili en uzak ufkunu ortaya koyması açısından “ yararlı” olmuştur. Bu da Kürtlere ve tabi Alevilere azınlık statüsünün tanınmasıdır. Bu statü “ azın- lık” ların kendi kimlik ve kültürleriyle var olmalarını teminat altına alıyor, ancak onların vatandaşlık haklarını da sınırlıyor. Bu nedenle Kürt Hareketi bu statüye sıcak bakmadı. Karşı görüş olarak, daha önce savunulan “ kurucu ulus” olarak tanınmayı ileri sürdü. Bunun siyasal ve hukuksal anlamı açıktır. Kürt Halkı kurucu ulus olarak tanınırsa bunun mantık sonucu devletin yapılanması bu iki ulusun varlığına göre şekillenecektir. Türk devleti, Kültlerin azınlık statüsüne karşı çıkışlarını sempatiyle izlese de, kurucu ulus olarak tanınmayı ise kesin olarak reddediyor. Eğer A B sürecinde bu tartışmalar derinleşir ve özellikle A B bu konuda da- yâtıcı olursa, Kürtler bir açmazla yüz yüze gelecektir. Bir yanda sınırlı ama somut tanımlı azınlık hakları; öte yanda, bir ulus olmanın niteliğini güçlendirecek ancak gerçekleşme şansı görünmeyen, bu anlamda “ soyut” bir hakkın savunulması, hareketi taktik olarak zorlayacaktır.
SONUÇ
K ü rt Hareketin yeni stratejisi bugün açık bir çatallanma içindedir. Bir yanda, Türk devletiyle uzlaşma arayan, devleti ikna edebilmek için kendi sağındaki güçler üzerinden meşruluk kazanma çabala-
88
rı; öte yanda güneyi ve Amerika ile ilişkiyi esas alan bir yöneliş bugün Kürt Hareketinin iradesini önemli ölçüde zayıflatan bir çatallanmadır.
Bu tıkanmayı aşma çabaları yeni handikaplar yaratmaktan öteye gitmiyor. En son girişimi sürdürülen “ Türkiye partisi” kendi içinde böyle bir açmazı taşıyor. Daha geniş çevreleri kucaklama, siyasal tecridi kırma ve demokrasiyi genişletme gerekçelerine dayanan bu girişim; öte yandan Kürt hareketini, kendi özgün karakterini yitirme tehlikesiyle yüz yüze getirecektir. “ Türkiye partisi” olarak demokrasi mücadelesinin yürütülmesi sorunun adının gölgelenmesine ve giderek ikinci plana itilmesine kapı açacaktır. Kürt sorunu ancak kendi kimliğiyle ortaya konulduğunda anlam taşır. Kendi sağından güç alma mantığı Kürt hareketi i- çinde öyle köklü bir yer edinmiştir ki, tıkanma yaşandıkça çözüme yeniden bu mantığın bir tekrarı olan yeni bir girişimden başlanıyor. KA D EK , KO N G RE-G EL hep bu mantıkla yaratıldı, ancak sonuç değişmedi. Mahalli seçimlerde SHP ile ittifak durumu kötüleştirdi. Türkiye partisi girişimi böyle çabaların sonuncusudur. Eski DEP milletvekillerinin işin içinde olması tabloyu fazla değiştirmeyecektir.
A B süreci ile bu yeni parti girişiminin bir paralelliği olduğu görülüyor. A B böyle geniş bir Türkiye partisi girişimini ister ve destekler. Ancak böyle bir parti Kürt sorununu nasıl formüle edecektir? “A- zınlık” sorunu olarak mı? “ Kurucu ulus olarak tanınma” olarak mı? Veya hiçbir somut hedefe yönelmeden “ demokratik cumhuriyet” için mücadele olarak mı? Sorun burada yatıyor. Bunlardan herhangi birisi hedef seçildiğinde partinin kapsam alanı ve ittifak güçleri de belir-
__kürt sorunu çözüm yolunda mı?___
lenmiş olur. Kendi başına “geniş” parti hedefe daha iyi varır diye politikada kanıtlanmış bir yol yoktur. Stratejideki tıkanma Türkiye partisi girişimi ile aşılmaya çalışılırken, sorunun özünden biraz daha uzaklaşma ve hatta Türkiyelileşme ve genişleme adı altında kimi güçlere yer açılması halinde inisiyatifi kaybetme riski artacaktır. Belki de inisiyatifin bir kısmı gönüllü olarak terk edilecektir.
Sonuç olarak, Kürt özgürlük hareketi Kürt işçi ve yoksullarının hareketi olarak yola çıktı. Bu “gömülmüş” konunun üzerindeki ölü toprağını buldozer gibi attı. Ancak bu açılan yoldan artık ilk yola çıkanlar değil, son beş yıldır başkaları yürümeye hazırlanıyor. Üstelik onları ısrarla davet eden Hareketin kendisidir. Evet, bu, sonuca ulaşmayan sosyal devrimlerin bir alın yazısıdır. Yol açıcıları açtıkları yoldan sonuna kadar yürüyemeyebilir. Bugün Kürt Hareketi artık Kürt burjuvalarının eline geçiyor. Burjuva kavramının Kürt kitlesi içinde henüz çok belirgin bir kategori olmadığı biliniyor. Bu kavram, Kürt yoksulları dışındaki, devletle arasında belli bir mesafe olan irili ufaklı Kürt e- gemenleri olarak algılanabilir.
Bu gerçeklikten dolayı Kürt hareketinde yeni stratejinin tıkanması ve çatal- lanması gelecekteki yeni saflaşmaların i- şaretini veriyor. Savaşın yorgunluğu belli ölçüde ortadan kalktıktan, açlık duyulan kültürel konularda bir süreç yaşandıktan sonra, yolu açan Kürt yoksulları açtıkları yolun ne hale geldiğine bir kez daha bakacaklardır.
16.11.04
89 ----
Ayşe Tansever
AKINTIYA KÜREK: IRAK SEÇİMLERİ ya da ÇEKİLİŞİN PLANI
Irak Koalisyon Güçleri Başkanı Paul Brem er 28 Haziran 2004 günü gizli bir törenle Irak yönetiminin Geçici Hükümet Başkanlığı’nı İyad Allavi’ye teslim ettiğinin ertesi günü kimseye haber vermeden bir uçakla vatanı A B D ’ye geri döndü. Bir yıla yakın süre Irak’ı yönetmiş biri için çok buruk bir ayrılık olmuş olsa gerektir. Onu bu koltuğa getiren “ başarılarının” ardından Irak’tan ayrılırken tek bir el sallayanının olmaması kendisini çok düşündürmüş olmalı.
Bremer dönemi A B D açısından bir hayalin kapanmasıdır. ABD , sosyalist sistemin çökmesi ile çıktığı III. Sömürgecilik Dönemi’nde hiçte istediği gibi I. Sömürgecilik Dönemi’nin kurumu sömürge valisi ile sömürge yönetilemeyeceğini anlamış olmalıdır. Bremer Irak’ta asayişi kuramama başarısızlığını savaşın başında yağmalamayı önlemekte titiz davraml- mamaya bağladı. Şimdi vatanına dönmüş olan Irak İşgal Güçleri Komutanı General Sanchez ise Savunma Bakanlığı’nın gerekli teçhizatı vermemesinin bugünkü duruma yol açtığını söyledi. Yani Koalisyon Geçici Otoritesi Irak’ta asayişi kuramama ve direnişi bastıramamanın nedenini Savunma Bakanı Donald Rums- feld’in az personelli modern savaş mantığına bağladı.
Hayır, Irak’ta yaşanan olayları sadece A B D modern savaş mantığı ya da askerlerinin vahşi davranışı ile açıklamak mümkün değildir. Çok daha derin ne
denleri vardır. Kapitalizm itibar yitirmektedir. A B D kapitalizmi insanlar için bir umut, yarınlarına ışık tutan bir olgu olmaktan çıkmakta, onların korkulu düşü haline gelmektedir. Artık halklar demokrasi özgürlük gibi kavramların altında sömürü, eziyet, işkence ve ölüm gibi olguların yattığını görmektedirler. Yani A BD bir umut, bir kurtarıcı olarak görülmemektedir. Ve de onun için Irak’ta A B D işgaline karşı bir direniş vardır. Yaşananlar Bush’un elindeki en yetkin, en modern silahların, son tekniğin bile insan bilinci ve azmi karşısında niha- i bir sonuç veremediğini göstermektedir. A B D III. Dönem Sömürgeciliği’ne çı- kamadan yolu kesilmektedir. Irak halkı bunu tüm dünya halklarına kanıtlamakla görevli gibidir.
Ancak elbette A BD , “ tamam gerçeklik bu” deyip 140 bin askeri ve uçak gemisini alıp gidecek değildir. Hep yeni yollar, yeni çareler aramaktadır. “ Bre- mer’le olmadı, acaba Allavi ile ne kadar idare edebilirim” diye düşünmektedir. Şimdi de seçimler vardır. Yeni birilerini bulacaktır. Kapitalizmi ilerleten onun bu girişimciliği, bu direnci ve hırsıdır. Daha Irak’ta çok şeyler deneyecektir. Sonuna kadar bu pazarı, petrolü elinde tutmaya çalışacaktır. Pencereden atılsa bacadan girmeyi deneyecektir.
Irak direnişi karşısında Bush’un ne yapacağı sürekli merak konusu. Bush hükümeti Irak’ta stratejik hata yaptı, na-
90
sil bu “ beladan” kurtulacak diye soruluyor, girmeyi planladı çıkışı planlamadı diye eleştiriliyor. A B D sırf girip almayı planlıyor, ama o ülkeye nasıl demokrasi getireceğini planlamıyor, eksiği bu, deniyor. Yok işte BAAS Partisi’ni dağıttı, yok Saddam Ordusu’nu dağıttı, böylece halkla bağlarını kopardı, iktidar olma şansını yitirdi, deniyor. Doğrudur. Bunlar yapılan yanlışlardır. Ve kapitalizmin süper gücü böyle yanlışlar yapabiliyor. Böyle plansız davranabiliyor. Çünkü kendisine çok güveniyor. III. Dünya Ü lkelerinin halklarını bu kadar küçümsüyor. Bunların bir bedeli olsa gerek. A rtık kendini dev aynasında görmelerin sonuna da geliniyor, sermaye tüketiliyor olsa gerek.
Başka bir açıklama getirmekte mümkün. Denebilir 'ki kapitalizmin günümüz krizi o kadar büyüktür ki uzun dönemli planlar yapamıyor ve gününü kurtarmaya çalışıyor. Doğrudur. Hangi veriden çıkarsak çıkalım A B D pratiktir. Olaylardan öğrenmeye çalışır. Sonuna kadar I- rak’ta direnecektir. En son olarak kafasında Kolombiya modeli olsa gerek. O çok aşık olduğu petrol alanı ve boruları etrafına 140 bin askerini sırayla dizebileceğim düşünmektedir. Irak pazarından vazgeçebilir, ama Irak petrolü ve onunla bağlantılı olarak Ortadoğu’daki petrol a- lanlarımn yakından denetiminden vazgeçmeyecektir. Ta ki vazgeçmek zorunda kalana kadar.
Şimdiki hali ile olay şudur. A BD askeri gücü Irak’ta direnişi bastıramamak- tadır. En üst, en modern teknik bile insan iradesini yenememektedir. Irak deneyinin bir sonucu budur. İkinci sonuç i- se direniş bugünkü gücüyle bile A B D ’yi Irak’tan çıkarmaya yetmemektedir. San
ki pata pat bir durum vardır. Peki bu iş nasıl çözülecektir? A BD hangi durumda pilisini pırtısını alıp gitmek zorunda kalacaktır. Vietnam’da yenilmiştim şimdi bir kez daha yenildim, diyecektir. Orada sosyalist güçlere yenildi. Burada halk güçlerine yenilecektir. Bunu ne zaman diyecektir? Hangi tür bir direniş, hangi tür bir güçler dengesi A B D ’yi Irak dışına atacaktır? Irak’ta durmanın bedelini ne zaman, hangi koşulda A B D karşılayamaz duruma gelecektir? Asıl soru bu olmalıdır.
Allavi Hükümeti A B D ’nin denediği bir modeldir. VVashington’a bağlı, Irak’ı A BD çıkarları doğrultusunda sömürmesine kul köle bir hükümet. Latin Am erika’da 1970’lerde kurdurduğu askeri hükümetler gibi. Ya da Allavi hükümeti böyle bir hükümetin kurulmasına hizmet edecek bir seçim ortamı yaratmalıdır. I- rak petrollerini kontrol edebilmesine, gelirlerini çıkarları doğrultusunda yönlendirmesine hizmet eden, Ortadoğu’da İsrail’in yerine getirmekte zorlandığı jandarmalık görevine destek veren, bölgede A BD çıkarlarını dayatabilen bir hükümet. Irak pazarını A BD şirketlerine açan ve Irak petrol gelirlerinin A B D şirketlerinin cebine girmesini sağlayacak bir hükümet. Ve bölgede örneğin Suudi A ra bistan, İran gibi ülkelerdeki petrol rezervlerinin denetimini sağlayabilecek bir güç oluşturacak Irak Hükümeti. A BD , I- rak Hükümeti’nden bunları beklemektedir. Allavi Hükümeti böyle bir hükümetin kurulmasına hizmet edecek seçim ortamı yaratmalıdır.
Allavi Hükümeti bir kaç aylık iktidarı döneminde Irak’ta neler yapmıştır? A BD hayalleri ne kadar gerçekleşmiştir. Seçimlere kadar neler yaşanmıştır ve ya
__________________ ırak seçimleri___
------------------------------------------ 91 ----
şanma olasılığı vardır? Seçimler öncesi böyle bir değerlendirme yapmak mümkündür.
SEÇİMLER YAPILACAK MI?
Paul Brem er yönetimindeki işgal güçleri arkalarından gelecek hükümete iyilik yapmak istediler. En azından Allavi Hükümeti halk arasında bir umut olmalı. İ- yi bir başlangıç yapmalı, kendisini sevdir- meliydi. Gidici yönetimin sert davranması unutulabilirdi. Ya da o sert davranırsa Allavi Hükümeti sevimli görünürdü. Allavi’nin hareket alanı genişletilmeliydi. Bu nedenle Paul Bremer Irak’ta yükselmekte olan direnişi mümkün olduğunca bastırmaya, yok etmeye çalıştı. Direnişin kalesi Felluce gibi görünüyordu. Amerikan askerleri buraya giremi- yorlardı. Brem er parçalanarak öldürülen kiralık katillerin intikamını almak bahanesi ile Felluce’ye saldırdı. Ama Felluce, Stalingrad olma andı içmişti. Direniş çok yüksekti. A BD kenti alamadı ve saldırıyı durdurdu. Kent yönetimi ile uzlaşmak zorunda kaldı.
İyad Allavi, Şii olduğu ve Şiileri böyle- ce işgal güçlerinden yana çekebileceği düşüncesiyle bu göreve getirilecekti, a- ma önü açılmalı, işgale karşı olanlar sus- turulmalı, göreve başlar başlamaz elinin kanlanması önlenmeliydi. Mehdi Ordusu ve lideri Mukteda al Sadr’a saldırıldı. Gazeteleri kapatıldı, önderleri tutuklandı. Günlerce al Sadr kenti havadan ve karadan bombalandı. Felluce örnek Oldu. Kent direndi. Hatta al Sadr güçlerinin direnmesi bir yana, başka başka kentlerde onu örnek almaya başlıyor ve Amerikan askerlerini dışarı atıyorlardı. Yani Muk
— yol____________________________
teda al Sadr güçlerine vurdukça direniş daha toparlanıyor ve yükseliyordu. Ne- cef ve Kerbela’da olaylar yükseldi. Bremer anlaşma yapmak zorunda kaldı. A- merikan askerlerinin kente girmesinden vazgeçildi. Brem er’in devri yaklaşıyordu, ama A B D ve işgal güçlerine saldırılar her geçen gün azalmıyor artıyordu. Bu nedenle hatırlardadır, Bush’a hep soruluyordu: “ Bremer devredecek mi?” “ G e çici Hükümet planlandığı gibi 28 Hazi- ran’da göreve başlayacak mı?” “ Direnişin yüksekliğine rağmen devrecek misiniz?”
Açıkçası bu sorular çok anlamlıdır. Şu soruluyordu. A B D güçleri olarak asayişi sağlayamadınız, iktidar olamadınız, kentler kontrolünüzden çıkıyor, direniş yükseldi, her gün bir kaç askeriniz ölüyor. Yeniliyor, geriye çekiliyorsunuz. Bu siz iktidarda iken, tüm ipler elinizde iken böyle. Nasıl olur da iktidarı sizden olmayan birine devredersiniz? Öz güç olarak yapamadığınızı kukla bir hükümet ile yapacağınızı mı düşünüyorsunuz? Kendi başaramadığınızı kukla hükümet mi başaracak? Böyle mi düşünüyorsunuz? Yoksa başka bir plan mı var? A B D silahlı gücü Irak Şii maskesi arkasına çekilirse asayişi kurmak daha mı olası? Yani Bremer’in devir tarihi kesin mi? Yoksa devir uzatılacak mı? Soruların anlamı buydu. A BD Irak’a girdikten bir yıl geçmeden yenilmeye başlıyordu.
Aslında şimdi bu soruların aynısını seçimler için sormak olasıdır. A B D gerçekten bu durumda seçimleri yapmayı düşünmekte midir? Bu ortamda nasıl seçim yapılacaktır? Seçim kütükleri, seçim sandıkları, seçim propagandaları, seçimlerde özgür irade vs. vs. Bu ortamda bunlar nasıl yapılacaktır? Seçim yapıldı-
__ 92
ırak seçimleri__
ğında A B D kendi amaçlarına hizmet e- deceğini düşündüğü bir hükümeti nasıl işbaşına getirecektir? Bu hükümeti nasıl ayakta tutacaktır? Kendi adaylarını nasıl seçtirecektir? Kendi adayları nasıl A BD arkasında duracaktır, A BD çıkarlarını uygulayacaktır? Gerçekten bugünkü I- rak’ın durumuna baktığımızda bunların gerçekleşmesi bir hayaldir. Durum Bre- mer’in görevi Allavi’ye devrettiği ortamdan daha da kötüdür. Öyleyse seçimler gerçekten yapılacak mıdır?
Bize göre yapılacaktır. Yapılmak zorundadır. Şöyle ya da böyle bir seçim yapılacaktır. Yerel seçim yapılacaktır. Bazı yerlerde yapılacaktır. Bazı yerlerde yapılmayacaktır. Belki bir süre daha ertelenecektir, ama büyük bir değişiklik olmazsa yapılacaktır. Nasıl Brem er’den Allavi’ye devredildi ise şimdi “ seçilecek” olanlara devredilecektir. Çünkü bunlar yenilişin birer adımlarıdır.
Aslında işler tersine dönüyor. A BD en başta bir takvim açıkladı. Plana göre takvim A B D ’nin Irak’ta iktidarının sağlamlaştırma virajlarıydı. Ancak şimdi işler tersine döndü ve takvim Irak’taki direnişin yarattığı fırtına karşısında tutunduğu dallar oldu. Onun için bunlardan vazgeçmeyecek, aksine kendisi için kurtarıcı tarihler olarak bakacaktır.
Geriye Bremer gibi bir yönetime gidemeyecek. Onunla yapabileceği bir şey yok. Elindeki korkunç yetkin silahlara karşın Allavi Hükümeti maskesi de bu kadar işine yarıyor. Bu durumda seçim yapmak yine varlık koymak demek. D ireniş güçlerine saldırı için bir gerekçe demek. Allavi iktidarına hazırlanırken olduğu gibi seçimlerden sonra başa geçecek hükümet öncesi yeniden saldırıya
hazırlanıldı. Hedefe ilk önce Felluce konuldu. Sonra yine büyük bir olasılık Şii- ler gelecek. Bir “ temizlik” yapılacak. A- çıkçası bize göre A B D Felluce saldırısı i- le Irak’ta iktidar olabileceğini düşünmüyor. Sadece direnişin gücüne karşı kendi gücünü sağlamlaştırmaya çalışıyor. Ne türden olursa olsun bir seçim yapmak bile bir başarı haline geliyor. Direnişin şiddetini azaltmaya, zaman kazanmaya çalışıyor. Kalmasına kolaylık sağlayacak barajlar örüyor. Sığınaklar inşa ediyor. Başka bir şekilde söylersek geri çekilişinde bir mantığı olmalıdır. Geri çekilirken de “ şerefle” çekilinmelidir. En çok çıkarla çekilmelidir. En fazla yarar sağlanmalıdır. En az telef verilmelidir.
Seçimleri yapmak bu mantığın merdiven taşlarıdır. Seçimler onu dünya kamuoyu önünde daha yasal bir konuma sokacaktır. Dünya kamuoyunda kendine bir tutanak bulacak. Irak savaşındaki ya- sadışılığının üstünü bir şekilde örtecek. Belki böylece dışarıdan yardım alabilecek. Irak direnişine karşı destek sağlayacak. Çıkarlarına hizmet edecek ortalama bir iktidar oturtabilecektir.
Takvime sadık kalmak Irak’taki tabanı açısından da önemlidir. Bilindiği gibi Sistani, Geçici Allavi Hükümeti yerine Haziran’da direkt seçimler istiyordu. O- cak ayına razı edilinceye kadar akla kara seçildi. Şimdi seçimleri bir kez daha ertelemek Sistani eli ile tutulmak istenen ı- lımlı kitleleri karşıya almak, varlığına direnişi artırmak olacaktır. İşi zorlaşacaktır. Tekrar edelim seçimler yapmadan I- rak’ta kalışını daha kolaylaştıracağına i- nansa hiç çekinmeden, dünyayı bile u- mursamadan seçimleri iptal eder. Ya da böyle bir umut ışığı görse erteler. Ama şimdilik görmüyor. Irak’ta ayakta dura-
93 —
— yol
bilmesinin tek yolu saldırıdır. Seçimlerde bunun bir parçası.
SEÇİMLERE ÖN HAZIRLIK
Seçimlerin bir akıntıya karşı duruş, geri çekilmenin mantıklı adımları olduğu tespitinden sonra taktikleri dönemlere ayırabiliriz. İki ana dönem tespit edilebilir. Irak seçimleri A B D seçimleri ile iç i- çe geçmiş durumdadır. Irak’taki durum Bush’un yeniden seçilip seçilememesini etkileyecektir. O nedenle A B D seçimleri öncesinde genellikle ortalığı çok fazla karıştırmama ve yumuşak davranma ve sanki Irak’ta başarı kazanılmış ve işler i- yiye gidecekmiş havası verme amacı öne çıktı. Genelde fazla A B D kaybı verilmeyeceği düşünülen eylemlilikler içinde bulunuldu.
ABD SEÇİMLERİ ÖNCESİ TAKTİKLER
a. Yeniden YapılanmaBush Hükümeti yaz ortasında Irak’ta
yeniden yapılanma projesinin rafa kaldırıldığını açıkladı. Yani Bush Irak’a girerken verdiği sözden geri dönüyordu. Kentler savaşla yıkıldıktan sonra yeniden yapılacaktı. Irak bir pazar haline gelecek, başta A B D )e sonra saldırıya asker yollayan ülkelerin şirketlerine yeni iş alanları açılacaktı. Kapitalizmin bildiğimiz karakterine uygun olarak ilk önce yıkacak, sonra da yeniden yapacaktı. Ekonomisini canlandıracaktı. Yükselen direnişin bu hesabı bozduğunun ilk kabulü yeniden yapılanmayı durdurmaktır.
Yeniden yapılanma için A B D parla
mentosundan 18.5 milyar dolar çıkarılmıştı. Bunun ancak 500 milyon doları harcanabildi. O da askeri amaçlar için kullanıldı. Şimdi bu paraların dağıtılması durduruldu. Bizzat Bush’un dediği gibi e- ğer yeniden yıkılacaksa yeraltı ve üstüne yatırım yapmanın bir anlamı yoktu. Yani elektrik, kanalizasyon, su vs gibi altyapı tesislerinin ihaleleri askıya alındı.
Yeniden yapılanmanın durdurulması Irak’ın pazar olarak kullanılmasının imkansız olduğunun açıklanmasıdır. Irak bundan böyle A B D açısından sadece bir petrol ülkesi olacaktır. Irak’ta kalış ne I- rak’ta belki ne de Ortadoğu’da bir pazar yaratmayacaktır. Aksine ortaya çıkan A BD düşmanlığı ve A B D mallarına boykotlar göz önüne alınırsa A B D hem I- rak’ta hem de bölgede pazar kaybetmeye başlamıştır. Irak savaşı bazı çok uluslu şirketler için olumsuzluk getirmiştir.
Yeniden yapılanmanın kaldırılması aslında çok boyutlu bir yenilginin işaretidir. A B D şirketleri bir ülkeye girdikleri zaman kapitalist pazar kurulmasına hizmet ederler. Burjuva ilişkilerin temellerini atarlar. Şirketler yerli halk arasından burjuvalar yetiştirmeye başlarlar. Yani sınıflı yapı kurulur. Var olan sınıflar ilişkisi geliştilir. II. Sömürgecilik Döne- mi’nde bunlar yaşandı. Şimdi III. Sömürgecilik Dönemi’ne girildiğinde ise çok u- luslu şirketler var olan yerli burjuvalarla bir ilişki modeli arıyor olmalıdırlar. Irak olayları bize böyle bir ilişkinin kurulamadığını gösteriyor. A B D ’nin gelmesinden kar uman burjuvalar yok muydu? Neden böyle bir pazar kurulamadı? Bu sorulara yanıtlar aramak gerekir.
Bremer ve daha sonra Allavi döneminde çıkarılan bir kaç ekonomik yasa-
94
ya bakalım:1. “ lrak’ın 200 K İT ’İ özelleştirilecek.”
Bunları kim alabilir? Elbetteki çok uluslu şirketler.
2. “ lrak iş alanında yabancılar % 100 mülkiyet sahibi olabilirler.” Yerli burjuvaların pek işine yarayacak bir madde değildir. Var olan bütün ulusal değerlerin yabancılara satılması demektir.
3. ” Yerli yabancı iş adamı ayırımı o rtadan kaldırılacak.”
4. “ Tüm karlar yurt dışına taşınabilir.”5. “ lrak’a giren mallardan gümrük tar
zı ihracat vergisi, lisans ücreti vs. gibi şeyler alınmaz.” (Bilgiler: Z.net, Dahr Camili’nin Irak Ekonomisi yazısından, 10 Kasım 04)
Bu yasaların hiç biri yerli burjuvaların işine yaramamak bir yana zararına yol a- çacak. Onların ölmesini getirecektir. Var olan tek tük burjuva işyerleri savaşla tahrip olmuştur. Halkın çoğu işportacılık yapmaya itilmiştir. İşsizlik ortalığı kaplamıştır. Elbette bunlar birer ayrı yazı konusu olup derin incelenebilecek konulardır. Fakat şurası açıktır ki bu yasalar globalleşme ile tüm dünyada uygulanan neo-liberal politikaların kendisidir. Bush ve onun çok uluslu şirketler ülkesi Irak’ı işgal edince hiç bir taban filan düşünmeden bu yasaları getirdiler. Sanırız Irak’ta kendilerine yandaş bulma diye bir şey kafalarında yoktu. Yeryüzünde kapitalizmden başka sistem mi vardı! Herkes ona canı gönülden inanmış, kurtuluşunu ona bağlamıştır. Böylesine basit ve dar görüşlü, dünya halk gerçekliğinden kopuk bir dünya da yaşıyorlardı.
Buradan kalkarak şöyle bir tespit yapmak sanırız yanlış olmayacaktır. III. Sömürgecilik Dönemi neo-liberal eko
nomi politikalarıyla kurulamaz. İkisi birbirine ters düşer. Ya da kapitalizm, içinde olduğu çok uluslu tekeller döneminde işgal edilen ülkede eskisi gibi güçlü i- lişki ağları kurma yapısına sahip değildir. Globalleşme ile bizim gibi ülkelere girişlerine baktığımızda da farklı bir sonuç görmüyoruz. Çok uluslu şirketler yeni dönemde yeni burjuvalar yetiştirmeye değil, onları proleterleştirmeye hizmet ediyorlar. Bu anlamı ile de III. Dönem’de işgal edilecek ülkelerde tutunmaları zorlaşıyor. O ülke içinden kendilerine yandaşlar bulmaları zorlaşıyor. Kurulacak bir avuçta aç milyonları peşinden sürükleyecek bir güç oluşturamıyorlar.
Yeniden yapılanmanın durdurulmasını Batı emperyalizminin tekelci yapısının vardığı son konağın sonucu olarak değerlendirmek gerekir. III. Sömürgecilik Dönemi halkları peşinden sürükleyeceği, onları oyalayacağı teorilerden de yoksundur. Yeni bir şey bulamamakta, eskiye kimse inanmamakta ve bunu ger- çekleştirememektedir. Kendisine destek olacak bir burjuva katmanı da yara- tamamaktadır. Girilen ülkelerde bir tek ticaret kesimi gelişmeye müsaittir. Gümrüklerin ve bu türden tüm vergilerin indirilmesi yerli burjuvaları yok e- derken dışarıdan ucuza giren malların satışı üzerinde gelişen bir burjuva oluşturabilir, ama bu da ülke kendisi bir üretim yapmadığı sürece önünün tıkanması uzun sürmeyecektir. Irak petrolü de böyle bir düzeni döndürmeye yetmemiştir.
Son olarak bir konuya da kısaca değinmek yerinde olacaktır. Yeniden yapılanma içine alınan aslında askeri harcamaya girmesi gereken “ kontratlılar” ya da paralı askerler sorunu vardır. Bunlar
___________________ ırak seçimleri___
--- 95 —
da asayişi sağlamak bağlamında yeniden yapılanma kapsamına alınmışlardır.
Irak içinde paralı asker olduğu gerçeği ilk Felluce’de bunlardan 4 tanesinin parçalanması ile dünya kamuoyuna duyuruldu. Irak’ta A B D ve İngiltere askerlerinden sonra bu gurup üçüncü sıraya oturmaktadır. Tam sayıları bilinmemekle birlikte 20 bin civarında oldukları tahmin edilmektedir. En ünlü şirketler A- merikan Blackwater ve İngiliz Aegis Savunma Hizmetleri’dir. Aslında bunlara özel polis gücü ya da kiralık katil demek uygundur. Bu kiralık katillerin fiyatı I- rak’ta direnişin yükselmesi ile birlikte artmaktadır. Kişi başına günlük kazançları 500-1000 dolar arasında değişir. (I- rak’ın ne kadar tehlikeli bir yer olduğuna bir gösterge.)
A B D ’de her şeyin özelleşmesi gibi ordunun da özelleşmesi I. Bush Hükü- meti’nin işbaşına geldiği yıllarda uzun u- zun tartışıldı. İngiltere’de de tartışıldı. Bunların daha etkin olacakları, ordudan çok daha ucuza daha “ temiz” işler yapılabileceği savunuldu. Ancak özel kurum ve kişilerin devlet çıkarlarını silahla koruması uluslararası yasalarla çatışmakta olduğundan ve başka bazı nedenlerle o rdu özelleştirilemedi, ama başka yol bulundu çok miktarda paralı asker ya da kiralık katil kullanılıyor.
Emekliye ayrılan ordu personelinin kurduğu şirketlerde çok sayıda Afrikalı çalışmaktadır. Hem ucuz oldukları hem de korkusuzca dövüştükleri için tutulmaktadırlar. Devletler bunları Afrika ülkelerinde hükümetler devirmede ve tüm kirli işlerini yapmakta kullanıyorlar. Irak’taki kiralık askerlerin büyük bir kısmının Güney A frka Cumhuriyeti’nden
— yol-------------------------------------------
geldiği biliniyor. A B D petrol tankerlerinin Irak içinde dolaşımı bunlarca sağlanıyor. Bağdat Havaalanı, A B D petrol şirketi Halliburton’un büroları bu şirketlerce korunuyor. Ve de Koalisyon güçleri ile çok iyi bir istihbarat bağı içindedirler.
Yeniden yapılanmadan bir tek bu şirketlerin hariç tutulması aslında başta A BD ve İngiltere’nin ama genelde kapitalist sistemin nasıl bir dünya katilleri haline geldiklerinin açık göstergesidir. Bugün dünya T V ’lerinde bol bol göz boyama atraksiyonları yapılıyor. Cezaevlerinde işkence yapanlar yargı önüne çıkartılıyor ya da yaralı İraklının A B D askerince öldürülmesinin Cenevre Savaş Anlaşması kurallarını ihlalinden söz ediliyor. Dava açılıyor. Bunlar açıkçası komik olaylardır. A B D Irak’ta hiç bir kural dinlemeden katliamlar yapıyor. Göze batacağını düşündüğünü kiraladığı katillere yaptırıyor. Böyle komik olaylarla da Batı halklarının vicdanı rahatlatılıyor. I- rak savaşı uluslararası yasaları bırakalım en basit insanlık kurallarının bile hiç bir hükmü olmadığı bir ortam yarattı. Yeniden yapılanmanın tutmamasının en te melinde de bu gerçekliklerin Irak halklarının yaşadıklarından çıkardıkları dersler olsa gerektir. Kapitalizm insanlık tanımayan vahşi, insanlık dışı bir yapıdır. Anlatacak sıfat bulmada zorluk çekiyoruz.
b. Irak Askeri ve KollukKuvvetleri Yetiştirm ePaul Bremer’in Irak’ta ilk yaptığı ve
çok eleştirilen olgu Saddam Ordusu’nu dağıtmasıdır. Aslında işgal edilen bir ülkenin ordusunu ve polisini dağıtmak elbette mantıklı bir olaydır. İşgale, yani sö-
96
ırak seçimleri__
mürmeye, elinden ekmeği zorla alınmaya gidilen ülkenin ordusu potansiyel düşmandır ve elinden silahı alınır. Savaş kuralları bunu söyler. Saddam Ordu- su’nu dağıtmak, A B D ’nin o ülkedeki a- maçları açısından doğru bir adımdır.
I. Sömürgecilik Dönemi’nde ülkelerin yeraltı ve üstü zenginliği sömürülmeye askerle gidiliyordu ve sömürü süresince de onlar orada tutuluyordu. Buna tepki olarak insanlık bir kurtuluş savaşları dönemi yaşadı. Kapitalizm II. Sömürgecilik Dönemi’nde demokrasi, özgürlük şiarlarını bayrak yaparak ülkelere girdi. Askersiz olarak IMF, Dünya Bankası ve yerli burjuvalar kanalı ile sömürdü. Metalar ve kredilerle sömürüldü. O zaman bile belirli üsler ve askeri kurumlar kullanıldı. Şimdi yeni dönemde eyalet valileri ve lejyoner askerlere dönülmeye çalışılmaktadır. Köprülerin altından çok sular aktı. Kapitalizmin itibarı yok. Demokrasi, özgürlük, refah, kalkınma maskeleri düştü. Çıkarları dayatmaya da en modern silah ve teknik yetmemektedir. Yerli işbirlikçiler aranmaktadır.
Irak’ta şimdi yaşanmakta olanlar bunun da çok sorunlu olduğunu göstermektedir. Çıkarlarını gizleyeceği maskeler düştü. Yerli işbirlikçiler bulamıyor. Kendi askeri çıkarlarını dayatmaya yetmiyor. III. Sömürgecik Dönemi’nde emperyalizmin açmazlarından biridir. A BD bu anlamı ile elleri kolları bağlı bir zavallıdır. N e kendi askerleri ile amacına ulaşabilmekte ne de yerli güçlere güvene- bilmektedir. Bu onun çıkmazıdır ve çıkmazı olarak kalacaktır.
Ama alternatifler geliştirmek ve denemekten başka çıkar yol yoktur. Halk içinden kendisine hizmet edecek polis
ve asker yetiştirecektir. Ama bunlara ne kadar güvenebilecektir? Güvenemiyor. Iraklı asker ve polis güçlerinin eline modern silahları veremiyor. Yeterince cephane ile donatamıyor. O durumda bu güçler kendisine hizmet etmiyorlar. D irenişçilerden korkuyorlar ve her an karşı tarafa geçmeye hazır oluyorlar. A BD modern silahları ile direnişçileri durdu- ramıyorsa elinde ilkel silahlarla yetiştirdiği bu güçler ne yapsınlar? Ayrıca bu güçler direnişçiler açısından birer vatan, din hainidirler.
Allavi döneminin ilk aylarında bu çelişkileri yaşadı. Çeşitli denemeler yapıldı. Bu güçlerin A B D ve Allavi iktidarının direnişi yeneceğine inanması gerekiyordu. İlk fırsat Necefte yakalandı. Sistani arabuluculuk yaparken Irak güçlerinin Ne- cef kentini kontrol altına almasını kabul etti. İşte bu noktadan itibaren bu güçler dinde de bir dayanak bulmuşlar, yasallaşmışlar ve manevi güç bulmuşlardı.
Allavi güçleri çeşitli şekillerde denendi. Ve sanırız bazı tespitler yapıldı. Bir kez bu güçlere silah verilecek ancak yine de bir denetim içinde olacaklardır. Kolluk kuvveti olarak kent içinde olmaları ve hedef haline gelmelerinin A B D a- çısından getirdiği büyük bir kayıp olmasa gerektir. Onun içinde genel olarak bunlar direnişçilerin intihar saldırılarına hedef olup öldürülüyorlar. Ancak askerler biraz daha farklıdırlar. O nlar A B D ’nin kentleri alması, yolları temizlemesine hizmet ederler. Bu anlamı ile A- merikan gözü hem denetleme hem de mümkün olduğunca koruma amacıyla üstlerindedir. Genellikle bu güçler kuzeyde Kürtler arasından seçilirler. Ya da Basra yakınlarındaki Şii gruplardan. Yani Dava siyasi hattına inanan aşiretler ara-
97 __
sından. Diğer bir özellik dini ayrıma özel dikkat etmektir. Yani Şiilerin üzerine Sünniler ya da tersi Sünniler üzerine Şi- i olanlar kullanılmaktadır.
Şamara kentinin kurtarılmasında çoğunluğu Kürt olduğu söylenen askerlerden bir bölük kullanıldı. Başarılı oldukları söylendi. Felluce’de kullanıldıkları söyleniyor. Ama anlaşıldığı kadarı ile ayrı bir gurup olarak değil, askerlerin içine karıştırılmış olarak savaşıyorlar.
Ancak bunların ne yapacakları tam o- larak kestirilemez. Arkalarındaki A BD gücü kalktığında ne olacaktır? Bir sömürü düzeni böyle güçlerle kurulabilir mi? Ne kadar kurulabilir? Güvenilme sınırı nelere bağlıdır? Nasıl geliştirilebilir? Hepsi deneylerle belki zaman içinde ortaya çıkacaktır. Başka seçenek yoktur. Şimdi İyad Allavi, daha sonra başka bir kukla hükümet başa oturtulacaksa, bu zorunlu ise onun ordusu ve kolluk kuvvetlerinin de yetiştirilmesi gereklidir.
A B D İstanbul’da yapılan N A T O toplantısında A B ülkelerinden asker ve kolluk kuvveti yetiştirme konusunda yardım istedi. N A T O yavaş yavaş Afganistan’daki gibi Irak içine sokulmaya çalışılıyor. N A T O ve A B Afganistan’da hem asker eğitiyorlar hem de güç olarak varlar. Ama elbette Irak Afganistan gibi geçmişi parçalı, yıllardır savaş içinde o- lan bir ülke değil. Düzenli ordusu ve gelişkin bir kolluk kuvvetleri sistemi vardı. Bir burjuva iktidar geçmişi olan bir ülkedir.
Üç aya yakın bürokratik tartışma ve Irak’ın gözlenmesi sonucunda N A T O çerçevesinde 300 kişilik bir personeli o- lan Askeri ve Polis Akademisi kurulmasına karar verildi. Nerede kurulacağı u
— yol-------------------------------------------
__ 98 ____________________________
zun tartışmalar doğurdu. A B güçleri Irak içinde kurmayı göze alamadılar. Ü r dün’de kuruldu. Fakat bu konu çok gizli tutulan bir konudur. Bazı yerlerde Bağdat yakınında da olduğu haberi ile karşılaşıyoruz. Sanırız AB, Irak’taki varlığının gizli kalmasına özel önem veriyor. Elbette A B D kendi kanalları ile de asker yetiştiriyor. Ve 60 binin üstünde eleman yetiştirme hedefi var. Son verilere göre 30 bin kadarı eğitildi.
Askerler hızlı bir şekilde yani bir kaç yıllık eğitim yerine bir kaç haftalık kurslarla mezun ediliyor. Ellerine verilen silahlar kadar eğitim kaliteleri de geri düzeyde. Bu da direnişçilerin işine yarayacak bir olgu olsa gerektir.
Şimdi Allavi Hükümeti’nin, yarın “ seçimle” başa geçecek hükümetin iktidar olabilmesi, ancak asayişi sağlaması, sağlayabilmesi ile mümkündür. Bu güçler belirli bir etkinlik sağlayabilirlerse kukla iktidar ayakta durabilecektir. Ancak bu bir denge işidir. Allavi güçleri direniş güçlerini yenmeye başladığı zaman sıradan halktan olan bu güçler Allavi’nin arkasında durma cesaretini göstereceklerdir. Direniş güçlerini yenemediği durumda i- se elindeki güçlerin karşıya geçmeleri işten bile değildir. Bu olasılık olduğu sürece de Allavi iktidarı kaypak bir zeminde demektir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla bu zeminin sağlamlaşmaması doğrultusunda direniş güçleri kanlarının son damlasına kadar direnme andı içmişlerdir. Bu nedenle işgal güçlerince yetiştirilen güçlerin A B D ’nin ne kadar işine yarayacağı belli değildir. Ve her an bu silahın geri tepmesi mümkündür.
Ayrıca güvensizlik askerlerin zaten olmayan morallerini sıfırlamaktadır. Ye-
ni mezun olan 50 tane askerin Irak içlerine şevki sırasında öldürülmeleri bu olguyu ortaya çıkardı. Askeri akademide bu olay sonrası çatışmalar çıktı. Öğrenciler de komutanlarına güvenmiyorlardı. Korku her şeye işlemişti. Yeni mezun o- lan askerler korku ve güvensizlikle eğitiliyorlar. Böyle yetişince de her an karşı saflara geçmeleri zor olmayacaktır. Alla- vi yetiştirilenler içinde %5 oranında ajan olduğunu kabul ediyor. Böyle ortamda kurulmaya çalışan ordunun moral gücünün ne olduğu ortadadır.
A B D güçleri açısından karşılarındaki- ler potansiyel düşmandır. O zaman asker ve kolluk kuvveti yetiştirmek için e- leman nereden, hangi kriterlere göre a- lınacaktır? Irak’ın kuzeyinde Kürtler vardır. Ya da güney de Dava Partisi ya da hükümet ile işbirliği yapan aşiretlerden alınabilir. Ve de genelde böyle yapılmaktadır.
A B D elbette Irak işgalinden çok şeyler öğreniyor. Direniş güçlerini bastırmak için kullanacağı kuvvetleri karşı güçlerden seçiyor. Örneğin Sünnilerin çoğunlukta olduğu Şamara kentinin yeniden alınması için geneli Irak Kültlerinden kurulu bir ordu kullandılar. Bunları öne sürdüler. Hem onlar hem de kendileri deney kazanmış oldular. Şamara kentinin alınması bir cesaret kaynağı oldu. Ancak sonradan Şamara tekrar direnişçilerin eline geçince bu cesaretin korkuya dönüşmesi doğaldır. Ya da şimdi Felluce saldırısında başka bir taktik deneniyor. Irak askerleri A B D askeri içine konuldu. Birbirleriyle destek içinde davranıyorlar.
Ancak bütün bunlar tehlikeli politikalardır. Kültlerin Sünni ve Şiilere ateş e
dip öldürmesi ya da bir Şii’nin Sünni’yi öldürmesi tehlikelidir. Felluce savaşı sırasında Felluce yönetimindeki Müslüman Aydınlar Sünni Kurumu bir fetva verdi. “ Müslümanlar kardeşleri Müslü- manlara ateş açamaz.” diye. Bütün bu gitgeller Irak’ta bir iç savaşa gidişin yolunun açılmasıdır. Irak’ın parçalanması demektir. Ya da güvensizlik ve korku arasında yaşayan askerlerin sonuçta ahlaki değerlerini kaybetmesi kaçınılmazdır. Bunların direnişçilerden yana taraf değiştirmeleri öyle basit altüstlükler olarak görülmemelidir. Tüm bunlar karmaşık bir toplum yaratma yolunda atılan çok tehlikeli adımlar olsa gerektir. Sonuçta da pek A B D ’nin işine yarayacağını sanmak saflık olacaktır.
Sonuç olarak A B D Irak’ta kendisini savunacak bir hainler ordusuna büyük bir ihtiyaç duymaktadır. Bunu kurmanın yollarını öğreniyor. III. Dönem’e uygun dersler çıkarıyor. İşgal edeceği başka başka ülkelerde bu deneylerini hiç şüphesiz kullanacak. Kendi askerlerinin çıkarlarını karşılaması düşünülemez. İşgal ülkeleri hainleri, paralı askerler bu konuda eldeki olanaklardır. Ancak ne kadar işe yarayacakları, ne tür altüstlükle- re neden olacağı yakın gelecekte ortaya çıkacak.
c. Allavi Hüküm eti’niİktidar Yapmakİyad Allavi bir Şii’dir, Saddam döne
minde ülkesini terk etmiştir. Eski BAAS Partisi üst düzeylerinde çalışmış, sonra da Saddam’a yapılan suikastlarda parmağı olduğu gerekçesiyle ülkesini terkedip A B D iktidar güçlerine sığınmıştır.
A B D Irak halkının çoğunluğu Şii ol-
___________________ırak seçimleri___
99 ----
duğu için Şii bir lider seçmeyi uygun buldu. Ancak Allavi kendi halkını düşünmeyen tipik bir Batı kuyrukçusu gözü kara, zalim bir lider özelliklerini taşımaktadır. Söylendiğine göre Iraklı hain askerlerin birinin elinden silahı alıp karşısında dizili 6 direnişçiyi “ İşte bunları böyle geberteceğiz.” diyerek kurşunlamıştır. Bir kaç aylık iktidar dönemi ona “ bıyıksız Sad- dam” lakabını kazandırmaya yetmiştir.
İktidara geldiğinde arkasında duran Amerikan askerlerine güvenerek çok sert çıkışlar yaptı. İlk işi sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan etmek oldu. Ama bunun ne kadar boş olduğu hemen ortaya çıktı. Çünkü bunu hayata geçiremedi.
Ö te yandan teslim olan, nedamet getiren direnişçiler için genel af çıkaracaklarını söyledi. Ama A B D bunu kabul etmedi. Benim askerlerimi öldürenler affedilemez, dedi. O nedenle o sözü de havada kaldı. B ir kukla olduğu ve A B D ’nin sözünden çıkamayacağı en başından ortaya çıktı. Ve saygınlığını halk i- çinde ilk gününden yitirmeye başladı.
Ama asıl yüzünü Necef direnişi ve Mehdi Ordusu’na yaptığı saldırılarla gösterdi. N ecefte direnen Mehdi Ordu- su’nu yok etme andı içti. Onların üstüne bombalar yağdırma emrini verdi. Yenebileceğini sandı. İmamlar “ Müslüman kardeşlerine silah çeken Müslüman bizden olamaz.” fetvasını verince de Şiiler içinde hiç bir desteği kalmadı. Hükümetinin bazı bakanları istifa ettiler, bazı part i le r ik t id a ra destek vermekten çekildiler. Toplanması düşünülen Ulusal Mec- lis’i toplayamadı. Ve sert çıkarak hiç bir şey elde edemedi.
Bush, İyad Allavi’yi Ortadoğu ve Av-
___100____________________________________
— yol-------------------------------------------
rupa’da dolaştırdı. Ama bir sonuç elde edemedi. BM ’de ve A B D Senatosu’nda konuşturdu. Ama açıktan bir destek elde edemedi. Ne borçlar ertelendi ne de Allavi hükümetine güven duyuldu. Chi- rac A B ’de yapacağı konuşmayı dinlemedi bile. Bir bahane bulup toplantıdan çıktı. Allavi içi doldurulmayan sözlerle ülkesine geri döndü. .
Nisan ayındaki Felluce direnişi ve zaferi ile başlayan kentlerin kurtarılması a- kınının önüne geçemedi. İktidarı sırasında 24’den fazla kent A B D ve Irak güçlerinin denetiminden çıktı. Amerikan askerleri kentlerden uzak yerlerde üslerine çekildiler. Kentler arasında dolaşacaklarında bile sıkı bir koruma ile hareket etmeye başladılar. Havadan helikopterlerle korunaksız yola çıkmıyorlar. Her an bir pusu ile karşı karşıya kalmalarının önü alınamadı. Ya bir roket atar, ya bir yol kenarı bombası ya bir intihar arabasının kurbanı olabilirlerdi. Bu nedenle A B D ordusunda isyanlar, söz dinlememeler başladı. Askerlerin morali çok bozulmuştu. Ama buna karşılık, üslerinden çıkmadıkları içinde A B D ölümleri azaldı.
Allavi ve bir avuç ordu ve kolluk kuvveti de bu dengeyi değiştirmeye yaramadı. Karakollar sürekli olarak direniş güçlerinin hedefi idiler. Karakoldan çıkmak tehlikeliydi. Karakolda kalmak tehlikeliydi. Bir saldırı ile kitlesel olarak öldürülmeleri işten bile olmuyordu. Onlarda A B D askerleri gibi yer yer kentlerin dışına çıkmak zorunda kaldılar. Hatta bazı kentlerden tamamen kovuldular. Ya kaçtılar. Ya da Felluce’de olduğu gibi direnişçilerin saflarına geçtiler. Irak neredeyse bir kentler devleti haline geldi.
Irak’ta direnişçi eylemleri her geçen gün sayıca ve verdiği zarar açısından arttı. Verilen rakamlara göre savaşın başladığı günden beri ölen Iraklı sayısı çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 100 binin üzerindedir. Amerikan askerleri ise son sayıma göre I 194 adettir. Ülkede ne insan yaşamının güvencesi vardır ne de malın. Hiç bir şey işlememektedir. E- lektrik ve su çok kısıtlı olarak dönem dönem verilmektedir. Özelleştirmeler yapılmıştır. Sübvansiyonlar kaldırılmıştır. Halkın yarısından çoğu işşizdir. Açtır. Şimdi yapılacak seçimlerde neredeyse hiç bir tabanı yoktur. Halk Allavi’den nefret etmektedir.
Ancak bu kısır döngü bir yerlerinden kırılmalıdır. Ancak saldırı ile mümkündür. Amerikan seçimleri saldırıyı seçim sonrasına almaya zorlar. Ama bu arada Allavi gene bir şeyler yapmaya çalışır.
d. Kentleri Geri Alm a AtılımıKentleri geri alma atılımı bir yanıyla
yukarıdaki bölüme girmektedir. A B D bu taktik adımla Allavi Hükümeti’ni iktidar yapma mücadelesi vermektedir. Ancak kendi başına bir taktik olarak işlemek daha anlamlı olacaktır.
Yukarıda anlattığımız Necef anlaşması Allavi güçlerinin zorla halka kabul ettirilmesi demekti. Seçimler öncesi Allavi bunu yaymaya başladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmaya, yasallığını kabul ettirmeye çalıştı. Allavi, A B D ’nin saldıracağını söylüyordu. Saldırmadan önce onları razı etmeye çalışıyordu. Sanki babalık e- diyordu. Ve de bol keseden paralar, vaatler dağıtıyordu. Tek tek kentlerle görüşmelere başlandı. Bazı kentler anlaşmayı, yani kent denetimini Allavi güçle
rine vermeyi kabul etti, bazıları etmedi. Felluce saldırısı öncesi bu görüşme 4 ayrı farklı şekilde gelişti.
Şamara kenti A B D ve hükümet güçlerince büyük bir kahramanlık örneği o- larak gösterilir. Şamara Saddam kentidir. Kentte çok sayıda Saddam ordu güçleri vardır. Hatta yaz başında Saddam Ordusu’nun giydiği özel botları giyerek, yani kimliklerini saklamadan ortaya çıktılar ve A B D askerlerini dövüşerek kent dışındaki üslerine kovaladılar. O zamandan beri de kent direniş güçlerinin elindeydi.
Allavi burada pek görüşme yapmadı ve burasını boy gösterisi yapmak için kullanma kararı aldı. Bir anlamıyla Felluce saldırısına hazırlanıyorlardı. A B D askerleri burada iki yeni savaş taktiği denedi. Birincisi Necef ve Kerbela gibi büyük direnişlerden karşılarındaki güçlerin savaş taktiklerini öğrenmişler ve ona göre yeni taktik geliştirmişlerdi. Bunları denediler. İkinci olarak da yeni yetiştirilen 1000’e yakın Irak askerleri kullanıldı. Çeşitli gitgellerden sonra kent geri alındı. Irak askerlerine moral olsun diye onların zaferi olarak alkışlandı. “ Kahraman” yapıldılar. Allavi güçleri mevzi kazanıyor, dendi.
Oysa iki tane gerçeklik gizleniyordu.Birincisi kent ancak ikinci saldırıda a-
lınabilmiştir. İlk seferinde direnişçiler karşı güçleri püskürttüler. Fakat sonra direniş güçleri ile kent esnafı anlaştılar ve direnişçiler kenti terkettiler. Belki de kentin tahrip olması önlenmek istendi. Orası bilinmiyor. Aslında Irak askerleri büyük bir direnişle karşılaşmadan kolay “ kahraman” yapılıverdiler. Bir anlamıyla bu anlaşarak teslim alınmadır. Şamara
___________________ırak seçimleri___
101
esnafı A B D ve Irak askerlerini kent girişindeki köprüde karşıladı.
İkincisi bu askerlerin hemen hemen hepsi kuzeydeki Kürtler arasından dev- şirilen peşmergeierdir. Yani Kürt askerleridir. Şii değillerdir. Irak’ı parçalayarak devlet kurmak isteyen Kürtlerdir. Bu “ kahramanlıkları” için kendilerine belki de bir şeyler(!) vaadedilmiştir. Orası belli değil.
Olaylar böylece bitmedi. Ekim ayının sonlarına doğru Samara’da çatışmalar yeniden başladı. Direnişçi güçler tekrar ortaya çıktılar ve kenti yine denetimlerine aldılar. Sonra yine kaybettiler. Fellu- ce saldırısı sırasında Şamara tekrar direniş güçlerinin eline geçti.
Bu olay hükümetin seçimler öncesi kentleri geri alma taktiğinin sağlamlığı konusunu gündeme getirmektedir. Alınan kentler ne kadar süre hükümet ve A B D güçlerinin denetimi altında kalacaktır? Kalabilecektir? Bu seçimlere kadar sürebilecek midir? Hele hele her bir kentte asker bulundurmayı, hepsini birden denetimde tutmayı iktidar güçleri ne kadar becerebilecektir? Bunun uzun süreli olabileceği çok kuşkuludur.
İkinci tipik kent bizim ülkemizde de yazın baş konu olan Tel Afar’dır. Halkın büyük bir çoğunluğu Türkmen’dir. Kürt güçlerinin federal bir devlet kurmasına karşı dururlar. Irak bütünlüğünden yana- dırlar. Bu nedenle direniş güçleriyle işbirliği yaparlar. Bu kentin alınması değişik bir biçim izledi. A B D güçleri Türk- menlerin Suriye güçleriyle işbirliği içinde silah ticareti yaptıklarını bahane ederek kenti hiç bir ön görüşmesiz bombalamaya başladı. Günlerce kent bombalanınca çok sayıda Türkmen göç etti. Ve de
— yol-------------------------------------------
Kürt güçleri gelip kent yönetimini ele geçirdiler. Türkiye Cumhuriyeti de protesto etmekle yetindi.
Üçüncü tipik kent Feliuce’dir. Nisan ayında Stalingrad olma andı içen kent yetkilileri ile hükümet güçleri arasında bir anlaşma sağlandığı haberleri geldi. N e olduğu anlaşılmayan tavizler karşılığında Allavi güçleri kenti denetleyeceklerdi. A B D bu antlaşmayı kabul etmedi. Ve görüşmeler kesildi. Bir kent yetkilisinin dediği gibi “ Amerika barış istemedi.” Yani barış görüşmeleri yapar gibi davrandı.
Aşağı yukarı tüm Ekim ayı boyunca Felluce kenti havadan sürekli bombalandı. 8 Kasım günü yani A B D seçimlerinin hemen arkasından beklendiği gibi günlerdir kent etrafında mevzilenen A BD ve İngiliz güçleri saldırıya geçtiler. Kent, Cenin ve Ramala kentlerinde İsrail’in yaptığı ikinci katliamı yaşadı. Felluce saldırısını aşağıda ayrıntılarıyla işleyeceğiz. Bu kent seçim öncesi taktiğe boyun eğmeyen bir kent örneği olarak gösterilse bile aslında Allavi Hükümeti’nin barış yaptığı, ama A B D ’nin barışı kabul etmediği kent kategorisine girer.
Dördüncü tipik kent al Sadr’dır. Bu da başka uçtan tipik bir özellik gösterir. Bir teslimiyet yaşanmıştır. Olayların değerlendirmesini aşağıdaki bölümde ayrıntılı olarak işlemeye çalışacağız. Şimdi teslimiyetin koşullarını kısaca yazalım.
Mehdi Ordusu ve Mukteda al Sadr güçleriyle Allavi temsilcileri bir anlaşmaya vardılar. A B D başta bu anlaşmayı da reddetti, ama sonra fikir değiştirdi. A n laşmaya göre Mehdi Ordusu silahlarını bir hafta içinde hükümet güçlerine getirip satacaktı. O kadar çok silah teslim e-
__ 102
dildiki sonunda I milyon dolar bitti. Ve de merkezden tekrar para getirtmek i- çin alımlar durduruldu ve bir haftalık silah teslim süresi 2 haftaya çıkarıldı. Söylendiğine göre tüm Irak silah kaçakçıları buraya doluşmuşlar.
Karşılığında hükümet güçleri yavaş yavaş kent içinde denetimi ellerine aldılar. Gene anlaşmaya göre A B D askerleri kente girmeyecekler. Böylece Mehdi Ordusu silahsızlandırılıp politik bir parti olacak ve seçimlere katılacak. Cuma namazında Mukteda al Sadr’ın danışmanlarından biri halka seçimlere katılmayı vaaz etmiştir. Ayrıca kentin tamiri içinde ayrı bir para vaadedilmektedir. Yorumunu aşağıda yapacağız.
Evet, 24 adet kadar olduğu söylenen işgal edilmiş kentler bu yukarıdaki 4 tipik örnek çerçevesinde hükümet güçlerinin ya da A B D güçlerinin denetimine geçiyorlar ya da direnişi sürdürüyorlar. Kimisi para ve rüşvet ile kimisi saldırı i- le seçim öncesine hazırlanıyorlar. Ancak sorun şudur. Kentlerin hükümet güçlerince denetime alınmasının pratikte sonucu ne olacaktır? Hükümet güçleri ne kadar iktidar olabileceklerdir? Seçimler açısından bunun pratikteki sonucu ne o- lacaktır?
ABD SEÇİM SONRASISALDIRISIBÖLME TAKTİKLERİ
A B D ’nin kendi seçimleri öncesi ve sonrası yürüttüğü en belli başlı taktik I- rak halkını çeşitli bazlarda bölme ve parçalama taktiğidir. Ancak böylece iktidarını sağlamlaştırabileceği düşüncesindedir. Ancak böylece kendisine karşı güç
leri güçsüzleştirecektir.A B D nihai olarak üç parçaya bölün
müş bir Irak’ı düşünebilecektir. Ku- zey’de Kürtler. Güney’de Basra bölgesinde petrol zenginliğinden pay alan ılımlı Şiiler, ortada Irak çöllerinde yoksul radikal Sünni ve Şiiler. O en sonunda böyle bir şeyin olmasına da evet diyebilir. Bunu göze alabilir.
Bölme çabası her bazda bölme olarak yaşanmaktadır. Irak’ın zengin halk ve dinler, kültürler yelpazesinden yararlanmaktadır. Dini bazda Şii ve Sünni olarak. Milliyet bazında Arap, Kürt ve Türkmen olarak. Siyasi bazda Saddamcı, İrancı, A- rap milliyetçisi ya da radikal, ılımlı olarak her türden bölmelerin girişimi planlanıyor. Halk böylece A B D işgaline boyun eğmekten başka koşulu olmadığına zorla ikna edilmeye çalışılıyor. Ya da ölüm korkusu ile bu dayatılıyor.
Bölmek ve parçalamak içinde her türlü zoru uygulamaktadır. Her bir yandan saldırmakta, tüm kapıları denetlemekte, açmakta, kapamakta, yaratmaktadır. İstediği bir yön vardır; o yöne doğru tüm kapıları açmakta, o tarafa doğru her şeyi parçalayıp itmektedir. İstemediği kapıları sıkı sıkı kapamaktadır.
A B D açmazlar içindedir. Zordan başka yolu yoktur. Z o r kullanmadığı, o- turup görüşmeye kalktığı anda taviz vermek zorunda kalacağını bilmektedir. Hiç taviz vermek istememektedir. Z o r kullandığı, saldırdığı taktirde de seçimleri kaybedeceğini, öfke ile öfke, şiddet ile şiddet biçeceğini bilmektedir. Z o r ile kendisine yandaş değil, düşman kazandığını ve her zor ile karşı safları daha da güçlendirdiğini bilmektedir. Ama başka şansı yoktur.
___________________ırak seçimleri___
------------------------------------------103 —
bu kadar.Yazının başında da değindiğimiz gibi seçimler ile herkesi dizginlemek istemektedir. Seçimlere kendi istediği koşullarda katılmayanlar zorun hedefi olacaklardır. Arada denetime alamadığı yerleri seçim dışı bırakacağını söylüyor, ama bu aslında Irak’taki gücünü kaybettiği ilanından başka bir anlama gelmez ve sonucu başına daha da bela olacaktır. Seçime katılmamak demek ulusal mecliste temsil edilmemek, o zamanda dışarıda, denetim dışında kalınmış demektir. O nedenle seçime katıiınmaması, bir bölgenin seçime alınmaması A B D ’nin istediği bir şey değildir. O bölgeyi denetim dışı bırakmış olacaktır. Asıl amacı herkese zorla kendi istediği doğrultuda, kendi istediği kişilere oy verdirtmektir. Seçime katılmayacaklar parçalanmak, öl- dürülmelidirler.
ZERKAVİ FAKTÖRÜ
Felluce saldırısını değerlendirmeden önce A B D ’nin bu kente saldırma gerekçesi olarak gösterdiği Abu Musab al Zerkavi’nin kişiliği ve olayı üstünde bir şeyler söylemek gereklidir. Felluce kentinde işi nedir? Ya da nasıl bir işlev görmektedir?
Hiç bir aklı başında yorumcu ve siyasi Zerkavi olayına inanmamakta. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Zerkavi Ürdün- lü’dür. Adını aldığı aşiretin çoğu elemanı Ürdün’de polis olarak çalışmaktadır. Zerkavi gençliğinde uyuşturucu kullanan bir serseridir. Sonra Afgan Savaşı’na gider ve orada eğitim alır, ülkesine döner ve gene serserilikten yakalanır, 10 yıl cezaya çarptırılır. Yatar. Çıkar. Bazı örgütlerin içinde çalışır. Bilinen hayat hikayesi
— yol________________________
Sonra Zerkavi birden A B D ’nin dikkatini çeker. Çeşitli olaylarda parmağıolduğu sö y len m em e başlar. B ir bakaı siniz İran’dadır. İran gizlemektedir. İran’ın el Kaide ile bağlantısını kurmaktadır. Bir haber gelir, Zerkavi Pakistan’ın Afgan sınırında Amerikan karşıtı bir gurup içinde önderlik görevi üstlenmiştir. Pakistan Ordusu onu tam yakalayacaktır ki kaçı- verir. Yok olur. Sanki yer yarılmış içine girmiştir. Sonra birden Irak’ta ortaya çıkar. B ir ev baskınında bilgisayarda A B D ’ye yapılacak saldırı planları ele geçirildi, denilir ve plan Zerkavi’ye mal e- dilir. Ancak bunların hiç biri doğrulanmaz. Hiç biri kanıtlanamaz. Ama gazetelerde bir haber olarak geçer. Ona rağmen beyinlere böyle bir plancı olarak işlenir. Son günlerde Felluce direnişinin örgütçüsü olarak sunulmaktadır.
Felluce yönetimi ve Şura’lar her fırsatta kentlerinde böyle bir yabancı olmadığını dile getiriyorlar, ama duyan olmuyor. Ya da duyan duyuyor. Şimdi beklediğimiz gibi de Felluce saldırısından canını kurtardı. Başka bir yerlere kaçtı. Mutlaka A B D ’nin bombalamak istediği yerin kokusunu alacak ve orasını kendine mekan edecektir. Yeni maceralara doğru kahramanımız yola çıkmıştır. Z e rkavi kısacası böyle karanlık bir kişiliktir.
Karanlık bir kişiliktir ama nedense çok önemli işlevlerle yüklüdür. Örneğin adı Irak’ta adam kaçırmalara karıştı. Daha önce adam kaçırma dire ’şçilerin ö- nemli bir dövüş taktiği haline gelmişti. Bazı ülkelerin A B D koalisyon güçlerinden çekilmeye gerekçesi oldu. Ispanya ve Filipinleri bunların arasında sayabiliriz. Japonya ve Latin Amerika’daki bazı
104
ülkeler bunu gerekçe olarak kullanarak A B D ’ye karşı durmaya başladılar. Yani adam kaçırma doğru taktiklerle yapılırsa siyasi bir başarı sağlamaktaydı.
Adam kaçırma taktiğinde bazı kafa karıştırıcı olaylar yaşandı. Sanki A B D ve Batı güçleri Irak gibi karışık, kimin ne yaptığı belli olmayan bir ülkede adam kaçırma olayını bulandırmaya çalıştılar. Bazı karanlık kaçırmalar oldu. Irak direnişçilerinin hiç de işine yaramayacak kişiler kaçırıldı. Örneğin Fransız gazetecilerin kaçırılması ve karşılığındaki talepler tersten sonuçlar vermiştir. Böylece a- dam kaçırmalar Batı kamuoyunda Irak direnişçilerinin aleyhine bir ortam yarattı. Böylece de adam kaçırma taktiği gölgelendi. Etkisini yitirdi. Ve de işte böyle şaibeli kaçırma olaylarında Zerkavi damgası görülmektedir. Bize göre Zerkavi damgalı eylemliliklerde hep bir soru işareti bulunmaktadır. Onun adı olan eylemler karanlıktır.
İkinci olarak Zerkavi, Ekim ayı ortasında internet sitesinden yaptığı açıklamada örgütünün adını Tevhid ve Ci- had’dan el Kaide olarak değiştirdi. Yani Usame bin Ladin’e sadakatini açıkladı. Bush’un arayıp da bulamayacağı bir açıklamadır. Sanırız bu açıklama Bush’un seçimleri kazanmasına hizmet etmiştir.
Nedeni ise çok önemlidir. Bush Irak saldırısının geri fonunda bir el Kaide bağlantısı kurmaya çalıştı. Müttefikler terörle mücadelede A B D yanında olmuşlardı. Ama Saddam’ın K İS’lerinde A B D ’yi yalnız bırakmışlardı. Şimdi Irak terörizme bağlanırsa belki A B Irak savaşına çekilebilirdi. Bush Irak’ta “ yabancı güçler” var derken aslında Irak savaşını uluslararası terö r savaşının kapsamına
almak ve tüm dünyayı bu savaşa sokmaya çalışıyor. Hem de Irak saldırısını uluslararası planda yasallaştırmış oluyor. Yaratılan Zerkavi ile bu amaca ulaşılmış olmaktadır.
“ Felluce’de Zerkavi var. Felluce’de el Kaide var. Öyleyse bombalayalım. Fellu- ce bizim uluslararası savaş hedefimizdir. Bizim ikiz kulelerimizi bombalayanlar buradadır.” “Zerkavi Irak’ta Amerika’ya saldıracak İslam fanatikleri yetiştirmektedir.” Amerikan ve gerici basında çıkan bu haberler A B D ’de sıradan halklara sunulan yalanlardır. Zerkavi Felluce üzerine bombalar atmanın gerekçesidir. Z e rkavi Felluce’de katliamlar yapmanın gerekçesidir. Son olarak gene A B D seçimleri öncesi Usame bin Ladin’in yeni bir videosu ortaya çıktı. Usame bin La- din’de Bush’a hizmetlerini sunarak I- rak’ta dövüşmeyi kendi hedefleri arasına koyan bir açıklama yaptı. Hemen C IA a- janları olayı değerlendirdiler. “ Gelecek Usame’ler Irak’ta eğitiliyor.” Sanki her şey birbirine bağlanıveriyor. Zerkavi u- luslararası terörizmin Irak halkası ya da oranın Usame bin Ladin’i oluverdi.
Fakat elbette Zerkavi’nin Felluce’de “ olması” çok boyutludur. Sadece Fellu- ce’yi bombalama bahanesi olarak kalmaz. Bütün Irak savaşını uluslararası savaş haline getirme potansiyeli de taşıyabilir. Ama belki de en az onun kadar ö- nemlisi Felluce’ye destek verecek O rta doğu gerici rejimlerinin bu emelini baltalamak amacına iyi hizmet edecektir. Yani bu gerici rejimlerin hem Felluce hem İrak direnişine verecekleri destek karşısında bir kozdur. Sünni devletler Felluce’ye yardım etmeye kalktıklarında ya da Şiiler aynı şeyi düşündüklerinde A B D soracaktır? El Kaide’yi mi destekli-
___________________ ırak seçimleri___
------------------------------------------105 —
— yol
yorsunuz? Sünnilerin eli Usame bin Ladin ve Zerkavi öcüsü ile bağlanmaktadır.
Felluce’de asıl direnenler Zerkavi gibi el Kaide örgütü üyeleri değildir. Fellu- ce belki Arap genç direnişçilerinin destek verdiği bir kenttir, ama asıl direnen Irak’ın kendi Sünni halklarıdır. Asıl çoğunluk onlardır.
Felluce ve Ramadı, Irak’ın iki önemli Sünni kentidir. Saddam yönetiminin önden gelen Sünni aşiretleri burada yaşarlar. Yani bu iki kent Saddam yönetiminin tabanını temsil eder. BAAS Partisi, Saddam Ordusu üyeleri, Saddam aydınlarının yerleşim alanlarıdır. Üst düzeydeki Sünni dini liderler (Sufiler, Selafiler) burada yaşarlar. Saddam, Şiilere karşı bu grupları desteklediği için Irak aydınları ve burjuvaları Felluce’den, Ramadi’den yetişmişlerdir. Doktorlar, mühendisler, proflar genellikle bu Sünni aşiretlerden çıkmışlardır. Aralarında önde gelen Sünni imamlar da vardır. Saddam’ın ayrıcalıklı katmanlarıdırlar. Kentin temsilciliğini İslam Aydınlar Kurumu yapmaktadır. Tüm Irak direnişinin temsilcisi olduklarını iddia ederek direnişi kendilerine bağlamak isterler. Bu nedenle Felluce garnizonlar kenti olarak da bilinir. Felluce’ye tarih boyu askeri depolar yerleştirilmiştir. Felluce saldırısı sırasında içine kamyonların girebileceği böyle bir deponun bulunduğu söylendi. Bu Felluce’nin tarihten kalan bir geleneğidir. Askeri olmanın yanında dini özellikte taşır. 120 tane cami bulunmaktadır.
Eğer Saddam Şiilerin üstüne b ir baskı
yaptı ise bu gruplar eliyle, yardımıyla olmuştur. Burada yaşayan Sünniler iktidar avantajına, burjuva olma avantajına sahip oldukları içinde işgalden en çok zarar
___106
gören kesimdirler. Onlar Saddam altında yaşadıkları tüm ayrıcalıklarını kaybetmişlerdir. Bu anlamı ile de Şiilerle aralarında sorun olabilir ya da yapay sorunlar koymak çok kolay olabilir.
Irak halkının %60’ını Şiiler, %15’ini Kürtler, %25’ini Sünni ve Türkmen guruplar oluştururlar. Şiiler çoğunluktadır ve kurulması olası yeni devletin yapısını asıl belirleyecek olan onların oylarıdır. Oysa A B D en başından beri Irak’ta bir Şii İslam Devleti kurulmasına karşıdır. Bu Ortadoğu’da İran’ın güçlenmesi demektir. Amerikan eli ile ikinci bir İran kurmak demektir. İran bölgedeki en A B D karşıtı ülkedir. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Türkiye, Afganistan ve Pakistan gibi değildir. A B D zoruna pabuç bırakmamaktadır. A B D çıkarlarına karşı direnmektedir. Bu nedenle İran A B D ’nin baş düşmanı,“ kötüler ekseni” ülkesidir. A B D Irak seçimlerinden bir Şii şeriat devleti çıkmasına karşı sonuna kadar direnecektir. Aslında Şiiler yerine Sünni bir devleti yeğleyecektir. Ancak bu Sünni devlette yıktığı Saddam yandaşları ve BAAS Partisi güçlerinin olmasını da pek istemez. Ancak son tahlilde eğer ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa Saddamcıları Şii şeriatçılara yeğleyebileceği bile söylenebilir. Yani Felluce yöneticisi Sünniler A BD işgalini şöyle ya da böyle kabul etseler A B D memnun olacaktır.
Bütün bu faktörler nedeniyle A BD sürekli iş yapabileceği Sünniler aradı. Flatta bir yıldır BAAS Ordu ve Parti
m ensup la rı ile dirsek tem as ında bulunuldu. BAA S’lılarla anlaşılabileceği vurgulandı. Onlar tekrar çeşitli görevlere getirilmeye çalışıldı. Sünni aşiretlerle direnişe karşı ortak bir cephe kurulmaya ça-
Iışıldı. Çeşitli aşiret reisleriyle görüşmeler yapıldı. Hatta devlet başkanı bir Sünni’dir. Felluce saldırısı bu tür görüşmelerden sonuç alınamadığını göstermektedir.
SALDIRI VE SONUÇLARI
A B D kendi seçimleri sırasında Fellu- ce’ye saldırmaya hazırlandı. Nisan ayında yani daha Bremer yönetimi iktidardayken Felluce’ye saldırılmış ve başarı sağlanamamıştı. Felluce’yi dize getirmeyi Allavi hükümeti başaramamakla kalmamış direniş tüm kentlere yayılmıştır. Hem Sünni hem Şii kentleri Amerikan güçlerini kentlerden atmaya başlamışlardır. Yani Felluce bir direniş bayrağı dikmişti. Bu bayrak A B D ’nin Ocak’ta yapmayı planladığı seçimler öncesi mutlaka indirilmeliydi. A B D Irak’ta her yeni değişiklik öncesi böyle saldırılarla bir “ temizlik” yapmak zorunda hissediyor kendini. Bu güçler A B D işgaline en büyük direniş kaynağıdırlar ve yok edilmelidirler.
a. Savaşın tarzıFelluce saldırısı I Mayıs 2003’de
Bush’un Irak işgali tamamlanmıştır açıklamasından sonraki en büyük Amerikan saldırısıdır. Bu saldırı diğerlerinden farklılıklar taşımaktadır. Birinci olarak şimdiye kadar yaşanan Irak direnişçilerinin saldırılarından dersler alınmış, onların dövüş taktikleri incelenmiş ve ona göre yeni refleksler kazanılmaya çalışılmıştır. Yani düşman taktikleri daha iyi bilinmektedir. Ve bu bir avantajdır.
Daha da önemlisi A B D en baştakin- den farklı bir taktiğe geçmiştir. Beyaz saray yetkilileri bu konuda herhangi bir a
çıklama yapmasalar da olay ortadadır. I- rak işgali sırasında kullandıkları az asker, yoğun teknik taktiği yani az masraflı, yıldırım vuruşlardan vazgeçildi. Saldırı öncesi aylarca hemen hemen her gün Felluce havadan bombalandı. Direnişçilere aman verilmedi. Mevzileri yıpratıldı. A slında A B D Felluce’de katliam yaptı. Binlerce sivili öldürdü.
Aylarca ablukaya aldığı tepeden katliam yaptığı kente saldırırken bile aşırı temkinliydi. Kent işgalinde kullandığı en çok sayıda askeri saldırıya soktu. “ Birinci Felluce’de 2000 Amerikan askeri saldırıya katılırken şimdi bu sayı 10 bine çıktı. Nüfusu Feliuce’nin 20 misli olan Bağdat’ın işgalinde de 10 bin asker kullanılmıştı.” (Times, Pan Hu, Yeni Güç yazısı, 16 Kasım 2004) Klasik savaşta olduğu gibi askerler yoğun topçu ateşi ve o- tomatik silahlarla önlerindeki güçleri te mizledikten sonra kente adım adım girdiler. Ve de kimyasal silah kullandılar. Cenevre Anlaşması ile yasak olan misket bombası atmaktan da hiç çekinmediler.
A B D ’nin o çok övündüğü süper teknikleri aslında kent içi dövüşte çok işine yaramıyor. Satalitlerle düşman güçlerinin yeri ve faaliyetlerinin tespiti imkansız oimasa bile zorlaşıyor. O nedenle de daha klasik bir savaş sürüyor. Askerler gerilla türü savaş yürütmek zorunda kalıyorlar. Ayrıca askeri uzmanların açıklamalarına göre çöl koşulları da A B D güçlerinin alışık olduğu koşullar değil ve bu nedenle de bazı silahlarını kullanamıyor- larmış.
Felluce saldırısı uzun sürdü. Direnişçiler uzun süre A B D güçlerini içeri sokmadılar. Sonra da Amerikan askerleri
___________________ırak seçimleri__ _
----------------------------------------- 107 —
günlerce süren mahalle savaşlarına başladı. Kentin güneyi, ortası alındı ama batısı uzun süre direndi. Ev ev dolaşıp direnişçileri bulmak için epey kayıp vermek zorunda kaldılar. Her bir sokak tuzaklarla doluydu.
Ayrıca bu savaşta ilk kez bir hastaneye saldırıldı. Hastaneler A B D ’nin yaptıklarının aynası olarak düşünülmelidir. A B D ’nin kimlere saldırdığını, kimleri öldürdüğünü gösterir. A B D ’nin işlediği katliamı, savaşın gerçek yüzünü yansıtır. A B D Felluce’de yapacağı ikinci katliam öncesi dünyanın gözünden bunu sakla- yabilmenin yolu olarak hastaneyi işgal etti. Felluce’de yaralanan sivil halkın hastaneden yararlanmasının önü tıkandı. Binlerce Felluceli sokaklarda günlerce yaralı olarak kaldı. Hatta böyle bir yaralının A B D askeri tarafından öldürülmesi Cenevre savaş yasalarına aykırı davranış olarak dünya basınını bir kaç gün düşündürdü.
Ö te yandan Felluce’ye dış yardım sokulmadı. Kızılhaç gibi kurumlar ellerinde yiyecek ve sularla günlerce kent kapısında bekletildiler. İçeri alınmadılar. Halk açlık ve hatta susuzluğa mahkum edildi. Felluce kentinin içinde kalan halk yalnız silah ile değil, açlıkla da katledildi.
Felluce saldırısı A B D ’ye pahalıya patladı. Yalnız burada bir kaç gün içinde ö- len asker sayısı 5 1, yaralı ise 320 dendi. Yaralıların çoğu her zaman olduğu gibi sonradan ölüyorlar. Açıkçası seçimlerden galip çıkan Bush zayiatın yüksek olmasından korkmadı. Eğer Amerikan askerleri kentlerde dolaşıp denetimi ellerine alacaklar ve A B D çıkarlarını dayatacaklarsa bunu yapmak zorundaydılar.
Üçüncü olarak bu savaşta Irak askeri
— yol-------------------------------------------
kullanıldı. Dini liderler fetvaya yakın yaptıkları çağrılarda Müslüman’ın Müslüman’a silah çekmesini önlemeye çalıştılar. Buna karşın kaç tane Irak askerinin Felluce saldırısından olduğunu bilmek zor. Ayrıca gerçekten olup olmadıklarını öğrenmek zor. 7 tane Iraklı askerin öldüğü açıklandı. Amerikan sayısının çok altında. Buradan yola çıkarak Irak askerlerinin savaşa katıldığı, ancak bunun çok belirleyici olmadığını söylemek mümkündür. Geri planda yardımcı olarak dövüşmüş olmaları mümkündür.
b. Direnişi öldürm ek vekorkutmakYazımızın başında da belirttiğimiz gi
bi A B D ’nin Irak kentleri içinde durmak konusunda pek bir umudu yoktur. Bundan vazgeçmek zorunda olduğunu bilmektedir. Felluce’de önemli olan mümkün olduğu kadar çok direnişçi “ temizlemektir” . Bizzat Savunma Bakanı D. Rumsfeld öldürülebildiği kadar çok “ a- si’nin” öldürülmesi talimatını basından yaptı. Yani müthiş bir vahşet yaşandı.
Direnişçiler Feiluce’ye A B D ’nin yoğun bir şekilde saldıracağını ve kenti almak isteyeceğini biliyorlardı. Onun için günler öncesinde birçoğu ayrıldılar. Yarının altında direnişçi kaldığı söyleniyor. Öldü denilen 1000 Fellucelinin ancak 200 kadarı direnişçi, gerisi sivil halktan çocuklar ve kadınlardır. Amerikan askerleri 16-50 yaş grubundaki erkekleri savaşabilir anlayışı ile düşman olarak gördükleri için onlar zaten kentten çoktan çıkmışlardır. O nedenle ölenlerin a- rasında, yoksul olduğu için kent dışında gidecek bir yer ayarlayamayan ya da hasta ve yaşlı olduğu için gidemeyenlerin ol-
__ 108
ması büyük bir olasılıktır. Bu nedenle A- merika’nın direnişçi öldürme taktiğinin çok başarılı olduğunu söylemek zordur.
Sünni direnişçilerin taktiği A B D Fel- luce’ye saldırınca işgal güçlerine saldırıyı tüm Irak sathına yaymaktı. Birinci Fellu- ce zaferi sonrasındaki gibi direniş ateşini her yere yaymaktı. Bunda başarılı olundu. Irak’ın çeşitli kentlerinde direniş o- layları arttı. En önemli gelişme Musul kentinde yaşandı. M usulb ir Sünni kentti. Saddam burjuvalarının epeyi burada yaşıyorlardı. A B D ile direkt bir temas i- çinde değillerdi. Ayrıca A B D askerlerinin en az olduğu kentti.
İlk önce bir kaç polis karakoluna saldırıldı. Söylendiğine göre polisler korktular ve hepsi toplu olarak Sünni saflara geçtiler. Bu kez Musul Belediyesi ayakta duramaz hale geldi. Kent teslim oldu. A- radan bir kaç hafta geçtikten sonra kent tekrar A B D askerlerinin kontrolüne geçti. Ama henüz çatışmalar devam ediyor.
Bağdat kentinin çeşitli banliyölerinde olaylar arttı. Bugaba kasabasında hem Sünniler hem de Şii’ler yaşıyorlar. Burada sokak sokak çatışmalar var. Hatta A BD , geceleri hava saldırısı yapmak durumunda kaldı. Gün geçmiyor ki ya A B D askerlerine ya da Irak güçlerine bir saldırı düzenlenmesin. Sonuçta Kasım a- yı A B D askerleri açısından en kanlı ay oldu. 125 ölü. Felluce’nin ikizi Rama- di’de çatışmalar yoğun. Şamara kenti tekrar alındı deniliyor. Buhriz kentinin baş polis şefi öldürüldü. Suvara, Haditya, Daim Katifiya, Tayi Khaldiya kent ve kasabalarında hükümete bağlı Irak kolluk kuvvetlerine bombalı saldırılar, intihar eylemleri gerçekleştirildi. Hatta Şi
i kenti olan Kerbela’da olaylar olduğu söyleniyor. Bütün buradan yola çıkarak Felluce’ye saldırı sonrası Irak’ın genelde Sünni kentlerinde ve bazı Şiilerin de bulunduğu yerlerde işgal güçlerine saldırıların arttığını söylemek mümkündür. Günde yaşanan saldırı sayısının 150 olduğu açıklandı.
Bilindiği gibi Felluce saldırısı sırasında İngiliz güçleri nispeten sakin olan güneydeki Basra’dan yukarı çekildiler. Onlar da saldırılarda önemli rol oynadılar. 4 tane İngiliz askeri öldü. Epey yaralı var. Ayrıca Polonya güçlerine saldırılar olduğu söyleniyor. Bir-iki kayıp verdiler. Eski Doğu Avrupa ülkelerinden işgale en hevesli katılan Polonya yakında çekilecek. Macar Hükümeti, Mart ayında çekilmeyi planlıyordu. Ama parlamento u- zatmayı reddedince Aralık sonu onlarda çekilecekler. Sünnilerin direnişi elbette bu kaçışın temel nedenidir.
Sonuçta Amerika’nın Felluce’ye girip direnişi kırarak Irak genelinde bir istikrar sağlama amacının başarılı olduğunu söylemek olası değildir. Direniş güçleri Irak’ın Amerikan askerlerine cehennem olacağı açıklamaları göze alınırsa Sünni direnişinin seçimlere kadar azalacağı tahminini yapmak zordur. Amerika silah üstünlüğü ile belki Felluce’de bazı yerleri almıştır ama bunu direnişin diğer kentlerde artması pahasına yapmıştır. Direnişi amaçladığı gibi Felluce’de boğa- mamıştır. Ve şimdi A B D 12.000 yeni asker getireceğini açıkladı.
Felluce saldırısı ile amaçlanan diğer bir hedef sıradan halkı, direnişçilerin zorladığı halkı pasifleştirmekti. Onlara gözdağı vermek, korkutmaktı. Direnişçilerin saflarından kendi saflarına çekmek-
___________________ırak seçimleri___
------------------------------------------109-----
ti. Eğer direnişi diğer kentlerde yok e- demezlerse bunda da başarılı olduklarını söylemek güçtür. Aksine halk direnişçilerin gücüne ve Amerikanın yenilebilirliğine eskisinden daha çok inanmaktadır.
Ayrıca asıl sorun, bu kentlerde, diyelim Amerikan askerleri dolaşmaya başladı, bunun ne kadar süreceği. H er bir I- rak kentinde ne kadar Amerikan askeri, ne kadar süreyle durabilir? Seçimlere kadar dayanabilecekleri şüphelidir. Her öldürdüğü direnişçinin yerine yenileri yetişiyor. Yenileri saflara katılıyor. A BD bu savaşlarda uluslararası anlaşmaları çiğnemek ve katliamlar yapmaktan başka bir şey başaramıyor. Karşısındaki safları daha da güçlendiriyor.
c. Direnişi parçalamakFelluce’de Sünniler vardı. Necef ve
Al Sadr kentlerinde Şiiler direnişteydi. Yani A B D karşısında din grupları vardır. Amacı Felluce direnişçilerine saldırırken Şii güçleri onlardan izole etmekti. İki gücü aynı anda karşısına almak istemiyordu. Birisine saldırırken İkincisine büyük sus payı verdi. Direnişi bölmeye çalıştı.
I. Felluce direnişi sıralarında Şii kentleri de direnişe geçtiler. İki din mensuplarının birlikte yaşadığı kentlerde direnişler ortak yapılmıştı. Necef ve Kerbe- la direnişlerinde Felluceli Sünniler kamyonlar dolusu ilaç ve yiyecek yardımı yaptılar. Konvoylar halinde Necef kapılarına gidip dayanışma gösterdiler. Peki, şimdi ne olmuştur? Felluceliler direnirken Şiilerden destek görebildiler mi?
Irak İslam Cemiyeti Başkanı Felluce saldırısını kınadı. Ve tüm Müslümanları bu saldırıya karşı mücadeleye çağırdı. Allavi Hükümeti içindeki Sünni parti ko
— yol-------------------------------------------
alisyondan çekildi. Ancak önemli olan I- rak halkının %60’ını oluşturan Şiilerin ne yapacağıydı. Bağdat Şii Cemaati en üst yetkilisi Şeyh Muhammed al Halisi A BD saldırısını “ kitlesel bir katliam ve savaş suçu” (al-jazeera.net) olarak niteledi. Başka bazı Şii aydınlarda “ Müslüman kardeşlerini desteklediklerini” açıkladılar. (ay)
Asıl önemli olan Şiilerin en üst ruhani lideri Sistani ve N ecefte kahramanlığını perçinleyen Mukteda al Sadr’ın destek vermesiydi. Sistani’den bir ses çıkmadı. Sadece suçsuz insanların öldürülmesini kınadı. Felluce liderlerini temsil eden Müslüman Aydınlar Kurumu dolaylı olarak Sistani’nin suskunluğuna öfkelendi. Gerçekten Sistani eğer Felluce saldırısını kınamış olsaydı işler başka şekilde gelişebilirdi. Ama Sistani seçimlerin yapılmasını kurtuluş olarak görmeyi sürdürüyor.
Sistani başından beri seçim diye dayatmaktadır. Sistani’ye göre Irak’ta seçim yapılmalı ve İraklılar kendi kaderlerini kendileri tayin etmelidirler. I. Felluce Direnişi Nisan’da ortalığı karıştırdı. A B D karışıklığı bahane ederek seçim yapmadı, Allavi Hükümeti’ni başa dikti. Bu kez II. Felluce direnişi bahane edilerek, yine Ocak 2005 seçimleri ertelenebilecektir. Sanırız Sistani böyle düşünmektedir. Ona göre A B D işgali altında tam serbest olmasa da Irak halkının taleplerini az çok dile getirebilecek bir seçim yapılması mümkündür. Sünniler o rtalığı karıştırarak bunu engellemektedirler. Sistani aslında susarak sanırız kendince Felluce’ye iyilik yapmaktadır. Sistani yetkilileri harıl harıl seçime aday listesi hazırlamaktadırlar. Sistani A B D ’ye i- yi niyetle bakmakta, onun asıl emellerini
110
bizce görememektedir.Mukteda al Sadr’ın N ecefte Fellu-
ce’den yardım görmüş olması düşünülürse destek vermesi uygun olurdu. Ancak o da Felluce saldırısının 4. gününde Amerikan saldırısının çok güçlü olduğu ve bu durumda 2005 Ocak seçimlerine verdiği desteği çekeceklerini açıkladı. Bu ortamda seçim yapılamaz, dedi. Ancak daha sonra Sistani’ye karşTçıkmayı göze alamayarak olsa gerek seçim listelerine aday veriyor.
Bize kalırsa Mukteda al Sadr aslında Felluce’den, direnişten yanadır, A B D işgaline karşı durmadan yanadır. Ama e- linde bir dini yetki ve otorite yoktur. O Sistani’nin açıklama yapmasını beklemiştir. Bu açıklama gelmeyince de Mukteda harekete geçmemiştir. Seçimden yana olma tavrını koymaktadır. Necefte Sistani’nin isteğinin aksine direndi. Sistani Londra’ya kaçmak zorunda kaldı ama bu kez tersi oldu. Mukteda karşı bir bayrak açmıyor.
Bu durumda A B D ’nin Irak halkını Sünni ve Şii olarak parçalamada başarılı olduğunu söylemek mümkündür. D ireniş parçalanmıştır. Ve bu gelecekteki I- rak yapılanmasını derinden etkileyecek bir olaydır. Belki de böylece ülkenin parçalanması mümkündür. A BD bütünüyle hakim olamadığı ülkeyi parçalayarak yönetmeye çalışacaktır. Şiilerin gelecekte kurması olası iktidarı Sünni saldırılardan korumak için Irak’ta kalacaktır.
Bu arada Musul’da iki tane Sünni dini lider öldürüldü. Direnişe destek vermediği için 124 Şii’nin Sünniler tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Son Cuma namazı sırasında Şiilerin camisine saldırı yaşandı. Bu olaylar iki tarafın arasının a
çılmasına hizmet ediyor. Bu türden olayların kimler tarafından yapıldığını kestirmek zor. Gerçekten Sünni direniş güçleri mi yapıyor, yoksa karanlık güçler mi, belli değil. Bundan sonra seçime kadar neler gelişecek belli değildir. A B D ’nin bir şeriat devleti kurmaya karşı, seçimlere kadar daha ne türden hileleri devreye sokacağı önümüzdeki günlerde belli olacaktır. Ancak şimdi arası açılmış gibi görünen bu iki dini grubun A B D karşısında bir gün güçlerini birleştirip birleştirmeyeceği belli değildir.
d) Irak Hüküm eti’niGüçlendirmekFelluce direnişi öncesi Allavi iktidarı
nın ne kadar iktidar olabildiğini kabaca çizmiştik. Felluce saldırısından sonra A BD Allavi iktidarı Irak’ta iktidar olabilme doğrultusunda güçlenmiş midir?
Necef olayları ile Ulusal Meclis’i toplama çabası suya düştü. Arkasında A BD olmasa Irak’ta seçimleri yapma gücüne sahip değildir. Hatta hükümet halkın en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetkin değil. Bağdat geceleri karanlıkta kalıyor. Elektrikler kesiliyor. Sular her yerde akmıyor. Petrol kıtlığı yaşanıyor. Bir kaç litre petrol alabilmek için 24 saat kuyrukta beklemek gerekiyor. Karaborsacılar almış yürümüş. Hükümetin memurları Allavi’yi dinlemiyor. İstifa edip direniş cephesine katılabiliyorlar. Hükümet iktidar olamıyor.
Felluce olaylarında Allavi tamamen A B D uşağı olduğunu ortaya çıkardı. Saldırı emrini A B D ona verdirtti. Bürokratik olarak Felluce’de akan kanın sorumlusu Allavi Hükümeti’dir. Sünniler kendisini asla affetmeyeceklerdir. Hüküme-
__________________ ırak seçimleri___
------------------------------------------111-----
tindeki Sünni parti koalisyondan çekildi. Hele hele Felluce saldırısı sonrası sıkıyönetim ilan etmesi bardağı taşıran son damla oldu. Sıkıyönetim direnişçilerin hareket kabiliyetini çok düşüren ve onların görüldükleri yerde vurulması fermanı gibidir. Allavi Sünniler açısından kabul edebilecekleri bir iktidar olamamıştır.
Şiiler açısından biraz farklıdır. Necef direnişi sırasında Mukteda güçlerine saldırı emrini de o verdi. Yani radikal Şiiler içinde Allavi bir güç değildir. Fakat son anda Sistani’nin getirilmesi ile imzalanan anlaşmada Necef kent denetimi Allavi kolluk kuvvetlerine verildi. Bu denge bugüne kadar durmaktadır. Sanki orada radikal Şiiler ile ılımlı Şiiler arasında bir güç gibidir. Al Sadr kentinde yaptığı anlaşma ile de güçlerini buranın merkezine o- turttu. Bu anlamı ile A B D Allavi’yi iktidar yapma doğrultusunda adımlar atabilmiştir.
Ö te yandan eğer halk arasında bu I- rak güçlerine bir saygı vardı ise bu da Felluce olayları ile uçup gitti. Bu askerlerin sonuçta kimin gücü olduğu, arkalarında Amerikan askerlerinin durduğu anlaşıldı. Kuklalıkları gözler önüne serildi. Bu askerler ayrıca Müslümanlara ateş eden Müslümanlar olarak günah işlemiş durumuna girdiler. İmajları tamamen yıprandı. Sünniler buna karşı direniyor. Ama Şiiler Sistani’nin arkasında suskun duruyorlar.
Felluce saldırısı Allavi Hükümeti’nin Ortadoğu’daki itibarını da ayaklar altına alıcı özellikler taşır. Felluce bölgedeki Sünni rejimler açısından da önemlidir. Seçimler sonrası İran yanlısı bir iktidar kurulmasını istemeyen, bölgede Şi
— yol____________________________
i direnişinin artması ile kendi ülkelerindeki Şiilerin baş kaldırabileceğinden korkan rejimler el altından Felluce direnişçileriyle görüşmeler yaptılar. Felluce direnişi özünde tüm Ortadoğu Sünni iktidarların direnişi anlamına gelmektedir. Bu rejimler bir şekilde hem direnişi desteklemekte hem de A B D ile Felluce direnişçileri arasında arabuluiucuk yapmaya çalıştılar.
A BD Allavi’yi Ortadoğu rejimleri a- rasına sokmaya çalışıyor. Onların Allavi’yi tanımalarını istiyor. Kasım ayı sonunda bu doğrultuda bir Irak Konferansı düzenlendi. Konferans özünde Allavi Hükümeti’nin tanınması anlamına gelmektedir. Ve de seçimlerin yapılması doğrultusunda karar çıkmıştır. Hükümetin seçime muhalif grup ve partilerle diyalog kurması istenmektedir. Seçimler her yerde yapılmaya çalışılmalı, hiç bir yer seçim dışı bırakılmamalıdır. Allavi’ye karşı olan İran ve Suriye hükümetleri bile A B D ’nin bu kukla hükümetine karşı bir güç oluşturamadılar. Allavi Hükümeti böylece bölgede bir iktidar olarak tanınmış oldu. Ayrıca Irak Konferansı’na Çin, AB, Fransa, BM ’nin de katıldığı düşünülürse Allavi Hükümeti bir yasallık kazanmış durumdadır. A B D dış ülkeler içinde bunu başarabilmiştir. Allavi seçim öncesi Avrupa başkentlerini dolaşmaya çıktı. Resmi törenler yapıldı. A B D bu e- melinde başarılı olmakta, Allavi dünya kamuoyunda bir yasallık kazanmaktadır.
Ö te yandan dünya kamuoyundan da Felluce saldırısı sırasında bir destek gelmemesi Allavi Hükümeti açısından ö- nemlidir. Avrupa’nın bazı yerlerinde u- fak tefek protestolar dışında Irak Savaşı öncesi gelişen milyonluk gösterilerden hiç biri toplanamıyor. Bu da A B D ve Ba
112
tı güçlerinin başarısı sayılabilir. Irak direnişinin karakteri Batı halklarını kararsız- laştırmaktadır.
A B D çekilirse ne olacaktır? Kim iktidara gelecektir? En büyük kaygı budur. Batı halkları Irak’ta bir iç savaşın başlamasından korktuklarını dile getirerek dolaylı yoldan Allavi ve A B D işgalini kabullenmiş olmaktadırlar. Irak kukla hükümeti ve A B D saldırıları lanetlenirken kimin arkasına geçileceği önemli bir sorundur. Kafalar bununla karışmaktadır. Irak’ta direnen güçler kafa uçuran, dini fanatikler olarak gözükmektedir. Laik değillerdir. Şeriat devleti kuracaklardır. Irak’ta laik bir devlet kurulması doğrultusunda destek verilecek bir güç görülmemektedir.
Zaten A B D ve Batı rejimlerinin tam da istediği budur. Onlar Irak’ta kendi iktidarlarını kurmak için ellerinin halk muhalefeti ile bağlanmasını istememektedirler. Ve de belki bu karışıklık tohumlarını serpmede de paylarına düşeni yapmaktadırlar. Amerikan basınında bu konudaki propagandalar hiç eksik değil. A- ma Avrupa daha başka bir yapıda. A B bir İslam dini öcüsünden halklarını arındırmak istemez. Son olarak Hollanda’da, daha sonra Almanya’da gelişen olayları bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Irak’ta dini iktidara karşı güçler dengesinde bir adım atmak gerekiyor. Bir yandan İran’ın yanında yer alınırken diğer yandan da böyle karşı adımlar atılıyor.
Batı halklarının bu düşüncesi karşısında bir şeyler söylemek uygundur. Elbette Irak direnişinde gerici mollalar bizlerin anladığı anlamda halkın kurtuluşunu hazırlayıcı olamazlar. Ama Irak’ta
işgal güçlerine karşı en iyi direnen onlar- dır. Bu durumda biz ne yapmalıyız? O n lar nasıl herhangi bir politika üretmede ellerinin bağlanmasını istemiyorlarsa biz de direniş güçlerinin ellerini bağlamamalıyız. Eğer direniş güçleri Amerikan işgaline silah çekiyorlarsa çeksinler, kesinlikle desteklenmelidir. Ancak o işgal güçleri yenildikten sonra halkların kurtuluşu doğrultusunda meydan açılacaktır. İşgal güçleri giderse kaos mu olacaktır. Olsun. Kaos ancak ilerici güçlerin i- şine yarayacaktır. Çünkü düzen sistemden yana olanlara yarıyor.
SEÇİMLER ÖNCESİ
Şiiler seçim öncesi bir politika ittifakı kurduklarını açıkladılar. Sistani’nin yardımcıları bu işin öncülüğünü üstlendi. Bu ittifak içinde ılımlı Dava Partisi, İslam Devrimi Yüce Konseyi üyeleri ve aşırı Mukteda al Sadr güçleri de var. Aralarına bağımsızları da aldılar. Ayrıca Ahmet Çelebi de listeye girmiş. Elbette ittifak çok huzurlu değil. Ilımlılar Mukteda güçlerinin olmasından rahatsızlar. İttifakın belirli bir programı yok. Seçilecek meclis içinden bir hükümet çıkacak. Meclis ayrıca bir anayasa hazırlayacak. Sonra bu anayasa halk oylamasına sunulacak ve kabulünden sonra asıl seçimler yapılacak.
Elbette ittifakın kurulması sorunları seçimler sonrasına ertelemekten başka bir anlam taşımıyor. En başta anayasanın nasıl bir anayasa olacağı çok muğlak. D ini bir anayasa deneniyor. Ama laik özellikler de içinde olacak. Bu nasıl başarılacak? Hükümetin nasıl bir programı olacak. Hepsi Şii ittifakının gelecekteki dağ-
__________________ ırak seçimleri___
------------------------------------------ 113----
— yol
lar gibi sorunları. Şimdilik Şiiler seçimlerden Şii bir meclisin çıkması ile sorunların çözümünde en büyük adımın atılacağını düşünüyorrar. Ama belki de Şiiler için asıl sorun bundan sonra başlayacak. A B D işgali onların birleşmesinin önündeki en büyük engel olacaktır.
Sayılarının 40 ya da 47 olduğu söylenen Sünni gruplar kesinlikle seçimleri boykot edecekler. Halkın Mücadelesi Hareketi (Al Kifah al Shabi) başkanı Prof. Muhammet al Obaidi sürgünde olduğu Londra’dan Sünni grupların aralarında böyle bir anlaşmaya vardıklarını a- çıkladı. “ En başka uluslararası yasalara göre işgal güçlerinin işgal ettikleri bir ülkenin sosyal, ekonomik ve politik yapısını değiştirmeye hakları yoktur.” (aljaze- era.net, 3.12.2004) Prof. Obaidi, grupların aldığı kararda Irak’ta özgür ve demokratik bir seçimin koşullarının olmadığı, işgal gücünün çıkarlarını temsil edecek nitelikte, önceden belirlenmiş kişilerin hükümet olacağı bir devlet yapısı o- luşacağına kesinlikle inandıklarını dile getiriyorlar. Ve bu nedenlerle seçimleri boykot edeceklerini açıklıyorlar. Boykot cephesinin içinde Türkmen ve Hıristiyan gurup ve partiler de var.
Bilindiği gibi seçim için seçmenlerin kaydı gerekli. Ancak direniş böyle bir kayıt yaptırmaya izin vermeyecek. O nedenle Saddam’ın ambargo sırasında gıda dağıtımında kullandığı listelerden yararlanılacak. Bu listeler yerel bölgelerde sıradan esnaflar tarafından tutuluyordu. Direniş güçleri bu esnafların listeleri seçim yetkililerine vermesini engelliyor. Bu esnaflar tehdit altındalar. Çoğu yerde listeler yok olmuş. Yani Sünni bölgelerinde bürokratik olarak seçim yapabilmenin maddi temeli yok.
ikinci olarak seçmenlere seçim fişlerinin dağıtılması gerekli. Bu fişlerin dağıtılması gerçekle’ştirilemiyor. Sonuçta listelere göre halk kimlikleri ile gelip oy kullansın deniliyor. Üçüncü olarak da seçim sandıkları okullara kurulacak. Öğretmenler tehdit altında olduklarını söylüyorlar. Okullar uçurulabilir. Bu durumda seçim sandıkları nerelere kurulacak, belli değil. Sandıkların hem halkın yakınında olması hem de mahalle mahalle korunması mutlaka sorunlar yaratacaktır. Bütün bunlar Sünni bölgelerinde seçimlerin yapılmasının zorluğunu anlatmaktadır. 30 Ocak’ta yapılması planlanan seçimlerin gerçekten Sünni bölgelerinde nasıl yapılabileceği soru işaretleriyle dolu. Bunların ötesinde elbette asıl belirleyici olan Sünni direnişçilerinin her gün yaptıkları silahlı eylemlerdir. Bunların sayısı ve şiddeti her geçen gün artmaktadır. Seçimlere kadar da tansiyonun daha yükseleceği ve Şii bölgelerine de yayılacağı tahminini yapmak olasıdır. Irak’ta Sünnilerin bulunduğu bölgelerde demokratik ve özgür bir seçim bir yana, herhangi bir seçimin yapılma koşulları kesinlikle yoktur.
ŞİİLER
Şiiler kendi içlerinde bir bütün değillerdir. Basra’da petrol bölgesinde ılımlı olarak adlandıracağımız Şii Dava Parti taraftarları vardır. Bunlar da bir kaç parçaya bölünmüş dürümdalar. Kukla Allavi Hükümeti ile işbirliği içindeler. Hatta liderleri hükümette görevlidir. Güney I- rak’ın bütünüyle Dava Partisi’ni desteklediğini söylemek yanlıştır. Mukteda Al Sadr güçleri N ecefte direnirken Basra
__ 114
ve çevresindeki kentlerden Mehdi Or- dusu’na destek verildi, yer yer olaylar yaşandı. Hatta bir ara Basra ana karakolu alındı, devlet dairelerindeki memurlar direnişe geçtiler. Ayrıca Allavi’nin Tem muz ayında toplamak istediği Ulusal Meclis tartışmaları sırasında bir güç olamadıkları ortaya çıktı. Al Sadr güçleri ile Allavi arasında gidip geldiler. Davacılar zavallı taktikler geliştiriyorlar. Seçimler için A B D ’den seçim sırasında askerlerini üslerdegeri planda tutması, böylece halkın seçimlerin demokratik olduğuna inanacağını söylüyorlar. Harıl harıl seçim listesi hazırlıkları yapılıyor. İran ile de dirsek teması içindeler. Ama İran’ın asıl desteklediği İslam Devrimi Yüce Konse- yi’dir. Bunların da hükümette üyeleri var.
Ayetullah Sistani Necef kentinde o- turur ve Şiilerin en büyük dini otoritesidir. Dava Partisi gibi Mukteda al Sadr güçleri de Sistani’yi otorite bilirler. Sistani, Saddam karşıtıdır. İranlı olmakla birlikte Irak’ta yaşar ve Saddam zamanında İran’a sığınmıştır. 1979 İran Devri- mi’nin önderi Ayetullah Humeyni ile aynı okuldan gelir. Görüş olarak pek farklılıkları yoktur. Ancak Sistani İran’da yaşananlardan ders çıkararak din adamlarının devlet işlerine karışmaması gerektiğini savunur. Yani devlet ile din işleri birbirinden ayrılmalıdır, diye düşünür. Din adamları sadece ruhani olaylarla ilgilenmelidirler, eğer dünyevi sorunlarla uğraşırlarsa işlerin karışacağı görüşündedir. O nedenle Sistani siyasetten uzak durmaktadır. A B D işgali bitmelidir. O nedenle de Haziran sonunda seçimlerin yapılmayıp ertelenmesi ve Allavi Hükü- meti’nin kurulmasına karşı çıktı. Araya BM ’yi soktu ve sonunda dolaylı olarak
kabul etti. Sistani’nin buna karşı çıkma gücü yoktu ve sonunda A B D zoruna e- vet demekten başka şıkkı kalmadı.
Seçim listeleri yapılırken Sistani sözcüsü tüm Şii camiasının kabul edebileceği kişilerin listelere alınmasını istiyor. Hem dini partiler hem laik partilerin seçimlere katılabilecekleri söyleniyor. A n cak laik partiler 3 kurala uymak zorundalar. Birincisi; seçim disiplinine uymak. İkincisi; Irak halkının İslam geleneğini değiştirmemek. Üçüncüsü; dini kurallara karşı bir yasayı desteklememek. Bütün bunlardan da Sistani’nin nasıl bir devlet istediğini çıkarmak mümkün değildir. Laik olma durumu İslam yasalarını dışlamayabilir. Irak’ın dini İslam olabilir, ama şeriat olmayabilir. Ayrıca Sistani’nin din ve devlet işlerini birbirinden ayırması laik izlenimini vermektedir. Yani ortalık karışıktır. Belki de seçimlerde ortaya çıkacak meclis devlet biçimi konusunda karar verecektir. Ortada belirgin bir şey yoktur. Hem laik hem İslamcıl bir devlet nasıl olacaktır?
Sistani’nin destek verdiği söylenen seçim platformunda Meclis’in nasıl paylaşılacağı konusunda da anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Buna göre listenin %52’si Şii partilerine, % 48’i Kürt ve laik partilere verilecektir. % 52’nin 2/3’ü hükümette yer alan partilerin, gerisi diğer- lerinindir. İktidardaki Dava Partisi %20 hakka sahiptir. Mukteda al Sadr güçlerine de bu % 52 içinde % 12 verileceği söylenmektedir. Sistani de bu dengeyi kabul etti, deniliyor. Bu rakamlardan pek bir şey çıkarmak zordur. Dava Partisi’nin %20’lik payı ya da al Sadr’ın toplam Şii partilerin içinden % I2 pay alması neye göredir. Ya da Kültlerin payı çok değil midir?
__________________ ırak seçimleri___
------------------------------------------ 115----
_ y o i
Böyle bir paylaşımın A B D destekli olduğunu düşünmemek saflık olur. Ve de şimdilik bir ses çıkmadığına göre Sis- tani yandaşlarının da bir itirazı yoktur. Bu anlamıyla Sistani ile A B D arasında seçim yapıldığı koşulda bir sürtüşme şimdilik gözükmemektedir. Ancak Sista- ni’nin din doğrultusunda getirebileceği ya da karşı çıkacağı, dinin önünü kesecek öneriler sonradan ortaya çıkabilir. Bunlar seçim sonrasına atılmaktadır.
Sistani’nin silahtan kaçınması A B D ’nin hoşuna giden özelliğinden bir diğeridir. Bu durum A B D ’nin silahsız bir Şii toplumu isteklerine pek uyar. Sistani bir açıdan daha önemlidir. Sistani Şiilerin büyük bir çoğunluğunun dini otoritesidir. Onun dedikleri A B D ’ye ters gelmediği sürece A B D ’nin halkı bir bayrak altında alma emeline hizmet etmektedir. Yani Şiiler eğer Sistani bir şekilde karşıya alınmazsa hem laik, hem silahsız bir toplum olarak A B D çıkarlarına doğru sürükienebileceklerdir. A B D elinden geldiği kadar bu otoriteyi sorgulayıcı, bozucu bir eylemden kaçınacaktır. Ta ki çıkarlarına kesin karşı çıkana kadar. Sistani’nin seçimler sırasında BM ’yi aracı yapmak istemesi bile işine gelmiştir. BM ’nin Irak’ın içine girmesine A B D ’nin pek bir itirazı olmaz. Zaten kendisi onu davet ediyor.
Ayrıca Sistani’ye akıl da verilebilmektedir. Necef olayları öncesinde radikal Mehdi Ordusu ve A B D güçleri arasındaki sürtüşme olacağı kesinleşince Sistani Necef’ten alınıp sağlık bahanesi ile Londra’ya götürüldü ve böylece otoritesinin yıpranması önlendi. Sistani kendince tarafsız davranmıştır. Ancak acaba bu hareketinin ne kadar Iraklı kanının akmasına yaradığının farkında mıdır, bilmi
__ 116____________________________
yoruz. Açıkçası tüm nötrallikler gibi Sistani’nin tavrı son tahlilde güçlü olanın i- şine yaramaktadır. Yani Sistani her tarafsız gibi davranışında dolaylı olarak A B D ’ye hizmet etmektedir.
Necef olaylarının sonucu da öyledir. Sistani araya girmeseydi A B D ’nin önünde iki şık vardı. Ya yenildim deyip kenara çekilecekti ya da Ali Türbesi’ni bombalayıp dünyadaki 200 milyon Şii’yi karşısına alacaktı. Al Sadr güçlerinin ölmesi önemli değildi. A B D dünya Şiilerini karşısına almayı göze alır mıydı, bilmiyoruz, ama Ali Türbesi’ni bombalayıp Mehdi Ordusu’nu katletse bile yenilmiş olacaktı. Hareketin kendisi zaten yeni al Sadr’lar, yeni Mehdi Ordusu çıkaracak güçteydi. Sistani araya girerek olayı pata pat durumuna getirdi. Mehdi Ordu- su’nun zaferini elinden aldı. A B D ’nin ekmeğine yağ sürdü.
Ayrıca Sistani bir olayla daha direniş hareketine kötülük etti. Yukarıda değindik. Necef anlaşması sonunda kent içine hükümet güçlerini alarak dolaylı olarak hükümeti tanımış olduğu yetmezmiş gibi bunun tüm Irak’a yayılmasına da onay vermiş oldu. Kentlerin direnişi bir anlamıyla kırıldı. Irak kolluk kuvvetlerinin Allavi Hükümeti adına çalışmalarına Sistani dolaylı olarak izin vermiş oluyordu. Elbette bu direniş güçleri açısından o- lumlu değildi. Sistani tek bir fetva ile istese tüm direniş güçlerinin gücünü artırabilir. Bir fetva ile hükümeti ve A B D ’yi zor durumda bırakabilir. Onun bu dini otoritesi va rd ır . Ve ha lk fetvay ı d in le y e
cektir. Sistani’nin bundan başka bir yaptırım gücü yoktur. Ancak şimdiye kadar bu otoritesini direniş güçlerinden yana kullanmadı.
Sistani kararlarının son tahlilde kimin işine yaradığını elbette halklar yaşarak öğrenmektedirler. Sonuçta bunlar Sistani otoritesinin aşınmasına yol açabilir. Dini otoritesi olmasa bile din dışı konularda otoritesi aşınabilir. Zaten Sistani devlet işlerine karışmaya zorlandıkça siyasi anlamda yanlış noktalara varmaktadır.
Bir çok siyasi yorumcuya göre Şiile- rin bir numaralı lideri Sistani değil Muk- teda al Sadr’dır. Mukteda al Sadr A B D ’nin her saldırısından güç kazanarak çıkmıştır. Eskiden sırf Al Sadr kenti içinde tanınırken şimdi Irak halkının %85’i- nin kendisini desteklediği söylenmektedir. Yani kararları Sistani’den daha değerli hale gelmektedir.
Mukteda al Sadr’ın dedesi Bakır al Sadr’dır. İran devrim lideri Ayetullah Humeyni ile iyi arkadaştır. İran Devrimi sonrası I980’de Bakır Irak Dava Parti- si’ni kurar. Ancak Saddam Bakır’ı öldür- tür. Bu anlamı ile Basra’da tabanı olan Dava Partisi aslında İran Devrimi’nin tüm Şiileri kapsayacak şekilde genişlemesini amaçlayan bir akım olarak doğmuştur.
Ancak şimdiki İran rejiminin yönetiminde olan Ayetullahlar baştaki Humeyni çizgisinden uzaklaşmışlardır. Yıllardır iktidar koltuğunda olmak ya da bir İslam devletini şeriat kuralları ile yönetmek sadece dualarla olacak bir şey değildir. Hele hele A B D kışkırtması bir Saddam rejimi ile 8 yıl savaşmak zorunda kalmak herhalde dünya işlerinin Allah’tan çok insanla ilişkili olduğunu öğretmiş olsa gerektir. Dünya işleri insan beyninin ruhani anlayışını etkilemektedir. Birbirle- riyle etkileşim içindedirler. İran yöneti-
çileri ve Dava Partisi aynı kökten gelseler bile ulusal çıkarlar onları başka noktalara sürüklemiştir. Irak Dava Partisi yıllardır çok parçalara bölünmüştür ve çoğu kanadı kukla Allavi hükümeti ile işbirliği içindedir. İran’ın anti-Amerikan tutumu düşünülürse iki tarafın birbiri ile çok fazla ortak davranamayacağı ortadadır.
Özetlersek bu durumda O rtadoğu’da Humeyni ile başlayan Şii şeriat ideolojisi 3 ana renkte karşımıza çıkmaktadır. Birincisi; şimdiki İran yönetiminin biçimi. Dava Partisi de bunun sağa iyice kaymış bir versiyonu olarak düşünülebilir.
İkinci olarak yukarıda değindiğimiz gibi Sistani çizgisi. Din işleri siyasete karıştırılmamalıdır. Din adamları siyasetle uğraşmamalıdır. Yoksa işte İran Devri- mi’nde olduğu gibi Ayetullahlar Humey- ni’nin baştaki konumundan başka noktalara varırlar.
Bunlardan farklı olarak daha çok gençlerin benimsediği başka bir eğilimde gelişmektedir. İran’da Kum kentinde o- turan Ayetullah Kadım al Hayri çizgisi. Kadım al Hayri’ye göre Humeyni çizgisi devlet işleri ile de kaynaştırılıp gerçekleştirilebilir. Mutlak sonucun şimdiki İ- ran rejimi gibi olması gerekmez. Bunlara neo-tutucu denmektedir. Mukteda al Sadr’da bu görüştedir. Mukteda resmi İ- ran ideolojisi ile üst üste düşmemektedir. Hatta Necef olaylarında İran çok fazla bir destek vermedi. Hatta bir ara a- rabuluculuk yapmaya bile kalktı. İngiliz- ler kabul etti, Amerikalılar reddetti. A- rabuluculuk yapması düşünülen konsolosluk görevlisi Bağdat yakınında ölü o- larak bulundu. Yani Şiiler arasındaki iliş-
__________________ ırak seçimleri___
117----
kilerde karanlık yanlar ve çeşitli farklı çıkar ilişkileri vardır.
Mukteda al Sadr’ın dini bir otoritesi yoktur. O sıradan bir imamdır, Ayetul- lah değildir. Milliyetçi, eşitlikçi bir vatansever olduğu söylenir. Laikte değildir. Şeriat kurallarına dayalı bir Irak peşindedir. Antiemperyalist bir yapı da taşımamaktadır. Bu nedenle de belki Irak işgaline karşı bir direniş lideri olabilir, ama daha sonra kurulacak bir Irak’ta Sünni ve laisizm yanlılarının ne kadar oyunu a- labileceği belli değildir. Hatta Irak’taki o- laylar bu seviyeye tırmandığında bu güçlerin aralarında silahlı bir çatışmaya sürüklenmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Günümüze gelirsek Ekim ayında kukla Allavi Hükümeti al Sadr güçleri ile anlaşma yaptı. Bunun koşullarına göre hükümet güçleri kent içine girecekler ve yönetimi ele alacaklar. Al Sadr güçleri de silahlarını para karşılığı hükümet güçlerine teslim edeceklerdi. Böylece Mehdi Ordusu’nun silahları bırakması ve siyasi parti olması yolunda bir adım atılacaktır. Ayrıca kentin onarımı için kredi verilecektir. Böylece Mukteda güçleri seçim içine çekildi, seçimlere aday verdi, Sünnilerin işgale direniş cephesinden koparıldı. Mukteda al Sadr ve Sistani’nin Aralık başında yaptıkları gizli toplantıda bu karar kesinleşti.
Necef kahramanı Mukteda al Sadr Eylül başlarında A B D işgali sürdüğü sürece seçimlerin yapılamayacağını söylüyordu. Kanının son damlasına kadar A- merikan işgaline karşı direneceğini açıklıyordu. Şimdi bu noktaya nasıl varılmıştır? Ya da N ecefte günlerce direnen Mehdi Ordusu’nun silahlarını hükümet
— yol-------------------------------------------
güçlerine satmaları nasıl yorumlanmalı- dır? Seçimleri boykottan neden vazgeçilmiştir?
En başta şu tespiti yapmalıyız. A BD de taviz vermektedir. Seçimler öncesi karşımızda Irak’ta kurulacak bir Şi- i devletine hayır diyen bir A B D yoktur. Ya da Irak’ta dini bir rejim kurulmasına hayır diyen bir A B D yoktur. Seçimler sonrası, eğer büyük bir değişiklik olmazsa, Irak’ta Şii bir hükümet ve dini bir devlet yapısı kurulacaktır. Bunlar özünde A BD politikası açısından büyük tavizlerdir. A B D başta tüylerini diken diken edebilecek olguları görüldüğü gibi direnişler sonunda kabul etmek zorunda kalmıştır. Baştaki politika hattından epey uzaklaşmıştır. Mukteda Sadr’ın bu durumda itiraz edebileceği bazı şeyler o rtadan kalkmış olmaktadır. Yumuşayan bir A B D karşısında yumuşayan bir Mukteda al Sadr güçleri.
İkinci olarak Allavi hükümeti ile anlaşma yapmayı irdelemeye çalışalım. Tok olan açın halinden anlamaz, diye bir atasözü vardır. Mukteda güçleri için yoksulluk önemli bir faktördür. Mehdi O r dusu’nun tabanı Al Sadr kentinden gelir. Al Sadr Bağdat’ın büyük bir varoşudur. Hepsi işsiz yoksuldurlar. Allah insanı açlıkla terbiye etmesin, denir. Neceften kahraman olarak çıkmak karın doyurmaz. Irak halkının %70’i işsizdir. Açlık, hastalık diz boyudur. Gençlerin önünde iki şık vardır. Ya Irak Ordusu içine girip Allavi Hükümeti’ne hizmet etmek, karın doyurmak ya da şimdi silahları satıp para kazanmak. Bu cazip, şeytanı bile deliğinden çıkarıcı bir tekliftir. Karnı tok o- lanlar için bu kendini satmak anlamına gelebilir. Ama aylardır aç olanlar için dövüşmek için yeni bir enerji kaynağı ola-
__ 118
rak da değerlendirilebilir.Ayrıca silahlar karşılığı Allavi’nin ö-
deyeceği para miktarı şimdi Irak’ta aynı silaha piyasada istenen fiyattan daha fazladır. Yani istenirse iyi bir ticaret de yapılmış olacaktır. Verilen silah karşılığı hem karınlar doyurulacak hem de aynısından bir silah daha alınabilecektir. Bu nedenle Irak silah tüccarları al Sadr kentine koştular. Ve de sonuçta devlete öyle çok silah satılmıştır ki I milyonun üstünde para yetmemiş silah alımı yeni para gelene kadar durdurulmuştur. Bize kalırsa Mehdi Ordusu Allavi ile yaptığı anlaşma sonucunda silahlarım satmış gibi olmuştur, ama silahsız kalmamıştır. Başka yollarla tekrar yenileri alınmış ve tekrar silahlanılmıştır. Ve ayrıca biraz karınlar doymuş, güçlenilmiştir.
Elbette bu bizim bir iyimserliğimiz o- labilir. Elbette Mehdi güçlerinin aşırı uç olma niyetinden vazgeçmeleri, pişmanlık duymaları da olasıdır. O nedenle silahları satmış olabilirler. O nedenle silahsızlanmış olabilirler. Siyasi yollarla iktidar olup A B D işgaline son verebilecekleri hayaline kapılmış da olabilirler. Genç Mehdi Ordusu milisleri siyasi deneyimden yoksundur. Onlar seçim sandığı hilelerini bilmezler. Ya da gözüpeklikleri bu sorunları küçümsemelerine yol açabilir. Yani Mukteda al Sadr’ın Allavi’nin anlaşmasını cazip bulup siyasi bir yola çıkmaları olasılığı da sıfır değildir. Yakın gelecekte soruların yanıtlarını göreceğiz.
Ancak A B D ve Allavi açısından olay nasıl yorumlanabilir? İkisi de herhalde silahlara piyasanın üzerinde para ödediklerini biliyorlardı. Deneyimsiz gençlerin karnını doyurarak siyasi baza çekme hayalini denemenin zararı bir kaç milyon
olurdu. A BD açısından bu para mıdır? Astarı yüzünden ucuz bir pazarlıktır. Ayrıca yeniden seçilmek isteyen Bush I- rak’ta biraz sessizlik için bu kadar para vermiş, çok mudur? Sonuçta Şi- i bölgeleri susturulacak ise bu doğru bir adımın parçasıdır.
Herhalde Mukteda al Sadr bulunduğu konumdan başka gerçeklikleri de görüyordu. Gençlerin yukarıda yazdığımız hayallerini tatmin etmek, belki de Mehdi Ordusu’nun bütünlüğünü korumak, dersler ve deney kazanmalarını sağlamak ve de olası kırılmalara karşı böyle geçici pragmatik adım atmak gereklilikti. Mehdi amorf bir ordudur. İçinde karışık eğilimler vardır. En önemlisi Sistani ö- nemli bir dini otoritedir. Mukteda al Sadr ve Sistani’nin işgale siyasi bakış arasındaki farklılığın derinliği Şii gençler a- rasında kavranamamakta olabilir. Bu tür amorflukların en iyi ilacı eylemdir. Ne- cefte yaşananlardan elbette Mehdi O r dusu, Sistani ve Mukteda farkım anlamıştır ama bu farkın derinleşmesi gerekmektedir. Sistani gibi bir dini otoriteden kopmak pek kolay olmayabilir. Ya da körpe beyinler için kolay olsa bile sıradan halklar açısından kolay olmayabilir.
Bu nedenle Mukteda al Sadr şimdilik seçimi boykot kararından vazgeçmiş o- labilir. Baştan seçimi reddetmemek, karşı tarafa bir fırsat vermek, Mukteda’ya belki de gelecekte oylar kazandıracaktır. Ayrılık zamanı geldiğinde ne olacaktır? Karnı tok Mehdi Ordusu’nun asıl gerçekleri ve tarafları görmesi daha kolaylaşabilir. Deneyler kazanıiabilir. Belki de Mukteda bütün bu gerçeklikler nedeniyle silahları satma ve Sistani’nin seçime katılma önerilerini dinlemiştir.
___________________ırak seçimleri___
119----
Irak Şiileri ve ittifakın sınır dışı bir boyutu daha vardır. İran Saddam’a karşı Irak Şiilerini desteklemiştir. Sürekli el altından işbirliği içinde olmuştur. Daha Saddam döneminden beri onların rejim karşıtı gösterilerinin arkasında durmuştur. Yıllardır aralarında böyle bir işbirliği ve ilişki ağı vardır. Bu bağ elbette hala sürmektedir. A B D ’de bundan müthiş rahatsız olmakta ve bu durumun önüne geçme yolları aramaktadır. A B D bir yandan Irak Şii’leri ile Allavi kanalıyla anlaşma imzalarken öte yandan müttefikleri İran’a karşı da soğuk bir savaş açtı. Elbette bu Ortadoğu Şiilerinin bölünmeye çalışılmasıdır. Birbirlerine destek olmalarının önüne geçilmesidir. Biri ile uzlaşı- Iirken diğeri ile savaşmaktır. Yani İran nükleer silahları sorununun dünya gündemine oturmasını Irak’ta Şiilerin güçlenmesinin önünü tıkamanın bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. BM ’de İ- ran’a oynanmaya çalışılan oyun kesinlikle Irak’taki Mukteda al Sadr güçleri açısından çok önemlidir. Belki de Irak Şiile- rine saldırmadan önce en yakın dostlarını ambargo altına almak, tecrit etmektir.
Irak halkı işgal güçleri adı altında A- merikan ve İngiliz emperyalizminin müthiş bir baskısı, zoru ve saldırısı ile karşı karşıyadır. Seçimler bu zorun siyasi adıdır. Siyasi baskı çok yönlüdür. Her gün tepeden yağan bombalar, Amerikan askerlerinin ateşli silahları, psikolojik korkutmalar, zorlamalar, açlık, yokluk, işsizlik bu baskıların parçalarıdır. Şimdi bir de bölünme, parçalanma, kardeş kardeşe kurşun sıkmalar ile Irak halkı daha da ezilmektedir. Şiilere rüşvetler dağıtırken, Felluce’de katliamlar yapmak hep bu bölme, güçten düşürme taktiklerinin parçalarıdır.
— yol____________________________
Ancak A B D her gün Irak’ta çıkarlarını dayatmada daha bir zorlanmaktadır. Bunun içinde müttefiklerinden yardım istemektedir. Bu işi tek başına yapamayacağını anlamıştır. Acilen desteğe ihtiyacı vardır.
DIŞ DESTEKLER
İki AlternatifDüşenin dostu olmaz denilir, irak’ta
A BD bir başarı sağlayamayınca çevresindeki “ dostları” birer birer bahaneler göstererek çekilmeye başladılar. Topu topu yanılmıyorsak 18 ülke vardı. Latin Amerika’dan baskı sonucu katılan Honduras, Dominik Cumhuriyetleri, Guatemala gibi ülkeler İspanya ile birlikte çekildiler. Bir zamanlar A B D ’nin sözünden dışarı çıkmayan Filipinler, Yeni Zelanda gibileri de A B D ’nin bir güç ortaya koya- mamasından cesaretlendiler. A rtık Çin onların kaderini daha çok belirliyor. A y rıca A B D peşinde görünmekten zarar görüyorlar. Vatandaşlarının kaçırılmasını ve öldürülmelerini bahane edip ayrıldılar. Macaristan ve orada 3. büyük gücü oluşturan Polonya A BD koalisyonunda olmaktan bir çıkar sağlamadıkları için ö- nümüzdeki aylarda ayrılacaklar. Sonuçta A BD Irak savaşında giderek daha izole, daha yalnız kalıyor. Zaten koalisyon denen güçlerin çoğu göstermelik olarak o- rada vardılar. Birçoğu silahlı sıcak çatışmaların içinde değiller. Güney Kore ö rneğin pek bir olayın olmadığı Kuzey’de Kürtlerin bölgesinde konumlu. Ya da Çek’ler nükleer ve kimyasal silahlarla a- raştırma yapan ekiplerini yolladılar. Polonya ve İtalya bazı kentlerin çevresinde üslerde duruyorlar. Hatta Kerbela kenti
120
geçtiğimiz Ağustos ayında Necef ile birlikte ayaklandığında çevresindeki PolonyalI askerler hemen yardım istediler. Curadaki gözcülük görevlerinden bile korktular. Sonuçta en aktif davranan güç İngiltere ve de Avustralya. Felluce saldırısı sırasında A B D İngiltere’nin Black VVatch özel komandolarını zorla Basra siperliğinden çıkarıp yanına aldı. Ama şimdi onlarda geri döndüler. En yakın dost bile çatışmaların en ateşli yerinde durmayı göze alamıyor.
Bush I Mayıs 2003’te “ zafer” ilan etti. Ama aradan bir yıl geçmeden askerler birer birer kentlerden çekilmeye başladılar. 2003’ün yaz sonuna geldiğimizde A B D ’nin savaşı kazanamadığı ortaya çıkmıştı. Direniş giderek yükseliyordu. Ve de yalnız A B D güçlerine karşı değil, tüm koalisyon güçlerine karşı. Hatta Birleşmiş Milletler elemanları bile korkunç bir darbe yediler. Bütün bu gelişmeler A B D ’yi acil bir şekilde müttefiklerinden yardım istemeye zorladı. Asıl hedefi Avrupa Birliği’ni yanına almak. Yaklaşık bir yıldır zorla, baskı ile yardım bulmaya çalışıyor. Irak içinde yenildikçe bu yardım arayışının hızı artıyor.
A B D ’nin tezi şudur. Irak’ta yenilmesi yalnız onun değil, tüm kapitalist sistemin yenilmesi, tüm Batı güçlerinin yenilmesidir. A B D Irak’tan yenilip çekilecek olursa Irak karışır. Irak’ın karışması tüm bölge için istikrarsızlık demektir. Her yerde aşırı Müslümanlar iktidar olmaya başlarlar. Batı’yı dinlemezler. Meydan okurlar. Petrol akışı tehlikeye girer. Fiyatları yükselir. Kapitalist ekonomiler zor günlere girer. İstikrarsızlık global pazarları sarsar. Bölge ülkelerinde radikal unsurlar hükümetlerine baş kaldırırlar. Sonunda oradaki ılımlı rejimler bile sallanırlar. Ya
ni kapitalistler olarak dünya hakimiyetini yitirirler. Kapitalizmin dünya da itibarı kalmaz, çıkarlarını dayatamaz olur. Bu nedenlerle Irak’ta A B D ’ye yardım edilmelidir. Irak yalnız A B D ’nin değil, tüm Batı güçlerinin sorunudur. Sömürgeci sistemin sorunudur.
Elbette bu tezler doğrudur. Bu tezleri biz de savunabiliriz. Ve de bu nedenle A B D arkasında değil, ona sıkılan silahların yanında olmalıyız. Ancak A B D bu tezleri ilk kez savunmuyor. Irak’a girerken de aynı şeyleri savunuyordu. Ama o zaman Saddam’ı ve KİS’lerini göstererek savunuyordu. Demek ki Saddam’la karşı karşıya olduğu söylenen tehlike ile şimdi Irak direnişinin koyduğu tehlike aynıdır. Oysa muradı Saddam’ı yıkmak isterken de şimdi de aynı. Hem Irak hem de bölgede petrol alanlarını, petro dolarları ve pazarlan kontrolü altına almak. Onları sömürgesi yapmak.
Irak yenilgisi kapitalist sistemin V ietnam’dan beri aldığı en büyük yenilgi olacaktır. Arada önemli bir fark var. V ietnam’da Sovyetlere, yani sosyalist sisteme yenildiler. Burada ise bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne yenilecekler. Tüm tekniklerine karşı eli normal silahlı, din gücü ile donanmış direnen halka yenilecekler. Ya da Üçüncü Dünya Ülkeleri halklarına yenilecekler. III. Sömürgecilik Dönemi başlar başlamaz bitmekle karşı karşıya olduğunun ilk işareti olacak. Ü- çüncü Dünya Ülkelerinin dünya sahnesine kocaman gövdeleri ile çıkmaları olacak. Elbette bu gerçekliği A B ülkeleri biliyorlar. Elbette Irak’taki direnişe yenilmek işlerine gelmeyecektir. Elbette buna karşı durmaya çalışacaklardır. Ama A B D ’nin istediği biçimde değil. Kendi işlerine gelen biçimde. Kendi çıkarlarını
___________________ırak seçimleri___
121 —
koruyacak, ilk önce onları gözetecek biçimde yardım edeceklerdir.
Politik uzmanların dile getirdiği gibi A B ülkeleri iki koşulda Irak’ta A BD yanında yer alırlar. Birincisi; savaşın ilk günlerinde olduğu gibi A B D yenerse. Savaş, Mayıs 2003 yılında bitti ilan edilip yeniden yapılanma çalışmalarına başlanmıştı. Hangi şirket hangi ihaleyi alacak kavgaları vardı. A B bizim şirketlerimiz i- haleleri kazanamıyor, diye bağırıyordu. A B Irak pazarını kaybetmekten korkuyor, şirketleri ihaleler alsın diye var gücü ile A B D ’ye saldırıyordu. A B D ’de savaşa yardım eden ülkeler pay alacak, herkes savaşa verdiği destek oranında i- hale kazanacak, diyordu. A B şirketlerine İngiltere hariç iş verilmeyecekti. Yani herkes Irak pazarına girmeye can atıyordu. Ama Irak’ta direniş yükselip A BD yenilmeye başlayınca A B ’nin böyle bir sevdası kalmadı. Olanlar bile görüyoruz Irak’tan bir an önce kaçmaya çalışıyorlar. Bir tek bizim gibi insan canının çok değerli olmadığı ülkelere iş var. O da taşeron işler. A B D askerlerinin levazımat işlerini yapmak. Yiyecek içecek taşımak.
Politik yorumculara göre A B ’nin I- rak’a gelmesinin ikinci koşulu da A B D ’nin yenilmesidir. Yani gerçekten kapitalist sistemin yara almaya başlaması koşuludur. Irak’a hala yardıma gelen yok. A B D yalvarıyor, kabul edilmiyor. Demek ki daha A B D tam yenilmiş değil. Daha oynanmadık kozlar var. Yoksa A B D oradan çekilme kararı alsa Irak’ta şansını denemek isteyecek çok ülke olacaktır. Bölgeden çıkar sağlamak için bir- birleriyle yarış edeceklerdir. Petrol çıkarları tehlikeye girdiğinde de bu yarış daha da vahşi bir hal alacaktır. Belki de eski sömürgecilik döneminde olduğu gi
— yol-------------------------------------------
__ 122_________ _________________
bi birbirleriyle savaş bile edebilirler. A- ma şimdilik böyle bir durum yok. A B dışarıdan bakıyor.
Üçüncü AlternatifAncak A B eskisi kadar uzak da dur
muyor. A B D zemin kaybettikçe boşalan alana girmeye çalışıyor. Ayrıca her şeyi dışarıdan, uzaktan doğru görmek de mümkün değil. Bir şekilde olayın içinde de olmak gerekli. Yani A B yine orada havayı koklar ve giriş kanalları açık bir şekilde tetikte beklemek durumunda. Bunun içinde çeşitli yollar var. A B D askeri yardım istiyor. Dövüşecek adam a- rıyor. Askeri olarak yardım isteniyor. Almanya ve Fransa kesinkes hala karşı duruyorlar. A B D N A T O olarak gelin, diyor. Direnişin bu seviyesinde bu da A B ülkelerinin göze alabileceği bir olgu değil. Afganistan’da varlar. Orada nispeten korunaklı hissediyorlar kendilerini ve N A T O olarak ilk kez Avrupa dışında bir yerde, bir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde çıkarlarını koruma, savaş taktiği öğreniyorlar. Eğitim yapma olanağı buluyorlar. Ortak davranmayı planlamayı öğreniyorlar. Gelecek sömürge savaşlarına, isterseniz gelecek Irak’a hazırlanıyorlar. Şimdilik Irak, altından kalkabilecekleri bir lokma olarak gözükmüyor. Onun i- çin N A T O olarak da girmeye yanaşamıyorlar. Başka taktikler peşindeler.
Haziran 2004 yılındaki N A T O Zirve- si’nde Irak askerini eğitme görevini zar zor üstlendiler. Onu da gene Irak sınırları içinde yapmaktan çekiniyorlar. Ürdün’de bir okul kuruldu ve 300 eğitmen yollandı. Asker ve kolluk kuvveti yetiştirmeye yardım ediyorlar. Askeri olarak A B ’nin verdiği, verebildiği yardım bu kadar.
A B D ’ye siyasi bazda yardım edilebilir. Bunun çeşitli yolları var. A B D ’nin BM yasalarını çiğneyerek girdiği için Irak’taki duruşu yasa dışı. Bu yasallaştırılabilir. Yasallaşınca çeşitli haklar ortaya çıkıyor. Çeşitli uluslararası kurumların yardımını talep edebilmek ancak böyle mümkün. I- rak’ta K İS’lerin bulunmaması hala daha elini kolunu bağlıyor. BM savaşın gerekçesi olmadığını söylüyor. BM ’nin yaptırım gücü olabilse A B D ’yi Irak’ta suçlu buiup uluslararası kuralları çiğnemekle mahkum edip tazminat ödemeye mahkum eder. Nasıl bir zamanlar Saddam Kuveyt’i işgal etmekle suçlanıp tazminata çarptırıldı ise A B D ’de KİS’ler bulunmadığı ve Irak işgali yasa dışı olduğu için Irak’ta tazminata mahkum edilebilir. A- ma BM ’nin bir gücü yok. A B D kuklası u- luslararası bir kurum. Yasadışılık sadece A B D ’nin önüne konulan bir engel. A B ’nin tavizler koparmak için kullandığı bir bahane.
\
A B bu yasallık kapısını A B D ’ye yasadışı bir şekilde açıyor. Ondan bunun karşılığında tavizler alıyor. Örneğin BM yandan yırtmaçlı, komik bir gerekçeyle, A B D ’nin attığı bombaların çevreye verdiği zararları incelemek üzere Irak’ta bulunuyor. İnsanlara değil de çevreye(l). I- rak’a bir kaç teknisyen yollamış o kadar. Ama BM Irak’ta var. Bunlar A B D ’nin yasaları delme yolları. A B de işte ona yardım ediyor. Bu komediye göz yumuyor.
A B D seçimlere gözcülük etmelerini istiyor. BM ’nin bunu yapması zor. Her bir seçmen sandığında nereden durabilecek? Ama gene A B yardıma yetişti ve bizzat A B komisyonundan bir bayan sanki Rumsfeld’in ağzından konuştu. “ Bu seçimlerde Paris ve Berlin’de bekleyeceğimiz tüm nitelikleri göremeyebiliriz.
Demokrasi de çeşitli dereceler vardır. En temel kriter Irak halkının seçim sonuçlarını kabul etmesidir.” (20 Eylül 2004, Financial Times) Böylece A B D ’nin yapacağı seçimlere açık kart vermiş oldular. Irak’ta seçimlerin yapılması destekleniyor. Sonra da seçilecek meclis ve içinden çıkan hükümet yasal olacak. A B buna itiraz etmeyecek.
Ayrıca Allavi Hükümeti resmen tanınmış olmasa bile İyad Allavi, komşu A- rap ülkelerini, A B ülkelerini geziyor, toplantılar yapıyor ve bunlar resmi görüşme oluyor. Allavi’yi kabul etmek bile dolaylı bir şekilde kukla hükümeti tanımak, A B D işgalini resmileştirmek demektir. Adı yok ama istedikleri zaman istediklerini yapmaktan çekinmiyorlar. Her konuda olduğu gibi kimileri için yasalar var. Kimileri için yasalar gereksiz. Tam bir ikili standartlar dünyası. Elbette A B bunlardan kendine çıkar sağlıyor.
A B D ’nin ekonomik yardıma ihtiyacı var. Seçim bahanesi ile A B 355 milyon dolar yardım yapmış şimdiye kadar. Ö te yandan Almanya belki savaşa en karşı çıkan ülkeydi, ama Allavi Hükümeti’ne en çok maddi desteği verende o. 20 adet silaha karşı korumalı araba, 100 kamyon ve 20 adet Fucks marka silahsız asker (!) taşıma aracı armağan etti, (ay) Fakat en çok üstünde tartışılan Irak’ın Saddam zamanından olan 120 milyar dolarlık borcu. Uzun pazarlıklar sonrası A B finans kurumu Paris Kulübü kendine düşen a- lacağın %80’ini affetmeyi kabul etti. A BD bunun karşılığında İran’la yapılan anlaşmaya karşı çıkmamayı kabul etmiş olabilir.
IMF ve Dünya Bankası’nın Irak’a yardım etmesi de bir yasallık sorunuydu.
___________________ırak seçimleri___
------------------------------------------123 —
— yol
A B D Irak’a yasa dışı girdiği için yasalar bu iki kurumun Irak’a kredi vermesinin önünde engeldi. Ama bu konuda da A BD , A B ülkelerine bir takım tavizler verdi ve onlarda bu kurumların önünde durmaktan vazgeçtiler. Allavi Hüküme- ti’ne kredi açma ve akıl hocalığı etme kararı aldılar. Irak’taki özelleştirmelerle uğraşıyorlar.
Irak yenilgisi Ortadoğu güçler dengesinde de kendini gösteriyor. İsrail’in saldırganlığı buradan kaynaklanıyor. A B D ’nin her zayıf düşmesi İsrail’in üstüne baskının artması anlamına geliyor. A B D her yerde belki taviz vermeyi düşünebilir, ama İsrail’de vermeye henüz razı değil.
Şimdi devreye Lübnan sokuldu. O ra da güçler dengesi bozuldu. Suriye üstüne daha çok saldırılıyor. Hem bu kez Fransa’da cephe aldı. Fildişi Sahili’ndeki olayları Fransa’nın bölgedeki gücüne saldırı olarak görmek gerekli. Ama o da BM ’den ambargo kararı çıkarttı. Elbette bir şeylerde anlaştılar. Daha önce de Sudan, Darfur aynı türden bir güç deneme yoluydu. BM aslında pazarlıkların yapıldığı resmi masadır. Ondan başka bir şey değil.
Elbette İran A B ve A B D arasındaki şimdilik en büyük pazarlık alanı.
SONUÇ
A B D özelde Irak, genelde de O rtadoğu petrollerini denetim altına alma sevdasın ı y ılla rd ır yaşam aktad ır. İlk önce baba, arkadan oğul Bush, bu işi silah zoru ile çözmeye kalktılar. Birinin beceremediğini diğeri de pek becermişe benzemiyor. Irak yeni bir Vietnam olacak mı,
__ 124____________________________
oldu mu tartışmaları ciddi olarak yapılıyor. A B D sosyalist sistemin olmadığı günümüzde Irak’ta bir Üçüncü Dünya halkından yenilgi alırsa bu elbette kapitalizm için çok can acıtıcı olacaktır. Irak’a giriş biçimine bakılırsa bu savaşı küçüm- semiştir. Çok modern teknikli silahlarının karşısında hiç bir gücün duramayacağını sanmıştır. Ancak şimdi Irak’ta askeri olarak savaş kazanmanın siyasi bir savaş kazanma anlamına gelmediğini acı a- cı anlıyor. Üçüncü Sömürgecilik Döne- mi’ni siyasi olarak nasıl oturtacağını kara kara düşünüyor. Irak’ta çeşitli şekillerde bunu deniyor.
Bremer’in sömürge valiliği A B D ’ye I- rak’ta kalıcı bir ortam sağlamadı. Allavi Hükümeti de pek bir işe yaramadı, aksine Irak daha karışık duruma geldi. D ireniş ateşi tüm Sünni bölgelere yayıldı. D irenişler A B D ’ye sürekli geri adımlar attırıyor. Afganistan’da uluslararası te rö rist dediği İslam güçleri ve İran’ın Şi- i şeriat devletine karşı dövüşürken şimdi Irak’ta Şii bir din devleti kurmanın yolunu açacak bir seçim ittifakına razı olmuş gibi gözüküyor. Bunlar A B D ’nin I- rak macerasında ne kadar gerilere düştüğünün işaretleridir.
Şiiler Sistani’nin dini otoritesi çerçevesinde bir seçim ittifakı kurdular. İttifakın içinde A B D işgaline pek karşı durmayan Dava kanadı ile işgale tamamen ters Mukteda al Sadr güçleri var. ittifakın hedefi şimdilik seçimler. Ancak seçimler sonrası hiç bir programı, kurulacak din devletinin çerçevesi belli olmayan bir ittifakın ne kadar birbiriyle iş yapabileceği soru işaretlidir. Ve de bütün bu karışıklıkların A B D ’nin ne kadar işine yarayacağı gene tartışılır.
Sünniler seçimleri boykot ediyorlar ve yapılmaması için bölgeyi alev alev yakıyorlar. Olay sayısı günde 150 rakamına tırmanmış durumda. 30 Ocak seçim tarihine kadar daha da tırmanması olası gözükmekte. A B D bir türlü direnişi durdurup seçim yapabileceği ortamı kuramıyor. BM Irak temsilcisine göre Irak’ta seçim yapılma koşulları yoktur. En iyi durumda Şii bölgelerinde yapılsa bile Sünni bölgesinde yapılabilecek gibi gözükmemektedir. A B D ’nin yeni getirmeyi planladığı 12 bin askerin de pek işe yarayacağını sanmak olası değildir.
Seçim ülkenin bir bölgesinde yapılamadığı koşulda meclis baştan inmeli olacaktır. A B D ’nin Irak’ta kalıcılığının yasal zemini yine tartışılacaktır. A B D yeni kukla hükümetinin iktidarda durması i- çin kan ter dökmeye devam edecektir.Yeni hükümet ile planladıklarını yine gerçekleştiremeyecektir. A BD Irak’tan eskilerin deyimiyle topunu tüfeğini, 152 bin askerini alıp çekilmekten çok uzaktır. İrak ve Ortadoğu’da çıkarlarına hizmet edecek, petrol üzerindeki emellerini gerçekleştirebileceği kendi denetimindeki bir hükümet kurmak istiyor. I- rak’ı işgal ederken çok küçümsedi, kendine çok güvendi, doğru dürüst bir işgal planı bile yapmadı, ama şimdi çekilirken daha planlı davranmaya çalışıyor. Bre- mer olmadı, Allavi denendi. Şimdi de Şii bir din hükümetine varıldı. Ama görünen o ki Sünniler onun bu hevesini kursağında bırakmaya azmetmişler. A B D ’de bu durumda bir iç savaşı çıkarlarına yeğler mi, çok yakın günlerde göreceğiz.
10 Aralık 2004
__________________________ ____________________________ ırak seçimleri___
125----
Haşan Oğuz
KÜRESELLEŞME,GÖÇMEN EMEĞİ VE DEMOKRASİI. BATI’DA GÖÇMEN EMEĞİNİN TEMEL SORUNU GERÇEK BİR DEMOKRASİ SORUNUDUR
Batı metropollerinde genel emeğin i- çinde yer alan göçmen emeği, sınıf pratiklerinin işlevsel konumu açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Çünkü batıda işçi sınıfı hareketinden bahsedildiği zaman, mutlak surette göçmenlerin sınıfsal konumunu işin işçine sokmuş olmanız gerekir. Gerçekten göçmen emeği öyle bir noktaya geldi ki, sistemin burjuva demokratik mantığında varolan çelişkili yapısını da sorgular oldu. Böylece sistemin iç çelişkileri göçmen politikaları içinde çözülür hale geldi. Demokratik öze ilişkin bir dizi konu, göçmenler özelinde ayrımcı özü açığa çıkmakta ve bir dizi sorunda ritüel kırılmalar yaşanır hale gelmektedir. Dolayısıyla bu sorunun demokrasi jo ru n u ile yakından ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü göçmen emeği hem sayısal orandaki artışı nedeniyle (bu ülkelerde nüfusun yaklaşık % 10 gibi bir rakama tekabül ediyor) hem de sınıf pratiklerini doğrudan etkileyen bir güç kayması nedeniyle, sınıf mücadelesi paradigmalarında stratejik bir rol oynamaya başlamıştır. Bu anlatımdan çıkarılması gereken noktalardan birisi, burjuva demokrasisi olarak ifade edilen bu ülkelerde, genelde emeğin özelde göçmen e- meğinin nasıl bir evrim geçirdiğini ve bu
na bağlı olarak “ biçimsel demokrasi” ile karşılıklı ilişki ve bağlantılarının nasıl bir süreci içselleştirdiğini tartışmak gerektiğidir. Kuşku yok ki modern burjuva demokrasisi, doğrudan sınıf hareketini etkileyen göçmen toplumunu bünyesinden atmak ve onu dışlamak istiyor. Dolayısıyla ırkçı politikalara kaynaklık eden toplumsal bir sorun haline gelmiştir. Bunun ilk yolu da liberal sol tezlerde sıkça karşılaştığımız “ emeğin Avrupası” söyleminin iç mantığını ortaya çıkarmak ve demokrasinin sınıfsal içeriğinin küresel kapitalizm koşullarında nasıl bir değişim süreci içinde konumlandığını gösterebilmektir.
İşte bu noktada kısa bir tarihsel hatırlatmada bulunarak işe başlayacağım; bilindiği gibi modern demokrasi esas o- larak kıta Avrupa’sında ortaya çıkmış ve gelişimini burada tamamlamış bir yönetim sistemidir. Kuşku yok ki Avrupa’da demokrasi, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin içinde şekillenmiş ve kapitalizm şafağı ile doruğa çıkmış bir süreç içinde olgunlaşmıştır. Burada tümüyle sınıf kriterlerinin özelliklerini görmek olasıdır. Dolayısıyla Avrupa demokrasisi Atina demokrasisinde (veya antik demokrasi de diyebiliriz) olduğu gibi, “ demos’un” , yani halkın yurttaşlığa terfi ettiği bir sistem değil, tersine Avru pa’da emekçi halkın “ yurttaş olma” kimliğinin sınırlandığı bir sistemin adı olmuştur. Ama elbette burada önemli olanın
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
yurttaş olma kimliğinin sınıf özüdür. Bunu şöyle açıklamak mümkündür;
1688 devrimi ve Magna Carta antlaşması ile gelişen demokrasi sürecinde kurucu öğe Avrupa’da, Atina demokrasisinde olduğu gibi yurttaş-halk değil, derebeyi ve toprak sahibi olan aristokrasi ve lordların kraliyet sisteminden bağımsızlaşmasına dayanan ve bu anlamda “ özgürlüğü” ifade eden bir kurucu öğeye dayanmış olmasıdır. Başka bir deyişle Avrupa modern demokrasisinin temelinin atıldığı Manga Carta sözleşmesi, feodal ayrıcalıkları pekiştiren ve aristokrasinin özgürlüğünü, hem kraliyetten hem de halk egemenliğinden bağımsızlığını kabul ettiren bir metindi. Burada efendi toprak beyleri ve soylulardı. Oysa Atina demokrasisinde efendi yoktu. Monarşilere karşı aristokratik ayrıcalıkların kabul edilişi, bir yerde “ halk egemenliğine” yol açtı. Ancak bu egemenlik, yani buradaki halk bir yurttaş olan halk değil, monarşi ile kitleler arasında kamu alanında görev yapan ayrıcalıklı topluluklardı. Bunu bir kısım araştırmacı yeni bir “ siyasal ulus” olarak da ifade etmişlerdir. Olayın esası şuydu; Avrupa demokrasisinde “ halk egemenliğinin” kurucu öğesi, toprak sahibi beyler ile bağımlı köylüler arasındaki ayrımdan oluşmuştur. Ancak sanayi devrimi ile atılıma geçen kapitalizm, Avrupa’da güç ilişkilerini değişime uğratmıştır. İlişkileri belirleyen feodalizm değil kapitalist üretim ilişkileri olmuştur. Güç ilişkileri aristokrasi ve toprak beyliğinden, mülkiyet ve sermayeye kaymıştır. Kapitalizm bütün hayatı etkiler hale gelmiş ve yeni bir üretim süreci ile birlikte yeni egemenlik ilişkilerini de yaratmıştır. Kapı büyük oranda liberalizme a- çılmıştır.
Kuşkusuz liberalizmin gelişmesi ile birlikte yurttaşlık kavramında bir genişleme oldu, ama bu genişleme onun gücünü sınırlayan bir gelişmeyle paralel o- luştu. Böylece yurttaşlık kavramında da değişikler gündeme geldi. Burada iki nokta öne çıkar; ilki varlıklı sınıfların e- gemen olduğu ve emekçi sınıfları yönettiği aktif ama herkese açık olmayan bir yurttaşlık, İkincisi de kapsayıcı ama büyük oranda pasif bir yurttaşlık. Böylece bireyin kendisi kolektif kurumlardan ve kimliklerden kopartılmakla sonuçlandı. Bu sosyal ilişkilerde olduğu gibi politik i- lişkilerde de yeni bir anlam kazanacaktır. Daha sonra da görüleceği gibi bu, parlamento dışında oluşan siyasetin büyük o- randa meşru olmayan bir siyaset olarak algılanmasına yol açtı.
Modern burjuva demokrasisinde yurttaşlık ile sınıf konumu arasındaki ayrım unutulmaması gereken temel bir ayrıma dayanır. Gerçekte modern demokrasilerde toplumsal ve ekonomik konum, yurttaşlık hakkını belirleyen bir neden değildir. “ Yurttaşlık” algılanması ö- nemli derecede ekonomik ve siyasal konumundan soyutlanmıştır. Ortada bir yurttaş vardır. Her dediğini yapan, vergi veren, askere giden ve dayatılmış belirli partilere zorunlu olarak oy veren soyut bir varlıktır yurttaş. Gerçekte kapitalistin işçilerin artı değerine el koyuşu ile birlikte ortaya çıkan gücü, yurttaşlık konumuna bağlı değildir. Bunun için yurttaşlık haklarındaki eşitlik, sınıfsal eşitliği belirlemez, etkilemez veya değiştiremez. Bu da kapitalizmde demokrasiyi sınırlayan en temel neden olarak karşımıza çıkar. Biçimsel demokrasinin bütün görüntüsü tam da bu noktada belirginleşir; çünkü iki güç arasındaki sınıf ilişkisi,
127----
yasalar önünde görece bir eşitliğe dönüşür ve bu da daha çok oy verme eşitliği ile pratikleşir. Dolayısıyla demokrasideki siyasal eşitlik, sosyo-ekonomik eşitsizlikle birlikte var olur. Sistem ise olduğu gibi kalır ve böylece toplumsal eşitsizlik devam eder. Toplumda “ seçkinler” ile emekçiler arasındaki çelişkiler o demokrasinin bir seçkinler demokrasisi olduğunu gösterir. Bu ise tümüyle biçimsel bir demokrasi anlamına gelir.
Bu nedenle burjuva demokrasisi ya da kapitalist demokrasi, toplumsa! içerikten tümüyle yoksun kalmış ve “ kitle demokrasisi” olarak bir gelişme gösterememiştir. “ Seçkinler demokrasisinde” yurttaş olmak sınırları belirlenmiş ve e- dilgen kılınmış bir yurttaş-halk anlamına gelir. Sistemin kendisi bu anlamda yurttaşlık kavramının içini boşaltmıştır. Böylece siyasal hakların evrenselliği (oy verme hakkı vb. gibi) mülkiyet ilişkilerini ve sömürü gücünü dokunulmaz kılmıştır. Bu haklar böylece şekilsel eşitliğe dönüşmüştür.
Elbette işçi sınıfının tarihsel eylemleri sonucu “ biçimsel demokrasilerde” e- mekçilerin lehine genişleyen bir kısım hakları yok sayamayız. Ancak bu da küresel kapitalizm ile birlikte ortadan kaldırılmakta ve demokrasi gerçek anlamda kuşa çevrilen bir anlam kazanmaktadır.
Burada liberalizm ile demokrasi ilişkisine biraz daha atıf yaparsak şunları söyleyebiliriz; 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, devrimci atılımlarla birlikte “ kitle demokrasisi” lehine ö nem li ge liş
meler olmuştu. Bunun tek bir nedeni vardı; devrimler korkusudur. Böylece demokrasi yeniden tanımlanmak zorunda kaldı. Avrupa'da yönetici sınıflar, da
__ yol____________________________
yatılan bu devrimsel zorunluluklar karşısında veya “ Marksizmin hayaletinin” A vrupa üzerinde dolaşması ile birlikte, yeni ideolojik argümanları ileri sürmek zorunda kaldılar. Yeni sınırlamalar ile değişik yollar buldular. Teori ile birlikte yeni stratejiler geliştirdiler. Devrimci süreci hem “ evcilleştirdiler” (VVood) hem de kendilerine mal ettiler. Demokrasinin anlamını sınıfsal ve siyasal amaçları i- çinde erittiler. Bunlar değişik biçimler almış olsa da bu liberalizm ile başladı postmodern düşüncelerle devam etti.
Devrimci sınıf hareketleri zirveye u- laştığında demokrasi kavramı, “ demokratik” gücün işlevsiz bırakılmasını belirgin bir şekilde sınıf-halktan koparan bir kavrama dönüştürdü. Halkın gücünde bunlar demokratik değerlerin temel kriterler olmasını istemiyorlardı. Yurttaşların pasif bir biçimde yararlanacağı anayasal haklara kaydırılacaktı. Burada emekçi sınıfların gücünden, bireysel yurttaş vurgusuna geçiş anlamına gelecek bir yol izleniyordu. Artık demokrasi kavramı liberalizm ile özdeş hale gelecekti. Liberalizmde bütün mesele, kitle-sınıf demokrasisini yok etmek ve “ kontrolsüz yığınları yurttaş toplumuna dönüştürmektir.” (VVood) Demokrasi böylece liberalizme indirgenmiş olacaktı. İşte liberal demokrasinin doğuşu kısaca budur.
Sorunun anlaşılabilmesi için burada liberal demokrasi ile yeniden Atina demokrasisini kıyaslamak önemlidir. Sözgelimi Antik Yunan Demokrasisinde, liberal demokrasinin öngörüsü olan “ ana- yasalcılık” , “ sınırlandırılmış hükümet” veya “ bireysel haklar ve özgürlükler” yoktu. Ama başka bir şey vardı. Atina demokrasisinde “ devlet” ile “ yurttaş” a- rasında hiçbir ayrım yoktu. Çünkü der
__ 128
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi___
W ood , “ devletin” yurttaş toplumu dışında tüzel bir kişiliği söz konusu değildi. Kapitalist liberalizm bu ayrımı netleştirdi ve devleti, halk ve sınıfın üstünde merkezi bir otoritenin yaratılması ile sonuçlandırdı. Böylece demokrasiyi gerçek anlamda halkın yönetimi olarak tanımlamak olanaksız hale geldi. O torite egemen sınıfların elinde olacak, ama bireysel haklar ve bir kısım “ özgürlükler” devam edecek. Demokrasinin sınıf temeli tam da burada ortaya çıktı. Aslında bireysel haklar olarak basın, ifade ve toplantı özgürlüğü gibi bir kısım hakların demokrasi ile ilintisi çok azdır. Dolayısıyla egemen otoriteyi elinde bulunduran burjuva yönetiminde bu hakların kalıcı bir güvencesi de bulunamaz. Oysa demokrasiye gerçek anlamını veren ve yurttaş haklarının da güvencesi olan, e- mekçi sınıfların yönetimde olması ve e- gemen otoriteyi elinde bulundurmasıdır. Bu “ çağdaş demokrasilerde” görülmeyen en kritik noktadır.
Eskiden liberalizm kitlelere doğru genişleme kapasitesine sahip iken, şimdi bu kapasitesi oldukça daraltılmıştır. Çünkü bugün yeni bir sosyo-ekonomik yapı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu a- landa siyasal özgürlükler, demokrasi ve yurttaşlık hakları sınırlıdır. Liberalizm kaynağını, modern kapitalizm öncesi iktidar biçimlerinden alan bir düşünceydi. Onun ilkeleri kapitalizm öncesine dayanıyordu. O halde demokrasiyi liberalizmle özdeş kılan kapitalizm oldu. Böylece demokrasi liberalizme indirgendi. Dolayısıyla liberal demokrasiyi olanaklı kılan şartlar, demokrasinin kapsamını da sınırladı. Çünkü liberal demokrasinin, kapitalizmin egemenlik ve sömürü biçimleri ile alıp veremediği yoktur. O , sö
mürü, iş gücü ve kaynakların dağılımı gibi alanlara dokunmaz. Demokratik hesap verme zorunluluğu yoktur. Bu alanlar kapitalist pazarın denetimi ve inisiya- tifindedir. Pazar veya piyasadan özgürleşme liberal demokrasi için olanaksız bir varsayımdır. Ayrıca demokrasi “ serbest piyasa” ile özdeş kılınamaz. Özünde batıda görülen demokrasi bu anlamı ile tümüyle “ biçimsel demokrasidir.”
Gerçekten bugün liberal demokrasi kendini tüketen bir sürece yol açmıştır. Çünkü demokrasi salt siyasal boyutu o- lan bir rejim değildir. Aynı zamanda o, e- konomik ve toplumsal boyutu da olan bir rejimi tanımlar. Burada elbette kastettiğim bir “ ekonomi demokrasisi” değildir. Kastedilen demokrasinin ekonomik işleyişinde teme! bir mekanizma olmasıdır. Ekonominin temeli, üretim ve iş gücünün örgütlenmesidir. Bu ise Mark- s’ın “ üreticilerin özgür birlikteliği” sorununda düğümlenir. Bu işçi sınıfının hem ekonomik baskılardan kurtulma sorunudur hem de demokrasi alanının özgür örgütlenmesini ifade eden bir sorundur. Elbette piyasanın baskısından kurtulmak, sınıfın politik eylemi içinde söz konusu olan bir sorundur. Üretimin demokratik biçimde örgütlenmesi demokrasinin zorunlu temeli ise, bu temel üretim araçlarının toplumsallaşması anlamına gelir. Burada gerçek bir sınıf demokrasinin ö- zünde bir devrim sorunu olduğunu da gösterir.
Bugün küresel kapitalizm, liberal demokrasi ile zafere ulaşabilir mi? Bu sorunun cevabı bunun olanaksızlığı gösteren binlerce kanıt ile çözülmüştür. Oysa a- yakta kalmak için burjuva demokrasisi tümüyle yeni bir baskı rejimine doğru artan bir ivme ile yol almaktadır. Bu ne-
129 —
derilerle batı demokrasilerinde göçmenlik sorunu, gerçek anlamda bir demokrasi sorunu ile doğrudan bağlantılı olarak ele alınması gereken bir sorun düzeyine ulaşmıştır. Şimdi bu sorunu inceleyeceğiz.
Ama yine de şunu söylemeliyiz diye düşünüyorum; hayalimiz demokratik ve eşitlikçi bir kapitalizm değil, bugün çok daha somut olan sosyalizmin olanak dâhilinde olduğunu görmek ve göstermektir. I
SINIF MÜCADELESİ PARADİGMALARI2(Küreselleşme, yeni emek süreci ve sınıf m ücadelesi dinamikleri)
1.21. yüzyılda göçler ve batıda ırkçılığın kökenleri
a. İçinde yaşadığımız dünyanın ayırt edici özellikleriOrtak bir yargı olarak söylemek ge
rekirse, dünyasal paradigmaların ve yaşanan kaosun kaynağı elbette bir dünya sistemi olan kapitalizmdir. Şimdilik bunun böyle tanımlanması, içinde yaşadığımız dünyanın sadece bir yanına vurgu anlamına gelir. Bu doğrudur ama yeterli değildir. Çünkü bu tanım son derece genel bir yargıyı ifade eder. Oysa dünyamız bugün küresel kapitalizmin elinde, yaşayan bütün canlıları ve doğası ile birlikte büyük bir felakete ve yıkıma götürülmektedir. O halde yaşadığımız bu dünyanın ayırıcı özelliklerini içselleştirmek ve anlamak gerektiği önem kazanır. Mesela şöyle bir dünya bugüne kadar hiç
— yol____________________________
görülmedi; Dünya Bankası ve Dünya Kalkınma Raporu verilerini baz alarak söyleyecek olursak; dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyara yakın insan günde 2 dolardan daha az, 1.5 milyar insan ise I dolardan daha az bir gelirle yaşıyor. D emek ki neredeyse dünya nüfusunun 4/3’i yoksulluk ve açlık sınırında yaşıyor. Sadece üç kişinin gelirinin, 48 ülkenin milli gelirinden daha fazla olduğu biliniyor. Buna karşın dünya nüfusunun %10’u, dünya toplam gelirinin %70’ni alıyor. Bir milyona yakın insan resmen aç. Yılda I I milyon çocuk açlıktan ölüyor. Yine her yıl 175 milyon çocuk beş yaşına gelmeden ölüyor. Yoksul ülkelerle zengin ülkeler arasında ki gelir oranı I960’da 20/l’den 1980’de 46/1 ’e, 1989’da 60/1’e bugün ise 90/l’a ulaşmıştır. Aslında rakamlar bana pek de sevimli gelmiyor. Y ine de bu devasal çelişkiyi daha fazla kanıtlayacak çeşitli verileri göstermek mümkün. Ama bu kadarı bile sorunun anlaşılması için yeterlidir. Bu yaşamın i- çinde zaten kendini gösteren kanıtlar o- larak sürekli var oluyor. Böylece bugüne kadar şahit olmadığımız bir dünya tablosu ile karşı karşıya bulunuyoruz. Herhalde kapitalizm bir dünya sistemi olarak, insan soyunu bu derece kırımlara uğratacak ve dünyayı yaşanmaz bir çöle dönüştürecek kadar vahşi bir karakter kazanmamıştı. Kapitalizm dünde vahşi bir sistemdi, ama insanlar bu kadar yaygın, sokaklarda tüketilen, aç, yoksul, hasta ve umutsuz değildi. Bugün küresel kapitalizm, kelimenin gerçek anlamı ile “ insanın soykırımına” dayanan bir sistem o- larak yeniden tarih sahnesinde kendini göstermektedir. Kapitalizm budur.
Görece olarak batı dünyasını dışta tutarsak çelişkinin devasal boyutu
__ 130
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
büyük bir yıkım paradigmasını göstermeğe yetiyor. Batı dışında ki dünya hızla çökertiliyor. Toplumsal bir yıkıma dönüştürülmüştür. Buna karşın batı da ise eski yaşam olanakları büyük oranda sınırlandırılırken, mücadele ile kazanılmış bir kısım sosyal haklar (zaten büyük o- randa kuşa çevrilmiş olan) adım adım ortadan kaldırılıyor. Demek ki dünyamızı doğası ve insanı ile birlikte yıkıma götüren yeni kapitalizmin, dolayısıyla yeni emperyalizmin almış olduğu seviye özel olarak incelemeyi gerektiriyor. Ama yeni kapitalizm, kuşku yok ki eski kapitalizmin ilkeleri üzerinden yükselen bir sistemdir. Ondan ayrı ve başkasal bir yapı değildir.
Dünyamız kapitalizmin elinde ya bir girdabın içine girerek yok olacak ya da insanlık bu vahşetten bir şekilde kurtulma yollarını bulacaktır, bulmak zorundadır. İkinci yolun tek adresi vardır; o da kendini yenilemiş ve tarihi tecrübelerinden ders çıkarmış olan sosyalizmin yeniden politik bir güç merkezine dönüşmesidir. Bilinmelidir ki başka bir seçenek yoktur.
b. Merkez ülkeler ile çeper ülkeler arasında ki ilişkide yedek e- m ek ordusunun konumu
Elbette klasik kapitalizm de olduğu gibi küresel kapitalizm de kaynağını e- mek sermaye ilişkisinden, başka bir değişle onun varoluş biçimi olan Kapitalist Üretim Biçiminden (K Ü B ) almaktadır. Çünkü küresel kapitalizm, bu yapıdan ayrı oluşmuş başka bir sistem değil, te rsine o kapitalizmin yeni bir evresi olarak belirginleşmiş kapitalizmdir. Onun yeni biçimi asla kapitalizmin yasalarının dışın
da değil, tersine onun temel yasaları ü- zerinden üst evrede yeniden üretimi demektir. Küreselleşme kapitalizmin ekonomik anlamda yapısal bir karakteri ise, bunun politik var oluş biçimi de Y D D denilen yeni bir uiuslar arası rejimdir.
Amacımız nasıl bir kapitalizm incelemesinden çok, bu kapitalist yapının bütün bir dünyayı ve bütün bir insanlığı nereye götürüyor olduğunu tespit etmek ve buradan bir mücadele stratejisi çıkarabilmektir. Burada bizim için önemli o- ian nokta şudur; bugün için kapitalist merkezler ile dünyanın geriye kalan yapısı arasında ki ilişkilerde kırılmış olan fay hatlarının incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Dahası kaos ve çelişkili bir varoluşa sahne olan bu dünyanın, nasıl bir süreç içinde şekilleneceği ve buradan nasıl bir geleceğin tasavvur edileceğini a- çıklamaktır.
Burada merkez ülkeler ile dünyanın geriye kalan ülkeleri arasında ki ilişkilerde ortaya çıkan yapısal farklılıklar ve bu farklılıklarla birlikte emeğin gelişim süreci, ilk amaçta irdelememiz gereken konu başlıklarını oluşturmalıdır diye düşünüyorum.
Bugün temel sorunlardan birisi, Ü- çüncü Dünya halklarının kapitalist sistemin, dolayısıyla mali/spekülatif temelli u- luslararası sermayenin yedek ordusu haline nasıl getirilmiş olduğudur. Bu olgu ağırlıklı olarak merkezin çeperleri de diyeceğimiz batı dışında ki ülkelerde oluştuğu ortak bir kabule dayanmaktadır. Ü- çüncü Dünya yoksulları, sayıca batı nüfusunun toplamından yaklaşık onlarca kat daha büyüktür. Doğu halkları, çeper ülkeler veya Üçüncü Dünya dediğimiz bu dünya (bu kavramları batı dışında ki
131----
dünyayı anlatmak için kullandığım bilinmelidir), küçük bir azınlık dışında tam bir çözülme ve kırımlara uğratılmıştır. Bunlar kırsalın yoksullarından, kentsel işsizlere, yarı işsizlerden çalışan yoksullara kadar geniş bir dünyayı ifade eder.
Bilindiği gibi 1970’lerin ortasından sonra batı ekonomisi yapısal bir bunalıma sürüklenmişti. Özellikle 1973 krizinin Üçüncü Dünyaya yansımasının sonuçları ağır olmuştur. Dış borç krizi, ithalata dayanan geri teknolojilerin açmazları, tarımsal veya gıda sektörlerinde ki krizler, IMF ve D B ’nın direktifleri ile düzenlenen ekonomik yasalar vs. gibi bir dizi olgu, Üçüncü Dünyanın ekonomik olarak yıkımına yol açan etkenlerin başında gelmiştir. Böyle bir gelişme Üçüncü Dünyada yeni bir “ ulusal burjuvaz in in güçlenmesine yol açan gelişmeleri frenlediği gibi, buna olanak tanımayan bir tarihse! dönemin içinden geçtiğimizi de gösterdi.
Eşitsiz gelişim, kaos ve kutuplaşma, hatta Üçüncü Dünyanın büyük oranda talan edilmesi, dahası doğu halklarını insan kavramının dışında görebilecek kadar vahşileşen batı merkezli anlayışlar, bütün bunlara vurgu gerçeğin sadece bir yanını ifade eder. Burada önemli olan olguların arkasında ki gerçekliği keşif etmektir. Bu gerçekliğin adını açıkça koyalım; kapitalizmin yeniden kendi özüne denen vahşi karakteridir bu. Buna beyaz adamın 2 1 yüzyılda ki “ modern soykırımı” demenin abartma bir tanım olmadığını söylemek istiyorum. Gerçekliğin bu çözümü olmadıkça, görüntünün sonuçlarını doğru izah etmenin olası olmadığını biliyoruz artık. Üçüncü Dünyanın yoksulluğu ve sömürüsü adeta talan düzeyinde bir gerçekliği ifade ediyorsa, bu
— yol-------------------------------------------
sömürü ve yoksulluğun, nasıl bir ekono- mik-politik ilişkiler içinde vücut bulduğunu ve bunun küresel kapitalizmden kaynaklanıp kaynaklanmadığını izah etmenin önemli olduğunu hatırlatır bize. Elbette bu bilinenlerin tekrarından çok, çağımızın özgün gelişim koşullarını analitik olarak anlatmak demektir. Yasalar i- le pratik yaşam arasında ki diyalektik bağın doğru kurgulanması, sorunun ilk çözüm yolunu gösteren temel bir parametre gibidir çünkü. 3 4
Öncelikle şu sorulara cevap aranmalıdır diye düşünüyorum; küresel kapitalizmin yedek ordusunun, bugün için esas olarak Üçüncü Dünyanın yoksulları olduğu ortak bir kabule dayanıyor ise, bu yedek ordu nasıl ve hangi yollarla emiliyor, eğer emiliyorsa bugün için bu nasıl emiliyor? Başka bir deyişle kapitalizm bu yedek orduyu aktif orduya katabiliyor mu, eğer katıyorsa nasıl katıyor?
Aslında küreselleşme sürecinde kapitalizm için bu sorun tam anlamı ile çözümsüzlüğe işaret eder. Düne kadar sermaye bu soruna iki yolla cevap veriyordu; ilki merkez dışında kalan çeper ülkelerin, yani Üçüncü Dünya ülkelerinin bir kısmı (ki bu ülkelerin tümü farklı gelişme süreçlerine ayrılırlar. Bu anlamda bir bütünü de oluşturmazlar), ö- zeliikle orta düzeyde gelişme dinamikleri taşıyan ülkelerin “ yarı sanayileşmesi” yolu ile gerçekleşiyordu, İkincisi de merkez ülkelere doğru akan göçler ile oluşuyordu.
Son 20-25 yılda sermayenin organik bileşimindeki değişim ile birlikte birinci yol önemli derecede sınırlandı, hatta kapandı denilebilir. Gerek şirket evlilikleri gerekse ucuz iş gücü veya hammaddeye
__ 132
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
daha kolay ulaşım, ama daha önemlisi sermayenin yatırım politikasından uzaklaşması, hatta spekülatif bir karakter taşıması ve ağırlıklı olarak enformal teknolojinin gündeme gelişi gibi bir dizi neden, çeper ülkeler için düşünülen “ yarı sanayileşme” stratejisini çok büyük o- randa sınırlamıştır. Daha önce kapitalist metropollerin yakın çevresinde güvenlikli alanlara (A B stratejisine göre Doğu Avrupa ülkeleri böyle bir alana girmektedir) yapılan kısmi sanayi yatırımları, bu ülkelerde yarı sanayileşmeyi kuşkusuz bir düzeye kadar teşvik ediyordu. Şimdi A B ’nin Doğu Avrupa’da genişlemesi, bu yarı sanayileşme politikalarından çok, merkez ülkelerin atlama tahtası olarak, başka bir deyişle bu ülkelerin güvenlik politikalarının doğrudan bir sonucu olarak düşünmek daha doğrudur. Bunun temelinde yatan gerçek, artan bir hızla emperyalistler arası paylaşım kavgasıdır. Yani yeni paylaşım sürecinde AB, bu ülkeler aracılığı ile genişleyerek paylaşımda söz sahibi olmak gibi bir politik öngörüye dayanır. İçinde hem güvenlik hem de yayılma veya genişleme politikası o- lan bir stratejiyi esas almaktadırlar. Ancak bu sorunun kendisi yine de, kapitalizmin yapısal krizine bir yanıt oluşturmakta hem yetersiz kalmış hem de çözüm tümüyle çözümsüz olarak devam etmiştir. Doğu Avrupa ile bir kısım Asya ve Pasifik ülkelerini dışta tutarsak, geriye kalan koca bir dünyanın büyük bir yıkıma uğratılmış olmasının anlamını buradan çıkarabiliriz.
c. M erkezlere yönelen göç serüveni ve ırkçılığın yeni biçimleri
Eskiden krizi atlatmanın çözüm yolla
rından birisi de merkez ülkelere göç idi. Bir yere kadar doğal olarak bunun hem ekonomik hem de politik nedenleri vardı. Mesela kapitalist merkezler, hem u- cuz iş gücüne olan gereksinimlerinde (İ- kinci Dünya savaşı sonrasında bu ülkelerin yeniden imarı vb. nedenlerle), hem de uluslararası sisteminin dengelerinin sağlanmasında, göçler geçerli yollardan birisi olarak düşünülmüştü. İlki ne kadar ekonomik ise ikinci neden de o kadar politikti.
Böylece bu her iki yoldan yedek o rdu aktif orduya katılacak, buradan sistem içine emilerek egemenlik tam anlamı ile sağlanmış olacaktı. Birinci yol yukarıdaki anlatımda da görüldüğü gibi sınırlanırken, yani ‘yarı sanayileşme’ süreci büyük oranda kapanırken, ikinci yol, yani göçler dengeleri değiştirecek kadar büyüdü. Gerçekten göçler, ister ekonomik olsun isterse politik / sömürgesel olsun veya sosyal nedenlere dayansın, biçimi ve yolu ne olursa olsun, öyle büyüdü ki adeta açlar ordusu her yolu deneyerek (denizler üzerinde kırık dökük gemiler ile insan kaçakçılığına dayanan bir sektör bile oluşmuştu. Ve bu insanların çoğu denizlerde balıklara yem edildi ya da sınırlarda kurşunlara hedef oldular vs. Büyük bir insan trajedisi yaşanmaya hala devam ediyor) batının zengin sofrasındaki dengeleri değiştirecek bir aşamaya geldi. Böylece göçler, merkez ülkelerde sistemin eliyle beyaz ırkçılığın geliştirilmesine neden olan politikaların yaratılmasına vesile oluşturdu. Batıda ırkçılığın kaynağı, esas olarak bu ülkelere gelen yabancı göçmen işçilerin, özellikle Afrika, Latin ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenler üzerinden yapılıyor olması ortak bir kabule dayanıyor.
— — ----------------------------------133 —
A B D ’de kulelerin vurulması ile birlikte Afganistan ve Irak işgalinden sonra, ırkçılığın boyutu özellikle Arap ve İslam dünyasından gelen göçmenleri hedef almaya başladı. Adeta Ortaçağın Hrısti- yanlığına dayanan Avrupa’sı yeniden hortlatılmak istenmektedir. Dinsel bir Avrupa söylemi veya Bush’un İslam top- lumlarına karşı haçlı seferi retoriği, yeni bir barbarlığın ve yeni bir koloni politikaların ip uçlarını göstermesi bakımından anlamlıdır. Bunun ilk pratik işlevi i- kiz kulelerinin vurulması arkasından Irak ve Afganistan talanı ile başlatılmıştır. Ye ni egemenler “ çağdışı dünyaya” önce “ demokrasi ve barış” daha sonra da “ terörizme karşı” retorik bir söylem ile “ uygarlık projesini” ve “ modernizmi” dayatmışlardı! Bunun adı yeni bir Roma despotizmidir.
Egemenlik yapısı, bugüne kadar özellikle Avrupa’da ırkçılığı bir-iki faşist parti aracılığı ile (adları değişik de olsa) dengeye alırken, son on yılda ırkçılık bu partilerden geniş bir toplumsal yapıya yaygınlaştırılmış ve emekçilerin geri bilincinde işsizliğin nedeni göçlere bağlanarak ırkçılığın meşruiyet zemini genişletilmiştir. Avrupa’daki son seçimlerde yeni nazizm biçimleri artık parlamentolarda hatırı sayılır bir gücü ortaya çıkarmıştır. Bu sadece faşist partilerin gücünü ifade etmez. Yeni nazizm içinde sosyal demokratlardan Hristiyan demokratlarına kadar çok sayıda milletvekili de yer almıştır. Aslında tarihsel anlamda geleneksel bölünme bugün büyük oranda değişmiş ve daha değişik bir konum kazanmıştır. Mesela Almanya’da sosyal demokratların önerisi ile Almanya’ya gelen politik mülteciler için uygun görülen Nazi tarzı toplama kamplarını Afrika’da
— yol------------------ -------------------------
kurmak projesi, ırkçılığın hangi boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.
Elbette batıya akan göçler, Üçüncü Dünyanın yoksulları içinde hala küçük bir azınlığı ifade eder. Ama yine de batının merkezi içindeki bu göçler nüfusun ortalama % I0 gibi bir rakama oturunca dengelerde ciddi kaymalar oluştu. Bu durum batıdaki politik dengeleri de değiştirdi. Aynı zamanda batı emekçisinde göçmen emeğini kültürel olarak dışlayan ideolojik kırılmalara da yol açtı. Batı sistemi kendini bugüne kadar “ eşitlik ve haklar” üzerine kurulmuş olan bir sistem propagandasına dayandırmıştır. Şimdi bu düşünce giderek gerçek yaşamda nasıl bir egemen ulus şovenizminin, hatta ırkçılığının perdelenmesinde kullanıldığını anlamaya yol açmıştır. U ygun görülürse şu ifadeyi kullanmanın yanlış olmayacağını söyleyebilirim; bugün batı yüzüne ikili bir maske takmıştır. Ben bunu bugünün toplumsal koşullarında suratlara takılan bir “ gündüz maskesi” bir de “gece maskesi” olarak görme eğilimindeyim. Bu gündüz maskesi “ demokrasi, eşitlik ve barış” gibi söylemler ile tam bir görüntüye dönüşmüş, böyle- ce özünü yitirmiş bu sloganlarda anlam bulurken, ama başka bir yanıyla bu gerçeği gölgeleyen bir perde haline de gelmiştir. Kendini dünyanın efendisi olarak gören bir yaklaşımın su yüzüne çıkması ile birlikte (ki bu düşüncenin toplumsal bir temeli de vardır) şimdi batının büyük bir çoğunluğu suratına “ gece maskesini” takması ile anlam kazanmaktadır. Ve bu gece maskesi, ağırlıklı olarak toplumsal yapının gerçek özünü belirleyen bir konumlama anlamına gelir. Yani gerçek öz bu gece maskesinin altında saklıdır. Batı-
134
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
da liberal soldan sosyal demokrat düşünce akımlarına kadar bu gece maskesi bugün bizim için çok daha iyi anlaşılır bir öz kazanmıştır. Bir zamanlar tarihsel kazananlarla elde edilmiş hak ve özgürlüklerin göreli olarak taşıyıcısı konumundaki bu “ sol ve sosyal demokrat” yapılar, tarihsel kimliğinin gereklerini bile bir tarafa bırakarak, egemen yapının payandalarına dönüştürülmüştür. Komünist yapıların ise toplum üzerinde en küçük bir ağırlığı bile bulunmamaktadır bugün. E- mekçiler ne yazık ki büyük oranda bu politikaya kazanılmıştır. Öyle ki bu gece maskesini takanlar ağırlıklı olarak emekçilerin alt kesimini oluşturanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu bilincin yoksul emekçi güçlere giydirilmiş olması, şimdilik burjuvazinin başarısı anlamına da gelmektedir. Elbette batı emekçilerinin tırnakları ile kazandıkları Avrupa’nın ikinci ve temiz yüzü bundan sonra nasıl bir sürece yo! açar, bu şimdilik bilinemez belki. Ama arkalarında koca bir devrimci tarih ve ortak bir ilerici gelenek olan batı emekçisinin tarihi, bu gidişe karşı bir devrimci tutum alacağını u- mut etmemizin de en büyük sebebidir. Bu kuşkusuz yakın erimde olmasa da u- zun erimde kazanacak olan bir gerçekliktir.
II. Yeni em ek sürecindegöçm en em eği ve kapitalizminişlevse! dinamikleriKapitalist sistem, 1973 krizi sonra
sında maliyetleri düşürmenin ve krizi atlatmanın yolu olarak belli başlı şu üç önleme başvurmuştu;
a. Merkez ülkelerdeki pahalı olan iş gücü yerine daha ucuz iş gücünün geçi
rilmesi için bir yandan kadın ve çocuk e- meğinin yaygınlaştırılması yoluna gidilmiş diğer yandan ise kaçak veya yasal göçmen işçi kullanımı işlevsel kılınmıştı.
b. İşletmeleri ya Üçüncü Dünya ülkelerine taşıyarak maliyetleri düşürmek ya da daha sonra olduğu gibi ithalat rejimini egemen kılmak gibi ikili bir strateji izlenmiştir. Özellikle 1980 sonrası süreçte, sermayenin organik bileşimindeki değişime paralel olarak üretim yerine ithalat rejimine dayalı sistem yerleştirilmiştir.
c. Üretim sürecindeki yeni teknik gelişmeye bağlı olarak proletaryanın fiziki iş gücü yerine, zihinsel ve bilimsel iş gücünün konulması sağlanmıştır. Yani otomasyon ve teknolojik kullanımın yaygınlaşması egemen kılınmıştır.
Üretim sürecindeki bu üç stratejik etken merkez ülkelerde, Üçüncü Dünyaya göre görece olan, ama nesnel bir özellik taşıyan yeni bir yoksullaşma sürecine yol açtı. İşsizlik arttı ve alım gücünde büyük düşüşler yaşandı. A B ülkeleri özellikle Euro para birimine geçişle birlikte bu süreç daha da krizse! bir ö- zellik kazandı. Bugün geleceğinden ciddi olarak kaygı taşıyan ve kendini yeni arayışlara sürükleyen yeni bir toplumsa! yapıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu süreç giderek daha da bir derinleşme eğilimini taşıyor.
Kuşkusuz bu yeni durum, yani kapitalizmin ekonomi politikalarındaki yeni şekilleniş, emekçi sınıfların toplumsal gücünü yok edecek bir karakter taşımadı, taşıyamazdı. Ama toplumsal iktidarı proletaryanın fiziki iş gücünden zihinsel iş gücünün belirleyici olmasına bırakan sürecin önünü açtı. Denilebilir ki kadın
1 3 5 -----
iş gücünün erkek iş gücüne paralel gelişmesi ve devreye bunun artan oranda girmesi, yeni üretim ve emek stratejisinin bir sonucuydu. Bunun bir başka sonucu da şu oldu; o ülkelerin ulusal kimlikli iş gücünün yanı sıra (literatürümüzün diliyle belirtmek gerekirse egemen ulusun işçi sınıfı), göçmen kimlikli iş gücü ağırlıklı bir yönelim olarak üretim sürecinde artan oranda devreye girdi. Ancak krizden en ağır ve en derin etkilenen bu göçmen iş gücü oldu.
Bilindiği gibi hizmet sektöründeki e- mek yoğunluğu, yeni teknolojik gelişmelerle birlikte, sanayi proletaryasının toplumsal gücünde, sayısal denklemin gerilemesi anlamında bir gerilemeye neden olmuştu. Daralma bu gücün zayıflamasına yol açmıştır. Böylece üretimin denetimi, ağırlıklı olarak bu emek potansiyeline geçti. Yani beyaz yakalı iş gücünün ya da işsiz işçilerin...
Sınıfın toplumsal gücü ortadan kalkmadı, ama bu emek sürecindeki bir değişim anlamına geliyordu. Güç merkezlerinde bir kayma oldu. Böylece devreye yeni bir güç merkezi çıktı; yeni proletarya. Sınıf yapılarındaki değişimler, çoğunun ifade ettiği gibi yeni sınıfın toplumsal gücünün yok edilmesi ile sonuçlanmadı. Tersine yeni proletarya sınıflar savaşında tahminlerimizin de ötesinde toplumsal bir gücü açığa çıkardı. Yeni sınıfın toplumsal gücüne ilişkin sayısız örnekler, bizim bu stratejik öngörümüzü doğrulayan birer kanıt gibidir. Mesela Arjantin örneğinde görüldüğü gibi, üretimi işlemez kılan yeni eylem biçimlerine, mesela hammadde veya mamul maddenin pazar dolaşımını engelleyen yol kesmeler, yeni sınıfın değişik eylem biçimlerine, aynı zamanda toplumsal gücüne iliş
— yol------------------ ------------------------
kin birer örnektir. Hatta James Petras bu süreci şöyle yorumlarken tümüyle haklıdır; “ İşsizlerin yol kesmeleri, sanayi işçilerinin makineleri ve üretim hattını durdurmalarının işlevsel muadilidir. Biri kar realizasyonu’nu, diğeri ise değer yaratılmasını engeller.” (J. Petras, 2002: 211) Elbette bunlar tekil örnekler değildir. Bu yeni emekçi sınıfın toplumsal gücüne ilişkin önemli bir göstergedir. Elbette çok daha değişik eylem biçimlerini burada saymak mümkün.
Yeni proletaryanın ideolojik ve politik düzeyde, yani özellikle kültürel üst yapı formlarında, sınıfın nitelik yapısını kuşkusuz olumsuz etkilediği doğrudur. Bu zaten nesnel bir vakadır da. Ancak bu proleterleşme eğiliminin büyümesi i- le sınıfın nitelikli yapısı (sınıfın ortak değerler sistemi) arasındaki çelişkili varoluş, sınıf stratejileri açısından paradoksal bir konumu ifade etmektedir. Bu açı kuşkusuz daha da büyüdü. Proleterleşme eğiliminin büyümesine karşın, işçi sınıfı kendi değerler sistemini sahiplenmesinde görece olarak dönemsel bir kırılma yaşamaktan kurtulamadı. Elbette bunun nedenleri belirli bir oranda emek ve insan ilişkisinde ve bunun felsefe bağı ile birlikte değişik yazılarda işlendi. Buradaki paradoksun ilk çözüm yolunu kanımca şöyle ifadelendirmek mümkündür; proleterleşme eğiliminin giderek artması, hatta bunun giderek derinleşmesi, sınıfın ortak üyeleri olan birey ile sınıfın ortak davranış ilişkileri arasında salt siyasal değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel yapının yeniden kurulması olanaklarının artması ya da bunun yeniden ortak bir varoluşu tetiklemesi olasılık dışı bir tasarıma dayanmaz. Ama olasılığın bütün verilerini gösterir. Başka bir ifade
__ 136
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
ile ideoloji ile politika arasında çelişkisel yapının çözümüne yol açan, dahası niteliksel yapıya geçişi daha kolaylaştıracak öğeleri biriktiren yeni bir süreci ortaya çıkarabilecek bütün verile ri gösterm esi anlamına gelmektedir. Bu yeni bir süreçtir.
Gerçekten yeni üretim süreci, geri bıraktırılmış ülkelerde bir yaygınlaşmaya yol açarken, proleterleşme eğilimini bu ülkelerde merkez ülkelere göre daha da artırmış ve bu kitlelerde sefalet düzeyinde bir genişleme yaratmıştır. Bu hem aktif emek ordusunda (ücretli çalışanlarda, yani çalışan yoksullar olarak tanımladığımız emek gücünde) hem de yedek orduda (işsiz emekçilerde) büyük ve de- vasal bir yaygınlık anlamına gelir. Bunun merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasındaki karşılığı elbette değişik olmuştur. Gücünü yitirmiş olmasa da bu durum merkez ülkelerde, yeni proletaryanın toplumsal iktidarını olumsuz etkileyen yeni güç dağılımı anlamına gelmesini ifade eder. Bu durum Türkiye gibi ülkelerde ise, proletaryanın fiziki gücünün daha da artmasına yol açan dinamikleri güçlendirirken, niteliksel gücünde, başka bir deyişle moral değerler bütününde bir düşmeye neden olan gelişmelere yol açtı. Ancak bu bugünün nesnel bir tanımı olsa da, bunun değişebilir olan bütün verilerini de göstermektedir. Hemen buraya not olarak şunu düşebiliriz; yukarıda ifade ettiğimiz bu dinamizme geçişi kolaylaştıran nedenlerin başında, elbette emek sömürüsünde ortak bir dağılımı i- fade eden yoksullaşma sürecinin gelmesi yatar. Ancak Türkiye gibi ülkelerde hala sistem ile halk yığınları arasındaki i- lişkilerde birbirine geçişi sağlayan veya umutların tümüyle sistemden tükenme
mesine yol açan öznel durumları elbette yok sayamayız. Mesela ülke bütçesinden çok daha büyük ve kaynağı belli olmayan bir paranın dolaşımda olması hayatın tümden ticarileşmesine yol açmıştır. Bu ise emekçi kitleleri hala sisteme bağlayan bir volan kayışının rolüne ait bir atı- fa benzetilebilir. Ama bu durum elbette hızla tükenmekte ve çelişkisel varoluş derinleşmektedir.
Bu fiziki güç potansiyelinin işlevsel rolünde ortaya çıkan nedenlerin başında şu olgu önemsenmelidir diye düşünüyorum; bu ülkelerde, egemen güç merkezleri ile olan ilişkilerde, kapitalist iş disiplinin daha gevşek ve daha az işlevsel olması veya otoriter yapının daha loş olması, proleterleşen yapıların pratik işlevlerinde (politik iktidar mücadelesinde) artan bir eğilimi inşa etmesinde daha kolay bir geçişi varsayar. Şiddetin artan dozu her zaman egemen güç merkezlerinin otoritesini tahkim eden bir varsayıma dayanmaz. Bunun en bariz ö rnekleri Latin Amerika kıtasındaki değişik devletlerde ortaya çıkan ikili iktidarlar deneyi ile okumak mümkündür. Öyle ki sözgelimi Kolombiya’da, Nepal’da, G ü ney Afrika’da, Arjantin’in veya Hindistan’ın bazı bölgelerinde veya semtlerinde devlet güçlerinin kontrolü tümden veya yer yer yitirmesi örnek olarak gösterilebilir. (B ir başka düzeyde bu örnekler daha da çoğaltılabilir; işgal edilmiş I- rak’ta görülen de bundan farksız değildir. Meseia Felluce gibi sadece üç ana bölgede bile kontrolün tümüyle direnişçilerin elinde olması gibi.) Bu aslında sınıf güçlerinin iktidarlaşmasına ilişkin ö rneklerdir. Dolayısıyla egemen yapı ilişkilerinde ortaya çıkan boşlukların doldurulması anlamında olanaklı olan bir yapı-
137
sal göstergeye işaret eder. Ve bunlar sınıf mücadelesinde her zaman olanaklı o- lan ve parçadan başlamak üzere egemen politik yapının bütününü kapsayan sınıfın politik iktidar mücadelesinin bariz ve kabul edilebilir örnekleri olarak düşünmek mümkündür.
Bilindiği gibi Y D D sürecinde kapitalist yapıların inşası, emek sürecinin yeniden yapılanması ile birlikte gerçekleştiriliyordu. Sermaye düzeni, sermayenin bu organik yapısının değişken biçimleri ve gereksinmeleri üzerine inşa edildi. Aynı şey emek sürecinde de oldu. Kapitalizmin yeni dönemi ve bu döneme ilişkin üretimdeki organizasyon süreci, doğal olarak emek sürecini de etkiledi. Böyle- ce emek kendi içinde bölünerek yeniden yapılandı ve değişik konum kazandı. Böylece emek süreci karmaşıklaştı ve beyaz yakalı emek (özellikle enformal a- lan) giderek üretim ve dolaşım sürecine egemen oldu. Emeğin bu yeni şekillenişi, daha önce belirttiğimiz gibi çalışanlar ü- zerinde niteliğin (kalifikasyon sürecinin) düşmesine yol açmıştı. Bu sadece proletaryanın değil insanlığın da bazı ortak değerlerinden kopuşu anlamına geliyordu. Bunu daha önce Harry Braverman doğru bir tarzda ‘niteliksizleşme’ süreci olarak açıklamıştı. (H. Braverman; 1976) Böylece niteliksiz veya yarı nitelikli e- mek gücünün toplumsal rolündeki artışın yaygınlaşması, nitelikli emek gücünün rolündeki bir kırılma anlamına gelecekti doğal olarak. Ancak bu kırılma dönemsel sürecin görünebilir bir gerçeğini ifade ediyor olsa bile, yukarıdaki anlatımda ifadesini bulan bir tarzda kendini yeniden niteliksel olarak üretebilecek güç ve enerji birikimini içinde taşımasını ortadan kaldırmadı. Başka bir boyut şu ger
— yol-------------------------------------------
çeği de ortaya çıkarmıştır; kapitalizmin iç çelişkilerinden birini de yansıtan, teknik yenilenme ile iş gücü arasındaki çelişkinin derinleşmesi, niteliksizleşme sürecinin bir sınırı olduğunu göstermiştir. Bu önemli bir uğrak noktasıdır. Çünkü sürecin son noktaya gelmesine yol açan dinamiklerin açığa çıkması, bir yerde sürecin tersine dönmesinin parametrelerini de göstermektedir. Tarihsel maddeciliğin insanlık tarihinden çıkardığı en te mel sonuçlardan birisi şudur; her yeni gelişme belirli bir doyum noktasından sonra kendini yeni bir sürece bırakır. Bu olumsal bir dönüşüme de tekabül eder, olumsal olmayan bir dönüşüme de...insanda olan düşünce ve duygu özneleri ne kadar kaybolmuş veya sınırlanmış o- lursa olsun, onu yeniden var edecek ve üretecek imkanların hem kendi ellerinde bulunması hem de beyinlerinde saklı olması bu varlığın diğer canlılardan üstünlüğüne işarettir. Bunun başarılmasının yegane teminatı (tek olmasa da) proletaryanın sınıf konumundan iieri gelen temel karakterinde saklıdır. Yukarıdaki bu anlatımla birlikte ortaya çıkan tabloda şu varsayılabilir; yeni sınıf güçlerinin kapitalist yapının içinde varolan bu gerilim noktalarının niteliksizleşme sürecinden yeni bir nitelik sıçramasına yol açan dinamiklerin önünün açılmış olması ortak bir kabule dayanmayı gerektirir. Bu ise kısa vadede olmasa bile, sübjektif etkenlerin çözümünün hızlanmasıyla (yani bilinç ve örgüt formlarında) birlikte orta ve uzun vadede yeni sıçrama o- lanaklarının artması demektir.
Bilindiği gibi yeni üretim stratejisi döneminde, sermayenin vasıflı emeğe olan gereksinimi azalarak devam etti. Çünkü sermaye, bir yandan üretim kapasitesi-
__ 138
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
nin değişmesi ve istihdama dayanmayan birikim stratejilerinin egemen olması ile vasıflı emeğe duyulan gereksinim zayıfladı, başka bir deyişle vasıflı emeğin yerini teknik araç ve gereçler aldı, bir yandan ise yaygınlaşmakta olan nitelikli işçilerin bilgisine eskiye oranla daha az bağımlı hale geldi. Böylece bu süreç, sermayeyi aynı zamanda zorlayan bir süreç anlamına da gelecekti. Çünkü menajerlere ve teknik kadroya bağımlılık onu zorlayan bir süreç de demektir. Galbraith’in dediği gibi ‘tekno yapıların’ yaygınlaşması veya menajerlerin hiyerarşik yapısının güçlenmesi, sermayenin ilerlemesinin de temel taşını oluşturuyordu. Bu durumda üretim sürecinin hızı veya üretim akışının devamı, zorunlu olarak bu menajer veya teknisyen yapılarla daha geniş çalışan sınıfın arasındaki işbirliğine duyulan gereksinmeyi ortaya çıkaracaktı. Çünkü tekno yapıların emek sürecini gerçekleştirmesi, zorunlu olarak geniş sınıf güçlerinin üretimde aktif hale gelmesine bağlıdır. Bu durumda işçi sınıfının üretken çabası, iş gücünün toplumsal yapısını daha da önemli kılıyordu. Üretim durdu rulmayacaksa eğer, yeni emek biçiminin bir yandan daha aktif konum kazanmasını öte yandan bu aktif gücün üretim bilgisine sahip olmasını ve böylece üretim sürecinin denetimini eline almasını sağlaması demek olacaktır. Bu durum yeni emek gücünün niteliksel bir konum kazanmasına yol açan verileri biriktirmesi ve buradan ideoloji ile politika arasındaki ortak kurguya geçişi daha da kolaylaştıracak bir konumu kazanması demektir. İşte bu nedenlerin sınıf mücadelesi açısından son derece önemli stratejik bir kurgu olduğunu sanıyorum.
Bu dönemde sermayenin yapısal kri
zi ile sınıf içindeki depresyon’un (işten a - tıima baskısı, özelleştirme, taşeronlaşma ve iş tekniği vb.) yaygınlığı, sonuçta krizin yükünün emekçilerin üzerine yıkılmasına yol açtı. Yine de bu krizden 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi, bugün emekçiler içinde yeni oluşum arayışlarını tetiklemiş veya direniş cephesinde yeni potansiyeli açığa çıkarmış olsa bile, o- nu bir üst seviyeye sıçratmasında başarısız kalmasına ve kırılganlıklardan kurtulmasına yol açmamıştır. Bunun elbette i- deolojik ve politik bir dizi başka nedenlerini saymak da mümkündür.
Emekçilerin toplumsal sefaleti 20. yüzyılda, 21. yüzyılda olduğu kadar kendi içinde ayrık, farklılaşmış ve kutuplaşmış değildi. Elbette emek kendi içinde dün de bir farklılık gösteriyordu. Yoksullaşma elbette geçen yüzyılda da sınıfın yakasından düşmeyen bir gerçeği gösteriyordu. Ancak bugün bu durum çok daha yaygın bir bileşke olduğunu göstermektedir. Bugün toplumsal sefalet ortak bir bütün ve ortak bir karakteri göstermektedir. Çalışanı veya çalışmayanı veya değişik emek biçimleri vs. sonuçta yaygın bir toplumsal sefaletten yakalarını kurtarabilmiş değillerdir. Bu yaygın bir hastalık halidir. Yani ağırlıklı olarak ortak dağılım dediğim bir süreçtir bu. Bu durum bugün, bir şekilde K o münist Manifestoda belirtildiği gibi, kitlesel sefalet ile emeğin toplumsal iktidarı, birbirinden kopuk iki ayrı konumdan çok, aynı insan malzemesinde birleşmesi demektir.
Peki ama küresel sermaye bu sorunu nasıl çözmeyi planlamaktadır? Burada sermayenin stratejisine özel olarak atıf yapmak gerekir. Metropol' ülkelerde bu süreç uluslar arası sermaye tarafından
139----
şu öngörüler ile aşılmak istendi;1. Merkez ülkelerde sermaye, kendi
emekçi kitlelerine Üçüncü Dünyanın sefaletini göstererek şükretmenin gerekliliğini izah etti. Bu ideolojik ve politik söylem, ulus ötesi şirketlerin yeniden bir dünya pazarını kurmada kolaysal bir geçişi sağlamasına yaradı. Yine de bu durum merkez ülkelerindeki işçi sınıfının üst tabakasına (bütün sınırlılığına rağmen), Üçüncü Dünyanın talanından bir pay aktarılmasının gerçekleştirilmesine yol açtı. Böylece merkez ülkelerde emeğin toplumsal iktidarını güçsüz bırakmaya matuf bir işleve dönüştürülmek istendi. Bunda büyük oranda başarı da sağlandı.
2. Göçmen işçilerin merkezlerde yı- ğılışını çok iyi kullandı. Bir yandan en geri ve olumsuz koşullarda ucuz iş gücü olarak göçmen iş gücünü kullanırken, diğer yandan işsizliğin ve yoksulluğun nedeninin göçmen işçiler olduğunu egemen ulus işçilerine enjekte e t t i r - meyi başardı. Böylece bu ülkelerde gizli veya açık bir ırkçılığın yaygınlaşmasının toplumsal temellerini de yaratmış oluyordu.
3. Merkez ülkelerde sermaye aktif ordu ile yedek orduyu yeniden yapılandırdı. İşi olan aktif ordunun, en zor ve yıpratıcı geri iş sektörlerinde kadın ve göçmen işçi (temizlik sektörü, gastrono- mi, ulaşım vb.) kullanılırken, daha vasıflı iş alanlarında bu vasfa uygun mesleki e- ğitim gören, bilimsel vasfa sahip olan e- mek gücünü kullandı. Bunlar ağırlıklı olarak egemen ulus işçileri içinden seçildi. Mesela vasıflı özelliklere sahip bir göçmen işçi, İş ve İşçi Bulma Kurumuna (ö rneğin Almanya’da Arbeitsamt) başvur
_ y o l -------------------------------------------
duğunda ona ilk söylenen şu olur; biz önce Almanları, sonra A B ülkelerinden gelen işsizleri, sonra da Üçüncü Dünyadan gelen işsizleri öncelik sırasına göre alıyoruz. Bu durum vasıflı da olsanız fiilen size sıra gelmeyeceğini gösterir. Böylece bu alanlar yabancı göçmen işçilere büyük oranda kapatıldı. Bu durum merkez ülkelerdeki başka bir düzeyde ulusal işçiler üzerinde daha düşük ücretle çalışma baskısını da beraberinde getirdi veya kabul edilir bir noktaya çekti. Bunun bariz örneğini son olarak Almanya’da Mercedes-Chraisler verdi. İşveren hem işçileri hem de hükümeti tehdit etti; “ eğer maliyetleri düşürmek için çalışma saatlerini 35 saatten 40-42 saatte çı- karmasanız, ben de işletmelerimin bir kısmını üçüncü dünya ülkelerine taşırım!” Gelişmeler yalnız bu örnekle sınırlı değil. Bu yaygın bir politikayı ifade ediyor. Böylece bu yeni strateji, ücretten ziyade işinden olmama baskısı ile paralel olarak geliştiriliyordu.
4. Böyle bir gelişme merkezlerdeki sınıf direnişlerini de doğal olarak olumsuz etkiledi. Çünkü metropol ülkelerdeki emekçi sınıfların daha alt ve zayıf kesimi, hem krizin sonuçlarını daha derinden yaşadı hem de bu kesim parçalanmış bir şekilde toplumsal gücünün zayıflamasına yol açtı. Bu alanda olumsuz o- larak sendikalar özel bir rol oynadı. Ö- zellikle sosyal demokrat iktidarlar döneminde Ajanda 2010 saldırısında olduğu gibi (Almanya’da SPD ve G R Ü N koalisyonu tarafından gerçekleştirilen reform paketi denilen saldırılar) iktidar payan- dalığı yaparak, sınıfın radikalleşme dinamizmini reformize etmede özel bir işlev gördü. Bu anlamda hem toplumsal gücünü elinde bulunduran hem de iş koşulla-
140
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
rı ile yaşam düzeyini koruyan bu emekçi kesimler, toplumsal direnişe yönelimde tutuk ve karamsar kaldılar. Bunun bir başka sonucu da şu oldu; emekçi sınıfların en yoksul kesiminde, işsizliğin veya az ücretle çalışmanın esas nedeni, yabancı göçmen işçilere çıkarıldı ve bu burjuva propagandası etkili oldu. Böyle- ce bu kesimde güçlü bir yabancı düşmanlığı oluştu, hatta giderek ırkçılığın güçlenmesinin toplumsal temellerini e- sas olarak bu yeni yoksullar oluşturdu. Geçen yüzyılda Hitler faşizminin toplumsal temellerinin bu emekçi yoksullar olduğunu geçerken bir anekdot olarak hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum.
İlkini ağırlıklı olarak kadın iş gücü ve göçmen işçiler oluşturmuştu. Ücretleri diğer üyelerine göre daha düşüktü. Dengeleyen ek gelir olanakları düzen kurumlan tarafından yeni yasalar çıkartılarak denetlenir hale getirilmişti. Bu durum yerleşik işçilerin ücret artışlarını ve bunun için grev dahil diğer mücadele biçimlerini etkisizleştiriyor ve dengeliyordu. İşverenler “ dışarıda senin istediğin ücretin yarısına çalışacak milyonlar var, üstelik biz kazanamadığımız için firmayı kapatabiliriz...” gibi tehditkar argümanlarla bu denge sağlanıyordu. Özellikle son bir yılda taşeron firmalar (leiht firmalar) öyle yaygınlaştı ki, geleneksel olarak örgütlenmiş üretimin organik yapısını tümden bozdu. Hatta sağlık, eğitim, demiryolları veya hava alanları gibi ku- rumların değişik bölümlerinin tümü a- dım adım bu taşeron firmalara havale e- dildi. Eskiden yer yer değişse de 12 ile 15 Euro olan saat ücretleri 5 veya 6 Eu- ro ’ya indirildi. Üstelik sosyal haklardan yoksun olarak. Kabul edilmediği noktada rahatlıkla kapı gösteriliyordu. Bu po
litikalar ya sendikalar ile birlikte götürülüyor ya da bazı “ ilerici” sendikaların göstermelik günü kurtaran bazı açıklama veya balonlu yürüyüşlerle idare ediliyordu.
Böylece daha önce emek sürecinde oluşan ayrık konumlar giderek eşitlenebilecek bir eğilim sürecine doğru evril- meye başlandı. Sadece göçmen emeği değil, yerleşik iş gücü de artık durumun feci olduğunu görmüyor değil. Ancak buradan ortak bir direniş hareketinin yarattığı toplumsal potansiyelin varlığına karşın, (çünkü eğilimler ile yaşanan somut gerçeklikler her zaman paralel bir gidişi öngörmez) ortak bir direnişin bugün için bu merkez ülkelerde olası bir büyüme içinde olduğunu varsaymak çok iyimser bir tablo çizmek anlamına gelir. Gerçekten küresel kapitalizmde üretim bireysel temel üzerinde kurgulanırken, aynı oranda işçi kesimlerini de bireysel kurtuluş yoluna sevk etmeye yol açmıştır. Bu ise toplumsal çürümenin derinleşme eğilimini göstermektedir. Bundan çıkışın elbette tek nedeni yoktur, ama e- sas nedeni sübjektif etkenlerdeki olumsuz varoluşa ve bu varoluştaki kırılganlıklara bağlamak mümkündür. Çünkü buradaki en büyük sorun, bu ülkelerde sınıfla güçlü bağları olan, ama aynı zamanda politik duruşunda sağlam bir ideolojik zemine oturan öncü yapıların yokluğudur. Stratejiler çökmüştür. Sorunun odak noktası da zaten burasıdır. Sendikalarda ise durum tam bir facia. Sınıf özünü ve ruhunu kaybetmiş yapıların yeniden enerjik bir ruh kazanması, krizin derinleşmesi ile birlikte krize alternatif yapıların ortaya çıkmasına bağlı olarak düşünülebilir. Elbette burada salt stratejik bir kurgu yetmez, aynı şekilde
----------------------------------------- 141-----
devrimci bir iradenin rolüne de atıf yapılabilir. Bunun yakın erimde olmasa da orta erimde gerçekleşmemesi için elbette hiçbir bir neden yoktur.
III. Üçüncü Dünya Ülkelerindeanti kapitalist m ücadele vedirenişlerKüresel kapitalizm, görülmemiş dü
zeyde dünyanın en ücra köşesine kadar kapitalist ilişkileri yaygınlaştırdı. Bu ilişki salt kapitalizmin ekonomik yasalarını değil, aynı zamanda yeni emperyalizmin i- deolojik, politik ve kültürel değerlerinin de yaygınlaştırılması demektir. Böylece doğu ülkeleri olarak tanımlanan Üçüncü Dünya ülkeleri, kapitalizmin pençesi i- çinde büyük bir parçalanmaya uğramış, adeta bu ülkelerin maddi ve manevi bütün değerleri talan edilmiştir. Üçüncü Dünya çökertilmiştir. Unutulmamalıdır ki her çöküş kendi dirilişi ile birlikte var olur. Şimdi bu ayağa kalkışın geçişsel krizini yaşadığımızı belirtebiliriz.
Burada sorunun konumuz ile bağlantılı olan yanı, sınıf mücadelesi paradigmasıdır. Gerçekten kapitalizmin en ücra noktalara kadar nüfus etmesi, bu ülkelerde anti kapitalist mücadelenin oluşma koşullarına ivme katıp katmamış olması veya sürecin olgunlaşmasına neden olup olmadığı sorunu önem taşır. Burada ö- nemli olanın sınıf mücadelesinin olgunlaşma zemininin artan oranda gelişiyor olmasının görülmesidir. Kuşkusuz bu imkanların giderek güçlenmesi, elbette modern anlamda anti-kapitalist mücadelenin doğrudan kendisi olduğu anlamına gelmez. Başka bir deyişle mücadelenin maddi bir güce dönüşme potansiyelinin yaratılmış olması, mücadelenin örgüt
— yol-------------------------------------------
lenmesi, katılım güçlerinin programa kazanılması ve taktik dövüşün gereklerinin yerine getirilmesi gibi türdeşleşen eğilimlerin kendisi demek değildir. Bu sürecin önünde duran eksikliklerin çözümü demek, aynı zamanda bugün, düne göre çok daha olgun bir düzeyin yakalandığını söylemek demektir. Bunun asla bir a- bartma olmadığını varsayabiliriz.
Aynı zamanda bu sorunun çözüm o- lanaklarında ilerlemek demek, bir şekilde mekansal bir özneyi de işin içine katmak demektir; elbette anlatmak istediğim coğrafi bir mekan olarak Üçüncü Dünyanın içinde bulunduğu koşullara dikkat çekmektir. Çünkü bu mekansal varoluş biçimi, yani çelişkili olan bu varoluşun kendisi, aynı zamanda karşı tepkinin üretilmesinde ortak bir maddi güce dönüşümün bütün olanaklarını kendi bünyesinde barındıran bir mekansal varoluş anlamına gelmesi demektir. G e rçekten Üçüncü Dünya, salt coğrafi bir kavram değil, başka bir yanıyla ideolojik ve politik bir oluşumu da ifade eder. Kanımca yakın vadede umut, çeper ve yarı çeper dediğimiz batı dışındaki toplumsal yapılardan, dolayısıyla tam anlamı ile bu ülkelerde bir insanlık trajedisine dönüşen emekçi sınıfların yaşamındaki alaboradan çıkacak gibi görünüyor. Salt bu noktada güncel bir örnekten yola çıksak bile, bu bizim düşünce yapımızı doğrulayan bir kanıt gibidir; elbette Irak direnişinden bahsediyorum. Özellikle kimsenin yakın vadede umut ve tasavvur bile edemediği Irak’taki Arap emekçilerinin işgalci güçlere karşı amansız direnişi, bu umudun boş olmadığını gösterdi. Üç beş ay gibi kısa bir dönemde son derece bilinçli bir tarzda hedeflere vurarak ortaya çıkan direniş, özellikle Felluce direni-
142
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
şi gibi sayısız direnişler, bu umudumuzun hem boş olmadığını hem de umutsal çıkışın neden doğunun emek güçlerine geçtiğinin en somut örneğini ve kanıtını göstermesi bakımından öğretici olmuştur. Vietnam direnişinin hazırlanışı bile yılları almışken, Irak emekçilerinin direnişinin bu kadar kısa bir dönemde bu derece yaygınlık göstermesi hem ezilenlerin öfkesinin büyüklüğünü hem de içinde yetenek ve beceri taşıyan özelliklerini göstermesi bakımından anlamlıdır. Filistin ve Irak direnişi, Arap kalkışmasının bir göstergesi olsa bile, daha önemlisi A- rap uyanışının da yeni bir göstergesi, hatta geçmiş tarihsel kırılmanın aşılabileceğine ilişkin ciddi bir kanıt olması gerçeğinin de açığa çıktığı tarihsel bir ö rnektir. Gerçekte bu ve buna benzer direniş dalgaları bir süreden bu yana ü- çüncü dünyanın çeşitli ülkelerinde ve bölgelerinde lokal düzeyde de olsa devam ediyordu. Şiddetli toplumsal çatışmalar Latin kıtasından, Ortadoğu ve iç Asya’ya kadar bir dizi ülkede somut olarak yaşandı ve yaşanıyor.
Bu direnişlerin ortak özelliği, sınıf mücadelesinin karakterinin temel özellikleriyle yakınlık ve benzerlik göstermesidir. Bu karakterin belirleyici özelliği, direnişin temelini büyük oranda yoksul halkların, yani işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturuyor olması gerçeğidir. Yani şehrin ve kırsalın yoksulları. Direnişin kendisini hiç kimse, politik veya ideolojik o- larak sosyalizmden esinlenmemiş olmasından hareketle, yok sayamaz veya ö- nemsemezlik edemez. İdeoloji, kültür veya politika birer üst yapı özneleridir. Nesnel yapılardan bu öznelere geçişi kolaylaştıran esas neden, emekçilerin i- çinde bulunduğu bu koşullar ve bu ko
şullarla birlikte karşı devrim güçlerinin çözemediği kriz ortamıdır. Demek ki e- mekçi halkın bu üst yapı özneierine geçişini sağlayacak esas öğelerden birisi de, sınıfın öncü güçlerinin becerisi ile tamamlanacak bir çevrimsel harekete bağlı olacağıdır. Elbette burada klasik modeller aramanın fazla bir anlamı ve gerekliliği olduğunu sanmıyorum. Bu ortak özellikleri tekrar etme pahasına da olsa yeniden şöyle toparlamak mümkündür; bu toplumsal çatışmalar, büyük ölçüde kaynağını proletaryanın yaşam ve çalışma koşullarından alıyor. Çünkü onda var olan toplumsal olan bu güç ile kitlesel yoksulluk arasındaki temelli olan bu dengesizliğin çözümü, bu sınıf güçlerini artık bugünden itibaren harekete geçirmesinde ve örgütlenme yeteneklerinin açığa çıkarılmasında önemli bir vurucu öğeyi oluşturmaktadır. Burada önemli olanın yoksulluğun yarattığı toplumsa! fay hatlarının hangi ölçüler ve hangi biçimler içinde toplumsal bir güce dönüştürülebileceği sorunudur. Dolayısıyla var olan bu dengesizliğin çözüm yollarını göstermesi bakımından son derece ö- nemsenmesi gerektiğidir. Kanımca bu dengesizliğin çözüm anahtarı tek olmasa da esası şudur; yoksulluk veya yoksunluklar bütünü tek başına asla toplumsal bir gücü ifade etmez. Onun özünde olan ve bünyesinde biriktiren yoksulluğun bu güç potansiyelinin açığa çıkarılmasının tek yolu, ideolojik bir bilincin içine yerleştiği ve politik bir örgütsel yapının o rtak hareketine geçişin sağlanabildiği kolektif bir hareket yapısının kurulmasıdır. Bu olmadan toplumsal güç formu ile bu forma geçişin esas nedeni olan yoksunluklar arasındaki dengesiz ilişkinin çözüm yolları da olanaksız ve kapalıdır. Bu
143 —
başarılabildiği oranda, ortada olan bu dengesiz tablonun aşılması da mümkün hale gelecektir. Böylece çözümsüzlüğün kendisi bu çözümün içinde çözülüyor.
Elbette günümüzdeki bu direnişler değişik özellikler arz etmektedir. Bugünün direnişlerin ortak karakterinden baksak bile, kimisi fiilen işgalci güçlere karşı bir konumu ifade ederler (Irak’ta olduğu gibi), kimisi de egemen güç ilişkilerine karşı bir öz ile tanımlanabilirler. Son derece değişken özellikleri olan hareket biçimleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Elbette burada sistem içi kalan görece daha barışçı eylem biçimlerini atlayarak genel bir tanım yapmaya çalışıyorum. Ama yine de bunların önemli bir kısmı (bazılarını dışta tutarak söylersek, mesela Kolombiya’daki FA R C ’ın direnişi gibi) anti kapitalist, dolayısıyla anti emperyalist anlamda bir sınıf direnişinin düzeyini ifade etmezler. Bunu biliyoruz. Ancak bu emekçi halkların meşru zemininde emperyalizmin ekonomik, politik ve ideolojik yıkıcı özneleri, hem içsel hem de işgal anlamında dışsal bir güç o- larak, doğrudan emekçinin yaşamını ilgilendiren bütün özellikleri, dolayısıyla dışsal olgunun bile giderek artık içselleşen bir konum kazanması, bilincin gelişmesine, devrimci anlamda karşı örgütlenmenin kışkırtılmasına ve savaşma iradesinin açığa çıkarılmasına kaynaklık e- den nesnellikler toplamını ifade eder. İşte bu nedenlerden dolayı, anti kapitalizmle birleşen bir anti emperyalizm sürecinin oluşma zemini (ki bunlar asla birbirinden ayrılamazlar) giderek olgunlaşmakta ve bu durum gelecekteki yeni tarz bir modern sınıf mücadelesinin şartlarını hazırlamakta veya yaratmaktadır. Altını çizerek söylüyorum; bugün ve
— yol-------------------------------------------
gelecekte modern sınıf kavgası eski tarzın aşıldığı ve yeni biçimlerin devreye girdiği bir tarzı öngörmekte ve dayatmaktadır. O nedenle hiç kimse eski biçimleri aramasın. Bulması da zordur artık.
Kuşkusuz bu direnişleri karşı devrim güçleri, merkez ülkelere göre daha kolay bastırmak veya onu elimine etmekte çok daha güç bir durum ile karşı karşıyadır. Bunun nedeni, bu ülkelerin merkez ülkelere göre sisteminden ileri gelen zaaflarıyla açıklanabilir. Doğu ülkelerinde sistem kurumlarının yeterince otur- mamışlılığı, başka bir deyişle halkın kendiliğinden bilincinde düzenin meşruiyetini yitirmiş olması vs. gibi bir dizi parali- ze olmaya açık bu yapılar ve denetimdeki görece bu zayıflılıklar, koyulan yasakların daha kolayca delinmesini veya aşılmasını sağlayabilmektedir. Neredeyse ülke nüfusunun tümüne yakını kitlesel yoksulluk içinde bulunuyorsa, bu yoksulluğun yarattığı karşı tepkileri frenlemek daha güçtür ve her zaman silah zoru ile zapturapt altına alınmasını güçleştirir. Bir düzeye kadar zor yolu ile faşist otorite sağlanmış olsa bile, bu asla düzenin meşruiyetininin sağlanmış olması demek değildir.
Elbette aym insan malzemesinde billurlaşan bu dağılım, aynı zamanda eşitsiz bir dağılımdır da. 20. yüzyılda görülen mekansal dağılış, yani birbirinden farklı gelişme eğrileri veya farklı kutuplaşma eğilimleri, şimdi ağırlıklı olarak tersine dönerek, hala farklılıklar bir düzeye kadar korunuyor olsa bile, bu giderek ortak bir dağılıma dönüşme eğrisini yaratmıştır. Böylece dünyamız adeta kitlesel yoksulluk, açlık veya işsizlik gibi olgular bütünü içinde ortak bir varsayıma dö-
__ 144
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
nüşmekte, hatta bu gelişme yeni emperyalizmin insanın soykırımına yol açacak düzeydeki baskısı ile yeni bir derinleşmenin boyutlarını göstermektedir. O nedenden dolayı buna sınıf yapılarının ortak dağılımı diyorum. Aslında bu durum gelişmenin dinamiklerini açığa çıkarabilecek en önemli göstergedir. Böyle- ce Üçüncü Dünyadaki aşırı sefalet, sermayenin meşru zeminini hemen hemen geçersiz kılacak ve onun alanlarını kısıtlayacak bir düzeye yükselmesinin sebebini de doğal olarak buradan çıkarıyorum. Bu aynı zamanda düne göre farklı bir süreçler toplamı da demektir.
Bu ülkelerde önemli noktalardan birisi de, ulusal burjuvazinin ulusal anlamda ‘devrim yapma’ güç ve özlemini ö- nemli derecede yitirmiş olmasıdır. Bu, bir yönüyle “ devrimci ulusal burjuvazisinin” yüzyılının da kapanışı demektir. Elbette belirleyici bir analitik düşünceyi i- fade etmeyen, ama görece ‘ilerici’ bir konum arz eden öznel bazı örnekleri burada tartışmanın fazla bir anlamı olmadığını geçerken vurgulamak isterim. Böylece yüzyılın kapanışının bu anlamı, i- lerici ve devrimci güç odaklarının tümüyle işçi ve emekçi güç odakları tarafından belirleniyor olmasında anlam bulur. Bu gücün ideolojik biçimi ne olursa olsun, ister dinsel ister ulusal veya etnik motifler taşısın, bu tümüyle kendini bu sınıfsal özün açığa çıkmasında bulmuş ve bu sınıfsal öz içinde değişik ideolojik yapıştırıcı öz ile belirginleştirilmiştir. Çünkü bu hareketlerin ideolojik ve kültürel kurguları, sınıf yapılarının açığa çıkmış ö- zünün üzerine yapıştırılmış biçimlerdir. Bu sınıfsal öz olmasaydı veya bunlar açığa çıkmamış olsaydı, bu hareketler tümüyle karşı devrimin bir parçasını teşkil
ederdi. Kuşkusuz emekçi güçlerin şu veya bu şekilde desteğini arkasına alan, a- ma politik ve ideolojik kurgusu egemen güçler tarafından belirlenmiş karşı devrimci hareketleri yok sayan bir düşünceden bahsetmiyorum. Bu her zaman olmuştur, bundan böyle de olabilir. Elbette bu nedenle konumuz emekçi sınıf konumundan bağımsızlaşmış, başka bir deyişle egemen sınıf güçleri ile ilişkileri i- çinde oluşmuş farklı ideolojik veya politik (dinsel ve etnik biçimler kazanmış) hareketler doğal olarak tartışma konumumuzun dışında kalan bölümlerini o- luşturur. Ama şimdilik konumuz elbette bunun incelenmesi değildir. Yine de bir cümle ile şunu belirtebiliriz; gerek devrimci hareketlerin gerekse karşı devrimci hareketlerin üzerinde oynadıkları somut güç, bu emekçi sınıflar ve onların i- çinde taşıdıkları güç potansiyellerinin görülmesidir. Demek ki emek gücünü arkasına alan dinsel, etnik veya cinsiyetçi gibi bu ideolojik veya politik yapılar, devrimci bir temele oturduğu oranda direniş gücünü, gerici bir temele oturduğu zaman da karşı devrimci manipü- lasyon sürecini oluştururlar, ama bunlar hangi biçimde olursa olsun hareketi bu sınıf yapılarının üzerine kurarak gerçek- leştirebiliyorlar. Burada önemli olan bu emekçi güçlerin, farklı kırılmalara rağmen değiştirebilme güç ve potansiyelinin anlaşılır olmasını içselleştirmek ve bilince çıkarmaktır. Esas olarak anlatmak istediğim nokta burasıdır. Elbette burada emekçi sınıfların kendi sınıf çıkarlarının nerede olduğunu göstermek ve bu sınıf bilincini işçi sınıfına taşıyabilmek devrimci öznenin ilk elden birincil görevidir. Geçerken hatırlatmak istediğim son nokta burasıdır.
_ 145 —
Gerek sistemin merkezlerinde kapitalizmin sorgulanması, gerekse Üçüncü Dünyanın talanına karşı direniş odaklarının gelişmesi, yeni olan bu sürecin ortak dinamikleri olarak okunmalıdır diye düşünüyorum. H er iki alandaki potansiyelin (merkez veya çevre) ortak bir bileşimi körükleyecek bir süreç yaratmasının biricik temel yolunun bu sınıfsal dinamizmin özünde bulunması, önümüzdeki sürecin programsal tasarımlarının yolunun açılmasına da kaynaklık teşkil etmesi açısından önem taşır. Elbette bu bugünden onun organik bir bileşim anlamında bir enternasyonal organın kurulması demek değildir. Eğer bu bağlaşma kendini ileriki vadede organik bir bağlaşma ile taçlandırabilirse, kapitalizmi aşacak yeni bir dönemin de önünün açılması anlamına gelir. Bu yönüyle dünyamızın toplumsal mücadelesinin temeli, önemli derecede Üçüncü Dünya halklarının başkaldırısında bulunmasının ve bu mücadelede motor güç olmasının böyle ö- nemli bir rolünü düşünmeyi gerektirir. Bir yerde merkez ülkelerdeki sınıf mücadelesinin kıvılcımsal kaldıraçlarından birisi veya en önemlisi, çevre ülkelerindeki emekçi halkların başkaldırısında bulunmasının anlamı da buradan çıkar. Bu öyle bir sorundur ki, bugüne kadar görülmemiş bir düzeyde diyalektik birleşme ve karşılıklı birbirini etkileme anlamında temel bir öneme sahiptir. Çünkü büyük oranda gerçek öz burada saklıdır.
Gerçekte Üçüncü Dünyada oluşan toplumsal hareket, hem ideolojik-politik olarak ulusal-dinsel anlamda bir karaktere bürünmektedir hem de toplumsal anlamda sınıfsal bir karakter kazanmaktadır veya bu sınıfsal bir öze dayanmaktadır. Ancak bu hareketin önünde elbette
— yol_____________:_______________
devasal sorunlar bulunmadığı anlamına gelmez. Özellikle ideolojik boyutun karmaşıklığı yanında politik boyuttaki stratejik kaymalar, hatta politik boyutun i- çinde oluşması gereken demokratik ö- zün kaybolması gibi bir dizi sorun hala ciddi düzeyde çözüm beklemektedir. Kuşkusuz bu boyutun temel eksikliklerinden birisi olan örgüt sorunu ise tümüyle askıda bulunmaktadır.
Ancak bütün bu açıklamalar, elbette yeni toplumsal hareketlerin bunalımını görmezlikten gelmeye yol açmaz, açmamalıdır. Bunalımın nedeni elbette salt sübjektif anlamda iradesizlik boyutunda ortaya çıkan gelişmeler de değildir. Dahası aile, din, etnik, bölgesel farklılıklar, dil vs. gibi bir dizi ontolojik olgunun etrafında oluşan kümeleşmelerin veya gruplaşmaların varlığında ortaya çıkan, başka bir deyişle bütün bir toplumun kültürel yapısının bunalımı ile birlikte o- luşan süreçler toplamında ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda çeperleşmenin sonuçlarına da bir vurgudur. Görülebilen bu sonuçlar, zorunlu olarak ezilenlerin demokratik-politik devrimini yeniden gündeme getiren bir öğeler toplamıdır. Ancak buna “ ulusal” demek kolaycılığını seçmenin zor olacağını düşünüyorum. Çünkü bugünün dünyasında ulusun o rtak referansları ve ortak özellikleri büyük oranda dağılmış, ulus farklı özellikleri aynı anda birlikte taşır olmuştur. Bu ortak ulusal referansların parçalanışını, kapitalizmin içsel konumu, yeni değişim evrimi veya yaygınlaşması ile birlikte buradan çıkarılabilir diye düşünüyorum. Nasıl ki kapitalizm bir dönem uluslaşma sürecini açığa çıkardıysa, bugün de küresel kapitalizm ortak ulusal değerlerin a- şılmasım, hatta yer yer dağılmasını da a-
146
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
çığa çıkaran temel bir etkendir. Oysa bugün kapitalizm, ortak ulusal değerleri parçalayan ve sınıfsal özün açığa çıkarılmasını hızlandıran bir süreci yaratmıştır. Bir noktadan sonra uluslaşma süreci kendini sınırlayarak, bu dağılan süreç i- çinde yerini yeni bir sınıfsal sürece bırakmaktadır. Yine de bu başlı başına incelemeyi gerektiren bir konudur diye düşünmek gerekir.
Daha önce Üçüncü Dünyada bu hareketler büyük oranda dinsel veya etnik hareketler içine kapanmış bir öz taşımaktadır demiştim. Başka bir düzeyde her ne kadar sınıfsal ayrışmanın artmış olmasına ve her düzeyi etkileyecek derecede büyümesine karşın, yine de bugün için bunun statik anlamda ne sosyalist bir programı ne de sabit bir ulusal programı ifade etmezler. Tersine bunun sosyalizm hedefi ile birleşen ve iç içe geçen ve ruhunu oradan alan bir demokratik halk devrimini ifade eden bir prog- ramsal bakışı dayatması demektir. Başka bir deyişle politik-demokratik bir devrim programı, aynı zamanda hem pre- kapitalist ilişki ve değerler sistemini tasfiye edecek hem de demokratik işlevleri yerine getiren bir geçiş süreçleri toplamı ile kendini görevli kılacaktır. Kuşkusuz bu geleneksel olarak kaba bir ayrıma dayanan ikili programa (ulusal ve sınıfsal) tekabül etmez. Buradan tek başına ne asla sosyalist program temel olarak ileri sürülebilir ne de ulusal. Soruna başka bir boyutu ile şöyle de bakılabilir; sosyalist programı savunanlar bizim gibi ülkeler i- çin, sosyalist program geçiş sürecinde demokratik görevleri de üstlenirler ö- nermesine dayandırılır. Bu yaklaşım yanlıştır. Çünkü böyle bir öneri, geçerken söyleminde ifade edilen demokratik gö
revleri mutlak surette önemsenmez görevler olarak tali plana indirger ve bu yaklaşım zorunlu olarak ittifaklardan ö rgüt biçimlerine ve oradan mücadele biçim ve tarzlarına kadar bir dizi sorunu yanlış kurgulamaya yol açar. Nitekim bunlar sıkça yaşanmıştır. Üstelik bunu önerenlerin dövüş stratejisi hemen hemen tümüyle demokratik alanın sorunları üzerinde yapılmış olması, kendi içindeki çelişkili varoluşun bir göstergesine dönüşmesine de yol açmıştır. Bu da belirlemelerimizin haklılığını kanıtlar. Bu durum ileri sürdükleri sosyalist programın somut koşullara göre çelişkisel varoluşunu da gösteren bir belge haline gelmiştir. Başka bir deyişle hayatın dayattığı görevler ile kitap sayfalarına yazılanlar arasındaki çelişkinin doğası, kaçınılmaz olarak yanılgılı bir stratejik vurguya yol açmıştır. Yani şunu söylemeye çalışıyorum; bu ülkelerde literatürde iç- selleştirdiğimiz anlamı ile ileri sürülen program, ne tek başına sosyalist ne de tek başına ulusal bir program değil, te rsine kendine özgü ortak bir birleşmeyi öngören demokratik halk devrimi programıdır, dolayısıyla geçiş sürecine özgü bir metindir. Bu kuşkusuz politik/de- mokratik bir devrim stratejisidir. Elbette demokratik görevlerin sosyalist görevlere göre daralıyor olması, tek başına sosyalist programı savunmaya yol a- çan anlayışın doğruluğuna kanıt oluşturmayacağını bilmemiz gerekir.
Yapının hem geleneksel biçimler kazanması hem de sınıfsal ayrışmanın birlikte yaşanması, kaos durumunun özelliklerini gösterdi bize. Gerçi dinsel hareketler manevra alanı anlamında bir genişleme gösteriyor olsa da, bu durum aynı zamanda bir sınırlılığın ve içe kapan-
------------------------------------------ 147 _
— yol
mışlığın da bir göstergesidir. Bu yönü ile toplumsal hareketler, soğuk savaş döneminde sloganları, düşünceleri ve idealleri etrafında bütünleşen ve merkezileşmesi daha kolay olan yapılara dönüşebilmekteydi. Oysa bugün bu daha zordur. Küresel kapitalizm döneminde krizin yapısallığını da göz önünde bulundurursak, toplumların yaşadığı bunalım, beraberinde zorunlu olarak ideolojilerin, siyasetin ve örgütsel yapıların bunalımına yol açmıştır. Bunun esas nedeni, sınıfın politik öznesini yitirmesi ile ilgili olan süreçler toplamı ile açıklamak mümkündür. Bu dönemde ideolojilerin yenilenmesi ö- nem taşır. Bunun anlamı şudur; toplumsal yapıların karmaşıklığının çözümünü öngören yeni bir toplumsal projenin açığa çıkarılmasıdır. İçinde yaşadığımız böyle bir dünyada, alternatif projelerin kurgulanması daha da önem taşır. Bunlar elbette kolay çözüm paradigmaları değildir.
Şunun altını bir kez daha çizmekte yarar vardır; kapitalizmin yarattığı eşitsiz gelişme, çevrenin yıkımı ve uluslararası düzeyde yaşanan dramatik gelişmeler, her iki devrimci süreci birlikte etkilemekte (merkezdeki işçi hareketi ile çevredeki topyekün emekçi halkların hareketi anlamında), dolayısıyla bütün farklılıklarına karşın, evrensel bir ortak proje ile buluşturacak dinamiklerin ortaya çıkmasında oluşan birikim, bizim için umudun büyük referans noktalarını oluşturmaktadır. Dünyanın yıkımına neden olan kapitalizm, dünya pazarını reddetmeye götüren güçlü bir tavır alış temelinde alternatif bir karşı çıkışa yol açan bir birikim sürecini güçlendirmiştir. Ancak bunun temel güçleri arasındaki birlikteliğin ne somutlaşan bir ideolojik ne de politik
__ 148
programsal bir temeli bugün için açığa çıkarılmış değildir. Dünyanın muazzam çelişkili yapısına karşın hala farklılıkların büyük oranda korunuyor olması, zorunlu olarak kapitalist pazarın rasyonalite- sindeki sonuçlar açısından, daha özgün politikaları gerekli kılmaktadır.
Bir şekilde göstermek istediğim şuydu; insanlar bugün için etnik veya dinsel kimliklerini, vatandaşlık veya sınıf kimliklerinin önüne koyuyorlar. Bunun elbette bir dizi nedeni sayılabilir. Kanımca en ö- nemli nedenlerin başında şu geliyor; nesnel-maddi yaşamın paralize edilerek insan için çekilmez bir yük haline gelmesi, ekonomik ve politik kurtuluş umudunun bireyin öz yapısında yıkılması, bu hem toplumun parçalanmasına hem de bireyin atomlara bölünmesine yol açmıştır. Çünkü insan için aç ve açıkta olmak, düşünme kriterleri ile ortak değerler sisteminin yıkılmasının bir varoluşu biçimine yol açmıştır. İnsan için öncelik karnını doyurmaktır. A ç insan, sosyal ö- zellikleri ortadan kalkmış ve hayvansal sürecin girdabına sokulmuş olan herhangi bir varlıktan başka bir şey değildir. Düşünemez varlık olması demektir bu. Bireyin parçalanışı gerçekleşebilir olan umudun da parçalanışıdır. Böylece nesnel olan sömürünün insanlığın yakasından sökülüp atılmasına dönük kurtuluş umudu, gerçekliğe tekabül etmeyen soyut bir manevi umut dünyasına, başka bir deyişle soyut dinsel inanış biçimlerine dönüşü yeni baştan egemen kılmaya yol açan nedenlerin başında bu gelir. Y ine de bireydeki bu maneviyat umudu, soyut bir dünyasal varoluş içinde somut bir gösterge olmaktan çıkmadı. Ama insanın günlük yaşamının çıplaklığı ve karnını doyurmak zorunda olması, tümüyle
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
insan varlığında her an somut olarak çözümlenmesi gereken nesnel bir varoluştur. Dolayısıyla soyut dünyadan somut dünyaya dönüş, gerekli araçlar devreye sokulduğunda çok daha kolaysal bir geçişi ifade eder. Elbette bugün durum bu iki yapı arasındaki kopuş ve kırılmalarla anlam kazandığı ortak bir kabule dayanır. Somut varoluşun bu göstergeleri ü- zerinden üst yapı formlarına geçişte bugün, başka bir deyişle kültürel değerler anlamında bir varoluşu kolayca kuracak olan bu geçişte, ne yazık ki hareket başarısızlığa uğramıştır. Ve böylece bu parçalı ilişkide manevi dünyaya dönüşün o rtak parametrelerinde buluşma eğrileri sınıf kimliğinin görünmez kılınmasına yol açan esas etkenlerin başında gelmesinin nedeni de budur. Ancak krize çözüm ö- nerilerinin bireyin beyninde parçalanışı, ikna edici kanıtların yıkılması ve yaşanan süreçlerin umutsuz tablosu vs. insan kimliğinde yeni baştan manevi dünyaya dönüşü kışkırtan parametreler olmasının esas gerekçeleri haline gelmesi ne yazık ki günümüz varoluş biçiminin esas göstergesi olmuştur. Çünkü kurtuluşa duyulan umutsuzluğun kendisi, yine insanın kendisi tarafından yapılmış olan tanrı katındaki manevi kurtuluş umuduna sarılmanın esas gerekçesi haline gelmiştir. Yine de en zor koşullar içinde dahi insan kendi gerçekliği içinde mutlak surette yeni bir umut kapısı açmıştır her zaman. İşte bugün bu sahte umut kapısı tanrıya sığınan manevi dünyanın tam da kendisidir. Bu gerçek, varoluş umudunu ortadan kaldıran değil, bugün onu sınırlamış olsa da, tersine bu umudu besleyen birikimleri asla yok saymaz. Geçişin parametreleri dağılmış olsa da, bunları yeniden var edecek süreçler olduğu gibi
duruyor, hatta derinleşerek duruyor. Burada önemli olan bu geçiş sürecinin i- çinde somut olarak var olan bu bağlantılı parametrelerini yeniden nasıl inşa edeceğimiz sorununu çözebilmektir. Ç ö züm aslında bu çözümsüzlüğün içinde saklıdır. Çözümsüzlüğün çözümü dediğim budur.
Elbette dinler her zaman o günün dönemsel koşulları içinde olumlu veya olumsuz bir siyasal rol oynamıştır. Bu anlamda dinler her zaman esnek olabilmektedir. Mesela burjuva devrimleri bir dönem batıda Hristiyanlığın desteğini a- labildi. Böylece çağdaş kapitalizm yapılanmasında, özellikle din politikanın yanı sıra ideolojik bir rol de oynadı. Yakın dönemde (1945 sonrası sömürgelerin parçalanışı sürecinde) mesela Latin A- merika ülkelerinde, aynı din (Hristiyan- lık), ulusal halkçı kurtuluş hareketlerine destek verdi. Dinsel kurtuluş teolojisi, bir yerde bu devrimin destek gücünü bile oluşturdu. Oysa şimdi batının katolik veya protestan hareketleri, Üçüncü Dünyanın emekçi direnişlerine karşı ırkçı bir konum içinde bulunmaktadır. Dahası bu hareketler hemen hemen tümüyle sermayenin kontrolü altında bir işlev görmektedirler.
Islami akımlara gelince; özellikle 19. yüzyıldan itibaren Arap ve Müslüman coğrafyasında başarısızlığa uğrayan burjuva devrimleri, dinin kendi yapısal öznelerinde ortaya çıkan reform hareketlerini başarısızlığa uğratmıştır. Bu dönemden itibaren dinin yeniden yorumlanması azamete uğrayarak, bir sanayi devriminin yaşanmamış olması bu top- lumların katı kurallarını esnetmesinde başarısız kalmasına neden olmuştur.
149 —
Üçüncü Dünyada kapitalist yayılmanın yıkıcı etkisi, ikinci savaştan sonra yeni çağdaş hareketlerin (özellikle ulusal motifli) kitlesel bir desteğini alırken, hareket hiç de devrimin ideolojik ve siyasal hedeflerini başaramadığı için (nedenleri ayrı ayrı olsa da), dönemsel değişim süreçlerinin yarattığı boşluktan radikal islami hareketler boy verdi ve güçlenerek gelişti. Ulusal devrimci hareketlerin bu başarısızlığının arkasından, dinsel hareketler yanında 'etnik’ hareketlerin de güçlenmiş olmasının nedeni bu analitik yaklaşımdan çıkar. Özellikle bu hareketler Balkanlarda ve Kafkasyada etkili oldu bir süre. Bir yerden sonra yönetici egemen güçler, hatta emperyalist merkezler çıkarları gereği bu hareketlerin bir kısmını manüpilasyona uğratmaktan ve kışkırtmaktan çekinmedi.
Dünyada bugün var olan büyük dinlerin hemen hemen tümüne yakını ulus ö- tesi sermayenin denetimi içinde ortak bir rol oynamaktadır. Burada önemli derecede hala ayrık bir konum içinde kalan İslamın büyük gövdesi, öze! olarak incelenmesi gereken bir yapıyı ifade eder. İslam ülkelerin konumlarına göre ikili bir yapı gösterse de, yani bir yanıyla ulus ö- tesi sermayenin çıkarlarına koşulmuş bir araba görevi görürken, hala bu görevden kendini soyutlayan bir kısım islami akım, eski, katı ve gelenekçi yapısını koruyan bir rol ile de tanımlamak olasıdır. Bu ise yer yer anti batıcı bir konum içinde radikalleşen siyasi bir harekete dönüşebilmektedir. Esneme İslamda diğer büyük dinlere göre çok daha sınırlıdır. Küresel sermayenin, özellikle A B D ’nin damgasını vurduğu bir sermaye hareketinin amacı, Ortadoğu’da var olan İslam ülkelerinin Y D D içinde İslami yeniden
— yol____________________________
“ reforme” etme veya ılımlaştırma çabasının özü, İslami tümüyle ulus ötesi sermayenin çıkarlarına uyumlaştırmak hareketi olarak okunmalıdır. Burada Türkiye’ye özel bir rol verilmek istenmesinin sebebi de budur. Bu program Büyük Ortadoğu Projesi (BO P ) içinde ele alınmaktadır bugün. Ancak bu konumuz dışında ayrı bir incelemeyi gerektirmektedir.
IV. Devrimin m erkezi veÜçüncü Dünyadadevrim sorunuDaha önce şöyle bir belirleme yap
mıştım; batı da işçi sınıfının reel koşullardan kaynaklanan değişim öznesinde ortaya çıkan kırılganlığı ve bu kırılganlığın nedensel ortak bileşkeleri, devrimci sürecin önemli derecede batıdan doğuya kaymasına neden olmuştur. Elbette buna ekonomik ve tarihsel olduğu kadar ideolojik, politik, kültürel vs. gibi bir dizi neden sayılabilir. Ama daha önemlisi batı emekçisi, bütün bu nedenlerin bir yerde ortak toplamı olan “ insansal krizin” parametreleri arasında ortaya çıkan bunalımı, özellikle batı insanı için söylemek gerekirse; kendi varlığını ötekinin ezilmesi ve sömürülmesinde bulan kolo- nileşen bir kültürel varoluş, bu sürecin batıda daha da olumsuz olarak etkilenmesine yol açmıştır.
Batıda insan büyük oranda ruhunu (insansa! ruh) kaybederek bencilliğin girdabı içine sokulmuş, dolayısıyla kendini dünya insanlığından ayırarak “ moderniz- min temsilcisi” gibi yanıltıcı bir konuma oturtmuştur. Kendisine dışardan empoze edilen bu sahte bilinç, onun gerçekliğine adeta inandırılmış bir durumu gös-
__ 150
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
termektedir. Bö/lece batı insanı ağırlıklı olarak rasyonel aklın esiri olarak kendini “ medeniyetin” tek yaratıcısı olarak görmüş ve buradan kendi varoluşunu “ üstün ve zeki insanlar” topluluğu olarak tanımlamıştır. Bu bir sömürge kültürüdür. Elbette bu ve benzer düşünce yapıları sonuçta yeni ırkçılığa yol açacak o- lan (üstün uygarlıkta yaşayan topluluklar olarak görülen bir anlayışın esiri olarak) teori ve pratiğine kolay geçişi sağlayabilecek ve “ zeki ve efendi insan” söylemini kendi yapısında içselleştirerek büyük ulus şovenizminin kimliği ile bütünleşmeye yol açacak bir özne haline getirilmiştir. Çünkü aklın rasyonel mantığı ve bu mantığın içine giydirilmiş yeni teknolojinin ortaya çıkardığı yaşam, insanda o- luşan manevi değerleri aşındırarak ö- nemsiz hale getiren ve bu süreci adeta matematik denklemleri gibi hayatı salt pozitivizm ile açıklayan bir süreçler toplamı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise dışında cereyan eden dünyanın hem görülmesini engelleyen hem de onu küçümseyerek kendine tabi kılan bir mantığın egemen kılınmasına yol açmıştır. Çünkü kendisinin var saymadığı her şey yanlış ve reddedilmeyi gerektirmektedir! Toplumsal rkçılığa yol açan meşru ve yaygın olan bu temel ne yazık ki buradan türetilmiştir. Kuşkusuz bu düşüncenin şu veya bu şekilde bilinç altına yerleşmesi demek, bu düşünce etrafında kümelenen insanların, bütünüyle ırkçı veya sosyal ırkçı örgütlenmeler içinde olduğu anlamına gelmez. Ama batıda bu düşüncelerin özneleri daha çok sosyal demokrat veya Hrıstiyan demokrat gibi “ modern veya çağdaş” partiler tarafından biçimlendirilmekte ve yönlendirilmektedir. Aradakiler sadece demokrasi
çeşnisini oluşturan figürlerdir. Demek ki potansiyel olarak dışlanan göçmen emeği üzerinden, ırkçı düşüncelerin toplumsal olarak bir yaygınlık göstermesi batı insanını saran yeni bir salgın hastalıktır. Buna ben batının hastalıklı bünyesinde ortaya çıkan “ modern virüsü” diyorum.
'k 'k 'k
Bu durum ister istemez batıda devrimci sınıf hareketini olumsuz etkilemiş hatta bozmuştur. Başka bir deyişle batıda devrimci özneler, kendi topraklarındaki bu bulaşıcı hastalığa karşı gerçekçi bir eleştiri getiremedikleri için, toplumsal yapıya bulaşan bu virüsü de tedavi e- debilmiş değillerdir. Hatta batının ilerici yapıları bile, modern virüs olarak bünyeye giren ve ağır seyreden bu hastalık hakkında doğru bir teşhis koyduklarını doğrusu sanmıyorum. Bu durum düşünce yapılarından politik bütün yapılara kadar bünyede ortaya çıkan felçleşmenin de esas nedeni diye düşünmek gerekir. Dolayısıyla hastalığın atlatılması zorlaşmakta, tersine giderek daha bir yaygınlık kazanmaktadır. Bu durum sınıf mücadelesinin içine de bulaşıcı bir tümör gibi girmiş ve hareketi felç etmiştir. Bu verilerden dolayı şimdilik devrimci sınıf hareketinin mekansal bir değişim süreci i- çine girmiş olmasının anlaşılır nedenini buradan çıkarabiliyoruz.
Devrimci sürecin mekansal değişimini, başka bir anlatım ile batıdan doğuya geçişinin bazı ekonomik ve politik nedenlerini elbette unutmamak gerekir. Daha önce bunu emek sürecindeki değişimler ile izah etmeye çalışmıştım. Şimdi devrimin merkezsel sorunun inceleme-
------ -----------------------------------151-----
ye çalışacağım. Bunları belli başlı birkaç noktada toplamak mümkündür;
1- Her şeyden önce batı a işsizlik ve yoksulluğun Üçüncü Dünyaya göre kı- yaslanamaz bir düzeyde olması, yani doğuya göre göreli bir olumluluk taşıması, işçi sınıfında istikrarlı bir direniş sürecinin baltalanmasına yol açmasına ve bu aynı şekilde sınıf bilincini de frenleyen ve örgütsel yapıyı parçalayan bir rol oynamasına neden olmuştur.
2- Kapitalist manipülasyon’un yoğunluğu, batı devletlerinin ‘istikrarlı’ olarak varlığını koruması ve buna karşın Üçüncü Dünya ülkelerinin istikrarsız örnekleri vs. ile karşılaştırıldığında, batıda emekçiler ne yazık ki kendi “ ulusal devletini” sahiplenilmesine yol açan ciddi bir kırılmaya yol açmıştır. Batının her emekçisi bugüne kadar her yıl en az bir defa herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde tatilini geçirmiş olması veya birçoğunu da TV kanallarından izliyor olması, sahte bilincin derinleşmesinin neden somut bir gösterge haline geldiğine işarettir. Bu ülkelerdeki aşırı sefalet, savaşlar ve hastalıklar gibi toplumsal yıkımlar, kendi konumu ile kıyaslamaya ve karşılaştırmaya yol açmış ve bu durum onun değiştirici özünü olumsuz olarak etkilemiştir.
3- Emekçilerin büyük bir kısmı, geleceklerinin kendi elleri üzerinde kurulacağı inancını büyük oranda kaybetmiştir. Bu durum materyalist felsefe ile ideolojik ve politik kurtuluşun programına mesafeli yaklaşımına neden olmuştur. Böy- lece batıda sınıf, hem politik özne olmaktan çıkmış hem de yeni örgütsel konumlarını da işlevsiz kılacak sonuçlara yol açmıştır.
4- Ayrıca batı işçi sınıfı hareketinin,
— yol-------------------------------------------
__ 152____________________________
özellikle son elli yılında tarihsel bir re- formizm geleneği içinde yetiştiğini de dikkate alacak olursak, bu durum sınıf radikalizmini frenleyen bir role dönüşmesine de neden olmuştur. Bu yönüyle batı ülkelerinde proletarya kısmen de olsa “ ayrıcalıklı” konumunu kaybeder ve yoksullaşma artarken, bu durum şimdilik ne politik bir özne olmaya ne de radikalizme tercüme edilebiliyor. Bunun tek bir nedeni yoktur ama, asıl olan sistemin ideolojik ve kültürel varoluşunun gerekçelerinin, emekçilerin beyinlerine ve ruhlarına sirayet edecek biçimde derin olarak işlenmiş olmasıdır. Toplumsal ırkçılığa yol açan sebepler ile düşünüldüğünde bu durum daha iyi anlaşılır olmaktadır. Krizin batıda faturasının sonuçlarının bir kısmı o ülkenin egemen ulus e- mekçilerine kesilse bile, esas olarak Ü- çüncü Dünya halklarına ve bu ülkelere gelen göçmen işçilere çıkarılmaktadır.
Yukarıdaki bu varsayımlar ne yazık ki batı emekçisi tarafından kabul edilen, dolayısıyla kendi içine dönük ciddi bir hesaplaşmaya yol açan bir süreci yaratamamıştır. Kriz buralarda şimdilik bir devrimi tetiklemekten çok onu sınırlayan, tersine toplumsal ırkçılığı büyüten ve kendisinden olmayanı reddeden (“ A- uslander Raus” sloganı etkili bir söyleme bu nedenle dayanır) bir gelişime ve birikime yol açmaktadır. Bu kırılgan yapı nasıl aşılabilir sorusu elbette önemlidir. Şimdilik bu yazının konusu olmasa da yine de bir cümle ile şunları belirtmeden geçemeyeceğim; kırılganlıkların nedenleri zaten kendi içinde bir birikime yol açsa da (ki kanımca batı sınıf hareketi kendi içinde bir dönüşüme uğramak zorundadır ve sorunun çözümü ancak bu dönüşüm içinden çıkabilir), onun aşılması
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
devrimci anlamda doğunun entelektüel eleştirisinin ve buna bağlı bir sınıf hareketinin boyutlanmasından çıkacak gibi görünmektedir. Bu çelişkili bir yaklaşım değildir. Tersine birbirini tamamlayan bir mantığın ürünüdür. Ama bu eleştiri asla batı emekçisinin tarihe altın harflerle yazdırdığı devrimci gelenekleri asla reddetme üzerinden yapılmayacak ve sınıfın ortak tarihsel kazanımları üzerinden yürünmeye devam edilecektir.
Peki ama devrimci sürecin doğuya kayması ne anlama gelir? Bu süreci kısaca şöyle özetlemek mümkündür;
I -Batı dünyasına göre Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşayan proletaryanın ve e- mekçi halkların durumu, artan sefalet, hastalık, savaş, açlık ve insani trajediler i- le anılmaktadır. Bu nesnel yaşam biçimi, emekçiler dünyasında toplumsal duyarlılığın ve mücadele potansiyelinin temel öznelerinin var olduğunu göstermiş, fırsatlar yaratıldığında veya olanaklar bulunduğunda ise bu birikim açığa çıkmıştır. Aslında bu büyük bir fay hattının harekete geçmesi demektir.
2-Yukarıda da geçerken belirttiğim gibi doğuda egemen sınıf örgütlemeleri ve devlet, batıda olduğu gibi kanun ve kuralları ile işlevsel bir konum kazanarak, bütünüyle toplumsal bir desteğe ve sahiplenmeye dönüşmüş değildir. Buralarda kanun hakimiyeti ağırlıklı olarak şiddetin zoru ile gerçekleştirilmektedir. Kaba zor, aynı oranda işlevsel bir kabullenmeyi dışlar. O nedenle bu ülkelerde devlet ile halk arasındaki ilişkilerde, ö- zellikle “ devlet nizamı” , önemli bir meşruiyet sorununu açığa çıkarmıştır. Halk bugün edilgen olabilir, ama her an bu e- dilgen konum aktif konuma geçebilecek
potansiyele sahip demektir. Bu durum sınıf ve halk güçlerinin slogan, söylem, örgüt veya programını kabullenmede daha kolay bir geçişin sağlanacağı anlamına gelir. Başka bir deyişle politik özne ile sınıf ve halk yapıları arasında kolay geçişi sağlayacak birikim süreci artan o- randa bir işleve sahip olduğunu göstermektedir.
3-Batıya göre doğunun emekçisi, eylem ve mücadele programlarını kabullenmenin bu kolay geçişini sağlayacak o- lanaklara karşın, olumsuz bir dizi nedenlerin göz ardı edilmesinin asla üzerinden atlanamaz. Bu ülkelerde hala din gibi bir dizi çağdışı geleneklerin etkin oluşu, modern bir hareketin önünde duran en büyük açmazlardır. Ancak kabul edilmelidir ki, bu durum aynı şekilde yeni başkaldırıları tetikleyen başka bir nedeni de yaratmaktadır. Gelenekler, sınıf hareketi üzerinde bir baskılama yapsa da, başka bir boyutu ile politik söylemleri daha kolay kabullenmeye neden olan bir sosyal psikolojiye de sahip olan kimlik özelliklerine dönük yapılar olmasıdır. Bunların aşılması demek, bugüne kadar yapıldığı gibi soyut bir rasyonalizm yolu ile değil, başka bir deyişle aklın rasyonel ö- zelliklerini beyaz ve siyah bağlamında bir anlatım içine hapsederek değil, tersine bu çağdışı ideolojik kurumlan aşabilmenin yollarından birisi, bu yapılar ile bağ kurmak ve yapıların anlaşılır dilini kullanmaktır. (Tarihimizdeki önemli bir anek- totdan örnek vermek gerekirse; Dr. Hikmet Kıvılcımlının, Kuran ve Kuran dilini referans alarak maddeci diyalektiği anlattığı Eyüp Konuşması gibi...Bu hem batı dilinden hem de batının rasyonel mantığından kopuşun bir göstergesi demektir. Elbette bugün Türkiye için biçim
153----
dilinin aynı olması gibi bir öneride bulunacak değilim. Anlatmak istediğim mantığın kendisidir.)5
4- Doğal olarak Üçüncü Dünya ülkelerinde politik formlar ile örgüt formlarının da batının geleneksel anlayışlarından kopmasını gerektirecek olmasıdır. Mesela bir dönem için geçerli olan sendikal formlar gibi örgütsel yapılar, bu ülkelerde fiilen yıkılmış ve geçerliliklerini büyük oranda sınırlandırmıştır. Özellikle bu ülkelerde nüfusun neredeyse büyük bir kısmı işsiz ve yarı işsizse, üretim ilişkileri doğrudan bir işletme-fabrika düzeyinde emek sermaye ilişkisinin, yani işçi ile işveren arasındaki sınırlı bir alan içinde oluşan bir ilişkiden, ülkenin emekçi halkları ile bir avuç egemen güç arasındaki ilişkiye yükselmişse, o zaman bu ö rgüt formları ile politikanın pratik gereksinmeleri kuşku yok ki batının biçimsel kurallarının dışında yeni biçimlere kavuşmasını gerektirir.
Elbette bu ve buna benzer soruları sormanın veya kırılma noktalarını izah etmenin ve çözüm yollarını göstermenin, doğunun devrimci kalkışması için hayati düzeyde önem arz eden teme! belirlemeler olduğunu düşünmek gerekir.
V. Kapitalizm artık 21. yüzyıldauluslararası toplumutaşıyam ıyorMarx ve Engels, Komünist Manifes
toda şunu yazmışlardı; onlar burjuvaziyi kastederek ‘‘Egemen olacak durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçevesinde bir varlık sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onu beslemek zo
— yol-------------------------------------------
runda kaldığı bir duruma düşürmeden e- demiyor. Toplum bu burjuvazinin egemenliği altında artık yaşayamaz, bir başka deyişle, onun varlığı toplumla artık bağdaşmıyor.” (D.j.Struik, 1976:125)
21. yüzyıl koşullarında dünyadaki aşırı nüfus ve bu nüfusun aşırı sefaleti ile bu kitlenin önemli derecede geleneksel e- mek sürecinden kopmuş olması, bu kitlenin büyük oranda burjuvaziyi besleyen bir konumdan çıkmasına yol açmış, te rsine burjuvazi zorunlu olarak bu kitlenin beslenmesini üstlenmek durumunda kalmıştır. Böylece burjuvazinin bu gücü taşımasının olanaksız olduğu, hiç de bu kitleyi beslemek gibi bir kaygı taşımadığı da ortaya çıkmıştır. Marx ve Engelsin Manifestoda anlam bulan bu uzak öngörüsü, bugün için bu nedenle somut bir gerçeklik haline gelmiştir. İnsanların yaşaması ve üretmesi için yemesi içmesi gerekiyor doğal olarak. Burjuvazinin bu kitleye üç öğün yemek vermek zorunluluğu (bu zorunluluk elbette insani bir nedene dayanmaz, tersine kendi varlığının devamı için bir zorunluluğa dayanır. Çünkü kapitalizmin varlığı, işçi sınıfının varlığına ve onun üretimine bağlıdır) bu ree! politikanın somut bir gerçekliğinin de anlatımıdır. Ama kapitalist burjuvazinin bu yükü taşıyamaz bir aşamaya gelmiş olması, krizin nasıl devasal bir boyut taşıdığını da göstermektedir. A rtık burada işçinin insanca yaşaması için gerekli olan asgari koşulları dahi ileri sürmüyorum; mesela sağlıklı bir konut, parasız e- ğitim ve parasız sağlık sisteminden yararlanma vs... şimdilik bunları bir tarafa bırakalım. İşçi ve emekçiler her gün çocukları ile birlikte nasıl karınlarını doyu- rabiieceklerini düşünme noktasına gelmiştir. Elbette burjuvazi de işçisinin öl-
154
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi___
meyecek düzeyde karnını doyurmaması ve onu üretim ve emek sürecine sokmadan artı değere ei koyması düşünülemez ve zenginliğine zenginlik katamaz. G erçekten bugün kapitalizm bu aşırı nüfus dediği kitleyi doyuracak, dolayısıyla onlara iş yerecek durumda değildir. Daha önce belirttiğimiz gibi sermayenin organik bileşimi istihdama dayanmıyor ve eski üretim biçimini öngörmüyor. Tersine karını büyük oranda spekülatif / mali a- lanlardan karşılıyor. Milyarlarca insan böylece açıkta kalıyor ve artık onun için büyük bir yük oluşturuyor.
Bu nesnel saptama, belirttiğimiz gibi kapitalizm için hiçbir dönemde olmadığı kadar büyük bir krizin gösterge parametreleridir. Manifestodan bu yana, kapitalizmin devrevi krizlerindeki gel git süreçlerine, başka bir deyişle krizleri geçici de olsa atlatma insiyatiflerine karşın, Marx’ın bu öngörüsünün günümüz Marksistleri tarafından hayal bile edemeyecek düzeyde gerçekleşeceğini u- mut etmemişlerdi. Bu yönüyle bu uzun erimli öngörünün, kelimenin gerçek anlamı ile tarafımızca yeterince içselleşti- riidiği söylenemez. Bugün uluslararası burjuvazi, emekçilerin modern kölelik çerçevesinde varlığını sağlayabilecek ve emek sömürüsü üzerinden kendi hayatiyetini uzun erimli tahkim edecek olanaklardan giderek mahrum kalacak bir güçten yoksun olma aşamasına gelmiştir. Dolayısıyla uluslararası toplum, artık nereye kadar sermayenin egemenliği altında yaşayabilir? Bu soru bütün çıplaklığı i- le ortada duruyor. Gerçekten durum öyle somuttur ki, Marx’ın dediği gibi, burjuvazinin varlığı toplumun varlığı ile bağdaşır olmaktan tümüyle çıkmıştır. Bu söylemin anlamı bugün çok daha anlaşı
lan bir içselliğe dönüşmüş olduğu kabul edilebilir.
Ne burjuvazi toplumun varlığı üzerinden kendi varlığını ve hayatiyetini tahkim edebilmekte ne de toplum burjuvazinin egemenlik ilişkileri içinde kendi varlığını ve kendi geleceğini güvence altında görebilmektedir. Bu belirleme Marksistler arasında aşağı yukarı ortak bir saptamadır. Ancak bunun sınıf kavgasındaki karşılığı, başka bir deyişle sınıf kuramına ilişkin somut hareket biçimlerinde aynı sonuca yol açmamıştır. Sözgelimi Giovanni Arrighi’ buradan (G.Ar- righi; 1990:55) “ proletaryanın umutsuzluğuma ilişkin bir gözlem çıkarmıştır. Tabii daha başka gözlem ve sonuçları da hatırlatabiliriz. Kanımca batının “ Marksist aydınlarının” önemli bir kesiminin bu ortak tutumu, özünde işçi ve emekçi sınıfların üzerinden kendi umutsuzluklarını tanımlayan bir kırılma noktasıdır diye düşünmek gerekir. Bir yerde batı aydını kendini Marksist olarak görse bile, onun bakış noktası salt batı emekçisinin nesnel konumu üzerinden tanımlanan bir görüşe dayanır. Oysa batı dışındaki dünya emekçisinin konumu üzerinden bir bakış ve tanım, elbette bunun içinde batının nesnel konumunu da yok saymadan yapılan bir gözlem, özünde dünyanın sentezsel bir yorumu anlamına gelir. Bugün için batının gözlemleri açısından bakıldığında (bu yaklaşıma Marksizm giydirilmiş olsa bile) bu durum, önemli derecede görünmez hale getirilmiştir. İster istemez bu durum, bütün istemlerden bağımsız olarak “ beyaz adamın” gözleri kör ve kulakları sağır eden yaklaşımının toplamsal bir ifadesidir. A t gözlükleri ile ortaya çıkan bu bakış biçimi, batı Marksist’inin de kırılma noktasıdır çünkü.
------------------------------------------155 —
Eğer dünya emekçilerinin içinde bulundukları nesnel durumda bir değişim yoksa, tersine nesnel durumu güçlendirecek bütün veriler eskiye göre çok daha olanak haline gelmişse, sübjektif konumlardaki kırılganlıklardan bir umutsuz tablo çıkarılamaz. Çünkü bilinç veya ö rgüt sorunu, bugün için önemli bir sınırlama veya açmaz yaratıyor olsa bile, bunun değişmezliğine asla bir kanıt olarak sunulamaz. Yoksa tarihi ve tarihsel oluşum süreçlerini defterimizden silmek gibi yeni ucube teorileri haklı çıkarmış olmamız gerekirdi. Zaten post moder- nizm böyle bir anlayış sonucunda ortaya çıkmamış mıdır? Eğer tarihin sonu gibi bir teze haklılık çıkarmayacaksak bunun başka bir anlatımı olamaz.
Şimdi emekçilerin varoluşuna ilişkin bu tablodan ikili birleşme dinamizmini çıkarmak mümkün müdür diye sormamız gerekir. Evet bu mümkündür. Peki ama burada neyi anlatmak istiyorum? İ- kili dinamikten biri çalışan emekçi güçler ve bu güçlerin durumudur. Buna aktif ordu diyoruz. İkincisi ise işsiz veya yarı işsiz emekçiler. Buna da yedek ordu diyoruz. Yaşanabilir olan bu durumdan ne aktif ordu ne de yedek ordu bugün için durumlarından memmun değildir. Her i- ki güç için yaşam çekilmez bir aşamaya gelmiştir. Bunun binlerce kanıtı verilebilir. Bu anlamda hem emekçiler cephesinde hem de egemenler cephesinde krizin ikili boyutu ciddi bir derinleşme diyalektiğini yaşıyor derken bunları anlatmış oluyoruz. Taşınamaz olan yaşam yükünün ağırlığı içinde oluşan kıtasal, bölgesel veya yerel tepkilerin kendisi, e- mekçiler cephesindeki bu birleşme dinamiğinin temel eğilimini gösteren kanıtlar olarak çıkıyor karşımıza. Yani bir yerde
— yol-------------------------------------------
aktif ordu ile yedek ordu arasındaki o rtak hedefler anlamındaki birleşme diyalektiği (ki bunun oluşumunda ayrıcalıklı var oluşun, yani batıda eskide varolan işçi aristokrasisi ile oluşan nesnel zemin giderek ortadan kalktığı ve aynılaşan bir zeminin olgunlaşmasına yol açtığı için, bu durum birleşme diyalektiğinin esas gerekçesi haline gelmiştir), bütün ideolojik ve politik kaymalardan bağımsız o- larak gerçekleşebilir bir yol haritasını göstermektedir bize.
Bir zamanlar Marx ve Engels, hatta daha sonra Lenin, bu iki ordunun eğilimlerini birbirinden bağımsız olarak tasarlamıştı. Bunun anlaşılır bir nedeni vardı; bu, o günün üretim sürecinin ortaya çıkardığı koşulların zorunluluklarına dayanıyor olmasıydı. Daha önce sermaye ü- retimden elde edilen fazlalığı kendine mal edinebiliyordu ve bu fazlalık bir yere kadar yeniden üretime aktarılabili- yordu. Böylece emek güçleri içinde daha anlaşılır bir ayrışma söz konusu olabiliyordu. Bu bugün önemli derecede sınırlanmıştır. Bunun sınırlandığı ölçüde, yedek ordu açısından çıkan sonuç şu oldu; bir yandan kölesini beslemek için sahip olduğu olanaklar kısıtlanıyor (emek sürecinden kopan aşırı nüfus yoğunluğu, özellikle yedek ordu dediğimiz işsiz kitle), sermaye üretim ve istihdamdan koparak spekülatif alanlara kayıyor ve e- mekçiler sokaklara terk edilerek köpek ölüsü gibi ortalığa atılıyordu (Hindistan, Sudan, Bangladeş, diğer Afrika ülkeleri vs. sokaklarda açlıktan ölenleri arkadan gelen belediye araçlarının topladığını hatırlatarak ilerleyelim), diğer yandan ise bu güç, sermayeyi daha büyütmek ve a- şırı kar hırsını gerçekleştirmek için iş gücünü fiilen sınırlıyordu. Bugünün aşırı
156
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
kar hırsı somut üretimden değil, tersine mali/spekülatif alanlardan geliyordu çünkü. İşçiler işini kaybederek işsiz kimlikli işçilere dönüşüyordu. B ir düzeyden sonra emek sermayeden kopuyordu. Böylece iki ordunun düne göre var olan birbirinden bağımsız varoluş eğilimleri, önemli derece de ortak veya birbirine bağımlı bir sürece kaymasına yol açmıştı artık.
Elbette bunun sınıf mücadelesi açısından önemli sonuçları olacaktı. N itekim oldu da. Bunun ilk gözlenen sonuçlarından birisi daha önce de belirttiğimiz gibi emek gücünün “ niteliksizleşmesi” denilen süreçler toplamında görüldü. Dağılmış üretimin bireyselleşen yapısı i- çinden ortak değerleri baskılandıran değişik kültürel eğilimler bu bireyselleşmeye paralel olarak gündeme oturdu. Yani bu durumun düne göre sınıf kendi değerlerine sahip çıkması ve bu süreci ideolojik ve politik bir yapıyla güçlendirmesi daha sorunlu bir hale gelmesi demekti. Diğeri ise başka bir düzeyde iki gücün birleşik kaplar örneğinde olduğu gibi, bütünleşme eğilimini açığa çıkarması ve sınıf içindeki çıkarlar zemininin giderek türdeş eğilimler göstermesi ve buradan “ ortaklaşan çıkarların” artmasına paralel olarak “ ortak mücadele” koşullarının artan eğilimi, tasarlanan veya tanımlanan bir gerçekliğin ortak özellikleri olarak tarih sahnesine gelmesi ile sonuçlanacaktı. Bu bir eğilimden çok yaşanabilir o- lan nesnel bir pratik göstergedir aynı zamanda. Başka bir deyişle bu durum hem aktif ordu içinde hem de yedek ordu i- çinde direnme potansiyelini ve kapasitesini güçlendirmesi demekti.
Aynı zamanda bu ülkelerde burjuva düzenleri neredeyse tümüne yakını
meşruiyet zeminini yitirmiştir. Düzenin meşruiyetinin kaybedilişi, aynı zamanda yoksulluktan kurtulamayan aktif ordunun (kısmen şimdilik batıyı bundan ayrı tutsak bile), yani çalışan emekçi kitlenin, sınıf iktidarı talebine yol açan sınıf mücadelesi dinamiklerini büyütmesi ve bu zemini güçlendirmesi anlamına gelir. Buradaki derinleşme, yukarıdaki anlatımda görüleceği gibi yedek ordu içinde de aynı şekilde iktidar hedefini güçlendiren bir talebi de büyütme eğrisine dayanır. Nesnel zemin ile sınıfın öznel durumu a- rasındaki elbette kırılmalar yok sayılamaz, ama tartışma konumuz açısından önemli olan bu nesnel zemininin varlığını belirleyebilmek ve ortaya çıkarabilmektir. Tartışma başlığı sübjektif kırılmaların nedeni veya çözüm biçimi üzerinde sürdürülmüyor çünkü.
Bir yerde gerek aktif ordu gerekse yedek ordu, daha önce bir başka konu i- le irtibatlı olarak söylediğimiz gibi, aynı insan malzemesinden oluşmaktadır. Bir geçiş süreci olarak, bugün işsiz olan yarın bir işe, bugün işi olan da yarın işsizliğe mahkum olabilir. Böylece egemenlik ilişkilerinin, her iki alanda yoğunlaşan insanlar açısından meşruiyet zeminini yitirmesinin anlamı, bu aynı insan malzemesindeki ortak bileşkenin açığa çıkması demektir. Sınıf mücadelesini güçlendiren temel de zaten buradan çıkıyor ve bu durum dün olduğu kadar bugün için de geçerli bir söylemi ifade ediyor.
k k k
Sınıf içi rekabet, sınıfın bir güç merkezi olması ile yoksulluğu arasındaki dengesiz ilişkinin sonuçları ya da kuvvet-
157----
lerin birleşme zemini gibi bir dizi değişik sorunlar, proletaryanın sınıf mücadelesi üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Gerçekten sınıf içi rekabetin sınıf mücadelesi üzerindeki olumsuz etkisi genel oiarak ortak bir kabule dayanır. Her zaman işçi sınıfı arasındaki rekabet, genellikle burjuvazinin lehine sonuçların doğmasına yol açmıştır. Bu nedenie egemen sınıf, sınıf iktidarının devamını sağlamak için emekçiler arasındaki bu bölünmüşlükten yararlanmasını iyi kullanmıştır. Ancak emekçiler arasındaki bu rekabet, genel düzeyde insansal kriz boyutu içinde bir derinleşme eğilimi gösterirken, aynı zamanda kapitalist yapının krizi ile birlikte ikili bir karakter de kazanmaktadır; bir yanda emekçilerin birbiri ile rekabeti, aslında sistem krizinin derinliği altında bir zaman kesiti verilemese de yeniden bir birleşme eğilimini besliyor (bunun nedenini yukarıda anlatmıştım), diğer yandan ise sermayenin kendi içindeki rekabeti artırma eğilimini taşıyarak ezenler cephesinin parçalanmasına yol açıyor. Bu her iki durum, sınıf mücadelesinin umutsuzluğuna değil, ama onun neden umut olduğuna ilişkin bir kanıt olduğunu gösterir.
Kuşkusuz böyle bir gelişme eğrisinin, başka bir deyişle proletaryanın birleşme ve örgüt formu ile sermayeye karşı bir mücadele platformunun oluşmasının, yapısal olarak sancılı olmayacağı anlamına gelmez. Bilinç ve örgütlenme süreçlerindeki kırılganlık, günümüzün yapısal koşullarının bir göstergesi ve sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kırılganlıklar da yapısal bir öz taşır. Bu olumsuzluklar dizilimi ile donanmış yapısallığın değişiminde, başka bir deyişle olumlu anlamda politik ve ideolojik bir yenilenmeye ge
— yol-------------------------------------------
__ 158____________________________
çişte, proletaryanın sınıf mücadelesi, te mel olarak her zaman bir rol oynamıştır. Çünkü ideolojik ve politik değişimdeki her ilerleme, olumsuzluk addettiğimiz yapısal oluşum süreçlerinde kök salmadan edemez. Elbette bu kök, proletaryanın eylemi içinden çıkar ve o temelde bir yaygınlık gösterir. Bu Lenin’in belirlemesine türdeş bir söylemi de ifade e- der. Çünkü artık proletaryaya dışardan iletilen bilinç formları, bu kök yaygınlığının ve o formları içselleştirmenin de e- sas nedeni, proletaryanın toplumsal koşulları ve onun varoluş biçimlerinin toplamından çıkıyor olmasıdır.
Bugün yoğunlaşan sömürü ve artan yoksullaşma ile sınıfın toplumsal gücü a- rasındaki dengesiz ilişkiden daha önce bahsetmiştim. O halde sınıf mücadelesi denklemi açısından düşünecek olursak bu dengesiz ilişki pratiğinden, kuvvetlerin ortak bir varoluşunu veya güçlerin ortak paralelliğini çıkarmak mümkün müdür? Bu soruya ikili bir cevap vermek gerekir. Burada hem bir paralellik kurulabilir hem de kurulamaz. O halde neyi anlatmak istiyorum; sömürünün artışı yukarda da ifade ettiğimiz gibi zorunlu bir moment olarak güç ve enerji potansiyelinin artışına yol açar. Nefret, reddetme, karşı koyuş, kısacası kabullenmeme gibi bir sürecin birikimine yol a- çar. Bunun nedeni üreten insanın sahip olamaması duygusunun açığa çıkmasıdır. Yani üretir ama sahip olamaz, üretir a- ma yoksulluğu- devam eder, üretir ama bir başkasının zenginliğine zenginlik katar. Bu nesnel olarak bir tepki birikimine yol açar. Bu anlamda elbette çelişkili zemininin büyüyor olması paralellik kurmanın da bir nedenidir. Ve bu kuvvetlerin ortaklaşmasına geçişi kolaylaştıran
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
neden olarak düşünülebilir. Ancak buradan şu sonuç çıkmaz; sömürü ve yoksulluğun artışından kendi başına bilinçli bir tepkinin yön kazanması olası mıdır? Hayır. Eğer bu nesnel çelişki zeminine öncü yapı, anlaşılır bir programsal metin i- le politik hedefler somut olarak deklare edilemezse, hangi yoldan yürüneceği gösterilemezse ve bunları fiziki güce dönüştürecek araçlarla beslenmezse, buradan bugün olduğu gibi kaos, çürüme ve bireysel tepkiler doğar. Dolayısıyla sınıfın gücü, bu anlamda bilinçli olarak kolektif bir güce dönüşemez, şu veya bu şekilde hareket manipüle edilerek a- tomlara dağılır ve sonuçta birikim kendini patlatan bir enerjiye dönüşebilir. Ü lkemizde yarı-köylü veya küçük burjuva menşeli hareketlerin yoksulluk üzerine kurdukları tasarıların çökmesinin nedeni de budur. Bu söyleme göre aşırı sömürü ve aşırı yoksullaşma, zorunlu olarak karşı tepkiyi yaratacaktır, öncü birlikler de var olan bu suni dengeyi kırarak, kitleler otomatik olarak öncüyü izleyerek hedefe ulaşacaktır! Bu söylem tümüyle çökmüştür. Çökmenin hem birikim stratejileri açısından farklı bir zeminin varoluşundan hem de hala işçi sınıfı politik rolünü oynadığı dönemlerde dahi, yoksulluğun kendiliğinden tepki yaratarak öncüyü izlemesinin ne toplumsal sosyoloji açısından ne de politik bilim a- çısından geçerli bir mantığı yoktur. Çünkü güç biriktirme nesnelliği ile bilinçli eylem arasında otomatik olarak birbirini izleyen bir ilişki ve paralellikten bahsedilemez. Bu tümüyle hem idealist hem de volantarist bir mantık kırılmasıdır. Böyle bir bakış ile soruna yaklaşım gösterilemez. Yoksulun daha da yoksullaşması, dolayısıyla yoksul emekçi kitlenin eyle
mi, bir düzeyden sonra özellikle bugün onun bilinçli bir tutum almasını sağlayacak bütün olgusal veriler elinden alındığı için (bugüne kadar aç karınla öğrenme asla mümkün olmadı) tersine bir işleve de dönüşebilir. Manipüle edilmesine a- çık kapıların daha da güçlenmesi demektir bu. Faşizmin kitle ruhu denilen sorun da bununla doğrudan ilgili değil midir zaten.
* * *
Burada konumuzla bağlantısını göz ö- nüne alarak başka bir anlatıma daha yer vereceğim; yukarda atıf yaptığım G. Ar- righi’nin adı geçen yazısında, yani proletaryanın devrimci rolüne ilişkin yürütülen tartışmada, gerek 1848 devrimi gerekse 1871 devrimci kalkışmasından hareketle kurulan bağ (yani savaş ve devrim ilişkisi bağlamında), proletaryanın nesnel konumunu reddetmeye götüren başka bir anlatımla karşımıza çıkarılmıştır. Yazara göre bu iki devrimci kalkışmanın nedeni (aslında 1917 Rus veya 1949 Çin gibi benzer devrimler de isim vermeden dolaylı olarak bu anlayışa katılmıştır), proletaryanın ve emekçi köylülüğün rolünün işlevsel konumundan ziyade, ülkenin içinde bulunduğu savaş koşulları ile açıklanmış olmasıdır. Yani Fransa’nın 1870 savaşlarında yenilgisinin bir sonucu ve Fransa ile Prusya savaşının yarattığı zor koşullara bağlı olarak ortaya çıktığının kanıtları olarak ileri sürülmesidir. (G. Arrighi, 1990: 64-65) Aslında bu anlatım, ülkenin özgül koşullarının veya savaş gibi yeni olguların proletaryaya dolaylı bir olanak ve fırsat yaratan bir anlatımı olarak ele alınsaydı bir yere ka-
----------------------------------------- 159-----
dar anlaşılır olabilirdi. Tersine yazarın anlatımı proletaryanın işlevsel koşullarının ortadan kaktığına ilişkin bir anlatım olarak ortaya çıkmıştır. Elbette tartışmanın böyle koyulması bizim için önem taşıyor. Bu yönüyle G. Arrighi’nin kanımca Marksizm’den köklü olarak kopmasının temellerinden birisi bu noktadır. Bu yaklaşım mantığı hemen hemen bütün üçüncü dünyacı teorisyenlerin de kırılma noktasını oluşturmuştur. Şimdi bu düşüncenin yanılgılarına tek tek bakmak istiyorum;
a- Dış siyasal koşulların (devletler a- rası savaş vs. gibi), bunalımı daha da artıran ve politik devrim koşullarını olgunlaştıran bir etki yaratmış olması, işçi sınıfının devrimci öznesini yitirmesi anlamına gelmez, tersine ona daha kolay geçişi yaratması ve dolaylı ittifak olanakları sağlaması demektir. Çünkü emekçi sınıflarda olan bu değişim gücü yoksa, dış faktörler ne kadar olumsal bir rol yaratmış olursa olsun, işçi sınıfının bu süreci göğüslemesi ve devrimde atılgan bir rol oynaması düşünülemez.
b-Bu devrimlerin işçi hareketinin güçlü olduğu Almanya veya İngiltere’de yaşanmamış olması (hemen belirtelim; yazar proletaryanın işlevselliğinin yitirilmesine kanıt olarak şu iddiayı ileri sürmüştür; normal olarak işçi hareketinin güçlü olduğu bu ülkelerde devrim olması gerekirdi, oysa devrimler işçi hareketinin görece güçlü olmadığı Fransa’da olmuştur. Bu da yazarın işçi sınıfının işlevsel konumunu yitirmesinin kanıtı olarak açıklanmıştır), bu ülkelerde hem burjuvazinin tarihi olarak daha güçlü bir ö rgütsel yapıya sahip olmasından, hem kapitalizmin özellikle İngiltere’nin Fransa’dan daha farklı ve geleneksel bir yol
— yol-------------------------------------------
izlemesi, hem de işçi sınıfı hareketi içinde tarihsel olarak sendikalizm ve refor- mizmin güçlü bir gelenek yaratmış olması gibi sebeplere dayanır. Elbette şunu da ilave edelim; bu iki ülkede sanayi devrimi Fransa’dan farklı olarak iç tedrici bir süreç yaşamış, bu ise yukarıda söylediğimiz gibi reformizm geleneğinin etkin ve egemen olmasına neden olmuştur. Oysa Fransa başka bir yoldan, devrimci bir yoldan ilerlemiş, bu ise Fransa’da sınıf içinde devrimci geleneğin yaratılmasına kaynak teşkil etmiştir. Ancak yazar bu verileri dikkate almamıştır.
Önceki anlatımımızın devamı olarak, grevlerin İngiltere’de ve A B D ’de yaygın oluşu ile işçi partilerin zayıf oluşu arasındaki bağdan hareketle (Almanya’da grevler sınırlı ama işçi partisi güçlüydü), devrimin işçi hareketinin yaygın bulunduğu ülkelerde gerçekleşmemesini sınıfın devrim yapacak bir öz taşımadığına i- lişkin görüşe kanıt olarak sunulmuş ve yazar bunu teorize etmiştir. Oysa bu teoriyi kanıtlamaya yetecek bir neden değildir. Proletaryanın rolü asla tekil ö rneklerden hareketle izah edilemez. Soruna daha yakından bakalım. Bu ülkelerde devrimin başarısızlığın nedeni ikilidir; yukarıda belirtmiştim; bir yanda o ülkenin tarihsel/kültürel koşulları etkili bir rol oynayabilir, diğer yandan ise bu ülkelerde burjuvazinin örgütlülüğünün yanı sıra sınıf içindeki reformizmin ve reviz- yonizmin etkili bir güç oluşturmasıdır. Mesela 1918 Alman devriminin yenilgisini incelediğimizde; hem burjuvazinin ö rgütsel gücünü, hem sosyal demokrasinin ihanetini hem de komünist hareketin yanılgılarını birlikte görürüz. Ama bütün o- lumsuz koşullara karşın Alman işçi sınıfında yapısal olarak bu devrimci öz ol-
__ 160
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
masaydı, böyle bir devrimsel kalkışmayı ve direnişi gerçekleştirebilir miydi? Bu öz nasıl olur da yok sayılabilir? Eğer yazar bu devrimsel kalkışma pratiğini yok saymıyor ise, o zaman işçi sınıfının devrim yapmaya muktedir olmadığını nasıl i- zah edecektir? Bu tekil örneğe ek olarak binlerce devrimsel kalkışma örneğini vermek mümkündür ama artık bu saatten sonra hiç de gereği yoktur.
Bu sorunu biraz daha irdelemek gerekirse şu noktaları da söylememiz gerekir; sınıf mücadelesinin kendi içine hapsedilmesi, hem reformist bir yapının ortaya çıkışını hem de politik varsayımların bir yerde parçalandığını ve kendi i- çinde farklılıklara bölündüğünü gösterir. Bu anlamda çağdaş kapitalizm, sermaye devletinin gücüne dayanarak hegemonyasını inşa ederken, işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını uyguladığı alanlar, devlet organlarından ziyade, üretim süreci içindeki hiyerarşik örgütlenmesi aracılığı ile gerçekleştirmiş olmasıdır. Yani burjuvazi bu merkezlerde sınıf hegemonyasını devlet aracılığından çok, üretim alanları üzerinden kuruyordu. Devlet ise dolaylı olarak bu egemen sınıf yapısını bürokrasi ve militarist güç yolu ile güvenceye a- lıyordu. Böylece çağdaş devrimlerin (1917 Ekim Devrimi ile 1949 Çin Devrimi gibi), kapitalizmin geliştiği metropol ülkelerden ziyade, kapitalizmin gelişmediği veya az geliştiği yerlerde filizlenmiş olması, yukarıda izah edilen eğilimle doğrudan bağlantılı olarak düşünülebilir. Rusya veya Ç in’de sömürü doğrudan a- ğırlıklı olarak devlet aracılığı ile sürdürülürken, kapitalist ana yurtlarda sömürü görece devletten “ bağımsız” işletmeler üzerinden gerçekleştirilmektedir. Ayrıca buralarda kapitalizm, eski üretim bi
çimleri ile birlikte var oluyordu. Ü retimin örgütlenmesinde ve artı-emeğe el koyulmasında “ ekonomi dışı” zor belirleyici bir faktör idi. Devlet bir yerde e- gemen sınıfın yerini almıştı. Dolayısıyla buralarda devlet sınıf mücadelesinin doğrudan hedefi halindedir. Bu anlamda Rusya veya Ç in’de ekonomik mücadele ile politik mücadeleyi birbirinden ayırmak mümkün değilken, merkez ülkelerde bu daha anlaşılır olan bir ayrılığa te kabül eder, ilkinde devlet sınıf mücadelesinin ilk hedefi iken, ikinci grup merkez ülkelerde ise ikincildir. Buralarda ilk hedef işletmelerdir. Ayrı ayrı tek başlarına hedef olan sermayedir. Bu anlamda çağdaş devrimler, hem sermaye ile çatıştığı hem de devlet ile çatıştığı ülkelerde ortaya çıkmasının tesadüf olmadığını söylemek gerekir.
Demek ki bütün bu öznel konumlara karşın, sömürünün yoğunluğu ve baskının artışı, bir dizi başka faktörlerle birlikte düşünüldüğünde, emeğin sermayeye karşı mücadelesinin o sınıfı zorunlu olarak bir politik devrime taşıyacak potansiyel ve öznelliklerini içinde taşıması anlamına gelir. Çünkü proletaryanın politik devrimin öznesi ve öncüsü olması, onun üretim içindeki konumundan, ayrıca ideolojik, politik ve kültürel konumları daha çabuk içselleştirmesi ve benimsemesi gibi özelliklerinden ileri gelir. Bunu hiçbir gerekçe gölgeleyemez.
VI. Küreselleşm e, Ulus D evletve Sınıf MücadelesiŞimdi yazının son noktasına doğru i-
lerliyorum. Burada ulus devlet ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki üzerinde duracağım. Öncelikle işe bazı ideolojik
161 ----
söylemlerden başlayacağım. Bu ideolojik söylemlerden birisi şudur; küresel kapitalizm, sınıf mücadelesine neden olan özneleri ortadan kaldırdığı için, bu hem sınıf mücadelesinin toplumsal zeminini yok etmiştir hem de işçi sınıfı devrimin temel öznesi olmaktan çıkmıştır, dolayısıyla sınıf mücadelesi ile devrim sorununu birbirine bağlayan postulatların geçerliliği oltadan kalkmıştır! Ayrıca bu söyleme göre ulus devletler giderek o rtadan kalkacağı için, somut hedef olan devlete ve devlette yoğunlaşmış burjuva sınıf iktidarına karşı devrimci sınıf politikaları da geçerliliğini yitirmiştir, çünkü somut hedef olan devlet ortadan kalkmaktadır! Böylece “ somut hedef kaybolduğu için” sosyalist politika veya sınıf mücadelesi önemini yitirmiş ve anlamını kaybetmiştir! Peki ama bütün bunlar doğru mudur? Kapitalist küreselleşme, gerçekten sınıf politikalarının ve sınıf stratejilerinin geçerliliğini sınırlayan ve onu daha az olanak haline getiren bir neden olarak ileri sürülebilir mi?
Marksizm sosuna batırılmış bir dizi post söylemli düşünce akımları, arka arkaya işçi sınıfının değişimci özü olan sınıf kimliğini ve tarihsel öznelliğini yitirdiğini ileri sürmeleri bilinmeyen bir vaka değil. Şimdi bu öznellikleri sınıf dışı kesim olan öğrenciler, entelektüeller, kadınlar veya çeşitli kimlik arayışı içinde bulunan güçler temsil etmektedir! Böylece proletarya devrimci bir özne olmaktan çıkmıştır!
Hemen belirtmeliyim; bu fikirlerin doğuş koşullan ve ortaya çıkış dönemleri tartışma konumuz açısından özellikle önem taşır. İşçi sınıfının bu tarihsel kesitte Marksizm açısından var olan beklentileri yerine getirmekteki başarısızlığı, böyle ucube teorilerin doğmasına kay
— yol ------------- -----------------------------
naklık eden koşulların başında sayılabilir. O nedenle baş gösteren bu düşünceler, dönemin özelliklerinin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarından çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Ama her dere kendi yatağından akar.
Bu akımlar küreselleşmenin sınıfı parçaladığı tezinden hareketle seçeneklerin tümüyle tükendiğini ve ortadan kalktığını, en iyi yapılacak işin kapitalizmin çatlakları arasından faydalanmak veya kimlik edinimi gibi değişik veya bağımsız “ demokratik mücadeleler” yoluyla kapitalist yapı içinde kendisine biraz daha yol açmak, dahası “ insancıl kapitalizm” önerisi ile sonal amacı sönümlendirmek gibi değişik tonlarda ortaya çıkan liberal düşüncelere dayandırılmıştı. Elbette böyle bir yapısal koşullanma tümüyle iktidar ufkunu yitirmiş bir düşünceye dayanmıştır. O nedenle M. Bel- ge’nin “ kapitalizmi yıkamadığımıza göre, en iyisi insancıl bir kapitalizmde yaşamak” amacını koymasının sebebi de bu olsa gerek. Bu düşünce yaygınlığı ne yazık ki salt M. Belge ile sınırlı da değildir.
Ben burada proletaryanın neden nesnel anlamda değişimci özünü koruyan tarihsel bir konuma sahip olduğu veya neden sosyalist devrimin gerçek bir öznesi olduğu üzerinde bir analiz yapacak değilim. Çünkü bu sorunu daha önce başka yerlerde incelemiş ve bunları yeterince uzun uzun kanıtlarıyla anlatmıştım. Şimdi işe başka bir noktadan başlayacağım. Öncelikle hedefleri ortadan kaldırdığından hareketle öne sürülen şu “ ulusal devlet” ve bu ulusal devletin o rtadan kalkmasına ilişkin söylenenler üzerinden işe başlamak gerekiyor. Ayrıca bu sorunun son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Devrime ilişkin söyle-
__ 162
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
nen ortak posülatiarın kaybolduğuna i- lişkin illüzyonların da son bulması için bunun gerekli olduğu sanırım ortak bir kabule dayanıyor olsa gerek.
Kapitalist birikim sorunları makro e- konomik bir alana kayarken, sermaye birikim stratejileri kendisi açısından daha uygun koşullar yaratmak için devlete her daim, ama özellikle bu dönemde gereksinme duydu. Ama yine de bu gereksinim devletin yeni baştan bir reorgani- zasyon’unu da gerekli kılmak kaydıy- la...Kapitalist pazarın uluslararası bütünleşmesi bir yandan ulus devletleri aşındıracağı, hatta bir yerde sermaye iktidarının odak noktasını devletten görece ba- ğımsızlaştıracağı öngörülürken (ki bunun yanıltıcı olduğu kısa zamanda anlaşıldı), diğer yandan da sermaye kendi a- maçları için, özellikle olası direnişlere karşı anti-sosyal yapıyı tahkim ederek yoluna devam etmekten vazgeçmedi. Kendi güvenliği için devlete olan gereksinmesinde bir zayıflama olmadığı gibi, hatta bunun artacağı da anlaşılacaktı. Gerçekten de sermaye yoğunlaşması küresel bir karakter kazandıkça, sermayenin hareketi için güvenceler öne çıktı. Bu anlamda “ ulus devlet” yeni bir rol üstlendi. Aşınma veya bağımsızlaşma söylemi, tümüyle devletin bu yeni rolü açısından bir tanıma sahip olabilirdi ancak. Yoksa ne devlet aşınarak ortadan kalktı ne de sermayeden bağımsız bir kimlik edinebildi. Bu anlamda global sermaye için gereksiz değildi ulus devletler. Ama devlet artık bu dönemde yeni biçimler kazanacaktı.
Aslında belirtmiş olduğum gibi 21. yüzyıl koşullarında ulus devletlerin yeni işlevlerle donatılmaya çalışıldığı genel o- larak ortak bir kabule dayanır. Ama
bundan kim nasıl sonuçlar çıkarıyor, bu tartışmalıdır. Elbette yeni işlevlerle donatılmış bir organizasyonla karşı karşıya bulunmaktayız. Yeni işlevin eskiye göre en önemli ayrım noktası, sermaye ile o- lan, ama herhangi bir sermaye ile değil, ulus ötesi sermaye ile olan ilişki biçiminde ortaya çıkmış olmasıdır. Bugün artık ulus devletler kelimenin tam anlamı ile ulus ötesi sermayenin güvenliği için a- raçsal bir organa dönüşmüştür. Böylece devletin, ulus ötesi sermayenin tam anlamı ile güvenliğini tesis eden çıplak bir komiteye dönüşmesi Marx’ın öngörüsünün tümüyle gerçekleştiğini gösterir. Bu anlamda her ulus devletin, global sermayenin uluslararası işlevlerinin yerel ve bölgesel olarak hem bir yürütücüsü hem de birer güvenlik ayağı olması, Marx’ın bu düşüncesinin ne derece temel bir gerçeğe dayandığını gösterir. Gerçekten de Komünist Manifestonun şu öngörüsü, özellikle bugün için artan oranda geçerliliğini koruyan bir öngörü olmaya devam etmektedir; “ Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (D.J.Struik, 1976:1 12) Bunu bugünün diliyle şöyle okuyabiliriz; “ Modern devletin yönetimi, uluslararası te kelci burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”
Elbette devletin yeni işlevler kazanması, devleti devlet yapan esas gerekçelerden uzaklaşıyor olması anlamına gelmiyor. Devletin yeni işlevler kazanması doğru ama, yine de devleti devlet yapan bütün ana işlevsel yapılarda devlet bir değişime uğramıyor. Dolayısıyla devlet ana işlevini yitirmiyor. Çünkü bu derece kaotik bir yapının egemen olduğu bir küresel kapitalizm dünyasında, sermaye-
----------------------------------------- 163___
ye dayanan “ ulus devlet” modelleri bir ihtiyacın karşılığı olarak varlığını devam ettiriyor. Sermayeye göre dünya düne göre daha güvensizdir. Neredeyse dünya nüfusunun tümüne yakını yoksul bir yaşamın içinde bulunuyorsa, dünya elbette sermaye için güvenlikli olamaz. Dün de sermaye devlete ihtiyaç duyuyordu, ama ortada görece bir denge de vardı. Şimdi göreceli de olsa bugün bu denge altüst olmuştur. Bundan dolayı burjuvazi düne göre artan oranda daha çok gereksinim duyuyor devlete. Onun gerekçesi sermayenin güvenli dolaşımını sağlamak ve olası sınıf kalkışmalarını bertaraf etmektir. Bu nedenle hem silaha daha fazla para yatırılıyor hem de yeni silahlı organlar örgütleniyor ve atıl o- lan ordular değiştirilerek müdahale gücü güçlü aktif ordulara dönüştürülüyorlar. O nedenle Genel Kurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ, konvansiyonel savaş ile asimetrik savaşın birlikte ele alınacağı yeni bir savaş stratejisinden, dolayısıyla yeni tarz bir örgütlenmeden bahsederken tam da bu gereksinmelere vurgu yapmıştı. Çünkü asimetrik savaşı yürüten orduların stratejisi, halk güçlerinin direnişine karşın, karşı devrimci gerilla tarzı bir dövüş sanatını gerektiriyordu. Hem devletin yeni biçimlenişi hem de devletin asli organı olan orduların yeniden inşası, bu yeni işlevlere göre hazırlanıyordu. Böylece ayırıcı olan bu yeni işlevlerde ortaya çıkarılan veya hedeflenen devlet biçimleri, herhangi bir sermayenin değil, ama ulus ötesi sermayenin çıkarlarına bağlanmış örgütlü birer komiteden başka bir şey değildi. Elbette bu bir geçiş ve yeniden inşa sürecidir.
Ama yine de burada genel bir özet vermek gerekirse, sermayenin devlete
— yol-------------------------------------------
duyduğu zorunlulukları şöyle toparlayabiliriz;
1- İş disiplinini sağlamak,
2- Toplumsal düzenin devamını sağlamak,
3- İşçi sınıfının ve halkların olası direnişlerini engellemek,
4- Sermayenin akışkanlığını sağlamak ve dolaşımını güvence altına almak,
5- Birikim koşullarını sürdürebilmek ve doğrudan sübvansiyon ve vergilerin güvenli toplanıp sermayeye aktarılmasını sağlamak,
6- Ulus ötesi sermayenin uluslararası hukukunu oluşturmak ve bu hukuku her ulus devletin kabul etmesini sağlamak ve yeni bir dünya düzeni, yaratırken her devleti bu araca tabi kılmak vs...(MAI o- luşumları gibi)
Demek ki Çok Uluslu Şirketlerin (Ç U Ş) kendi ayakları üzerinde durabilmesi, bu işletmelerin güvenliğinin sağlanması ile birlikte pazarlara ulaşması için kendi yerel devletine olan ihtiyacın kaçınılmaz bir gereği olarak “ ulus devletler” hala tarihi misyonunu oynamaya devam etmektedir. Dolayısıyla bu nedenlerden dolayı bütün bunları gerçekleştirmek i- çin devlete olan gereksinimin büyük o- randa artmasının sebebi de buradan çıkar. Ama tamamı ile yeni biçimler kazanarak...
Elbette bugün devlet, daha önce sınırlı bir “ kamu yararı için” görece olarak üstlenmiş olduğu bazı “ ulusal” rollerden de arındırılarak, bütünüyle global sermayenin çıkarları üzerinde dizayn edilen bir komite özelliğine büründürülmek istenmektedir. Bu aslında küresel kapitalizmin yerel üsleri olan “ ulusal devlet”
164
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
kimliğidir. Şimdi görece özerk konumunun bile yıkılmak istendiği, ulus ötesi şirketlerin güvenliği için birden çok yeni devlet biçimlerine gidildiği ortak bir stratejiye döniişmüftür.6 Sözgelimi dinsel kimliğe dayanan (Suudi, Kuveyt, A- rap Emirlikleri vs. gibi) devletler ile kitle meşruiyetini tümden kaybetmiş generaller yönetimindeki bir kısım Latin Am erika kıtasındaki militarist devletler, yeni global sermaye için değişmesi zorunlu hale gelmiş biçimlerdir artık. Bu yapılar sermayenin daha koiay akışkanlığını sağlayan özellikler taşımıyor. Bu ülkelerin sınır tanımayan işbirlikçiliği yeterli bir neden sayılmıyor artık dünyamızda. Tersine bu devletler global sermaye için artan bir yükü ifade ediyor. Burada elbette A B veya Amerikan karşıtı konum kazanan yapılar ile kısmen ulusal burjuvazinin ağırlık taşıdığı devletleri tartışma konusu yapmıyorum. Zaten bu devletler hedefin ön planında bulunmaktadırlar (Suriye, İran, Venezüella vs. gibi) Bu nedenle eski tarz devletlerin yıkılması dayatılmaktadır. Çünkü eski tarz oluşmuş devletler, işbirlikçi bir karakterde olsa bile, bir yerden sonra kamunun baskısı i- le beraber çok sınırlı da olsa “ kamu yararına” ilişkin bazı görece düzenlemeler yapması bile sermaye için çekilmez bir yükü oluşturmaktadır. Ö te yandan Suudi Krallıkları veya Arap emirlikleri gibi oluşumlar tamamen dünyadan izole edilmiş, antika veya feodal dünyanın özelliğini gösteren bir yapıyı tanımlaması nedeniyle, yarardan çok zarar veren bir konuma ulaşmıştır sermaye için. Aslında bu “ kamu yararı” asla gerçek bir kamu yararı da değildir, tersine sermayenin güvenliği için düzenin meşruiyet kazanması çabasının ötesinde bir anlamı yok
tur. Şimdi bu durum bile bir noktadan sonra kendini farklı bir zemine tevdi etmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi denilen stratejinin özü, yukarıdaki yeni yapılanma ile doğrudan bağlantılıdır.
Global sermaye için yeni devletsel yapılara olan gereksinim giderek artıyor. Böylece devlete olan gereksinme ortadan kalmadığı gibi artan oranda yeni biçimlere bürünerek yeniden gündeme geliyor dedik. Bu nedenle E. M. W o o d bu sorunu ele alırken çok önemli bir belirleme yapıyor; W ood , ulus ötesi şirketlerin birden fazla devletlere dayandığı bir ulusal üs’den bahseder. (E.M. W o- od, 2001: 95) '
VVood aynı yerde 10 Nisan !998’de N ew York Time yazarlarından Thomas L. Friedman’nın bir yazısını aktarır; “ Y ö neticiler” diyor Friedman “ biz bir Am erikan şirketi değiliz, biz IBM A BD , IBM Kanada, IBM Avusturalya, IBM Çin’iz gibi şeyler söylüyor. Gerçekten öyle mi; O zaman gelecek sefere Ç in’de bir probleminiz olduğunda yardım etmesi i- çin Li Peng’i arayın. Bir dahaki sefere Kongre Asya’da askeri bir üssü kapattı- ğında...Asya deniz yollarının güvenliğini sağlaması için Microsft’un donanmasını arayın.” (aynı yerde) Görüldüğü gibi burada oluşan devletler öyle bir oluşuma doğru ilerliyor ki, artık bu devletler ulus ötesi şirketlerin çıkarlarına dayanan devletler haline geliyor ve bunlar tümüyle ulus ötesi sermayenin güvenliği i- çin oluşturulan devlet biçimleri haline dönüştürülüyor. Demek ki deviet bütünüyle sermayenin, ama herhangi bir sermayenin değil, ulus ötesi sermayenin zorunlu bir güvenlik aletidir. VV'ood’un buradan çıkardığı sonuç şu olmuştur; “ ...u- lus devlet rekabetin bir aracı olarak ye-
------------------------------------------165 —
ni işlevler edinmiştir. Hiç değilse, ulus devlet küreselleşmenin ana öznesidir.” (E. M. VVood, 2001:95)
Küreselleşme sermaye hareketini bütünleştirirken, bu durum şirketlerin ulusal, bölgesel veya yerel olarak kendi aralarında rekabetini yaratmaktan hiçbir zaman kaçınamadı. Böyle bir gelişme doğal olarak devleti daha da gerekli kılar. Sermaye ile devlet arasında kopuş değil, daha da bütünleşme eğilimi gelişir. Çünkü bugünün öngörülen devlet modeli tümüyle spekülatif sermayenin gereklerine göre oluşturulmaktadır.
Bir yanda ulus ötesi sermaye ve o- nun çıkarları, bir yanda ise sokaklarda aç gezen milyonlar. Bu büyük bir çelişki demektir. Böylece devlet, artan oranda sınıf mücadelesinin odak noktasını oluşturur. Demek ki devletin varlığı bu odak noktanın kendisi ile tanımlanmaktadır. Burada tam da bu nedenle hem parçalı bir mücadele biçimi hem de soyut bir enternasyonal söylemi, geçerli bir yaklaşımı ifade etmez. Bunun fazla bir anlamı da olmaz. Küreselleşmenin temel omurgası devlet üzerinden kuruluyorsa eğer, sınıf mücadelesinin sermaye ve devlet bütünselliğini hedef alması gerekir. G erçekten sermayenin önemli hareket kanallarından birisi devletin kendisidir çünkü. Sermayeye karşı devleti atlayan bir mücadele stratejisinin, geçerli ve kalıcı bir başarı şansı hemen hemen sıfıra yakındır. Bu bir oyalama taktiğidir. Demek ki proletaryanın sınıf kavgasında somut hedef olan sermaye devleti, bu nedenlerden dolayı asla soyut bir hedef değildir. Sınıf mücadelesinin neden esas hedefi olduğu da buradan çıkar. Böylece yukarıda ifade edilen, “ ulus devletler o rtadan kalkacağı için sınıf mücadelesinin
— yol-------------------------------------------
de somut hedefleri ortadan kalkar” gibi bir anlatımın hiçbir tutarlı yanı kalmamıştır ve bugün bunun geçersizliği daha da iyi anlaşılmıştır.
Buradan hareketle liberal tezlerin ortak vurgusu özünde sermayeye karşı soyut bir mücadele retoriğidir. Bu yukarda da belirttiğimiz gibi sermayenin işleyişini ortadan kaldıracak olan “ devlet- sermaye bütünlüğünü” hedef alan esas vuruşu gölgeleyen, aslında “ demokrasi ve barış” söylemi ile sermaye devletini aklayan uzlaşmacı bir sınıf stratejisinin kendisidir. Bu anlamda “ demokratik strateji” özünde sınıf işbirliği stratejisidir.
Sınıf mücadelesinin en temel zorluğu, “ sermayenin her zaman görülebilir, tek bir hedef sunamamasıdır” der VVood. VVood bu düşüncesinde haklıdır. Çünkü sermaye, kendini devlet zırhı içine saklayarak bir yere kadar görünmez kılmakta başarılı olmuştur. Gerçekten bugüne kadar devlet kendini adeta “ tarafsız” konum içinde görünen bir hakem olarak sunabilmiştir. Emek ile sermaye arasındaki çelişkinin görünmez kılınmasına yol açan etkenlerden birisi budur. Bu anlamda ekonomi ile politik yapıların biçimsel olarak birbirinden ayrılmasının böyle bir etkin rolü de vardır. Ve bu durum sınıf mücadelesini elbette olumsuz etkilemektedir. Oysa küreselleşmenin başarısının yolu, devlete duyulan gereksinmeden çıkar demiştik. Böylece sermaye, devleti tümüyle kontrol eder ve bütün kurumlan bu doğrultuda yönetir. Burada elbette devletin görece özerk konumu gibi tartışmalara girmiyorum, çünkü tek başına bu metin, devlet ve devlet biçimlerinin küreselleşme döneminde almış olduğu biçim üzerine yürü-
166
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
tüten ve ayrıntılara dayanan bir tartışma değildir. Ancak bugün için modern devlet yapısından anlaşılan, eskiye oranla görüntüde bile olsa “ tarafsız” veya görece “ bağımsız” rolünün de giderek yıkıldığı ve tümüyle uluslararası sermayenin çıkarları ile bütünleşmiş yeni yapının kurulmak istendiği bir oluşum modelidir. Elbette bu söylem bugünden bu öngörünün tümüyle gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Ama bu bir eğilimi, gidişatın o rtak bir yönünü, yükselen bir grafiği gösteriyor, Bunda başarılı olup olmamak bir düzeye kadar sınıf mücadelesinin durumuna ve halkların direnişine bağlıdır. Elbette başka bir dizi etkenlere de...
Böylece anti kapitalist mücadelenin her zamankinden daha fazla hedeflerinden birisinin neden bu yeni devlet ö rgütlenmesi olduğu buradan çıkar. Çünkü sermayenin akışkanlığını sağlayan a- raçlardan birisi, belki en önemlisi olan devletin hedef alınması, bu kayışın kırılması demektir ki, bu durum sermaye hareketinin işlevsiz kalmasının temel yollarından birisi demektir. Şimdi buradan çıkaracağımız sonuç şu olabilir; somut hedefin belirlenmiş olması, yerel veya ulusal sınıf mücadelesinin birleşme zemininin de açığa çıkması demektir. Bölünmenin içinden çıkan birleşme zemini bu somut hedef üzerinden gerçekleşme olanağını daha da artırması demektir. Küresel kapitalizmin yıkıcı rolü, giderek bütün dünyada anlaşılır bir noktaya gelirken, bu karşı direniş noktalarının ve yeni bir enternasyonalizmin temellerim de inşa edebilir. Bu enternasyonalizm elbette ne soyut bir uluslararası bir sivil toplum örgütleri birliğidir ne de “ ortak vatandaşlık” veya “ küresel vatandaşlık” gibi tam da soyut bir söyleme
dayanan ve sınıf mücadelesi açısından hiçbir anlamı olmayan belirli eğilimlerdir. Bunun yolu, yerel, bölgesel veya u- lusal sınıf hareketlerinin devlet ve sermaye güçlerine karşı mücadelesinde birbirini destekleyen bir bakış üzerine o- turmasını zorunlu kılar.
Elbette buradan anti küresel hareketleri (Dünya Sosyal Formu gibi) dışlayan bir anlayışa sahip olmadığımı belirteyim. Ancak bu hareketlerin hedefleri a- çısından elle tutulur somut bir sonucu yoktur. DSF gerçekte sermayenin bu e- ğilimini biraz daha denetleyen, dolayısıyla “ insancıl kapitalizm” öngörüsünü aşmayan bir projenin anlatımıdır. Ama yine de bu ayrı bir inceleme konusudur. Moral değerler açısından önemli bir rol oynaması ve belki buradan ulusal ülkelerde ezilen emekçi güçlerin hareketine güç katması ve bir yerde merkez ülke işçi sınıfının gözünü açması açısından elbette önemsenmeiidir. Tek başına bu bile asla bu hareketleri küçümsemeyi gerektirmez. Bunlar olurken kalıcı ve geliştirici güç, kuşkusuz her ulusal ülkenin i- çindeki ezilenlerin birliği ve mücadelesi olduğunu unutmamak kaybıyla.
V!l. Kapitalist rekabet ileanti-kapitalist m ücadelearasındaki ilişkiEkonominin kutuplaştırıcı ve eşitsiz
gelişimi boyunca kapitalist pazarın egemenliği, bir noktaya kadar hem proletaryanın devrimci hareketini durdurma eğilimini taşıdı hem de bunalımlardan kurtulma eğilimini... Kelimenin gerçek anlamı ile söylemek gerekirse bu, tam bir eğiiim ifadesidir. Ancak ekonominin yasaları ile istemler veya eğilimler tama-
167----
men farklıdır. Kapitalizm böyle bir eğilimi taşıyor olsa bile, kapitalist burjuvazi ne proletaryanın eyleminden yakasını kurtarabilmiş ne de kendi bünyesini saran ekonomik krizlerden... Bugüne ka- darki tarihsel gelişmeler yeterince bu tezi kanıtlamıştır. Çünkü bir yanda kapitalist burjuvazinin sınıf mücadelesini durdurma istemi bir yanda ise ekonominin işleyen yasaları vardır. Yasalar her zaman istemlere baskın gelmiştir. Onun için burjuvazi ne yaparsa yapsın, yakasını sınıf kavgasından asla kurtaramamış- tır, bundan böyle de kurtaramaz.
Sermayenin küresel ölçekte bir karakter taşımasının nedenlerinden birisi, özellikle rekabetin kendisine ve rekabet yasalarına bağlanan bir görüşe dayanır. Hatta birçok iktisatçı sermayenin büyümesini ve uluslar arasılaşmasını rekabetin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak değerlendirmiştir. Böylece tartışmanın kritik noktası, küreselleşme sürecinde rekabetin rolüne ilişkin yürütülen tartışmadır. Ancak değişik bazı küreselleşme tezlerine göre, sermayenin bu ölçekte büyümesinin nedeni rekabetin yoğunluğundan çok, azalmasına bağlanmış olmasıdır. Dolayısıyla onlar bu sorunu rekabetin azalması ile, hatta uluslararası işbirliği cephesindeki gelişmelerle açıkladılar. Gerçekte bu tanımın bir yere kadar hem doğru hem de yanıltıcı olan ikili bir yönü vardır; doğrudur; gerçekte rekabete katılan ulus ötesi şirketlerin sayısında bir azalma olduğu bir gerçekliğin bir anlatımıdır. Elbette burada rekabete katılan uluslararası birliklerin sayısının azalmasını söz konusu ediyorum. Yani daha az kapitalist birlikler ola- rak...Yanıltıcıdır; çünkü bu azalan sayı daha amansız bir rekabetin varlığını gös
— yol-------------------------------------------
terir, onun ortadan kaldırıldığını göstermez. Böylece bu sorun ortada olan rekabetin yok olmasından çok, ulusa! sermayenin birbirine nüfus etmesi ve ulusal sermayenin işbirliği etmesinden ileri gelmektedir. Rekabete katılaniarın sayısının azalması demek rekabetin ortadan kalktığı demek değildir, tersine rekabete katılan ulus ötesi sermayenin amansız rekabetine katılaniarın sayılarının azalması demektir. Böylece ulus ötesi sermayenin rekabeti (bunu hem A B ’nin kendi i- çine hem de A BD , Japonya veya diğerleri arasındaki rekabette görebiliriz) daha yıkıcı ve daha vahşi bir aşamaya gelmiştir.
Sermaye grupları arasındaki rekabet, iş gücünün maliyetlerini düşürmek, karlılıklarını ve pazar paylarını artırmak gibi geleneksel bir politikaya dayanır. Ama bugün sermayenin aşırı kar isteminde a- yaklarına dolaşan prangalar (sınıf direnişleri) büyük oranda zayıfladığı için sermaye hareketinde daha serbesttir. D o layısıyla rekabetten kaçınamayan sermaye, aynı zamanda rekabeti belirli bir düzeye kadar sınırlayarak, küresel sermayenin uluslararası ilişkilerine dayanarak, sermaye sınıfını bir düzeye kadar birleştirmekte ve muhalefeti etkisiz bırakmaktadır. Kuşkusuz şunu biliyoruz; kapitalizmin zorunlu variığı rekabete dayanır. Ama şunu da biliyoruz ki, rekabetin yasası, sermayenin rekabetten kurtulma yasasıdır. Bu anlamı ile sermayenin yoğunlaşması, rekabetin anti tezi değildir. Bugün tekeller arası rekabet daha yıkıcı ve daha vahşidir. Burada son günlerin çarpıcı bir örneğini vermek istiyorum; ABD , Suriye’ye abluka politikasını, özellikle ekonomik alanda ambargo kararını aldığında, A B ülkeleri Suriye ile ekono-
__ 168
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__
mik ve ticari ilişkilerini geliştireceklerini ve mallarını Suriye’ye satacaklarını açıkça ilan ettiler. Bu bilgiler 17 ve 18 Mayıs 2004 tarihli gazetelere yansıdı. Bu bile görülmemiş düzeyde açığa çıkan rekabetin düzeyini göstermesi bakımından ilginç bir örnektir.
Küreselleşme döneminde rekabetten çıkaracağımız sonuç sanıyorum şu olsa gerek; küreselleşme daha büyük rekabet ama daha az kapitalist birlik demektir, Yani bu sermaye gruplarının daha büyük, ama sayısının daha az ve sınırlı olması demek, rekabetin ortadan kalkması demek değildir. Başka bir yanıyla bu yeni paylaşım savaşının amansız olduğunun da bir işaretidir. Bunun sonucu tüketicinin alım gücünün düşmesi ve u- lus devletler arasındaki farkın açılması giderek büyüme gösteren bir eğilimi kışkırtır. Zengin ile fakir arasındaki farkın açılması, ulus devletler arasındaki farkın açılması emperyalist paylaşım mücadelesinin zorunlu sonuçlarıdır. Bunlardan çıkan sonucun doğası şudur; demek ki bütün bunlar anti kapitalist sınıf mücadelesi olanaklarının artmasını gösteren verilerdir. Böylece küreselleşmenin kendisi sınıf politikalarının daha fazla olanak haline geldiğinin işaretlerini gösterir. W o- od’un dediği gibi;
“ İşçi hareketinin ve solun küreselleşmeden ya da kapitalizmin evrenselleşmesinden çıkarması gereken esas sonuç, kapitalizmin şimdi her zamankinden daha fazla kendi iç çelişkileriyle kalbura çevrildiği ve bunun anti kapitalist mücadeleden değil vazgeçmek, daha da artırmak için bir sebep olduğudur.” (E. M. W ood , 2001: 91)
Kapitalizmin belirli evrelerinde, me
sela 1945 sonrasında (refah dönemi veya soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan bu yıllarda) bu süreci durdurma da kısmen başarı sağlanmış olsa da, bu o- nun ana karakteri değildi. Nitekim bu dönemde görece bir başarının varoluşuna rağmen bunun sürekli olamayacağı daha sonra ortaya çıkacaktı. Kapitalizmi yeniden yapılandırmak bir düzeye kadar mümkündür, ama o hiçbir zaman kendi iç çelişkisini ortadan kaldırmaya muktedir bir gücü ifade etmedi, etmez de. N itekim küreselleşme süreci içindeki kapitalizm, bu çelişkilerin doruğunda ortaya çıkmıştır. Bu durum aynı zamanda Marksizm’in kapitalizm eleştirisini yeniden doğrulayan bir sonuçtur.
VIII. Yeni stratejinin olanaklarıhakkındaKüresel kapitalizm için öngörülen
çelişkisiz bir dünya, uyum ve işbirliği, demokrasi veya barış gibi liberal burjuva propagandasına dayanan söylemlerin neden hayat tarafından kısa bir dönemde yalanlanmış olması şimdi daha iyi anlaşılabilir olduğunu göstermiştir Bu durum dönemsel olarak devrimci hareketin adeta i. Dünya Savaşı öncesi koşullarından çıkarılan ikili sonuca çok benzer. Bunlardan ilki bilindiği gibi II. Enternasyonalin ve onun başını çeken Kautksy- ki’nin temsil ettiği düşünceydi; buna göre kapitalizm yeni bir yapılanma sürecine girerek kendi aralarında, mümkün oldukça çelişkisiz bir dünya yaratacak ve dünya ortaklaşa bölüşülecek bir tarihsel döneme girecektir. Tekeller dünyayı savaşa ve zora gerek duymadan barış içinde paylaşacaklardır. Dolayısıyla komünist hareketin stratejisinin, barış, de
--------------------------------- --------169___
mokrasi ve işbirliğine dayanan uyum stratejisi (dolayısıyla buna bugünün diliyle iktidar hedefi kaybolmuş bir demokratik strateji de diyebiliriz) olmasını ileri sürmüştü. Diğeri ise Lenin ve arkadaşlarının düşüncesiydi. Lenin’e göre, sorunlara uyum ve işbirliği penceresinden değil, çelişki ve çatışma perspektifinden bakılması gerekiyordu. Çünkü sermaye “ birleşme eğilimi” taşıyor olsa bile kapitalizmin ekonomi yasalarının buna olanak tanımayacağını, paylaşımda mutlak zorun egemen olacağını öngörüyordu. Nitekim ilk savaş ve sonrası bütün gelişmeler Leninist stratejiyi haklı çıkarmıştır. Böylece dünya komünist hareketi bu stratejiler arasında temel bir bölünmeye yol açmış ve buradan III. Enternasyonal doğmuştur. Tipiktir ama, dünya bugün çok farklı özellikler taşıyor olsa bile, bugün de devrimci hareket bu temel çelişki içinde ayrışmıştır. Bölünme daha çok örgüt formunu ifade ettiği için, ben buna bölünmeden çok temel bir stratejik ayrışma demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Bugün en genel anlamda sol içindeki ayrışmanın bu ikili stratejik tezlerin üzerinden gerçekleştiğini söylemek asla bir abartma değildir ve öyle algılanmamalıdır. Dolayısıyla ayrışmanın böyle bir nesnel temeli olduğu görülmelidir. Üzerinden daha on yıl geçmeden liberal sol’- dan başlayan bütün akımların, küresel kapitalizmin savaşlara gerek duymadan dünyayı uyum içinde bölüşme varsayımına dayanan bu öngörüleri hayat tarafından yalanlanmıştır. Bu nedenle bu tezlerin esas kaynağını Kautsyki’nin tezlerinin oluşturduğunu söylemek abartılı bir yargı değildir. Dolayısıyla buradan demokrasi ve barış tasarımlarının çıkarılabile
— yol-------------------------------------------
ceğini ön gören bütün bu varsayımlar ve bu “ uyum ve işbirliği” stratejisi tümüyle çökmüştür.
Şimdi dünyanın her bir yanı yangın yerine döndü. Kutuplaşma ve çelişki artan bir gelişme gösterirken, Afganistan ve Irak işgal edildi. Mekansal olarak bu kutuplaşmalar elbette kendi içinde farklılıklar arz etmiyor değil. Üçünü Dünyada çelişkiler bir yıkım paradigması düzeyinde derinleşmeye devam ederken, bu durum kuşkusuz batıda aynı derecede seyretmiyor. Burada emekçi halkların ve işçi sınıfının Üçüncü Dünya ülkelerinde sert bir direniş ve mücadele potansiyelini geliştirmesinin neden tesadüfi olmadığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Özellikle Filistin ve Irak’ta, gerek Siyonist güçler gerekse A B D ve İngiltere başta olmak üzere “ koalisyon güçleri” nin, böyle amansız bir direniş karşısında büyük bir batağa saplanmaları nedensiz değildir. Burası başka bir düzeyde Vietnam Sen- duromu’nu hatırlatmaktadır işgalci güçlere. Öyle sanıyorum ki Irak’ta daha şimdiden yenilen A B D imparatorluğunun dünya bazında ilk çöküş sinyallerini Ortadoğu’nun kalbinde görmek ve tasavvur etmek bile ileri bir öngörüyü gerektirmiyor. Ortadoğu’daki bu yeni gelişme, dünya emekçilerinin direniş umudunu biraz daha arttırdı ve mücadele dinamizmine esin kaynağı oluşturdu. Ama bu yalnız O rta Doğuya özgü bir gelişme de değildir, şimdi bütün dünya böyle yangın yerine dönmektedir. Bu da Leninist stratejinin bir kez daha doğrulanması demektir.
Kuşkusuz bu direnişlerin farklı ideolojik tonlar taşıması (dinsel veya etnik anlamda), bu direnişe temel teşkil eden ana olguları görmemek anlamına gel
__ 170
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi
mez. D irenişin kendisini var eden tem el olgu, emekçi halkların vahşi bir emperyalist güç veya güçlerin baskı, sömürü ve abluka politikasına karşı ortaya koyulan bir mücadele iradesinden kaynaklanmaktadır. Yani işin içinde iki ayrı dünyanın ve iki ayrı sınıfın karşı karşıya geldiği bir mücadele diyalektiğini görmek ö- nemlidir. Bunun emekçiler dünyasında değişik tonlar taşıyan ideolojik ve politik varoluş biçiminden bağımsız, ortak bir nesnelliğin tanımı ve anlatımıdır. Burada sorun elbette bu direniş içindeki devrimci güçlerin, sınıfın ideolojik ve politik tasarımlarının ete kemiğe nasıl büründü- rüleceği sorunudur. İşte sorunlu alanımız da bu noktada toplanmaktadır.
Yine de emek dünyasının cephesinde var olan bu olumsuzluklar aşılabilmiş olmaktan hala çıkmadı. Bu anlamda devrimci komünist örgütlerin bunalımı devam ediyor. Bu bunalımın karakteri, işçi ve emekçi sınıfların artan yoksulluğu ve sefaletin büyümesi ile örgütlü yapıların iktidarsızlığı (dolayısıyla stratejisizliği) a- rasındaki bu çözümsüzlükten çıkmaktadır. Kuşkusuz bu tek bir nedene dayandırılamaz. Fakat Marksist örgütlerin bunalımı salt kendine özgü de değildir. Aynı şekilde reformist-revizyonist sol da bunalım içindeydi. Artan yoksulluk ve işsizlik karşısında reformist veya liberal sol, sorunu sistem içinde ararken, sefalet daha da büyüdü. Bunu önlemede bu sol, yapısal olarak sistem içinde sosyal hakları koruma duygusu ile hareket ederek güçsüz kaldı, saldırılara yanıt üretemedi ve başarısızlık aleyhlerine dönmeye başladı. Bu yapıların emekçi güçleri harekete geçirecek, ekonomik ve politik sistem ile pazarlık yapacak ne istekleri ne de güçleri vardı. Bu krizi liberal sol, İ
talya’daki Zeytin Dalı örneği gibi, birbirine benzemezleri aynı çatı içinde toplayarak (bizdeki daha da cüceleşmiş bir örnek olan Sol Güç Birliği gibi) bir alternatif oluşturulamayacağı anlaşılmıştır. Marksistler ise bu konuda ne kadar kararlı olursa olsunlar, onların da emekçi güçlerle ilişkilerinde ve harekete geçirmede stratejik düzeyde yapısal sorunlar yaşıyorlardı. Bu hala devam etmektedir. Üçüncü Dünya halklarının emperyalizme karşı direnişlerinde hem Marksistle- rin hem de liberal solun böyle birbirinden temelden ayrılan stratejik yaklaşımlarında sorunlar devam etmektedir, ilkinde teslimiyetçi bir strateji İkincisinde ise stratejisizlik yaşamın canlı varoluşunda kendini hissettirmektedir.
1980’lerden, ama özellikle 1990’ların başından itibaren Komünist Partilerin stratejileri önemli ölçüde zemin kaybına uğramıştır. Bunun nedeni koşulların değişimi ile yeni stratejik düşünceler arasında bir ilişki veya bağlantıyı kuracak “ i- deolojik yapıların” kırılganlığıdır. Başka bir deyişle devrimci yapıların, değişen nesnel koşulların üzerinden yeni hedefler koyamaması ve giderek tutucu yapılara dönüşmesi, yapıların stratejik erozyonunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ufuk kaybolmuş, hedefi gösteren pusula eskimiş ve paslanmıştır.
Proletaryanın siyasi örgütünün stratejisi, içinde bulunduğu koşulların bir ü- rünü olarak, bu koşulların izahına ve o rtak bir senteze ulaştırılmasına dayanır. Strateji bu koşullarda topluma sunulan bir ayna gibidir. Ancak nesnel koşulların aşılmasına veya hızla değişmesine karşın, K P ’leri hala aynı stratejileri uygulamakta bir beis görmemişlerdir. 20. yüzyılın ilk ve orta yarısındaki koşullara göre inşa e-
------------------------------------------171 —
dilmiş stratejilerin, bu kadar derin bir çöküşün arkasından bile hala büyük çıranda değişmeden kalabilmeleri mümkün müdür? Elbette bu kabul edilemez bir durumdur, daha önemlisi bu Marksizm’in özüne de aykırı bir varoluştur. Bu durum doğal olarak, bir yandan hareketi dogmatizme mahkum bırakırken, bir yandan ise değişimin farkında olan, a- ma doğru bir strateji uygulayamayanların hızla liberalizm rüzgarını arkalarına almalarına yol açmıştır. Böylece iktidar hedefi de kaybolmuştur. Doğal olarak böyle bir gelişme süreci, sorunu daha da krizsel bir hale sokmuştur. Stratejik e- rozyon sorununu özellikle ülkemiz özelinde ele alırsak, Yılmazer arkadaşın şu tespitinin yerinde olduğunu söylemek gerekir;
“ Geçmişten günümüze gelirsek, altüst olan dünya ve Türkiye koşullarında devrimci hareketin 70’li yıllarda kesinleştirdiği stratejilerinin durumu nedir? Bu stratejiler, maddi temelleri köklü bir değişime uğradığı için büyük oranda e- rozyona uğramıştır. Dünya artık stratejilerin oluşturulduğu 1960-70’ler dünyası değildir. Güç dengeleri tamamen değişmiştir. Ö te yandan, Türkiye’de 1960- 70’li yıllardan çok farklı koşullara gelmiştir. Bütün bu gerçekliklerin sonucu 70’li yıllarda yaratılan stratejilerin maddi zemini toprak kayması gibi erozyona uğramıştır. Bu erozyon apaçık bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Oysa devrimci hareketin bu sorunu açıkça ve cesaretle ele aldığı kesinlikle söylenemez. Devrimci hareketin bugün tutarlı bir stratejisinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Bundan öteye, bu boşluğu kapatmak için ciddi bir yöneliş ve tartışma çabası bile yoktur. Devrimci hareketin kri
— yol-------------------------------------------
zinin altında bu temel gerçeklik yatmaktadır.” (M. Yılmazer, 2004: I I)
Burada “ hedefi pratikleştirmek” gibi bir slogan etrafında Marksist yapıların ortak bir program ve strateji etrafında yeniden bir yapılanma sürecine girmeleri, bunalımı atlatmada ilk adım olabilir mi? Düşünmek gerekir. Kanımca burada yapısal sorunların çözümünün aşılmasının bir yolu herhalde, temel stratejik hedeflerinde ortaklaşmış olan farklı Marksist yapıların,7 pratik süreç içinde ortak vuruşları bir araya taşıyacak ve ortak ve temel stratejilerin kurgulandığı bir yapının organizasyonun inşasından geçmesidir. Buna isterseniz merkez yapıların o rtak karargahı da diyebilirsiniz. O rtak karargah elbette ayrı ayrı bağımsız güçlerin tasfiyesini gerektirmez. Tersine onların varoluşu üzerinden ortak bir tasarım çıkarılması demektir. Bunun esas nedeni, bugünün artan ve derinleşen sorunlar karşısında, tek tek yapıların ne gücü ne de sınıf açısından önem taşıyan moral kırılmanın aşılmasını öngören bir irade birliğinin varlığıdır. Bir başka düzeyde şunu da söyleyebiliriz; yapılarda bu kaos durumunun devam etmesi, devrimci kadrolar üzerindeki moral değerleri daha da aşındırmaktadır. İlerleme moraline sahip her bir kadro gelişmeler sürecinde sürekli kendi zemini içinde patinaj yapması, bir noktadan sonra onun “güneşi zaptetme” bilinci ve iradesi üzerindeki olumsuz sonuçlara da yol açan ve bu anlamda liberalleşmeye de kaynaklık eden ve onu derinleştiren bir etkendir diye düşünmek gerekir.
Gerçekten düne göre bu zemin, yani devrimci stratejinin inşasının ortak zemini, bugün çok daha artan bir olanağı ve imkanları önümüze koymuştur. Çün-
172
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi
kü sol içinde stratejilerdeki ayrışmalar, en genel anlamda “ uyum ve işbirliği” stratejileri ile çelişkiler üzerine kurulan stratejiler arasında tam bir netleşme o- larak ortaya çıkmıştır. Aynıların aynı, ayrıların ise ayrı oluştuğu zemin, devrimci stratejik öngörüler içinde olanları bir a- raya getirmenin zeminini olgunlaştırmış- tır. Bunun bizim kültürel varoluşumuz i- çinde ne kadar zor bir şey olduğunu bilerek söylüyorum. Ama zorun üstesinden gelecek bir irade gösterilmedikçe sızlanmalarımız da devam edecek demektir. Yine de bu başarılacak ve başarılmak zorundadır diye düşünüyorum. Eğer burada bir başarısızlık ortaya çıkıyorsa, bu tümüyle sınıfın öncü güçlerinin ve bu duruşu öngören her bir yapının yeteneksizliğinin bir sonucu anlamına geleceğidir. Başka türlü de düşünülemez. Bunun gerçekleştirilememesinin tarihi sorumluluğunun büyük olacağını düşünüyorum.
30 Mayıs 2004
KAYNAKÇA!. Samir Amin, “ Büyük Kargaşa-Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi” , 1990, A- lan y. s. 1052. James Petras, “ Küreselleşme ve Direniş” , 2002, Cosmopolitik Kitaplığı, s.2l I3. H. Braverman, Türkçeye çevrilmeyen “ Emek ve Tekelci Kapitalizm-20.Yüzyılda Emeğin Gerileyişi” , Maspero, Paris, 19764. D. J. Struik, “ Komünist Manifestonun Doğuşu” eseri içindeki “ Komünist Manifesto” , 1976, Sol y. s. 1255. Giovanni Arrighi, “ Büyük Kargaşa-Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi” , 1990, Alan y. s.556. E. M. W ood, “ Küresel Kapitalizmde Emek, Sınıf ve Devlet” adlı yazıdan, Öz
gür Üniversite Formu, 2001, sayı; 15, s.957. M. Yılmazer, “ Devrimci Harekette Kriz” , 2004, Alaz y. s. 11
DİPNOTLAR1. Bu bölüme ilişkin atıflar E. M. W o- od’un “ Kapitalizm Demokrasiye Karşı” adlı eserinden alınmıştır. 2003, İletişim y. s.243 ve sonrası...2. Bu yazı Toplumsal Politik Form'un hazırladığı ve öncülük ettiği “ Uluslararası Göçmenlik ve Entegrasyon Kurultayı” na sunulmak için daha kısa olarak hazırlanmış bir metindi. Ancak bu araştırma Yol için genişletilmiş bir metin haline getirildi.3. Burada hemen geçerken bir tartışmaya atıf yaparak ilerleyeceğim; bilindiği gibi farklı konumları ifade eden güçler arasında yine farklı görüşler üzerinden bir yarılma ortaya çıktı. Doğal olarak bu veriler üzerinde hareket eden bir kısım a- raştırmacı ve onların teorik varsayımları arasında değişik konumlanışlar derhal kendini gösterdi. Bu eğilimleri üç ana başlık altında toparlayacağım; bunlardan ilki sorunlara batı merkezci görüşten bakanları ifade eder (hemen belirteyim ki, ben asla bazı üç dünyacı teorisyenlerin yaptığı gibi batı emekçilerinin yaratmış olduğu olumlu değerleri yadsıyan bir yaklaşıma düşmeden bu kavramı kullanmakta bir sakınca görmüyorum.) Kanımca bu çevrelerin bakışı, daha çok batı merkezci düşüncenin bir sonucu olarak uyum, işbirliği, demokrasi veya barış gibi bir söyleme dayanır. Sonucu ise sınıf işbirliğini öngören politik varsayımlara yol açan liberalizm / demoKratizm üzerine kurulan tasarımlarıdır. İkincisi Üç Dünyacı görüşlerdir, üçüncüsü ise Marksist görüşler olarak ifade edilebiliriBu yazının ana hedefi batı merkezci bakışlara yöneldiği için onu şimdilik atlaya-
----------------------------------------- 173-----
rak, kısaca Üç Dünyacı görüşün öznelerinden biri olan Samir Amin’in görüşünü kısaca özetlemenin gereğine inanıyorum; Samir Amin bir yazısında (S.A- min, 1990:105), dünyamızda egemen toplumsal yapıyı tarif ederken, kapitalist ü- retim tarzının ortaya çıkardığı egemenlik ilişkilerini, dolayısıyla buna bağlı olarak sınıf mücadelesi sorununu tartışırken bu sorunu ikincil plana atmış, salt kapitalizmin eşitsiz gelişimine veya dünya çapında ki kutuplaşmasına indirgeyen bir çözümleme ile kendini sınırlamıştı. Yani kapitalizmin iç çelişkileri olarak... Bu varsayımın temel sakıncası şu olmuştur; böyle bir varsayım ne kapitalizme karşı bir mücadele iradesini ne de alternatif bir savaş stratejisi olanaklı kılar. S. Amin insanlığın temel sorunları gibi bir dizi sorunun kaynağında K Ü B ’nin olduğunu varsaysa bile bir yerde yine de onu es geçerek, hatta bu sorunların tümünün sınıf sorununa gelip dayandığını önemsemeyerek, ortaya koyulan böyle bir yaklaşım ister istemez yanlış bir stratejiye kapıyı aralamıştır. Gerçekten meselenin ana omurgasında duran asıl sorunu ikincil bir boyut içine almak ve böylece sınıf mücadelesi ile ilişkisini gölgelemek, kanımca yapılabilecek en büyük yanılgıların başında gelir. Soruna böyle bir bakış S.Amin’in söylediği gibi “ yüksek soyutlama” içinde ki bir kavrayış olarak açıklanamaz. Kuşkusuz böyle bir soyutlama ile yaklaşanlar olsa bile, hatta popülist bir sınıf söylemine dayananlar olduğunu bildiğimiz halde (ki ülkemizde de oldukça sık görülen bir yaklaşımdır bu) sorunun odağına K Ü B ’nin sorgulanmasını ele almayan her düşünce, niyeti ne olursa olsun kapitalizmi haklı çıkarmaya dönük bir çabadan kurtulamaz. Dolayısıyla sorunu sınıfsal boyut içinde ele almanın hayatiyeti yeterince kendini hissettirmesi gerekir. Buradan elbette sabah akşam kapitalizmden veya üretim ve sömürü ilişkilerinden
—.yol-----------------------------------------
bahsederek “ yüksek soyutlama” içinde hareket etmenin fazla bir anlamı olmadığı elbette kabul edilebilir. Ancak Üç Dünyacı söylemlerin bütünü ile düşünüldüğünde, ısrarla bu noktanın üzerinde durulmasının neden bir soyutlama olmadığı da böylece anlaşılmış olacaktır.4. Burada hemen geçerken bir tartışmaya atıf yaparak ilerleyeceğim; bilindiği gibi farklı konumları ifade eden güçler arasında yine farklı görüşler üzerinden bir yarılma ortaya çıktı. Doğal olarak bu veriler üzerinde hareket eden bir kısım a- raştırmacı ve onların teorik varsayımları arasında değişik konumlanışlar derhal kendini gösterdi: Bu eğilimleri üç ana başlık altında toparlayacağım; bunlardan ilki sorunlara batı merkezci görüşten bakanları ifade eder (hemen belirteyim ki, ben asla bazı üç dünyacı teorisyenlerin yaptığı gibi batı emekçilerinin yaratmış olduğu olumlu değerleri yadsıyan bir yaklaşıma düşmeden bu kavramı kullanmakta bir sakınca görmüyorum.) Kanımca bu çevrelerin bakışı, daha çok batı merkezci düşüncenin bir sonucu olarak uyum, işbirliği, demokrasi veya barış gibi bir söyleme dayanır. Sonucu ise sınıf işbirliğini öngören politik varsayımlara yol açan liberalizm / demokratizm üzerine kurulan tasarımlarıdır. İkincisi Üç Dünyacı görüşlerdir, üçüncüsü ise Marksist görüşler olarak ifade edilebilir.Bu yazının ana hedefi batı merkezci bakışlara yöneldiği için onu şimdilik atlayarak, kısaca Üç Dünyacı görüşün öznelerinden biri olan Samir Amin’in görüşünü kısaca özetlemenin gereğine inanıyorum; Samir Amin bir yazısında (S.A- min, 1990:105), dünyamızda egemen toplumsal yapıyı tarif ederken, kapitalist ü- retim tarzının ortaya çıkardığı egemenlik ilişkilerini, dolayısıyla buna bağlı olarak sınıf mücadelesi sorununu tartışırken bu sorunu ikincil plana atmış, salt kapitalizmin eşitsiz gelişimine veya dünya çapında
174
küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi
ki kutuplaşmasına indirgeyen bir çözümleme ile kendini sınırlamıştı. Yani kapitalizmin iç çelişkileri olarak... Bu varsayımın temel sakıncası şu olmuştur; böyle bir varsayım ne kapitalizme karşı bir mücadele iradesini ne de alternatif bir savaş stratejisi olanaklı kılar. S. Amin insanlığın temel sorunları gibi bir dizi sorunun kaynağında K Ü B ’nin olduğunu varsaysa bile bir yerde yine de onu es geçerek, hatta bu sorunların tümünün sınıf sorununa gelip dayandığını önemsemeyerek, ortaya koyulan böyle bir yaklaşım ister istemez yanlış bir stratejiye kapıyı aralamıştır. Gerçekten meselenin ana omurgasında duran asıl sorunu ikincil bir boyut içine almak ve böylece sınıf mücadelesi ile ilişkisini gölgelemek, kanımca yapılabilecek en büyük yanılgıların başında gelir. Soruna böyle bir bakış S.Amin’in söylediği gibi “ yüksek soyutlama” içinde ki bir kavrayış olarak açıklanamaz. Kuşkusuz böyle bir soyutlama ile yaklaşanlar olsa bile, hatta popülist bir sınıf söylemine dayananlar olduğunu bildiğimiz halde (ki ülkemizde de oldukça sık görülen bir yaklaşımdır bu) sorunun odağına K Ü B ’nin sorgulanmasını ele almayan her düşünce, niyeti ne olursa olsun kapitalizmi haklı çıkarmaya dönük bir çabadan kurtulamaz. Dolayısıyla sorunu sınıfsal boyut içinde ele almanın hayatiyeti yeterince kendini hissettirmesi gerekir. Buradan elbette sabah akşam kapitalizmden veya üretim ve sömürü ilişkilerinden bahsederek “ yüksek soyutlama” içinde hareket etmenin fazla bir anlamı olmadığı elbette kabul edilebilir. Ancak Üç Dünyacı söylemlerin bütünü ile düşünüldüğünde, ısrarla bu noktanın üzerinde durulmasının neden bir soyutlama olmadığı da böylece anlaşılmış olacaktır.5. Burada farklı bir benzetmeden önemli bir ders çıkarılacağını düşünüyorum; mesela Fettuhlahcı grup dinsel bir söylem (gelenekçi bir dil) üzerinde kurulmuş bir
yapıyı gösterir. İkili bir yanı var bunun; bir yandan milyonlarca yoksul emekçiyle hem pratikte (eğitim kurumlan, ışık evleri, TV, gazete vb.) hem de ideolojik söylemde bir ilişki kuruyor, yine hem de 21. yüzyılın en önemli sermaye grupları ile (ABD ) ilişkisinde Ortadoğu İslam coğrafyası için yeni proje oluşturabiliyor. Veya oluşturulan bir projenin ayaklarından birisi oluyor. Biri çağdışı bir akımın temsilcisi diğeri de modern “A BD demokrasisinin” sermaye ayağı. Bunun göstergesi şudur; “ modern burjuva” bir a- kım ile gelenekçi dinsel bir akım arasında ki ilişki ve geçiş biçimlerinde kullanılan objeler, geniş emekçi kitleyle ilişkide bir volan kayışı gibidir. Burada elbette volan kayışı bu gelenekçi dinsel grupların kendisi ve kullandıkları araçlardır. Biz Mark- sistler, bu ülkenin emekçiler üzerinde ki dinsel etkinin politikada oynadığı rolün önemini düşünecek olursak, buradan çıkaracağımız sonuç şu olur; Marksizmm odern bir hareket olarak, em ek dünyasını doğrudan saran bir dinsel ideolojik akımın bertaraf edilebilmesinin yollarından birisinin, bu akımın biçim dilini kendi söylemlerimiz içinde nasıl kullanacağımız sorunudur. Sermaye (modern burjuva düşüncesini ifade ediyorsa eğer) bu akım ile ilişki kurarak nasıl ki emekçileri kendi yatağına çekiyorsa, bizde bir şekilde dinin etkili olduğu bu emekçiler ile ilişkilerde yeni bir biçimsel araç ve bu aracın kullandığı dil, bu anlamda ideolojik bir tutum ve yöntem vb. ile bu toplumsal gücü kendi yatağımıza çekip çekemeyeceğiz sorununda düğümlenir. “ Modern bir akım” olan burjuvazi modern dışı bir akım üzerinden etkili bir süreci yaratıyorsa, modern bir hareket olan Marksizm de, gelenekçi bir dünyanın üzerinde etkili olacak söylem ve araçları yaratması düşünülemez mi? Ben elbette burada dinsel bir söylem, dil ve araçların kullanılmasından bahsetmiyorum. Dinsel yapı-
_ 175 —
ların ayrıcalıklı konumu onun kitleyle i- lişkide daha kolay bir geçişi sağladığını da biliyorum. Elbette sorun bizim tarafımızdan benzer biçimin kullanılıp kullanılmaması da değildir. Sorun Marksizm’in kurtuluş manifestosunun bu gelenekçi değerlere sahip sınıf güçlerinde nasıl etkili bir ideolojik söyleme dönüştürülmesi sorunudur. Bunlar şimdilik ortaya attığım sadece birer sorular yumağı. Cevapları şimdilik yok. Bu ortak bir aklın ürünü olarak çıkacak gibi görünüyor. Üstelik bizim söylemlerimizin daha etkili olmasını zorunlu kılan bir sınıf kimliği ve onun yaşam içinde ki somut yankıları olduğunu düşünecek olursak bunun daha kolay bir geçiş olacağını varsayabiliriz.6. Elbette burada A B modelinde öngörülen yeni devlet biçimlerinin oluşum sürecine atıf yapılabilir. Bu daha çok Avrupa’nın kıtasal geleneklerine özgü özellikleri bulunan ve aynı zamanda tarihsel bir tartışma konusu da olan bir örneği temsil eder. Buradaki öznel durum şudur; A B ’yi oluşturan yapılarda ulusal devlet korunur, hatta daha da güçlendiriiirken, bu ulusal devletlerin bir üst yapısı yeni bir ortak devlet yapısına dönüştürülmek istenmektedir. Daha doğrusu ulusal devletlerin bir kısım görevleri bu üst organa havale edilmektedir. Ancak aynı işlevsel konum ulusal devletin kendi içinde geçerli olmasından vazgeçilmemektedir. Ortak ve üst bir organ olan A B oluşumunda, yani ciddi sorunlar olsa da bir üst devlet biçimi olarak, bu geçişe neden olan temel iki etken vardır; bunlardan ilki Avrupa da olası bir sınıf direnişini (bir ülkede patlak verse bile bu direniş diğer ülkeleri hemen etkileyebilir ve kalkışma bütün Avrupa’yı sarabilir, çünkü bu devletlerin iç içe geçmiş olması ve sınırın hem fiili olarak hem de hukuki olarak ortadan kaldırılması, adeta aynı devlet i- çinde ki toplumsal hareketler gibi birbirini çok kolay etkileme derecesine sa
— yol-----------------------------------------
hiptir. Gerçekte coğrafi konumun bunda olumsal bir rolü vardır ) yok etmek ve ortadan kaldırmak, İkincisi de emperyalistler arası rekabette, özellikle A B D ve Japonya ile rekabette (Rusya ve Çin dahil), paylaşım mücadelesinde diğerlerine karşı ortak bir üstünlük sağlamak gibi gerekçelere dayandırılmıştır. A B veya Avrupalı ulusal devletler gelenekleri açısından hala A BD gibi bir devlet oluşumundan şimdilik uzak olsa bile, hızla yeni sermayenin organik yapısına uygun bir devlet modeline geçişe hazırlandığını u- nutmamak gerekir. Bu elbette A B D ’ye göre daha zor bir geçiştir. Çünkü Avrupa işçi sınıfının oluşmuş olan tarihsel ka- zanımların yarattığı ortak kültür bu geçişi daha da zorlaştırmaktadır. Ama gidiş Avrupa hukukuna dayanan toplumsal bir kapitalist devletten barbar bir kapitalist devlete geçişin bütün verilerini göstermektedir. Bu A B içinde geçerli bir söylemdir. Yoksa liberal solun iddia ettiği gibi ortak bir “ insanlık kültürünün” ve Avrupa hukukunun üzerinde inşa ediien bir süreçler toplamı değildir. A B bugün,1945 sonrası oluşan Avrupa değerleri denilen süreçten kurtulmanın çabası i- çinde bulunmaktadır.7. Burada anlatılan demokratik yapının birliği sorunu değildir. Elbette demokratik güçlerin bir araya getirilmesi farklı bir oluşumu gerektirir, buna da kuşkusuz ihtiyaç vardır, ama öncelik sırasını bir tarafa bırakarak söyleyelim, asgari düzeyde Marksist yapıların ortak duruşunu sağlayacak bir yapının inşasını gerektirmektedir, zaten bu olmadan demokratik güç birliklerinin de kalıcılığı sağlanamıyor.
176
BİR KUŞAK DEĞERLENDİRMESİ:90’LAR
kaç kere linç ettiler beni etimin her parçası şahmeran
Murathan Mungan
____________________________________________________________Fikret Kızıltan
KUŞAK TARTIŞMALARI
Devrimci mücadele tarihinde ilk kuşak değerlendirmelerinden birisi herhalde Hikmet Kıvilcımh’nın Devrim Zorla ması ve ‘Devrimci’ Zortlaması adlı kitabında yaptığı sınıflamadır. Kıvılcımlı kitabın yazıldığı 1970 yılına kadar sosyalist harekette yer alan dört kuşak ve her kuşağın içinden simgeleşmiş isimleri sayar. Sosyalist mücadeleye katılan her yeni kuşağın kendisinden önceki mirası ö- zümsemesi ve onu yeni sentezlere ulaştırması gerektiğinden bahseder. Buna örnek olarak Lenin’in Kautsky ve Pleha- nov karşısındaki konumunu gösterir. Türkiye sosyalist hareketindeki yeni kuşakları ise tarihsel mirası görmezden gelmekle eleştirir. I
Kuşak tartışmaları daha sonraki yıllarda da zaman zaman alevlendi. Hatta kuşaklar adına örgütlenmeler bile ortaya çıktı. Bu alanda ilk olma şerefi tabi ki, en çok konuşulan kuşak olan ve 90’lı yıllarda artık sistem açısından nostaljik bir meşruiyete kavuşmuş bulunan 68’lildre ait oldu. Ancak 68’liler Birliği Vakfı’nın kuruluşundan sonra izlediği politika, ö
zellikle 28 Şubat’ın ardından açıktan o rdunun desteklenmesi, haklı tartışmalara yol açtı. 28 Şubat’ın etki alanındaki kimi 68’liler kendi tarihleri içindeki Kemalist öğeieri öne çıkararak 68’in gerçeğini yeniden inşa etmeye koyulmuşlardı. Buna karşı haklı olarak “ Hangi 68?” , “ Kimin 68’i?” soruları gündeme geldi. Farklı 68 yorumları temelde iki nedenden kaynaklanıyordu. Birincisi 68 kuşağı zaten kendi içinde homojen bir kuşak değildi. Hem sınıfsal hem de ideolojik farklılıklar içeriyordu. İkincisi ve belki daha da ö- nemlisi tarih aslında mevcut güç dengeleri ve güncel mücadeleler içinde alınan pozisyonlara göre sürekli yeniden yazılıyordu. 28 Şubat’ın etki alanına girmiş 68’liler kendi tarihlerinin hiç de az olmayan Kemalist öğelerini öne çıkarmayı politik olarak tercih ettiler. Sosyalist kimliğini koruyanlarsa “ Bizim 68” dediler ya da 68 yılı yerine 1971 yılını öne çı- kardılar.2
70’li yıllarda mücadeleye katılanlar ise ancak 2000’li yıllarda görülebilir, konuşulabilir hale geldiler. 80 darbesinin getirdiği ağır yenilgi ve baskı rejiminin sürekli- leşmesi 1970’li yılların zengin mücadele
------------------------------------------177___
pratiğinin “ anarşi ve terör” söylemiyle perdelenmesine yol açtı. I970’li yıllar toplumsal hafızadan kazınmak istendi. Avrupa Birliği ile yakın temasların başladığı süreç, 12 Eylül “ mağdurları” için de bir fırsat aralığı yaratınca 78’lilik son 3-4 yılda sahiplenilebilir bir kimlik olarak ortaya çıktı. 68’lilik daha çok “ ulusal sol” ya da “ Kemalist-devletçi sol” söyleme eklemlenirken, 78’liler “ insan haklan” söylemi içinde kendilerine yer açtılar.
En son 12 Eylül’ün yıldönümü dolayısıyla kimi sol çevrelerde kuşak tartışmaları yeniden canlandı. Belirtmek gerekir ki kuşaklar hiçbir zaman homojen bir bütün oluşturmadılar. Ama her kuşağa beili bir sosyolojik grubun damgasını vurduğu söylenebilir. Örneğin 68 kuşağının ana özelliklerini belirleyenler genellikle iyi eğitimli, öğretmen, subay ve memur çocuklarıydı. 70’li yıllarda mücadeleye katılan kuşağın karakteristik ö- zellikleri ise kente yeni göçen ya da köy ve kasabalardan okumaya gelen gençlik kitlesi tarafından belirlendi. 68’de belirleyici olanlar daha kentli ve orta sınıf kökenlilerdi, 78’de ise taşralı ve alt sınıftan olanlar dönemin devrimci kimliğinin oluşumuna damgasını vurdu.
Soldaki tartışmalarda kuşak kavramı yerine göre iki ayrı anlama gelebiliyor. Bazen belli bir dönemin karakteristik ö- zelliklerinin etkisiyle biçimlenmiş aynı yaş grubundaki insanların tümü kastedi- lirken; bazen daha dar anlamda, belli bir dönemde sosyalist mücadeleyle herhangi bir seviyede ilişkilenmiş olanlar kastedilir. Bu yazıda kuşak kavramı dar anlamında kullanılarak, genelde sosyalizm mücadelesine katılanlar ve özelde devrimci örgütlerde mücadele yürütenler kastedilecek.
— yol-------------------------------------------
1 9 8 0 ’DEN SONRA
1980 sonrasında mücadeleye katılan- lar genellikle “ 80 sonrası kuşak” denilerek toptancı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Oysa aradan geçen 20 küsur yılda en az üç kuşak saymak mümkün. 1980’in ikinci yarısından 90 başlarına u- zanan geçici yükseliş döneminde mücadeleye katılanlar, 90 başlarından Kürt Hareketi’nin silahlı direnişinin büyük ölçüde sona erdiği 1999 yılına kadar katı- lanlar ve 1999’dan bu yana mücadele ile tanışanlar. Bu yazı asıl olarak 1990’ların başlarından günümüze kadar yaklaşık bir on yıllık dönemde devrimci harekete katılan kuşaklara dair bir özeleştiri denemesidir.
“ Eylül sonrası devrimci harekete ilk kuşak 86’larda katılmıştır. Tek tek istisnalar dışında genei eğilim ve yaygınlık a- çısından bu böyledir. Bu kuşak daha çok 1960-80 arasının mücadele alışkanlıklarını miras almıştır. Eylül sonrası değişimlerden kazanılan bazı farklılıklar olsa da, esas olarak önceki dönemin bir tekrarını yaşamak istemiştir.” 3 I980’ii yılların i- kinci yarısında, önce işçi ardından gençlik hareketinde başlayan canlanma ve SH P’nin yükselişi, 12 Eylül rejiminden, tıpkı 12 Mart döneminden C H P ’nin seçim zaferiyle çıkıldığı gibi çıkılabileceği yönünde beklentilere yol açmıştı. Oysa I980’li yıllarda hem toplumsal ve ekonomik yapıda köklü dönüşümler gerçekleşiyordu hem de devlet aygıtı sola karşı 80 öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde yetkin ve “ derinlemesine” örgütlenmiş durumdaydı. Devlet zoru çok daha seçici ve günlük hale getirilmiş, üniversitelerden ortaöğretim kurumlarına, sendikalardan bürokrasinin çeşitli birim ve
__ 178
kademelerine kadar siyasal açıdan kritik kurumlarda yukardan denetim ve yönlendirme mekanizmaları oluşturulmuş durumdaydı. 90 başlarında işçi ve öğrenci hareketindeki gerileme, bu beklentileri boşa çıkardı. 80 sonrasının bu ilk kuşağı toplumsal ve siyasal koşullardaki köklü değişimlerinin önemini yeterince kavramadan genellikle “ siyasi ahilerinin” getirdiği yerden mücadeleyi sürdürmeye, “geçici” gerileme döneminin ardından 70’lerdekine benzer bir çıkış yapmaya çalıştı. Kendisinden önceki dönemin mirasını eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutarak ideolojik ve örgütsel bir yenilenmeye öncülük etmek yerine bir sonraki kuşakla “ eskiler” arasında bağlantı kurma rolünü oynadı. 80’liler genellikle “ eskilerden” dinledikleri “ kahramanlık hikâyeleri” ile döneme hâkim olan “yenilgi psikolojisi” arasında git gel- li bir ruh hali içinde oldu.
‘ZOR YILLAR’
90’lı yıllar toplumsal mücadeleler açısından sancılı gelişmelerin yaşandığı bir dönemdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından sosyalist ideolojinin dünya çapında uğradığı prestij kaybı ve dünya ölçeğinde sol hareketlerde yaşanan gerileme ve kriz durumu, ideolojik güven yitimine neden oldu. Aynı süreçte post- modern düşüncelerin yaygınlaşması ve bir yaşam biçimi olarak postmoderniz- min etkisi mücadele kültürü üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Yenilginin ardından keşfedilen “ birey” , toplumsal mücadelede bir kalite sıçraması yerine sonsuz benlik arayışlarına ve kimlik bunalımlarına kapı araladı.
90’lar salt uluslararası konjonktür a- çısından değil ulusal koşullar açısından da son derece zorluydu. 1992 yılında Kürt Hareketi’ne karşı başlatılan “ top- yekûn savaş” sadece PK K için değil Türkiye sol hareketinin devrimci kesimleri için de yargısız infazlar, kayıplar, işkencede ve cezaevlerinde katliamlar anlamına geliyordu. Bu yıllarda sürekli pompalanan ve özellikle 1995 sonrasında PK K ’nin duraklaması ve ardından gerilemesiyle etkili olmaya başlayan şovenist propaganda sadece Kürt Hareketi’ni tecrit etmekle kalmadı, solun tümü üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. 28 Şu- bat’ta alınan kararların ardından yoğunlaşan devlet terörü Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılında had safhaya çıkarak, tüm devrimci ve demokratik kurumiarı hedef aldı. Cezaevlerindeki F Tipi saldırısı bu sürecin son halkası oldu.
90’lı yıllarda mücadeleye katılanlar bu ulusal ve uluslararası koşulların etkisiyle biçimlendiler. 90’lı yıllar derken, gerçekte 93 yılında yoğunlaşan tasfiye sürecinden F Tipi saldırısı ve ölüm oruçlarının devrimci siyasette kilitlenmeye yol açan etkisinin savaş karşıtı hareketlenmeyle bir ölçüde aşıldığı 2003 yılına kadar süren 10 yıllık bir dönemi kastediyorum. Bu on yıllık dönem boyunca mücadeleye katılanlar nesnel olarak benzer koşullar içinde siyasete katılsalar da mücadelenin yürütülüşü açısından 1999 sonrası için ayrı bir dönemselleştirme yapmak gerekiyor. 1999 yılına kadar Kürt hareketinin yürüttüğü silahlı mücadele solda radikalizmin düzeyini sürekli yükseltici bir etki yapıyordu. Bu koşullarda devrimci harekete katılanlar ister istemez P K K ’nin yarattığı devrimci havayı soluyarak var oldular. Güçlü bir si-
bir kuşak değerlendirmesi__
179----
— y o !--------------------------- :—
lahls mücadelenin yürütülmediği 99 sonrasında siyasetle tanışanlar ise başka bir ruh hali içinde örgütlendiler.
90’İı yıllarda mücadeleye yaygın katılım açısından belli bir yıl söylemek zor. En belirgin tarih olarak Gazi Direnişi’nin yaşandığı 95 yılı söylenebilir. Ama bu dönemde yaşanan hareketlenmeler çok kısa ömürlü olmuştur. Siyasette bazen birkaç yıl, katılanlar arasında önemli farklar yaratır. Örneğin 2000’ii yılların başı böyledir. O yüzden Hikmet Kıvılcımlı kendisinden birkaç yıl sonra siyasete katılmış olan Nazım Hikmet’i bir sonraki kuşak içersinde sayar. !990’iı yıllarda ise tersine sosyalistler açısından tarihin akışı hayli yavaşlamış, hatta neredeyse patinaj yapmıştır. Bu yüzden bu on yıl boyunca mücadeleye katılanlar büyük ölçüde aynı etkiler altında biçimlenmiştir. 1968’le, 74’le, hatta 86 ile karşılaştırınca niceliğin cılızlığı belki bir kuşak değerlendirmesinin abartılı olacağını düşündürebilir, ama nicelik tek başına bir kriter olamaz. Bu yıllarda devrimci siyasete katılanlar, dönemin yükünü omuzlamış ve Kıvılcımlı’nın deyimiyle “ H erkes bıçağı hakkına yaşamıştır.”
9 0 ’LAR KUŞAĞI
90’lar kuşağı mücadeleye katılırken artık ne yakın geçmişte yaşanan bir devrimin coşkusu ne herhangi bir sosyalist modelin yol göstericiliği söz konusuydu. Teori alanında Marksizm’in “ iflası” ilan edilirken, pratik mücadelede “ sürekli kriz” hali yaşanıyor ve “ tasfiyecilikle mücadele" devrimci örgütlerin rutin faaliyeti haline geliyordu. Bu nesnel ve öznel koşulların etkisi altında mücadeleyle ta-
__ 180____________________________
nişan 90’lar kuşağının en belirgin özelliği herhalde özgüven yoksunluğudur. Hem ideolojik hem de pratik anlamda bir öz- güvensizliktir bu. Sosyalizmin yıkılışı ve ülkede solun pratik güçsüzlüğü mücadelede “ gizli umutsuzluk” denebilecek bir ruh hali yarattı. Bu genellikle yaptığına i- nanmama, ama daha iyisini düşünemediği ya da yapamadığı koşullarda var olanı ehveni şer sürdürme anlamına geliyordu. Kimi zaman neredeyse salt ahlaki a- danmışlıkla sürdürülen, önü sonu çok görülemeyen bir faaliyet biçimi pratiğin rutinleşmesi ve heyecanın yitirilmesine yol açıyordu.
90’lar kuşağı eskinin yıprandığı ama yeni mücadele yollarının da ortaya çıkmadığı bir dönemde mücadeleye katıldı. Toplumsal ve siyasal koşullardaki dönüşümlerin devrimci bir yenilenmeyi zorladığı günlerde, 90’lar kuşağının yukarda saydığımız gelişmelerin etkisiyle biraz tutuklaştığını kabul etm ek gerekir. Ö zgüven eksikliğinin bir yansıması olarak i- nisiyatif almaktan korkma, sormadan etmeden bir şey yapamama ruh hali bu kuşağın tipik özelliklerindendir. Oysa 90’lı yıllarda mücadeleye katılan gençler yeni dönemin özelliklerini algılamada “ abi” ve “ ablalarına” göre çok daha avantajlı bir konumdaydı. İdeolojik keşmekeşin yarattığı kafa karışıklığı ve savunma refleksleri yüzünden yeniyle bağlar kurmada hep tutuk kalındı. Bu yüzden alışılan tarzlar ehveni şer sürdürüldü. Devrimci mücadeleyi dönemin değişen şartlarına uyarlamak yerine “ elde olanı koruma” güdüsü sürekliieşti, solda tutucu bir iklim oluştu.
90’larda okuma, öğrenme eğiliminin ciddi oranda gerilediğini söylemek mümkün. Bu konuda 90’lılar, 80’lilerin
gerisinde kaldılar. “ Dar pratisyenliğin” öne çıktığı bu yıllarda genel bir sığlaşma yaşandı. Solun toplumsal ve politik bir güç olmaktan geri düştüğü bir dönemde “ dünyayı değiştirme” umudu azaldıkça onu “ yorumlama” çabası da değersizleş- meye başladı. 90’lar kuşağı kedisine bırakılan zengin teorik mirasla bağ kurmanın ve onu özümsemenin önemini yeterince kavrayamadı. Bunun yerine genel doğruları tekrarlamak ya da güncel gelişmeleri takip etmek yeterli görüldü. Liberal dalgaya direnme kaygısı, ilginç bir şekilde teorik yenilenmeye karşı bir kayıtsızlığı da besledi. Eldeki hazır teorik reçetelerin yaşamla arasındaki mesafenin açıldığı bu günlerde ya teoriyi yetkinleştirmek ya da ona kayıtsız kalmak gerekiyordu. Genellikle İkincisi tercih e- dildi.
90’lıların (ve aslında dönemin) başka bir özelliği devrim ve sosyalizm mücadelesini salt ahlaki bir duruşa indirgeme e- ğilimidir. Kimlik ve ahlaki değerler toplumsal mücadeleler açısından elbette son derece önemlidir. Ama devrimci politika asla bir kimlik politikasına indirgenemez. Solun güçten düştüğü bir dönemde, devrimci var oluş zaman zaman salt bir kimlik savunusuna indirgendi. Stratejilerin ve taktik mücadelenin gözden düştüğü bu yıllarda “ politik devrimcilik” yerine “ kültürel solculuk” öne çıkan eğilimlerden birisi oldu. 90’larda sol hep savunma konumunda olduğundan çok yönlü saldırılar karşısında “ kültürel kapanma” bir direniş yöntemi olarak yaşandı. Ama bu yöntem karşı hamleler yapmayı zorlaştırdığı oranda bir handi- kapa dönüştü.
Bununla bağlantılı olarak, eleştiri hak eden başka bir tutum ise alt kültürleşme
eğilimidir. Genel kitle ile canlı bağlar kurmak yerine kendine kültürel olarak daha yakın bulduğu sosyal çevre içinde var olmakla yetinme; zamanla sol grupların dilinin, ilişki kurma tarzının genel kitleden çok fazla farklılaşması; kitlesizli- ğe alışma... Tüm bunlar solun iddialarından vazgeçmesi anlamına geliyordu. Grup sınırları içindeki sosyal var oluşla yetinme, hatta ona “ gömülme” zaafı, genel kitlenin bilincine ve ruh haline, hatta sol hareketin genel var oluşuna yabancılaşan bir militan tipi yarattı. Oysa devrimcilik genel kitlenin dışında, ayrı bir u- zamda değil tam da kitlelerin gündelik hayatının ve sıradanlığın içinde yeniden üretilir. Bu yüzden devrimci kültür salt devrimci bireyler arası ilişkilerle oluşturulan bir “ alternatif kültür” değil, düzenin gerilim eksenlerinin ve çatlaklarının etrafında sürdürülen mücadelelerin mayaladığı bir bilinç, ruh hali ve yaşantıdır. Devrimci kimlik de mücadele koşulları, mücadelenin gündelik pratikleri ve bu pratikleri anlamlandırma süreçleri içinde oluşur ve sürekli yenilenir.
90’lılara musallat olan eğilimlerden biri de “ arınmacılık” takıntısıdır. Bu durum 80 sonrasında yükselen psikolojizm trendinin soldaki yansıması gibidir. “ Devrimi önce kendinde yapmak” , “ komünist insanı bugünden yaratmak” , “ düzeni içimizde yenmek” vb. sözler 90’lıla- rın başına belki en çok boca edilen sözlerdir. Bu sözlerin doğruluğu genelde mücadeleye katılan militanların gündelik hayattaki kimi tutarsız pratiklerine referansla ortaya konulur. Bundan yola çıkarak yürütülen muhakeme politik bir tartışma olmaktan çıkarak psiko-kültürel bir tartışmaya dönüşmeye başlar. “Arın- macı” solcunun bütün derdi kendisiyle-
________bir kuşak değerlendirmesi__
181----
dir, önce “ iç hesaplaşmasını” tamamlamak zorundadır. Ama bir türlü tamamlanmayan sonsuz bir süreçtir bu. Düzenin kirinden arınmış insanlar yaratmanın önceliğine yapılan vurgunun devrimi sonsuza ertelemekten başka bir işe yaramayacağı açık. Politika yapmak mevcut dünyayla gerçek bir ilişkiye girmek demektir, oysa “ arınmacı” solcu içe kapanmacıdır. Devrimcilik siyasi iktidar karşısında alınan bir politik pozisyon olmaktan çıkarak salt bir yaşama biçimine indirgenir. “ Devrimi kendimizde yapalım” , mümkünse iktidara hiç dokunmadan?!
Yukarda sayılan içe kapanmacı yönelimlerin yarattığı olumsuz bir sonuç ö rgütçü pratiğin değersizleşmesi oldu. O y sa örgütçülük “ akıncı” bir ruh halini, kendi yaşam alanından çıkarak başka ilişkilerin coğrafyasına açılmayı ve toplumsal yaşamla etkileşime girme cesaretini gerektirir. Örgütçülük salt devrimci değerlerin ya da bilincin aktarımı da değildir, mücadeleyi sürdürmemizi sağlayacak değerleri bir başkasıyla birlikte yeniden üretmek ve sürekli pratikten öğrenmeye açık olmak demektir. Kapanmacı eğilim doğası gereği bu esnekliğe ve dinamizme uzaktır.
Solun kadim hastalıkları 90’lar kuşağına da çeşitli düzeylerde sirayet etti. Politik analizin yerine ajitasyonu geçirme, benmerkezcilik, ufuksuzluk, yersiz sekterlikler ve çoğu zaman içeriği gölgede bırakacak ölçüde biçimcilik... G eçmiş kuşaklardan devralınan olumsuz ö- zellikler, genel güçsüzlük duygusunun görüş mesafesini kısalttığı bir atmosferde varlığını sürdürdü. Ama sayılan tüm bu zaafların madalyonun bir yüzünü o- luşturduğunu unutmamak gerekir. 90’lı
— yol--------------------------------------------
yıllarda mücadeleye katılanlar bütün yetersizliklerine rağmen, çok zorlu bir dönemde devrimci mücadelede sürekliliği sağlamış, genel bir çözülme ve gerilemenin yaşandığı bir dönemde önemli ö rgütsel görevler yüklenmişlerdir. Ayrıca bu dönemde devrimci bir yenilenme için gerekli yeni birikimler söz konusudur. Yeni kuşaklar mücadelede somut başarılar kazandıkları ölçüde geçmişin alışkanlıklarından sıyrılmak mümkün olacaktır.
2000’li yıllarda politikleşenlerin geçmişin olumsuz öğelerinden en az etkilenenler olduğu söylenebilir. Gerçekten de “ en yeniler” mücadeleye 80 sonrasının yenilgi ruh haline çok fazla bulaşmadan geliyorlar. Onlar yeni bir mücadele dönemine öncülük etmeye çok daha yatkın bir kuşak. Ama bunu başarmaları hem yeniyi deneme cesaretlerine hem de tarihse! mirastan beslenme ve geçmişin eleşirel bir değerlendirmesini yapmalarına bağlı.
Bugün devrimci örgütlerde mücadeleyi sürdürenler asıl olarak 80 sonrası kuşaklardır. Zafer önce kafalarda kazanılacağına göre, bu kuşakların her şeyden önce yitirilen özgüveni yeniden inşa etmesi gerekiyor. Özgüven tarih bilinci ve pratik başarılarla inşa edilir. Yeni kuşaklar teorik ve pratik mirası özümsemekle ve güncel dünyayı iyi analiz edip mevcut koşulların gerektirdiği mücadele hedeflerini ve biçimlerini geliştirmekle yükümlüler. Güçler dengesinin aleyhimize seyrettiği bu koşullarda küçük de olsa sonuç alıcı pratiklerle yola devam etmek tarihsel haklılıktan gelen güven duygusunu pekiştirecektir.
Elimizde Marksist teorinin rehberliği
__ 182
ve işçi sınıfının ve ezilenlerin yüzlerce yıllık mücadele deneyimleri var. İç çelişkileri derinleşen bir kapitalist dünyada, devrimi yaşayan kuşaklar olacağımız i- nancıyla davranmak gerekiyor. Biten bir dönemin son temsilcileri değil, yenilgi ve yıkıntıların arasından yükselen yeni bir mücadele döneminin kurucu kuşaklan olma iddiasıyla hareket edildiğinde devrim ütopya olmaktan çıkacaktır. Yoksulluğun kavurduğu ve savaşların yangın yerine çevirdiği bir dünyada devrimin güncelliği iradenin rolüne bağlıdır.
Artık “ uluslararası Kabelerin” var olmaması, yeni kuşakların ayağını kendi toprağına daha sıkı basması için bir şans olarak da görülmeli. 1980 sonrası kuşaklar mirası özümsemeli ama güncel koşullardan hareketle kendi yolunu çizme cesaretini de gösterebilmeli. Yaptığına i- nanmak, sonuç almaya ve kazanmaya o- daklanmak gerekiyor. Sınıf mücadelesinin yeni dönemi yeni insanlarla açılacak.
duvarlar yadigarı o şahmeran sureti içerirken korkunun, dehşetin,
zulmün ve sevdanın tarihini ayaklanmış halk resimleri
ağacak gökyüzüne yeniden doğuşların bütün tarihleriyle
geçerek yaşadığımız hayatın içinden yani emeğin ve sevdanın
gurbetinden yanlış kazılmış siperlerde yitirilmiş
mücadelelerden geçerek feodal güzergahlar
depreminden bütünleyecek parçalanmış bedenini
tazelenmiş bir şafağa çizilen *
DİPNOTLAR* Murathan Mungan, Şafak ile Şahmeran
1. Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, 2. Bs., Derleniş Yayınları, 1978, s. 285-2962. Ergun Adaklı, “ Biz 68’li Değiliz” , E- mek, Mart 1998, s. 78-1203. Mehmet Yılmazer, “ Devrimci Kişilik ve irade” , Direniş Gazetesi, Sayı 35, N isan 96
_ _ _ _ _ bir kuşak değerlendirmesi__
183 —
Mesut Mahmufoğulları
KAMU ÇALIŞANLARI MÜCADELESİNDE YENİ DÖNEM
Kamu çalışanları mücadelesi, son on beş yılın Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin en dinamik unsuru olarak yer aldı. Mücadelenin kurumsa! organı o- lan K ESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) bugün önemli bir sürecin eşiğinde. Söz konusu eşikte K E S K ’ in kurumsal yönelişine ve ö- zeilikle de son (sendika yasası ardından sonra yapılan) genel kurulla kast- laşan anlayışa yönelik, K ESK içinden ve dışından yöneltilen eleştiriler, sahte sendika yasasına karşı geliştirilen tavır üzerinde somutlaştı. 28 Şubat darbesi sonrası Ecevit hükümetleri ve ardından 3 Kasım sonrası kurulan A K P hükümeti eliyle etkin ve kararlılıkla yürütülen neo-liberal yapılanmanın yasaları karşısındaki, “ “ becerikli” beceriksizliği” , K E S K ’ e egemen olan kastın tarihsel görevini anlatan bir pratik olmuştur.
Kamu çalışanları mücadelesini kuşatan ve onu boğmayla yüz yüze bırakan gerici yapılanmanın nedenlerini, dünya ve Türkiye bağlamında yaşanan nesnel gelişmelerle ilişkilendirerek irdelemek gerekmektedir. Ancak böylece, yeni sürecin dayattığı tuzakların aşılabilmesinde mücadele geleneğimizde içkin olan özgün dinamikleri tekrar açığa çıkarmada doğru verilere ulaşabiliriz ve bu örgütümüze çöreklenen liberal kastlaşınanın a- şılmasını sağlayacak bir müdahale eksenini oluşturabiliriz.
TOPLUMSAL MUHALEFETİN KOLEKTİF İRADESİ;KAMU ÇALIŞANLARININ MÜCADELESİ
12 Eylül sonrasının yaşanan dağınıklığı, örgütsüzlüğü koşularında ciddi kayıplara uğrayan ve özgüven sorunu yaşayan Türkiye işçi sınıfının etkin unsurları, 1987 bahar eylemliliklerinin kendiliğinden dalgası içinde sınıf mücadelesi zemininde yeniden yerlerini aldı. Aynı dönemlerde dünya bağlamında yaşanan i- deolojik, politik ve örgütsel dağınıklık, sürecin koşullarını daha da ağırlaştırmaktaydı. Kamu çalışanları hareketi, yaşanan bu hareketliliğin sonuçları üzerinde gelişti. Grevli ve toplu sözleşmeli sendika hak talebi üzerinde yürütülen fiili ve meşru mücadele, işçi sınıfının ö rgütsel parçalanmışlığının ortadan kaldırılmasına dönük birleşik mücadele hattının yaratılması talebiyle(Ortak Çalışanlar Yasası) ilişkilendirilebilmiş ve dönemin anti-demokratik koşullarında, insan hakları, demokrasi, Kürt sorunu vb sorunlar üzerinde yaşanan tüm toplumsal muhalefet dinamikleri ile ortak bir mücadele hattında buluşabilmişti. Kamu çalışanları, kendisini örgütlerken bir refleks olarak, klasik örgütianme modellerini bir kenara itip, ilkesel olarak önüne, işçi-memur ayrımını ortadan kaldırmayı koymuş, aşağıdan yukarıya örgütlenmek ve kitleselleşmek, örgütlenme anlayışı
184
kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__
olmuştu. Kendiliğinden de olsa yaşanan bu deneyim, kamu çalışanları mücadelesine sınıf mücadelesi içinde özgün bir dinamik olarak alan açmıştır.
B İR İN C İ KIRILMA NOKTASI K ESK’İN KURULUŞU
Mücadele boyutlanıp kitleselleştikçe K Ç SP (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) gibi etkin, işlevsel ve en ö- nemlisi de bürokratik olmayan bir kolektif irade olmasına rağmen, henüz olgunlaşmamış bir ihtiyaç olarak “ merkezi örgütsel organizasyon” mücadelenin gündemine zorla sokulmuştur. 20 Aralık1994 iş bırakma eylemi sonrası devletin saldırılarına karşı etkin bir karşı duruş örgütlenememiş, yine 17-18 Haziran1995 yılında sahte sendika yasası girişimine karşı Kızılay Meydanı’nda yapılan oturma eylemi, ikinci gününde bürokratik bir müdahale ile kitlenin militan kararlılığına rağmen bitirilmişti. Kitlesellik ve militanlık açısından tarihsel bir önemde olan bu eylemlerin somut bir kazanım sağlanmadan sönümlendirilmesi, mücadelemizde ilk kırılmanın yaşanmasına neden oldu. Militan, kitlesel, fiili, meşru mücadelede ivme kaybı bu kırılma ile başladı diyebiliriz. Konfederasyon ihtiyacı tam da bu ilk kırılma anında gündeme dayatıldı.
Şubat I995’te yapılan kurultayla sonbaharda konfederasyonlaşma süreci başlatıldı. I I -12 Kasım 1995 kurultayında 14 sendika deklarasyon yayınlayıp kurultaydan çekilmesine rağmen, konfederasyon tüzüğü kabul edilerek kuruluş kararı alındı. Sendikal deneyim ve birikimlerden çok siyasal grupların öne çık
tığı bu kurultay sonucunda KESK sancılı bir şekilde kurulmuştu.
Bu gün tartışılan sorun, organizasyonun gerekliliğini ve biçimini belirleyen tartışmalarda, bürokratik-sendikalist anlayışın sürece egemen olmasıyla o gün ortaya çıkmıştı. Olumlu öğeler bilince taşınamamış ve irade haline getirilememiştir. Egemen sendikalist anlayış, kendiliğinden hareketi, politika haline getirmiştir. Özellikle bu sürece kadar, görece gündemi belirieyebiime yetkinliği, bu süreçten sonra, belirlenen gündemlere yetişebilme telaşına dönüşmüştür. Pratik etkinlik ve örgütsel ihtiyaçları bu te- laş(bürokratik kaygılar) belirlemiştir. Organizasyon ve merkezileşme işte bu çarpılmış kavrayış temelinde tartışıldı. Geleneksel bürokratik aygıtların çözüm olarak ortaya çıkması bu zeminde kaçınılmaz olmuştur.
Ortak çalışanlar yasası talebi terk e- diimiş, ücret sendikacılığına mahkum sendika talebi öne çıkarılmış, toplumsal muhalefetin diğer unsurlarıyla araya mesafeler koyulmuş, çözülen geleneksel işçi sendikaları ile, bürokratik egemenliklerin korumasına dönük ittifaklar ve platformlarla yürütülen sendikal etkinlik, yeni yönelimin pratik faaliyeti haline gelmiştir.
KESK ile somutlanan bu süreçte, kitleselleşme durmuş hatta gerilemiş, üyenin örgütüne güveni azalmış ve yabancılaşmış, militan mücadele hattının gerisine düşülmüştür. Özellikle küreselleşme politikalarının ülkemizde yerleştirmeye çalıştığı, “ Yeni Ekonomi” , “ Yeni Siyaset” projelerinin şekillendirdiği liberal politikaların kitle desteğine emek cephesinden katkı sunma konumuna gelinmiştir.
185 —
28 Şubat sürecinde, laiklik-şeriat suni gündeminde, Şubat 2002 krizi öncesi ve sonrasında “ Yoksulluk ve Yolsuzlukla Mücadele” gündeminde yer alış biçimi bu uyumlanmanın somut adımları olmuştur. Siyasi alanda, siyaset kurumla- rında, partilerde, kitle örgütlerinde, en sağdan en sola tüm yelpaze içinde yaşanan likidasyon ve tasfiye süreçleri yeni dönemin istenen “ örgütleri” haline gelmedeki öznel iradenin etkinliğini göstermiştir. K ESK ’ in sahte sendika yasası öncesinde yapılan genel kurulunda oluşan yönetimin bileşimi, bu iradenin-teslimi- yetin- kastlaşmasında önemli bir adım olmuştur. İkinci önemli adım ise, aynı zamanda mücadele tarihimizin ikinci kırılma noktası olarak tanımlayacağımız, sahte sendika yasasına uyumda gösterilen kararlı uysallık olmuştur.
İKİNCİ KIRILMA NOKTASI VE KAMU GÖREVLİLERİ SENDİKA YASASI
Kamu çalışanlarının mücadelesinin ö- nünü kesmede devlet iki önemli aracı kullanmıştır. Bunlardan birincisi devlet güdümlü, “ kontra sendikalar” kurmak ve İkincisi de sahte sendika yasa taslaklarını gündeme getirmek olmuştur. Sahte yasalar ile kamu çalışanlarının yükselen mücadele ivmesine ket vurmak ve verilen mücadelenin bağımsız eksenini kırma amaçlanmıştır. İlk ciddi girişim 1998 yılında 54. Hükümet tarafından yapılmış, hazırlanan “ sendika yasası” meclis genel kurulunda iken 4 Mart 1998 tarihinde ortaya konulan direniş sonucunda yasa geri çekilmiştir.
Ocak 2001 KESK Genel Kurulu bir
__ yol____________________________
tasfiye kongresi olmuştur. K ESK ’e egemen olan anlayış içine girilen yeni sürecin gerekli kıldığı uyumlanmanın mühendisleri olarak görev yapmışlardır. Mayıs 2001 tarihinde gündeme getirilen, toplu sözleşme ve grev hakkı içermeyen, sendika kapatan ve parçalayan, hantal ve bürokratik yapıları dayatan “ Sendika Yasasına” karşı tasfiyeci KESK M Y K ’sının ortaya koyduğu pratik, kuyumcu işçiliği ustalığıyla yürütülmüştür. Yasaya karşı “ örgütlenen” mücadele salt protestoya kilitlenmiş, bürokratik süreçlerde kararı alınmış ve kitleye dayatılmıştır. Hazırlığı yapılmayan, dar, dağınık ve yorucu eylemlere hapsedilmiştir. Bu tarz tabi- i ki bilinçli bir tercihti. Böylece, bir yandan kamu çalışanlarının bir çok yasa te şebbüsünü geri püskürten militan muhalefet geleneğinin altını boşaltmayı amaçlarken, diğer yandan gelecek sürecin bürokratik örgütsel yapılanışın iktidar ilişkilerine egemen olacak tasfiyelerin tamamlanması amaçlanmıştır.
Nitekim yasa çıktıktan sonra KESK M Y K ’ sının yasaya karşı yaklaşımı ve 16 Eylül 2001 tarihinde yapılan KESK Tüzük Kurultayındaki tavrı yukarda sözünü ettiğimiz niyetleri en açık şekilde teşhir etmiştir. Kamu çalışanları, K ESK ’ e egemen olan anlayışın mühendisliği ile sokakta bir yenilgi yaşadı. KESK M Y K ’ sına egemen olan anlayışlar öyle bir aymazlık içindeydiler ki, yaşanan yenilgi ve moral bozukluğunun kongrede de devam edeceğini ve yasaya uyum için gerekli tüzük değişikliğinin kolaylıkla yapılacağım düşünmüşlerdi. Bu yazının yazarının da içinde yer aldığı ve hareketin geleneğine sahip çıkanların yaptıkları müdahalelerle, bu aymazlık teşhir edildi ve yasaya uyumlu bir tüzük çıkarmak
__ 186
kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__
mümkün olmadı. Fakat ikinci kez daha hazırlıklı bir müdahale ile tüzük yasa doğrultusunda değiştirildi ve kendini e- gemeniere affettirdi.
İçine g ird iğ im iz k o n g re d ö n e m i bu
belirsizliğin bir biçimde ortadan kalkacağı bir dönem olacaktır. Kamu çalışanları hareketi ya devlet ve sermayenin kendisine çizmiş olduğu sınırların içine hap- solmayı kabul edecek ya da kendisini tüm işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin krizden çıkışının bir odağı olarak yeniden yapı [andıracaktır. Gidişat birincisi doğrultusundadır. Yeniden yapılandırma, güçlü bir iradeyi, ortak çalışmayı ve hepsinden önemlisi üzerinde mutabık kalınmış bir yeniden yapılandırma programını gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede önümüzdeki kongre bundan önceki kongrelere benzememekte, tarihsel bir önem taşımaktadır. Kongrede alınacak tutumlar bu tarihsel öneme uygun olmalı, geçmiş alışkanlık ve yaklaşımlar terk edilmelidir.
SENDİKAL YAPILARDA ÇÖZÜLME
Sahte sendika yasasına karşı K ESK ’in çaresizliği üzerinde yaşanan tartışmaları, bu bürokratik çürümenin öznel nedenleri bağlamında incelemenin yanında, emperyalist-kapitalizmin yeni saldırı programı üzerinden, dünyada ve ülkemizde yaşanan yeni yapılanma politikalarına bağlayarak da irdelemek zorundayız. Böylece, bürokratik kuşatmanın nesnel temellerini ortaya koyup, bürok- ratizmin öznel yapılamşını ancak bu zeminde tanımlayabiliriz.
Geleneksel sendikal yapılar tüm dün
yada ve ülkemizde giderek çözülmektedir. Çalışanların çok küçük bir kesimini örgütleyebilmektedir ve örgütlenebilen kesimler de aristokratlaşan ve marjinalleşen kesim olmuştur. Dünya bağlamında yeni üretim yöntemlerinin yarattığı çalışma ve istihdam koşulları, bu geleneksel örgütlenme biçiminin altını oymuş; örgütsüzleşme, çalışma koşullarının karakteristik öğesi olmuştur. Sermaye, kullandığı yeni araçlarla işçi sınıfının kolektif bilincinde ciddi tahribatlara neden olmuştur. Hisse senedi ortaklıkları, borsa ve benzeri rant ilişkileri ile işçi sınıfının tarihsel gelenekleri tahrip edilmektedir. Öyle ki özellikle köklü geleneklere sahip Avrupa işçi sınıfının, toplam gelirleri içindeki ücret oranları, rant ilişkileri ile elde edilen gelirlere oranla düşmüş, sermayeye kişiliksiz bir bağımlılık gelişmiştir. Bu saldırı aracı, dünya bağlamında sermaye tarafından yeni egemenlik ilişkisi olarak yoğunlaştırılmakta- dır. Özellikle bilgi-değer-teknoloji-kül- tür üretimi, hizmet sektöründe yoğun li- beralizasyon ile bu alanlarda yaşanan ü- retim ilişkileri ve yöntemleri, işçi sınıfı i- çinde ciddi bir parçalanmanın da nesnel zemini haline gelmiştir. Çalışma koşulları, ücret düzeyleri, statü ve pompalanan tüketim kalıpları ile kısa vadede kendisini işçi sınıfı içinde görmeyen, ama aslında işçi olan geniş yığınların ortaya çıktığını görmekteyiz. Yeni bir yurttaşlık kimliği ve aidiyet olarak da “ Şirket Vatandaşlığı” projesi hızla tamamlanmak istenmektedir.
Tüm yaşam alanlarının meta üretimi alanlarına dönüştüğü, tüm yaşam araçlarının ve ilişkilerinin metalaştığı bu yeni süreç, nesnel olarak çok daha fazla insanın işçileşmesine ve bununla birlikte, es
— ------------------------------------ 187 —
— yol
nek üretim, esnek çalışma, esnek istihdam ile çok daha fazla insanın işsiz hale gelmesine neden olmaktadır. Kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden o- lan, işsiz emeğin denetimi bu üretim ilişkisi içinde daha da güçlü hale gelmektedir.
Bu parçalanmış hayat içinde, artık çok küçük bir çalışan kesimi örgütleye- bilen klasik sendikal örgütler, gerek ulusal zeminde ve gerekse Avrupa ve dünya bağlamında üst örgütlenmeleri ile u- lusötesi sermayenin politikalarına uyum- lanma koşuluyla varlıklarını sürdürür hale gelmişlerdir. Buna rağmen sermaye, işyeri sendikacılığı, bireysel sözleşme, işletme komiteleri, ekonomik-sosyal konseyler, endüstriyel demokrasi ve Şirketlerin Sosyal Sorumluluğu gibi emek denetim mekanizmalarını devreye sokmaktadırlar. Böyiece sermaye, emek ile olan ilişkilerini sendikalar dışında, şirketler bünyesinde düzenleyen evrensel kurallarını oluşturarak, emeğin bağımsız örgütlenmesinin koşullarını tamamen imha etmek istenmektedir. Mevcut yapılarıyla sendikalar artık Kapitalizmin Sosyal Kurumlan haline gelmiştir.
KAMU HİZMET ALANLARININ PİYASALAŞTIRILMASI VE KESK’İN MUHALEFETİ
28 Şubat ile birlikte başlayan neo-li- beral yapılanma süreci, en egemen emperyalist sermayenin dünya bağlamında egemenlik ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinin sonuçlarıdır. Uluslar arası emperyalist kurumlar ve anlaşmaların dayattığı düzenlemeler, yasalar şeklinde kendini ortaya koymaktadır. Bu bağlam
__ 188
da son on yıla damgasını vuran en ö- nemli anlaşma kamu hizmet alanlarını u- lusötesi en egemen sermayenin talanına açan GATS(H izm et Ticareti Genel Anlaşması) dır. Dünya Ticaret Örgütü içinde 1994 yılından beri yürütülen ve 2005 yılı sonunda tamamlanması hedeflenen G A TS ile tüm kamu hizmet alanları(ile- tişim, ulaşım, sağlık, eğitim, belediye hizmetleri, enerji, sosyal hizmetler, tarım, turizm, hapishaneler bile) ulusötesi en egemen sermayenin talanına açılacak ayrıca bu alanlarda sermaye lehine kuralsız çalışma koşulları tüm çalışanlara dayatılacaktır.
Bu güne kadar çıkan tüm yasalar(sos- yal güvenlik, iş kanunu, kamu reformu, belediyeler kanunu, özel emeklilik) ve çıkacak olan, personel rejimi yasa tasarısı, sağlık ve emekliliği birbirinden ayıran yeni sosyal güvenlik düzenlemeleri,vb. yasalar, kamu hizmet alanlarının uluslar arası serbest ticarete açılmasını sağlayacak G A T S ’ ın alt yapısının hazırlığıdır. Böyiece mal ve hizmet ticareti tüm dünyada ulusötesi en egemen sermayenin denetimine geçerken, kuralsızlaştırılmış ilişkilerin, çalışma kuralları haline getirilmesi de tüm dünyaya dayatılmaktadır.
İşte bu bağlamda ele aldığımızda, K ESK ’ in “ Sahte Sendika Yasasına Hayır, Yaşasın Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika” zemininde yürütmüş olduğu muhalefetin siyaseten hiçbir nesne! temeli kalmamıştır. Söz konusu saldırının, salt kamu çalışanlarının değil, tüm sınıfın yaşamını tehdit eden bir saldırı olduğu bilincinden uzak bir mücadele hattını ısrarla savunmak, sermaye ve devletle gizli bir uzlaşmanın varlığını kanıtlamaktadır. Sorun işçi sınıfının birleşik mücadelesini yaratacak bir muhalefet hattını ör-
kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__
mektir. Ama KESK tercihini, özellikle son genel kurulda güçlendirmiş olduğu bürokratik egemenliğiyle, kitlesinin militan geleneğini de söndürmeye yönelik “ eylemliliklerle” , bürokratik varlığının pazarlığından yana koymuştur.
AB GENİŞLEME SÜRECİ, SOSYAL AVRUPA PROJESİ VE K ESK’İN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Sermaye işçi sınıfı üzerindeki dolaylı egemenliğini; bir yandan, sosyolojik olarak emek örgütü olan, fakat bürokratiz- min egemenliği altında, kapitalizmin “ sosyal” kurumlan haline gelmiş sendikalar aracılığıyla; bir yandan da sınıfsal farklılaşmanın üstünü örten, giderek i- deoiojisizleştirmenin aracı haline gelen kalite çemberleri, T K Y vb. üretim ve iş organizasyonları ve bunların üzerinde inşa edilen sivil toplum örgütü yönlendirmesiyle gerçekleştirmektedir.
Sermaye bu içerden denetimle, işçi sınıfının kolektif tarihsel bilincinin bo- zunmasına neden olacak ideolojik egemenliğin de olanaklarına kavuşmuş durumdadır.
Ulusal ve uluslararası sendikal örgütlenmeler, bürokratik varlıklarının tehdidiyle ve sermayenin çeşitli fon ilişkileri i- le terbiye edilirken, sermayenin söylemlerini, argümanlarını ve ihtiyaçlarını, işçi sınıfının kolektif bilincini tahrip eder biçimde bizzat “ sınıf’ örgütleri eliyle ikame etmektedir.
Artık sınıf mücadelesi yerine “ sosyal diyalog” , “ endüstriyel demokrasi” , “ yönetişim” ; proleterya ve burjuvazi yerine
“ sosyal taraflar” ; işçi sınıfının sosyal ve ekonomik hakları yerine, “ şirketlerin ü- retimini ve rekabetini savunmak” vb. gibi söylemleri, sendikaların tüm politika metinlerinde okumakta, bürokratların nutuklarında duymaktayız . Bu bağlamda tespitimizi daha anlaşılır kılmak için, ö- nemli somut bir projeyi aktarmak yeterli olacaktır: AB, genişleme sürecinin bir gereği olarak, bu yıl üye olarak kendine kattığı ülkelerde ve üye olarak almayı planladığı ülkelerde uzun zamandır “ Sosyal Avrupa” adı altında bir çalışma yürütmektedir. Bu çalışma ile liberal e- konomik-sosyal yapılanmayı ve bu zeminde bütünleşmeyi hızla ve sorunsuz bir şekilde gerçekleştirmek istemektedir.
Yine bu çalışma ile kuralsızlığın kural haline getirildiği çalışma hayatının, demagojik yalanlarla bizzat “ emek örgütleri” aracılığıyla içselleştirilmesi amaçlanmaktadır. Buna birde soldan “ Emeğin Avrupası” biçiminde bir siyasal söylemle destek yaratılarak, planlanan içselleştirme etkin ve hızla sağlanmaktadır.
Bu çalışmanın en çarpıcı yanı da, A B ’ nin sermaye örgütlerinin fon destekleriyle, ETUC , ICFTU gibi emek örgütleri aracılığıyla yürütülen organizasyonlarıdır. A B Sendikal Koordinasyon Komisyonu (ASK) adı altında yürütülen çalışma en son yapılan çalışmalardan biridir. Bu çalışmaya KESK, D İSK ve H A K İŞ katılmışlardır. Çalışmanın amacını, tüm demagojik gevezeliklerine rağmen, genişleme sürecinin liberal ilişkilerine işçi sınıfını onun örgütleri üzerinden yedeklemek olarak açıklayabiliriz.
Bu eğitim ve terbiye sürecinin sonuçlarını, 17 Aralık sürecindeki tutumda ve
189 —
— yol
K ESK ’ in düzenlediği Emek ve Demokrasi Kurultayı toplantılarının İstanbul a- yağında Sami Evren’ in Sosyal Diyalog’ u savunan konuşmasında görebilmekteyiz. Yine örgütümüzün bir çok yayınında, politik metinlerinde, sosyal diyalog, sosyal taraf vb ifadeleri görebilmekteyiz.
EĞİTİM-SEN’İN KAPATILMA DAVASI SÜRECİ VE SOL LİBERAL SALDIRININ AYMAZLIĞI-CESARETİ
Eğitim Sen’ in kapatılma davası ile ilgili duruşmasının yapıldığı 8 Aralık 2004 tarihinde, sendika üyelerinin eylemlerine polis saldırırken, yine aynı gün, Bir- gün gazetesinde Eğitim Sen’ in şube yönetimlerinde ve değişik kurumlarında görev alan ve halen üye olan Seza- i Temelli “ Satırı Silmek Gerek” başlığı i- le bir makale yazabilmekte. Makalede dile getirilen düşünce bir süredir planlı şekilde okullarda, şube temsilciler toplantılarında dile getirilen, tartıştırılan düşüncenin sistematik ifadesiydi. Yani politik bir tutumun tutarlı bir ifadesiydi. A y rıca bu makale mutlaka, kapatma isteminde bulunan davacının da yararlanacağı bir metin olacaktır. Fakat asıl önemlisi bu yazı önümüzdeki dönemde KESK ve onun en önemli sendikası Eğitim Sen’ de egemen kılınmak istenen anlayışın niyetini açıklamaktadır. Yine aynı süreçte A B ’ ye aday üyelik ile ilgili diğer yazıları da incelediğimizde, sol-liberalizmin saldırılarını, sınıf mücadelesinin artık öznel var oluş değerlerine kadar vardırdığını söyleyebiliriz. Saldırı “ Komünist Manifesto” nun sınırlarına kadar gelmiştir. Barikatı bu gün ne yazık ki burada kur
__ 190
mak zorundayız.Kamu çalışanları mücadelesi üçüncü
bir kırılma noktasının eşiğindedir.Buraya kadar anlattıklarımızın bir ö-
zeti olarak temel tespitimizin başlıklarını bir kez daha öne çıkarmak gerekiyor.
Evet, sermaye küresel çapta ve organize olarak, işçi sınıfının geleneksel ö rgütlenme araç ve düzlemlerine, yeni ve çok güçlü bir saldırı içinde. Bu saldırı yeni istihdam, üretim koşulları ve en ö- nemiisi de mevcut sınıf örgütlerinin dejenere edilmesini sağlayarak yapılmakta, kitlesel ve siyasal, tüm örgütlenme düzeylerini ve araçlarını kapsamaktadır.
Bu operasyon, küreselleşmenin durdurulamaz bir süreç olduğu teslimiyeti üzerinden, ona uyumlanan anlayışın tüm örgütsel süreçlere egemen olmasını sağlayarak yürütülmektedir Örneğin, ICF- T U ve ET U C ’ un son politika belgeleri incelendiğinde, TÜRK-İŞ, H A K İŞ, D İSK ve K ESK ’ in son beş yıldaki örgütsel pratikleri dikkatlice incelendiğinde tespitlerin somut karşılıkları bulunabilir. Siyasal zeminde de benzer bir likidasyonu ve gerici tasfiyeyi görmekteyiz. Sınıfsal bağlarından kopartılmış ve demagoji çöplüğüne dönmüş siyasi zemin buna en iyi örnek. En sağından en soluna kadar tüm siyasa! yapılar kendi içlerindeki “ sol” u tasfiye ederek kendilerine bu çöplükten beslenme olanağını bulmaktalar.
Bu bağlamda, özellikle likidasyonun ve tasfiyenin en önemli zemini olan, A B ve Küresel organizasyonlara yandaşlık ve karşıtlık zemininde yaşanan ve gerçekçi olmayan zemin, siyasal ve örgütsel yaşam alanlarımızı iyice daralttı.
Bu sürecin karşısında olan tüm devrimci dinamikler, içinde yer alınan tüm
kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__
örgütsel zeminlerdeki çalışmalarda, bu likidasyonun ve tasfiyenin sınıf içi uzantılarını açığa çıkaracak, teşhir edecek ve kopuşacak gerilimler'! yaratmak zorundadır.
Küreselleşme hep bir madalyona benzetilir ve doğal olarak her madalyonun olduğu gibi küreselleşmenin de iki yüzü olduğu söylenir. Bir yüzünde, refah, özgürlük, demokrasi ve gelişmiş insan hakları; diğer yüzünde ise ne yazık ki(!) yoksulluk var.(Öyle ki bu yoksulluk olgusu artık katlanılması, kanıksanması hatta diğer yüzün ödenmesi gereken bir bedeli olarak sunulmaktadır) Bu demagojik safsata, siyasal kanalları tıkamış, siyasal tepkileri gösterecek araçları dejenere etmiş durumdadır. Tam bir siyasi felç hali dayatılmakta, böylece sınıf ve o- nun öncü dinamikleri sinirleri alınmış bir güruh haline getirilmek istenmekte. D irenen, direnmek isteyen dinamikler ise küresel şiddetle boğulmaktadırlar.
Evet madalyonun iki yüzünü bu bağlamda yeniden okuyalım; bir yüzünde dünyanın yoksulluğu üzerinden beslenen bir avuç azınlık, diğer yüzünde, açlığa, sefalete, savaşa, kısaca barbarlığa karşı biriken öfkeyi sönümlendiren, SO L LİBER A L İZM ” var.
Bu yüzden, önümüzdeki dönem kendimizi yeniden üretmenin, işçi sınıfı mücadelesinin dinamiklerini en azından geleceğe aktarabilmenin neredeyse yegane koşulu, sol liberalizme karşı amansız bir mücadele vermekten geçmektedir. Temel Siyasi Ölçütümüz de bu olmalıdır.
Evet bu bağlamda, başkenti Brüksel olan Emeğin Avrupa’sı savunusu, sermayeyi sosyal partner olarak gören, emek sermaye çatışmasını sosyal diyalogla ifa
de eden, anlayışlar- sol liberalizmin içimizdeki uzantılarıdır. Kamu çalışanları i- çindeki taşeron ise, DSD ile ifadesini bulan yapıdır. Yurtsever emekçilerin A B ’ ye teslimiyet zemininde sıkışmış oldukları siyaset düzlemi de bu liberal sürece kan taşımaktadır.
Emek hareketi içinde yer alan devrimci siyasal oluşumlar bu liberal süreçten rahatsızlık duymalarına rağmen, kopuş için gerekli siyasal ve örgütsel perspektifi yaratmaktan henüz uzaktırlar. Bu yüzden etkin bir karşı duruş oluşturula- mamaktadır. Gücün simgesi olarak gördükleri iktidar ilişkileri içinde olmak son tahlilde bu yapıları sol liberalizme ye- deklemektedir. Fakat bu yapılar özellikle son yıllarda, mevcut siyasal ve örgütsel düzlemlerde yaşanan ve kendilerini de doğrudan etkileyen erozyonu tartışma konusunda ciddi bir çaba içindedirler. Dağınık, yer yer çakışan yerel pratikler de sergileyebilme eğilimleri giderek güçlenmektedir. Bu bağlamda bu dağınık, kendiliğinden karşı çıkışları kolektif bir merkezi iradeye ulaştırmada önümüzdeki KESK ve bağlı sendikaların şube, genel merkez kongrelerinde yürütülecek çalışmalar yaşamsal önem taşımaktadır. Eğer bu müdahale yapılamaz i- se sınıf mücadelesinin manifestosuna kadar ulaşan saldırıyı püskürtmemiz daha da zor olacaktır.
NE YAPMALI VE NASIL YAPMALI?
Bu bağlamda KESK özgülünde barikatın devrimci safını oluşturmada kolektif bir çalışmanın yaratılmasına fayda sağlayacak ve aynı zamanda birlikte oluşun
------------------------------------------191 —
temel duruş noktalarım da oluşturacak sorunları belirlemek, işe başlamak için ilk ivmeyi sağlayacaktır. Nedir bu sorunlar ya da belirlemeler?
*İşçi sınıfının kitle örgütlenmelerine yaklaşımdaki, sendikalizm anlayışı,
*Sınıf mücadelesinin birbirinden kopuk alanlar ve kategoriler üzerinde yapılacağı anlayışı,
*Güncel ve sonal hedefler arasındaki ilişkinin kavranamaması.
*İşçi, işsiz, sendikalı, sendikasız, işkol- ları ayrımı gözetmeksizin, işçi sınıfını tüm bileşenlerinin ortak öz örgütlenmesinin ve örgütlenmede sınırsız çeşitliliğin ayırtına varmaksızın dar, birbirinden kopuk lokal ve kendiliğinden hareketliliğin mutlaklaştırılması.
*Sendikalarda ve işçi sınıfının çeşitli kitle örgütlerinde çalışmanın ve bürokrasiye muhalefetin, bürokratik aygıtları ele geçirmek zemininde yapılması.
*Ve en önemlisi de, mücadelenin dünya işçi sınıfı mücadelesinin enternas- yonalist persfektifinden kopuk olarak e- le alınışı.
Bu sorunlar-belirlemeler, bürokratik örgütlenme anlayışının teorik ve pratik öznel temelleridir. Sınıf mücadelesinin ekonomik, demokratik, politik mücadele ayakları üzerinde yaşandığını belirten ve sendikaların da, ekonomik, demokratik mücadele veren, düzen İçi örgütler olduğu şeklindeki anlayışlar, içinde yer aldıkları sürecin dinamiklerinin boğulmasına neden olmuşlardır. Bütünsellikten uzak bu sınıf mücadelesi anlayışı, sınıfın basit, güncel ve acil ihtiyaçları gibi bir sınıflandırma politikasıyla, sınıf mücadelesinin nihai hedeflerini ikincil hedefler olarak belirler. Böylece bu nihai he
__ yol_____________________________
deflere ulaşmadaki tüm dinamikler, güncellik kısır döngüsü içinde söndürülme- ye çalışılır.
Sonuç olarak özetle; K ESK ’ in bugün mevcut durumunun eleştirisini, bürokratik zeminde bir yönetim mücadelesi dışına taşımak zorundayız. İşçi sınıfının birleşik mücadelesini yaratacak, sermayeden, devletten, bürokrasiden bağımsız, enternasyonal bir mücadele hattının yaratılmasının, pratik-politik, örgütsel a- raç ve olanaklarını yaratacak bir perspektifle ele almak ve pratik yürüyüşümüzü oluşturmak zorundayız.
Kısır ve bürokratik kaygıları aşacak ortak var oluş zemini, bu sorunlara yönelik öznel yanıtların dayatılması üzerinden yaratılamaz. Tersine birlikte yanıt ü- retme iradesinin yaratılması ile mümkün olacaktır. Mücadelemizin deneyimlerini ve olumlu geleneklerini yeni sürece taşıyacak bir tartışma ve kolektif bir çalışmanın başlatılması ve sürekliliğinin sağlanması gerekmektedir. Artık bu ertelenemez bir süreç olarak önümüzde durmaktadır.
/ 6 Ocak 2005 * Mesut Mahmutoğulları,
Eğitim-Sen 2 nolu şube üyesi
__ 192
İNSANLIK DEĞERLERİ ÜZERİNDEN GELECEĞİMİZİ OLUŞTURACAĞIMIZ
BİR ÖRGÜTLENMEYE İHTİYACIMIZ VAR
Dostlar merhaba,Yoksulluk çok konuşulduğu zaman
böyle içselleşiyor ve kurtulunamaz bir olgu haline geliyor diye düşünüyorum ben. Kavramları hep yoksullar ezilenler diye kurduğumuzda, bunun artık geri dönülemez bir kader olduğunu, yoksulluğun giderek daha da yoksunlaşmaya dönüştüğünü düşünüyorum. Bundan dolayı da yoksulların psikolojisinde bir mücadele alanına, sisteme karşı direnme alanına geçişi engelleyen bir kavram gibi algılıyorum. Geçen ay Diyarbakır’da Diyarbakır Kültür Festivali kapsamında bir paneldeydim. “ Dezavantajlı gruplar” -yeni moda bir kavram bu- başlığı altında bir paneldi. Oysa şöyle baktığımızda, yoksullaşma aslında bizi her şeye yabancılaştıran bir sürecin sonucu gibi görünüyor. Bizi insani değerlere, dostluğa, dayanışmaya, kardeşliğe, bizi komşuluğa, insana ait ne kadar değer varsa bunlara a- dım adım yabancılaştıran bir süreç. Sonuç olarak, karşımıza bir yoksulluk tablosu çıkıyor. Az önce arkadaşların hazırladıkları diada rakamlar aktı. Ben yabancılaşma derken yaşadığımız İstanbul’da yoksullaşmanın, neye yabancılaşmanın bir sonucu oldu-
Celal Beşiktepe
ğunu bir iki rakamla anlatmak istiyorum.İstanbul’da 14 milyon insan yaşıyor. İs
tanbul’un %10’nunu oluşturan bir kesim, İstanbul’un toplam gelirinden 14 milyar dolara el koyuyor. Bu 140 bin aile. Ama en dipteki 140 bin ailenin 14 milyar dolara el koyan bu kesime karşı eline geçen değer 14 milyon dolar. İstanbul’da nüfusun % i ’lik bir kesimi güvenlik çemberleriyle kuşatılmış mekanlarda, kulelerde ve rantları çok yüksek alanlarda yaşarken; İstanbul’un %90’lık bir bölümü can güvenliğinin olmadığı, sağlıklı yaşam koşullarından uzak yerleşim alanlarında yaşıyor. İstanbul’da her yüz kişiden yirmisi marjinal işler yapıyor, yani işsiz. Bunu Türkiye boyutuna çıkardığımızda Türkiye’de 20-24 yaş arası gençliğin içinde lise mezunlarının %46’sı işsiz. Aynı gençlik kesimi içinde üniversite mezunlarının %38’i işsiz. Yine Türkiye’de çalışma yaşında olan insanların %46’sı ancak çalışabiliyor, %54’ü işsiz. Bu son söylediğim rakamlar geçen sene Dünya Bankası nın yaptığı büyük bir anketin rakamları. Dünya Bankası da boş durmuyor. Şimdi biz ikide bir bu tabloyu, sadece bir çaresizliğin sonucu olarak aktardığımızda, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan ezilenlerin
193 —-
ve yoksulların umutsuzluğunu büyütüyoruz. Tıpkı kapitalizmin yaptığı gibi... Hayallerini, geleceklerini, umutlarını, bütün rüyalarını dahi ellerinden aldıkları bir umutsuzluk ortamına atmak istiyor kapitalizm bu insanları. Neden çünkü toplumu geleceksizleştirmek, geleceğini elinden almak üzerine kuruyor tüm projelerini. Yine diada vardı, Okmeyda- nı’nda bez pankarta yazılan ‘Birahane, pavyon, kumarhane istemiyoruz’, ya da beni 7 yıl önceye götüren, ‘İmar planı değil, yıkım planı.Yıktırmayacağız’ sözü . O süreçte biz 2-2.5 yıl o bölgede çalıştık. Recep Tayip Erdoğan’ın ilk belediye başkanı olduğu yıllardı, ikinci yılı olmalı. Tüm Okmeydam’nı içine a- lan, daha Bedrettin Dalan döneminden başlayan üçüncü köprü projesinin Okmeyda- nı’na isabet eden bölümünü yaşama geçirmek için Belediye İmar Planları hazırlatmıştı. İlginçtir imar planlarının gerekçe raporunda bölgeyi çöküntü alanı olarak tanımlamışlardı. Ve öyle bir misyon biçiyorlardı. Yani kentin arka sokaklarının, kentin fuhuşunun, kentin eroinin esrarının aktığı yerler. Kentin çürüme alanları diye toplumun büyük bölümünün yaşadığı alanları çürütmeyi teklif ediyorlardı ve planlıyorlardı. İmar planının özü buna dönüktü aslında. Neden? 14 milyonun yaşadığı bir İstanbul’da, haramilerin saltanatını sürdüğü bir İstanbul’da, meydanların, sokakların, çocuklarla, işsizlerle dolduğu bir İstanbul’da güvenlikli olabilmeleri için. “Çürütebi- lirsek bu toplumu, kendi yaşam alanlarında, kendi insani değerlerini, kendi kardeşlik, dayanışma duygularını, özgürlük duygularını köreltebilir ve bunları çürütebilirsek sistem bugünü de yarını da kurtarabilir” diye düşünüyorlar. Burada bir alan çıkıyor karşımıza. Biz hepimiz hep birlikte görüyoruz, bizim bugünü kurtarmamız mümkün değil. Bugün gerçekten insanlığın çok büyük bir bölümü î- çin kaybedilmiş bir dönem. Ve belki de insanlık, tarihinin en büyük çelişkisini bu nedenle yaşıyor. 6.5 milyar dünya insanının 5.5
— yol-------------------------------------------
milyarının temiz içme suyu kaynaklarından, sağlıklı barınma haklarından, yiyeceğinden, eğitiminden, sağlığından yani insanlıktan u- zaklaştığı dünya koşullarında bu büyük bir insanlık çelişkisidir. Çünkü bilimdeki, teknolojideki gelişmelerin en yüksek düzeyde olduğu bir dönemde insanlık, tarihinin en yoksul ve en kötü günlerini geçiriyor. Ki bu da bir insanlık çelişkisidir. Çünkü bilim dediğimiz şey, bizim sanat dediğimiz, kültür dediğimiz bütün bu olgular aslında binlerce insanın, binlerce yıl süren emeğinin bir ürünü o- larak, taş taş üstüne konularak yaratılmış değerlerdir. Nasıl oluyor da insanın ürünü olan bilimsel gelişmeden, insanın ürünü olan teknik gelişmeden insan yararlanamıyor, işte bu durum aynı zamanda insanlığın en büyük çelişkisi olarak duruyor. İnsanlık böylesine büyük bir çelişki ortamında bence, iki olayla yüz yüze. Ya bu eşitsizliklerin, bu yoksullukların olduğu alanda giderek mahvolmaya, giderek yok olmaya doğru sürüklenecek ya da insanlık bu büyük çelişkiyi insanlık lehine çözüp tarih sahnesine çıkacak. Şimdi tabii ki hiçbir olgu kendiliğinden gerçekleşmiyor. Örneğin belki en doğru, en gerçek, belki tartışılamayacak derece doğru sözlerden birini de Gallieo söyledi. “ Dünya dönüyor” dedi. Ama Gallieo’nun bu doğru sözü söylemesi, Engizisyon mahkemelerinde yargılanmasını engellemedi. Yani en doğru sözlerin bile yaşama geçirilmesi için o doğru sözler etrafında bir insanlık örgütlenmesine ihtiyaç var. İşte bu geldiğimiz noktada, ezici çoğunluğun örgütsüz olduğunu, ezici çoğunluğun dayanışma ortamlarının kurulamadığını, büyük bir çoğunluğun birbirinden habersiz olduğunu, birbirine yabancılaştığı yaşam alanlarında ve çalışma alanlarında nesneler haline geldiğini görüyoruz. Artık insanlaşma süreçlerinden uzaklaşan insan toplulukları görüyoruz çevremizde. İstanbul bunlar için çok büyük, çarpıcı kentlerden birisi.
__ 194
İstanbul’da geçtiğimiz hafta bir deprem şurası toplandı. Ben mühendis-mimar odalarından deprem şurası delegesiydim. 17 A- ğustos depreminden bu yana tam 5 yıl geçti. Ama kentin üzerinden milyarlarına milyarlar katan bir takım sermaye grubunun yer aldığı şurada, İstanbul’da ve genelde Marmara Böigesi’nde ve deprem riski taşıyan Doğu, Güneydoğu Anadolu bölgelerinde de tabi ki kentin altyapısı nasıl düzenlenebilir, insanlar için depreme karşı nasıl sağlıklı ve güvenli yaşam alanları kurulur, olası bir İstanbul veya Marmara depreminden insanlar nasıl daha az zarara uğrayarak kurtulur tartışması yapılmıyordu. İstanbul halkının çok büyük bir çoğunluğu o salonlarda ne tartışıldığını bilmeden, İstanbul halkı üzerinde yeni imar planlan, yeni rant planları konuşuluyordu. Bu da büyük bir çelişki insanlık açısından. 14 milyonun geleceğinin konuşulduğu bir yer. Ama tam 50 yıllık - 80 küsur yıllık bir cumhuriyet tarihinin 1950’den sonra başlayan, günümüze kadar gelen yarım yüzyıllık bir kesiminde- kent üzerinden ve kent insanının ucuz emeği üzerinden soygun, sömürü ve yağmasını sürdüren kesimler deprem riskini kullanarak yeni bir soygun tasarlıyor. Artık kentin bütün yükünü almış bazı bölgeleri yıkıp, yeniden yüksek kulelerle, nasıl yeni sermaye birikimleri yaratabiliriz diye konuşuyor. Zeytinburnu’ndan başlatılacak. Orası bir başlangıç olarak seçiliyor. Yaşadığımız mahallenin ve sokağın yarın geleceğine binlerinin ne şekilde karar vereceğine dair bilgiden uzak bir alanda bir hayat ve bir gelecek oluşturulamaz. Ve bugün kurulan, yapılmak istenen bütün o milyonlarca insanı sürece yabancılaştırarak, kendi emeğine yabancılaştırarak, kendi kültürüne, kendi birikimine, kendi insanlık değerlerine yabancılaştırarak yoksullaşmayı derinleştirmek olarak seyrediyor. Tabi ki bütün dünya düzeyinde sürmekte olan politikalar sermaye tekelleri tarafından Türkiye parlamentosun-
____________geleceği oluşturmak___
dan geçirilerek uygulamaya konuyor. Adı İslamcı ya da sağcı, adı CHP ya da AKP fark etmiyor. Yabancı tekellerin kulelerinde tasarlanmış planlar Türkiye parlamentolarında karara dönüştürülüyor. Türkiye coğrafyası bunlara peşkeş çekiliyor. Şimdi böyle bir süreç yaşanıyor. Bu sürece karşı başka bir dünyayı, başka bir ülkeyi, başka bir yaşadığımız kenti kurmak mümkün. Ve bunun için de küçük olabilir, basit olabilir, sade olabilir, -sade olmalı zaten- dayanışma ortamlarını geliştirmek ve buradan bir siyasal örgütlenmeyi ve gelecek toplum projesini oluşturmak ye buradan yürümek dışında başka bir insanlık seçeneğimiz kalmadı. Bugün Türkiye’nin mühendisleri de, yani Türkiye’de e- mekçiden, emekten yani ezilenlerden yana, yani eşitlik ve özgürlük değerlerini, yarının geleceğini gerçekleştirmeyi dileyen mühendisleri de aynı problemle karşı karşıya. E- mekçileri aynı problemle karşı karşıya. Toplumun çok büyük bir bölümü karşı karşıya ve problem de burada düğümleniyor. Ezici bir çoğunluğun aleyhine her gün kararların alındığı, her gün kapalı kapılar ardında Bakanlar Kurulu’ndan, her gün tekellerin merkezlerinden bir avuç sermaye grubunun lehine kararların alındığı bir alanda emekçiler kendi varlıklarını hissedebilecekleri, kendi geleceklerini oluşturabilecekleri alanların tasfiye edildiğini görmek durumundalar. E- mekçiler kendi örgütlülüklerini kurabilecekleri bütün alanların sermayeye kar uğruna devredildiğini görmek zorundalar. Akmakta olan süreç bunu geliştiren bir süreç. Bugün 50-60 emekçi yan yana gelebilirken, yarın 50-60’ının da yan yana gelemeyeceği ortamların yaratılması süreci. Özelleştirmeler bunlardan bir tanesi. Kentler üstüne kurulan i- mar planları adı altındaki yıkım planları bunlardan bir tanesi. Hatta geçen hafta Maltepe Gülensu-Gülsuyu mahallesinde büyük bir halk toplantısına katıldım. Halk komitelerini, halk mahalle meclislerini oluşturmuşlar.
----------------------------------------- 195-----
Gülsuyu-Gülensu Mahalleleri doğrudan Bo- ğaz’ı ve Adaları gören inanılmaz bir manzaraya sahip. Maltepe Belediyesi’nin Büyükşe- hir Belediyesi’nin desteğiyle oluşturmuş olduğu kent planlarında bütün yeşil alanları kapatmışlar. Yüzlerce, binlerce konutun olduğu alanları ve oradan o insanları sürüp yeniden sermayenin kar elde etmesi için yeni kent projeleri geliştiriyorlar. Bunu ancak Gülsuyu-Gülensu Mahallesi’nin örgütlü gücü geriletebilir. Bize düşen görev, sermayenin belediye mekanlarında, kağıtlar üstünde kurmaya çalıştığı imar planlarıyla neyi yapmaya çalıştığını halka doğru anlatabilmek. Orada halkın anlayamayacağını düşündükleri bölümleri bu konudaki bir aydın olarak halka anlatmak, nasıl bir kent kurulmak istendiğini, kimin lehine, sermayenin hangi vurgunları lehine projelerin geliştirildiğini ayrıntılarıyla kavrayarak, halkı bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve halkın bilgi edinme hakkını daha doğru kullanmasını sağlamak. Dayanışmaevleri bu bağlamda örnekler verdi, seçimlerden önce de “ Halk Kentlerini Yönettiğinde...” diye afişlerin hazırlamışlardı. Ben o panellerine de katılmıştım. Ancak halk kentlerini yönettiğinde, kent mafyası, kent rantları ortadan kaldırılabilir. Ancak halk kentlerini yönettiğinde; kentlerinde, sokaklarında, mahallelerinde kendi geleceğini, kendi kaderini belirleyecek oluşumları oluşturduğunda, bunun nüvelerini kurduğunda, dayanışma ağlarını ördüğünde, sokağındaki komşuluk ilişkilerini, sokağındaki kardeşlik ilişkilerini kurduğunda yani sokağına ve mahallesine sahip çıktığında çeteler geriletilebilir. Ve buradan bir gelecek toplum projesi kurulabilir. Buradan insanlığın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değerleri, geleceğin Türkiyesi’nde, geleceğin dünyasında yaşama geçirilebilir. Ancak böyle başka bir dünyayı kurmak mümkündür. Biz, yani bugünü kaybedilmiş olanlar bugünü yarında kurabiliriz. Zaten temel mücadele alanı da bugünün devamını isteyen güçlerle, bu
— yol-------------------------------------------
__ 196_____________________ _
günü yarında kurmak isteyen eşitlikten, özgürlükten, emekten, barıştan ve kardeşlikten yana olan güçler arasında dönmektedir. Çünkü onlar bugüne hakimdirler, bugünün egemenidirler, bugün ellerindeki baskı araçları silahları, topları, tüfekleri ve hepimizin vergileriyle toplamış oldukları kaynakları, o baskı araçlarının daha da büyümesi için aktarmaktadırlar. Onun için devletin bu anlamda büyütülmesini ama eğitim ve sağlık a- çısından küçültülmesini savunmaktadırlar. O yüzden 44 dolar eğitime ayrılmaktadır. O yüzden bir Türkiye bütçesi kadar bir rantı, yaşadığımız sokakların, kentlerin yağması ü- zerinden paylaşmaktadırlar. Türkiye bütçesi 70 milyar dolar. İnanın Türkiye’de yerel yönetimler eliyle, belediyeler eliyle yaratılmış olan kentlerin yağmasıyla elde edilmiş olan rantların boyutu 3 bin 200 yerleşim biriminde 70 milyar dolar kadar, bir Türkiye bütçesi kadar. O yüzden siyasi örgütlenmelerin a- lanları ve halkaları, etrafları bu rantlar etrafında kuruluyor. Kağıttan bir kaplan gibi rant paylaşımı üzerine bir siyasallaşma yaşanıyor ama bizim insanlık değerleri üzerinden geleceğimizi oluşturacağımız, geleceğimizi kuracağımız bir örgütlemeye ve dünyaya ihtiyacımız var. O yüzden emeğin, eşitliğin, özgürlüğün çağrısı sade ve basit olmalı. Ancak el ele verdiğimizde milyarlarca, milyonlarca insan el ele verdiğinde bir gelecek kurulabilir. Ve o zaman da bu geleceğin oluşturulması sürecinde de, kurulması sürecinde de o büyük engelleri o büyük duvarları Nazım Hikmet’in o sözüyle söyleyelim, “ bütün o duvarları vız gelir bize vız” diyorum ve saygıyla selamlıyorum.
* 10 Ekim 2004 tarihinde Dayanışmaevleri’nin “ Toplumsal
Çürümeye Karşı Halk S avunması” başlığıyla gerçekleştirdiği kampanya
çerçevesinde düzenlenen panelde yaptığı sunum...
YOKSULLUK, SINIF VE POLİTİKA
Yoksul, kimi niteler? Bu soruya benim yanıtım kısadır: Yoksul, işçi sınıfının savunma örgütleri içine dahil olamayan kesimidir; yani, işçi sınıfının bizatihi kendisidir. İşçi sınıfı dışında ayrı bir toplumsal kategori olarak yoksulluk tanımının yapılmaması gerektiği kanısındayım. Bu vurgunun belki burada bulunan topluluk açısından çok fazla bir anlamı olmayabilir. Ama yoksulluk literatürünü izleyenler bakımından; Dünya Bankası’nın sponsorluğunda sürmekte olan “ yoksullukla mücadele programları” aracılığıyla işçi sınıfının tam da bu kavram etrafında nasıl bölünüp parçalanmaya çalışıldığı sır değildir. Onun için bu vurgu önemlidir. Şimdi demek ki yoksulluktan söz etmek, işçi sınıfından söz etmek demektir. Burada tabii türdeş bir işçi sınıfının varlığını iddia etmek de gerçekçi değildir; ö- zellikle yaşam tarzı ve davranış kalıplarındaki farklılıklara bakıldığında, kendi i- çinde çeşitlenmiş bir işçi sınıfından söz ettiğimizin de bilincinde olmamız gerekir; kaldı ki, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren aslında işçi sınıfı hiçbir zaman türdeş bir sınıf olmamıştır. Onun içindir ki, işçi sınıfı hareketi ta başından beri sü
rekli olarak birleşik bir sınıf hareketi yaratma amacını önüne koymuştur.
Günümüzde de, yeni liberal saldırı stratejisinin yarattığı koşullar çerçevesinde işçi sınıfı hareketi yeniden kendi i- çindeki farklılıkları nasıl ele alacağı sorusuyla karşı karşıyadır; sınıf içi parçalanmayı, birleşik bir hareketi inşa etmek suretiyle aşmanın çabası içindedir. Burada sınıf politikası bakımından günümüzün kritik sorusu, kanımca şudur: İşçi sınıfının bu birleşik yürüyüşü nasıl ve işçi sınıfının hangi seksiyonunun örgütleyici inisiyatifi altında gerçekleşecektir? Bir, nasıl sağlanacaktır; iki, hangi kesimin inisiyatifi bu birleşikliğin oluşmasında tayin edici olacaktır. Bu soruların yanıtlarını sınıflar mücadelesi zemininde bulabileceğimizi de belirtmek gerekir; sınıflar mücadelesi derken, işçi sınıfının hem karşıt sınıflarla hem de kendisi hakkında sürdürdüğü bir mücadeleden söz ediyorum.
İkinci kritik soru, sözü edilen mücadelenin iktidar ölçeğiyle ilgilidir. Yani, Ne Yapmalı? sorusundan önce, bugün bizim önümüzde, Nerede -hangi iktidar
197----
ölçeğinde- Yapmalı?, sorusu vardır. Ulus devlet midir iktidar ölçeği; yoksa, mer- kezsizleşmiş bir yerellikler alanı mıdır; ya da ulus üstü kimi oluşumları da siyasal iktidar mücadelesinin bir ölçeği olarak görebilir miyiz? Devrim diye bir perspektife sahip olanların, küreselleş- me-yerelleşme eğilimleri ve ulus-devlet konusuna, siyasal iktidar ölçeği sorunu açısından da bakması gerektiği açıktır.
Ö te yandan, birleşik sınıf hareketinin nasıl sağlanacağı; partili mi partisiz mi, i- lişki ağlarına mı, yoksa belli bir örgütsel hiyerarşiye dayanarak mı, bu birlikteliğin gerçekleşeceği tartışmaları, en temelde hareketi kurucu inisiyatifin işçi sınıfının hangi seksiyonunda olacağı tartışmasıdır. Soru kısaca, siyasallaşmış ve birleşik bir sınıf hareketini sınıfın hangi seksiyonu kurabilir, sorusudur. Geleneksel sanayi proletaryası gibi çok daha düzenli istihdam koşullarına sahip olan ve sendikal örgütlülük gibi “ ayrıcalığı” bulunan kesim bu birleştirici harcı yeniden karabilir mi? Yoksa birleştirici inisiyatif, yeni kent yoksulları adını verdiğimiz, işçi sınıfının savunma ve direniş örgütlerinin dışına düşmüş kesiminden mi gelecektir? Bugün bu soruları politik çevreler ya da akademi tartışmıyor olabilir; ancak e- mekçi sınıflar arasında tam da bu soruların yanıtlarına yönelik bir kavga sürmektedir. Çünkü sınıflar mücadelesi sadece iki karşıt gücün; yani, sömüren ve sömürülen iki sınıfın düz bir ovada karşı karşıya gelmek suretiyle tutuştukları kavga- yı/dövüşü değil, aynı zamanda her sınıfın kendi içinde yürüttüğü bir mücadeleyi i- çerir. İşçi sınıfının birleşik bir sınıf hareketi olarak siyaset sahnesine çıkması, yukarıdaki sorular temelinde yaşanan mücadelelerin sonuçlarıyla ilgilidir. Bu
— yol-------------------------------------------
mücadele Dünya Sosyal Forumunda yaşandı, Brezilya’da yaşanıyor. Muhtemelen burada da bu mücadelenin kimi izlerini yaşıyoruz. Şimdi bu perspektifle Türkiye’ye baktığımızda, örgütleyici prensip ve iktidar ölçeği konularına ilişkin soruların, bu topraklarda da sorulduğunu görürüz. Fakat Türkiye’ye özgü kimi farklılık olduğu da açıktır. Çok sayıda unsurdan söz edebiliriz, ben birine dikkât çekmek istiyorum. Mesela Avrupa Birliği meselesi; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma olasılığı olan bir ülke olması ciddi ölçüde farklılık yaratıyor kanısındayım. Avrupa Birliği’ne üye olma olasılığı, sanki ülkenin demokratikleşme olasılığı şeklinde kavranıyor; peki ama ne pahasına? Yeni liberal saldırı stratejisinin mevcut eşitsizlikleri derinleştiren ve bunları tahkim eden süreçleri pahasına. Bu ne demek? Bu, cahil kalma pahasına bir tür diploma sahibi olma olasılığına sahip olmak demek.
Şimdi bu özelliği ile A B konusu, siyasal yelpazenin mevcut sınıf içeriğini pa- ralize ediyor. Sonuç; açık bir şekilde sömürü ilişkisini yaşayan kitlelerle, kimlik siyaseti etrafında şekillenen siyaset yelpazesi arasında muazzam bir kopukluk ortaya çıkıyor; yani, siyasal yelpaze sınıf karakterini görünmez kılıyor. Bu ise işçi sınıfının maddi yaşam içerisinde geliştirdiği siyasal programını siyaset yelpazesine taşımasını engelliyor.
Bu bence memleketimizde yaşanan sorunların arka planında yatan temel bir paradokstur, yani siyaset,sınıf içeriğini kaybetmişken işçi sınıfı da henüz kendisini siyaseten açık bir şekilde ifade edebilmiş değildir. Türkiye’nin bütün meselelerinin arka planında yatan ana paradoks budur ve bunun çözümü de açıktır.
__ 198
_________________________________________ yoksulluk, sınıf ve politika__
Kendisini bir sınıf olarak örgütleyen birleşik politikleşmiş bir işçi sınıfı hareketi... Başka da bir çözümü görünmemektedir. Emekçi sınıflar lehine başka bir çözüm görünmemektedir. Peki, bunun bu memlekette oluru var mıdır? Birleşik politikleşmiş bir sınıf hareketinin olanak ve kısıtları nelerdir? Bu son derece ciddi bir sorudur. Bunu tartışmak gerekir.
Özellikle aktivistler arasında yaygın bir karamsarlığın hakim olduğunu gözlemliyoruz. Burada sadece bir noktaya; kitlelerin tek tek insanlar olarak yaydıkları imge ile bir sınıf olarak, bir hareket olarak yaydıkları imge arasındaki farka, dikkat çekmek isterim. Ünlü bir düşünür, “ kitlelerin ne yapacakları tahmini a- çıktır.” demişti. Ben bu lafı hatırlatır ve şu pankartta yer alan “ halk kentlerini yönettiğinde” ifadesini takip eden üç noktayı doldurmak isterim; halk kentlerini yönettiğinde tabii ki devrim olur; memleketimizin asıl ihtiyacı da budur.Bu ihtiyacı bir kez daha hatırlattığı için bu toplantıyı düzenleyenlere çok teşekkür ederim.
* Metin Özuğuriu Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
14 M art 2004 tarihinde Dayanışmaevleri tarafından düzenlenen
"Yoksulluk, Küreselleşme ve Yerel Yönetimler”
başlıklı forumda yaptığı sunum...
— 199----
AVRUPA BİRLİĞİ İZLEME RAPORU ÜZERİNE
Bir olgu ancak bütünü ile ele alınırsa anlaşılır olur. Bu nedenle, Avrupa Birliği ile ileri sürülen farklı iddiaları ya da son yayınlanan Avrupa Birliği İzleme Rapo- ru’nu tek başına ele almanın fazla bir yararı olmayacağı gibi, böylesi parçalı yaklaşım konuyu tam olarak kavramada da eksikliklere ve yanlış anlamalara neden olabilir.
Meseleye bir bütün olarak yaklaşım yapıldığında Avrupa Birliği’nin bir kapitalist birlik olduğu ve sistem gereği, A BD ve Japonya gibi karşıt güçlerle şiddetli rekabet ve çatışma içinde bulunduğu gerçeği ile karşılaşılır. Şu hale göre, A v rupa Birliği’nin gerçek yüzünü görebilmek ve politikalarını çözümleyebilmek i- çin kapitalizmin genetik yapısını incelemek kaçınılmazdır.
Kapitalizmin işleyiş dinamikleri çerçevesinde Avrupa kapitalizmi, sermayenin olgunlaşma aşamasına ulaşmış bir yapı sergilemektedir. Avrupa devletleri genel çerçevede, önceleri geçmiş dönemlerin yoğun sömürgecilik sürecinde merkeze aktardığı kaynaklarla güçlenen,
son dönemlerde de ekonomik ilişkilerle çevreden aktardığı kaynaklarla merkezde gelişmiş bir ekonomik yapı ve onun çevresinde oldukça ileri düzeyde bir sosyal yapı oluşturmuşlardır. Bunun neticesinde günümüzde Avrupa ekonomileri fert başına yüksek gelir düzeyine u- laşmış ve burjuva demokrasisini oturtmuş bir görünüm vermektedir.
Ancak, kapitalist birikim sürecinin ve sermayenin olgunlaşmasının doğal sonucu olan istihdam alanlarının küçülmesiyle, Avrupa ekonomilerinde bir yandan sermaye birikim alanları daralmış, diğer yandar> da tüketim pazarları sınırlanmış durumdadır. Sermayenin gerileyen kâr oranları yanında, yükselen işsizlik bu e- konomilerde önce ekonomik, ikinci aşamada da sosyal sorunların tedricen su yüzüne çıkmasına yol açmaktadır. Avrupa ekonomilerinde yükselen işsizlik ve bunun beslediği milliyetçilik ve dincilik a- kımları sömürgeciliğin Avrupa’daki asi- mile edilmemiş son kalıntılarını temizleyici işlev yüklenmiş bulunmaktadır. A n cak, bir yandan yabancılara yönelik saldı-
200
rılar yoğunlaşırken, diğer yandan da kaliteli emeğin ve kaçak çalışanların Avrupa’ya sızmalarına göz yumulması, hem yaşlanan Avrupa’nın hem de sıkışan sermayenin sorunlarının çözümünde hâlâ eski sömürgecilik mantığının hakim olduğu izlenimini vermektedir.
Sıkışan merkez sermayenin sorunlarına göreli çözüm olarak, bu kez de çevresel konumlu ekonomilerle girişilen e- konomik ilişkilerde, bu ekonomilerin giderek daha yoğun sömürü altına alınması gündemdedir. Küreselleşmenin genel kuralları olarak bilinen VVashington Uzlaşma İlkeleri’nin (VVashington Consen- sus) tüm yerküreye dayatılması, aslında güçlü ekonomilerin güçsüzler üzerinde hakimiyet kurma aracından başka bir şey değildir. Kezâ, kamu kesiminin küçültülmesi, piyasaya müdahale edilmemesi, ekonomilerin dış dünyaya açılması, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi ve çalışma yaşamında sendikaların çökertilerek yeniden düzenleme (reregü- lasyon) uygulamalarının dayatılması, merkez sermayenin istediği alanlara, kendi kuralları ile girmesi ve hakim olması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, G A TS ve TR IPS gibi hizmet ve fikrî haklar alanında getirilen sınırlamalar da gelişmekte olan ekonomilerin hemen her alanda ellerini ve kollarını gelişmiş merkezler lehine bağlamaktadır.
Avrupa .Bitliği’nin, sömürge kökenli zenginliğinin üzerinde yükselen bir burjuva demokrasisi (sadece ifade ve talep etme özgürlüğü!) oluşturduğu ve sistemin elverdiği ölçüde bazı temel haklar a- lanında da ciddi ilerlemeler kaydettiği gerçeği yadsınamaz. Avrupa ekonomilerindeki burjuva demokrasisinin çevreselkonumlu geri ekonomilerdeki demokra-
avrupa birliği izleme raporu üzerine__
tik anlayışla karşılaştırılmasında, zenginliğin verdiği olanaklarla günümüzde A vrupa’nın görece daha ileri düzeyde olduğu da yadsınamaz. Ancak kesit analizinin verdiği bu görüntü, ülke temelinde ve zaman boyutu içinde yapılan gözlemlerle bozulmaktadır. Şöyle ki, yaşanan ekonomik sorunlar karşısında Avrupa ekonomilerinde de sosyal haklar giderek sınırlandırılmakta ve geriletilmekte, ırkçılık yükselmekte ve yabancı düşmanlığı körüklenmekte, insan ticareti sürdürülmekte, Estonya ve Letonya’da yurttaşların önemli bir bölümü yurttaşlık haklarından dahî mahrum bırakılabilmekte, sendikalaşma zayıflamakta ve yarı zamanlı ve geçici çalışma koşulları dayatılmakta, vs. Varsıl Avrupa’da sosyo-eko- nomik alanda gözlemlenen söz konusu geriletmeler ve kötüleşmeler, açıktır ki bugünden yarına su yüzüne çıkmayıp, söz konusu sosyo-ekonomik çöküşlerin toplumsal düzeyde belirginleşmesi zaman alacaktır. Bu gecikme bizi aldatma- malıdır.
Avrupa Birliği’nin genişlemesi projesinin, kapitalizmin çağdaş sömürgecilik aracı olarak uygulanan küreselleşmenin bir tür uygulaması olduğu açıktır. A B ’nin Sovyetler’den arta kalan ve yetişmiş, kaliteli ve bol ucuz emek içeren Doğu A v rupa ekonomilerini tereddütsüz birliğe katması da bunun en büyük kanıtıdır. A B ’nin, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalamış olan Türkiye’ye ise büyük ve istisnaî engeller çıkarması da, Birlik’in genişleme sürecine sömürgeleştirme mantığı ile baktığının en önemli kanıtıdır. Sömürgeleştirme mantığı, sömürgeleştirilecek ekonomiyi, sömürü alanı içine a- lıp, ana gövde ile tümüyle binleştirilmemesi esasına dayanır. Böylece, sömürge-
......... ______________________ 201 —
den tüm yararlar sağlanır, ama sömürülen bölgeye fazla bir ekonomik değer aktarımı yapılmaz. 1995 yılında A B ile imzalanmış olan “ Gümrük Birliği Anlaşması” bu açıdan tam bir sömürgeleştirme anlaşmasıdır. Zira, bu anlaşmaya göre, A B Türkiye’nin her türlü pazar olanaklarından yararlanabilir ama Türkiye tam ortaklığın bazı olanaklarından mahrumdur. Şimdilerde Türkiye’ye önerilen “ Özel Statülü Ortaklık” da bir bakıma Gümrük Birliği’nin devamı gibi görülebilir.
Kapitalist birliklerin işleyişinde şu sonuç kaçınılmazdır: Gunnar Myrdali’ın “ Kutuplaşma Teorisi” nde de açıklandığı üzere, tüm kaliteli elemanlar ve sermaye merkeze doğru hareket ederek, merkezle çevre arasındaki farkın giderek açılmasına neden olur. A B ’nin “ Geri Bölgelere Yardım Fonu” nun amacı da böylesi bir oluşumu engellemektir. Ne var ki, topluluk genişledikçe ve bölgeler arasındaki fark açıldıkça A B emek dolaşımı ve yardım fonları konusunda çok ciddi daraltmalara gitmektedir. Avrupa Birliği, kendi içinde kâr oranları gerilemiş, eski sömürgelerinden oldukça u- zaklaşmış ve şimdi de bir yandan A BD ve Japonya gibi devlerle mücadele eden yaşlı bir ekonomi olarak, gençlik ve atılganlık döneminde içte sağladığı refah ortamından yavaşça uzaklaşırken, yeni a- lanlara refah dağıtmak için değil, buralardan merkeze kaynak aktarmak için yanaştığının, böyle bir yaklaşımın ise yaklaşılan ekonomi açısından ne anlama geldiğinin anlaşılması gerekmektedir. Bu algılamayı net olarak yapabilmek için, ne bugünkü A B ekonomilerinin fert başına yüksek gelir düzeyi, ne de sömürge kaynaklarına dayalı burjuva demokrasisinin
— yol-------------------------------------------
geçici parıltıları bizi aldatmalıdır.A B ’nin ve tüm kapitalist dünyanın
bugünkü parıltılı görüntü veren ekonomik ve sosyal koşulları kefeye konurken, onların yanına, başta Afrika olmak üzere tüm gelişmekte olan (ya da öyle sanılan) geri ekonomileri ve günümüzde yaşanan sefalet ve yoksulluğu da aynı kefeye koymak gerekir!
* Prof. Dr. İzzettin Önder İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi
4 Aralık 2004 tarihinde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)
tarafından düzenlenen " Sol AB’yi Tartışıyor?”
başlıklı foruma gönderdiği sunum...
___202
SOL, AB’YE NASIL BAKMALI?
Avrupa Birliği meselesine daha genel bir çerçeveden bakmak gerekiyor. Çünkü genel bir çerçeve koymadığımız ve o- nun üzerinden konuşmadığımız zaman sonuç alamıyoruz. Belki bir tespitle başlamak mümkün. Türkiye -bu dünyada da farklı değil- yaklaşık yirmi yıldır çok ciddi bir omurgasızlaşma yaşadı. Bundan kastettiğim şu; bir şey söylüyorsunuz, hiç ummadığınız insanlarla yan yana düşüyorsunuz. “ N e alakası var?” dediğiniz zaman da öyle. Dolayısıyla buradan gelen bazı sorunlar var. Böyle bir omurgasızlığın ortaya çıkarttığı bir hareket kabiliyetini yitirme diyelim. Buralarda netliği nasıl sağlayabiliriz? Düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla A B ya da birçok konuda soldaki tartışmalarda da böyle bir zemin aslında oluşmuş durumda. Şimdi “ Nasıl bakmalı?” meselesi çok tartışmalı. Ö n celikle bizim bir şeye karar vermemiz lazım. Solun asgari ve vazgeçilmez temel kategorileri nelerdir? Bu kategoriler ü- zerinden A B nasıl anlaşılabilir? Buna daha sonra geleceğim.
Türkiye’deki tartışmalar gerçekten çok garip gidiyor. Çünkü genel olarak Türkiye’de “A B ’ye dair ne düşünüyor-
Mehmet Türkay
sunuz?” dendiğinde insanlar, % 90’lara varan, hatta aşan bir oranda “ Evet, kabul ediyorum” diyorlar. “ Peki, A B nedir?” dendiğinde, “ Şudur” diyenlerin sayısı ise en fazla % 5-10. Dolayısıyla ne istendiğinin, neye girileceğinin, bunların hiçbirinin netleşmediği, sadece kişisel, öznel niyetler üzerinden bir tavır alınmaya çalışıldığı bir süreç. O yüzden “A B nedir?” sorusuna hareket noktası itibariyle bir cevap vermemiz lazım. Bu noktada karşımıza çıkan şey; “ Bütünsel perspektiften bu meseleyi nasıl anlarız?” sorusu o- luyor. Çünkü A B ’yi sadece Avrupa üzerinden ya da sadece AB-Türkiye ilişkileri üzerinden tartışmanın çok ciddi yanılgı payları var. Bu anlamda şöyle bir soru başlama noktası olmalı belki; A B nasıl bir proje, nereden çıktı? AB, kapitalizmin çok uzun süreli krizleri sonucunda, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa sermayesi ve tabi diğer sermayelerin de katkısıyla uzun süreli bir güç merkezi olmaya dönük bir proje olarak, ortak pazar çerçevesinde bir refleks biçiminde gerçekleşti. Söylemeye çalıştığım şey sadece Avrupa sermayesi değil, A B ’nin kurulması sürecinde, A B demeyelim, daha
----------------------------------------- 203 —
_ y o idoğrusu ortak pazar sürecinde dünyadaki mümkün en geniş hâkim sermaye kesimi bu projeye destek verdi. Çünkü serm ayeler açısından tanımlanmış bir a- landa var olmak zaten birikimin mantığına çok uygun bir şeydir. Böyle bir refleks aslında bir taraftan da başka bir riski önleyecekti. Çünkü Avrupa uzun yıllar bütün savaşları üzerinde yaşamış, sürekli birbiriyle savaşan ülkelerin bir ara- dalığı üzerine kuruluydu. Bu riskin de bertaraf edilmesi gerekiyordu ve edildi. Dolayısıyla ileride bir çekim merkezi olma refleksinin, kapitalizmin dünya üzerindeki birikiminin gidişatına göre pozisyonda yer alan bir yapıyla karşı kaşıya- yız. Böyle baktığımız zaman 45’ten 70’le- re, hatta Avrupa için 80’iere sarkan bir Avrupa modeli çıktı karşımıza. Bu aslında çok uzun süreli bir çatışmanın ürünü olarak bir refah toplumu, sosyal devlet meselesiydi. Dolayısıyla birikim dediğimiz sürecin mantığına uygun sınıflar arası çatışma ve mutabakatların tanımladığı bir projeydi. Sınıflar arası ilişkinin tanımladığı bir kurumsallaşmaydı. Ama dünya ölçeğinde refah devleti ya da sosyal devlet kurumsallaşmasını bir birikimin geldiği nokta gerekli kılıyordu. Çünkü üretilen malların bir şekilde satılmasını garanti altına alacak koşulların yaratılması ö- nemliydi. Daha önceki deneyimler, 30’lu yıllardaki deneyimler bunu bir zorunluluk olarak karşısına çıkarıyordu Avrupa’nın. Bir başka önemli nokta da bir Sovyet devlet tehdidi meselesi vardı. Yani bir Soğuk Savaş koşullarında, Sov- yetler Birliği’nin hızla büyüdüğü konjonktürde, A B böyle bir refleksi ortaya koyarak, kendi içinde bir mutabakatı sağlayarak Sovyet etkisini belirli oranlarda bertaraf edebilmenin yollarını da as
lında buldu. Dolayısıyla bu haliyle baktığımızda A B ’nin özellikle bugünkü tartışılan o sosyal boyut meselesi ya da sosyal Avrupa meselesi gibi kurumsallaşmalar esas itibariyle o konjonktürün ürünüydü. Yani bir birikimin gerekliliği bir de o dünya konjonktürünün dengeleri sonucunda gereklilikler olarak karşımıza çıktı. Bu haliyle baktığımızda, seyrini izlediğimiz zaman yani bir O rtak Pazar projesinden A B ’ye nasıl dönüştü? Bu birlik dendiği zaman gerçekten o şeyi iyi tutabildiğimizde çok mantıklı bir kurumsallaşma, bir girişim olarak da karşımıza çıkar. Soğuk Savaş koşullarının çözülmesine dönük ipuçlarının ortaya çıktığı süreç, 80’lerin başı hatta 70’lerin sonu itibariyle başlayan bir süreçtir. Bir taraftan böyle bir gelişme yaşanıyor. Yine, tabi kapitalizmin o uzun dönemli altın çağ denilen çağın sonuna gelmiş olmasıyla da çok bağlı. Yani birikim dediğimiz meselenin yine bir kar oranı sıkışmasıyla bir krize girmesi, bu krizden çıkmanın politikaları ya da projesi olarak bütün o güne kadar geçerli olan ve genel kabul görmüş Keynesyen anlayışın tasfiyesi ile karşı karşıya kalındı. Bunun yerine ne kondu? Bugün neoliberalizm diye adlandırılan yeni bir politika, yeni bir strateji - hem dünya ölçeğinde hem de bu süreçte yer alan bütün ülkelerde- kondu. A r tık yaşanacak süreç neoliberalizmin tanımladığı politikalar çerçevesinde o projeye uygun hale getirilecekti. Çünkü krizden çıkmanın koşulları, öncelikle bu alanda krize neden olduğuna dair yapılan tespitlerden hareketle refah devleti uygulamalarının sonlandırılmasıydı. Kar o- ranlarının düşmesini biraz telafi edecek olan bu uygulamanın birkaç ayağı var. Bunun mantığı aslında refah devletinde-
__ 204
ki pazar ilişkisine girmemiş alanların pazar ilişkisi içine çekilmesi ve bütün sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi alanların bu süreçte özelleştirilmesi meselesi, de- regülasyon denilen mevcut süreçte bütün kuruluşların çözülmesini sağlayacak düzenlemeler ve bunun arkasından gelen bildiğimiz yaşanan bir neoliberal süreç. Tabi bunun sonuçları toplumlarda ciddi parçalanmalara da neden oldu. Şimdi bu haliyle baktığımızda, kıta Avrupa’sında bu sürece ilk tepki, -hem Soğuk Savaş koşullarının bitiyor olmasına hem krize dönük ilk tepki- A B projesi olarak karşımıza çıktı. A B projesi bu haliyle baktığımızda aslında en baştaki tanımlanan reflekse uygun bir projeydi. Çünkü kendi içinde bir gücü oluşturmak, diğer güçlerle baş edebilmenin en azından rekabet edebilen bir taraf olabilmenin ön koşulu olarak karşılarına çıktı. Nasıl bir proje dendiği zaman? Tam da krizin tanımladığı koşullarda gerçekleşen bir projeydi. Bu anlaşmalarda da zaten açıkça ifade edildi. “AB piyasa merkezi çevre sinde örgütlenen bir proje olacaktır” dendi ve bunu da hayata geçirmeye başladılar. Dolayısıyla kapitalist bir projeyle karşı karşıyayız. Sermayenin tanımladığı genel eğilime uygun bir refleksle karşı karşıyayız. Bu önemli, çünkü tek başına A B ’yi ya da Avrupa kapitalizmini A BD kapitalizminden ya da Japon kapitalizminden ehli şer görerek yaklaşan kesimler için bunun tartışılması önemli bir mesele. Şimdi karşımızda böyle bir proje var. Bu projeye nasıl bakmak gerek sorusu için sermaye açısından da bu noktada aslında bazı sorunlar çıkıyor. Çünkü biz sermayeyi homojenleştirecek bir sermaye projesidir dediğimiz zaman bütün sermayelerin böyle bir projeye o
nay vermesi gerektiğini düşünüyoruz. A- ma baktığımızda durum öyle değil. Eğer böyle bir sorun varsa bu sefer dönüp sermayenin kendi iç hiyerarşisine bakmak önemli hale geliyor. Sermayenin kendi iç hiyerarşisi dendiği zaman, Türkiye’deki birikim süreci sonunda gelinen aşamada karşımıza çıkan bir tablo var. Bu tabloda bilinen aslında birikim süreci mantığına uygun işleyen sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile süreç içerisinde karşımıza çıkan tekelci yapılar. Bu mantık bütün birikim süreçleri için, yani dünya ölçeğindeki birikim süreçleri için ve tek tek “ ulusal birikim” süreçleri için geçerli. Dolayısıyla böyle bir hiyerarşide yukarıda olan ve birikimin olanaklarını en fazla kullanabilme potansiyeline sahip hale gelmiş bir kesim için A B projesi olmazsa olmaz bir projedir. Tabi bu bir uyum süreci getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye’ye baktığımızda bunun temsilcisi tabiî ki karşımıza TÜ S İA D olarak çıkar. T Ü S İA D da tam kendi içinde netleşemediği kendi kurumsallaşmasını dönüştüremediği bir uyum süreci yaşamıştır. Ama T Ü S İA D 90’ların ortasından itibaren bu konuda kesinlikle en net tavrını almış ve o günden bu yana da Türkiye’deki tartışmalarda önemli yönlendiricilerden biri olmuştur. Peki, sermayenin diğer kesimleri için aynı şey geçerli mi? Bu hiyerarşide aşağıda kalan, daha çok iç pazara dönük, birikim olanaklarını çok fazla geliştirme şansına sahip olmamış sermaye de bildiğiniz gibi a- çıkça bu sürece karşı çıktı. Bir taraftan A B ’ye diğer taraftan küreselleşmeye. Bu da aslında birikimin mantığına uygun bir tavırdı. Sermaye kendisinin korunmasını talep ediyordu. M Ü SİA D (Türkiye’deki Ulusal Sanayiciler ve İşadamları Derne-
sol, ab’ye nasıl bakmalı__
--------------------------------------_ 205 —
__yol________________________ği) bunun çok iyi bir örneğidir. Onlar A B ’ye karşılar, Gümrük Birliği’ne karşılar. Küreselleşme karşıtı söylemleri var. “ Peki nedir derdiniz?” dendiği zaman - bu konuda bir çalışma yaptık, oradan daha net söyleyebiliyorum- devlete dönük çağrılarında temel dertleri şu; “ TÜSİ- A D ’ı korudunuz, ya da T Ü S İA D içindeki sermayeyi korudunuz, bizi de koruyun, biz de onlar kadar birikim olanaklarına sahip olalım, ondan sonra biz de uluslararası düzeyde rekabet eder hale gelelim.” Bu pozisyonu alırken, M Ü S İA D ’ın bu pozisyonu meşrulaştırmak için kullandığı temel kategori de ulusallık. Dolayısıyla sermayenin ulusallığı meselesi tanım gereği sorunlu bir mesele zaten. U- lusal olanakları kullanmanın önündeki temel motif de uluslararası düzeyde rekabet edebilir hale gelmek. Burada da karşımıza sermaye içinde iki farklı pozisyon alış çıkıyor. Her ikisi de birbirine zıt olmakla beraber birikim dediğimiz, kapitalizmin o çatışma ve çelişkilerle yürüyen sürecine çok uygun pozisyon alışlar, tavır alışlar. Öbür tarafa geçtiğimizde, zaten sanıyorum şu aşamada bizim üzerinde daha fazla konuşmamız gereken şey, peki sermaye dışı kesimler açısından sorun ne? Burada tabi genel olarak sol diye bir çerçeve çizebiliriz. Solun tavrı ne olmalı meselesi. Şimdi Türkiye’de solun tavrı, belirtildiği gibi, toptancı tavır. Aslında toplumda yaşanan A B karşında tavır alma tarzını biz solda da görüyoruz. Toptan reddetmek. Tabi ki reddetmek bir pozisyon alıştır ama oraya çok kestirmeden geldiğiniz zaman o- rada durmak da çok mümkün değil, olup biteni anlamak da mümkün değil. O zaman belli bir mesafeden soruna bakmak çok önemli. Genel olarak sol kapitalizm
__ 206 ____________________________
karşısındaki tanımlayıcılığını unuttu.Sol nedir? Solun ne ile uğraşması la
zım? Nasıl bir projeye sahip olması lazım? Bu aslında yaşanan sürecin sonunda karşımıza çıkan marjinalleşmeyle ilgili. Çünkü ne kadar marjinalleşirseniz, kendi içinize kapanma refleksiniz artacaktır. Bu kapanma refleksi de sorunu yeniden üretecektir. Şimdi sol nasıl bakmalı? Solda farklı bakma biçimleri var, bunların çoğu demin söylediğim gibi, toptancı. Örneğin A B ’ye karşıyız ya da girelim meselesinde, peki A B ’ye girişin etkileri ne olacaktır? dendiği zaman, “ Sermaye için iyi olacaktır, sermaye dışı kesimler için kötü olacaktır.” Türünden genellemeler var. Oysa sermaye dışı kesimler açısından baktığımızda bu sefer karşımıza başka bir şey çıkıyor; örneğin küçük ve orta boy işletmelerin dünya ü- retim ağına, netvvork’üne dâhil olanlar i- çin A B çok önemli bir proje. O ağın içinde olmaları gerekiyor, bu yüzden o ağın içinde olan küçük ve orta boy işletmeler T Ü S İA D ’ın dışında T Ü S İA D ’la beraber pozisyon alıyorlar. İşçi sınıfı diye en geniş tanım açısından baktığınız zaman, işçi sınıfındaki, tabi tanımda zorluklar var, işçi sınıfı salt sanayi işçisi anlamına gelmiyor, eskiden de gelmemeliydi, bugün bunun olmadığı çok açık hale geldi. Bütün o çerçeveyi mümkün en geniş hale yaydığınız zaman, işçi sınıfının içindeki bütün o parçalanmayı göz önüne aldığınız zaman, burada da farklılıklar çıkacaktır karşımıza. Nitelikli işgücü açısından A B bir avantaj, zaten A B de bunu istiyor. Dolayısıyla çıkarların çatışması ya da çıkarların birliği meselesinin de yeniden göz önüne alınması ve buna göre bir proje geliştirilmesi çok önemli.
Türkiye’deki solun pozisyon alışın-
daki asgari kategorileri ne olmalı? Mesela ulusallık üzerinden alınan pozisyonlar çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Ulusal perspektif diye ortaya konulan bir hareket noktasının nihai olarak çok sola hitap etmemesi gerekir, daha doğrusu solun o aksta ilerlememesi gerekir, çünkü ulusallık projesinin kapitalizmle ilişkisinin kurulması lazım. Siz kendi kategorilerinize sahip değilseniz, kendi kavramlarınıza sahip değilseniz, zaten ciddi bir sorun vardır. Türkiye’de sol uzun bir süredir böyle bir sorun yaşadı. Yani kendi gündemini belirleyemez bir pozisyonda. Kendi gündemini belirlemek demek, kendi kavramlarınla sürece müdahale etmek demektir. Kendi asli kavramlarını kullanamaz hale geldiğinde, ya tamamen solun dışında olması gereken, dönemin en fazla popüler, sistemle ilişkisi kurulan yanları üzerinden A B sorunu anlaşılmaya çalışıldı ya da bir tepkisellik olarak u- lusallık vs. üzerinden. Burada çok temel bir şey var. Solun asli kategorilerinden birisi, sınıf kavramıdır. Sınıfı çok açık tanımlamak lazım yani demin söylediğim gibi, çok dar bir tanım, bugün gelinen a- şamada yeterli değildir. Peki böyle bir perspektiften bakarak sorunu nasıl anlayabiliriz, sol A B ’yi nasıl tanımlayabilir? Ya da nasıl değerlendirmeli? Burada kritik olan şey bir, kapitalizmin kendi birikim sürecini akılda tutmak ve bununla beraber giden bir süreci kavramak; iki, burada pozisyon alışta belirli bir sınıf perspektifine, sınıf referansına sahip olmak. Çünkü sınıf referansına sahip olarak soruna baktığınızda aslında bu bulanıklık da ortadan yavaş yavaş kalkacak. Dolayısıyla sınıfların homojen bütünlükler olmadığını da görmek önemli. Bu anlamda alt ayrımlara da ihtiyaç var. Ama
asgari zemin bir aks olarak, bir birikim aksı üzerinde A B meselesi tartışıldığında sınıf kategorisi sol için bence vazgeçilmesi mümkün olmayan çok temel bir kategori. O zaman şöyle bir noktaya geliyor iş. Bunu nasıl kullanacağız? Yine Türkiye’de bu mesele tartışılır durumda, yani sınıf dendiği zaman bundan ne anlaşılacak, sınıfı nasıl anlayacağız? Bunun kapsamında kimler var, dolayısıyla aslında sınıf çıkarları bir kategori midir? Yaşanan süreçte bu tanımların altında farklı çıkarların da çatıştığı ya da karşı karşıya geldiği süreçler de yaşanmaktadır, dolayısıyla toptan, homojenleştiren bir perspektiften bu süreci anlamamız bu haliyle mümkün değil. Türkiye için buradaki önemli noktalardan bir tanesi, -tüm dünyada da böyle muhtemelen- bir neo- liberal hegemonyanın söz konusu olmasıdır. Dolayısıyla bu neoliberal hegemonyanın nasıl aşılacağına dair bir kere sol kendi içinde asgari bir müştereke sahip olmalı. Bunun nasıl sağlanacağı aslında bir taraftan çok kolay, çünkü belki çok bildiğimiz birkaç konuda sol kendi i- çinde anlaşamayacak konumda ama pek çok konuda herkes aynı şeyi söylüyor. Ama diğer yandan ise kimse yan yana gelemiyor. Bir pozisyon alış, yani büyük teorik meseleler değil, mesela A B karşısında pozisyon alış, ya da bunun dışındaki meselelerde. İşte burada marjinalleşmenin çok ciddi etkileri olduğunu düşünüyorum. Böyle bir çerçevede örneğin A B ’ye sıcak bakan bir solu inceleyelim. A B ’ye sıcak bakan solun argümanlarına baktığımızda “ demokratikleşme, sosyal devlet, vs., vs ...” Şimdi sol bu kavramları kendi bağlamlarından kopararak kullandığı için ya da sürekli tekrar ettiği için artık bunlar çok fazla anlamlı olmuyor.
_________ sol, ab’ye nasıl bakmalı___
------------------------------------------ 207----
Sol bir yandan Dünya Bankası’na, IMF’ye karşı ama A B konusunda tereddütlü. Nasıl ilişkilendireceğiz? A B ile Türkiye’nin ilişkisinde A B ’nin kısa dönemli o rtaklık şartlarına baktığımızda Dünya Bankası ve IMF’nin şartlarını dayattığını görüyoruz. Sol burada bir taraftan D B ’ye, IM F’ye karşıyım diyecek, diğer taraftan da bütün o bağlamdan kopardığı kavramlar üzerinden A B ’ye ‘eh’ diyecek... Olsa da iyi olacak diyecek... Şimdi elbette ki bunlar kendi içinde de tartışılabilecek konular. Ama demokrasi meselesini sadece bir oy verme ya da i- fade özgürlüğü olarak almak doğru değil. Toplumsal kaynakların denetlenmesinde, dağıtımının denetlenmesinde ve üretim sürecinin örgütlenmesinde demokrasiyi tanım içine almadığınız zaman demokrasinin içeriğini daraltmış olursunuz. Belki daha şık, afakî değerler üzerinden konum almış olursunuz. Solun tanım gereği bu kategorileri, yani insan hakları, demokratikleşme vs. gibi kavramlar üzerinden sorunu ele alışı hakikaten içine düştüğü marjinalleşmeden başka bir anlam ifade etmiyor. Tabi şu an Türkiye’de şöyle bir süreç yaşandı gelinen noktada. Türkiye uzun süredir böyle bir hegemonya altında yaşadığı i- çin bugüne kadar A B karşıtlığı da çok karşılık bulamadı, çünkü bir şekilde A B karşıtlığı diye ifade edilen pozisyon alışlar kendi içinde net değildi, çok başka yerlere referanslar yapılması mümkündü. Diyelim böyie bir pozisyon alışta biraz zamana ihtiyaç var. Daha doğrusu bu sürecin biraz netleşmesi için. Örneğin bir tür ‘liberal sol’ perspektifin bugünlerde geldiği noktaya baktığımızda ciddi tereddütler ortaya çıkmaya başladı. A B ’den yana çok net pozisyon alan bir
— yol_____________________________
yorumcunun geçen gün bir radyo konuşmasını dinledim. Örneğin 17 Aralık’a giden süreçte nasıl pozisyon alınacağına dair vb konularda çok şaşkınlar ve en sonunda şöyle bir şey söyledi; “ Acaba biz, Avrupa rüyası ile Avrupa riyası arasında mı kaldık?” Şık bir laf ama bunu bu düzeyde de tartışmamız mümkün değil. Rüyası neydi zaten? Riyası ne? Çünkü bence A B riyakâr değil. Türkiye ile olan ilişkisinde Avrupa gayet net ve açık. Bunun söylediği şey, tam üyelik, özel şartlar gibi şeyler tartışılıyor. Bunlar sanki yeniymiş gibi tartışılıyor. Oysa Ankara Anlaşması, A B sürecinin başlangıç anlaşmasıdır, 63 yılında yapılan bu anlaşmanın 28. maddesi gayet nettir. O da şunu söylüyor: “ Türkiye bu anlaşma ile üzerine düşen taahhütleri yerine getirdiğinde taraflar tam üyelik olasılığını tartışırlar” diyor. Bunu olasılığı olarak da çevirebiliriz, olanağı olarak da. Zaten bir garanti yok. İlk anlaşmada da yok. Dolayısıyla Avrupa da bu olanağı mevcut stratejisi çerçevesinde, jeopolitik dengeler çerçevesinde kullanıyor. Burada Avrupa’nın riyası diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’den A B ’ye atfedilen bir anlam var; bu anlam Avru pa ile ne kadar çakışıyor meselesi çok sorunlu. Bunun üzerinden de solun bir politika üretmemesi lazım, üretemez. Onun için de süreci biraz daha detaylı, daha mesafeli ele alması gerekli.
* Doç. Dr. Mehmet Türkay Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
4 Aralık 2004 tarihinde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)
tarafından düzenlenen “ Sol AB’yi Tartışıyor?"
başlıklı forumda yaptığı sunum...